YAYIN EKİBİMİZ
Genel Yayın Yönetmeni Şeyma Sakallı
Editör
Seda Kamburgil
Sosyal Medya Sorumlusu Burcu Kılıç
Yazarlar A. Kadir Aydemir
Aykut Körmamuoğlu Baki Demirtosun Doğucan Arslan Esra Atabay Haşmet Ateşer Hilal Buse Yumuşak İbrahim Demir İlknur Öner İrem Gülser Melis Genç Meltem Gökce Merve Aslan Muhammed Eyüp Yavuz Mustafa Akdaş Nazlı Deveci Serap Ödül Soner Üçkuşoğlu Uğurcan Dural Ülkü Mehtap Zoroğlu Ünal Özkan Yasin Gel
Sevgili Seyyar Edebiyat Okuyucuları, Günlerdir Türkiye’yi büyük bir acıya boğan, maruz kaldığı vahşet sonucunda yaşamını yitiren Özgecan Aslan’ı unutmayarak ve unutmayacağımızı dile getirerek cinayetlerin, şiddetin ve tacizlerin son bulmasını istiyoruz. 20 yaşında, psikoloji öğrencisi olan Özgecan Aslan’ın bizler gibi bir öğrenci, bir evlat, bir kız ve özellikle de bir insan olduğunu ve bir insan (!) tarafından öldürüldüğünü unutmayalım. Kendisinin ve ailesinin de dediği gibi bu ülkede kötülüğün değil iyiliğin, sevginin konuşulması gerektiğini bilerek duyarlı olalım. Kayıtsız kalamayarak yazdığımız yazılarla ve kapak fotoğrafımızla tepkimizi göstererek, suçluların en ağır şekilde cezasını istiyor; Özgecan’a Aslan’a Allah’tan rahmet, ailesine sabır diliyoruz. Mart sayımızda; Çanakkale Zaferi, Kaan Murat Yanık ve Murat Tavlı röportajları, Kütüphaneler Haftası, Dünya Tiyatrolar Günü ve yazarlarımızın kaleminden denemeler, şiirler, öyküler sizlerle olacak. Son olarak, teklifimizi geri çevirmeyerek sorularımızı cevaplayan Kaan Murat Yanık’a ve Murat Tavlı’ya çok teşekkür ediyoruz. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, keyifli okumalar...
Web Yazılım
Burak Medinovski ISSN: 2148-8851
Seda Kamburgil sedakamburgil @seyyaredebiyat.com
4. Şeyma Sakallı - Son Can’dı Özgecan 5. Aykut Körmamuoğlu - Kahrolsun 6. Hilal Buse Yumuşak - Yitip Gidenler 7. İlknur Öner - Şehidin Emanetinin Dilinden 8. Mehmet Doğucan Arslan - Bir Şehidin Ardından 9. Ülkü Mehtap Zoroğlu - İstiklâl Marşı Ruhu 10 / 11. Yasin Gel - Ters Köşe (Kaan Murat Yanık Röportajı) 12. Ünal Özkan - Sevdalinka 13. Ünal Özkan - Ana Dön 14 / 15. Yasin Gel - Ters Köşe (Murat Tavlı Röportajı) 16. Nazlı Deveci - Acı Bu, İnsan İcadı 17/ 18. Serap Ödül - Kütüphaneler Haftası 19. Ülkü Mehtap Zoroğlu - Bayandan İkinci El Yazı 20. Seda Kamburgil - Dünya Tiyatrolar Günü 21. Merve Aslan - Ah Kerime 22. Hilal Buse Yumuşak - Geç Kalandan Geç Kalmışa 23/ 24. Meltem Gökce - Firuze 25. Mustafa Akdaş - Akrep ve Yelkovan 26. Bilal Korkmaz (Seyyar Misafir) - Göçebe Geçiyoruz 27. Uğurcan Dural - Piyon Öldüren Atlar 28. Serap Ödül - Bilinçli Ebeveyn Olmak 29. A. Kadir Aydemir - Yanaklarını Nemlendirmekten Çekinmediğim Kadın 30. İrem Gülser - Kuyudan 31/32. İbrahim Demir - Batı Sinemasının Unutulmaz Filmleri 33. Haşmet Ateşer - Kayıp Kimlik 34. Baki Demirtosun - Ahir Ve An Olsun Yaşımız
Son Can’dı Özgecan
Onu Tanrı yarattı, Siz öldürdünüz. Bazen inandınız, bazen inanmadınız, Diri diri toprağa gömdünüz. Sizi de bir kadın doğururken, Düşünemediniz aslında kendi annenizi öldürdüğünüzü... Bazen yolda, Bazen okulda, Bazense uykuda durdurdunuz onun kalbini. Koca bir dünyayı kalbine sığdıracağını bilmeden, Dünyayı başına yıktınız... Kalbiniz o kadar karardı ki, Gözleri kara olduğu için onu suçladınız, Parmağına ufacık bir yüzük yetecekken, Ellerini bile tutmadınız, hor davrandınız... Çünkü o kadındı, Belki de tek suçu kromozomunun XX olmasıydı. Emin olun, O da böyle olsun istemezdi. Kısa saçları olabilirdi mesela, Başını kapatması için kimse baskı yapamazdı. Sakalları olsaydı, şanslı olurdu değil mi?
Ve ilk nefesinde ağladı kadın, İlk bıçak darbesine, Ardından geleceklere, Ülkesinin adaletine, Değmeyeceğini bile bile... Bir damla akıttı kadın, Diğer tüm kadınların es geçilen adaletine ağladı. Ve evine gidiyordu Özgecan, Tek suçu kadın olmaktı, Bunu o seçmemişti, Bıçak darbelerine dayanamadı kalbi, Son insanlıktı Özgecan, Son can’dı Özgecan... Ve Fırat ile birlikte, Bekliyorlar bizi mavilikte...
Şeyma Sakallı
Kahrolsun
Düzinelerce iyi fikir ve insan, Hepsi yerle bir. Şerefsizlikten binalar kurduğun topraklarıma dön de bak, Şimdi artakalan ölüler ve yanan kadınlar biziz ve kahrolsun! Sırtıma dolayıp, yoluna öldüğüm doktrinimin otağında duman tüttü. Fakat Arkamda kanımı silecek millet yok. Kahrolsun, Böyle öleceksek kahrolsun! Biz arkasıyız, arkası gelmeyen milyonlarca facianın. Biz, bir türlü örtemediği toprağız üstünü örtemediğiniz bütün masumların. Kahrolsun, Bugün bir tabuta milyonlarla sığacaksak kahrolsun! Kafadaki beyin değil, ne de sol yanındaki yürek, Biz ’13’ yaşındayız ve arkası göğe uzanan sonsuzluk… Geceyi hangisi yırtsın sence, omzundaki yük ya da otoyol kenarlarında sönen çığlığımız mı? Fakat biz böyle söneceksek, kahrolsun! Hak, özü Asya’da unutulup bırakılmış bir ruhtu ve Kahrolsun. Şimdi bütün şeytanlar galip oldu. Böyle cennet kahrolsun! Biz; ses telleri kesik ve en çok bağıranlar, adalet kursağımızdaki ramak. Böyle bitecek, umut savaşa taşıdığın içi boş havan topu. Kıyamete cephanesiz girecek bizler ve böyle dünya kahrolsun!
Aykut Körmamuoğlu
Yitip Gidenler
Ah, o koca yürekli insanlar... Çoğu çocuk denecek yaştaydı. Allah aşkının yanına bir de vatan aşkını koydular. Sevgiyi, saygıyı bu topraklarda kurulan dostluklardan, bir ekmeği on kişiye pay etmekten öğrendiler. Kuru kuru ekmek yemekten mutlu olanlardı onlar. Sonra ekmeksiz haftalarca, aylarca, yıllarca savaşanlar oldular. Kadınlar, daha anneliği öğrenemeden; çocuklar, okumak nedir bilmeden; yaşlılar, huzura eremeden cephe nedir, savaş nedir öğrendiler. Önce zaman kavramını unuttular, sonra da hayat. Ne ağlayabildiler ne de gülebildiler. Kana kana ağlamak, zaman kavramıyla birlikte kaybolan değerlerden biriydi sadece. Ne bir mezar verebiliyordun huzura kavuşmaları için ölülerine ne de sahip çıkabiliyordun. Ama o gün de bugün de görebiliyorsun o insanların neden “koca yürekli” diye anıldıklarını. Biliyorsun, neden sadece bir zafer dersi değil de insanlık dersi anlamına da geldiğini Çanakkale Zaferi’nin. Huzura erebilmek, canlarını koruyabilmek için can almak zorundaydılar. Ne tercih edebilirlerdi ne de bir kenarda oturup bekleyebilirlerdi. Her ne olursa olsun, düşmanına bile sahip çıkanlardı onlar. “Karnım aç” demeyip düşmanıyla bile yemeğini paylaşabilenlerdi. Çünkü biliyorlardı onlar da severek, isteyerek değil, canlarını koruyabilmek için oradaydılar.Yolun sonu, onlar için çocuklarını bekleyen güzel günlerdi. Peki, ne mi oldu? Asla, bolluk içinde yaşamak nedir bilemediler. Yokluk içinde sevgiyle yeşerttiler bugünü. Yüzyıllar sonra yaşayacak yüzlerce insan için yitip gittiler. İyi ki var oldunuz, iyi ki bugünümüzü sizler yeşerttiniz. Nur içinde yatın, güzel zaferin güzel mimarları...
