SPOT
haber vs. dergisi
sayı: 2
temmuz-ağustos
5 TL
Orhan Alkaya:“Tiyatroya kar zarar mantığı ile bakılması ucuz bir popülizm”
Bağış Erten: “Bozuk düzende sağlam çark tutmaz.”
İhsan Eliaçık:
“Bu anti kapitalizm vurgusu kök itibariyle farklı”
pYunanistan’da korku iktidarda, umut sokakta pKing Seroman’la reggae üzerine pSendikaları tasfiye yasası
6 Türkçe Olimpiyatları
İnternet
8 İhsan Eliaçık: “Bu Anti-Kapita- 33 Özgür Gürbüz: “Asıl Sorun lizm Vurgusu Kök İtibariyle Farklı”
13 Anti-Kapitalist Müslüman
Gençler: “Peygamberlerin Mücadelesinin Bugünkü Karşılığı Anti-Kapitalizm”
17 Erdoğan Aydın: “Din Algımızı Sorgulamalıyız”
21 SFK’dan Ayşe Panuş: “Kürtajda Orta Yol Yok”
Medyanın Olayları Görmezden Gelmesi”
37 Armand Mattelart: Gözetimin Küreselleşmesi
39 Bir Dersim Hikayesi: Yaşa-
nanlar, Yaşatılanlar ve İzleyenler
40 100 Derece: “Değişmeyen Tek Şey Müziğe Olan Heyecanımız ve Tavrımız”
23 Belediye-İş’ten Mustafa Bal: 42 King Seroman: “Reggae Mü“Sendikaları Tasfiye Yasası”
26 Orhan Alkaya: “Tiyatroya
Kar-Zarar Mantığı İle Bakılması Ucuz Popülizm”
29 Sosyal Medya ve Demokrasi 30 Yunanistan’da Korku İktidarda, Umut Sokakta
31 Fotoğrafın İmge Değeri ve
SPOT
ziğin Mesajı Çok Net: Sevgi, Barış, Birlik ve Adalet”
44 Kamboçya’nın İnsanları 46 Teneke Trampet: 20. Yüzyıla Bir Ağıt
47 “Yağmuru Bile” Satmak 48 Bağış Erten: “Bozuk Düzen Sağlam Çark Tutmaz”
İmtiyaz Sahibi Özenç Kurt
Yerel Süreli Yayın
www.spotdergi.com
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Emre Tansu Keten
yönetim yeri: Perpa Ticaret Merkezi 12. Kat A Blok No: 1770 Okmeydanı / Şişli Tel: 0212 243 28 71
baskı: Kuzenler Matbaa, Mart Plaza, Merkez Mah., Ceylan Sk. No:24 Kağıthane/ İstanbul
SPOT Ekibi Ayhan Yıldız, Bekir Avcı, Emre Tansu Keten, Ercan Yılmaz, Esra Cesur, Eylem Arslan, Ezgi Güneş,
Özenç Kurt, Uğur Yıldız, Umur Bedir, Taylan Kesanbilici, Zeynep Günay Emeği Geçenler Mikail Boz, Jivan Güner, Hakan Karakoca, Burcu Mert, Özdeniz Pektaş spotdergi@gmail.com
İ
SPOT - 2
lk sayıda, tam bu satırlarda çizdiğimiz Türkiye demokrasi tablosu, hiçbir rötuşe uğramadan, olduğu gibi duruyor. O günden bugüne dek yüzlerce insan daha tutuklandı. Tutuklananların sığmadığı cezaevlerinde, tutsaklar insanlık dışı koşullara isyan etti. Şanlıurfa’da çıkan isyanda 13 mahkum yangın nedeniyle hayatını kaybederken, dışarıda merak içinde bekleyen mahkum yakınları, tazyikli su ve copla cezaevi önünden uzaklaştırıldı. 13 insanın öldüğü bu olaylardan birkaç gün önce ise “her kürtaj bir Uludere’dir” diyen Erdoğan, insanın yaşama hakkının kutsallığından bahsediyordu. 35 insanın bombayla, 13 insanın dumandan zehirlenerek öldüğü bir ortamda, anne karnındaki ceninin “yaşam hakkı”ndan bahsetmek, muhafakazar zihne yakışan bir ironi olsa gerek.
Y
ine bu süreçte, işgüzar bir AKP’li vekilin verdiği önergeyle, havalimanlarında grev yapılması yasaklandı. Daha sonra, THY’ye işçi bulan bir taşeron firmayla ilişkisi olduğu tespit edilen AKP’li vekil grevin yasaklanmasını, “THY’nin halkın göz bebeği olmasıyla” açıkladı. Halkın diğer “göz bebekleri” Tüpraş, Tekel ve Telekom’u haraç mezat satan AKP’nin amacı tabii ki, özelleştirilmeye müsait, dikensiz gül bahçesi bir THY yaratmaktı. Hükümetin gazını arkasına alan THY yönetimi, daha önergenin yasalaşmasını beklemeden, eylemlere katılan 300’ yakın havalimanı işçisini işten attı. Havalimanı işçilerinin mücadelesi, gerek havalimanında gerekse İstanbul’un çeşitli bölgelerinde açılan stantlarla sürüyor.
H
avalimanı işçilerinin haklarına yönelik bu saldırı, münferit bir olay değil. Mecliste bekleyen yeni sendikalar yasasının da gösterdiği gibi, hükümet, her türlü güvenceden yoksun, sendikasız, kıdem tazminatsız, hatta kiralanabilen bir emek piyasası yaratma derdinde. Eğer meclisteki yasa geçerse, birçok sendika yetki kaybederken, yetkilerini koruyanlarınsa etkileri yok olacak. Türkiye’nin ucuz emek cenneti yapılma hayalleri, daha fazla sömürü, daha fazla iş cinayeti ve daha fazla yoksulluktan başka bir anlama gelmiyor.
2
012 1 Mayıs’ının öncesinde ve sonrasında en çok konuşulan tarafı, önce Fatih Camii’nde iş cinayetlerine kurban gidenler için cenaze namazı kılıp, sonrasında ellerinde döviz ve pankartlarla alana gelen Anti-Kapitalist Müslümanlar oldu. Solun daha aydınlanmacı kesimleri, Müslümanların kendilerini anti kapitalist olarak tanımlamalarını samimiyet-
siz ve tehlikeli bulurken, büyük bir kesim ise bunu olumlu bir gelişme olarak değerlendirdi. AKP döneminde zenginliklerine zenginlik katan Müslüman sermayedarların, günden güne artan kibirlerinin ve gösterişlerinin, yoksul Müslümanlar arasında tepki doğurması bir mucize değil. Belki de bu cesur çıkış, politikanın kaynakların paylaşımı üzerinden şekilleneceği yarınlar için bir ilk ışıktır. Bu sayımızda, Müslüman anti kapitalist hareketin en bilinen isimlerinden İhsan Eliaçık, 1 Mayıs’ta alanlara çıkan Kapitalizmle Mücadele Korteji’nin düzenleyicilerinden Muhammed Cihad Ebrari ve bu sürece eleştirel bir bakış sunan Erdoğan Aydın’la söyleşiler gerçekleştirdik.
S
uriye’nin, Türkiye’ye ait bir uçağı düşürmesinin ardından başlayan gerilimli havada, silahları ilk kuşanan, tahmin edileceği gibi, yine medya oldu. Olayın ertesi günü, bütün manşetler Suriye’den düşman ülke olarak bahsederken, Ahmet Altan başyazısında şöyle diyordu: “Türkiye, Suriye sınırına asker sevk etmeye başlamış. Bence doğru ama geç kalmış bir karar. Devletin ‘reaksiyon süresinin’ epey uzun olduğu anlaşılıyor. Bu harekat, uçağın düşürüldüğü gün başlamalıydı bence”. “Gazabımız kötü olur”, “Yaklaşmayın vururuz” tehditlerinin havada uçuştuğu haberler, herhangi bir savaş durumunda, basın cephesinin hazırolda beklediğini gösterir nitelikte. 25 yılı aşkın süredir savaş gazeteciliği yapan medyanın, bu tavrı kimseyi şaşırtmamalı.
D
ergimizin ilk sayısını alıp okuyan, bize öneri ve eleştirilerini ileten herkese teşekkür ederiz. İlk sayı için aldığımız tepkiler bizi çok memnun etti. Bizi daha fazla mutlu eden şey ise, böyle bir girişimin eksikliğini çeken, ürettiklerini yayınlayacak mecra bulmakta zorlanan arkadaşlarla buluşmamız oldu. Bu buluşmaların artması dileğimiz. Tabii ki derginin çıkışından memnun olmayan çevreler de oldu. Örneğin, ilk sayıda bu satırlardan eleştirdiğimiz bir fakülte dekanı tarafından “Arkanızda kim var, sizi kim finanse ediyor?” türü saldırılarla karşılaştık. Arkamızda sadece bu işe emek verenlerin katkılarının olduğunu anlattıktan sonra kendisine dergimizi ulaştırdık. Her görüşe açık bir demokrat olduğunu her fırsatta dile getiren dekan, giriş yazısını okurken iğrendiğini, derginin gerisinin ise boş propaganda olduğunu söyledi. Milli hassasiyeti yüksek öğrencilerin çıkardığı, Miço dergisi ayarında, bol resimli, az yazılı, Abdullah Çatlı övgülü derginin, Spot’tan çok daha iyi olduğunu Twitter’dan beyan etti. Demek ki doğru yoldayız!
SPOT
3
haber
Marmara’da “hadi ateyizler bunu da açıklayın” sempozyumu
Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü’nde 16 – 17 Mayıs tarihleri arasında “Bilim Türler Arası Evrimi Neden Kabul Etmiyor?” başlıklı bir sempozyum düzenlendi. Başta Üniversite Konseyleri Derneği olmak üzere birçok bilim çevresi, aydın ve akademisyenin tepkisini çeken sempozyum tüm itirazlara rağmen gerçekleştirildi. Sınırlı sayıda katılımcının içeri alındığı sempozyumun gerçekleştiği saatlerdeyse kampüsün bahçesinde protesto ve evrim dersi vardı. Marmara Üniversitesi; Türkiye Öğrenci Konseyi, Marmara Üniversitesi Öğrenci Konseyi ve Marmara Üniversitesi Marmara Genç Vizyon tarafından düzenlenen “Bilim Türler Arası Evrimi Neden Kabul Etmiyor?” başlıklı bilim çevrelerinin çokça tepkisini çeken sempozyuma ev sahipliği yaptı. Sempozyum, imza kampanyası da dahil birçok tepki ve itiraza rağmen iptal edilmedi. 16 Mayıs Çarşamba günü saat 10.00’da başlayan sempozyum, eylemle başladı. Sabah saat 10.00’da kampüs önüne gelen öğrenciler ellerinde döviz ve pankartlarla içeri girmeye çalışsa da üniversitenin özel güvenlik güçleri öğrencilere engel oldu. Ki söz konusu öğrenciler üniversitenin kendi öğrencileriydi! Gerginliğin yaşandığı bu saatlerdeyse içeride sempozyum başlıyordu. Ancak akademisyenlerin araya girmesiyle öğrenciler kampüse girebildi. Yaklaşık 150 öğrencinin bulunduğu protesto gösterisinde Alaeddin Şenel, Eğitim – Sen 6 No’lu Şube üyesi Suat Bozkurt, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Cihan Demirci Tansel, Bilim ve Gelecek Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ender Helvacıoğlu da yer aldı. Burada konuşan Alaeddin Şenel Evrim Teorisi’ni yadsımanın kabul edilecek bir durum olmadığını, çağdışı bir anlayışı temsil ettiğini, dünyanın hiçbir çağdaş üniversitesinde böylesine bir çalışmanın yapılmadığını dile getirdi. Üniversite Konseyleri Derneği’nin
Konuşmacıları Tanıyalım:
Prof. Dr. İsmail Kocaçalışkan: “İnsanoğlu nazik bir varlık olduğundan ancak mutedil şartlarda yaşayabiliyor. Ne çok soğuk ne çok sıcak, ne yağmursuzluk ne de aşırı yağmur gibi. Onun için insan gereken tedbirleri aldıktan sonra dua ile mükelleftir. Yağmursuzluk nasıl dua gerektiriyorsa yağmurun yağması da dua gerektirir. Zira yağmurun aşırısı sel felaketini getirir. Peygamberimiz, yağmur bulutları toplandığında “Allah’ım bunun şerrinden sana sığınırım” ve yağmur başladığında ise “Allah’ım faydalı bol yağmur ver” diye dua edermiş. Su, rüzgar, ışık gibi külli unsurlar görünüşte başıboş hareket ediyor gibi görünseler de esasında onların dizginleri sahibinin kudret elindedir. Bu unsurlar çoğunlukla insanın menfaatine iş görmekle beraber, bazen de gaflete dalan insanları uyarmak için bir ikazcı görevi yaparlar. Bununla ilgili olarak Nur Külliyatında şu cümleler geçer: “…Su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor; başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zatın harika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar. Başımıza gelen sel ve benzeri olaylarda sebepler noktasında olduğu gibi, verilen ilahi mesajı da dikkate alarak, maddi ve manevi ne gibi eksiklerimiz olduğunu ve bunlara karşı neler yapmamız gerektiğini düşünsek daha iyi olmaz mı? Bu tip olaylar bizi düşündürmek için başımıza geliyor olmasın! (www.zaferdergisi.com) “Bilimsel” makalelerinde Said-i Nursi’den alıntılar yaptığı için
4
SPOT
okunan bildirisindeyse şunlara yer verildi: “ Bir üniversite yönetimi, evrim karşıtlığının üniversitelerde bilimmiş gibi sunulmasına fikir özgürlüğünden hareket ederek olur veremez. Bilimde özgürlük son derece önemlidir. Ancak bilim dışı safsataların üniversitelerde “bilimmiş” gibi tartışmaya açılması bilimsel özgürlükle bağdaşmaz. Üniversiteler bilimsel bilginin üretildiği kurumlardır. Bilimsel bilgi ise inançla değil, bilimsel süreçlerle üretilir. Bilimsel süreçlerin dışında bilgi üretilmesi bilim etiği ilkelerine aykırıdır ve bu tür davranışlar tüm dünya bilim camiasında uydurma, saptırma gerekçeleriyle bilimde sahtekarlık olarak nitelendirilirler. Yaratılış görüşü bilimsel bir zemine dayanmamakta, bir inanç sistemini temsilen karşımıza çıkmaktadır. Bir inanç sistemini bilimsel olarak dayatmak bilime aykırıdır, çünkü bilimsel bir hipotezin test edilebilir ve delillere dayalı olması gerekir. Evrim ise bilimsel bir gerçektir… Bilime sahip çıkalım, evrimi savunalım.” Eğitim – Sen 6 Nolu Üniversiteler Şubesi’nin bildirisindeyse; “Bizler şunun farkındayız ki bu olay iktidarın son dönemde hız verdiği eğitim alanının gericileştirme sürecinde bilimsel hiçbir temeli olmadan yasalaştırdığı 4+4+4 mevzusundan Müslüman gençlik projesinden ve merkezi birçok okulun İmam Hatip’lere dönüştürme çabasından bağımsız gelişen bir süreç değildir. Bu top yekün eğitim alanında gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşümün bir parçasıdır. Okullarda bilimsel temelli sorgulayıcı eğitim sürecini köreltip dogmatizmi bilimsel veri olarak kullanan ve genç beyinleri tamamen kendilerine itaat eden, bu dünyadan umutlarını ve beklentilerini azaltıp onları tek tipleştiren sürecin bir ayağıdır.” görüşlerine yer verildi. Açıklamaların ardından Prof. Dr. Cihan Demirci Tansel sembolik evrim dersi verdi ve gazetecilerden gelen soruları yanıtladı. Kampüs bahçesinde çevik kuvvet polisinin güvenlik çemberi oluşturduğu etkinlik kapsamında içeri girmek isteyen öğrenciler geri çevrildi. üniversiteden ihraç edilen, AKP Milletvekili Prof. Dr. Adem Tatlı: Yaratılışın Bilimsel Yönü - Sorunun ikinci şıkkı olan; yaratılış görüşüne gelince, bu görüş doğrudur ve bütün çalışmalar bu yaratılışın etrafında yoğunlaşmaktadır. İnsan da dâhil, bütün canlılar, tek hücreden yaratılmaktadırlar. Allah, anne karnındaki tek hücreyi çoğaltarak ondan kalp yapıyor, damar yapıyor, göz yapıyor. Kısacası bir insanı bütün yapısıyla şekillendiriyor. İş bununla da kalmıyor, her an değişen hücrelerini yeniliyor ve bir insan yediği besinlerden ve aldığı gıdalardan her an yeniden yaratılıyor. İnsan gözünü inceleyen yüzlerce araştırıcı profesör olmuştur. İnsanın sadece dişini incelemek için fakülteler kurulmuştur. İşte bütün bu bilimsel araştırmalar, Allah’ın yarattığı insanın organları üzerindedir. Bilim adamları, bu organların yapılarını açıklıyor, tefsir ediyor. Ortada bir ilim varsa, muhakkak o ilmin sahibi bir âlim olacaktır. O da Allah’tır. İnsanı harika bir makine gibi yaratan Allah, koyunu da kuzuyu da, gülü de bülbülü de ilim, irade ve kudretiyle tek hücreden yaratmıştır. İnsanlar da bu yaratılışları laboratuarlarda incelemektedirler. Demek ki, yaratılışçılar ilimle uğraşıyor ve bu ilimlerin arkasındaki Allah’ı nazara veriyorlar. Ateist evrimciler de pozitivist felsefenin savunuculuğunu yaparak bilimsel çalışmaları ateist ideolojilerine alet ediyorlar. (www.sorularlaevrim.com) Eski MHP’li yeni cemaatçi Prof. Dr. Turan Güven: Bu (türler arası evrim) neye benziyor? Ruhlar birisinde çıkıyor, öbürüne giriyor, böcekten çıkıyor, maymuna giriyor. Ondan sonra insana geliyor, ağaca geliyor falan filan, Hint felsefesi gibi. Eğer böyle rastgelelik varsa, kaos varsa, ben o zaman laboratuara girip, bilim yapamam. (Sansürsüz programı, HaberTürk, 22 Ağustos 2009)
Üniversiteli fotoğrafçılar “Değişim”i sorguluyor Fotoğraf Vakfı, Galata Fotoğrafhanesi ve üniversiteli fotoğrafçı gençlerin ortak çalışmasıyla düzenlenen uluslararası fotoğraf festivalinin ilki bu yıl 12-27 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’da yapıldı. Festival kapsamında, fotoğrafa yeni soluklar kazandırılmasını; farklı toplum ve kültürlerdeki gençler arasında diyaloğun fotoğraf aracılığı ile geliştirilmesini hedefleyen genç fotoğrafçıların kampüs dışına taşan üretimleri sergilendi. Ellerinde sergilenen çalışmalardan fotoğraflar taşıyarak, Kazım Koyuncu Kültür Merkezi, İstanbul Hatırası Fotoğraf Merkezi ve Kadıköy Fotoğraf Merkezi, Cafe Mitanni, Genç Fotoğraf İnisiyatifi ve Tünel Meydanı’nda var olan sergilerin açılışını gerçekleştiren gençler renkli görüntüler oluşturdu. Yunus Keleş, “Van çok uzak değil” Festival süresince 7 ayrı mekanda 19 sergi yer alırken, forum, söyleşi, fotoğraf paylaşımı, fotoğraf eleştirisi, kabul günleri gibi çeşitli etkinlikler düzenlendi. Teması ‘Değişim’ olan festival kapsamında Türkiye’den Anadolu Üniversitesi, Aydın Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencilerinin yanı sıra Kıbrıs’tan Atatürk Öğretmen Akademisi ve Yakın Doğu Üniversitesi, İspanya’dan Sevilla Sanatsal Fotoğraf Akademisi öğrencilerinin çalışmaları sergilendi. Üniversiteli fotoğrafçılar festival boyunca, “Değişim”i kavramsal düzeyde ve nesneler dünyasının somutluğunda; bireydeki ve toplumdaki karşılıklarıyla; Cemil Meriç’in “Çürüme de bir Mert Abadan, “Değişim” değişimdir; lakin gelişim değildir” sözünü akılda tutarak tartıştı. Statik eğitim sistemine karşı “festival” Festivalin koordinasyonu da üniversiteli öğrenciler ve Galata Fotoğrafhanesi Kurucularından Yücel Tunca danışmanlığında gerçekleşirken, festival koordinatörlerinden Marmara Üniversitesi 2. sınıf öğrencisi Sinan Targay, sosyal medya üzerinden ‘Türkiye Fotoğraf Öğrencileri Birliği’ adlı bir grup kurarak başladıklarını ve Türkiye’nin her yerine ulaşmaya çalıştıklarını söyledi. Öğrencilerin çoğunun okullarında verilen eğitimlerden yakındığına işaret eden Targay, “Bize statüko tarafından hep bir şekilcilik dayatılıyor. Farklı bir şey sunulduğunda ise ya kötü öğrenci oluyorsun ya da ‘sen bu
işi bilmiyorsun’ tarzında yaklaşılıyor.” dedi. Bu festivalin hocaların dahilinde yapılmadığını vurgulayan Targay, “Okullarda yapamıyoruz, hocaların eleme sistemini dahil etmiyoruz. Biz verilen eğitimi de hocalarımızı da eleştiriyoruz” şeklinde konuştu. Targay, farklı toplum ve kültürlerdeki gençler arasında diyaloğun fotoğraf aracılığı ile geliştirilmesini hedeflediklerini dile getirirken festivalin yeni olmasından kaynaklı, İstanbul merkezli yapıldığını fakat ileriki yıllarda bunu tüm illere yaygınlaştırmayı düşündüklerini ifade etti. Sinan Targay, festivali hazırlama sürecine ilişkin, kolektif üretimin ve tüm ön yargılara karşın sorgulamanın önemini göstermesi açısından da önemli olduğunu belirtti.
Jivan Güner SPOT
5
Ana dil mi? o da ne? Türkçe var, yetmez mi?” Yaz başlarında normalde olduklarından daha bir çekilmez görünmeye başlıyor billboardlar. Üzerlerindeki afişlerin renkleri solmuş ve muhtemelen o semtin çocuklarının, yani koltuk altlarında üzeri soyulmuş futbol topları taşıyan marjinal grupların, orta yerinden yırtmak suretiyle, gazabına uğramıştır bu koca reklam panoları. İşte tam da böyle bir afişle göz göze geliyoruz bir anda. “Türkçe Olimpiyatları 10. Yıl” diyor billboardda yani her yaz başlangıcında bir şenlik havasında sunulan Türkçe Olimpiyatları’nın 2012 yılı versiyonuyla karşı karşıyayız. Koca afiş her zaman olduğu gibi güneşin sıcağına kendini bırakmış yere doğru sallanıyor ve geleneksel kıyafetiyle fotoğraflanmış genç dostumuz baş aşağı bakıyor yüzüme. Oldukça ironik cümleler gelmeye başlıyor insanın aklına fakat en sonunda kültür hafızası tepetaklak edilmiş bu fotoğrafı geride bırakıp yürümeye devam ediyorum. Hem reklam kaynağı hem de dönüp ardına bakma fırsatı Toplumca aşinayız artık bu gösteri kültürüne. TÜRKÇEDER (Uluslararası Türkçe Öğretimi Derneği)‘in çalışmalarıyla düzenlenen etkinlikler silsilesi her yıl bir süre boyunca medyanın gündemine oturuyor. Canlı yayınlar, ana haber bültenleri, sabah programları, olimpiyatları seyretmek için yaşanan izdiham, kitlenen trafik vs. Hele ki düzenlenen yarışmalar esnasında Sinan Çetin’in tuhaf bir heyecanla sarf ettiği sözler daha da net özetleyiveriyor meselenin odak noktasını: “Milliyetçiliği Hrant’ın katillerine, Orhan Pamuk’a ‘seni öldüreceğiz’ diyenlere bırakmadığı için. Bu ülkede bu insanları sevmenin suç olmadığını, Türkiye’nin dünyanın bir parçası olduğunu gösterdiği için Fethullah Gülen’e teşekkür ediyorum.” . Yani işin özü, çelişkili cümlelerin, tuhaf teşekkürlerin reklamlarını seyrediyoruz. Birçok soru işareti aynı anda hücum etmeye başlıyor zihninize, sıraya koyma çabasına girişiyorsunuz olmuyor. Bambaşka bir halkın, bambaşka bir kültürün çocukları neden, önce kendi ülkelerinde bir seçme sürecine dahil edilip ardından da Türkiye’ye getirilerek Türkçe’yi ne kadar iyi konuştuklarının ispatına giriştirilirler? Organizasyonları düzenleyen TÜRKÇE-DER bu durumu şöyle anlatıyor; “Dil insanların birbirlerini anlamasını ve kaynaşmasını sağlayan bir unsurdur. İletişim çağında kültürlerin birbirleri ile kaynaşması, farklı kültürlere sahip insanların birbirleriyle anlaşması dil ile olmaktadır. Türkiye’nin dünya ülkeleri ile geliştirdiği ilişkiler, Türkçe öğrenen binlerce öğrencinin mevcudiyeti dilimizin hak ettiği konumu elde edeceğinin emareleri sayılır.” Anlaşılan o ki bir halkın dilinin değeri ve gelişimi, edebiyat yapıtlarıyla, bilim, kültür ve sanat ça-
6
SPOT
lışmalarıyla değil de, dünya üzerinde o dili konuşan insan sayısıyla ölçülürmüş. Böylece hep birlikte dil anlayışımıza yeni bir ölçüt daha kazandırmış oluyoruz. Her yıl düzenlenen Türkçe Olimpiyatları için Türkiye’ye gelen öğrenciler şaşılmayacak bir biçimde “Gülen Okulları”ndan seçilen katılımcılardan oluşuyor. Yani ortaya konulan eğitim çalışması toplum mühendisliğinin küresel anlamda boyut değiştirmiş hali. Hem iyi bir reklam kaynağı hem de ne kadar yol alındığına dönüp bakma fırsatı. Devletin her döneminde bu okullar bir biçimde kendilerinden söz ettirme imkanı bulmuşlardı. Bir yandan tartışmaların odağı haline dönüşürken, bir yandan da değişen her hükümetle birlikte başbakanların, genelkurmay başkanlarının ziyaret etmeyi ihmal etmediği okullar haline geldiler. Hükümet kurdukları dönemlerde ellerinde bulundurdukları iktidar erkini her koldan güvence altında tutmak adına Gülen okullarıyla iyi ilişkiler kurup, bu erki yitirdiklerinde bahsi geçen okulların tehlikeli olduğunu söyleyen siyasetçiler kendi kaygan zeminli politik anlayışları açısından tabi ki de tutarsız bir tavır sergilemediler. Bugün iktidarın ve cemaatin alaşağı ettiği isimler arasında vaktiyle yurtdışındaki Türk okullarından övgüyle bahsedenler de var. Gelinen durum o dönemde biçilen rolün bu isimler tarafından layıkıyla yerine getirildiğinin ve artık kendilerine ihtiyaç dahi kalmadığının bir başka göstergesi. Görkemli törenler eşliğinde günlerce süren gösteriler silsilesi neyi anlatmaya çalışıyor? “Kültürlerin kaynaşması” diye bahsettikleri niyet Kongo Cumhuriyeti’nden gelen çocukların, muhtemelen kullandıkları birçok kelimenin tam olarak anlamını dahi bilmeden, heyecanlı bir ses tonuyla İstiklal Marşı’nı okumalarına mı tekabül ediyor? Peki, bu durum birilerinin milliyetçi hazlarının tatmininden başka neyi anlatır? Olim-
piyatlarda Pakistanlı bir gencin seslendirdiği Ahmet Kaya şarkısına yer verilerek de içeriği aynı olup yalnızca biçimi değiştirilen milliyetçi fikriyatın yeni yüzünü her fırsatta kamuya sunma ritüellerinden biri daha sergilenmiş oluyor. Mesele bir dilin gelişimini sağlamaksa eğer, bu gelişimi popüler şarkıları seslendirterek yaratmaya çalışmak en tuhaf yöntemlerden biri olsa gerek. “Türk Okulları” olarak adlandırılan Gülen cemaatine ait okullar ve kültür merkezleri Kuzey Amerika, Güney Amerika, Afrika, Okyanusya, Asya ve Avrupa Kıtaları’nda faaliyetlerine devam ediyor. Bazı kurucularla aralarında dolaylı ilişkiler bulunduğu için tam bir sayı vermek kolay olmasa da ciddi bir sayıya ulaştığını söylemek zor değil. Bu yıl düzenlenen Türkçe Olimpiyatları da katılan tüm konuşmacılarca her yıl yapılan minnet ve teşekkür konuşmalarının ana sahnesi olma özelliğini yineledi. Ancak özellikle Tayyip Erdoğan’ın “Bu sıla hasreti artık bitmelidir.” diyerek Gülen’i kasteden mesajı organizasyonun hiçbir eksik bırakmadan tüm misyonlarını yerine getirmesini sağladı. Aynı coğrafyada yaşayıp birbirine yabancılaşmak Fethullah Gülen Hareketi ortaya çıkışından bu yana zaten salt bir İslami perspektifle hareket etmemiş, Türk milliyetçiliğini de vurgulayan bir tavır ortaya koymuştur. Asıl sorun teşkil eden nokta da sahip olduğu Türk milliyetçisi yaklaşımı Türkiye’de var olan tüm halklar üzerinde egemen bir kültür olarak korumaya çalışmasıdır. Bu yaklaşımla Türkiye’de yaşayan halkların tamamına doğru yüzünü dönerken, var olan milliyetçi tavrı İslami bir düzlemle birleştirerek hareket ettiği için farklı kültürlerin içerisinde yer edinebilme fırsatını bulmuştur. Dolayısıyla Türkçe Olimpiyatları yoluyla hem Türki
Cumhuriyetler için bu milli bilincin bir nebze de olsa hatırlatması yapılırken, hem de dünya halklarına bu yaklaşımın ürünleri sunulmuş oluyor. Türkiye’de yaşayan halkların uzun yıllardır dillerini, kültürlerini yitirmek gibi karşı karşıya oldukları yakıcı bir gerçeklikleri var. Bu halkların kültürüyle yetişen bireyler öteki olarak var olmanın kaygısı içerisinde kendi kimliklerinden soyunup egemen konumda olan bir başka kimliği giyinmeye çalışıyorlar. İşin en sıkıntılı yanıysa bu kültürlerin aynı topraklarda var olup da birbirine yabancılaşmasına neden olan koşulların hala dipdiri oluşu. Askeri darbe anlayışıyla mücadele ettiğini ileri süren AKP’nin, yönetimini elinde bulundurduğu kurumların içerisinde 12 Eylül sürecinin ürünü olan YÖK gibi bir yapının varlığı hala sürüyor ve bu kurumsal yapı resmi ya da özel öğretim alanlarında geçerli olabilecek öğrenim dillerinin önündeki engel olma görevini hiç elden bırakmıyor. Öğrenciler tarafından sıkça dile getirilen “ana dilde eğitim” talebi gözaltına almak, yargılamak ve tutuklamak için yeterli gerekçeler olarak görülüyor. Halklar arasında oluşturulan yarığı genişleten kültür ve siyaset anlayışı ise kalkıp da dünya
çocuklarını bir araya getirmeye çalışıp üstüne bir de bunu kendi dilinde kurmaya çabalayınca durum hayli trajik bir hal alıyor. Doğu’da binlerce çocuk annelerinden öğrendikleri dille büyüyüp, evde, sokakta yaşamını Kürtçe kurarken her öğretim yılında yeniden adapte olmaya çalışıyorlar Türkçe okumaya, Türkçe yazmaya. Olimpiyatlar esnasında kültürel renklilik görüntüsü vermeye çalışmak adına kullanılan geleneksel kıyafetlerdeki ayrı ayrı sarılar, yeşiller, kırmızılar bir Kürt gencinin üzerinde bir araya gelip vücuda büründüğünde ne kadar da ayıplanacak bir hal alıyor. Herhangi bir semtteki Ermeni okullarından birinde tabeladaki “Ne mutlu Türküm diyene!” ifadesini görmeye alışkın çocukların daha da karmaşıklaşıyor zihinleri ve Laz gençleri anlamlandırmakta zorlanıyor konuştukları dilin kaybolmaya yüz tutuşunu. Bir yandan görkemli törenlerle Türkçe Olimpiyatları yapılırken bir yandan da bu topraklarda yaşayan halkların taleplerinin üzerini örtmek için oldukça çaba sarf ediliyor. Anlaşılan o ki kimse Türkçe bilmiyor. Yoksa gözün gördüğünü dil niye anlatamasın?