Hilal Buse Yumuşak
Şehidin Emanetinin Dilinden
Her zamankinden farklı bir sabaha açıyordum gözlerimi, Şuramda oturan bir acı, yatılı bir misafir gibi. Babamı göremiyordum, neredeydi, ben miydim uyku sersemi? Yalnızlık hissiyle annemin yanına koşuyordum yalın ayak, Anne… Şuramda, işte şuramda sebepsiz bir acı: bak! Dün musalla taşında bir adam yatıyordu boylu boyunca, Tabutun içinde habersizce uğurlanıyordu, insanlar sağanak sağanak... O sıra bir ağabey başımı okşayıp “şehidin emaneti” dedi. Sahi anne şehit ne demek, kimdi o yatan? Ağlıyorsun, neden? Babam da evde değil. Yoksa babam… Anlıyordum her şeyi, dilinde biriktirdiğin kelimeleri. Beynimde şimşekler çakıyordu, içim titrek alevler içindeydi. Bir yaz sabahı, kış karanlığını yaşamaktı bu. Güneşi ardına alıp yürümekti gecenin en kuytusuna, ses etmeden. Kaçıp kurtulmak istemekti viran şehirden, belli etmeden. Hüzne selam edip, veda etmekti, bırakmaktı mutluluğu. Nasıl geçilirdi sevdiğim diyar olan babamdan? Ben hâlâ bıraktığın yerde ve yaştayım baba Ne eksildim ne de arttım.
Seni bir yabancıyı uğurlar gibi uğurladığımdan beridir Amansız bir hastalığa tutulmuşçasına çaresiz bir haldeyim. Baba omzu, bir çocuk için en güvenli yerdir. Sen gittin ya her şeye olan güvenimi kaybettim, kendime dahi... Benim için bayramlar şeker toplamak için değil, Mezarına güller dikilecek bir baba ziyareti için var artık. Toprağını yıkayan bir yağmur olabilmek ne zor baba! Bugünlerde en sevdiğin elbiseleri koklayıp uyumak gibi bir huy edindim. Elbiselerinle de kalmıyor, rüzgâr kokunla esiyor her sokak başında. Baban öldü diyorlar, şehitler ölmez, bilmiyorlar! Bana acımasın hiçbir yürek, amelinle aydınlanacak karanlıklar Sen ki kırmızısını beyazında dalgalandırmak uğruna ay yıldıza bürünen, Sen ki meleklerin sırtında göklere taşınan bembeyaz yolcusun! Ben emanetin, annem helalin, vatan deli dolu sevdan... Bizim gibi evlatlar yaşadıkça susmayacak hiçbir kubbede ezan!
İlknur Öner
Bir Şehidin Ardından
Sustum, sensiz geçen her saniye. Yanan yüreğimi körükledi sensizlik. Bir hüzün kapladı içimi yine. Senden kalanlar geriye, Kocaman bir gurur. Ve çığlıklarda eriyen sessizlik… Sustum, sensiz geçen her güne. Güneş doğmadı senden eksik saatlere. Ay küstü sensiz gecelere. Yıldızlar sönük bakarken gökyüzünden, Bulutlar bile ağladı sensizliğe. Sensiz geçen her güne, Bir yıldız kaydı gökyüzünden. Ve ben her birine dilek tuttum, Karanlık gecelerde seni beklerken… Geçen her güne Biraz daha ağladım içime. Yüreğim, gözyaşımı kuruturken Lanetler yağdırdım sensizliğe. Her güne Bir kelime ekledim sen diye.
Cümle oldu kelimeler eksikliğinde. Yan yana, yana yana Yüreğime kazıdım her harfi Sen yüreğime yazıl diye. Güne Sen diye başladı her şey benimle. Rüzgâr senin adınla esti, Dalgalar senin adını vurdu kıyıya, Toprak sen içindesin diye filizlendi, Sen diye meyve verdi ağaçlar, Güneş, senin yokluğunda yaktı yeryüzünü, Ay, sen diye aydınlattı geceyi, Yıldızlar senin için yerini aldı gökyüzünde, Bulutlar sensizliğe ağladı. Ben, sen diye ağladım her şehide, Sen diye gururlandım. Sadece sen duy diye boşluklara çığlık attım. Gözyaşımı senin için içime akıttım. Sadece sen diye kaybettim kendimi kocaman bir sensizlikte. (21 Mart 2012 Yavuz Selim Arslan Anısına)
Mehmet Doğucan Arslan
İstiklâl Marşı Ruhu
Tarih, 3 Kasım 1914’ü göstermekteydi. Boğaz kuşatılarak kanlı savaşın ilk adımları atılmış, gök alevler içinde yanmaktaydı. Acı haber tez ulaşmıştı Anadolu’nun yanık bağrına. Düştüler yollara Acem’den, Türkistan’dan, Edirne’den, Kars’tan… Türk adının duyulduğu, törenin ses verdiği ellerden... Ant içmişlerdi birliğe. Onlar... Onlar, Tanrı’nın yeryüzündeki erleri. Göğsünü siper almış, canını dişine takmış Alparslan idi her biri, cesarette emsali görülmemiş Kürşad idi. Onlar, iman dolu yüreklerde korku bilmeyen, titrek dudakların, gök mavisi semaların yıldırımlarıydı geceyi aydınlatan. Savaş çetin. Havada buram buram kan ve her birinin yüreğinde sevdalı bir eşi... Kanlı bir mendil ve şanlı bir vatan geriye kalan. Siperler sık, şehadete koşuyor cihat aşkıyla neferler. Abdest almada ve namaz kılmada arkadaki erler... Dumanlı göğe açılmış dua etmekte erler… Son nefeslerde yıldızlar kayıyor. Kızıldı boğaz, kaynıyordu ve haykırıyordu yitip giden şehitlerine. Ay-yıldız teselli ediyordu, şiir şiir yansıyordu üzerine. Adeta sevgiliye yazılan bir âhtı. İşte böyle bir zamanda yükseldi Akif ’in iman dolu kalemi. Bir destan yazarken Mehmetçik cephede, Akif ’in kalemi bir hürriyet yazıyordu. Akif, İstiklâl Marşı’nı yazıyordu. Gecelerini bölüyor, sabahlarına ışık tutuyordu. Akif, ecdadını çok iyi tanıyor, muhtaç olunan asil kanın kaynağını elbet biliyordu. Akif, örnek bir kişilik, temiz bir Müslümandı. Hakk’ı bilip, Hakk’a saygı duyar, küfre, riyaya, ahlaksızlığa bir bent gibi dururdu. Vaazlarda anlam buluyordu.
Akif ’in sözleri, sakin ve titrek sesi bir aslan kesiliyordu. Bir kervan başlıyordu yüreğinde. O vatan ve millet şuurunu ilahi aşka yama yapmıştı. Mecnundu o Hira Dağları’nda. Vatanını, Leyla biliyordu. Bir eli Viyana, diğeri Kudüs... ”Başı, Orta Asya; yüreği, vatanım” diye yanıyordu. Sonsuzluğa uzanıyordu kalemi, ölümsüzlüğü tadıyordu her mısrasında. Akif ’in yazdığı İstiklâl Marşı şüphesizdir ki herkese büyük sorumluluklar yüklemiştir. Her satırında milliyetçilik vardır. Nifak bulutları sararken dört bir tarafı, Akif in kaleminde yeni bir güneş doğuyor, milli arzuları alevlendiriyordu. İstiklâl Marşı, bir motiftir. Türklerin asırlardır kazanmış oldukları zaferin bir tasnifi niteliği taşır. İstiklâl Marşı’nda millet vardır, Türklük vardır, iman dolu bir yürek vardır. Söz konusu al sancaktı. Türk’tü, Türkçülüktü. Onlar, âşıktı. Âşıklar gibi savruluyor, yön tayin edemiyorlardı. Belki de hepsi yüreğinde bir elif ateşiyle yanıyordu. İstiklâl Marşı, bu toprakların vatan olma serüvenini anlatır. Çağlar boyunca bağımsız yaşamış ulusumuzun bağımsızlık aşkını, ulusal ve kutsal değerlere olan bağlılığını, kahramanlığını yansıtır. Böyle mukaddes bir marşı tabii ki de dini bütün, milli mücadele yıllarında mitingler verecek kadar gözü pek, vatan ve millet aşığı Mehmet Akif Ersoy’dan başkası yazamazdı. O, bir vatan şairiydi. Âkif denince akla gelen ilk kelamdı: “İMAN ve VATAN.” Sayfa sayfa destandı. İstiklâl Marşı, geçmişten geleceğe bir köprü... İstiklâl Marşı, ön söz... Birlik ve beraberliğimizin hiçbir zaman kopmaması... Ayrılıkların hiçbir zaman milletimizin canını yakmaması için İstiklâl Marşı ruhunu daima içimizde yaşatmalı. Başta bayrak ve marşımız olmak üzere tüm değerlerimize sahip çıkmalıyız...