Taylan Kesanbilici
Türkçe Olimpiyatlarına özel 1 TL
Türkçe Olimpiyatları’nın 10. yılı şerefine, darphane tarafından, Arka yüzünde olimpiyatın logosunun basılı olduğu 1 TL’lerin basıldığı duyuruldu. Konuyla ilgili görüşü alınan Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürü Sadettin Parmaksız, “Her yıl büyük bir heyecanla bekler hale geldiğimiz Türkçe Olimpiyatları’na biz de bastırdığımız bu paralarla destek veriyoruz” dedi. Darphane müdürünün nasıl bir kafada yaşadığı çözülemezken, bu ileri demokrasi hamlesine cevap gecikmedi. Kurtköy Uydukent’ten adını açıklamayan istemeyen bir bakkal, dükkanı kapatırken saydığı paralar arasında karşısına çıkan Atatürksüz 1 TL’nin yarattığı şoku şöyle açıkladı: “Paralar normal 1 TL’lere benzediği için alışveriş sırasında dikkatimi çekmemiş. Akşam paraları sayarken Türkçe Olimpiyatları 10. yıl yazısını gördüm. Birkaç tane daha çıkınca, paranın iki yüzünde de sadece yazıların olduğunu gördük. Bu paraların piyasaya sürülmesi ile insanlar yavaş yavaş bir şeylere alıştırılmak isteniyor. Atatürk resminin çıkarılarak bir cemaatin organize ettiği şenliğin Türk parası üzerine basılması çok düşündürücü ve üzücü bir durum. Ben Atatürk’e bağlı bir Türk yurttaşı olarak para üzerinden Atatürk resminin kaldırılmasını ve cemaat propagandası yapılmasını kabullenemiyorum.”
SPOT
7
İhsan Eliaçık:
“Bu antikapitalizm vurgusu kök itibariyle farklı” Değişen siyasi koşulların içerisinde son döneme dair en çok yankı bulan hareketlerden birinin adı da Antikapitalist Müslümanlar. Daha önce lüks otellerdeki iftar yemeklerine alternatif olarak gerçekleştirdikleri yer sofraları zaten oldukça dikkat çeken bir eylemdi. Ardından bu yıl 1 Mayıs alanına yürümek için oluşturdukları korteje gerek ana akım medya gerekse muhalif basın tarafından çok daha fazla yer verildi. İhsan Eliaçık özellikle son yıllarda bu fikre, bu perspektife dair yazılarıyla tanıdığımız bir isim olarak bu eylemlerin tamamında yer almakta. Bir yandan da oluşan bu hareketle beraber toplumun farklı kesimleri tarafından söylemleri oldukça merak edilmeye başlandı. Biz de kendisiyle İnşa Kültür Merkezi’nde buluşup merak yaratan konuların değinebildiğimiz kadarına dair bir sohbet etmeye başladık. Antikapitalizm başlığıyla ya da daha öncesinde farklı adlarla yaptığınız çalışmalar ne zaman başladı ve aynı söylemlerde bulunan diğer çevrelerle nasıl bir araya geldiniz? Son beş yıldır biz bir söylem içerisindeyiz. Ben 20-25 yıldır yazıp çiziyorum ya da araştırmalar yapıyorum ama özellikle son beş yıldır antikapitalist vurgusu daha fazla bir söylem içerisinde olduk. Dolayısıyla bu söylem çerçevesinde bir sürü insanla, gençle tanıştık. Bu insanlar çeşitli platformlar oluşturuyor. Mesela Emek ve Adalet Platformu bu insanların oluşturduğu bir platformdur. Bunun yanı sıra iftar sofraları eylemleri, evsizler için eylemler; sokak çocuklarıyla, Afrikalı göçmenlerle ilgili eylemler gerçekleşti. Ben de 5-6 yıldır daha çok böyle alanlara yönelmeye başladım ve en son da 1 Mayıs’ta Anti-Kapitalist Müslüman Gençler ismiyle kurulan kortej eşliğinde bir yürüyüş gerçekleşti. Ben zaten çoğu zaman 1 Mayıs alanında bulunuyordum fakat yalnız gidiyordum ya da birkaç kişiyle birlikte gidiyorduk. Sonra gençler bir teklifte bulundular; 1 Mayıs’a
8
SPOT
hep birlikte katılalım, bir kortej oluşturalım dediler. Ben de fena olmaz, dedim. Sonra Kapitalizmle Mücadele isimli bir kortej oluştu, bu kortej ilerleyen zamanlarda kamuoyu tarafından Antikapitalist Müslüman Gençler olarak anılmaya başlandı ve gençler de bu ismi kullanmaya başladılar. Bizim ezeli, ebedi ismimiz Müslümanlar’dır.
Ama Antikapitalistlik konjonktürel ve dönemsel bir vurgu niteliğini taşıyor. Kur’an-ı Kerim’de Allah, bu davaya inananlara İbrahim’den beri Müslümanlar adını verdiğini söylüyor. Müslümanlar kelimesi ise teorik ve itikadî olarak değil fakat konjonktürel olarak yetersiz kalıyor. O zaman deniyor ki hangi Müslümanlar? Suudi Arabistan da Müslüman, Saddam da Müslüman olduğu-
nu söylüyordu, siz hangi Müslümanlığı kastediyorsunuz? Döneme hâkim olan paradigma kapitalizm olduğu için, antikapitalistliğe vurgu yapma ihtiyacı hâsıl oluyor. Bu isim de buradan çıkmış oluyor. Ancak bu oluşumların arasında hiyerarşik bir ilişki yok. Yalnızca bir iş ortaya konuyor, gerçekleştiriliyor ve bu isimle anılmaya başlanıyor. Bu fikriyatın tarihsel gelişimini nereye kadar dayandırabiliriz, savunduğunuz fikirleri bu gelişim içerisinde dayandırdığınız isimler kimlerdir? Bu fikriyatı savunan birçok insan var elbette. Bana göre bu, Türkiye’deki İslamcılığın geldiği son noktadır. Bugün bir kabuk değişimi, yeniden inşa yaşanıyor. Ali Şeriati, İran’da bunu söyledi; Türkiye’de Nurettin Topçu’lardan tutun Cemil Meriç’lere kadar bir çok insan bunu söyledi fakat iftar sofraları ve 1 Mayıs yürüyüşü ile birlikte bu fikirler, yani bizim “Sosyal İslam” dediğimiz anlayış, ilk kez halka bu kadar yakın durmaya başladı, ilk kez Türkiye’nin gündemine geldi ve kasabadaki, köydeki vatandaş dahi bunu gördü, duydu. Ben bunların gelecek senelerde daha fazla olacağını düşünüyorum. Bize en yakın olan düşünce Ali Şeriati’nin düşünceleridir. Biz onu biraz daha geliştirerek tabir-i caizse onun Türkiye versiyonu gibi ifade ettik. İslam tarihinde de kendini ifade etmiş ama fazla rağbet görmemiş ve geçmişten bu güne kadar akıp gelmiş bir çizgidir bu, şimdi de bunu canlandırmaya çalışıyoruz. Türkiye’de sosyalist, komünist, yurtsever siyasi çevreler de ulusalcı ve milliyetçi siyasi çevreler de farklı noktalardan antikapitalizm söyleminde bulunuyor. Sizin antikapitalizmi yorumlayışınızda farklı olan noktalar nelerdir? Birincisi biz bunu dini kaynaklardan yola çıkarak söylüyoruz. Bizatihi Kur’an ayetlerinden yola çıkarak, Peygamber’in yaşamından yola çıkarak, İslam tarihinde yaşanan tecrübelerden yola çıkarak ve tarihteki muhalif akımları güncelleyerek yapıyoruz. Tarihsel köklerimiz İslam tarihine dayanıyor ve peygamberlere kadar gidiyor. Mesela 1 Mayıs yürüyüşünde ellerde Kuran’dan, Tevrat’tan, İncil’den alınan antikapitalist ayetler vardı. Ebu Zer el-Gifari’nin, Ali Şeriati’nin, İslam tarihinde yaşamış diğer âlimlerin sözleri vardı. Dolayısıyla bu antikapitalizm vurgusu kök itibariyle farklı. İkincisi ise, biz bunu pratik olarak da uyguluyoruz. Mesela kişinin üzerinde ihtiyaçtan fazla mülkiyet bulundurması, tabir-i caizse, suçtur. Adam, “Antikapitalistim.” diyor; gazeteciler evine gittiğinde “Aman havuzu çekmeyin.” diyor. Havuzlu villada oturuyor, lüks yaşıyor, bir işçi gibi falan yaşamıyor. Bireysel hayatı kapitalist gibi ama dilinde antikapitalist bir söylem var. Biz burada ihtiyaca göre kazandığımız parayı dağıtıyoruz. Para ortada durur, kimin ihtiyacı varsa o para onundur. Yani burada çaycı olan arkadaşın ihtiyacı vardır, dişini tedavi ettirmesi gerekir, gidip tedavisini yaptırır, biz de bu parayı senin maaşından düşüyoruz falan demeyiz.
Temel ve zaruri ihtiyaçların karşılanması gerekir. Hem üç kuruş maaş vereceksin hem de bu ihtiyaçlarını cebinden karşılamasını bekleyeceksin, bu olmaz. Dolayısıyla biz ihtiyaç kavramı etrafında kazandıklarımızı bölüşme yoluna gidiyoruz. Burada “Ortaklaşıcı Üretim ve Paylaşım Düzeni” dediğimiz bir sistem uyguluyoruz. Dolayısıyla bu, antikapitalist bir yaşam tarzıdır. Paylaşıma, fedakârlığa, ötekini gözetmeye, diğergâm olmaya yani diğerinin gamıyla gamlanmaya dayalı bir anlayıştır. Diğer bazı fikirlere baktığımızda antikapitalist olduğunu söylüyor ancak böyle bir yaşam içerisinde değil. Bu noktada aramızda bir farklılık olduğu söylenebilir. İdeal bulduğunuz ekonomik model nedir? Kapitalizmin kökten yok olmasını mı gerekli görüyorsunuz? Kapitalizme kökten karşıyız. Sermaye şahıslara ait olamaz, sermaye kamunundur. Bir şahıs önce sermaye biriktirip bu sermayeyi artırmak suretiyle diğerlerinden daha fazla zengin olduğu zaman, olmaz. Çünkü zenginlik dediğimiz şey başkasının ihtiyacı olan bir şeyi, senin ihtiyacından fazla olarak bulundurmandır. Kapitalizm zaten hücre ve büyüme kelimelerinden oluşur. Sermayeyi büyütmeyi esas alan sistem demektir. İnsanların alışverişleri olacak elbet mesela bir ev ve bir araba herkesin hakkıdır. Ev eşyaları olacak, sanat araç ve gereçleri olacak fakat birinin elinde diğerinden daha fazla sermaye birikmeyecek. “Ortaklaşıcı Üretim ve Paylaşım Düzeni” diye bir şeyden bahsediyoruz ve bunun üzerine çalışıyoruz. Bu budur, diye de insanlara deklare etmiyoruz ama bildiğimiz kadarıyla bunu uyguluyoruz. Alışveriş olduğu için kapitalizme, tümüyle paylaşımı esas aldığı için sosyalizme benziyor diyebilirler fakat bu sistemin henüz noktası konulmuş değil. Yani bu işin içine iktisatçılar girecek, sosyologlar girecek ve öyle şekillenecek. Ben bir sistem önermeyi, bir sistem vaaz etme işini sonraya bırakıyorum. Önce lazım olan bu fikriyattır, bunun heyecanını yaşamaktır, bu heyecanı birlikte paylaşmaktır. Adalet ve mülk kavramlarına dair özel bir vurgu yapıldığına tanık oluyoruz. Sizin bu kavramlara yaklaşımınız nedir? İslamiyet’in mülke, mirasa bakışının nasıl olduğunu düşünüyorsunuz? İslamiyet esas olarak kendisini adalet ve mülkiyet meseleleriyle ortaya koyar. Adalet, daha çok siyasal ve sosyal mesajları içerir. Mülkiyet de iktisadi mesajları içerir. Siyasal mesaj şudur: Devletin, adalet devleti olması gerekir, tüm gruplara eşit mesafede durması gerekir, herkesin devleti olması gerekir. Sosyal olarak da adalet meselesinde, toplumdaki sosyal gruplar içerisinde eşitsizlik yaratılmaması gerekir. Etnik olarak, dini olarak, cinsiyet olarak bir eşitsizlik olmaması gerekir. Bu anlamda şöyle söyleyebiliriz: Biz Türkiye’de Türk ve Kürt eşit oluncaya kadar Kürtlerin tarafındayız, Alevi ile Sünni eşit oluncaya kadar Alevi’nin tarafındayız hatta Müslüman ile gayrimüslim eşit olun-
“Türkiye’de Türk ve Kürt eşit oluncaya kadar Kürtlerin tarafındayız, Alevi ile Sünni eşit oluncaya kadar Alevinin tarafındayız hatta Müslüman ile gayrimüslim eşit oluncaya kadar gayrimüslimlerin tarafındayız.” caya kadar gayrimüslimlerin tarafındayız. Çünkü bu insanlara yönelik kategorik bir eşitsizlik var. Devlet kendine “Türk Devleti” diyor ve Kürt’ü yok sayıyor, dilini yok sayıyor, kendini Sünni görüyor ve Alevi’yi öteki ilan ediyor, kendini Müslüman görüyor ve gayrimüslimi azınlık yerine koyuyor. Bunlar kanun önünde devlet icraatları bakımından tam anlamıyla eşit hale gelmelidirler, bu nedenle eşit hale gelinceye kadar da hangi haklardan mahrum bırakılmışlarsa o hakların savunulması gerekir. Şahsen ben böyle söylüyorum ama bunun üçünün de tam karşısında olan bir kökten geliyorum yani Türk, Müslüman ve Sünni bir kökenden geliyorum ama bunların karşısındaki şeylerin hakkını savunuyorum, benim din anlayışım böyle bir şey. Benim nazarımda insanlar, zalimler ve mazlumlar diye ikiye ayrılır. Zalimler, hak yiyenlerdir; mazlumlar da hakkı yenilenlerdir. Hak yiyenler benim kökenimden dahi olsa ben hakkı yenilenlerin tarafına geçmek ve onların hakkını savunmak zorundayım. Kuran’ı Kerim, “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” der. Sadece zalimle bir arada yaşanmaz, geriye kalan herkesle bir arada yaşanabilir. İkincisi de mülkiyet meselesidir. “Mülk Allah’ındır.” demek, “Mülk, kamunundur, herkesindir.” demektir. Çünkü mülke sahip çıkanlara karşı söylenmiş bir sözdür bu. Ateş, su, hava, yeraltı ve yerüstü kaynakları, insanların üretimde kullandıkları tüm üretim araçları Allah’ındır. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarının insanlar arasında eşit bir biçimde bölüşülmesi gerekir. Fussilet suresi 10. ayette bu var: “Allah yeryüzündeki rızık ve rızık kaynaklarını insanlar kendi arasında eşitçe bölüşsün diye yaratmıştır.” Bu eşitlik bozulduğu için “Mülk Allah’ındır.” söylemi ortaya çıkıyor. Tayyip Erdoğan’ın kürtaj üzerine söylemlerinin ardından tepkiler büyüdü ve kadınların eylem alanlarında seslerini yükseltmelerinin yanı sıra birçok çevreden bu söyleme dair tepki geldi. Bu konuda fikirleriniz nedir ve Antikapitalist Müslüman çevrelerde kadın sorununa dair de hareketlilikler var mı? Bu hususta İslam tarihinde tek bir görüş yok, bunlar tartışma konularıdır. Diyanet İşleri Başkanı, Başbakan’ın kararına dini bir kılıf
SPOT
9
“Kapitalizme abdest aldırıyorlar. Alternatif bir sermaye oluşturmuyorlar, var olan sömürücü sınıfına dahil oluyorlar. Yalnızca fabrika açarak, mescit açarak, iftar yemeği vererek alternatif olacaklarını zannediyorlar. İşçinin fabrikaya ortak olması, kârdan pay alması gibi meselelere hiç dokunmuyorlar. bulmak için sanki İslam’da tek bir görüş varmış gibi açıklama yapıyor, bu yanlıştır. Hâlbuki İslam’da var olan görüşleri bütün yönleriyle ve çeşitliliğiyle anlatması gerekir. Kürtaj konusunda geçmişte bugünkü tıpçıların beyanına benzer açıklamalar olmuştur. Mesela şöyle rivayetler vardır: İlk kırk gün ana rahminde cenin bekler, ikinci kırk günde oluşmaya başlar, üçüncü kırk günde ona bir ruh üflenir, insan olur, organları oluşur. Dolayısıyla yüz yirminci gününden itibaren ona dokunulmamalıdır ama yüz yirminci güne kadar hayat var olup da ruh olmadığı için ona müdahale olabilir. Ben bu görüşü dillendirdim ve bana göre de mümkündür. Tabii bunu tıpçılara da sormak gerekir. Ben burada bir hareket adına konuşmuyorum, kendi adıma konuşuyorum ama bizim çevrelerimizde de kadınlara dair bazı hareketlenmeler var. Bu konularla ilgili birçok yazı da yazdım ve kadın erkek eşitliğini savunuyorum. Kadınlar ve erkekler varoluşlarında eşittirler. Allahın zihninde kadını, er-
10 SPOT
keği ayrı görmek gibi bir şey yoktur. Kuran’ı Kerim Nisa suresinin girişinde şöyle söyler; “Biz sizi tek bir nefisten yarattık ve ondan bir çift var ettik.” diye geçer. Bu Tevrat’ta: “Biz Adem’i yarattık, onun kaburga kemiğinden Havva’yı yarattık.” diye geçer. Müslümanların çoğu da böyle bilirler, böyle inanırlar. Kaburga kemiğinden var edilmek, diye bir şey yoktur; eşit var edilmek diye bir şey vardır. Bir insandan mutasyon geçirerek mi oluştu, evrim yoluyla mı oldu bunlar ayrı tartışma konularıdır. Ama varlık sahnesine çift olarak çıkmıştır. Allah nazarında kadınların sorumlu olup da erkeklerin sorumlu olmadığı hiçbir şey yok. Demek ki bizim aramızda da böyle olması gerekiyor. Eşitlik; aynılık demek değildir. Genellikle ‘aynı’ olmakla karıştırılıyor ve muhafazakârlar bu yüzden eşitliğe karşı çıkıyorlar. Oysa farklıyız, ‘aynı’ değiliz ama eşitiz. Faaliyetlerinizin odağına emek meselesini de koyuyorsunuz, bu odak da solun ilgisini çekiyor ve desteğini görüyor. Ancak bir yandan da Tanrı kavramı, İslamiyet gibi sol çevrelerle pek fikir birliğinde olmadığınız noktalar var. Bu faktörler, sol ile olan temasınızı sekteye uğratıyor mu ya da ilerleyen süreçlerde daha farklı anlaşmazlıklar doğurabilir mi? Necm suresinin 34. ayetinde diyor ki: “İnsan için emeğinden başka hakkı yoktur.”. Emeğinden başka hiçbir şey senin değildir, vücudun da senin değildir hatta emeğinle kazandığının tamamı dahi senin değildir. Çünkü emeğinle kazandığında da doğanın hakkı vardır, Allah’ın hakkı vardır, sana harf öğretenin hakkı vardır, seni rahminde taşıyanın hakkı vardır. İnsanlar zaten bunu vermedikleri için servet sahibi olurlar. Servet sahiplerine desek ki dünyaya geldiğiniz andan bu yana soluduğunuz havayı hesaplayacağız, bunu da maliyetten sayacağız, soluduğunuz her nefes bin dolar. Neyle ölçülebilir ki hayat nefesi? Bir hesaplasınlar bakalım hayat-
larını, ellerinde para pul kalıyor mu? Biz bunları söylerken tabii bu sol çevreler tarafından da ilgi görüyor. Ama şu anda bir tanışma sürecindeyiz, bu süreç bir müddet daha devam edecek. Aynı düşündüğümüz birçok insan var, birçok fraksiyonla irtibat halindeyiz, görüşüyoruz ve oralardan yeni bir şey oluşturmaya çalışıyoruz. Eğer Türkiye’de bundan sonra bir İslami hareket doğacaksa bu klasik muhafazakâr, sağcı ortamlardan doğmayacak. Daha toplumcu, daha paylaşımcı kültürü savunanlarla bir sentez oluşturulup buralardan doğacak. Türkiye’de ötekileştirilmiş olanların safından baktığınızı söylediniz. Bu açıdan HDK’nin, BDP siyasetinin taleplerini, önerilerini nasıl değerlendiriyorsunuz ve Kürt sorununa dair düşünceleriniz nedir? Resmi olarak bir ilişkimiz olmadı ama görüşüyoruz. Söylediğim gibi Kürt halkının taleplerini savunuyoruz. Bizim söylemlerimiz de Kürt gençleri, Alevi gençleri ve Sosyalist gençler tarafından biraz daha fazla ilgiyle karşılanıyor. Çünkü Türkiye’de uygulanan sistem gereğince onlar dışlanıyorlar. Yani bana okula başladığımda annenden süt emerken öğrendiğin dili unutacaksın denmedi, ben bunun ne olduğunu bilmiyorum. Ama Kürt gençlerinin çoğuna bu dendi. Bunun nasıl bir travma olduğunu, insan ruhunda nasıl bir etkiye yol açtığını anlamaya çalışıyorum ve bunun çok önemli bir şey olduğunu seziyorum. “Diller ve İnsanlar Allah’ın ayetleridir.” diyor Kuran’ı Kerim. Bir dili yok sayarak Allah’ın ayetlerine dahi müdahale etmiş olursunuz. Kürt sorununun, Türk’ün endişesi giderilerek ve Kürt’ün de onuru iade edilerek çözülebileceği görüşündeyim. Tükler ve Kürtlerin bir arada yaşamasını, ‘ortak devlet’ olmasını savunuyorum. Mevcut devlet; Kürtler, Türkler ve diğer Anadolu halkları-
nın birlikte yaşadığı ortak bir ‘adalet devletine’ dönüşmelidir. Türkiye Türklerindir, devlet de Türk devletidir; diyorlar. Devletin çelik çekirdeğinde ideolojik bir sakatlık var. Türkiye’nin Doğu diye tabir ettiğimiz bölgesi Kürdistan ismiyle anılabilir. Zaten orada bir coğrafya vardır ve oranın adı da Kürdistan’dır, yıllardır oraya Kürdistan deniyordu. 1921 yılında kararnameyle yasaklanmış. Türkiye’nin Karadeniz bölgesine de Lazistan deniyordu. İlk mecliste Kürdistan ve Lazistan mebusları da vardı yani devlet bu tecrübeye sahiptir ve buraya dönmemiz gerekiyor. Bu devlet Türk devletidir, burada yaşayan herkes de Türk’tür fikrini memlekete geçirilmiş bir deli gömleği olarak görüyorum ve bu fikirle daha fazla gidilemeyeceğini düşünüyorum. Bu fikirle gelinen nokta da ortadadır. Şehitlik kavramının bugünkü kullanımı sizin de tanımladığınızla denk düşüyor mu ve zorunlu askerlik karşısında vicdani reddi bir hak olarak görüyor musunuz? Vicdani reddi bir hak olarak görüyorum. Şehitlik kavramı da saf haliyle dini bir kavramdır. Şu anki orduda şehitlik kavramı bu haliyle değil, kültürel haliyle kullanılıyor. Ordu kurumu bir meslek kurumudur. Bizatihi anayasaya göre de hiç kimse herhangi bir mesleği icra etmesi için zorlanamaz. Askerlik de bir meslek olduğuna göre sen hiçbir genci bu meslekte zorla çalıştıramazsın. Askerliğin de tıpkı polislik kurumu gibi olması gerekir. Sınavları açıklanır, “Şu yaştakiler bu sınava girebilir.” denir, mesleğin şartları açıklanır ve “Bunları kabul edenler gelsin.” denir. Zaten binlerce insan oraya gidecektir. Yani Tapu Kadastro Müdürlüğü neyse ordu da odur. Neden sadece askerlik
kutsal oluyor? İnsanlara hizmet eden bütün meslekler kutsaldır. Polisin ya da askerin şehitlik kavramını kullanması da bana göre doğru değil. Çünkü sen direkt şehit diyorsun, şehitlik maaşı veriyorsun. Nereden biliyorsun şehit olduğunu? Kimin şehit olduğunu Allah bilir. Onlara ‘mağdur’ denebilir ve ailelerine ‘mağduriyet maaşı’ bağlanabilir. Bu zorunluluk kalkmalı, vicdani ret bir hak olarak var olmalıdır diye düşünüyorum. Fikirlerinizden bahsederken ya da bu doğrultuda eylemlerde, basın açıklamalarında bulunurken egemen İslami hareketten gelen bir baskıyla karşılaştınız mı? Şu ana kadar öyle bir baskı görmedik ama çok yakından izliyorlar. Daha çok da hükümetin dışındaki bazı çevreler diyelim, yazdıklarıyla karşı görüşler dile getirerek eleştiriyorlar. Fakat şu ana kadar ben herhangi bir kişiden tehdit falan almadım veya resmi bir baskıya da maruz kalmadım. Tabii bu ne zamana kadar böyle devam eder bilmiyorum. Uzun zamandır AKP-CHP arasında dönen çatışmaya ve kurdukları ya da kuracakları iktidar modellerine dair yaklaşımınız nedir? AKP iktidarını siyasî, iktisadî ve dış politik argümanlar bakımından üç noktada eleştiriyorum. AKP iktidarı, siyasi olarak devletin davranışlarını değiştirmiyor; kendi davranışlarını devlet yapıyor. Bakıyoruz 28 Şubat’ta olanların aynısının bugün de olduğunu görüyoruz. İktidarın görevi insanları dönüştürmek değil; şartları değiştirmektir. Dindar nesil yetiştireceğiz deniyor, rahimlerde olana karışıp kürtaj gibi tartışmala-
ra giriliyor. Oysa devletin davranışlarının değiştirilmesi işiyle uğraşılması gerekiyor. Siyasi anlamda baktığımızda bunu görüyoruz. İktisadî anlamda ise kapitalizme abdest aldırıyorlar. Alternatif bir sermaye oluşturmuyorlar, var olan sömürücü sermaye sınıfına dâhil oluyorlar. Yalnızca fabrika açarak, mescit açarak, iftar yemeği vererek alternatif olacaklarını zannediyorlar. İşçinin fabrikaya ortak olması, kârdan pay alması gibi meselelere hiç dokunmuyorlar. İşçiyi ırgat olarak görüyorlar hâlbuki ortak olarak görmeleri gerekiyor. Benim zihniyetimde efendi-köle ilişkisi olmadığı gibi patron-işçi ilişkisi de yoktur, ‘ortaklık’ vardır. Dış politika olarak da şöyle ifade ediyorum: Kurtlarla bir olup saldırıyorlar, kuzularla bir olup meleşiyorlar. Şöyle denmesi gerekiyor: “Bizim ülkemizin de için de bulunduğu, Suriye’den Libya’ya kadar her yer bizim tarihsel coğrafyamızdır. Dolayısıyla biz buralara sahip çıkıyoruz. Buraların mazlumlarıyla, ezilenleriyle birlikteyiz ve emperyalist ülkelerce sömürülmesine karşıyız.” Bunları söyleyerek bu tarafta yer alınması gerekiyor. CHP iktidarı ile AKP iktidarı arasında bence fark olmayacaktır çünkü ikisi de kapitalisttir. Yani her iki sistemde de bankalar devam edecek mi? Her ikisinin iktidarında da servet sahipleri söz sahibi olmaya devam edecek mi? Edecek. Dolayısıyla sistemi değiştirmek lazım. Sistemin değişmesi için de Türkiye’deki geniş halk yığınlarının üzerindeki vergilerin kaldırılması gerekiyor. Herkesin evinin olması gerekiyor, herkes için sağlık hizmeti, eğitim hizmeti olması gereki-
SPOT
11
Dış politika olarak da şöyle ifade ediyorum: Kurtlarla bir olup saldırıyorlar, kuzularla bir olup meleşiyorlar. Şöyle denmesi gerekiyor: “Bizim ülkemizin de için de bulunduğu, Suriye’den Libya’ya kadar her yer bizim tarihsel coğrafyamızdır. Dolayısıyla biz buralara sahip çıkıyoruz. Buraların mazlumlarıyla, ezilenleriyle birlikteyiz ve emperyalist ülkelerce sömürülmesine karşıyız.” Bunları söyleyerek bu tarafta yer alınması gerekiyor. yor, insanların geleceklerine dair güven içerisinde olmaları gerekiyor, bütün vergilerin de servet sahiplerinden alınması gerekiyor. Birisi faizsiz bankacılık yapıyor, birisi de İş Bankası’nın ortağı oluyor. İkisi de bankacı, ikisi de kapitalistse birbirlerinin alternatifi olamazlar. Biri dindar, diğeri çağdaş görünüyor, din meselesi de arada öcü olarak kullanılıyor. Halk da bir ona inanıyor, bir buna inanıyor ama sistem aynen devam edip gidiyor. Oysa bankaların tümüyle sistemden çıkarılması lazım; PTT hizmetleri olabilir sadece. Ortadoğu’yu tarihsel coğrafyamızdır diye değerlendirdiniz ve bunun yanı sıra Türkiye’de yaşayan, ötekileştirilmeye çalışılan halkların da yanında olduğunuzu söylediğiniz. Uzun zamandır da Neo-Osmanlıcılık adıyla ortada duran bir fikir, bir strateji var. Bu fikrin uygulanabilir ya da uygulanması gerekir olduğunu düşünüyor musunuz? Neo-Osmanlıcılık fikri şu anda Türkiye’ye hizmet etmiyor. Neo-Osmanlıcılık Osmanlı topraklarında yaşayan eski Osmanlı halklarının menfaatine olan bir politika olduğu zaman anlamlı olur. Amerika şu anda Türkiye dâhil Ortadoğu ülkelerinde kiminle çalışacağını söyledi. Graham Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında bunu açıkladılar. Dediler ki: “Bundan sonra çalışacağımız ülkelerde şu dört özelliği arayacağız: - Seçimle iş başına gelmiş olacak. - Reformcu olacak. - Dindar kökenden geliyor olacak. - Amerika’nın menfaatlerine karşı politika izlemeyecek.” Türkiye’de buna tabii ki iktidar uyuyor, o zaman da bu iktidarı destekliyorlar. Tüm İslam dünyasındaki dindar kökenli İslami hareketleri bu dört özelliğe sahip hale getirerek, onları partner olarak kabul edip
12 SPOT
tüm Ortadoğu’da kapitalizmi yerleştirmek istiyorlar. Tahran’da, Kahire’de, Beyrut’ta, İstanbul’da herhangi birinin bir şey üretmesine gerek yok. Nasıl olsa ellerine, komisyonunun Amerika’daki adama gittiği, birer kredi kartı tutuşturdukları bir sistem yaratmak istiyorlar. Yeni Osmanlıcılık’ı da bu amaçla kullanıyorlar. Türkiye’deki iktidar da bu adamların bu emellerine alet oluyor. Ne AKP ileri gelenlerinin ne cemaat adı verilen Fethullah Hoca grubunun ne de diğer dini cemaatlerin çoğunun kafasında Batı’da yaratılmış kapitalizme alternatif bir dünya yok. Dolayısıyla buradan bir şey çıkmaz ve çıkmayacaktır da.