Ülkü Mehtap Zoroğlu
Kaan Murat Yanık Röportajı
Ters Köşemizin konuğu, mart sayımızda Kaan Murat Yanık oldu. Kendisiyle sorularımızın cevaplarını almak için buluştuk. Gerek teklifimizi kabul ettiği için gerek hoş sohbeti için kendisine tekrar teşekkür ediyoruz. Peki, Kaan Murat Yanık kimdir? 1988 yılında doğan Yanık, ilk öykülerini ve şiirlerini lise yıllarında yazdı. Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü okudu. İskender Pala’nın asistanlık görevini üstlenen Yanık’ın birçok edebiyat dergisi ve gazetede şiir, öykü, deneme ve makaleleri yayımlandı. Özel bir televizyon kanalında kültür-sanat programı hazırlayıp sunan Yanık’ın şu ana kadar yayımlanmış iki kitabı bulunmaktadır; “Kalküta” ve “Uçurtma Mevsimi”. 1. En sevdiğiniz kelime? - Baykuş
4. Heyecanınızı ne öldürür? - Hissiz insanlar.
2. Nefret ettiğiniz kelime? - Yürek
5. En sevdiğiniz ses nedir? - Cam kırılması sesi.
3. Ne sizi heyecanlandırır? - Sanat değeri taşıyan her şey…
6. Nefret ettiğiniz ses? - Duvar tırnaklanırken çıkan gıcırtı sesi.
7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? - Hemşire
19. Neden yazıyorsunuz? - Yaşanmamış olan her şeyden intikam almak için.
8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz? - Bir enstrüman çalabilmek isterdim.
20. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? - Yürüyelim.
9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? - Orhan Pamuk
21. Mutluluk rüyanız nedir? - Bir kuşa dönüşmek isterdim. Bakınız; Uçurtma Mevsimi - Tarla Kuşu
10. Nerede yaşamak isterdiniz? - Paris 11. En önemli kusurunuz nedir? - Aceleci olmam. 12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi? - Sigara 13. Kahramanınız kim? - Hiç kahramanım olmadı. 14. En çok kullandığınız küfür? - Pok kral 15. Şu anki ruh haliniz nasıl? - Yorgun
22. Sizce mutsuzluğun tanımı? - Maddeyle mana arasında sıkışan her ruhun somut hali. 23. Nasıl ölmek isterdiniz? - Tabancayla intihar ederek 24. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz? - Beni niye bu kadar sevdin? 25. Son olarak, “hayat” kelimesiyle başlayan bir cümleyi nasıl tamamlarsınız? - Hayat, yaşamayı becerememektir.
16. En son okuduğunuz kitap hangisi? - James Joyce - Ulysses 17. En çok beğendiğiniz şiir? - Fuzuli’nin gazellerinin hepsi, İsmet Özel’in “Amentü” şiiri. 18. Sizi en çok etkileyen yazar kimdir? - Gabriel Garcia Marquez
Yasin Gel
Sevdalinka
Sevdalinka... Kuşlar uçardı oraya. Evliya Çelebi’nin sırrı orada. Sevdalinka... Uzat ayağını dostluklara. Gün dolsun dünyana. Söylenmemiş şarkılar kaldı yarına. Beklenilmiş trenler diyarına. Bilinmeyen börtü böcek türlerinin tenimize işleyen coğrafyasıdır zaman. Sevdalinka... Evet, ütopya... Sonsuz gecelere merhaba. Aşıkların dingin mekanıdır: ”Sevdalinka.” Ay ışığında topuklarına kadar çamurlu bir serüvendir aşk. Akdeniz’in kıyısındaki çizgiler gibi yüzünün hatlarını seziyorum. Bir kurgu oluyor zaman, sen geçiyor dakikalar. Saat, aşka beş var. Saat, en unutulmuş bir türkü gibi dağların doruğunda yankı... Sevdalinka... Yârin de kaldı yamacında. Aşkı bilmeyenler gelmesin buraya. En güzel hatırlar yarına. Sevdalinka… Haydi, aşkın mekânına.
Ünal Özkan
Ana Dön
Bir gün senin de gidilir cenazene. Heybetinin heybeti şaşar. Su dökülür, kan çekilir. Boyun uzar. Gidersin çocukluğuna güzel günlerin. Sabah erkenden kalkar horozlar. Tarla başında vurulmuş ağacına kuşlar. Baban erkenden kalkar. Gider yarı kapalı boynuyla. Bir sofranın başı dünya kıtası… Büyük karpuzlar hatırlıyorum,boyuma göre devasa. Gri pijamalar o günlerde modaymış. Şehirlerde yoksulluğun izleri... Derken, dev aynasına erişiyor boynum. Saçlarıyla bir kadın ağlıyor pencere kenarında. Sokak lambası balkonların aynası... Atlaslarda arıyorum onu. Meğer dünyanın sonu değilmiş haritalar. Otobüsler dolusu yolculuktun sen. Şimdilerde ikinci bir parıltı, yalancı bahardır saçların. Oturduğum sandalyede sallıyorum dünyayı. An’a dönmek ne güzel.
Ünal Özkan
Murat Tavlı Röportajı
6. Nefret ettiğiniz ses? - Alarm sesi 7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? - Satış olan her şeyi 8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz? - Karakter analizi 9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? - Gabriel Garcia Marguez 10. Nerede yaşamak isterdiniz? - Ailemle her yerde yaşayabilirim. 11. En önemli kusurunuz nedir? - Öfkem 12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi? - Takıntılı olmam 13. Kahramanınız kim? - Babam 1. En sevdiğiniz kelime? - Şehzade 2. Nefret ettiğiniz kelime? - Yalan 3. Ne sizi heyecanlandırır? - Yeni projeler 4. Heyecanınızı ne öldürür? - Hayal kırıklığı 5. En sevdiğiniz ses nedir? - Kedimin çıkardığı garip sesler
14. En çok kullandığınız küfür? -x 15. Şu anki ruh haliniz nasıl? - Huzurlu 16. En son okuduğunuz kitap hangisi? - “Hanfendi Bi’ Bakar Mısınız?” 17. En çok beğendiğiniz şiir? - Mevlana - Etme 18. Sizi en çok etkileyen yazar kimdir? - Oğuz Atay 19. Neden yazıyorsunuz? - Anlatamadıklarımı yazmayı tercih ettim. 20. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? - Olmayınca olmuyor. 21. Mutluluk rüyanız nedir? - Evli, mutlu, çocuklu 22. Sizce mutsuzluğun tanımı? - Yaşadığın her andan kendine pay çıkarabilirsen mutlu olmak zor değildir. 23. Nasıl ölmek isterdiniz? - Uykuda 24. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz? -x 25. Son olarak, “hayat” kelimesiyle başlayan bir cümleyi nasıl tamamlarsınız? - Hayat, nefes aldığın her an yeniliğe açık bir kapıdır.
Yasin Gel
Acı Bu, İnsan İcadı Yalnız kendini kandıranların oturduğu bir masa olacak yeryüzü. Mutluluk kanmakta mı yoksa? Gözleri kapatmak ve sorgusuz sualsiz devam edebilmek mutluluktan mı? Acıyı kulakta asılı bırakıp yüreğine değdirmemek insan olmaktan mı?
Biz, bir deli cesaretle çıkmışız bu yola. İçimizi bırakıp bedenimizle katılmışız kervana. Bir sancıyı almışız yanımıza, yürüyoruz. Bir bir ölüyoruz; gülüyoruz gerçek, gülüyoruz yalan. Yaşıyoruz gerçek, gidiyoruz yalan. Kol kolayız, epeyce yakınız. Aramızda uçurumlar varken nasıl hepimiz insanız? Yüzümüzde belli belirsiz ifadeler, Bir bakıyoruz; insanız, bir bakıyoruz; hissiz akıyor kanımız. Yeri meçhul yüreğimizin. Bir tutturmuşuz mutlu olma türküsü. Çalışırken unutmuşuz gülmeyi. Çalışırken unutmuşuz görmeyi. Çalışırken unutmuşuz sevmeyi. Kalp ağrır, kalp biriktirir ağrıları, bilmez acısının yerini insan. İnsan savaşır, insan güler, insan ağlar, insan barış ne bilir de kinini temizleyemez yüreğinden. Kire, pasa mahkum olur da baş kaldıramaz eskiyen kurallarına. Öylece yaşıyoruz, nefese sarılıp. Ayağımıza taş takılmasa boynumuzu hareket ettirmeyeceğiz; bir ses bir seda için, bilmek için, öğrenmek için... Bir vakit yanmasa canımız, dünya iyi insanlarla dolu sanacağız.
Acı bu… İnsan icadı. Kimi vakit bir tutku ki yaşamadan durulamayan. Kimi vakit yaşamı devam edilemez kılan. Ama acı çekmek, insan olmaktan, insanlıktan… Kalabalıkta acı dahi yaşanmıyor, sevda talihliye kısmet. Şimdi gitmek ve rahatça üzülmek sevdasındayım. Görebilmek acılarımı… Onlar, en güzel yanı insanlığımın. Yıllar gider de heybesini toplayıp, acı kalır miras savaştan. Hep bir savaşta insanoğlu; kalpte savaş, meydanda savaş, kalabalıkta savaş, yalnızlıkta savaş… En çetini insanın insanla savaşı; bir galibi olmayan… İnsan gelir, insan gider. Hayatımıza salıp anıların esintisini, gezer bir diyardan diğerini gölgesi. İnsana ne gelirse gönülden yana, bir insandan kurulur bağı. İnsan gider, bağı kalır. Göz arar alıştığını. Gözler kolay aldanır, elindekine razı olur. Bir sevda sofrasında bir umut kırıntısına dayanır insan. Eller kolay inanır, bir kez değse bir dala tutunur sıkıca, düşmeyeni düşler oracıkta. Elinde birikince kalacak sanır yağmuru, kurumaz göller, yıkılmaz duvarlar.
Ne bilir ne bilmez insan, öğrenir cahil kitaptan. Kalp bilmez alfabe, Kalp öğretilmez bilmeyene. Bir gönül sıkışmasındayım. Kapının aralığında kalmışım, kesiliyor nefesim. Sorular dolanıyor yüreğimin etrafında, İğnelerini batıra batıra. Kanata kanata içimi. Bağıra bağıra! Aklıma saçılmış onca fikir. Ben hangisini basayım bağrıma? Kaldım herkesin kucaklaştığı meydanda eşsiz. Korkuyorum yine. Büyümekten korkuyorum. Nasıl bilmemişim bunca vakit içimdeki öfkeli yolcuyu? Ortalıkta sevgisizlik, ortalıkta öfke kol geziyor. Daha fazla büyürsem, daha fazla acı görmez miyim?
Nazlı Deveci
Kütüphaneler Haftası
Ayaklarımızı keyifle uzattığımız, yanımıza içecek sıcacık bir şeyler aldığımız, dış etkenlerden soyutlandığımız ve çoğu zaman psikolojik olarak kendimizi en sakin hissettiğimiz zamanların başındadır kitap okumak. Okurken öğrenir, kelime hazinemize güç katar ve okuduğumuz satırları anlamlandırıp, zihnimizde kendimizce değerlendirme fırsatı yaratırız. Bizler, doğduğumuz andan itibaren herhangi bir bilgiye sahip olmadan gözlerimizi dünyaya açarız. Sonraki süreçte hayatımız boyunca pek çok farklı bilgi edinmeye çalışırız. Bunu yaparken kendimiz için fırsat yaratıp, okuduğumuz her an, birçok bilgiye ulaşma şansı yakalarız. Böylelikle, öğrenilen her bilgi sonucunda başka bir dünyanın kapılarını kendimiz için aralamış oluruz. Bireysel anlamda okumanın ve bilgi edinmenin önemi, toplumsal açıdan da büyük önem taşır. Çünkü okuma alışkanlığı gelişmiş bireyler, toplumsal açıdan düşünebilen, sorgulayan ve “hayatın içinde ben de varım” diyen kişilerin bir araya gelmesiyle birlikte,
bilinçli bir toplumu meydana getirir. Bunun sonucunda bilinçli toplumda insanlar; mutlu, huzurlu ve daha üretken ortamda yaşama imkânı bulur. Ülkeler bazında düşünüldüğünde de küçük yaşlardan itibaren verilen eğitim ve okuma alışkanlığının bireylere kazandırılması, ülkelerin kültürel anlamda gelişimi açısından oldukça önemlidir. Özellikle her konuda kaynağın çokça olduğu ve ulaşımın kolay sağlandığı kütüphanelerin kurulması, bireylerin istedikleri her konuda bilgi edinmesi açısından büyük imkân yaratır. Kütüphane kültürünü geliştirmek, kişiler açısından kitap okumanın önemine dikkat çekmek, kişileri bu konuda bilinçlendirmek amacıyla, ülkemizde 1964 yılından beri her yıl mart ayının son pazartesi günü başlayan hafta “Kütüphaneler Haftası” olarak kutlanır. Bu yıl 51.yılı, 30 Mart-3 Nisan 2015 tarihleri arasında kutlanacaktır. Bu hafta boyunca okullarda, üniversitelerde ve daha birçok kurum ve kuruluşta gerçekleştirilen
çeşitli etkinliklerde okumanın önemi üzerinde durularak farkındalık yaratmak amaçlanır. Bireyler, ne kadar çok okurlarsa fikirsel anlamda o kadar özgürleşeceklerinden, kitap okuma kültürü her yaştan insana aşılanmaya çalışılmalıdır. Bu kapsamda kaynaklar itibariyle zengin olan kütüphaneler, bizler açısından büyük bir kazanımdır. Doğru ve güvenilir kaynağa ulaşmak için kitaplar ve kütüphaneler hepimiz için en kapsamlı bilgi merkezleridir. Okumanın ve kitapların hayatımızdaki önemi, çeşitli fikir adamları tarafından aşağıdaki şekillerde dile getirilmiştir; Franz Kafka: “Kitap içimizdeki donmuş denize karşı bir balta görevi görmeli” derken okunacak her kitabın, insanların fikirleri açısından oluşan sığlığı, tekdüzeliği yok etmesi, bakış açımızı değiştirmesi veya önyargılarımızı kırması üzerinde ne derece büyük bir etkisi olacağına, Woody Allen: “Kimileri bilgi nehrinden kana kana içer, kimileri ise yalnızca ağzını çalkalar” söylemiyle; bilgi kaynaklarının
sonsuz olduğu dünyada, insanların bu kaynaklardan fazlasıyla yararlanması gerektiğine, Montaigne: “Ben kitaplarımı yaratmadan önce, kitaplarım beni yarattılar” sözüyle, kitap yazabilecek kadar derin bir birikime sahip olmanın ancak çok fazla sayıda okuma sonucunda ortaya çıkabilecek bir anlatım gücü olduğuna vurgu yapmışlardır. Ülkemiz açısından baktığımızda maalesef bu durum çok da iç açıcı noktada değil. Çünkü 2014 yılında TUİK tarafından açıklanan istatistiklerde, Türkiye’de bir gün içinde kitap okumaya ayrılan süre sadece bir dakika, yıllık olarak ise toplamda altı saat. Yine 2014 verilerinde Türkiye’de toplam kitap sayısının nüfusa oranı, kişi başına 7,3 kitap. Ayrıca başka bir firmanın 2014 yılında yaptığı araştırmalarda Türkiye’de kitap okuyanların nüfusa oranı sadece %0,01. Ülkemizde bulunan kütüphanelerin sayısına gelince, bu rakam 1400’ler civarında fakat gelişmiş ülkelerde bu sayı 10.000’in üzerinde. Bu da kütüphane sayısı ne kadar az ise kütüphanelerden faydalanabilecek insan sayısı da bir o kadar az olacak demektir. Bireysel ve toplum olarak, kitap okumaya günlük hayatımızda daha çok zaman ayırmalıyız. Kitap okuma oranlarının yükselmesi ancak düzenli ve bilinçli olarak okumanın, yaşamın bir parçası haline getirilmesi ile mümkün olacaktır. Ayrıca ülke genelinde var olan kütüphanelere yenilerinin eklenmesi, kütüphane başına düşen insan sayısını azaltacağından kişisel anlamda alınan verimi de arttıracaktır. Bizler edebiyatseverler olarak, kitapların sonsuz dünyası içinde kaybolmanın, insan hayatına en önemli değeri katacağına inanıyor, hangi yaştan olursa olsun herkesin, bu dünyanın içinde var olmasını istiyoruz. Okurken daha çok aydınlandığını hissetmek, bulutların üzerinde olmaya eş değer olsa gerek.
Serap Ödül
Bayandan İkinci El Yazı Eskimez asırlarca. Güvenin bir kadına. Gözyaşlarınızı gösterin onlara, silmesine izin verin. İlla şiddet diyorsanız şiddetli sevin, bağıracaksanız bir şiirin dizeleri olsun mesela. Yaradanın korusun kollasın diye kaburganın kemiğinden yarattığı kadını, emanet bil mutlaka! Kadın olmak zor vesselam... Kadınsan, magazin dergilerinin en çok okunan bölümlerinde masaya yatırılmışsındır. “Kadınları Mutlu Etmenin Yolları” başlığı altında rezilce istekler sıralanmıştır adına, fütursuzca. “Kadının Kimyası” diye basarlar kaşe kağıda. Sokaklarda ideal kadın tipi yorumlanır arsızca. Moda dergilerinde ise hep maskara... Kadınsan hep eksik, hep uzak…Kadınsan bu ülkede, şehit tabutuna sarılıp ağlaman hak. Kadınsan bu ülkede en kirli siyaset içinde, erkek çocuğu doğurmak mecburiyetinde.