Sizin açınızdan devlet tanımı nasıldır ve devlet dediğimiz kavram varlığını korumalı mıdır? Var olmaya devam etmesi gerektiğini düşünüyorsanız da ideal bir devletin yönetsel işleyişi nasıl olmalıdır? Zor kullanma hakkını yasal olarak elinde bulunduran kuruma “devlet” deniyor. Bu hakkı yasal olarak bulundurmazsa o zaman mafya olur. Ama yasaya bağlayıp herkesin rızasını aldığında ona devlet diyorlar. Devletin ortaya çıkışında zaten zor vardır. Zor olmasaydı devlet kurumu da oluşmazdı. Habil ile Kabil kıssası var Kuran’da, orada da bu anlatılmaktadır. Devletler ve ordular mülk sahiplerinin mülklerini korumak için vardır, yeryüzünün her yerinde de bu böyledir. Biz bunu dünya nimetlerinden mahrum olanların menfaatine kullanabilir miyiz? Devletin tabiatında böyle bir şey var mıdır? Çok zordur ama bunun için uğraşılabilir. Bunun da bir tek yolu olabilir, devlete adalet dayatılır. Bana göre devletin bir dini olacaksa bu adalettir. Sonrasında bu başarılı olur mu olmaz mı bilmiyorum ama tarihsel olarak bunu yapmamız lazım. Bunu yapmadığımız zaman mülk sahiplerine meydanı terk etmiş oluyoruz. Onlar da: “Siz zaten devlete karşısınız, en iyisi hiç karışmayın bu işlere. Size bir yer verelim, 150- 200 kişi bir araya gelin; devletsiz, parasız yaşayın.” diyerek seni turistik ziyarete açıyorlar ve tarih dışı seyirlik bir fenomene dönüştürüyorlar. İngiltere’de, Amerika’da bunun örnekleri var. Yani kapitalizm kendisine alternatif olan bir şeyi de başka bir hale sokuyor. Böyle olduğu zaman da sistemi dönüştüremiyorsun. Dönüştürebilmek için sistemin içine girmen ve onunla mücadele etmen lazım. Bunu yaparken de onlardan olma ihtimalin var, iktidarın içine alıcı, törpüleyici ve yok edici bir özelliği var buna karşı da sürekli mücadele ve denetim olacak. Bu yüzden devletin adaletle denetlenmesi ve devlete adaletin dayatılması gerekiyor. Ramazan ayının yeniden yaklaşması aklımıza, kurduğunuz alternatif iftar sofralarını getiriyor. Bu eylemlerin özellikle de lüks otellerin önünde yapılmış olmasının
elbette ki bir anlamı vardı. Ayrıca bu iftar sofralarında yalnızca Antikapitalist Müslümanlar yoktu. Diğer siyasi çevrelerle birlikte yapılması olası başka eylem hazırlıkları da var mı? Böyle bir fikir için biraz daha zamana ihtiyaç var. Sanırım yine olacaktır. O eylemleri de yine gençler düşünüp organize etmişti. Tekrar öyle bir niyetleri olursa tabii ki ben de katılırım. Bu iftar sofraları, Kuran’daki tabiriyle söyleyeyim, kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerine bir mesaj vermek için kuruldu. Kuran’ı Kerim’de de bu kesim mele-i mütref diye adlandırılır. Bu ileri gelenlerin de bugün toplandıkları yerler otellerdir. Bunlar bir dünya görüşünü, bir yaşam biçimini temsil ediyorlar. Biz de gidip onların önüne yere sofra serdik ve peynir ekmekle iftar açtık. O yer sofrası da daha çok paylaşmayı, bölüşmeyi, eşitliği temsil ediyordu. Dev kuleler ise kapitalizmi, serveti, bireyciliği temsil ediyordu. O dünyaya karşı başka bir dünyanın ancak buralardan, bu iftar sofralarından çıkabileceğini göstermek için böyle bir mesaj verdik. Bu mesajın verilmeye devam edilmesi gerekiyor. Umarım bu eylemler yine olur ve ben yine orada olurum. Gerek bu iftar sofralarına, gerekse 1 Mayıs yürüyüşüne çok değişik kesimlerden destek geldi. Örneğin 1 Mayıs yürüyüşü öncesi ben cenaze namazı kıldırdım, o cenaze namazına katılanların birçoğu ilk defa cenaze namazı kılıyorlardı. Hatta cenaze namazı kılmayı da bilmeyenlere tarif ettim. İlk kez cenaze namazına katılan Ateistler de vardı. Ama bu söylem için geldiler. Bundan sonrasında da “Böyle birliktelikler olursa geliriz, katılırız.” dediler. O arkadaşları ben vicdanlı buluyorum. Önemli olan da vicdandır. İnançlar ve ritüeller, sorgulama ve yargılama konusu değildir. Ama insanların davranışları, sorgulama ve yargılama konusu olabilir. Biz insanların davranışlarına bakarız. Bu adalet ve mülkiyet meselesinde nerede durduğuna bakarız ve uyum sağlıyorsak tabii ki de yan yana devam ederiz. İlerleyen zamanlardaki çalışmalarınız neler olacak? Hazırlığını yaptığınız çalışmalar var mı? Bunlar ilerleyen zamanlarda ortaya çıkacaktır. Bu dönem kültürevleri gibi yerler açarak daha çok kültürel gitmek istiyoruz. Zaten bu yapılanlardan da o işin nereye doğru gitmek istediği ortaya çıkar. Bankalar eylemi oldu, Taksim’de evsizler için sabahlama eylemi oldu. Nereden gelip nereye doğru gidildiği de aşağı yukarı belli oldu. Peygamberler içlerinden çıktıkları kavimlerde en alttakilerle işe başladılar. En alttakiler kimse, peygamberlerin etraflarına toplanan ilk insanlar onlardı. Peygamberin yolundan gittiğini söyleyen insanların da öyle olması gerekir. Bir harekete baktığında, yanında gariban, yoksul, emekçi yoksa o peygamberin getirdiği söyleme hizmet eden bir hareket değildir. Bunlar bir ölçü olarak görülebilir.
Söyleşi: Taylan Kesanbilici
Anti-Kapitalist Müslümanlar:
“Peygamberlerin mücadelesinin bugünkü karşılığı anti-kapitalizm” Bu seneki 1 Mayıs kutlamalarına, Fatih Camii’nde, iş cinayetlerinde yaşamını yitirenler için, kıldıkları gıyabi cenaze namazı sonrası kendi pankart ve dövizleriyle katılan Anti-Kapitalist Müslüman gençler, sol ve İslamcı çevreler içerisinde bir çok tartışma doğurdu. Ancak bu tartışmalar sırasında, sol kendi kavramlarıyla kısır bir tartışma yürütürken, Anti-Kapitalist Müslümanların sözlerine pek kulak vermedi. 2012 1 Mayıs’ıyla ortaya çıkmadıkları-
nı, bundan önce de mücadele ettiklerini vurgulayan Anti-Kapitalist Müslümanlar’dan Muhammed Cihad Ebrari’yle duruşları, tavırları ve amaçları üzerine konuştuk. İslami sol ya da anti kapitalist Müslüman düşünce 2000’lerde önce Vedat Türkali’nin Yalancı Tanıklar Kahvesi kitabında ayrıntısıyla sunuldu. Daha sonra ise Mehmet Eroğlu’nun romanlarında görünmeye başladı. Ondan sonra Ali Şeriati çok konuşulmaya başlandı. İhsan Eliaçık’la beraber de bu düşünce bir hareket olarak ortaya çıktı. Bu süreç nasıl gelişti? Bu düşüncenin AKP döneminde yaygınlaşması neyi ifade edi-
yor? Bu anlayış ne Ali Şeriati ile ne İhsan Eliaçık’la beraber çıkmış bir anlayış değil. Aslında Peygamberimizden hemen sonra saflaşmalar olmuş. Bizim şu an savunduğumuz anlayışı, ekolü savunan yüzlerce kişi olmuş bugüne kadar. Tabi bunların sesleri çok yüksek çıkmıyor egemen İslam anlayışı hakim olduğu ve tarihi de egemenler yazdığı için. O nedenle biz şu an günümüzde çıkan sesleri yeni bir anlayış çıkmış gibi görüyoruz. Aslında yeni bir şey yok ortada. 1400 senelik hatta Peygamberden önceye gidersek; çünkü biz bütün peygamberlerin mücadelesi mücadelemizdir diyoruz, binlerce senelik bir anlayış aslında bu. Farklı bir anlayış, yeni bir yorum değil. Bugün farklı nitelikler taşıdığı için Türkiye’de daha bilinir oldu. İhsan Eliaçık destek verdiğinden dolayı (İhsan Eliaçık İslam camiasında bilinen, popülaritesi olan biri) otomatikman gözler üstüne çevrildi. Onun dışında zaten Müslümanların Müslüman kimliğiyle 1 Mayıs’a çıkması da Türkiye’de ilk olduğu için yine dikkat çekti. Dolayısıyla “herhalde yeni bir şey çıkıyor, ne oluyor be bitiyor” deyip herkesin kafasında soru işaretleri ortaya çıktı. Ama dediğim gibi her bölgede dönem dönem buna benzer çıkışlar olmuş. Aslında sürecin kendisi bir öze dönüş süreci. Anti kapitalist Müslümanlar olarak şu anda isimlendirilmesinin sebebi ise modern çağda ezen, sömüren ve insanların haklarını gasp eden düzenin kapitalizm diye isimlendirilmiş durumda olması. Bu sistemin ismi kapitalizm olduğu için ona karşı mücadele ediyoruz. Nasıl ki bir Musa Peygamber döneminde Firavun düzenine karşı bir çıkış yapıldıysa, İsa döneminde kral ve din adam-
Biz dedik ki şu an günümüzde Peygamber olsaydı, peygamberler nasıl bir ses yükseltirlerdi? Ayetler nasıl inerdi diye düşününce otomatikman kapitalizme karşı anti kapitalist bir mücadele aklımıza geldi. Ancak “kahrolsun kapitalizm” denebilirdi. Çünkü o dönemki mücadelenin günümüzdeki karşılığı bu. Peygamberlerin mücadele ettiği düzenin günümüzdeki karşılığı kapitalizm. SPOT 13
larına karşı, İbrahim döneminde Nemrut’a, Kur’an’da “Kahrolsun Ebülhemin düzeni” yazdığı gibi bütün peygamberler dönemindeki ezen, zalim düzene karşı mücadelenin devamıdır… Biz dedik ki şu an günümüzde Peygamber olsaydı, peygamberler nasıl bir ses yükseltirlerdi? Ayetler nasıl inerdi diye düşününce otomatikman kapitalizme karşı anti kapitalist bir mücadele aklımıza geldi. Ancak “kahrolsun kapitalizm” denebilirdi. Çünkü o dönemki mücadelenin günümüzdeki karşılığı bu. Peygamberlerin mücadele ettiği düzenin günümüzdeki karşılığı kapitalizm. Biz de dedik madem peygamberlerin yolunu sürdürüyoruz ve Türkiye’de eğer inancımızı ispatlamak istiyorsak, kapitalizme karşı mücadele etmemiz gerekir. Dolayısıyla bunun günümüzdeki ismi anti kapitalist bir mücadele. Niye anti kapitalist ve Müslüman ayrı ayrı? Sadece Müslüman yetmiyor mu diye sorularla geliniyor. Şu anda Müslüman dendiğinde insanların aklına yüz farklı ekol geliyor; selefi, sofi, muhafazakar… Bu saydığım isimler altında da parçalanmalar var. İnsanın aklına yüz tane farklı Müslüman geliyor. Müslüman dendiğinde hangi Müslüman diye soruyorlar. Biz de anti kapitalist Müslüman diyoruz. Çünkü en net anlaşılabilir tanım anti kapitalist ön eki getirildiğinde oluyor. Yoksa biz kendimize anti kapitalist Müslüman diye bir isimlendirmede bulunmuyoruz. İçimizde kendisine sadece Müslüman diyen de var. Anti kapitalist Müslümanlığı kendisine kimlik edinmiş kişiler de var. Kendisine Müslüman solcu, Müslüman sosyalist diyen de var, Müslüman anarşist diyen de var. Ama sonuçta ortak değerlerimiz var. Ortak olarak en az yüzde 50 bir paydada buluşup kapitalizme karşı tepkimizin oluşturulduğu ve dinin özünün, peygamberlerin mücadelesinin özünün bu olduğu konusunda ittifak etmiş bir gençlik kurumu oluştu 1 Mayıs sürecinde. Bu düşüncenin 2005’ten sonra görünür olmasının nedenleri arasında neo-islamcılığın ya da zenginleşen İslamcıların etkisi var mı? Evet, çok büyük etkisi var. AKP’nin şu an iktidarda olmasının ve AKP iktidarından sonra Müslüman, muhafazakar kesimin egemenleşmesi, sermaye sahibi olması, yozlaşmanın ayan beyan bir şekilde Müslüman camia içerisinde görülmesi… Mesela daha önce Müslüman olmayan başka iktidar olsaydı sesimizin belki bu kadar önemi olmayacaktı. Bu kadar cezp edici bir özelliği olmayacaktı. Şu anda sesimiz, mesajımız daha net bir şekilde anlaşılıyor. Çünkü din tarih boyunca hep egemenlerin, sömürücülerin en güçlü aracı olduğu için, bu Türkiye’de de daha ayan bir şekilde ortaya çıkmış durumda, dolayısıyla bizim sesimiz, mesajımız da daha net anlaşılabilir hale gelmiş durumda. Bundan dolayı tabii ki daha fazla dikkat çekiyor. Geçmişte de solda, sol hareketle Müslümanları yakınlaştırmaya çalışanlar oldu. Hikmet Kıvılcımlı mesela. O’nun söylemlerini nasıl buluyorsunuz?
14 SPOT
Dr. Hikmet ile ilgili grup olarak da değil; herkesin şahsi görüşleri olabilir. Benim şahsi olarak onun kendi sol anlayışında eleştirdiğim noktalar var. Ama bu bahsettiğim sol ve dinin yakınlaştırılması, dinin özünün ne olduğu, dinin nasıl olması gerektiği, aslında solla beraber olması gerektiği, hatta dinin sol olduğu gibi söylemleri çok değerli buluyorum. Ve onun bu mesajının yalnız bırakıldığı için de çok üzgünüm şahsen. Çünkü o sadece orada kaldı bitti. Onun devamı gelmedi. Bence onun mirasının sürdürülmemesi bence kötü oldu. Söylediğim gibi ben şahsi olarak onunla tamamen uyuştuğumu söyleyemem. Tabii bu çok doğal bir durum. Mesela Ali Şeriati diyoruz. Ali Şeriati bizim üstadımızdır. Benim yine şahsi olarak Ali Şeriati de katılmadığım birçok nokta var. İhsan Eliaçık’a katılmadığım birçok nokta var. Bu çok doğal bir şey.
AKP’nin şu an iktidarda olmasının ve AKP iktidarından sonra Müslüman, muhafazakar kesimin egemenleşmesi, sermaye sahibi olması, yozlaşmanın ayan beyan bir şekilde Müslüman camia içerisinde görülmesi… Mesela daha önce Müslüman olmayan başka iktidar olsaydı sesimizin belki bu kadar önemi olmayacaktı. Bu 1 Mayıs’tan sonra özellikle aydınlanmacı sol dediğimiz Kemalizm’e yakın kesimler sizin 1 Mayıs alanına çıkmanızı eleştirdiler. Siz bu yazıları nasıl değerlendiriyorsunuz? İslamcı kesimden de size dair ‘1 Mayıs’ta ne işiniz var?’ gibi tepkiler geldi mi? Tabii ki geldi. Aslında soldan dediğiniz gibi daha çok Kemalizm’e yakın, Stalinist ve Kemalist taraflardan daha eleştiriler oldu, ama bunları yadırgamadık. Solun yarısından daha fazla bir kesim ise bizi coşkulu bir şekilde karşıladı. Bir kısmı ise, en azından eleştiri getirmeden, sadece “bakayım ne oluyor? Hakikaten görüldüğü gibi mi” şeklinde yaklaştı ve 1 Mayıs’tan sonra da olumlu eleştirilerde bulundu. Alana girdiğimizde 1 Mayıs Komitesi bizimle ilgili özel olarak 3-4 kere duyuru yaptı; “Anti kapitalist Müslümanlar geldi, hoşgeldi” diye. Normalde diğer isimleri otobüslerden duyuruldu. Ama bizim ki genel platformdan yapıldı. Bizim ismimiz aslında Kapitalizmle Mücadele Korteji’ydi. Daha çok sol kesim bizim Müslümanlığı vurgulamamızı istedi. Çünkü zaten buna benzer çok isim var. Sizin farkınız belli olsun dediler. Orada kendileri anti kapitalist Müslümanlar adını daha çok vurgulamak istediler. Biz de neden olmasın dedik. Yani biz daha çok iyi tepkiler aldık sol taraftan.
Olumsuz tepkiler azınlıkta kaldı. Müslüman camiada da destek aldığımız kesimler oldu. Bunun zaten haberleri yapıldı. Atasoy Müftüoğlu, Burhan Kavuncu, Ayhan Bilgen ve İslami camia dışında da Sırrı Sürreya Önder gibi birçok aydın destek mesajları verdi. Ama genelde bir sessizlik hakimdi. Çünkü biz öncelikle onlara bir mesaj vermek, ondan sonra sol kesime bir mesaj vermek istedik. Ondan sonra tüm Türkiye’ye, daha sonra da tüm dünyaya mesaj vermek istedik. Bizim öncelikli olarak onları muhatap almamız onları daha çok çekindirdi. Çünkü biz ciddi olarak eleştiriler yönelttik İslami camiaya. Hala yöneltmeye devam ediyoruz. Bu da tabi onların canını sıkıyor. Aslında çok ciddi eleştirmek isteyenler, hatta saldırmak isteyenler de oldu ama ellerinde bir malzeme bulamadılar. Çünkü ne yapabilirlerdi? Ancak dinden referans göstermeleri gerekirdi. “Bakın bunlar böyle söylüyor ama dinde böyle bir şey var, bunlara inanmayın” diyebilirlerdi. Kur’an kaynaklı hiçbir dayanakları yok bize karşı söyleyebilecekleri. Bizim çağrı metnimizin hepsi Kur’an’a, peygamberlerin mücadelesine dayandırılıyor. Dolayısıyla hiç kimse bize karşı kendilerinin o tekellerine aldığı dinden, bir eleştiri, saldırı geliştiremedi. Özel hayatlardan, şahıslardan vurmak istediler. Onda da başarılı olamadılar. Dolayısıyla sessiz sessiz, sıkıntılı, rahatsız bir şekilde beklediler. 1 Mayıs’ın karşılığını alabildiniz mi? Bir geri dönüş oldu mu? Tartışma süreci genişledi mi Müslümanlar arasında? Evet; 1 Mayıs’tan önce de sonra da. Çok ciddi bir şekilde tartışılıyor hala. Gençler arasında bir silkelenme oldu. Sesini çıkarmayan ve arayışta olan çok ciddi bir genç potansiyel var Müslümanlar arasında. Aslında hepsi böyle bir şey arıyor ama bulamıyorlar. Heyecan yarattık. Bugün hala gündemde antikapitalist Müslümanların 1 Mayıs çıkışı, çağrı metni, savundukları mesajları var. Bunun sadece tartışılması dahi bizim için bir başarıdır. İlerisi için örgütsel form olarak ne düşünüyorsunuz? Biz anti kapitalist Müslümanlar bir araya gelmiş bir ekip değildik. 3- 5 kişi 1 Mayıs’tan önce birbirini tanıyan, seminerlerde, panellerde, sanal ortamlarda görüşen, sohbet eden ve tartışan arkadaşlardık. 1 Mayıs’ta böyle bir karar aldık. Zaten daha önce de 1 Mayıs’a gidiyorduk ama herkes bireysel gidiyordu. Bazı arkadaşlarımız taşeron işçilerle katılıyordu, bazı arkadaşlarımız sosyalist partilerle, bazı arkadaşlarımız anarşistlerle ve bazı arkadaşlarımız da Kürt Hareketi ile katılıyordu. Bu sefer dedik ki madem bir inancımız ve düşüncemiz var ve biz bu mücadelemizi inancımızdan dolayı yapıyoruz, “o zaman 1 Mayıs’a niye bu kimliğimizle çıkmayalım” dedik. Sonrasında bu aldığımız kararı paylaştık İhsan Eliaçık ve diğer isimlerle. Destek verdiler. Biz bunu internetten duyurduktan sonra bizim gibi düşünen pek çok genç çıktı. Ve 1 Mayıs’tan on gün önce böyle bir karar aldık. Yani bu anti kapitalist Müslümanlar 10 gün içerisinde bir araya
gelmiş, alanda yan yana durmuştur.. Daha öncesi yok bu işin. On gün içerisinde biz 1 Mayıs etkinliğini organize etmeye çalıştık. Bütün Türkiye’nin gözleri üzerimizdeydi ve çok zorlandık. Eylem organizesi, sürekli görüşme almak isteyenler… Gece gündüz onları yetiştirmeye çalıştık. Şu anda anti kapitalist Müslümanlar bir örgüt, bir grup, bir ekip değil. Sadece 1 Mayıs için hazırlanan çağrı metni için “ben de varım, ben de böyle düşünüyorum” diyen gençler olarak bu işi organize ettik; 25 – 30 genç. Biz şu anda bu potansiyeli, bu birlikteliği değerlendirmek istiyoruz. Bunun için de eylem ve etkinliklerden daha çok bir araya gelelim, tartışalım, dersler yapalım, forumlar düzenleyelim, söyleşiler yapalım diye düşünüyoruz. Daha etkin olalım. Çünkü Türkiye’nin ve dünyanın buna ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. 1 Mayıs’tan sonra Cumartesi Anneleri’ne destek mesajı yayımladık. Ve bundan böyle Cumartesi Anneleri’nin eylemlerine her hafta gideceğiz anti kapitalist Müslümanlar olarak. Onun dışında Kürecik ile ilgili bir bildiri yayımladık. O bildirinin de çok iyi etkisi oldu. AKP’ye bir ultimatom niteliğindeydi. Biz aslında onunla ilgili bir eylem düşünmüştük. Kürecik’te bir basın açıklaması düşündük. Onu yetiştiremediğimiz için sadece bir basın açıklaması ile yetindik. Onlar da internet sitemizde (kapitalizmlemucadele.org) var. Ama dediğimiz gibi bundan sonra eylem ve etkinliklere devam etmekle beraber; onlardan çok Türkiye’nin gündeminde olan konularla ilgili ortak görüşlerimizi ifade etmeye çalışacağız. Bu birliktelik ve potansiyel boşa gitmesin diye, geleceğe dair daha net mesajlar çıkması için tartışmalar, görüşmeler, paneller, söyleşiler, forumlar düzenlemek istiyoruz. Şu anda bunun çalışmalarını yapıyoruz. Diğer müslüman çoğunluğa sahip ülkelerde anti kapitalist mücadele veren hareketler var mı? Sizin bunlarla ilişkileriniz nasıl? Türkiye dışında görüştüğümüz şahıslar, gruplar var. Ancak bizim 1 Mayıs’ta yayımladığımız çağrı metni gibi bir metni manifesto haline getirmiş Müslüman grup-
Kur’an dendiğinde insanların aklına cihad, kadınlarla ilgili hükümler, el kesmek, öldürmek, cehennem – cennet, ahretle ilgili ölümden sonra ki hayat gibi şeyler geliyor. Ben de şunu abartı olsun diye söylemiyorum; Kuran dendiğinde bu akla gelen şeylerin Kur’an’la alakası yok; hatta bunlar Kur’an’ın tam tersi. Yani Kuran’ın zaten mücadele ettiği şeyler bunlar.