Yıllardır süregelen bir tartışmanın hem başrolü hem de figüranını oynuyor kadınlar. Hem her şeye vâkıf hem her şeyden uzak. Hem erkekten üstün hem erkeğe muhtaç. Hem iffet hem şehvet. Bakmasını bilmeyene şeytan; sevmesini bilmeyene tuzak, Dokunmasını bilmeyene nefes oluyor bir kadın. Kadın, şâirlerin kaleminde bir dişi kaplan, Kızılırmak. Cahillerin dilinde namus güden bir çoban. Kadın olmak zor vesselam...
Şiddet görmeli ama ölene kadar duyurmamalısın kimseye. En çok mor rengi sevmelisin. Kadınsan bu ülkede uzun olmalı tırnakların. Bu ülkede, kadınlar sadece araba alıp satarken kıymette. Gerçi kötü şoförüz ya neyse...
Kadın, aynadır seven adama. Kadın, annedir sevdiği adama. Şiir olur tepeden tırnağa... Kadın, annedir tüm canlılara. Kadın, çocuktur biraz da. Deliliği savurur arada. Fırtına gibi eser limanlarda. Buram buram tarih kokar bir kadının saçları. İlk Çağ’dan, Yakın Çağ’a... Orta Asya’dır bir kadının gözleri, anlamak umuduyla bakana. Yıldızlar kayar derinlerde. Bir kadın severse sık dolar gözleri. Ve her kadın mutlaka vurulmuştur bir kere. Savaş yaraları vardır dizlerinde. Belaya çalar yarım kalmış sözleri. Her kadın ağlamıştır mutlaka. Sabahı sabah etmiştir yürek yangınlarıyla. Çiçekler verin kadınlara. Türküler armağan edin onlara. Hayaller kurun çocukça. Avuçlarından öpün. .Hatta parmak uçlarından. Eskimeyen sözcükler fısıldayın kulaklarına: “Seni seviyorum” mesela...
Ülkü Mehtap Zoroğlu
Dünya Tiyatrolar Günü (27 Mart)
Tiyatro; duyguların, düşüncelerin, olayların insanlara oyun yolu ile yansıtıldığı sahne sanatıdır. İnsana insanı anlatan; anlatırken eğlendiren ve aynı zamanda düşündüren bu görsel sanat 1961 yılında Uluslararası Tiyatrolar Birliği tarafından oluşturulmuştur. Fikir öncüsü ise ITI başkanı Arvi Kivimaa’dır. Kabul edilişinden sonra her yıl 27 Mart’ta Dünya Tiyatrolar Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Uluslararası Tiyatrolar Birliği ise UNESCO tarafından kurulmuştur ve tiyatronun gelişip ilerlemesi, toplumsal bilincin uyandırılması, insanlar arasındaki dayanışmanın sağlanması, sahne sanatları arasında bilgi alışverişinin artırılması gibi birçok hedefleri vardır. Dünya Tiyatrolar Günü’nün en önemli etkinliği ise ünlü bir tiyatro yazarı, yönetmeni ya da oyuncusu tarafından bir bildirgenin yazılmasıdır. İlk bildirge 1962’de Jean Cocteau tarafından hazırlanmıştır. Bu bildirgeler farklı dillere çevirilip gazetelerde, televizyonlarda yayınlanmakta ve oyunlardan önce okunmaktadır. Her yıl 27 Mart’ta birçok oyun ücretsiz sahnelenerek tiyatronun önemini topluma aşılamak, kültür seviyesini yükseltmek ve daha çok izleyiciye ulaşmak amaçlanır. Tiyatronun tarihine kısaca değinecek olursak temelleri Antik Yunan’a dayanır. Yunancada kelime anlamı “görme yeri”dir. Dilimize ise İtalyanca olan “teatro” sözcüğünden geçmiştir. İlk tiyatronun M.Ö 534 yılında Atina’da yapıldığı bilinmektedir. Bu dönemde dinsel konular önemlidir. Orta dönemde ise William Shakespeare ön plana çıkar. Bu dönemde din işlevini yitirmiş, yerini eğlendirici öğelere bırakmıştır. Türk kültüründe ise tiyatronun temelleri orta, gölge ve köy seyirlik oyunlarına dayanmaktadır. Batı tiyatrosunun ise Türk edebiyatına geçişi Tanzimat ile gerçekleşmiştir. Şinasi (Şair Evlenmesi) , Namık Kemal (Vatan Yahut Silistre) , Ahmet Mithat Efendi (Eyvah) , Recaizade Mahmut Ekrem (Afife Anjelik) , Abdülhak Hamit Tarhan (Sardanapal) , Teodor Kasap (Pinti Hamit) ve Ahmet Vefik Paşa (Zor Nikah) gibi büyük sanatçılar Tanzimat döneminde tiyatronun gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır. Geçmişten günümüze sahne, müzik, dekor, konu olarak birçok alanda tiyatro değişimini ve gelişimini göstermiştir. Değişen ne olursa olsun oyuncusuz ve izleyicisiz düşünülemeyen tiyatro birçok insanı bir araya getirerek aynı konu hakkında düşünmeyi, olaylara farklı açılardan bakabilmeyi, birlik ve beraberliği, kültürün gelişmesini, bireyin kendisini toplumla özdeşleştirmesini, sosyalleşmesini, çocukların gelişimini sağlamaktadır. Tiyatro canlı ve eğitici bir sanat dalıdır. Toplumsal sorunlara değinerek izleyicilere gerekli mesajları verir. Bu sayede bireyler hem kendi davranışlarını yeniden düşünüp yargılarken hem de içinde bulunduğu toplumun sorunlarına çözüm yolu bulur. Görüldüğü gibi bireyden topluma, toplumdan kültüre bir köprü görevi gören tiyatroya gereken önemin verilmesi için sadece zaman ayırmamız yeterli. Yazıma son verirken alkışları fazlasıyla hak eden tüm san-
Seda Kamburgil
Ah Kerime
Allı morlu çiçekler mi daha güzel duruyor pencerende, Yoksa şu allı morlu Kerime mi? Kerime dedim ya hadi, depremler olsun. Hadi, bütün erkekliğini sergile yüreğinde! İç geçirmelerin mi deviriyor şu dağları Yoksa akıttığın gözyaşları mı ? Kerime de ne Kerime’ymiş böyle! Ama Allah’ı var güzel kadındı. Salladı mıydı kömür karası saçları, Hangi erkek karşı koyabilirdi gözlerine? Sahi, seni mi daha çok sevdi Yoksa gişe memuru Fehmi’yi mi? Ama eline verseler tüfeği, Sıkmaz mıydın kafasına Fehmi’nin?
Kerime de n’olurdu az daha uzun giyse, O çiçekli böcekli entarisini. Ya da açsaydı yine bacaklarını da N’olurdu gözleriyle istemeseydi seni. Vallahi az fettan değildi bu Kerime. Senin gibi namuslu adamı bile Çıkardığına göre yoldan; Hak etti bu sefil hayatı. Keşke kaçmasaydı da o huysuz herife! Saçlarına güller takan, Dudaklarına ballar döken, Ellerine iman eden , Gariban senle evlenseydi. Ama kısmette yokmuş demek ki Süt gerdanından öpmek Kerime’nin. Sen de hak ettin Kerime’yi öpmek yerine, Sokak sokak gezerek süt satmayı Kerime’ye yakın güzellere.
Merve Aslan
Geç Kalandan Geç Kalmışa
Adımlarım, gittikçe hızlanıyor. Belki bir köşe başında sana rastlarım umuduyla. Önce hızlı hızlı yürümeye, sonra koşmaya başlıyorum ama yok, yoksun. Ne o köşebaşında ne de bu sokakta... Umutsuzca oturuyorum bir kaldırımın kenarına. “Geç kalmışım” diyorum. Geç kalmışım ben sana.Yelkovanın bile bir umudu var hâlâ: ”Nasılsa” diyor; “Nasılsa yakalayacağım akrebi, her saat başı yetişeceğim ona.” Bense, bir kere kaçırdım seni. Ne kadar hızlı koşsam da yakalayamıyorum. Koştukça dökülüyor bir bir cebimden hayallerim…
Hilal Buse Yumuşak
Firuze
Günlerden sonra ortaya çıkan kış güneşinin yüzüme vurmasıyla, hâlâ ağırlığını üzerinden atamayan göz bebeklerim yavaş yavaş aralanmaya başlamış, dışarıdaki o güzelliği görmek için içime bir heyecan düşmüştü bile. Annemin pencere önündeki pembeli morlu menekşelerini kırmamaya dikkat ederek dışarıya baktığımda, yerlere saçılmış milyonlarca inci tanesini görür gibi olmuştum. Günlerden sonra ortaya çıkan güneş birden içimi ısıtmıştı. Hemen kendimi dışarıya attığımda annemin sofrayı kurduğunu ve sobanın kuzinesinde pişirdiği patatesleri soymaya başladığını gördüm. O patateslerin kokusunu alan herkes kendini bir anda sofranın başında buluverir, her zamanki olağan kış sabahımız başlardı. İşte yine o sabahlardan birini yaşıyorduk ki dışarıdan muhtar Ali’nin sesini işittik. Babam hemen kalkıp bakmış, bir süre sonra da elinde bir kâğıtla geri dönmüştü. Geldiğinde yıpranmış elleriyle saçımı okşayıp bana gülümsedi; ”Bu Firuze’yi ilgilendiriyor. Beklediğimiz mektep haberi geldi, bir hafta içerisinde kayıt yaptırın diyorlar.” Sevinçle anneme baktığında bana gülümsediğini gördüm. “Aferin kızım, yüzümüzü kara çıkartmadın.” diyerek beni öptü. Daha ben okula gitmeden birden köylü kadınların dedikodusu olmuştum.