lar maalesef çok zayıf. Avrupa’da, Güney Asya’da, İran’da vs. çok ufak çevreler var. Çok güçlü değil bu hareketler. En son İran Devrimi’nde, her ne kadar Humeyni önderlik etmiş olsa da, halka devrimi ilk kıvılcımlayan Ali Şeriati’dir. Yine devrimde yer alan Halkın mücahitleri de aslında sol Müslümandır. Onların son dönemdeki İran’la mücadelesi seslerini çok kıstı. O da harcandı gerçekten. Onun dışında Malcolm X’i zaten bilirsiniz. Malcom X şahsi olarak diyebilirim ki Ali Şeriati’den daha ileridir. Her ne kadar İslam’ı ve Kuran’ı sonradan tanımış ve araştırmış olsa da bu böyledir. Onun İslam’la ilgili yorumları ve düşünceleri Türkiye’de çok bilinmiyor. Yurt dışında daha çok biliniyor. Türkiye’deki Müslümanlar kasıtlı olarak o mesajları dillendirmiyorlar. Daha çok böyle dini vurgusu olan mesajlarını verirler. Yoksa onun mücadelesini, mesajlarını, İslam ile ilgili görüşlerini hatta onu kimin öldürdüğünü söylemezler. Mesela Türkiye’deki Müslümanlara Malcolm X’i kim öldürdü diye sorulursa CIA öldürdü diyorlar oysa İslam Ümmeti isimli bir dinci milli- muhafazakar gruptur O’nu öldüren. Malcolm X Türkiye’de tanınmıyor, çünkü egemen İslam anlayışı var. Tanıtsalar bile başka türlü tanıtıyorlar. Şu anda yeni bir şey yok. Binlerce sene önce çıkmış bu sesler ya susturulmuş, tamamen silinmiş ya da silinmeyenler farklı bir şekilde tanıtılmış. Malcolm X, Ali Şeriati, Ebu Zerr, İmam Ali, Hüseyin, Abbasilere karşı hem siyasi hem silahlı mücadelede bulunan gruplar. Bir çok isim var. Müslüman hareketin çok daha güçlü olduğu ülkeler var. Müslümanların sermayenin çoğuna hakim olduğu ülkeler de var. Neden bu ülkelerdeki mülk karşıtı müslüman hareketler 1 Mayıs’a gidecek kadar örgütlenememiş bu ülkelerde? Bu aslında kolay bir şey değil. Biz mesela şu anda dıştan bakıldığında bir eylem organize ettik ama bu eylemi organize eden gençlerin hayatlarına baksanız kolay şeyler başarmıyorlar. Çok büyük engelleri aşarak buralara gelebiliyorlar. Ailesi, cemaatleri var. Buralardan çıkıp bu işleri yapmak çok kolay değil. Bu Türkiye dışındaki İslam dünyasında çok çok daha ağır. Türkiye kısmi olarak rahat şu an. Sesini çıkartabiliyorsun. Körfez ülkelerinde Ebu Zerr’i, Ali’yi, Kerbela’yı savunduğun zaman dahi doğrudan dışlanıyorsun, sesini kısıyorlar. Dinin bu baskıcı yüzü dışarıdan pek fazla görülmüyor. Dolayısıyla içerden bakıldığında ne kadar zor olduğu aslında anlaşılabiliyor. Neden bu sesler çıkabiliyor diye. Bir de tabi şöyle bir şey var; Hristiyanlık için de, Yahudilik için de geçerli olan bir şey. Her zaman özünden kopartılıyor bu dinler. Şu an bir Kur’an- ı Kerim var kitap olarak. Bu Arapça bir kitap. Günümüzde Arapça konuşulan, bilinen, milyonlarca insanın konuştuğu bir dil. Her yerde Arapça kursları var. Ama Kur’an’ın tercümelerindeki her cümle nedense saçma sapan. Yüzde 50’den fazla daha iyi bir tercümesi yok. Bu sadece Türkiye’de değil bütün İslam dünyasında geçerli. Araplar dahi Kur’an’ı okurken Arapça diline güvenmiyorlar. Bunu anlayabilirim diye değil; din adamları yorumla-
mışlar bunu. Onların yorumuna göre anlıyorlar bunu. Ortada yüzyılların biriktirdiği, İslam’ın sırtına bindirilmiş, Kur’an’ın sırtına bindirilmiş bir yük var. O yükleri kaldırmak kolay değil. Bu düşüncenin gelişememesininde Soğuk Savaş’ın etkisi var mıdır? O dönemde Sovyetler’e karşı cephelenen ve ABD tarafından örgütlenen İslamcı hareketler var. Bunun İslam dünyasında tabii ki etkisi var. Zaten bunun da ben yine şahsi olarak, kasıtlı ve küresel bir plan olarak yürütüldüğünü düşünüyorum. İslam dünyasında sürekli olarak komünizmi bir öcü olarak gösterdiler, İslam’ın baş düşmanı komünizmdir, asıl şeytan budur dediler. Amerika ile ittifak yapılabilir, Batı ile ilgili bir sorun yoktur dediler. İşte Afganistan’da olanlar da buna sebep oldu. Tabii onun öncesi de var. Bu propaganda için çeşitli kişiler seçildi İslam dünyasının her bir köşesinden, o kişilerle beraber bu propaganda yapıldı. Bunu Türkiye’de de yaptılar. Türkiye’de kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri Türkiye’deki Müslüman halkın paralarıyla açılmış dernekler değil. Bunlar bir anda patlak verdi. Bütün camilerde işte ‘komünistler hakim olursa malınızı gasp edecekler, karınızı şöyle yapacaklar’ gibi vaazlar organize ettiler. Tüm Türkiye Müslümanlarına bu propaganda işlendi. Öyle bir dönem oldu ki Amerika bizim kardeşimiz, dostumuz dendi. İslami bir gazetede Clinton geldiğinde “Hoş geldin Clinton” diye manşet atıldı. O kadar etkili bir propagandaydı. Sol- sağ çatışmalarının hakim olduğu dönem bu ortamı bozmak isteyen birkaç kişi oldu. Yoksa Müslümanlar genel olarak sağa eklemlenmişlerdi. Türkiye’de 5-6 civarında bu oyunu bozmak isteyen genç oldu. Bunlar da yalnız bırakıldı Müslüman camia tarafından. Yeşil komünist diyorlardı bunlara. Metin Yüksel bunlardan biriydi. Fatih Camii’nde ülkücüler tarafından ‘yeşil komünist’ denilerek ve tekbir getirilerek öldürüldü. O 2 – 3 arkadaşıyla beraber bu oyunu bozmak isteyen gençlerden bir tanesiydi. Yüksel de hayattayken Müslüman camia tarafından yalnız bırakıldı. Hatta onun hakkında demediklerini bırakmadılar İslamcı çevreler. İftiranın, dedikodunun haddi hesabı yoktu. Öldürüldükten sonra şu an Metin Yüksel desen herkes ağlar. Bizim şehidimiz diye sahiplenmeyen hiçbir İslami cemaat bulamazsın. İsslamcı çevreler, Malcolm X gibi, Ali Şeriati gibi isimler şehit olunca otomatikman sahipleniyorlar bizim şehidimiz diye onları. Bu oyun bozulmaya çalışıldı ama çok bozulamadı o dönemde. Şu anda da aslında bozulmuş değil, aynen devam ediyor. Şu an İslami camiayı sağdan ayrı düşünmek doğru değil. Terörle Mücadele Şubesi’nde bile İslamcılardan göz altı olduğunda sağ masa bakar. Hala ayrılmış değil. 1 Mayıs’ta dediğim gibi Fatih Camii’nde ona vurgu yapmak istedik. Fatih Camii’sinde 30 sene önce bir araya gelmiş Müslüman gençler komünizme karşı kışkırtılmış, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin örgütlediği gençler o camiden çıkıp ABD filosunu taşlamaya giden, denize dökmek isteyen komünistlere
SPOT 15
Kürt halkının yapmış olduğu savunma Kuran’a göre yüzde yüz meşru bir savunmadır. Buna Kur’an’dan bir örnekle Kürtler yanlış yapıyor diyebilecek tek bir adam dahi yoktur. Kürt siyasi hareketinin barış şartları olarak öne sürdüğü taleplerin hepsi Kur’an’a göre meşru şartlar dahi değil, olmazsa olmaz şartlardır. Bu şartlar için savaşılır Kuran’a göre. karşı saf tutmuşlardı. Biz de dedik ki bugün önemli olan komünizmle mücadele değil, kapitalizmle mücadeledir. Zaten kortejin ismini de o yüzden “Kapitalizmle Mücadele” olarak belirledik. Fatih Camii’sinden dedik ki biz şimdi 1 Mayıs’a gidiyoruz. Olması gereken budur. Redd-i Miras yapıyoruz dedik. Tabii bu mesajla ne kastedildiğini belki çoğu kimse anlamadı, ama bu mesaj İslami camia içerisinde gayet net bir şekilde anlaşıldı ve çok büyük etkisi oldu.
16 SPOT
Size yönelik soldan karşı çıkışlarda, eşcinseller, kadın hakları, şiddete dayalı adalet anlayışı gibi Kur’an’ın baskıcı olarak görülen noktaları ön plana sürülüyor. Kur’an gerçekten böyle bir toplum mu öngörüyor? Kuran zaten anlaşılmış olsa; barış yurduna ön gelen, bütün insanların özgürlüğünü, eşitliğini esas alan mafinestodan başka bir şey gözükmez. Kur’an bir din kitabı. Allah tarafından verilmiş ve Kur’an dendiğinde insanların aklına cihad, kadınlarla ilgili hükümler, el kesmek, öldürmek, cehennem – cennet, ahretle ilgili ölümden sonra ki hayat gibi şeyler geliyor. Ben de şunu abartı olsun diye söylemiyorum; Kuran dendiğinde bu akla gelen şeylerin Kur’an’la alakası yok; hatta bunlar Kur’an’ın tam tersi. Yani Kuran’ın zaten mücadele ettiği şeyler bunlar. Hiçbir peygamber ve ne Tevrat, ne İncil ne de Kuran bir dinsizlikle mücadele etmez, bununla ilgili tek bir söz bulamazsınız peygamberlerin hayatında ve kitaplarda. Bunların zaten mücadele ettiği kesim dindar kesimler. Bütün peygamberlerin mücadele ettiği kafir, münafık gibi kavramların hepsi din sahipleri için geçerlidir. Bunlar dinsizlikle ilgili değil; dindarlara ait kavramlardır. Kuran onlara karşı mücadele eder. Peygamberin savaştığı kişilerin hepsi muhafazakar, milliyetçi, kabileci, sürekli 5 vakit namaz kılan, oruç tutan, Kabe’yi tavaf eden, kurban kesen kişilerdir. Bu mücadelenin zaten özü bu. Kur’an budur deyince sanki bir kasıntı yapıyoruz. Biraz da abartıyoruz gibi anlaşılıyor. Genel kabul görmüş anlayış bu olduğu için biz bunu söyleyince “hadi canım o kadar olmaz” diyorlar. Ama gel bakalım diyoruz. Hiçbir din adamı, molla, şeyh karşımıza ge-
çip; Kur’an’da bu var, bu yok diyemedi, diyemez de zaten. Biz zaten Kur’an’ı tam olarak savunduğumuz için bu ses, bu düşünce ortaya çıkıyor. Kuran’ın tahrif edilmiş halini değil de gerçekte Kuran’ın ve peygamberlerin mücadelesinin ne olduğunu anlatmaya çalışıyoruz ve onların yolunu sürdürmeye çalışıyoruz. O yüzden bu konudaki mücadeleyi doğal olarak ilk olarak dincilerle yapıyoruz. Eşcinsellikle ilgili ayrıca soru sorulmasını dahi doğru bulmuyoruz. Bunu benimsersin, benimsemezsin, bunu tartışabilirsin. Kim bir hakla ilgili mağdur olmuşsa o hakkı savunmak bizim görevimizdir. Vicdani red’e nasıl yaklaşıyorsunuz? Bir Müslüman dini inançları nedeniyle vicdani red yapmalı mı? Biz zaten vicdani reddimizi açıklayacaktık, içimizde geçmişte vicdani red yapmış olan arkadaşlarımız da var. Ben de 2006’da vicdani red’den yargılandım ama bu sefer yine bu anti kapitalist olarak hem yeni hem eski arkadaşlarla beraber yeni bir vicdani red ilanı düşünüyorduk ama yetiştiremedik. Tabii ki vicdani redd yapılmalıdır. Yine şahsi olarak söylüyorum, bu boynumuzun borcudur. Birçok gerekçe var çünkü. Türkiye’de Kürt halkına karşı verilen savaş bunun bir gerekçesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir personeli olmak, paşaların emri altına girmek başka bir gerekçedir. O hiyerarşi içinde yer almak bir gerekçedir. Onlarca gerekçemiz var. Biz savaş karşıtıyız ancak direniş karşıtı değiliz. Şiddeti sadece şiddet uygulandığında savunma amaçlı olarak meşru görüyoruz. Hiçbir şekilde şiddeti kabul etmiyoruz diye bir görüşümüz yok. TC Devleti Kürt halkının haklarını gasp etmiştir. Bu temel haklara da girer, yaşam hakkına da girer. Kur’an’a göre bir halkın böyle bir saldırıya karşı yapması gereken şey kendi yaşam hakkını savunmak için müdaafaya, savunmaya geçmesidir. Ki o savunma meşruu bir savunmadır. Kürt halkının yapmış olduğu savunma Kuran’a göre yüzde yüz meşru bir savunmadır. Buna Kur’an’dan bir örnekle Kürtler yanlış yapıyor diyebilecek tek bir adam dahi yoktur. Kürt siyasi hareketinin barış şartları olarak öne sürdüğü taleplerin hepsi Kur’an’a göre meşru şartlar dahi değil, olmazsa olmaz şartlardır. Bu şartlar için savaşılır Kuran’a göre. Kapitalist sistemin kirliliklerinden uzak durmak için neler yapıyorsunuz? Kolektif bir yaşam tarzınız var mı? Bizim kendi içimizde böyle kurallı kaideli bir yaşam tarzı oluşmuş değil. Ama sonuçta cemaat mantığını işlersek zaten komün ve cemaat aynı şeydir. Cemaat ya da komün denilen şey zaten sosyal statüde ekonomik olarak, fikirsel olarak birleşmiş yapıya cemaat denir. Elbette ki koşullar elverdiğince bunu yaşatmaya çalışıyoruz. Yaşadığımız evlerden yediğimiz yemeğe kadar hepimiz eşit, kolektif bir yaşam sürmeye çalışıyoruz. Ama benim söz ettiğim şey daha ileri bir kolektif bilinçtir. O da kent yaşamında mümkün değil. O da inşallah bir gün mümkün olur. Bu hiyerarşi ve üstten bir eşitlemeyle değil; aşağıdan bilinçlenmeyle sağlanmalıdır.
Söyleşi: Emre Tansu Keten
Mülkiyetle sorunu olmayan Müslümanlarla tartıştığınızda size en çok hangi argümanlarla karşı çıkıyorlar? Bunlardaki korku komünizm korkusu hala. Yoksa tartışma yapıyor değiliz. Hakikaten bu insanlarda bu korku olmasa, gel İslam’ı, Kuran’ı tartışalım diyeceğiz. Ancak sadece kendi menfaatlerini güderek böyle bir tartışmaya girmiyorlar. Bazıları gerçekten kendi sermayesi elinden gidecek diye, kendi zenginleşmesi elinden gidecek diye çok ciddi bir şekilde saldırganlık ediyor. Ama gitsen yoksul birçok Müslüman var. Onlarla gidip konuşsan onlar da ‘biz solcu muyuz, sosyalist mi oluyoruz?’ diyor. Kuran üzerinden bir tartışma yürütülmüyor hala. Sermaye sahipleri, zenginler kendi zenginlikleri elden gidecek diye sürekli cevap verme peşindeler. Yoksa Kur’an üzerinden bir tartışma yürütülse hiç kimsenin vereceği cevap yok. Tartışmalarda Peygamberle ilgili bir örnek veremiyorlar. Ancak peygamber sonrası dönemden örnek verebiliyorlar. İşte halifeler bunu yapmıştır, sen halifelere kafir mi diyorsun? Onlar da mı yanlış yapmış? İşte Muaviye’nin şöyle sarayı varmış, Ömer şunu yapmış gibi peygamber sonrası dönemden örnek veriyorlar. Sadece mülkiyet temelinde değil; biz 1 Mayıs’ta sadece işçiler, emekçiler özelinde kalmadık. Hem işsizlerin, hem kadınların, hem Kürtlerin, hem Alevilerin, hem Ermenilerin sorunlarını gündemimize almak istedik. Bunların argümanları genellikle peygamber dönemi sonrasında oluşturulmuş. Bu da egemen, Emevi, Abbasi İslamı dediğimiz fetihçi İslam anlayışının oluşturmuş olduğu bir İslam külliyatıdır.
Yoksa dediğimiz gibi bugüne kadar daha İslam üzerinden bir tartışma yapılmadı. Ona da biz hodri meydan dedik, yine diyoruz. Eğer kaynak olarak Kuran ise biz Kuran üzerinden tartışmaya her zaman varız. Ve bize karşı verecekleri hiçbir cevap olduğunu zannetmiyorum. Çünkü Kuran’da bu mesaj çok açık bellidir; eşitlenmeye yönelik. Aslında tek tanrıcılığın özünde bu vardır. Tek tanrıcılık tek sınıfçılığı savunur. Çok tanrıcılık denen şirk de çok sınıflılığı savunur. Bütün peygamberlerin verdiği mücadele budur. Tarih boyunca tüm tek tanrıcılar, yani tevhid’i savunan tüm peygamberlerin hepsinin karşısında sermaye sahipleri, egemenler, burjuva, elit kesim bulunmuştur. Bütün peygamberlerin yanında da her zaman ezilenler, köleler, kadınlar bulunmuştur. Bu bütün peygamberler için geçerlidir. Bu gerçeği görmemek mümkün değil. Verilmesi gereken mücadele emek, özgürlük ve eşitlik mücadelesidir. Hem Tevrat’ta, hem Kuran ve İncil’de verilen mesajda, sürekli devrimlerle sınırsız, sınıfsız barış yurdu denilen, insanların insanlarla, doğayla, tüm canlılarla barışık bir biçimde yaşadığı bir barış dünyası tasvir edilir. Biz bunu ütopya olarak görmüyoruz ve amacımız, hedefimiz bu olmalıdır. Kuran’a inanan,peygamberlerin yolunda olmak isteyen herkesin amacı bu olmalıdır. Yeryüzünü cennete çeviren cennetliktir, yeryüzünü cehenneme çeviren cehennemliktir, bu kadar basit.
Erdoğan Aydın:
“Din algımızı sorgulamalıyız” Türkiye’de artık gözle görülür bir muhafazakarlaşma yaşanıyor. Ya da var olan muhafazakar tutum daha sert ve tahammülsüz bir hale geldi. İktidar mekanizması da her dönem olduğu gibi bunu hem besliyor, hem bundan daha yönetilebilir bir toplum yaratıyor. Laiklikten evrim teorisine kadar tüm din dışı ya da dine mesafeli teoriler bir bir itibarsızlaştırılıyor. Buna karşın sol iktidarın yarattığı bu tartışmalara dahil oluyor ve yaratılan etkiye tepki veriyor. Ama sorun burada başlıyor. Marksist sol dine dair eleştiriyi burjuva aydınlanmacı laiklikten nerede ve nasıl ayırmalı? Ya da sol, burjuva aydınlanma laikliğe neden sapma yaşanıyor? Ve tüm bunların içinde sınıfsal mücadeleye yeni bir soluk kazandıracağı iddiasıyla 1 Mayıs’a çıkan anti kapitalist Müslümanlar da sol için bir başka tartışmaya yol açtı. Tüm bunların değerlendirmesini Yazar Erdoğan Aydın’dan dinledik.
Son dönemde hem ekseri anlamda toplumda hem özelde laik/sol çevrelerde din algısının çok karmaşıklaştığı, muğlaklaştığı bir süreç yaşıyoruz. Çok fazla şey tartışılıyor. Toplum muhafazakârlaşıyor, muhafazakarlık kavramının kendisi tartışılıyor. Ayrıca yine son dönemde antikapitalist İslami hareket ortaya çıktı. Bunlar Marksistlerden nerede ayrılıyor, buluştukları zemin nedir? Esas itibarıyla bu karmaşa ve tartışma döneminde Marksist din yaklaşımının ve eleştirisinin burjuva aydınlanmacı din eleştirisi, aydınlanmacı laisizmin birbirine karıştığını görüyoruz. Bu ikisini birbirinden ayıran temel çizgi nedir? Burjuva sekülarizmiyle Marksist devrimci din eleştirisi birbirinden nerede ayrılır? İşaret ettiğiniz gibi kaba bir materyalizm, kaba bir aydınlamacılık ile muhafazakarlaşmış toplumun dönüşümü arasında da bir sorun var ve bu karıştırılıyor. Fakat karıştırma sadece bu yönden değil. Aynı zamanda karıştırılan bir diğer şey de var ki kimi Marksist kökenli kişilerin en az bu işaret ettiğiniz mesele kadar sorunlu; dinde devrimcilik aramak, dine dair eleştirel yaklaşımları da toptan bir tarafa bırakmak şeklinde bir başka sapmayla da karşı karşıyayız.
Oysa marksizmin hem materyalist dünya görüşü zemininde sağlam biçimde durmak, hem toplumun materyalist aydınlanmasını sağlamak aynı zamanda muhafazakarlaşmış olan toplumu sınıf talepleri doğrultusunda dönüştürülmesi gibi bir sorunu var. Bu açıdan baktığımızda en güncel politik gelişmeden yola çıkacak olursak Antikapitalist Müslümanlar’ın 1 Mayıs’a katılımı ve giderek emek eksenli bir dil kullanmaya başlamaları aslında bu konuda şu ana kadar ki mevcut teorik yaklaşımlarımızı da oturup ciddi bir şekilde sorgulamamız için de bir ikinci neden olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla bu açıdan baktığımızda hem bu muhafazakar toplumun mevcut din özgür-
lüğünü savunarak, onların dünyaya dinsel perspektifle adalet arayışlarına saygılı olmayı da içeren yeni bir dil geliştirmeye ihtiyacımız var. Her şeyden önce bu anti kapitalist Müslüman diye anılan çevrelerin adaleti, sınıf mücadelesini İslami literatür ve tarih içinde arama çabalarının anlamlı bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Çünkü bugüne kadar söz konusu bu İslami algı içinde sadece siyaseten diktatörlük, ekonomi politik anlamda da sadece eşitsizliği öngören ve bunu kabul eden bir bakış açısının hakimiyeti söz konusuydu. Oysa bu son örnek ve yine 60 – 70’li yıllarda karşımıza çıkmış olan İslam sosyalizmi akımı bize gösteriyor ki İslami tarih, İslami hayat sadece ondan
SPOT 17
ibaret değil. Aslında bu İslami hayat içinde de bir adalet arayışı ortaya çıkabiliyor ve esasen bunun geliştirilmesine bizim katkı yapmamız lazım. Eğer dünyanın devrimlere koştuğu 60- 70’li yıllarda olsaydık belki de bu kadar özel bir çaba harcamamız gerekmezdi. Ama özellikle günümüz koşullarına toplumun bir bütün olarak, özellikle emekçilerin muhafazakar eğilimlerin altına girdiği bir ortamda bizim bu konularda daha hassas daha ince ayrıntıları dikkate alan bir yaklaşıma ihtiyacımız var. O halde nereden başlayabiliriz? Öncelikle felsefi düzeyde Marksizm ile politik Marksizm arasındaki, sokağa yansıyan o farklı eğilimi biraz daha belirginleştirerek başlayabiliriz. Marksistler olarak her halükarda bizim materyalist bir duruştan vazgeçebilme şansımız olduğunu kanaatinde değilim ama buna karşılık propaganda dilimizde ve örgütlenme kıstaslarımızda, toplumun genel eğilimlerini saptama ve bunlara müdahale etme süreçlerinde, yani politikanın alanında kesinlikle bu materyalist duruşun dilini birebir politikanın diline çevirmeye kalkıştığımızda aslında hem kendimizi kitlelerden tecrit etmiş oluruz hem de aslında yapmaya çalıştığımız şey materyalizmin kendisi olmaktan çıkıp kaba bir materyalizm, sizin de işaret ettiğiniz gibi aslında burjuva aydınlanmacılığının alanına hapsolmak gibi bir sapma olacaktır. Esasen Marks’ın teorik analizlerinde de dikkatli bir okuma yaptığımızda bunun çok net ipuçlarını bulmaktayız. Nedir bunlar? Çoğu zaman burjuva aydınlamacılığıyla, bir kaba materyalizm olarak bize aktarılan dinin bir afyon olduğu gerekçelendirilmesini kendi iç bütünlüğünde okuduğumuzda Marks’ın kendisinin de burada negatif / olumsuz anlamda değil de aslında pozitif bir vurgu yaptığını; bu afyonun ezilenlerin, mağdurların bu ezilme durumlarını daha çekilebilir bir hale getirmeye yönelik bir sığınmayı temsil ettiğini ve dolayısıyla buradaki bu afyon kelimesinin olsa olsa bir ilaç kullanımında kullanılan bir afyona benzetilmesi, herhangi bir uyuşturucu anlamında afyondan değil de,
“Anti kapitalist Müslüman diye anılan çevrelerin adaleti, sınıf mücadelesini İslami literatür ve tarih içinde arama çabalarının anlamlı bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Çünkü bugüne kadar söz konusu bu İslami algı içinde sadece siyaseten diktatörlük, ekonomi politik anlamda da sadece eşitsizliği öngören ve bunu kabul eden bir bakış açısının hakimiyeti söz konusuydu.” 18 SPOT
tedavi edici anlamda bir afyondan söz edildiğini görüyoruz. Bu açıdan da baktığımızda aslında marksizmin dünyayı değiştirmek iddiasında, dolayısıyla esas olarak bir politik çıkış olan marksizmin mutlaka bu mevcut durumu gören yerde duruş sergilemesi gerektiği çok açık. Bir de tabi Marks’ın Feuerbach Üzerine Tezler’i yazdığı süreçte bir Marks var. Burada Marks dine yönelik eleştirileri dillendiriyor; dinin bir afyon olduğunu, dünyada vicdan arayışı haline geldiğini söylüyor ama bir de Marks’ın 1844 El Yazmaları’nı yazdığı dönemdeki Marks var. Yani giderek değişen bir Marks var. Bu dönemler arasında dine yaklaşım konusunda bir fark var mıdır? Aslında bütün teorik tarihimizi anımsadığımızda Marksizmin somut durumların somut tahlili olduğu ve sınıf mücadelesinin biçimlenmesindeki farklılıklara bağlı olarak dilinde görece farklılıklar sergilediğini görüyoruz. Bu, kesinlikle burjuvaziye ait bir pragmatizm anlamına indirgenmemelidir ama somut durumun somut tahlili bize özellikle kitlelerin mevcut acılarını dindirmek veya da mevcut dünyadaki yaşamlarını realize etmekte eğer dinle kurdukları bağın biçimine bağlı olarak bir politik çıkış olan Marksizmin yaklaşım tarzını farklı kılmaktadır. Bu farklılık üstelik sadece pragmatik anlamda değil; aynı zamanda algı biçimini de değiştiren bir anlam taşımaktadır. Marks’ta işaret ettiğiniz gibi yabancılaşma, bağlı ulusların çözümü, emperyalist kapitalist sermayenin üçüncü dünya ülkelerindeki yaptırımının yaratacağı sonuçları ve benzeri bir dizi konuda Marks’ta zaman zaman birbiriyle çelişmeli, çatışmalı yorumlara rastlamak mümkündür. Ama aradan 150 yıllık bir zaman geçtikten sonra bizim bu bütünsel tarihe, bu bütünsel tarihin bize kazandırmış olduğu birikimden hareketle yaklaşacak olursak şu konuda netleşmemiz lazım; şu anda, dünyanın son 20 yılında dünyayı cenette çevirme umutlarının bir hayli düştüğü, dolayısıyla insanların dinde bir sığınma, bir acılarını dindirme durumu yakaladığı bu konjoktürde bizim salt felsefi bir dilin, salt materyalizmi anlatan bir dilin kesinlikle başta emekçiler olmak üzere bir kulaktan girip diğer kulaktan çıkacağını, dolayısıyla da onları dönüştürmekte hiç de işlevsel olmayacağını kavramak zorundayız. Kaldı ki son 20 yıllık süreç bunu kavramamız için bize çok anlamlı bir tecrübe olmuştur. Yani ne yapmak lazım? Materyalist duruşumuzdan, materyalist tarih anlayışımızdan vazgeçmeden, bu konuda herhangi bir sarsıntıya düşmeden; örneğin liberal bir pozisyona sapmadan ama diğer taraftan kitleleri nasıl dönüştürebileceğimiz, bizim kitlelerin hayatına anlamlı değişimi başarmamızın, kitlelerin bilincinde nasıl ete – kemiğe büründüreceğimiz sorununu da çok net bir sorun olarak karşımızda duruyor. O halde hem dediğim gibi bilimsel materyalist konumumuzdan vazgeçmeden ama geniş emekçi yığınlarının, özellikle muhafazakar emekçi yığınların esasen din tartışma-
ları üzeriden değil; tam tersine sınıf mücadelesinin güncel dili üzerinden, yoksulluğun, adaletsizliğin güncel sorunları üzerinden bir politik dil geliştirmeye şiddetle ihtiyacımız var. Bunu etkili kıldığımız oranda zaten şunun özgünlüğünde davranmak zorundayız; 60’lı, 70’li yılların Türkiye’sinin pratiği bize göstermiştir ki emekçiler sendikal mücadele içinde haklarını alabildikleri, örgütlü davranış içinde sorunlarını daha rahat çözebildikleri koşullarda zaten giderek dine sığınma pozisyonundan çıkmakta. Tam tersine dünyayı bireyin, bilimin özgüveniyle bakabilir pozisyona yükselmektedirler. Dolayısıyla bu pozisyonu elde etme çabası içinde olmak gerekiyor. Sınıf söylemini bir tarafa bırakma; din üzerinde sistemler hesaplaşmaya çalışma kitlelerin gerçekliğinden kopma değil midir? Kesinlikle öyle. Ama burada sınıf söyleminden kopup dini söylemin içine girmiş kitlelerin din söylemi üzerinde değiştirmek gibi bir hayale de kapılmamak lazım. Örneğin anti kapitalist Müslümanlar kendi bulundukları dünya, ortam itibariyle bu dili kullanabilme ve bu dil üzerinden giderek yeni liberal İslamcılığa karşı bir zemin elde edebilirler. Ama bizim materyalist konumumuzdan vazgeçerek sorunun çözüm referansını dini metinlerde arayan bir noktaya geri çekilerek yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Kaldı ki bu gerçek anlamda ikiyüzlü bir tutum da olur, pragmatik bir tutum olur. Bu pragmatik tutum bir süre sonra bizim kitleler nezdindeki inandırıcılığımızı ortadan kaldırır. Ama bu işi zaten anti kapitalist Müslümanlar yapmaya başlamışlardır. Buradan giderek yeni liberal İslamcı hegemonyayı ciddi anlamda rahatsız etmektedirler. Henüz sayıları çok az, kurumsal düzeyleri çok az. Ama buna rağmen İslami dili ve tarihi içinde, bir iki ayetten hareketle de olsa, Ebu Zerr gibi tarihsel figürden hareketle de olsa dillendirdikleri adalet ve eşitlik söylemi bizzat o dünyanın kendi içinde kopmalar yaratmaya yetmiştir. Umalım ki o dünyadaki yeni liberal hegemonyayı parçalamada önemli bir işlev görebilsin. Ama bizim onların durdukları yerden değil; kendi durduğumuz yerden ön palana çıkaracağımız kavramların bu mevcut dünyaya uyum sağlaması çerçevesi üzerinden bir ilerleme sağlamamız lazım. Bunun için de dediğim gibi sınıf mücadelesinin dilini zamanın ruhuna uygun, dünyanın ve Türkiye’nin mevcut kitlelerin psikolojilerine uygun bir yerden yeniden kurgulamamız lazım. Sınıf mücadelesinin dili derken 60’lerde, 70’lerde çok işlevsel olan dil bugün için çok geçerli değil. Ama bu, sınıf mücadelesinin dilinden vazgeçme anlamına gelmez. Sınıf mücadelesinin dilini güncelleştirmek gibi bir problemle karşı karşıyayız. Bu açıdan baktığımızda 70’lerin kimi sloganlarıyla bugün yapabileceğimiz çok fazla bir şey yok. Kaldı ki 70’lerde de bizim bir dizi eksikliğimiz vardı. Örneğin uluslar arası komünist hareketin veya dünyadaki sol güçlerin diline çok fazla itibar eden, uluslar arası sol hareket içindeki bölünme ve hesaplaşmaları birebir Türkiye’nin
koşullarında yinelemeye ve öğrenmeye çalışan, dolayısıyla gerçek anlamda yerlileşemeyen, sağın millileşmek diye tabir ettiği yerlileşmeyen bir dilimiz vardı ama buna rağmen dünyanın cennette çevrilebilir umudu, dünyada devrimlere yürüyen çok önemli bir dalganın varlığı sayesinde Türkiye’de sosyalist hareket hızla gelişebiliyordu. Bugün bu faktörlerin bütününden yoksun vaziyetteyiz. Dolayısıyla hem sınıf mücadelesinin dilini güncelleştirmek zorundayız hem de bu sınıf mücadelesinin dilini geniş kitlelerin ruhuna, psikolojisine uygun biçimde de güncelleştirmeliyiz. Burada da aslında bizim bu toprakların sınıf mücadelesinde önemli rol oynamış Pir Sultanların, Yunus Emrelerin; yani bu toprakların hümanist ve adaletçi damarını da yakalayan, keza İslami literatür içinde ve İslami tarih içindeki adalet mücadelesi vermiş figürleri de güncelleştiren ama onların devamının birebir onların dediklerini tekrar etmekle sınırlı kalmayıp aynı zamanda onların tarih içinde dönüşümünü temsil eden bizlerin diliyle ifade etmeyi sağlamamız lazım diye düşünüyorum. Marksizmin din eleştirisiyle burjuva din eleştirisinin karışmasının sebebi felsefi Marksizm ile politik Marksizm olan sokağa yansıyan marksizmin bir anlamda kopukluk yaşamış olmasının ötürü geliyor diyebilir miyiz? Bir kırılma yaşandı ikisi arasında galiba. Ve çözüm de yine sokaklara inmek, üretim alanlarına dönmek, sınıf söylemi üzerinden örgütlenmeyi kurmaktır. Ama bunu yaparken bu konjoktürel, dönemsel süreci de yakalamaya çalışırken felsefi marksizmi nasıl yakalayabilir, geliştirebiliriz? Felsefi Marksizm bizim öncelikli davranışımızı, öncelikli bakış açımızı, gelecek tahayyülümüzü belirleyen temel ögedir. Bu tarih perspektifimizden tutun da genel teorik – programatik duruşumuzu saptamakta bizim temelimiz. Fakat bunu sokağa indirdiğimiz, politik hareketin eğilimlerine tercüme etmeye başladığımız anda kaçınılmaz olarak bu tarihsel materyalizm ile sokağın muhafazakarlaşmış, sokağın dinsel bir dili de kullanan duruşu arasında da kaçınılmaz bir uzlaşma sağlamak zorundayız. Bu uzlaşma geçici düzlemde sokağa yansımak olarak yansısa bile sokağa teslim olmamak gibi de bir hassasiyeti sürdürmek zorundadır. Aksi taktirde sol bir harekete, marksizme gerek kalmamaya başlayabilir. Çünkü zaten o sokağın diline teslim olmak, sokağın diliyle sorunların çözülebileceği inancı ve savrulmasını kendimizde hakim kılmaya başladığımız anda itibaren sokağın mevcut siyasal saflaşmalarından bir tanesini güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. Aslında şu anda Türkiye’deki iki büyük akımın soldan ne kadar ciddi bir miktarda insan çalmaları örneğinde de çok net olarak görülüyor. Kaba bir aydınlanmacı yaklaşım ulusalcılık, laiklik, cumhuriyetçilik olarak ortaya çıkıp soldan hem ciddi bir kadroyu dönüştürebilmekte hem de aynı zamanda örgütlemek zorunda olduğu ağırlıkla gençlik kesimini kendine yedekleyebilmektedir. Bir başka diğer ögeyse bugün yeni liberal İslamcı-
lığın darbe karşıtlığı üzerinden, 12 Eylül Anayasası’nı değiştirme söylemi üzerinden önce zaten bütün ufku piyasa ekonomisiyle sınırlı olan liberalleri, onun arkasında da yorgun önemli bir kesim sol kadroyu kendisine yedeklediğini görebiliyoruz. Üstelik bu ikinci kesim çok daha güçlü, çünkü bu kesim aynı zamanda 12 Eylül’le ezilmiş, sendikasızlaştırılmış olan geniş emekçi yığınları, gece kondu halkını zaten muhafazakarlaştığı için gelecek hayallerini tümüyle öbür dünyaya bırakan bir konuma sürüklemiş olduğu için bu liberal çerçeve giderek dinin her türlü eleştirisinin her türlü sorgulattırılmasından bizi vazgeçtirip, adeta materyalist temellerimizden uzaklaştıran bir eğilim olarak karşımıza çıkarmaktadır. Elbette bu iki sapma duruma da savrulmama, her iki sapma durum karşısında kendimizi üçüncü bir güç olarak inşa edebilmek için mutlaka felsefi temelimizi hassasiyetle korumak ve aynı zamanda bu felsefi temeli sokağın ihtiyaçları çerçevesinde, sokağı dönüştürebilmemizi sağlayacak bir çerçeveye oturtmak zorundayız. Bu da kaçınılmaz olarak geçici bir uzlaşmayı gerektiriyor. Bu uzlaşma üstelik sadece bu anlamda değil; politikanın tüm diğer söyleminde de geçerli olmak zorundadır. 60’lı, 70’li yılların dünyası ve Türkiye’sinde çok anlamlı olan demokratik devrim, sosyalist devrim ve benzeri tartışmalar da bugün anlamını yitirmiş vaziyettedir. Bugün aslında sosyalizm hedefini terk etmeyen ama radikal bir demokrasi mücadelesi içine girmek gibi sorunla karşı karşıyayız. Aksi taktirde sürekli marjinal bir güç olarak hayatın kıyısında kalan bir güç olmaktan öteye gitme şansına sahip olamayız. O halde dikkat ederseniz dine ilişkin yaklaşımımız, politik perspektifimiz, örgütlenme anlayışımız bütünüyle yeniden gözden geçirilmesi gerektiği bir süreçte yaşıyoruz. Ve bu durum örneğin Marks’ın farklı dönemlerdeki dil farkı, aynı durumu Lenin’de de saptamak çok rahatlıkla mümkün, farklı dönemlerdeki dil farklılığı aslında sokağın farklı dönemlerinin farklılığının bir yansımasından başka bir şey değil. Ve bizler marksistler için somut duruma çok özel bir değer biçip dilimizi bu somut durum çerçevesine yenilemek bir zorunluluğu, 150 yıllık sürecin bütünün önümüze koymuş insanların, bir geleneğin temsilcileri, o halde bu durumun çok daha büyük bir önem kazandığını görmek zorundayız. Aslında bunlar üzerinden bu meseleyi genişletebiliriz. Şimdi sol içinde şöyle bir eğilim de var: Gidip onların içinden adam kapmaya başladılar. Bu çok büyük bir yanlış. Yani onların gelişmesi, bizi değil, İslamcı-yeni liberal hareketi tedirgin eder. Muhafazakar İslamcılığı, cemaatçileri, tarikatçıları rahatsız eder. Bizi niye rahatsız etsin? Çünkü onlar şu anda bizim rakibimiz değil. Peki onlar bizden adam transfer etmezler mi? Bunu da irdelemek gerekiyor tabi. Bizden şöyle adam transfer edemezler: Bizden transfer edebilme ihtimali olan adamlar zaten daha önce yeni liberallerin, İslamcılık öncesi secdeye yatmış olduklarını görünce zaten transfer edilmiş vaziyette oluyorlar.
“Özellikle muhafazakar emekçi yığınların esasen din tartışmaları üzeriden değil; tam tersine sınıf mücadelesinin güncel dili üzerinden, yoksulluğun, adaletsizliğin güncel sorunları üzerinden bir politik dil geliştirmeye şiddetle ihtiyacımız var.” Yeni liberal kesimin İslamcı versiyonu olan insanlar bugün bize karşı bunları göstererek Materyalizmden bizi uzaklaştırma eğilimine karşı bize muhalefet olarak bunları kullanabilirler. Ama şu anda bizim içimizde veya bizim ulaşabileceğimiz insanların onlara gidebilme gibi bir şansları yok. Aynı şekilde şöyle bir hayalcilikten de uzak durmak lazım; Bu insanlardan da bizim kısa vaade insan alabilme arayışından vazgeçmemiz gerekiyor. Onlar şu an da esas olarak Kürtİslamcı hareketi, yeni liberal İslamcı hareketi, Fettullahçıları, cemaatçileri, diğer tarikatları rahatsız ediyorlar. 2 nedenden dolayı rahatsız ediyorlar: İslam’a adalet söylemini katarak, İslamın tarihinde çok zayıf olan adalet söylemini belirginleştirerek, şu anda İslamcılık içinde, İslamcılara oy veren ve rahatsız olan geniş kesimlerde o rahatsızlık paydasını yükseltiyorlar. Böyle bir ortam geliştiği zaman bizim İslamcılara oy vermiş ve yedeklenmiş insanlarla daha rahat diyalog kuracağımız bir zemin yaratır. Bizim şimdi asıl yapmamız gereken şey şu olmak zorundadır: Kullaşmış, örgütsüzleşmiş olan insanları örgütleyebilmemizi mümkün kılan bir konuma kendimizi getirebilmeliyiz. Bunun için de dilimizi zamanın koşullarına uydurmak, örgütsüzleşmiş insanların sadece politik söylem ve yazıyla ikna edilemeyeceğini, onların karşısına ancak bir güçle çıktığımızda ikna etmemin mümkün olduğu gerçeğini görerek mutlaka ve mutlaka sol içinde azami bir birlik atmosferi yaramaya çalışmalıyız. Örneğin, 1 Mayıs alanına çıkmış insanların üçte birini ya da dörtte birini bir bayrağın altına toplayabilme şansımız olsaydı bu bizim politik dilimizin çok daha geniş emekçi yığınlarına etkili olabilmesini sağlayan bir anlam taşıyacaktı. İlk anda ilgisiz gibi görünüyor ama örgütsüz birey sadece doğru sözlerin peşine gitmez aynı zamanda çocuğuna ders çalıştıracak, sağlık sorununu çözecek, konut sorununa bir şekilde yardımcı olacak bir şekilde iş bulmasına yardımcı olacak bir dayanak bir güç de ister. Biz bu güçte olamadığımız müddetçe, söyleyeceğimiz en doğru sözler, kuracağımız en doğru cümleler bile o insanların bir kulağından girip diğer kulağından çıkacaktır. Oysa İslamcı hareketler, cemaatçiler bugün insanların bu tür sosyal ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Yani sosyalist hareketin 70’li yıllarda çok rahatlıkla karşılayabildiği bir dizi sosyal ihtiyaç bugün İslamcı güçlerce ve görece ulusalcı-laik güçlerce
SPOT 19
Marks’ın Engels’in yaşadığı dönemde bile sokakta din bu kadar etkili olmamıştı. Yani Avrupa’daki sınıf mücadelesinde Marksizm öncesi bir aydınlanma temeli kurulmuştu. Biz de ise sol hareket dinin kuşatmacılığı altında kendine sözde alan açmaya çalıştı. karşılanabilmektedir. Bizim sözümüzü etkili kılabilmemiz aynı zamanda şu mevcut, gereksiz, abartılmış olan sol parçalanmayı aşmaktan, kendimizi daha güvenilir bir sol merkez haline getirmekten geçiyor. Ama bu da yetmez sizin de işaret ettiğiniz gibi eğer birimiz kitlelerin mevcut psikolojisini içeren bir yerden kendini kurmazsa, stratejimiz, programımız, politika yapışlarımız, sloganlarımız bunun gereksinimlerine geri dönüşüm sağlayamazsa sadece güç olmak da yetmez kaldı ki bu gücü kalıcı kılmak da mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla hem toplumun karşısına bir güç olarak çıkmak hem de başta muhafazakarlaşmış insanların ruhuna seslenmek olmak üzere şu andaki mevcut kitle psikolojisini gören, somut durumu gören bir geliştirmeye ihtiyacımız var. Yani özetle bu konu üzerine düşüncem bu. Temel vurmak istediğimiz yeri başta aldık. Niye burjuva aydınlanmacı bir noktaya kayıyor sol, din eleştirisinde? Birincisi dediğiniz gibi sokaktan kopma, felsefi Marksizm ile politik/ pratik marksizmin bu anlamda birbirinden kopması ve kırılma yaşaması. Şimdi bu kırılma yaşanınca da felsefi Marksizme sarılmış olanlar dediğiniz gibi kendileri elitleşiyor. Örneğin TKP sanırım bu eğilimde. Evet, Halkevleri de bu eğilimde, ODP’nin bir kısmında bu eğilim var. Bazı çevrelerde de aşırı bir “İslamcılar ne yaparsa iyidir.” diyen bir yaklaşım var. Her iki yaklaşım da sorunlu. Bu ikisinde de bizim güç biriktirmemizi engelleyen sıkıntılar var. Ama özel olarak okuyoruz, Marksizmin din eleştirisi ile burjuva aydınlamacıların din eleştirisi arasında çok fark var. Dönem dönem Marks’ta burjuva aydınlanmacı bir yaklaşımın izlerini görebiliyoruz. Fakat sınıf mücadelesinin gelişimi onunla kurulacak bağıl pozisyonu kaçınılmaz bir şekilde o dili de değiştiriyor. Üstelik Marks’ın Engels’in yaşadığı dönemde bile sokakta din bu kadar etkili olmamıştı. Yani Avrupa’daki sınıf mücadelesinde Marksizm öncesi bir aydınlanma temeli kurulmuştu. Biz de ise sol hareket dinin kuşatmacılığı altında kendine sözde alan açmaya çalıştı. Ama buna rağmen yine de şu son 10 yıllık 20 yıllık dönem Türkiye tarihinin kitleleri örgütlemek alanında en sıkıntılı olduğu dönemdir. Yani 12 Eylül kadar belki baskı yok,
20 SPOT
90’lı yıllar kadar baskı yok ama buna karşılık algı itibariyle bizim dilimizin tümüyle işlevsizleştiği, şükrün, tevekkülün alabildiğine egemen olduğu, popüler kültürün etkili olduğu, bu liberal demokrasicilik etkisiyle de sanki her türden adalet söyleminin bir kenara atıldığı bir dönemde yaşıyoruz. İhsan Eliaçık’ların geliştirdiği dile de girmek gerekiyor. Felsefi gerçeklik anlamında aslında doğru değil. “Kuran adaleti ön görür, Kuran sosyalizmi ön görür” gibi bir dilleri var. Bunun bilimsel anlamda kesinlikle yanlış olduğunu düşünüyorum. Ama buna rağmen bu kilit farkı bir şekilde anlatmaya çalışabilirsek iyi olur. Kuran onların dediği gibi bir din değil. Hıristiyanlık içinden çıkarılabilinir. Çünkü gerek İsa öncülüğünde, gerek Havariler öncülüğünde muhalif olan, adaletin bayrağı olduğu bir dindi Hıristiyanlık. Ama Yahudilik ve Müslümanlıktan sosyalizm çıkarılamaz. Ya da adaletçi, eşitlikçi, özgürlükçü bir perspektif çıkartmak mümkün değil. Sadece Mekke dönemi ayetlerinden çıkarılabilinir. Yani İslamiyet’in şekillenmeye çalıştığı 24 yıllık bir süreç var. Onun ilk 10 yılından o anlama gelebilen bir şey çıkartılabilinir ama buna karşılık sonraki yani devletleştiği 3. 10 yıldan öyle bir şey çıkartılması mümkün değildir. Bunu ifade etmek lazım. Çünkü aynı zamanda bizim Anti-Kapitalist Müslümanlarla ittifakımızın da sorunlu alanı. Ya bütünüyle onların varlığını böyle sempatiyle karşılamak, giderek onlar karşısında ve dinsel ideolojisi karşısında bizim giderek silahlanmamızı da beraberinde getiren bir işlev görüyor. Oysa gerçeklik bu değil. Bence İhsan Eliaçık dini yanlış yorumluyor. Eliaçık ve İslam-sol ilişkisi kuran diğer kimi arkadaşların varlığından şu anda İslam’ın yeni liberalizm bayrağı Amerika’nın ılımlı İslam veya Ortadoğu’yu kontrol etme ideolojisinin bayağı haline getirebilir konjüktüründe bu müttefiklerimize ve müttefik güçlerimize aynı zamanda birlikte yürüme perspektifi geliştirmemiz lazım. Onlarla aramızdaki farkı koymak ama onlardan kaygı duymamak. Onların gelişiminde Türkiye’nin mevcut bu sıkışmadan kurtulma alanı bulunabilineceğini ortaya koymak lazım. Bir de anti kapitalist müslümanların etkilendikleri isimler var. Ali Şeriati kuşkusuz sosyalistti ama sosyalist mücadeleyi yaratmak örgütlemek adına da İran gibi bir toplumda dinle ilişkili olmak - gerekiyordu. Bu özgün koşullarda yorumlama değerlendirme biçimlerini de ciddi biçimde etkiliyor. Toplumsal olarak bir kırılma yaşandı ve bu bir ön adım olabilir mi en azından? Yani bu tartışmanın bizim açımızdan da şöyle bir önemi var; yeni dilimizi geliştirme meselesini bu laiklik ve din açısından karşılığı nedir? Biz bu tartışmayı yeni dönemin stratejisi, programı, siyaset dili nedir üzerinden düşünmeye başlamış durumdayız geç kalmış da olsak. Bunun dini anlamda kah liberal Müslümanlar kah muhafazakarlaşmış bir dünya karşısında kullaşmış bireyin dönüşümü anlamında yeni dilimizi ne yapmamız nasıl şekillendirmemiz açısından da bizim burada biraz ders çalışmamız lazım.
Sizin söyleşi yaparken ki çabanızı ders çalışmanın kritikleri olarak da düşünelim ve geliştirmeye çalışalım. Anti kapitalist Müslüman camia için şöyle bir sorun var; solla bir ittifak ön görüyorlar Antikapitalist Müslümanlar olarak. Bir toplum modeli ortaya koyuyorlar. Bu anlamda inançlı inançsız ayrımı koymayacağız diyorlar. Sınıf ayrımının olmadığı bir model ama söz konusu din meselesi olunca ne olacak? Sol için dinin sönümlenmesi lazım; onlar için böyle bir durum söz konusu değil. Bu ayrımın yaşanması gereken ayrım geldiğinde ne yapacaklar? Yani orada şöyle de sorunlar var. Dinin cihat kavramı, dinin fetihlerle biçimlenmiş tarihi, dinin taarruz sözüdür diye eleştiriden münezzeh kılınması, uzaklaştırılması gibi… Aslında şuna girmekte de fayda olabilir. Yani, onların da kendi tarihleriyle yüzleşmek zorunda oldukları. Ama biz onlardan bunu hemen çözmelerini bekleyemeyiz. Şuan da onların yeni egemen İslam’a karşı duruşlarının devrimci anlamını gören, değerlendiren ama onlardan farkımızı da sürekli koruyan, onlarla gelecekte çıkabilecek sorunlarımızın da belirginleştirilmesini sağlayan bir teorik silahlanmaya ihtiyacımız var. Ergin Yıldızoğlu bu konuda yazılar yazmıştı. O dikkatli olmak lazım noktasına sürekli vurgu yapıyor. O dikkatli olmaktan öte burjuva aydınlanmacılığının Türkiye’deki ulusalcılığın laiklik algısı çerçevesinde düşünüyor. Özellikle Marks’ın “cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla örülüdür” ifadesi üzerinden söz konusu noktaya değiniyor. Liberaller için bunu söyleyebiliriz. Liberaller gerek 12 Eylül referandumunda gerek önceki süreçte sadece milliyetçiliği ve geleneksel devleti, derin devleti gösterip bu mevcut egemen İslamcılık karşısında hem AKP hem Fettullahçılık karşısında bizi silahsızlandıran, bizi etkisizleştiren, bizi onlara yedekleyen bir misyon gördüler. Ama Antikapitalist Müslümanlar öyle değil. Antikapitalist Müslümanlar da aslında o İslamcılara karşı muhalefet eden o İslamcıların egemen diline karşı adaletin bayrağını yükseltmeye çalışan güçler. Dolayısıyla bu iki kesimi birbirine karıştırmamak lazım.
Söyleşi: Uğur Yıldız
SFK’dan Ayşe Panuş:
“Kürtajda orta yol yok”
Kürtaj yasağının gündeme oturduğu bugünlerde medyada feministlerin söylemleri üzerine çok tartışıldı, çok konuşuldu. Kadın bedeninde can bulacak ceninin yaşam hakkı, müdahalede kadının söz sahibi olup olmaması üzerine günlerce yazıldı, çizildi. Özellikle özürlü bebek doğumları ve tecavüz bebekleri üzerine yapılan yorumlar tüyler ürperten cinstendi. Hayatında hiç kürtaj olmamış ve olmayacak olan bir yığın erkek, kadınların bedeni üzerine söz ürettiler. Doğum öncesi ve sonrasında çocuk bakım emeğinin tamamı kadına yüklenmiş olduğu halde çocuk doğurup doğurmama süreci hakkında söz sahibi olmaya kalkıştılar. Üstelik erkek hazzına odaklanmış cinsellikte kürtaj olayının kadınlar için anlamını bile bile kendilerine ait olmayan bir beden hakkında verdiler, veriştirdiler. Erkek olarak, devlet olarak, sermaye olarak kendilerinin olmayan bir emek üzerinde hak iddia ettiklerini dile getiren Sosyalist Feminist Kolektif üyelerinden Ayşe Panuş’la kürtaj meselesini konuştuk. Dünyada kürtajın yasaklanması ve yasaklanmasına karşı verilen mücadelenin tarihinden kısaca bahsedebilir misiniz? Kürtaj insanlık tarihi kadar eski. Kürtajla ilgili ilk yazılı belgeler Mısır - Ebet Yazıtları’nda görülür. Bu yazıtlarda M.S 98-138 yıllarında yaşamış olan Kadın Doğum Doktoru Soranos tarafından kürtajla ilgili öneriler yazılır. Kadınların kendi bedenlerileri ile ilgili karar verebilmelerinin mücadelesi yüzyıllardır sürmekte, binlerce yıldır kadınlar doğurmak istemedikleri zaman birçok yöntem dener. Bu yöntemler kimi zaman kadının yaşamının sona ermesi ile sonlanır. Kürtaj tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gerek nüfus politikaları, gerek kadın bedeninin kontrolü, gerekse seksin kadınlar için bir üreme olarak yapılmasına dair erillikler v.b. dünyanın her tarafında tartışılırken bu tartışmalar beraberinde hep yeni yasaklamalar getirir. Dünyada kürtajın yasal olarak serbest olduğu ilk ülke Sovyetler Birliği’dir. 1920 yılında alınan kararla ceninin alınması
suç olmaktan çıkarılır. Dünyanın her tarafından kadınların verdiği mücadeleler sonucunda esas olarak 60’lı yıllar ile 80’li yıllar arasında birçok ülkede kürtaj yasak olmaktan çıkarılır. Bugün dünyada kürtaj 73 ülkede serbest iken 68 ülkede hala yasaktır. Yasak olan ülkelerin içinde özel durumlar olarak belirtilen tevacüz ve ensest sonucu gerçekleşen gebeliklerin belli bir süreye kadar alınması serbesttir. Kürtajın yasal olduğu ülkelerde ise Türkiye’dekine benzer bir serbestlik hakimdir. Gebesiniz ve eğer doğurmak istemiyorsunuz, başta doktorunuz, doğurmanız yönünde sıkı bir ikna sürecine girer. Sanki dünyanın en kötü işini yapıyormuşsunuz gibi davranılır. Kadınlar için sanki bu süreç çok kolaymış gibi bir algı yaratılır. Diğer bir algı da kürtajın doğum- kontrol yönetimiymiş gibi bir propaganda yapılıyor olmasıdır. Kürtaj bir doğum kontrol yöntemi değildir. Erkeklerin korunmaması, doğum kontrol yöntemlerine erişelebilirliğin olmaması ve kazayla oluşan gebeliklerin sona erdirilmesi için yapılan bir seçim hakkıdır. Kürtajı yasaklamanın politik anlamı sizce nedir? “Türkiye’nin son dönemde nüfus artış hızına baktığımız zaman bir rivayete göre 1.5, diğer bir rivayete göreyse 1.8’dir. Bu demektir ki ülkenin nüfusu yaşlanıyor. Biz ise şu anda genç nüfusla övünüyoruz ki bunun için en az nüfus artışının 2.5’un üzerinde olması gerekir. Geçmişte dünyada ‘doğum kontrolü’ diyenler, ‘nüfus planlaması’ diyenler, şu anda ‘yandık’ diyorlar ve üste para veriyorlar. Ama nüfus artmıyor. Artık kötü alışkanlıklar başladı. Biz de şimdiden diyoruz ki bir yanlışlık başladı. “Eğer böyle giderse 2038’de durumumuz kötü. Bu durumu düzeltmemiz lazım. Bir Başbakan olarak bunu söylüyorum. Belki ödül de koyarız bu işe belli olmaz. Çünkü bu işi başarmamız lazım’’, “kadın -erkek eşit değildir”, “artık işler kolaylaştı çamaşır makinesi de var 3 tane yetmez 5 çocuk olsun”,” demeçlerini nasıl yorumlamak gerek. Türkiye’nin tarihine baktığımızda kadınların doğurganlığı ve bedenleri üzerindeki denetim ile sermaye birikiminin ivmesi arasında güçlü bir ilişki vardır. 30’lu yıllardan, 60’lı yıllara kadar ki süreçte bırakınız kürtajı, korunma için gerekli araçlar dahi yasaktır. Çünkü nüfusun artması gerekir.1965’ten sonra nüfus planlaması adı altında nüfusun denetimi, nüfus denetiminin adı zamanla “aile planlaması” oldu. Ancak tüm bunlar olurken, kadınların verdiği mücadeler sonucunda kamusal hayatta görünür olmaları, iş gücü piyasasında ev içi hizmet ve bakım hizmetleri ile birlikte yer aldıklarından dolayı daha az çocuk doğurma eğilimine girdiler. Doğum oranları düştü ve nüfus yaşlanmaya başladı. Türkiye her ne kadar genç
nüfusa sahip olsa da giderek doğum oranlarının düşmesi ile birlikte 20-30 yıl sonra yaşlı bir nüfusla karşı karşıya kalabilir ki bu düşüş sermaye birikimi açısından çok riskli bir durumdur. Diğer bir nokta ise kadınların bedeni ve cinselliği üzerindeki erkek egemen tahakkümdür. Kadın doğurganlığı soyun sürdürülmesi daha doğrusu erkeğin soyunun sürdürülmesi için her daim denetlenmiş ve baskı altında tutulmuştur. Dünya sermayeni yeniden üretimi için kadın doğurganlığını denetim ve baskı altına almakta hiçbir beiz görmez. Toplumun devamlılığı ve erkek soyunun devamlılığı açsından ister ezen ulus, isterse ezilen ulus olsun kadının doğurganlığı üzerindeki denetimini asla bırakmaz ve teşvik eder. Kürtajı yasaklamanın diğer bir yönü kadın bedeni ve cinselliğini ailenin, erkeğin ve devletin denetiminine sokmaktır. Türkiye’de de benzer bir süreç işlemektedir. Demografik verilere göre Türkiye’de bölgesel olarak doğurganlık oranın en az olduğu yer batı illeridir. Batı illerinde doğurganlığı artırmak için ödüller konmaktadır. “En az 3 çocuk doğurun, suyu bedava kullanın” gibi örneklere son günlerde çok sık rastlanmaktadır. Sezaryene karşı geliştirilen politika neyi ifade ediyor. Bu bir biyo-politika projesi mi? Sezaryana karşı geliştirilen bu politikanın temel hedefi doğurma yaşının Dünya’da ve Türkiye’de her geçen gün yükselmesidir. Yaş ilerledikçe kadınların sezaryanı tercih etme olasılıkları artar. Bence sezaryan tartışmalarında mesele sanki doktorların para kazanma yönetimiymiş gibi bir algı yaratılarak meşru bir zemin oluşturulmaya çalışılıyor. Oysa esas mesele kadın doğurganlığı üzerindeki sınırlamadır. Bugün birçok kadın koşulları uygun olduğu zaman doğurmayı tercih eder. Fakat sezeryana karşı yürütülen
SPOT 21
oluşturulması ile birlikte bekar kadınlar için kürtajın da önü kapatılmış oluyor. Bekar kadınların kürtaj için başvurması durumunda genel ahlak, evlilik önerileri ve baskısı ile karşılaşmaları, fişlenmeleri kadının can güvenliği için çok riskli bir durum haline geliyor. Hükümetin kafa karıştıran farklı açıklamalarını gelince: bir tür toplumu rıza ile ikna etme ve meşruluk oluşturmaya çalıştıklarını düşünüyorum. Farklı farklı açıklamaları hükümetin kafa karışıklığı olarak değerlendirmemek gerek. Dolasıyla kürtaj yasal olsa bile bir kadının kürtaj hakkı psikolojik, tıbbi ve ideolojik olarak kullanılamaz hale getirilmek isteniyor. Biz asla bunu kabul etmiyoruz ve kürtajda orta yol yok diyoruz. Bedenimizin bizim olduğunu, kararın kadına ait olduğunu, cinselliğimizi, bedenimizi, hayatımızı devlet ve erkek denetimine ve ailenin saadetine feda etmeyeceğizi söylüyoruz. bu politika doğurma yaşını 30’ların altına çekme amacı taşır. Ayrıca sezaryanda normal bir doğum. Kadın kaç yaşında olursa olsun, istiyorsa sezaryan ile doğum yapabilir, kime ne bundan... “Çocuk nasıl gelecek, ters mi doğacak, kordon mu boynuna dolanmış” bunları bir kurula bırakmak kadınların can güvenliği ile dalga geçmektir. Bu gibi nedenlerle, bugün birçok kadın sezaryan olmayı seçebilir.
22 SPOT
Son günlerde kafaları karıştıran açıklamalar geliyor. AKP’nin bakanları birbirlerini yalanlayan açıklamalar yapıyor. Kürtaja yönelik AKP harekatı ne durumda? Kadınların mücadelesi sonucu yasaktan geri adım atan hükümet bu seferde denetleyici ve sınırlandırıcı önerilerle geldiği gibi gebliz denilen bir sistemle gebe takibi yapıyor. Kadınların ailerine kızınız, eşiniz hamile mesajları çekilerek hem özel hayatı ihlal ediyor hem de kadın cinayetlerine davetiye çıkarıyor. Öte yandan ertesi gün haplarını bile takip eden bir süreç ile karşı karşıyız. Her gebe kadının fişlenmesi ve ikna edilmesi; devletin ve ailenin çıkarlarına göre şekilleniyor. Yeni taslakta 10 hafta kürtaj olmak korunmakla birlikte sınırlandırma ve denetleme içeriyor. Ayrıca taslakta kürtaj ile ilgili kurulların oluşturulmasını içeriyor ki bu kurullara kadın tek başına değil eşiyle birlikte girmek zorunda bırakılıyor. Bu kurulda doktor, kürtajın tıbbi boyutu konusunda kadını bilgilendiriyor. Fakat işin ideolojik boyutuna baktığımızda, ceninin yaşama hakkı diyerek, kadında bir suçluluk duygusu yaratarak kürtajı imkansız hale getirilmesine hizmet ediyor. Öte yandan kurulların
Tecavüzden doğan çocuğa “devletin biz bakarız” demesi, evli olmayan kadının babasına “tebrikler kızınız hamile” mesajının gelmesi gibi uygulamalar, git gide kadınlar için daha yaşanılmaz kılınan bir Türkiye’nin mi habercisi? Tecavüzden doğan bir çocuğa biz bakarız diyen bir politikanın tek bir sonucu olabilir: tecavüzü teşvik etmek. İnsanın kanını donduran bir açıklama. Kadın düşmanlığının en üst noktası gibi. Bekar kadınların babalarına çekilen kızınız hamile mesajları, ertesi gün haplarının denetime tabii olması v.b uygulamalarının tek anlamı kadın cinselliğini ve bedenini evliliğe ve aileye hapsetmektir. Ancak evli olursanız kocanızla sevişebilirsiniz. Bunun dışındaki her şey yasaktır. Aynı zamanda bekar kadınların şiddete ve baskıya maruz kalmalarına neden olacaktır. Gebe takibi başlı başına özel hayat ihlali ve bedenimizin aile ve devlet tarafından tahakkümüdür. Kadınlar bir taraftan emek piyasasında ucuz esnek ve güvencesiz işlerde çalışırken diğer taraftanda ev içi emek ve çocuk bakımı, hasta bakımı ile aile merkezli iş gücü piyasasında yer almaktadır. Aynı zamanda kadın bedeni ve cinselliği muhafazakar politikalarla devletin, ailenin ve erkeğin denetiminin arttırılmasına yönelik hükümet politikaları devam etmektedir. Süreci esas belirleyecek olanda kuşkusuz bizim vereceğimiz mücadele olacaktır. Burada sendikaların, partilerin, demokratik kitle örgütlerinin de kendi eril yapılarını sorgulayarak kadın bedeni ve emeği konusunda politika geliştirmeleri ve bir mücadele stratejilerinin olması da şarttır. Gelişen muhafazarlık dalgasında sağdan ya da soldan tüm örgütler etkilenmektedir. Daha ahlakçı bir yapıya bürünerek muhafazakarlığı beslenmektedirler. Kadınların kürtaja karşı mücadelerini yükseltirken, karma örgütler sessiz kalmıştır. Kürtaj yasağına karşı olan çok az erkek, erkeklik hallerini sorgulayarak kendi bedenleri üzerinden sokağa çıkmıştır. Bunun dışındakiler kadın bedeni üzerinden hiç hadleri olmadığı halde söz üretmekten öteye gidememiştir.