”Kız çocuğu bu,öyle evden uzaklara gönderilir miymiş hiç?” ”Nazife’nin kızı da böyle dediydi, sonra iki çocuğuyla baba evine geri döndü.” “Ne öyle dediniz hanımlar! Firuze akıllı kızdır, okulunu hakkıyla bitirecek inşallah.” Arada böyle iyimser düşünüp beni destekleyenler de vardı tabii. Her şey bir hafta içinde hallolmuş, bahçesinde büyük çam ağaçları olan bir okulum oluvermişti. Arada sırada eve de gidip geliyor, annemin bana yaptığı çilek reçellerinden getiriyordum. Aradan altı yıl geçtikten sonra bu sefer merkezde bir yüksekokul kazanmıştım. İşte buradan sonrası hayatımın yeni ritmini belirlemişti. Adının sonradan Halit olduğunu öğrendiğim o genç ile okul kütüphanesinde aynı kitaba el uzatmıştık. Daha sonraları onu okulun kapısında, o yılların meşhur otomobili Anadoldan inince görmüş, onunla münasebetimizin başladığı zamanda da hayatı hakkında az da olsa bir şeyler öğrenmiştim. Halit, babasının memuriyeti dolayısıyla zorakî olarak Anadolu’ya getirilmiş bir gençti. Dönemin hippi gençlerinden olan Halit, yaşamda kendine sınır koymayan, özgür olmayı seven biriydi. Başta ona temkinli yaklaşsam da sonraları ben de onun hareketli hayatına alışmaya başlamıştım. Büyük aşkımızın temelleri de o dönemde atılmıştı.
Bir gün bahçede oturmuş kitaplara dalmışken “Evlenelim mi?” diye bir cümle kurdu. Öylece kalakalmış, aklım birden Alemdar’a, anneme ve babama kaymıştı. Bu kısacık anda kurulan bu cümlecik ile yaşamım ve hayallerim gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Her şey bir anda gerçekleşmiş, birdenbire evli bir kadın oluvermiştim. Onun ailesi ne beni ona yakıştırdılar ne de benim ailem benim yaptığım yanlışı bana… Olaylardan birkaç ay sonra kendimizi İstanbul’da bulmuştuk. Önceleri Karaköy’ün küçük otellerinden birinde kalmış, sonra Halit’in bir arkadaşının yardımıyla Kadıköy’de Fikirtepe diye adlandırılan gecekondu mahallesinden derme çatma bir ev bulup oraya yerleştik. Bakırköy Huzur Evi/ 14;39 “Aslıı! Hadi çocuğum, ziyaretimiz sona erdi. Onlara daha fazla rahatsızlık vermeyelim.” “Ama daha Firuze Hanım’ın anlatacakları vardı. Öyle değil mi?” Diyerek ona döndüm. Bana sadece gülümsemekle yetindi. Bakıcı kadın gelip onu tekerlekli sandalyesinde odasına götürürken, ben de öğretmenimin ısrarıyla dışarıya çıkıyordum. Aradan aylar geçtikten sonra ilgili yerlerden gerekli izinleri alıp tekrar Firuze Hanım’ı ziyarete Bakırköy Huzur Evine gitmiştim. İçeriye girer girmez kapıdaki görevliler beni alıp müdürün odasına götürdüler. Bir terslik olduğunu anlamıştım ancak o zamanki aklımla neler olduğunu bir türlü kestiremedim. Bana, Firuze Hanım’ın 2 ay kadar öce kalp krizinden vefat ettiğini, ölümünden bir süre önce de bana vermeleri için onlara bir kutu bıraktığını söylediler. Öylece kalakalmıştım. Onlar hâlâ bana bir şeyler anlatmaya çalışırken benim gözümün önüne Firuze Hanım’ın son gülümsemesi geliyordu. Bir vakit sonra elimdeki kutuyla bahçeye çıktım. İçinden bir zarf , birkaç eski fotoğraf ve bir kitap çıktı. Zarfı alıp içinden çıkan yarım sayfalık kâğıdını okumaya başladım. Sevgili Aslı... “Hâlbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı.” İşte mektubuma çok sevdiğim bu kitap cümlesi ile başlıyorum. Alelade bir insan olarak sürdürdüğüm yaşamımı senden başka kimse merak edip bana sormadı. Zaten kimselere de anlatamadım. Sana bıraktığım kitapta altını çizdiğim ve defalarca kez okuduğum bu cümle benim hayatımın özeti aslında.
Benim büyük sandığım aşk hikâyemiz, bir gün başka bir kadının kollarında son bulmuştu. Bu güne kadar hiç görmediğim köyümün ve ailemin özlemiyle benim de hayatım son bulmadan kurtardığım son anılarımı da sana anlatmak istedim. Halit’ten kalan son anılar o zamanın meşhur filmi bu Turist Ömer biletinde, ailemden kalanlar da sana adresini bıraktığım gecekonduda. Kürk Mantolu Madonna’nın çok eski bir basımı alan bu kitapta benim son anım. Sonsuza kadar mutlu olmanı dilerim. Sevgiler… Firuze Bu olaydan birkaç gün sonra adresi bulup o gecekondu mahallesine gittim. Yeni yapıların gölgesinde kalan eski, yıkık dökük o ev bana aradığımın işaretini çoktan vermişti. İki odalı bu evde bir sürü eşya, tablo, fotoğraf bulmayı beklerken, etrafa saçılmış bir sürü çilek reçeli kavanozundan ve duvardaki bir aile fotoğrafından başka bir şey yoktu. Onu duvardan almaya çalışırken yıpranmış çerçeve birden elimde tuzla buz oldu. Dört küçük çocuk ve anne- babadan oluşan bu aile fotoğrafı, bu evi süsleyen tek eşyaydı. Arkasını çevirip baktım. Firuze Hanım’ın el yazısıyla tek bir cümle karalanmıştı fotoğrafa. “Sizinle cennette buluşmak üzere…” Firuze Hanım’ın mektubundan tek bir cümle kalmıştı aklımda: “Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi.” *Kürk Mantolu Madonna/ Sabahattin Ali
Meltem Gökce
Akrep ve Yelkovan
Küçükken yelkovanın akrebe ulaşmaya çalıştığını, Akrebinse ondan kaçtığını zannederdim. Nihayetinde, gece yarısı ikisini bir görmek mutlu ederdi beni. Gece yarısından önce yelkovan aşıktı. Sonrasında aşk koltuğunu sevgiye bırakmıştı. Ve bir pencere aralandı gözlerime; Rüzgâr zihnime dokundukça anlam kazanıyordu kelimeler. İşte o zaman anladım, ona kavuşamayacaktım. O günden beri yelkovan misali Bekledim gece yarısının gelmesini. Fakat saatim on ikiyi hiç göstermedi. Belki yelkovan aşkı seçmişti Belki de platonik bir mağazadan alınmıştı Duvarımın saati. Fakat bu gece son bir umut yine bekledim Güneşin tahtını aya devretmesini. Yıldızlar bir soğuk, Ay da güneşsizliğinden üşüyordu sanki. Gece yarısı yine gelmedi. Gündüzlere renk katan rakamlar Üzgündü bir hayli. Ve çıkardım pilini kalbimin: “Yelkovan, akrebe ulaşamıyorsa gece yarısının ne önemi var ki!” dedim. Saati aldım, eski bir rafa kaldırdım. Bir gün gelecek yelkovan akrepten hiç uzak kalmayacaktı. O saat hep aynı yerde kaldı. Ne tozunu silen oldu Ne de raftan kaldıran...
Mustafa Akdaş
Göçebe Geçiyoruz
Uzak geçiyoruz göçebeliğinden, koyunların ardındaki çocuğun. Yanan ateşin solunda, çadırın içindeki ağlayan bebeği duymadan... Yol çizgileri hızla akarken, ağır geçiyoruz elinde baston sarıklı dedeyi... Bıyıklarıyla, yılların ağırlığı ağzına doluşan adamın tütün sarışına hayretler etmeden... Geçiyoruz hızlıca, bir yerlere yetişme telaşı içinde... Çadırdan, gözlerinde çocuklarının doyması mutluluğunu taşıyan annenin Başını uzatıp, bize bir tebessüm etmeden baktığını, görmeden geçiyoruz. Toprakta yetişmiş kadar güzel olan saçlarını görmeden, Yüzü yanmasın diye örtünmüş olan, bahar gibi gülüş vermeye başlamış genç kızı... Geçiyoruz, bize doğru koşan sadık köpeklere küçük bir göz atarak... Aklımızda beton bahçelerde yetişen resimli kağıtlar, Aklımızda yeni çıkan akıllı icatlar, Aklımızda başkalarına güzel görünmelerimiz Aklımızda, beton şehirlere yetişip derin bir karbonmonoksit çekmek...
Misafir Seyyar Bilal Korkmaz
Piyon Öldüren Atlar
“Sana ihtiyacım yok ki benim, insan yalnız da mutsuz olabilir çünkü” demişti Sabahattin Ali. Rakımı yudumladım, Bir fatiha okudum. Boynundan öptüm bendeki tek fotoğrafının. Rakı kokuyordum aldırış etmedin. Bir duble daha doldurdum, Bir piyonu öldürdüm, Bir siyasi parti bayrağı yaktım, Rakımı yudumladım. Vietnam’da sokağın birinde klarnet çalan bir kadına baktım, O bakmadı, Kırmızı elbisesi, koyu kırmızı olmuştu. Elini kaldırdı, Param yoktu, Rakı doldurdum, Elimi uzattım tuttu. Ahmed Arif ‘i gördüm karşımda, şerefine dedim, Bir piyon daha öldürdüm. Yağmur damladı masanın he Sana ihtiyacım yok ki benim, insan yalnız da mutsuz olabilir çünkü” demişti Sabahattin Ali. Rakımı yudumladım, Bir fatiha okudum. Boynundan öptüm bendeki tek fotoğrafının. Rakı kokuyordum aldırış etmedin.
Bir duble daha doldurdum, Bir piyonu öldürdüm, Bir siyasi parti bayrağı yaktım, Rakımı yudumladım. Vietnam’da sokağın birinde klarnet çalan bir kadına baktım, O bakmadı, Kırmızı elbisesi, koyu kırmızı olmuştu. Elini kaldırdı, Param yoktu, Rakı doldurdum, Elimi uzattım tuttu. Ahmed Arif ‘i gördüm karşımda, şerefine dedim, Bir piyon daha öldürdüm. Yağmur damladı masanın hemen yanındaki cama, Saçlarını kokladım, Bendeki, tek fotoğrafındaki saçın... Seksen üç yaşındaki bir kadın sigara yaktı, Rakı doldurdum. Yağmur hızlandı, Göğe baktım Turgut’u gördüm, Sigarasını yaktım. Bir piyon ve bir vezir öldürdüm. Dudağının hemen üstündeki -ben-i öptüm aynı fotoğrafta. Bir piyon ve bir şahı öldürdüm. Oyun bitti, Rakım bitti,
Uğurcan Dural
Bilinçli Ebeveyn Olmak Biz kendi ülkemizdeki bireylerin topluma yansımış hallerine baktığımızda maalesef bu konuda çok da başarılı olduğumuzu söyleyemeyiz. Çünkü bizim ülkemizde çocuklar daha çok küçük yaşlarda travmalar yaşıyor ve pek çok konuda yaşanan olumsuzluklar çocukların hayatında kocaman bir kara delik oluşturuyor adeta. Bu da beraberinde toplum içinde mutsuz bireyler yığınını çıkarıyor ortaya. Bu bireyler, kendi içlerinde aşamadıkları kişisel sıkıntılarla birlikte yeni aileler kuruyor ve onların yetiştirdikleri çocuklar da bu halkaya eklenip kısır döngüden nasibini alıyor. Bizler, kendi hayatımızda veya etrafımızda yaşanagelen olaylara baktığımızda bazı kavramları sorgulamaya başlar olduğumuzu gördük. Bu kavramlardan en önemlileri “anne ve baba” sözcükleri oldu. Etrafta görülen olumsuz örnekler ya da yuvalarımızda yaşadıklarımız, karşılaştırmalar yapabilmemize olanak sağladı. Bu durumda anne ve baba kavramlarının biyolojik manasından ziyade esas değerin, manevi boyutta düşünülmesi gerektiği çıktı ortaya. İnsanların çok kızdıkları, kırıldıkları ya da çevrelerinden gördükleri olumsuz olaylardan etkilendikleri zamanlarda ağızlardan şöyle cümleler dökülmeye başladı: “her bireyden anne ve baba olmaz”. İnsanların zaman zaman neden böyle düşündüğünü dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışalım şimdi. İçi dolu manada anne ve baba olabilmek, sorumlulukların en büyüğü ve verilmesi gereken kararın en zoru olsa gerek. Bizler geleceğin anne ve baba adayları olarak hiçbir zaman bir çocuğumuz olsun “nasıl olsa bir şekilde büyür“ gibi eskiden kalma ve hiçbir tutar yanı olmayan düşüncelere sahip olamayız. Çünkü dünyaya çocuk getirmek, onu büyütmek, en güzel şekilde yetiştirmek, toplum içinde kendini her anlamda ifade edecek şekilde donanıma sahip olmasını sağlamak bizim toplumumuzda düşünüldüğü gibi kolay (!) sorumluluklar olmasa gerek. Çünkü her çocuk hayata atıldığında, kendi kararları doğrultusunda hayatını yaşamaya başladığında, hayatı anne ve babasının aynası şeklini alır ve çocuklar ebeveynlerinin toplumdaki birer yansıması haline gelir.
Türkiye genelinde yapılan araştırmalara baktığımızda, insanların mutlu olma oranlarının çok alt seviyelerde olduğunu görüyoruz. Bunların altında yatan başlıca sebepler aslında; aileler, yaşanan çocukluk ve ebeveynlerin eğitim durumları. Her anlamda, çocuk sahibi olmaya hazır olduğunu hissetmeyen ebeveynlerin, dünyaya getirmiş olduğu çocuklar belki iyi bir aile ortamında yetişemedikleri, iyi bir eğitim alamadıkları, yeterli derecede sevgi ve şefkat göremedikleri, belki de ekonomik olarak çok zor şartlarda büyüdükleri için bu kadar mutsuz ve umutsuz bir hayatın içinde buluyorlar kendilerini. Mutlu, özgüvenli, ne istediğini bilen, sorgulayan ve hayat amacı olan bireyler; anne ve babaların hata yapma lükslerinin olmadığını kabul ettikleri bir toplumda yetişecek ancak. Çünkü ne istediğini bilen, kendinden emin adımlar atan bireyler, çocuklarını büyütürken ve eğitirken “mutlu bir birey” yetiştirmek konusunda son derece bilinçli olacaklar. Bilinçli anne-baba bilinçli birey, bilinçli birey de bilinçli bir toplum demek. Huzur ve mutluluk ebeveynlerin eğitimine, eğitim de toplumda kaliteli bireylerin oluşmasına zemin hazırlayan en büyük etken olacak. Bu düzen içinde, ülkemizde yaşanan kötü olayların son bulması amacıyla, bütün bireyler olarak daha çok sevgiye ve daha çok duyarlı olmaya ihtiyacımız var. Yaşanılası güzel günlerin çok yakında gelecek olması dileğiyle.
Serap Ödül
Yanaklarını Nemlendirmekten Çekinmediğim Kadına
Üstü toz kaplı, Eski kokulu kitap gibi güzel kadın. Lakin ölmeden önce üzerine toprak attıracak kadar aşık. İvan Milinski’ye Galata’da çiçekçi dükkanı. Uzaklardaki abladan bir mektup, Aşık olamayan kızların yüreğine Kız Kulesi gibi grev çivileri.. Bilek gişelerinde Tek şeride düşmüş aşk gibi. Tadına bakılmış dudaklarından çıkan “seni seviyorum” gibi. Ölüm korkusu kaplamışken içini. Maçka’da gördüm Üçüncü şahsın şiirini. Görmelisin bir de oğlan çöp gibi. Bir felaket olsa liman ağlar, Ağaçtaki gemiler kuş gibi uçardı. Atilla İlhan ve Ece Ayhan anısına.