Söyleşi: Zeynep Günay
Kadın hareketinin bu yasaklamaya karşı mücadele sürecinden bahseder misiniz? Kadınlar Başbakan’nın açıklamalarından hemen sonra Türkiye’nin her tarafında eylemler düzenlemekte gecikmediler. Birçok yerde kurulan platformlarla birlikte kürtaj yasağına karşı kadınlar bir araya geldiler. “Kürtaj haktır, karar kadınların” adlı platformada kadın kurtuluş mücadelesine farklı bakan birçok kadın yan yanaydık. Ve eylemler gerçekleştirdik. Bazen kadın örgütleri tek başlarına mücadele etti bazen de birlikte kürtaj yasağına karşı mücadele ettik ve etmeye devam ediyoruz. Medyada çalışan kadın gazeteciler sürekli olarak yapılan kampanyalara destek verdiler. Kısacası kürtaj yasağına karşı verilen mücadele farklı yerlerde duran örgütleri, tek tek kadınları bir araya getirdi ve güçlü bir ses çıktı. Verilen bu mücadelenin sonunda kürtaj yasaklamasından geri adım atan hükümet bu seferde kürtajı son derece sınırlandırıcı önerilerle ortaya çıkmaya başladı. Zaten şu andaki kürtaj ile ilgili yasal düzenlenmede de eş izni gerekiyor. Hali hazırdaki yasada bile kadınların kürtaj olmalarının önünde yığınla sorun yaşanıyor. Ve bir çok kadın için sağlığın paralı olmasından dolayı kürtaj erişilebilir değil. Sağlık Bakanlığı bir orta yol bulunacağını söyledi ancak bunun bir orta yolu yok. Hükümetin önerisi ise kadın cinselliğini ve bedenini devletin ve ailenin denetimine hapsetmekten başka bir niyet taşımıyor. Gebe takip ile birlikte bir kocaya sahip olmadığınız için aileniz bilgilendiriliyor. Kısacası tüm kadınların bedenleri dört bir taraftan hapishaneye sokulmuş oluyor. Yapılan kampanya eylemlerinde kadınların
ana talepleri şöyle sıralanıyor: 1- Devlet gebeliklerin sonlandırılması konusunda sınırlandırıcı, yasaklayıcı ve denetleyici olamaz. İstenmeyen gebeliklerde karar kadınındır. 12 haftaya kadar ücretsiz, güvenli kürtaj hizmeti sağlamalıdır. Kürtajı erkeğin iznine bağlayan tüm yasal düzenlemeler de iptal edilmelidir. 2-Tüm üreme ile ilgili sorumluluklar kadın üzerinden şekillenmekte ve tıp dünyasında kadın üremesi konusunda binlerce yöntem icad ederek erkek üremesi ilgili sorumluluklar tartışma dışı kalmaktadır. Erkekler doğum kontrol yöntemlerini uygulamalıdır. Bundan sonraki süreçte nerde olursak olalım, düşüncelerimiz ve ideolojilerimizin farklılıkları ile birlikte yan yana gelerek kadın düşmanı yasakçı ve denetleyici politikalara karşı kadın dayanışmasını ve mücadelesini devam ettirmek zorundayız..
Belediye-İş’ten Mustafa Bal:
Sendikaları tasfiye yasası AKP, iktidarı boyunca uyguladığı, uygulamaya çalıştığı liberal politikalar çerçevesinde sermayeyi desteleyen, onun ülke ekonomisinde yarattığı yüküyse toplumun, özelde çalışanların sırtına yükledi. Bu kapsamda da işçi sınıfının muhalefetini bitirmek ya da tamamen pasifize etmek amacıyla işçi sendikalarının tamamen işlevsizleşeceği yeni bir sendika yasası hazırladı ve yakın bir zamanda meclisten geçirmesi gerekiyor. Yeni sendikalar yasasının yaratacağı etkiyi, yasanın misyonunu Belediye-İş İstanbul Avrupa Yakası İtfaiye Şubesi Başkanı Mustafa Bal, DİSK’ten Necdet Okcan anlattı. Yeni sendikalar yasa tasarısında somut olarak karşı olduğunuz noktalar nelerdir? Genel anlamda ne öngörülüyor? Esas olarak bu çıkan toplu iş ilişkileri yasa tasarısının ILO normlarına uygun olduğu söylense de aslında ILO ile alakası yok. Toplu İş İlişkileri Yasası birçok yasaklarla dolu. 12 Eylül’ün getirdiği yasakçı zihniyet devam ediyor hala. Özellikle sadece toplu iş sözleşmelerinde oturup sözleşme sağlanmadıktan sonra grevi hak olarak görüyor. Aslında demokratik ülkelerde ILO’nun normlarına göre hak grevi, dayanışma grevi, siyasi grev, iş yavaşlatma vb bunların hepsi anayasada işçilerin haklarıdır, sendikaların hakkıdır. Ama bizim ülkemizde bunların hiçbiri hak olarak görülmüyor. Sadece toplu iş sözleşmeleri neticesinde anlaşamazsan greve gidersen hak olarak görüyor. Biz aslında şunu istiyoruz; Eğer bir yerde bir sendika greve gidiyorsa, orada bir hak gasbı varsa ben o sendikayla dayanışma grevi yapmak isterim. Yani lokal, sadece seni ilgilendiren konularda sen greve gidebilirsin demek doğru değildir. Çünkü orada bizim haklarımız bir bütündür. Ama grev alanı daraltılıyor. Bunların önünün açılması gerekiyor. Bu olmazsa olmazlardan biridir. 12 Eylül’ün önce bunlar yasaldı. Ama sonrasında söz konusu yasaklar getirildi. Şimdikiler ise bu yasakları devam ettiriyor. Bu yasakların sürdürebilirliğini sağlamak istiyorlar. Eğer sendikalar varsa isimden ibaret var olmamalı. Bu kurumların hakları vardır, mücadele etmesi gereken, greve gitmesi gereken konular vardır. Hükümet bugün, işçiler greve giderse ulusal güvenlik gerekçesiyle altmış gün erteliyor. Temizlik işçilerinin mesela ulusal güvenlikle ne alakası var? Bu tarz gerekçelerle bu eylemler yasak kapsamı
içine alınıyor. Mesela yeni çıkarılan bu yasada bankacılık sistemi tamamen grev sistemi dışında tutulmuş. Dolayısıyla yeni yeni haklar değil, yeni yasaklar tayin ediliyor.
Bu yasa tasarısı görüşmeleri ne aşamada? En son meclis alt komisyonuna gönderdiler. Meclis alt komisyonunda birkaç değişikliğe uğradı. İşkolu sayısı 28’den 18’e indirilmişti. Komisyonda bunu 22’ye çıkardılar. Esasen örgütlenmenin önündeki en büyük engel barajlar. Barajlar konusunda sendikalar ile hükümet anlaştı; binde 5 üzerinde. Fakat işverenlerin bastırmasıyla yüzde 5’e çıkarıldı. Yüzde 5 de komisyonda yüzde 3’e çıkarıldı. Aslında yüzde 3’ün yüzde 10’dan hiçbir farkı yok. Çünkü iş kollarını 28’den 22’ye düşürürsen diğer işçilerin o iş koluna dağılımı olacağı için örneğin hizmet iş kolunda çalışanlar 1.5 milyon. Sen diğer sendikayı kapatırsan, 22’ye düşürürsen, onun sayıları ona eklenirse 2.5 milyon olur. Dolayısıyla baraj kendiliğinden çıkıyor. Onun için bu çıkan tasarıda kesinlikle barajların kalkması lazım. Bir diğer konuysa konfederasyon barajı getirilmesi… Böylece ufak sendikalar tamamen ortadan kaldırılıyor. Esas olarak ILO’nun en çok karşı çıktığı iş yerindeki yüzde 50 + 1 barajı. Diyor ki bunu kaldır. Yani ben bir sendikayım. Burada 200 tane üye varsam ben onun adına sözleşme yapabileyim. Bu yasanın diğer bir sakat yönü de şu; bu baraj konusunda tutup sendikalara 5 sene muafiyet getirdi. Yani sen bu barajın altında olsan 5 yıl bu işi yapabilirsin. Peki, 5 yıl sonra ne olacak? “5 yıl sonra bu sendikaların kapısına kilit vuracağım.” diyor. Mesela bir sendikanın 10 bin tane, 20 bin tane işçisi var. Sen neden diğer sendikaya bunu mahkum edesin ki? Yani öz olarak birkaç tane cilalı başlıkla altını tamamen tuzakla dolduruyorlar. O halde tüm bunlar; “sendikaları pasifize etmek, var olan haklarını tasfiye etmek ve işlevsiz hale getirmek istiyorlar.” diye anlamak mümkün mü? Evet. Ayrıca bürokrasi ve devlet sendikacılığı yaratmak istiyorlar. Mücadeleci sendika değil. Özendirdikleri, teşvik ettikleri konu bu. Neden bu barajları koyuyor? Barajın anlamı mücadele etmek isteyen, hak alan sendikaların önünü tıkamaktır. Kendilerine göre, devlet ve bürokrasi sendikacılığı yapanların önünü açmış oluyor. Olay bundan ibaret. Bu tarz yasa tasarıları hazırlanırken hükümetlerin genel olarak konfederasyonlarla görüşmesi, onları muhatap alması yasal zorunluluk değil mi? Yasal zorunluluk yok. Ama usul gereği mutabakat olması gerekir. Anlaşma-uzlaşma olması gerekir. Ancak uzlaşma sağladıkları
konularda dahil, örneğin üç tane konfederasyon gidip hükümetle anlaştı. Baraj konusunda binde 5 dediler ama işveren örgütleri bastırdı yüzde 5’ e çıkardılar. İşveren mücadele edecek sendikalarla uğraşmak istemiyor. Devleti dinleyecek, yasaların çerçevesi dışına çıkmayacak, benim dediğim yapacak, devletin dur dediğinde duracak sendikalarla oturmak istiyorum diyor. Ve hükümet de bunların dediğini yapıyor. Siz bu yasanın geçmesini nasıl engelleyeceksiniz? Buna ilişkin gündeminizde ne var? Üç konfederasyonun birleşip buna dur demesi halinde bu yasayı çıkarmak durumları yoktur. Bu açık. Ama Türk-İş yönetiminin teslimiyetçi tutumu ortada... Hak- İş zaten yandaş sendika. İşçi sendikaları harekete geçmeli ama geçmiyor. Yeni yasa tasarısının toplu iş görüşmelerinde sendikaların aleyhine bir etkisi var mı? Şimdi şöyle bir durum var; sendikalara sen yetkili olduğun yerde 5 yıl toplu iş sözleşmeni yap diyor. Ama 5 sene sonra yüzde 10 barajını aşamazsan sen artık sözleşme yapamazsın diyor. Ama örgütlenmenin önü de açılmıyor. O halde nasıl 5 senede örgütlenip barajı aşılabilsin. Yani sendikalara 5 yıl ömür biçilmiş oluyor. Bu şekilde birçok sendikadan kurtulmuş oluyor. Üye barajı lokal mi, ülke geneli mi olarak ölçüt alınıyor? Türkiye genelinde. Bizim iş kolumuzda ülke genelinde 1,5 milyon çalışan var. Yani Belediye - İş beş sene sonra kendi iş kolunda 150 bin tane insanı örgütleyemezse kapatılır. Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde de 6 bin tane işçi var. Burada da 3001 tane örgütlerse sözleşmeye oturur. Bu da işyeri barajının yüzde 50 + 1’idir. Her konuda baraj var önümüzde. İşte ILO’nun itirazı buna. İşyerinde yüzde 50 + 1 baraj olmasın diyor. Hele iş kolu hiç olmasın, işkolu barajı diye bir şey yoktur diyor. Ama bizimkiler devlet ve bürokrasi sendikaları yaratmak istiyorlar.
SPOT 23
Bürokrasi ve devlet sendikacılığı yaratmak istiyor-Yasalar. Mücadeleci sendika değil. Özendirdikleri, teşvik ettikleri konu bu. Neden bu barajları koyuyor? Barajın anlamı mücadele etmek isteyen, hak alan sendikaların önünü tıkamak.” nın sendika, sendikacılar dışında doğrudan işçiyi ilgilendirdiği yönler var mıdır? Örneğin sendikaya üye olma yaşı 15’e indirilecek. Bu, çocuk işçiliğini meşrulaştırmıyor mu? Buna dava açarak engel olabilir misiniz? Suç ama yasal bir şeyse suçtur. Ama yasa haline getirdiğinde suç olmaktan çıkıyor. İnsani midir derseniz insani değildir. Ama ben sendikanın mahkemeye gitmesine karşıyım. Sendikanın mahkemesi kendi grevi ve tabandan gelen gücüdür. Eğer bir işleyişi beğenmiyorsa orada genel grevi koyar. Mahkemeyle halledilecek olsa bir dernek kurar o şekilde de mahkemeye gider. Bizim anlayışımız bu. Ama bugün Türk – İş yönetimi tamamen ve tamamen bir teslimiyetçi uygulama içerisinde. İşçiden, çalışandan değil; haklarını gasp eden hükümetten yana tavır alıyor. Türk – İş’in genel kurul kararı var. Diyor ki kıdem tazminatı genel grev sebebidir. Geçen gün gene başkanlar kurulu yapıldı. Ama Türk – İş yönetiminden tık yok. Hükümet ayrıca şunu ön görüyor; 18 yaş altındakileri hem asgari ücretle hem de uzun vadede çalıştırabilirsin diyor. Yani tamamen yasal güvenceden yoksun tutuyor.
yısı 500 binin altında. İnsanlar örgütlenmek istemiyor, önünde engeller olup örgütlenemiyor mu? İşte mesele budur. Örgütlenmek isteyip örgütlenemiyorlar. Bu ülkede hiç yoktan 30 milyon çalışan vardır. Dolayısıyla örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmazsa üye olma yaşını 5’e de indirse bu iş olmaz. 5 sene sonra da bu yasa kalkmazsa, bu baraj sistemi kalkmazsa birçok sendika kapanacak. Kendilerine yandaş sendika yaratmış olacaklar. O halde yasanın engellenmesi için iş sendikalara düşüyor. Tabanın, işçilerin konfederasyonlara tazyik, baskı yapması lazım. Bu tasarıya geri adım attırmanın tek yolu sokak ayağıdır. Eğer sokak ayağı olmazsa bu yasaya geri adım attırılamaz. Eğer bu yasayı geçirirlerse daha baskıcı olanı gelecek. Sermaye sahipleri, onların iktidarları asla bu yeter demeyecekler, doyumsuz olacaklar. Ancak insanlar örgütlenirse bu örgütlü gücü de yansıtırsa bunun önüne geçebilirler. Sendikal Güç Birliği hakkında bilgi verir misiniz? Nasıl bir yapısı var ve Türk – İş yönetimine alternatif olma amacı mı taşıyor? Evet, bu amaçla oluşan bir hareket. On sendikanın bir araya gelmesiyle oluştu. Ama bu bir kuruluş değil. Sendikalar bir araya gelmiş, Türk – İş’in bu olumsuz, teslimiyetçi tavrı noktasında mücadele sergiliyorlar. Aslında Türk – İş de sendikalardan kurtulmak, sorunsuz yaşamak istiyor. Sendikacılık yapmak gibi bir derdi yok.
Peki, bu duruma, özellikle 18 yaş altında çalışanların durumuna uluslararası hukuk müdahale etmiyor mu? Uluslararası hukuk müdahale etmiyor. Çünkü; bizim hükümet ben örgütlenme hakkı tanıyorum diyor. Ama bana göstersin 16 yaş bile değil 30 yaşında insanların sendikası var mı? Öğrencilerin, çiftçilerin, emeklilerin sendikası var mı? Bir dernek gibi var olması bir şey değiştirmiyor. Toplu iş sözleşmeli, grevli bir hakkı var mı yok mu ben ona bakarım. Örgütlenme hakkı 15’e düşürüldü ama örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılmadığı sürece 5 yaşına düşürse bile ne olur? Avrupa’ya, ben bu insanlara örgütlenme hakkı tanıyorum diyor. Ama sendikanın üye olmanın koşullarını yaratıyor musun? Üye olma şansı sıfır. Avrupa’da bir sendikanın 25 – 30 milyon üyesi var. Ama bizde 12 Eylül öncesinde 44 milyon nüfusla 5 milyon 700 bin sendikalı vardı. Şu anda nüfus 75 milyon olmuş ama sendikalı sayısı 8 yüz 80 bin. Toplu iş sözleşmesi yapanların da sa-
Çıkarılması planlanan sendika yasa tasarısında Türk-İş’in ciddi bir tepkisi olmayacak herhalde. Olmayacak. Türk-İş Başkanı Başbakan ile görüştü bu konularda, hatta görüşmesinden sonra kıdem tazminatları gündeme geldi. Daha önce gizli yapıyorlardı. Hükümet dedi ki: Böyle bir şey gündemimizde yok. Çıktı ki taslak / tasarı hazır. Bunun bir gecede hazırlanması mümkün değil. Kumlu, gidip başbakanla görüştü ve tahminlerimize göre olumlu bir görüş bildirdi ki hükümet rahat hareket ediliyor. Bu ülkenin en büyük konfederasyonu sessiz kalıyorsa, taviz vermişse rahat hareket edilir. Yoksa bu kadar pervasızca hareket etmesi mümkün değil. Tazminatı kaldırıyor, bu 20-30 milyon insanı ilgilendiren bir konudur. Tazminatı şu gerekçeyle kaldırıyor; tazminat almayanları güvence altına alıyorum. O zaman yasa çıkarırsın güvence altına alırsın. Fon kurmak zorunda mısın? Bu ülkede fonların şeceresi
24 SPOT
Sizin kaç üyeniz var? Ve yeni sendikalar yasasının öngördüğü baraj çerçevesinde Belediye-İş sorun yaşayabilir mi? Yaklaşık 100 bin üyesi. Sıkıntı yaşayabilir. Ama Belediye-İş Sendikası büyük sendikadır. Süreç içerisinde bunu aşar. O halde Türkiye’deki belediye işçilerinin yüzde kaçını örgütlemiş oluyorsunuz? Belediye işçilerinin sayısı kaçtır? Sadece belediye çalışanları değil. Son zamanlar farklı iş kollarını eklediler. Mesela güvenlik de hizmet iş koluna aktarıldı. İş kolu genişliyor. Örgütlenmenin önü açılırsa lehimize olur. Ama örgütlenmenin önünü açmıyorlar. Yeni yasada iş kazalarına, iş güvenliğine ilişkin bir düzenleme var mı? Buna ilişkin bir şey yok. İş sağlığı, iş güvenliği tasarısı mecliste uzun zamandır bekliyor. Bir türlü gündeme getirmiyorlar işverenlerin baskısından dolayı. Yeni, ilerleyici, iyileştirici herhangi bir şey yok bununla ilgili. Şimdi bir kısmını geçirmeyi düşünüyorlar ama okumaya başladığınızda görüyorsunuz ki kimi 3 yıl sonra uygulamaya girecek, kimi 5 yıl sonra. Yani diyor ki bu işyeri 5 yıl sonra uygulama kapsamına girecek. Ama 5 yıl sonrada bu yasayı yine değiştirirler. Bu yasa tasarısı yabancı yatırımcıların ülkeye girmelerini ve bir sendikal hareketle karşı karşıya kalmadan rahat hareket etmelerini sağlamak üzere çıkarılıyor olabilir mi? Öyle bir şey değildir. Çünkü yabancı sermayenin geldiği yerlerde de sendikal hareket ve grevler vardır.
Söyleşi: Uğur Yıldız
18 yaş altı çalışanlar kayıt dışı istihdam demek değil midir? Zaten ona teşvik ediyor. Başbakan ben Türkiye’yi Çin yapacağım dememiş miydi? Bu ne demek? Ucuz emek.
Sendikal Güç Birliği üyesi sendikaların ayrılıp ayrı bir konfederasyon kurma hakları yok mu? Hakları var ama ayrılmak istemiyorlar. Bizim Türk-iş ile sorunumuz yok. Türk-İş yönetiminden şikayetimiz var diyor. Ayrıca, Türk – İş içerisinde ortaya çıkıp iktidar olacağım demek sadece zaman kaybıdır. Ben olsam yeni bir konfederasyonla, yeni bir söylemle mücadelemi yaparım. Türk – İş hükümetin de desteğiyle orada mücadele eden insanlara müsaade etmeyecektir.
temiz değil ki. Bu yasa tasarısına hukuki ya da anayasal anlamda müdahale imkanınız yok sanırım. Süreç tamamen dışınızda gelişiyor yani. Evet öyle. Yani bizim sendikalarla mutabakata vardığımız bir taslak yok. Tek taraflı hazırlanmış, işverenlerin görüşü alınmış, Türk – İş’in suskuluğundan faydalanmış. Hak-İş zaten yandaş sendika. Dolayısıyla buna karşı mücadele eden sadece DİSK ve Türk-İş içerisinde Sendikal Güç Birliği var. Sendikal Güç Birliği’ni de hükümet kıskaca aldı. Bu çıkardığı yasanın 64. maddesinde hava işinde madde koydu. Dedi ki hava işinde çalışan yüzde 40 grev kapsam dışıdır. Oradaki araç gereç, personel sayımını, bildirimi işveren kendi yapacak. Bunun anlamı nedir? Yani işveren orada 100 kişi çalışıyorsa 200 – 300 diyecek. Yüzde 40’ını düşecek. Greve çıkacak sayı 10 – 15 olur. Grev kırmaktır. Sendikal Güç Birliği’nin yoğun tepkisi üzerine bunu çıkardılar. Şimdi de AKP milletvekilleri bir teklif verdiler. Hava işlerinde çalışanlara grev yasağı öngörülüyor. Hava-İş sendikası SGB üyesidir. Belediye-İş Sendikası’nın bulunduğu yerlerde ne yapıyor? Hak İş’e bağlı Hizmet-İş Sendikası’na sopalarla adam geçiriyorlar. Burada İBB’de bunu yaptılar. Bilfiil yaşadık bunları. Hizmet-İş Sendikası’nın bir sendikacısını iş yerinde görmedik. Tüm işverenler insanlara iş-aş teklifiyle sendikaya geçirdiler. Bu şekilde yandaş sendika yaratmaya çalışıyorlar. Bunun için şiddet bile kullanıyorlar.
DİSK Hukuk Dairesi Müdürü Av. Necdet Okcan:
“Ucuz emek cenneti yaratılmak isteniyor” Özü itibarıyle bu yasanın içeriği nedir ve somut anlamda ne amaçlıyor? Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler tarihi açısından, son derece kritik bir dönemeçteyiz. 12 Eylül’ün, yani darbecilerin karanlığını, bugün iyice perçinlemek isteyen bir anlayış, ne yazık ki sendikal haklar alanında Türkiye’yi bir kaosun eşiğine getirdi. Emekçinin alın terine sahip çıkma hakkını gasp etmek için gündeme getirilen, işçileri patronların önünde yapayalnız, kimsesiz kılan, onları sessizliğe, boyun eğmeye mahkum etmek isteyen, işçi sınıfına deli gömleği giydiren, 12 Eylül ürünü baskıcı, yasakçı sendikalar kanunu ve toplu sözleşme grev lokavt kanunu ile yapılamayan, bugün istatistiksel oyunlarla yapılmaya çalışılıyor. Sendikal örgütlenme, toplu sözleşme, grev hakları ve özgürlüklerin çerçevesini çizen mevzuat ve hukuk çerçevesi, 1983 yılından beri işçilerin ellerini kollarını bağlayan bir işlev görmüştür. İşçileri tutsak alan 2821 ve 2822 sayılı bu yasalar, ülkemiz için 28 yıldır utanç kaynağı olmuş ve katlanılamaz bir nitelik kazanmıştır. Oysa bu durum, başta Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri olmak üzere Türkiye’nin taraf olduğu hukuk belgelerine aykırıdır ve doğrudan ILO tarafından da her yıl üst üste teyit edilerek belgelenmiştir. Hazırlanan ve TBMM gündeminde bekleyen “Toplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı” ile Kıdem Tazminatı Fonu kurulması, Bölgesel Asgari Ücret Uygulanması ve Özel İstihdam Büroları eliyle işverenler için yaratılmak istenen “ucuz emek” cennetine, güvencesiz çalışma koşullarına zemin yaratacağı açıktır. Böylece hem çalışma ve geçinme koşulları işçiler aleyhine bozulmak, hem de işçilerin bu sürece karşı mücadele olanakları tümüyle ellerinden alınmak istenmektedir. Bu Kanun tasarısı, aynı zamanda, mücadele deneyimi ve geleneği ile güvencesiz çalışma koşullarına, işçi sınıfının kazanılmış haklarına kararlı bir şekilde sahip çıkan DİSK’e yönelik bir tehdit niteliğindedir. Yasa hukuki olarak hangi sürecin içerisinde? İptali için bir hukuki süreç söz konusu mudur? “Toplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı”, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda İş Kanunu hükümlerine göre oluşturulmuş olan Üçlü Danışma Kurulu’nun uzun süren bir tartışma sürecinden sonra, Bakanlar Kurulu tarafından TBMM’ne sevk edildi. DİSK, Üçlü Danışma Kurulu’nun yaptığı son toplantıyı protesto ederek katılmadı ve görüşlerini yazılı olarak kamuoyu ile paylaştı. Zira, Üçlü Danışma Kurulunda esas alınması gereken Türkiye’nin taraf olduğu ILO sözleşmeleri doğrultusunda bir çalışma yapmak iken, burada işverenlerin ve statikocu sendikal anlayışların yasaklayıcı, sınırlayıcı yaklaşımlarının yasa tasarısına damgasını vurması üzerine DİSK’in buna ortak olması beklenemezdi. Kanun tasarısı, TBMM’de alt komisyonlarda ve komisyonlarda görüşüldükten sonra,Genel Kurul’da görüşülmek üzere TBMM Genel Kurul gündeminde beklemektedir. Basına yansıyan ha-
berlerden, kimi işveren örgütlerinin, yasanın bu haline bile karşı olmaları nedeniyle Hükümete baskı yaparak yasanın çıkmasını engelledikleri anlaşılmaktadır. Zira, tasarı en az üç aydır TBMM gündeminde görüşülmeyi beklemektedir. Hükümetin, toplu sözleşme ve grev hakkını düzenleyen bu tasarı gündemde beklerken, havacılık işkoluna grev yasağı getiren düzenlemeyi torba yasa içinde geçirmesi ve Cumhurbaşkanı’nın iki gün içinde yasayı onaylaması, bu yasanın akıbeti konusunda ciddi ipuçları vermektedir. Tasarının bu haliyle yasalaşması halinde, Anayasaya ve Uluslararası sözleşmelere aykırılığından iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gidilmesi söz konusu olabilir. Yasada yer alan maddelerden uluslararası çalışma normlarına aykırılık içeren yönler var mıdır? Yasa Tasarısının uluslararası normlara uyan bir yanı var mı diye soru sormanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Bilindiği gibi sendikal hak ve özgürlükler üç temel unsur üzerinde yükselmektedir: Bunlar; örgütlenme özgürlüğü, toplu sözleşme hakkı ve grev hakkıdır. Bu üç temel unsur birbiriyle iç içe geçmekte ve birinin eksikliği diğerlerinin varlığını da ortadan kaldırmaktadır. Bu hak ve özgürlükler uluslararası hukuk belgelerinde bütünlük içinde ve birbirinden koparılamaz biçimde perçinlenmiştir. BM Çalışma Örgütü ILO, uzun yıllardır Türkiye’de yürürlükte bulunan 2821 ve 2822 sayılı yasaları genel hatlarıyla; Toplu sözleşme yetkisinde çifte barajı, (işkolunda %10; işyerde ve işyletmede %50+1)toplu sözleşme prosedürünün karmaşıklığını, devletin sendikalara ve toplu iş sözleşmesi düzenine müdahalesini, grev yasakları ve engellerini içermesi nedeniyle 87 ve 98 sayılı sözleşmelere aykırı bularak eleştirmekte, kaldırılmasını talep etmektedir. Bakanlar Kurulu tarafından TBMM’ne sev edilen Kanun tasarısının ise dün 12 Eylül rejimi ile olduğu gibi, bugün AKP iktidarı ve işverenlerle kol kola girerek statikosunu korumak isteyen kimi konfederasyonların ve işverenlerin talepleri doğrultusunda, Türkiye’nin yaşadığı gelişmeleri ve karşı karşıya bulunduğumuz değişim ihtiyacını göz ardı eden bir anlayışla ele alındığı anlaşılmaktadır. Kanunun özellikle Toplu İş Sözleşmesi ve greve ilişkin bölümlerinin bugünkü şekliyle yasalaşması halinde 12 Eylül Askeri Cuntası tarafından çıkarılan 2822 sayılı Yasa’nın bir benzeri olmaktan başka sonuç yaratması mümkün değildir. Getirilen öneriler, sunulan gerekçeler, hazırlanan taslaklar, başta ILO’nun 87 ve 98 sayılı sözleşmeleri olmak üzere Avrupa Sosyal Şartı, BM Ekonomik, Sosyal Kültürel Haklar Sözleşmesi gibi birçok sözleşmeyle birlikte Anayasa’nın 90. Maddesine de aykırıdır. Bu sözleşmelerde belirtilen hükümlerin daha altında yapılmış hiçbir düzenleme, hukuka uygun değildir; işçi sınıfının hak ve özgürlükleri konusunda hiçbir yarar sağlamayacaktır. Anayasa değişikliğine rağmen; Sendikal hak ve özgürlüklerin kullanılmasını engelleyen ve yok eden işkolu, işletme ve işyeri barajlarını koruyan, Yasaklarla dolu mevcut toplu sözleşme düzeninin korunmasında direnerek konfederasyonların ve sendikaların çerçeve sözleşme ve işkolu sözleşmesi yapma hakkını tanımayan, Toplu sözleşme hakkını; tüm işçilerin kullanabileceği bir hak olarak tanımlamayan, Yıllarca süren yetki uyuşmazlıklarına çözüm getirmeyen; Genel grev, hak grevi dahil bütün grev engellerini ve yasaklarını, grev ertelemelerini ve zorunlu tahkimi koruyan; bir yasa “reform” olarak nitelendirilemez.
SPOT 25
Orhan Alkaya:
“Tiyatroya kar zarar mantığı ile bakılması ucuz bir popülizmdir”
Yıllardır sanatın farklı alanlarında önemli işlere imza atan bir isim Orhan Alkaya... Şair, yazar, tiyatrocu, aktivist ve oyuncu..2008 yılında Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği görevinde bulundu, 1982 yılından beri şiirleri yayınlanan Orhan Alkaya, geçtiğimiz dönem Şehir Tiyatrolarında sahneye koyduğu Alain Decaux ‘Rosenbergler Ölmemeli’ adlı oyunu ile çok ses getirdi. Devlet Tiyatrolarının özelleştirilmesi, Şehir Tiyatrolarının bürokrasinin eline geçiyor olması ve Başbakanın halkı sanatçılara karşı kışkırtmasına kadar tiyatroyu ilgilendiren tüm konuları kendisiyle konuştuk. Gündemin en önemli konularından Başbakanlığın Devlet Tiyatrosunu kapatma isteği, “Devlet tiyatro yapamaz özelleşti-
26 SPOT
receğiz” söylemi ve Şehir Tiyatroları’nın bürokrasinin eline geçiyor olması konuları ile ilgili olarak genel bir değerlendirme yapabilir misiniz? Öncelikli olarak Türkiye’de cehalet çok büyük prim yapan bir kavramdır. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir tiyatro modeli yok ile başlayıp özelleştireceğiz söylemine varan zihniyet altyapısı tamamen cahillikten ve bilgisizlikten besleniyor ve bunu ayıp saymıyor. Ne devlet tiyatroları ne şehir tiyatroları özelleştirilemez çünkü özelleştirme belli bir değer birimi üzerinden yapılır. Bu duruma karşı olanlar için de taraftar olan hiper liberaller için de reddedilemeyecek olan kısmı bir değerlendirme formülü bulması gerektiğidir. Sözgelimi şehir tiyatroları, kendine ait bir binası yoktur, dört tane binası büyükşehre aittir kalanları ise yerel belediyelerindir. Geriye kalan yüz yıllık sahip olduğu marka değeri ve insanlarıdır. Bu insanların çok büyük bir bölümü yetişmiş insanlar ve yaratıcı güç sahibi insanlardır. Bu noktada yaratıcı gücün değer birimi nedir? Yani benim yöneteceğim oyunların performansları üzerine kim bir değerlendirmede bulunabilir? Sonuç olarak bu saçma tartışma, bir gündem kirlenmesi aynı zamanda bir gündem işgalidir.
Bunun yanı sıra kesin olan şeyler vardır. Hiçbir biçimde üç bin yıllık tiyatro repertuarının herhangi bir oyununun bu zihniyet altyapısını mutlu etmesi mümkün değildir. Çok önemsedikleri ve sembol haline getirdikleri, bayraklaştırdıkları Necip Fazıl Kısakürek’in oyunları da onları mutlu etmez. En çok adını zikrettikleri “Bir Adam Yaratmak” adlı oyunda oyunun başkahramanı kendini incir ağacına asarak intihar eder. İntihar ise İslam’da en büyük suçtur. Bu noktada ne istediğini bilmeyen ama ne istemediği konusunda alabildiğine bonkör olabilen bir zihniyet altyapısı bulunmaktadır. Eğer bunu bir saldırı olarak göreceksek denetlenemeyen, beğenilmeyen, eleştirel bir dozu daima bünyesinde barındıran sanat disiplinlerinin bir biçimde iktidar tarafından karşı cephe olarak görülmesi şeklinde adlandırabiliriz. Bu süreç sonunda ne olur? Tabi ki bir takım tahribatlar olur. Örneğin; Anadolu’da birçok belediyenin amatör anlamda kendi bünyesinde faaliyet gösteren tiyatro grupları var. Bunlar bütçeleri ve yönetmelikleri Sayıştay tarafından kabul edilmiş tiyatrolar değiller. Dolayısıyla sanatçı
istihdam etmiyorlar. Bu tiyatrolar içinde Başbakan’ın söylediklerinden vazife çıkartan bir takım tiyatrolar tiyatrolarını kapatır. Daha büyük tiyatrolarda ise geçici bir dönem için bir karanlık dönem yaşanır. Teorik olarak öyle bir yönetmelik ile karşı karşıyayız ki Genel Sanat Yönetmeni dâhil kurumun en üst organı olan ve yönetim kurulunu oluşturan 7 kişinin hiçbirinin tiyatro mesleğinden olması zorunlu değil. Bütün tarihi boyunca Genel Sanat Yönetmeni’nin başkanlık ettiği yönetim kurulu Genel Sekreter Yardımcısı’na bırakılmış, onun olmadığı toplantılara Kültür İşleri Daire Başkanı vekillik ediyor. Yani kurumun en üst organını tamamen bürokratik bir organ haline getirerek sanatsal bir organ olmaktan çıkarmışlar. Öneride bulunma yetkisine sahip olan ama bunun dışında hiçbir yetkisi olmayan repertuar kurumunun yerine oynanacak oyunları belirleyen edebi kurul almış ve bu edebi kurulun da 7 üyesinin yedisinin de tiyatro mesleğinin dışından olması asıl problemdir. Bu durumun içine sıkışmış olan bir de ihale maddesi var. Asıl işin düğümünü bu nokta oluşturuyor. Yakın bir vadede benim öngörüm; İdare Mahkemesinin birinci maddesi itibariyle Şehir Tiyatrosu’nun var olma nedenini, kurumsal niteliğini, telafisi mümkün olmayacak bir biçimde değiştirmek amacını taşıyan bu yönetmeliğin yürütmesini durduracak. Benim hukuk bilgim dâhilinde kuvvetli tahminim bu yöndedir. Bu durum gerçekleştiğinde bir kaos ortamı oluşur. Yüzüncü yılına gelmekte olan İstanbul Şehir Tiyatrosu yüzüncü yılına değil şuanda 1914 yılındaki kuruluşuna geri dönüyor. Gerek Şehir Tiyatrosunun gerek Devlet Tiyatrolarının kuruluşları ile vardıkları nokta arasında çok önemli açı farkları var. Devlet Tiyatroları Ankara’da kuruldu ve şu anda bütün Türkiye’de 55 sahneye sahip durumdadır. Şehir Tiyatrosu ise bir dram ve bir komedi tiyatrosu iken şu anda 10 sahneye sahip durumdadır. Bunların tek merkezden yönetilmesi kişisel olarak benim doğru bulmadığım bir modeldir. Ben ana gövdeyi tutup bu tiyatroları otonom haline getirmek gerektiğine inanıyorum. Kendi kararını veren ve kendi repertuarını yapan tiyatrolar haline gelmesi gerektiğine inanıyorum. Bir üst yapı olarak bu otonom yapılar Şehir Tiyatrosu ve Devlet Tiyatrosuna bağlı olabilirler. Bunun yanında mali ekonomik modelin ilerletilerek yeniden tarif edilmesi gerektiğine inanıyorum. Örneğin biz kendi ürünlerimizi üretip pazarlayamıyoruz. 2006 itibariyle Şehir Tiyatrosu kendi bütçesine sahip olma özelliğini kaybetti. Bütün bu noktalarda bir yeniden yapılanmaya ihtiyacımız var. Ama bu bilinçsizce ortaya atılmış olan bir özelleştirme ekseninde gerçekleşemez. Çünkü böyle bir durumda dünyanın her yerinde tiyatrolar zarar eder. Ticari olmayan tiyatrolar zarar eder ve siz ticari tiyatroların önünü açtığınız zaman kimse Shekespeare oynamaz, Moliere oynamaz, Tartuffe oynamaz ve hatta kimse kolay kolay Haldun Taner de oynamaz. Böyle bir durumda ortama piyasanın ortak beklentileri hâkim olur. Britanya tiyatrolarına verilen muazzam destek çekildiği takdirde İngiltere’deki tiyatro
da tepetaklak olur. Almanya’da satılan her tiyatro biletinin üzerine kamu 90 euro değeri koyuyor. Bu ölçüt Balkanlarda da aşağı yukarı 1’e 9’dur. Yanı bir gişe, kalan sekiz ise kamunun desteğidir. Kamu desteğinin yüzde 60’a kadar gerilediği ülkeler var. Bu oran Türkiye’de nasıldır? Türkiye’de ise bu oran toplasan bütün ödenekli tiyatroların yıllık aldığı parayı, 80 milyon Euro’yu geçmiyor. Buna bütün özel tiyatrocular da dâhildir. Tiyatronun bütün Türkiye genelinde yayılabilmesi için bölge tiyatrolarını mümkün kılacak ve ticari olmayan tiyatroları da çok daha geniş bir biçimde bu durumun içine dâhil edecek bir yasaya ihtiyaç var ama aynı zamanda Türkiye’nin Kültür Bakanlığı bütçesinden de kurtulması lazım. Bu oran dâhil olmak istediğimiz Avrupa Birliği’nin eksenini hedefliyorsak %2 civarında olmalıdır. %4’e kadar çıkmaktadır. Bizde ise binde 4’tür. Turizmin bütçesi bile kültürden daha fazladır. Dolayısıyla bu işlerin uluorta kahvehane sohbeti düzeyinde değil akademik bir seviyede tartışılmasına ihtiyaç vardır. Bu tartışmanın yürütülebilmesi için merkezi hükümetin başkanının tiyatroculardan özür dilemesi gerekmektedir. Çünkü kavgada bile söylenmeyecek sözler sarf etti. Başbakan tiyatroya ayrılan bütçenin 140 milyon lira civarında olduğunu buna rağmen gelirin 5 milyon lira olduğu yönünde bir açıklama yaptı. Bir sanat kurumunun kar-zarar mantığı çerçevesinde değerlendirilmesini nasıl yorumluyorsunuz? Bu rakamların doğru olduğu yönünde şüphe söz konusu çünkü verilen daha az geri dönen ise daha fazladır. Ama zaten olması gereken budur. Devlet Tiyatrolarını geri çektiğiniz zaman Anadolu illerinde kim nitelikli tiyatro oynayacak? Ancak kumpanyalar giderler ve olay bir beğeni krizine dönüşür. Büyük kadrolu oyunlar, klasikler, Türk klasikleri oynanmaz. Tiyatrolar tamamen piyasanın içinde var olabilmek için yapılabilecek şeyleri yapar hale gelir. Eğer 56 yerleşik sahnede oyun oynayan bunun için de Türkiye’de ve yurtdışında turne yapan bir tiyatronun bütçesi sadece 140 milyon lira ise o tiyatroda bir mucize yaratılıyor diye düşünmek gerekir. Kar zarar mantığı çerçevesinde bakarsak eğer Türkiye Büyük Millet Meclisi kar mı ediyor, etmiyor diye özelleştirelim mi? Diyanetin kamu bütçesinden aldığı para 4 milyar ve 100 bin kadrolu imam var, gelir ise sıfırdır. Tiyatronun kar zarar mantığı ile ölçüye vurulması utanç verici ve çok ucuz bir popülizmdir. Hayatı boyunca hiç tiyatroya gitmemiş ve gitmekte isteyemeyecek insan evet ben neden para veriyorum ki diye düşünmeye başlar. O zaman bizler bu noktada sorarız benim vatandaşımın üzerine atılan bombalara ben niye para veriyorum. Şehir tiyatrolarının, devlet tiyatrolarının ve aldığı toplam paranın 2 yıllık toplamı bir F35 uçağı etmiyor. Dolayısıyla açılan tartışma son derece ilkel bir tartışmadır. Şehir Tiyatroları yönetmeliğinde “halkın
Teorik olarak öyle bir yönetmelik ile karşı karşıyayız ki Genel Sanat Yönetmeni dâhil kurumun en üst organı olan ve yönetim kurulunu oluşturan 7 kişinin hiçbirinin tiyatro mesleğinden olması zorunlu değil. etik değerlerin gözetilmesine özen gösterilecektir” şeklinde bir ifade yer alıyor. Bu etik değerlerden kasıt sizce nedir ve buna kim nasıl karar verecek? Bu kavramlar kimsenin tarif etmesinin mümkün olmadığı kavramlardır. Çünkü halk diye bir insan yok, halk bir topluluktur. Eğer siz demokratik bir cumhuriyet olduğunuzu söylüyorsanız o topluluk içerisinde esas olan azınlık haklarının korunmasıdır. Çoğunluk haklarının öne alınması değildir çünkü çoğunluk zaten doğal bir güce sahiptir. Halkın etik değerleri şeklinde laflar edildiği zaman genellikle en geri değer yargıları ölçü olur. Bununla beraber bu görevin tiyatro müdürüne verildiğini de söylemek gerekiyor. Tiyatronun Genel Sanat Yönetmeni ve Yönetim Kuruluna ait olan pek çok işlevi idari müdüre devredilmiş durumdadır. İdari müdür ise belediye ile tiyatro arasındaki ilişkileri yöneten bir elemandır. Şimdi ise tiyatroyu yöneten kişi haline getirilmiş ve halkın etik değerlerine de müdür karar verecek şeklinde bir düzenleme yaratılmıştır. Uygulanamaz bir yöntemdir ama tahribat yaratır. Sanat ve siyaset arasındaki ilişki ne şekilde olmalıdır? Siyasi atmosfer sanatı ne şekilde etkiler? Siyasi iktidarlar ve iktidar erkleri ile sanat arasında tarih boyunca gerilim oldu. Ne zaman bu gerilim en aza indirildi ve siyaset erbabı tahammül etmeyi öğrendi o zaman o toplumlarda daha geniş mesafeler alınmaya başlandı. Ama ne zaman bu alan daraldıysa karşımızda daha despot, daha totaliterist, daha tekçi dönemler görürüz. Bir tanesi statükoyu muhafaza etmek üzere vardır, kırıp değiştirse bile kendi kuracağı yeni statükoyu muhafaza etmek üzere vardır. Diğeri ise hayal gücünü var etmek üzere vardır. Dünyada insanın temel problemi ölüm korkusudur. Çünkü bilebildiğimiz ve değiştiremeyeceğimiz mutlak olan tek şey ölümdür. Bunun karşısında insanı yeryüzünde yaşamaya teşvik edecek, hayatı mümkün kılacak temel olarak iki tane enstrüman vardır. Bunlardan bir tanesi; bütün bu dünyanın bir başka çok güzel dünya için geçiş olduğunu söyleyen din enstrümanıdır. Bir tanesi de; bu dünyanın keşfedilmeyi bekleyen sayısız milyonlarca heyecanla dolu bir yer olduğunu ve yaşamayı, coşkuyu, sevinci, aramayı, merakı öneren yaratıcı disiplin sanattır. Bu yüzden sanatı gerilettiğiniz zaman in-
SPOT 27
Siyasi iktidarlar ve iktidar erkleri ile sanat arasında tarih boyunca gerilim oldu. Ne zaman bu gerilim en aza indirildi ve siyaset erbabı tahammül etmeyi öğrendi o zaman o toplumlarda daha geniş mesafeler alınmaya başlandı. sanların ölüm korkusunun karşısında din enstrümanından başka fazla bir seçenek kalmaz. Bu gerilim her dönemde yaşandı. Bir Ortaçağ ve bir de o dönemden sonra gelen Rönesans dönemini düşündüğümüz zaman monarşi ile kilise arasındaki bağ kopartıldıktan sonra sanatın geliştiğini ve yaşanmaya başlandığını görebiliriz. Sanat ve siyaset arasındaki ilişki özetle; siyasi hiçbir şeye karışmayacak ve tahammül edecek. Çağdaş tiyatro nasıl olmalıdır ve gereklilikleri nelerdir? Çağdaş tiyatro geniş bir kavram olmakla beraber ben her zaman sanatın her alanında çağından ve çağdaşından istikamet almayı öneririm. Biz kendimizi kapalı bir köy olarak tutmamalıyız. Kendi malzememizi yeniden üretebilmeliyiz. Çünkü her yaşantının, her kültürün, her toplumsal hayatın ayrı birikimleri vardır. Dünyadaki büyük sanat hareketlerine baktığımız zaman hepsi belli bir yaşantı birikiminden süzülerek gelmiştir. Bizimde bunu yapabilmemiz gerekiyor. Anadolu’nun çok zengin kültürel çeşitlili-
ğinden yararlanmayı seçmedik. Bugün kaba anlamda bir batıcılık düşmanlığı ekseninde kendini ifade eden zihniyet alt yapısına belki biz gerici diyebiliriz ve haklı oluruz ama o gerici düşüncenin de haklı olduğu bir yan vardır. Asla bir kültürel ritüel kök aynen muhafaza edilerek çağdaş olamaz. Aynen muhafaza edilerek müze olur ama ondan yararlanarak ürettiğimiz şey çağa ayak uyduran ve çağla bütünleşen bir yeniden üretimimizdir. Bu konuda geri ve eksiğiz. Bu yüzden ben çağdaşlığın ikame edilen bir şey değil köklerinin olması gerektiğine ve üretilebileceğine inanıyorum. Oyuncular Sendikası bünyesinde sanatçıların çoğunun bir araya gelmiş olması bundan sonraki süreç için olumlu bir etki yaratır? Bu dönemde özellikle bu grubun belkemiğini oluşturan 30-40 yaş kuşağında çok ciddi bir farkındalık oluştuğunu görüyorum. Sorunların çözümü için birilerinden bir şeyler beklemek yerine kendileri bir şeyler yapmak yönünde daha atak daha atılımcı bir döneme geçildiğini düşünüyorum. Ben aslına bakılırsa Türkiye’nin geleceğini de iyi görüyorum çünkü biz Cumhuriyet kurulduğundan bu yana sorunlarımızı her zaman halının altına süpürdük. Sorunlarımızla bir türlü yüzleşemedik. Şimdi bu yüzleşmeye doğru gidiyoruz çünkü sorunlar artık ciddi bir şekilde gün yüzüne çıktı. Umarım gerçekten ciddi bir hesaplaşma ve yüzleşme sürecinden geçeriz. Sinema açısından değerlendirme yaparsak Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatrolarına yönelik tehlikenin sinema üzerinde de etkisi olabilir mi? Asya otokrasileri çok çabuk benimseyen bir coğrafyadır. Tek adam yönetimlerini, padişahi yönetimleri sever ve çabuk benimser. Tek adam sıfatını taşıyanlar da bir süre son-
ra o role inanmaya başlarlar. Bizim ülkemizde genellikle askeri darbeler siyaseti dizayn etti. Her askeri darbeden sonra daha kötü ve yurttaşlık bilincinden uzak bir toplumsal yapı ortaya çıktı. Bu duruma sinemanın yanı sıra sanatın her alanı dâhildir. Eğer ispatlanamayan ama mecburi olarak itaat edilmesi empoze edilen kutsal alanın kuralları gündelik alana girmeye başlarsa bu durum durdurulamaz bir noktaya gelir. Burada önemli olan yurttaşlık bilincinin oluşmasıdır. Yurttaşlık bilinci ne kadar güçlü olarak kendini ifade ederse kendini tek adam zannedenler geriletilir. Bunun için toplumsal dinamiklerin kendini dizayn etmesi, ortak hedefler etrafında bir araya gelme bilincinin oluşması, ayrılıkları değil de beraberlikleri öne çıkaracak bir bilincin oluşması gerekmektedir. Rosenbergler Ölmemeli oyununu Şehir Tiyatrolarında sahnelediniz. Sizce oyun derdini anlatabildi mi? Rosenbergler Ölmemeli 28 oyun ve yaklaşık 15 bin seyirci ile derdini de anlattı hatta biraz fazla anlattı bu anlamda rahatsızlık da yarattı. Rosenbergler Ölmemeli oyununda ben yeni bir interaktif anlatım tekniğini denedim ve çok iyi kullanabildiğimi düşünüyorum. Bu tekniğin örnekleri Batı’da çok yapıldı ama Türkiye için çok yeni bir teknikti ve kullandığım şekliyle yapılanını daha önce hiç görmedim. Oyunla ilgili olarak Copyright Ajansı oyunun hakları bende demiş Şehir Tiyatrosu ise mukaveleyi 8 ay ötelemiş. Yani oyunun çıkmasına 15 gün kala mukaveleyi göndermişler. Dolayısıyla telif anlaşması yapılmadan biz oyunu oynamaya başlamışız. Bu durumlarından hepsinden sonradan haberdar olundu. Adil yargılamaya herkesin ihtiyacı var ve ben bu mesele üzerine bu oyunu yaptım. 1951-1953 aralığı bütün dünyada Nato örgütlerinin ve gladyoların kurulduğu bir dönemdir. Rosenbergler hakkında atom casusluğu ile ilgili olarak tek bir kanıt yoktur. Aksine olmadığına dair kanıtlar vardır. Hukuki anlamda adil yargılanmadıkları konusunda herkes hemfikirdir. Hala juri tutanakları gizli tutuluyor ve açıklanmıyor. Aleyhlerinde bir cadı avı kampanyası yürütüldüğü de bir gerçektir. Ben Julius Rosenberg’in Sovyetlere çalıştığını bilerek bu oyunu yaptım. Atom casusluğu suçunu işlemiş olsalardı bile ben bu oyunu yapardım. Çünkü beni ilgilendiren olayın bu kısmı değildi. Beni ilgilendiren kısım adil yargılanmamalarıydı. 1982 yılından beri şiirleriniz yayınlanıyor. Bir şair olarak tiyatro ve şiir arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız? Tiyatro ve şiir birbirlerini sevmezler. Tiyatro şiiri kullanabildiği kadar sever şiir ise tiyatroyu kendisini kullanmak istediği için sevmez. Tiyatro senkronik şiir ise diyakroniktir. Yani benim her ikisini birden yapmam sanıyorum bir kova koç ilişkisini taşımam ile ilgilidir.
Söyleşi: Özenç Kurt - Ezgi Güneş
28 SPOT
Zygmunt Bauman Social Europe Journal
geldiğimizde; “internet, otoriter yönetimler altında yaşayanlara, o kadar çok, ucuz ve kolay erişilebilen, eğlence imkanları sağladı ki, insanların dikkatlerini politik meselelere çekmek oldukça zor bir hal almaktadır.” Bu, politik meseleler heyecan verici bir şeye dönüştürülmediği müddetçe, tüm seslerin ve öfkelerin eğlencenin dişsiz, güvenli ve zararsız bir türevi ile uyumlu olmasıdır; bu, “Facebookta bir imza metnine tıklamanın politik bir eylem sayıldığına” inanan ve bu nedenle “enerjisini binlerce oyalayıcı şeye dağıtan”, her biri, internetin günlük üretim ve tüketim tekelinde (politik slacktivizmin “gerçek dünya”nın gidebileceği yönleri ve anlamlarını değiştirmede ne kadar etkili olduğunun sayısız örneklerinden bir tanesi “Afrika’nın Çocuklarını Koruyalım” grubunun üzücü öyküsüdür; grupun yalnızca 12.000 Doları toplamak için birkaç yıla ihtiyacı vardı, Afrika’nın korunamayan çocukları ölmeye devam ederken) anlık tüketim ve kullan-at örneği olan, yeni kuşak “slacktivistler4”in deneyimlediği şeydir. Yerleşik iktidarların yayılmasına ve derinleşmesine yönelik kuşku ile birlikte, Silikon Vadisi’nin pazarlama ve Hillary Clinton tarzı şiirsel ifadelerin işbirliği ile internetin iktidarı insanların eline teslim edeceğine ilişkin yükseltilen inanç defalarca sayıp döküldü ve akademik makamlardan duyuruldu, şüphesiz ki hükümet taraftarı propagandanın, şayet internet aracılığıyla hedeflenen kitleye ulaşırsa, dinlenmesi ve benimsenmesi için daha fazla şansı var. Otoriter ülkelerin yöneticileri arasında daha akıllı olanları bu durumun pekala farkındalar: nihayetinde, bilişim uzmanlarının hepsi daha iyi teklifler karşılığında hizmetlerine sunmak ve kiralanmak için bekliyorlar. Hugo Chavez Twitter kullanıyor ve yarım milyon Facebook takipçisi olmasıyla övünüyor. Çin’de ise, görünüşe göre, hükümet tarafından desteklenen bir blogger (her gönderileri için 50 sent aldıkları için yaygın olarak “50 sent partisi” olarak adlandırılan) ordusu var. Morozov, okuyucularına –Pat Kane’nin de ifade ettiği gibi- şunu hatırlatıyor “Ülkeyi koruma amaçlı hizmet, genç sosyo-teknik operatörler için, Assange ve dostlarının bohem anarşizmi kadar, bir motivasyon olabilir.” Bilgi hackerları, iyi bir iradeyle, aynı derecede hevesli olabilir ve samimiyetle “Uluslararası Kamusal Aydınlanma”ya, yeni bir “kızıl tugay” olarak, katılabilirler. İnternet iki seçeneği de eşit bir temkinlilik ile sunuyor. Yeniden sürekli anlatılan eski ama çok eski bir hikaye: bir kişi baltayı ağaç kesmek için de, kafa kesmek için de kullanabilir. Seçim baltaya değil, onu elinde tutan kişiye aittir. Sahibinin tercihi ne olursa olsun, balta için bunun bir önemi yoktur. Yine de, şu anda kesebiliyor olan, kenarları ne kadar keskin olursa olsun, teknoloji, sizin için ( ve yerinize), “demokrasi ve insan haklarını” ilerletemeyecektir.
Çeviri: Özdeniz Pektaş
İran gençliğinin, 2009 Haziran’ındaki hileli seçimlere yönelik öfkesini kısa bir sürede sokak eylemleriyle ortaya koymasına Amerikan resmi çevrelerinin tepkisi, Facebook, Google ya da Twitter adına yürütülen bir ticari kampanyayla çarpıcı bir benzerlik taşıyordu. Yazık ki çalıştıkları medya şirketine ait olmadığım bazı görkemli araştırmacı gazeteciler, böyle bir izlenimi destekleyen sağlam kanıtlar sağlayabilirler sanırım. Wall Street Journal “bu [İsyan-Ö.P], Twitter olmadan, gerçekleşemezdi!” diye ahkam keserken, etkili ve yetkin bir Amerikan internet gazetecisi (blogger), Andrew Sullivan “İran’da direnişi örgütlemek için kritik bir araç” olarak Twitter’a dikkat çekiyordu, saygın New York Times ise, şiirsel bir dil kullanarak, “kurşun sıkan haydutlar” ile “tweet ateşleyen göstericiler” arasında bir mücadeleyi ilan etti. Hillary Clinton, kamuoyuna yönelik, 21 Ocak 2010 tarihli “İnternet Özgürlüğü” konuşmasında “günümüzün samizdat1”ının doğuşunu müjdeledi ve “bu araçların (yani “hızlı biçimde yayılan videolar ve blog gönderileri”), tüm dünyada bunları demokrasiyi ve insan haklarını ilerletmek için kullanacak olan insanların ellerine verilmesi” ihtiyacını beyan etti. “Bilgi özgürlüğü”, ona göre, “küresel ilerlemeye zemin hazırlayan barışı ve güvenliği destekler”. (Buna karşın, şunu kısaca belirtmeme izin verin; Amerikan siyasi elitlerinin, Fransız deux poids, deux mesures [çifte standart – Ö.P] düzenini takip eder gibi, Wikileaks üzerinde sınırlamalar ve kurucusu için hapis cezası talep etmesinin üzerinden fazla zaman geçmedi). Twitter’ı Nobel ödülüne aday gösteren George Bush’un danışmanı Ed Pilkinton, Mark Pfeiffe’yi hatırlatıyor ve, Birleşik Devletler görevlisi olan, Jared Cohen’in, Facebook’u “dünyanın şimdiye kadar gördüğü en örgütsel araçlardan biri” olarak tanımlayan ifadesini aktarıyor. Yani kısacası: Jack Dorsey, Mark Zuckerberg ve onların silah arkadaşları ilerleyen Demokrasi ve İnsan Hakları Ordusu’nun generalleridir – tweetleyenler ve Facebook mesajları gönderenler, bizler o ordunun askerleriyiz- ve dijital medyanın mesajı şudur; “bilgi düşüşü engeller” ve böylece insanların gücünün ve evrensel insan haklarının yeryüzünü ortaya çıkarır. Bu propaganda, Amerikan politik elitlerinin, kanaat önderlerinin ve diğer bağımsız dijital hizmet satıcılarının aklı selimden yoksun olduğuna işaret etmektedir. 26 yaşındaki genç bir öğrenci olan ve Belarus’tan Amerika’ya yeni gelen, Evgeny Morozov, Allen Lane tarafından yeni yanınlanan, “ağ yanılgısı” (net delusion) kitabında, bu yaklaşım ile dalga geçiyor, tepki gösteriyor ve kınıyor. Diğer birçoğu arasında, Morozov’un dörtyüz sayfa uzunluğundaki çalışmasına
sıkıştırmayı başardığı noktalardan bir tanesi de, Al-Jazeera’ya göre, Tahran’da aktif halde yalnızca 60 Twitter hesabı olması ve gösterileri organize edenlerin çoğunlukla, telefonla çağırmak ya da komşuların kapılarını çalmak gibi, eski tarz yöntemleri kullandıklarıydı. Fakat Otokratik İran’ın, İnternet malumatı, acımasızlıklarından ve vicdansızlıklarından aşağı olmayan akıllı yöneticileri, bilinen muhaliflerin bağlantılarını yakalamak ve bu şekilde isyanın potansiyel liderlerini izole etmek, içeri atmak ve güçsüzleştirmek için, liderlerin birçoğunun kullandığı ve kullanmaya devam ettiği Facebook’a odaklandı. Her şeyden önce sosyal ağlar mevcut ya da potansiyel muhaliflerin tanımlama ve yerlerini belirleme konusunda, herhangi bir geleneksel gözetim aracından daha ucuz, daha hızlı, daha derin ve tümüyle daha kolay bir yol teklif eder. David Lyon’unun da ortak çalışmamızda (Liquid Surveillance (Akışkan Gözetim), Polity Press, Yayına Hazırlanıyor) tartıştığı ve göstermeye çalıştığı gibi, sosyal ağlar aracılığıyla gözetim, yönelinen hedeflerin ve kurbanların işbirliği sayesinde, diğer araçlara göre, çok daha verimlidir. Kamusal teşhiri, öncelikler arasına yerleştiren ve kolay ulaşılabilen kullanışlı, tartışmasız en güçlü ve yegane gerçek yeterliliğe sahip, bir sosyal varlık kanıtı olarak yükselten itirafçı bir toplumda yaşıyoruz. Milyonlarca Facebook kullanıcısı, en mahremlerini ve bunun dışında kimliklerinin, sosyal bağlarının, düşüncelerinin, duygularının ve faaliyetlerinin ulaşılması en zor kısımlarını açığa vurmak ve kamunun önünde sergilemek için birbirleriyle yarışıyor. Sosyal internet sayfaları, casusluk ve takip konusunda profesyonelleri çalıştıran özel ajansların (hem hacim hem de maliyet anlamında) küçülmesine neden olurken, kişinin gönüllü olarak kendisinin gözetimine olanak sağladığı alanlardır. Her diktatör ve gizli servisleri için gerçek bir talih kuşu, bulunmaz bir nimet – ve istenmeyenin ve hak etmeyenin yanlışlıkla kabul görmesinden ya da bizim saygın demokratik birliğimize gizlice sızmasından endişe duyan demokratik toplumun sayısız “banoptical2” kurumlarının eşsiz bir tamamlayıcısı. Ağ Yanılgısı’nın bölümlerinden birinin başlığı “Neden KGB Facebook’a Katılmanı İstiyor”. Morozov, otoriter ve zorba rejimlerin, sözümona özgürlük savaşçılarını kendi oyunlarında, onların umutlarını besleyen, internet’in demokratikliği peşin hükmünün havarileri ve methiyecilerinin teknolojisini kullanarak yenebileceği birçok yöntemi gözler önüne seriyor. Bu bilinmedik bir şey değil; eski teknolojiler de, The Economist3’teki makalenin de hatırlattığı gibi, geçmiş diktatörler tarafından kurbanlarını pasifize etmek ve zararsız hale getirmek için benzer biçimde kullanıldı: araştırma Batı televizyonunu izleyebilen Doğu Almanların rejim ile ilgili memnuniyetsizliklerini dile getirmelerinin daha az muhtemel olduğunu gösteriyordu. Kuşkusuz daha etkili olan dijital bilişime
çeviri
Facebook ve Twitter Demokrasi ve İnsan Haklarının Yayılmasına Yardım Ediyor mu?