A. Kadir Aydemir
Kuyudan
Önemseyemiyorum Sevim. Olmuyor bir türlü. Seninse ne kadar şairane bir ismin var. İnsanlara kendimi anlatmaya çalıştım Sevim -Kusura bakma, sık tekrarlayacağım adınıİrdelemekten yorulduğumu söyledim onlara. Bu bir fincan dedim, İçindeki de kahve. Anlatmak istediklerim bu kadardı. Normaldim Sevim. Öyle normaldim ki Kahveye kahve kelimesi dışında Başka bir adla hitap edemezdim. Edebi değildim Sevim, Öyle olmaya çalıştım. Göze aldım mı, aldım. Bu G harfini böyle ihtişamlı yapmayı Göze aldım mesela. Tüm bozuklukları es geçtim sonra, Boşlukları gizlemeliydim. Zira kuyular bunun için vardı. Fakat yanlış anlama Ben eğilmedim kuyulara, Çekmedim o hain suyu yüzeye. Aksine ben hep onu içime akıttım Sevim. Hâlâ oturduğumda bir ağacın gölgesine Peşi sıra yanıma gelen kedilerden korkabiliyorum Sevim. Korkuyorum kavga edecekler diye. Bir kedi bir kediye düşman olur mu Sevim?
Bunu da gördüm ben. Hayır, çok şey gördüğümden değil. Çünkü ben her bu edebi olmayan Ağaçların köşesine oturduğumda Aynı kişiyi düşünmekten yoruldum Sevim. Altı ay boyunca İşgaline izin vermediğin kalede Oturduğunda düşman işgalini yendikten sonra, Ağlamaktı beni yoran. İnsanların karşısında Samimiyetsizce ağlamaktan yoruldum Sevim. Onlar samimi buluyorlardı oysa. Oysa samimiyet her şeydi Sevim, Ben öyle düşünüyordum. Son verirken bu kuyudan -Yine o kuyudan bağıran sözlere Son bir şey diyeceğim. N’olur yıkılmama izin verme. Düşmeme izin verme. N’olur. Düşüyorum.
İrem Gülser
Batı Sinemasının Unutulmaz Filmleri 1-) Taksi Şoförü (1976): Yön. Martin Scorsese
“Yalnızlık beni tüm hayatım boyunca izledi, her yerde. Barlarda, arabalarda, kaldırımlarda, dükkânlarda, her yerde. Kaçış yok. Ben Tanrı’nın yalnız adamıyım.” Bir “Robert De Niro” efsanesi… Uyku sorunu olan Vietnam gazisi Travis (Robert De Niro) geceleri çalışmak için bir taksi şirketine başvurur ve işe alınır. Bir yandan geceleri taksicilik yapıp bütün şehir pisliğine şahitlik ederken; bir yandan da iletişim kurmak istediği bir kızla bir türlü iletişim kuramayacaktır. Uzun uzun düşündükten sonra artık bu şehirdeki bozuk düzene bir son vermek gerektiğini düşünür ve kendi tarzıyla bu iş için gerekli malzemeleri alır…
2-) Bir Zamanlar Amerika’da (1983): Yön. Sergio Leona “Kazananlar çıkış anından bellidir. Tıpkı kaybedenler gibi.”
Birbirlerine bağlı Yahudi bir grup arkadaşın dostluklarını, çocukluk dönemlerini, gangster dünyasına adım atmalarını ve sonrasında yaşadıklarını anlatan “Robert De Niro”nun başrolde oynadığı kurgusu ve müzikleriyle klasikleşmiş unutulmaz filmlerden biri daha.
3-) Sicilyalı/Yaralı Yüz (1983): Yön. Brian De Palma “Kimse sana özgürlük veremez. Kimse sana eşitlik veya adalet veya başka bir şey veremez. Eğer adamsan sen alırsın.” Hırslı ve öfkeli olan Kübalı suçlu Tony Montana (Al Pacino) Miami’ye gelir ve uyuşturucu dünyasına adım atar. Uyuşturucu dünyasının lordu Robert Loggia’nın yanında çalışan Tony’nin kendi imparatorluğunu kurmak gibi büyük ve hırslı düşünceleri vardır. Bu yolda ilerlerken gözü hiç kimseyi görmeyecek ve olaylar karşısında ne tam olarak duygularını
4-)Full Metal Jacket (1987): Yön. Stanley Kubrick
6-) Forrest Gump(1994): Yön. Robert Zemeckis
“Irklar arasında ayrım yapmam. Zencileri, Yahudileri ve İtalyanları aşağılamam. Burada hepiniz aynı ölçüde değersizsiniz.”
“Annem her zaman hayatın bir kutu çikolata olduğunu söylerdi. İçinde ne olduğunu asla bilemezsin.”
Vietnam Savaşı, Stanley Kubrick’in bakış açısıyla iki farklı bölümde karşımızda. Birinci bölümde farklı kişilikteki insanların savaşa hazırlanmak için bulundukları kampta yaşadıkları psikolojik süreçleri ve değişim aşamaları anlatılır. İkinci bölümde ise savaş meydanın da yaşanılan olaylar ve savaşın insanlar üzerindeki etkisi anlatılır. Film her ne kadar “savaş filmi” diye geçse de aslında “savaş karşıtı” bir filmdir.
Hayata Forrest Gump’ın gözleriyle bakmak isterdim. O gözlerde kötülüğe dair hiçbir şey yok. Forrest Gump (Tom Hanks) sakat bir çocuktur ve ayrıca akli denge olarak yaşıtları gibi değildir. Ama buna rağmen arkadaşları gibi olma arzusu hiç körelmeyecektir. Forrest ne istediğini bilmektedir. Hayattaki tek arzusu olan, yegane aşkı Jenny Curran (Hanna Hall) ile evlenmek. Hayatın her döneminde büyük zorluklar yaşayan ve bunların üstesinden gelen Forrest amacına ulaşacaktır ama hiç beklemediği bir sürpriz de onu bekleyecektir.
5-) Kuzuların Sessizliği (1991): Yön. Jonathan Demme “Bazen karınlıkta uyanıp kuzuların çığlıklarını duyuyorsun. Ve zavallı Catherine’i kurtarırsan kuzuları susturabileceğini düşünüyorsun.” FBI’da eğitime devam etmekte olan Clarice Starling (Jodie Foster) bir zamanlar psikiyatr iken sonradan yamyamlık yapan bir seri katile dönüşen Hannibal Lecter’le (Anthony Hopkins) görüşmeler yapıp onun zihnine inmeye çalışmaktadır. Bu görüşmeler esnasında bir seri katil daha şehirde korku yayıp büyük bir tedirginliğe sebep olmaktadır. Seri katilin peşine düşen Starling onu yakalamak için Dr. Lecter’den yardım alır. Starling dehşet saçan seri katili yakalayacaktır ama daha büyük bir tehlikenin şehirde dolaşmasına sebebiyet verecektir.
7-) Ucuz Roman (1994): Yön. Quentin Tarantino “Karakterli olmak, karakter olmak için yeterli değildir.” Efsanevi yönetmen Quentin Tatantino’nun bu başyapıtı kesişen olaylar üstüne kurulu. Gangsterler, küçük çaplı soyguncular ve bir boksörün kesişen hayatları ile şekillenen film, kült film olma özelliğini halen korumakta.
İbrahim Demir
Kayıp Kimlik
Sen güzel dostum, Biraz daha beklemelisin olmak istediğin adama dönüşmek için, Belki hiç dönüşmemelisin ya, Kafka’dan esinlenmemelisin, Gerçi orası rakı masasında konuşulacak mesele. Sen güzel dostum, Olduğun halinle seninle olan kadınlarla mutlu olmalısın, Çekme dün ile alakalı mutsuzluk, Bırak kapının koluna takılan, gitmene engel aşk hikayelerini, Ben sana olduğunu vaat ediyorum, Mutlu ol güzel dostum, İçinde bulunduğun hikayede sana göz kırpan onlarca güzel kadınla. Soğuk biranla mutlu ol, Daha var ihtimaller denizinde boğulmana, Şimdilik ben sana geldik diyene kadar, Eğlenmene bak, uyandıracağım ben seni son durakta.
Haşmet Ateşer
Ahir Ve An Olsun Yaşımız
Bahçeler yeşil değil artık. Saçlarını ör gel, Sana uzun bir masal söyleyeceğim. Ellerini giydir, Boynunu da açık bırak! Sana buseler dolusu bir atkı düşlüyorum. Hüznü yar, kederi göm! Sana şiirler dolusu bir kader yazacağım. Dizlerini uzat, şehri uyutacağım. Ninniyi unut, Süsledim ben senin sesini. Adınla devirdim dağları. Sahra’yı geç, çölü yeşert, Bir Leyli hatrına yaşat Mecnun’u! Kapıyı ört, Çehreni gizle,
Dökül bir yağmur kalıbına, Harcanıp göğe yüksel! Sazlık bir gölde Bir gün ansızın parçala yeryüzümü! Kıvır kıvır zülüflerini seyredeyim Dünyadan düşerken. Endişeleri geç, Gülün kalbini öp! Fideler dolusu gül dökülsün dudaklarından. İhaneti ve yasakları çürüt! Bir vişne kabuğuna uzanalım seninle, Ahir ve an olsun adımız. Ve gidiyorum. Ve geldim. Aşk’a inanır mısınız ?
Baki Demirtosun