SPOT 29
Yunanistan’da korku iktidarda, umut sokakta... Mayıs ayından beri Yunanistan’ı meşgul eden seçim süreci, merkez sağ Yeni Demokrasi’nin (ND) merkez sol partiler PASOK ve Demokratik Sol’un (DIMAR) desteğiyle hükümeti kurmasıyla sona erdi. Ancak ne ortaya çıkan hükümet, ne de parlamentonun çizdiği tablo ülkenin sorunlarına çözüm bulacak cinsten değil. 17 Haziran’da yapılan seçimden başlamak gerekirse; Mayıs ayında yapılan ve hükümet çıkaramayan ilk seçimden sonra mecburi olarak gidilen bu ikinci seçimde en önemli fark, ilk seçimde %10 oy oranının altında kalan partilerden Yeni Demokrasi ve radikal sol blok SYRIZA’ya önemli miktarda oy kayması oldu. Sağda yer alan ve barajın altında kalan küçük partiler iyice erirken, ilk seçimde 33 milletvekili çıkartmaya hak kazanan Bağımsız Yunanlar Partisi 20 milletvekiline indi. Solda ise sosyal demokrat PASOK ve Stalinist geleneğin temsilcisi Komünist Parti KKE, oylarının önemli kısmını SYRIZA’ya kaptırdılar. Sonuç olarak sağda ND’nin, solda ise SYRIZA’nın hakim olduğu bir tablo ortaya çıktı. Diğer taraftan aşırı sağ bir partiden ziyade paramiliter bir oluşum olarak değerlendirmemiz gereken faşist Altın Şafak (XA) ilk seçimde kazandığı 21 milletvekilinden yalnızca üçünü kaybetti ve 18 milletvekiliyle mecliste kalmaya devam etti. Yunanistan Komunist Partisi KKE ise uzlaşmazlık politikası ve Neo-Nazi partisinden bile fazla vurguladığı SYRIZA karşıtlığıyla tarihinin en kötü seçim sonucuna imza attı ve bir önceki seçimdeki oyunun ancak yarısını alarak parlamentodaki en küçük grubu oluşturdu. Bu tablodan çıkan ND+PASOK+DIMAR hükümeti, hem seçim süreci boyunca yaratılan korku atmosferine, hem de Yunanistan seçim sisteminin adaletsizliğine dayanıyor. “Korku” faktörünün Yunanistan’da son döneme her şeyiyle damga vurduğunu söylemek mümkün. Bir taraftan ülkenin borç rejimini yöneten ve Yunan halkının hayat kalitesini gözle görülebilir şekilde düşüren AB-IMF-Avrupa Merkez Bankası troykasının tehditleri, diğer taraftan ND’nin başını çektiği IMF memorandumu yanlısı partilerin propagandası; halkın seçimlerden çok önce Syntagma Meydanı’nda ve sokaklarda başlattığı alternatif çözüm arayışlarına set çekmek için felaket senaryolarını ülkeye pompalamaktan çekinmedi. Pek çoğu büyük holdinglere ait medya kuruluşları da bu kampanyaya ortak olurken, ND’nin ağlamaklı çocukları kullandığı duygu sömürüsüne bulanmış reklamı Troyka’nın özellikle SYRIZA’ya karşı yarattığı korku ortamının simgesi gibiydi. ND geleneksel merkez sağ oyların büyük bölümünü ve korku oylarını toplayarak ucu ucuna da olsa birinci parti olmayı başardı ve seçim sisteminden faydalanarak fazladan 50 milletvekilini cebine koydu. Yine de 129 milletvekili, 300 sandalyeli parlamentoda ND’yi tek başına iktidara taşıyamadı. Burada başka bir korku faktörü
30 SPOT
devreye girdi. 1974’ten beri en ağır seçim yenilgisini alan ve seçmenlerinin büyük kısmını SYRIZA’ya kaptıran PASOK ve oylarını korumasına rağmen yüzde %3’lük ülke baraj korkusunu üstünden atamayan yeni merkez sol parti Demokratik Sol, yeni bir seçimin kendilerini iyice köşeye sıkıştıracağını düşünerek ND’nin hükümet kurmasına yardımcı oldular. Bu iki partinin korkusunun yersiz olmadığını söylemek gerek. Kemer sıkma politikalarının ülkede yarattığı tahribata karşı doğru düzgün politika geliştiremeyen DIMAR ve memorandum kararlarının altında imzası bulunan PASOK, memoranduma karşı tavrını çok daha net koyan SYRIZA karşısında olası bir seçim hâlinde çok daha zor bir duruma düşebilirdi. Öte yandan bu iki parti, hükümeti desteklemesine rağmen milletvekillerini
kabineye sokmadı ve iki temsilci vermekle yetindi. Hükümete verilen desteğin bu kadar cılız ve utangaç olmasının nedeni ise kuşkusuz bu iki partinin memoranduma destek veriyor gözükerek siyasi intihara kalkışmak istememesi. Özetle ND halka salınan korkudan yararlanarak, PASOK ve DIMAR ise kendi istikballerini Yunan halkınının önüne koyarak hükümeti oluşturdular. Ancak hükümeti kurmak her şey demek değil. Yunanistan’ın yeni hükümetiyle ilgili çok net görünen bir şey; bu hükümetin kapitalizmin yönetememe krizini durduracak ne gündeminin ne de gücünün olduğu. Yeni siyasi iktidar, halkın taleplerini dinleyerek ve bunlara göre politika üreterek değil onlara korku salarak seçimleri kazandı. SYRIZA, Euro’dan çıkış ve yardımların kesilmesi üzerine kurulu korku politikası, seçim sürecinde belli oranda işe yaradı, ama artık bu politikanın bir geçerliliği yok. ND+PASOK+DIMAR hükümetinin Troyka’nın ülke üzerindeki tahakkümünü sürdürmesi, şu koşullarda büyük olasılıkla SYRIZA’yı daha da güçlendirecek. Üç vakte kadar da iktidar el değiştirecek. Tabii ki bu noktada “ve mutlu son!” diyemeyiz. Zira iktidarın SYRIZA’ya geçmesi, hem Yunan halkı, hem de benzer krizleri yaşayan diğer Avrupa halkları için hayırlı bir gelişme olsa da, çok parçalı bir koalisyon olan bu yapının da kendi içinde ciddi sorunları olduğunu kabul
etmek gerekir. SYRIZA her ne kadar Yunan halkının memoranduma karşı isyanını en iyi temsil eden yapı olarak karşımıza çıksa da, kazandığı popülariteyle beraber sistem içine çekildikçe “merkez sol”a dönüşmeye açık bir oluşum. Blokun kendi iç çelişkileri siyasi iktidarın reelpolitiği ile birleştiğinde SYRIZA’nın “yeni PASOK” olma riski fazlasıyla var. Kaldı ki, Yunanistan’ın Troyka’nın pençesine düştüğü son yıllarda siyasi tabloda yaşanan değişiklikler bunu fazlasıyla mümkün kılıyor. Yunanistan’da son seçim sürecinin en önemli sonuçlarından biri, ND ile PASOK arasında iki partinin ve demokratik Yunanistan’ın kuruluşundan beri yaşanan ikiliğin sona erdiğinin belgelenmesi oldu. Yıllar boyunca PASOK ve ND birbirlerinin antitezi gibi görünürken şimdi renksiz ve homojen bir merkez koalisyon algısı yaratıyorlar. Özellikle PASOK’un kemer sıkma politikaları etrafında ND’den farksızlaşması, merkez solda ciddi bir boşluk yaratmış durumda. DIMAR normalde o boşluğun adayı olabilecekken, hükümete girerek o şansını tamamen kaybetmiş olabilir. Önümüzdeki dönemde merkez sağda hükümete girmeyen Bağımsız Yunanlar’ın güç kazanmasını, solda ise DIMAR’ın oylarının bir bölümünü daha SYRIZA’ya kaptırmasını bekleyebiliriz. KKE’yi bu denklemin dışında tutarsak, ya SYRIZA merkeze doğru oluşan heyelandan etkilenecek ya da yeni bir sosyal demokrat hareket orayı dolduracak. SYRIZA’nın merkezileşmesi onu hiç kuşkusuz Yunan sokaklarında başlayan halk hareketinin temsilcisi olmaktan alıkoyar. Dolayısıyla bu koalisyon, bir taraftan hükümetin halkın aleyhine icraatlarını bloke ederken, kendi içinde de merkeze kaymaya karşı direnmek durumunda. Bu tabii kendi kendine değil, Foti Benlisoy’un da dediği gibi SYRIZA içindeki (ve hatta dışındaki) devrimci sosyalistlerin baskısıyla olacak. SYRIZA’nın, son dönemde elde ettiği başarının Yunan halkının memoranduma karşı mücadelesinin sebebi değil sonucu olduğunu unutmaması ve bu yönde siyaset geliştirmeye devam etmesi gerekiyor. Ancak bunda başarısız dahi olsalar, aslolanın sokaktan doğan umut olduğunu unutmamak gerekiyor. Yunanistan’ın devrimci dinamiklerinin güçlenmesi, SYRIZA’nın ne pahasına olursa olsun elde edeceği siyasi iktidardan çok daha önemli. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, siyasi partiler düzleminde aslında çok da tahmin edilemez olmayan trendlerden ziyade bu dinamiklerin yaşanacaklara nasıl tepki vereceğini izlemek önemli. Zira görüyoruz ki halkların iktidarı, güvenilirliği her geçen gün azalan Batı Avrupa tipi parlamenter demokrasilerden değil, o demokrasilerin temsiliyetini sağlamadığı kitlelerden geçiyor.
Dağhan Irak
Fotoğrafın imge değeri ve internet Fotoğrafın ‘an yaratma’, an’ı inşa etme durumu, onu ebedileştirme potansiyeli ve gelişen teknolojiyle buna hayatın her alanında daimi bir görünürlük kazandırma hali, doğal olarak vazgeçilmez oluşunun da nedenidir. Her daim ‘mutluluk’ peşinde koşan insan için bu tapılası bir durumdur -ki öyle de yapılmaktadır. Artık fotoğrafa tapılan bir yüzyıl yaratılmıştır. Gerçeklik katlediliyor; hızla, dört bir koldan... Gerçeklikle beraber katle uğrayan diğer kurban ise hakikat. Bu katliam birçok araçla yapılıyor; hepsi de içinde kurgu unsurunu barındıran araçlar: Ekranları işgal eden televizyon programları ve diziler, haberler, sinema vd. Ancak denilebilir ki bu, günümüzde belki de en çok fotoğrafla icra ediliyor. Fotoğraf, bir an’ı kaydetmek için değil artık, bir an yaratmak için çekiliyor. Fotoğrafın ilk zamanki odağı olan ‘portre’ geri plana atılıyor ve kişi, fotoğrafın öznesi değil, nesnesi oluyor. Günümüz ‘ileri teknolojisiyle’ hemen her an elimizin altında olma imkânı bulunan bu araç, doğal olarak, en basit yollarla hayatımızın orta yerine de yerleşmiş bulunuyor. Sonuç olarak da kişi, kurgusunun, kesmelerinin ve tüm mühendisliğinin kendisine ait olduğu an’larla baş başa kalıyor ve bu an’larda boğuluyor. Henüz an’ın içindeyken, bir anı yaratmış oluyor. Şimdiyi, daha şimdinin içindeyken ‘geçmiş’ kılıyor.
ya da yitirilen hakikat
Ve artık kişinin giyimine bir sanat ekibi müdahale ediyor sanki ya da bakışlarına, duruşuna bir yönetmenin eli değiyor; kurgu baştan aşağı inşa ediliyor, karakter kurguyla vaftiz ediliyor bu fotoğraflarda. Kişinin elinin altındaki her ‘kare’, imgesini diri tutma işlevi görüyor; kıstırıldığı her karede gerçek, imgeyle teselli buluyor. Fotoğrafın Ebedileştirdiği O Tek An: Mutluluk Kavram olarak mutluluğa net bir tanım koymak zordur. Çünkü mutluluk, örneğin bir çakmak gibi, tanımı dar bir unsur değildir. Çakmak nesnesi, sonsuz bir uzam ve zamanda kaybolmayacağı gibi, tanımı da uçup gitmez. En nihayetinde onun ne olduğu, sınırlarının da muğlâk olmayışından ötürü, açıklanabilir. Ancak mutluluk böylesi bir sınırlılığa ya da heterojenliğe sahip midir? Hayır. Mutluluk bir ‘an’dır. Olsa olsa anlar toplamıdır; ancak bu an, düz ve çizgisel bir zamanı temsil etmez; parçalı bir yapıya sahiptir. Bu parçalılık içinde mutluluğun sınırları çizilmemiştir ve bir çembere de hapsedilmemiştir mutluluk; nesneleşmemiştir; aksine olabildiğince öznelleşmiştir. An›ı tüm bir zamandan koparıp, o bütünlükten ayrı düşünmek, parçayı bütüne yeğlemek olacağından, kesin bir tanım da ortaya konulamayacaktır haliyle. Parça için
öngörülen, bütün için geçerli olmayacaktır. Elbet mutluluk diye bir şey vardır, mutlu olmak vardır; ancak bunu tanımlamak, «mutluluk tam da şudur» demek, onun bu varlığından bağımsız olarak, imkansızdır. Mutluluk ancak bir karşıtlıkla açıklanabilir. Bu da bizi zorunlu olarak ‹mutsuzluk› kavramına götürür. Yani «mutsuz değilsen mutlusundur.» O halde soru şu olur: «Mutsuzluk nedir?» Bu da tıpkı mutluluk gibi, baştan aşağıya, muğlâklığa boyun eğer. Çünkü sonuç olarak mutsuzluk da mutlu olmama/olamama durumudur. Kısaca mutluluk, bir an›dır. Üzerinden dakikalar geçince ise o an›dan geriye kalandır, yani artık bir ‘anı’dır. Bu an, asla ebedileşemeyeceğinden, mutluluk üzerinden bir hayat tahayyül de edilemez. Onu beklemek ya da hayatı ona şartlamak da ahmakçadır. Mutluluk ancak, Nietzsche›nin «an›ı olumlama» teorisiyle bir ebedilik kazanabilir. Nietzsche «bir tek anı olumlarsan, böylece hem kendini hem de var olan her şeyi olumlamış olursun,» der. Yüzünde tebessüme neden olacak veya gerçek anlamda içini rahatlatacak o an’ı imgelemine hapsetmek, Nietzsche’nin de öngördüğü gibi, belki mutluluğu ebedi kılmanın tek yoludur. Tabi bunun aksi de söz konusu olabilir, mutsuzluk da, o tek mutsuz an odak kılınarak ebedileştirilebilir. O halde denilebilir ki, imge her şeydir. Bir
SPOT 31
an›ı veya seni mutlu kılan herhangi bir şey›i, bir olumluluk halini imgeleminde tekrar tekrar var edebilmek, varoluşun tüm olumsuzluğuna atılmış bir tokat işlevi görür. İmge katlolursa, zaman da katlolur an da anılar da parça da bütün de varoluş da... Bu bağlamda fotoğrafın ‘imge yaratma değeri’ düşünülürse şayet, an’ı ebedileştirme konusunda zihnimizden daha ileri bir hafızaya sahip olduğu açıktır. Tek tek mutlu anları ya da ‘yaratılmış/inşa edilmiş’ mutlu anları ebedi kılmanın yolu olarak işlev gören fotoğrafın, bu yüzyılda, başat olduğunu görüyoruz. Fotoğrafın ‘an yaratma’, an’ı inşa etme durumu, onu ebedileştirme potansiyeli ve gelişen internet ve teknolojiyle buna hayatın her alanında daimi bir görünürlük kazandırma hali, doğal olarak vazgeçilmez oluşunun da nedenidir. Her daim ‘mutluluk’ peşinde koşan insan için bu tapılası bir durumdur, -ki öyle de yapılmaktadır. Artık fotoğrafa tapılan bir yüzyıl yaratılmıştır. Fotoğrafla Sergilenen: Nesneleşen Özne veya Sözde Benlik Walter Benjamin, “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” adlı makalesinde, sanatın iki yönüne dikkati çeker: Bunlardan biri kült değeri, öteki de sergileme değeridir. Sanatsal üretimin ‘kült’ün hizmetinde oluştuğunu belirten Benjamin, tekniğin yeni olanaklarıyla bu ‘kült’ün artık bir ‘mahrem’ olmaktan çıkıp sergilenebilir kılındığına vurguyu yapar. Ona göre eski zamanlardaki sanat yapıtının mutlak ağırlığının bir kült değeri üzerinde toplanması, onu bir büyü aracı kılıyordu. Ancak bugünün olanaklarıyla sergilenme değerinde odaklaşan bu mutlak ağırlık, sanat yapıtının işlevini de değiştirmiş bulunuyor. Buradan yola devam eden Benjamin, fotoğraf ve filmin, bu anlamda, en kullanışlı araçlar olduğu yönünde bir fikir öne sürüyor. Çünkü ona göre fotoğraf alanında sergileme değeri, kült değerini bütünüyle geri plana itmeye koyulmuştur; fotoğrafın kült değerini temsil eden ise uzakta ya da ölmüş olan bir sevdiğimizin anılarını canlı tutmanın son sığınağı olan
Önceden fotoğraftaki kurgu, belli bir amaç için inşa edilirken -ki bu kurgusallık piyasaya hizmet ediyor(du)- bugün ise bunun her şeyi çevrelediğini görüyoruz. Amaçsız bir amaçlılıkla kaplanan ‘her şey’in fotoğraf nesnesi oluşu ise, onu geçmişinden de çekip alıyor. 32 SPOT
‘insan yüzü’dür. Ancak “insan fotoğraftan çekildiği anda, sergileme değeri de ilk kez bu kült değerinin önüne geçmiştir (Benjamin 2007, 59-61).” Günümüz fotoğrafında da bu kült değer, yani portre geri plana itilmiştir; sergileme değeri yaratılan günümüz fotoğrafında da kişi geri plandadır. Sergilenen, kişinin portresi önde olsa dahi, içinde bulunduğu mekân ya da daha doğru bir deyişle onun statüsünü ve ‘sıra dışı’ yaşamını çevresine
için inşa edilirken -ki bu kurgusallık piyasaya hizmet ediyor(du)- bugün ise bunun her şeyi çevrelediğini görüyoruz. Amaçsız bir amaçlılıkla kaplanan ‘her şey’in fotoğraf nesnesi oluşu ise, onu geçmişinden de çekip alıyor. Örneğin geçmişte bir top model üzerinden yaratılan bu kurgu sahnesi, nasıl bir ürünün pazarlanabilirliğini arttırmak için yapılıyorduysa, bugün de kişinin kendisini pazarlanabilir bir ürün haline getirmek için bu özeni gösterdiğini görüyoruz. Bugün herkesin bir top model oluşu ya da olmak istemesi, fotoğrafın kazandığı kurgusal niteliği ve ona gösterilen rağbeti de gözler önüne seriyor. Çünkü maalesef gerçek şu ki, herkes top model olmak istiyor. Bu noktada başarıya ulaşan fotoğrafın öncülüğünde, gittikçe yayılan ‘top model’ figürü, özenilen kişi sayısını da ‘mahremiyetinden’ çekip alıyor. Ünlü bir aktörün veya aktristin yerinde olma arzusu, hemen yanı başındaki arkadaşına imrenmeye bırakıyor yerini. Herkesin ünlü olduğu bu piyasada, özendirilen ve satışa sunulan şey ise imrenme ve haset oluyor. Herkesin herkese imrendiği bir düzen kuruluyor; imrenme nesnesi olmak, ünlü olanın tekelinden çıkarılıyor. Liberal bir düsturla, ünlü olma ya da ününü yayma, eşit rekabet koşullarında yarıştırılıyor.
göstereceği mekânsal koşullardır artık. Kısaca fotoğraf, bir benlik ifadesi işlevi görmektedir. Bugün fotoğrafın böylesi bir ivme kazanmasında hiç kuşkusuz internetin, bu ortamdaki paylaşım ağlarının payı büyüktür. Belki de kişinin bedeninin bu alanlardan dışlanışı, kişiyi de böylesi bir duruma itiyor; onu böylesi bir ifade tarzına zorunlu kılıyor. “Ben yok’um, ama başka bir ben olarak varım” demenin örtük bir ifadesi olarak bu alandaki fotoğraf bolluğu, yeni bir gerçeklik inşa ediyor. Fakat bu inşa sakat bir mühendisin elinden çıktığı için, buradaki benlik durumu da doğal olarak sakat oluyor. İnternet ortamında bedenin dışlandığı bu durum, “ruh ve beden arasındaki eski Dekartçı düalizmi, düşünce ve kimliğin tek yerinin zihin olduğunu söyleyerek, alabildiğine canlandırıyor (Illouz 2011).” İnternette dışlanan beden, yerini zihnin egemenliğindeki bir benliğe bırakıyor. Fotoğraf da bu benliğin tamamlayıcısı olarak işlev görüyor. Ekranda beyan edilen fikirle oluşturulan yeni benlik(1), kurgulanan yeni bir görüntüyle –kişinin fotoğrafıtamamlanıyor. Bedenin tamamen dışlandığı bu ortamda, başat itici güç yazı ve fotoğraftır ya da bir görüntülü konuşmadır; ama sonuç olarak bakılan bir ekran, anlatan oyuncu ve anlatanı dinleyen de seyircidir. Ancak değişmeyen şey şudur ki, kişinin gerçek kendisinin/benliğinin önünde mutlak bir duvar vardır. Top Modelleşme ya da Haset Yaratma Önceden fotoğraftaki kurgu, belli bir amaç
İmgeye Hapsedilen Gerçeklik Sonuç olarak fotoğraf, olmak istediğim ben’i yaratıyor; gerçekleşmese de imgemde var edebileceğim bu ben, fotoğrafın da yardımıyla, imgemin dışına taşma imkânı, gerçek hayatta yaşama şansı buluyor. Yalan, gerçeğe karışıyor; hakikat sunilik içinde sıkışıp kalıyor. Ancak gerçek şu ki, imge dahi bir sınırlılığa sahiptir. O bile bir an’a hapsolur. Bu zindandan onu ne fotoğraf ne de başka kurgusal bir araç kurtarabilir... Oysa hakikat o ‘tek an’ların değil, tüm zamanların efendisidir; ona sırtını dönenlerin ve imgenin ise tek gerçek cellâdıdır. (1) Çünkü bir yerde, “fikir, kendi dışında başka biri olmaktır.” Hele hele karşında, yazdığın şeylere bir ekrandan bakan seyirci/okuyucunun varlığını bilmek ve fikri ona göre inşa etmek, bunu daha da radikalleştirir. KAYNAKLAR Walter Benjamin, Pasajlar. Çeviren Ahmet Cemal. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007. Eva Illouz, Soğuk Yakınlıklar: Duygusal Kapitalizmin Şekillenmesi. Çeviren Özge Çağlar Aksoy. İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.
Bekir Avcı
Özgür Gürbüz:
“Asıl sorun medyanın olayları görmezden gelmesi” Türkiye’de ve dünyada çevre konusunda birçok olumsuzluk yaşanıyor. Dünya’nın herhangi bir noktasındaki sıkıntı kelebek etkisi ile çok farklı bir yerdeki insanı veya kitleyi etkiliyor. Ekosistem bir bütün ve insanoğlu bu sisteme çomağı sokmakla meşgul. Yaşanan çevre sorunlarına karşı bireysel olarak ne yapabiliriz, ‘yeşil hareket’in yetersiz kaldığı noktalar neler, umutsuzluğa mı kapılmalıyız, Türkiye’de ve dünyada neler oluyor, medyanın gördüğü baskı ve daha birçok konuyu Gazeteci Özgür Gürbüz ile konuştuk. Dünya’da bireylerin çözebileceği çevresel problemler elbette var. Ama iktidarlar, egemenler veya hükümetlerin bu çözüme katkısı ne derecede? Ya da tam tersi kamuoyu baskısı işe yarıyor mu? Hoş bulduk, teşekkürler. Dediğin gibi hem yerel, hem de küresel çevre sorunlarıyla karşı karşıyayız. Küresel olarak en bilineni ‘Küresel İklim Değişikliği’. Bu bireylerin tek başlarına çözebilecekleri bir sorun değil. Buna tüm dünyanın ortak çözüm bulması gerekiyor. Bunun gibi küresel başka sorunlar da var. Örneğin bir nükleer kaza olduğunda radyoaktif kirlenme bir ülkenin sınırları içerisinde kalmıyor. Diğer ülkeleri de etkiliyor ve o da küresel bir sorun haline geliyor. Radyoaktif ve nükleer atıklar, denizlerin ve okyanusların kirlenmesi, daha önce çokça konuşulan ama sonra unutulan ozon tabakasının delinmesi ve bunun gibi onlarca küresel sorun var. Bunların tamamı hükümet düzeyinde çözüm gerektiriyor. Bu çözümlerin de bireyler tarafından uygulanması lazım. Sadece bireylerin çözüm üretmesi ya da sadece hükümetlerin aldığı kararlar çoğu zaman yeterli olmuyor ama politikaların bireyleri değişikliğe zorladığı ortada. Bazen bunun tersi de olabilir. Bireylerin hayat tarzını değiştirmesi, hükümetlerin politikalarını değiştirmesine neden olabilir. Bu ülkedeki demokrasi kültürünün ne kadar yerleşmiş olduğuyla ilgili. İzninizle bir örnek vereyim. Almanya’da Fukuşima sonrası binlerce kişi sokağa çıktı, kendi ülkelerindeki nükleer santralların kapatılmasını talep ettiler. Merkel Hükümeti aslında bu doğrultuda bir görüşe sahip değildi. Halk sokağa çıkıp, böyle bir talepte bulununca hükümet politikasını değiştirdi ve nükleer reaktörleri kapatmaya başladı. 17 reaktörden sekizi kapandı, dokuzu çalışıyor. Bu kalanlar da 2022’ye kadar kapatılacak. Bu olay, halkların hükümet politikalarını nasıl değiştirdiğinin en güncel kanıtı.
Ülkemizde halkların hükümet politikalarını değiştirdiğine dair bu şekilde bir örnek ben hatırlamıyorum (!) Ters durumlar da oluyor mu? Tam tersi de yaşanıyor elbette. Demokrasi kültürünün henüz yerleşmediği -ya da yerleşmekte olduğu diyelim- bizim gibi ülkelerde hükümetler çevre yasalarını, kuralları halkın istemlerinin aksi yönünde değiştiriyor. Olumlu örnek düşünüyorum ama benim de aklıma gelmiyor (gülüyor)… Olumsuz örnek çok. Yakın zamanda çıkan 2B kanunu hükümetin isteğiydi ve bireylerin tüm hayatını değiştiriyor. Bazı insanlar yıllarca yaşadıkları alanlardan çıkmak zorunda kalıyor. Örneğin Çıralı’da yaşananlar… Yıllardır pansiyonculuk yapan onlarca aile bu kanun yüzünden oraları terk etmek zorunda kalacak. Bazı yerlerde bu kanun sonrasında oteller, binalar yükselecek. Fukuşima’dan sonra Almanya’daki hükümetin politika değişikliğinden bahsettin Türkiye’ye dönecek olursak Akkuyu’da nükleer santral, Gerze’de termik santral yapılmak isteniyor. Buralarda da halk direniyor. Ama maalesef olumlu bir sonuç alınamıyor. Direniş konusunda yanlış bir yol mu izliyoruz, bir şeyleri eksik mi yapıyoruz yoksa hükümetin gücü bu direnişleri demokrasi kisvesi altında gizliyor mu? Aslında Gerze’deki direniş bir sonuç verdi. Şu anda ÇED süreci durduruldu. Gerze’de halk direndi. Halkın direndiği yerlerde siyasiler, yerel yönetimler halkın iradesine karşı kolay kolay bir şeyler yapamazlar. Belediyeler, özellikle Gerze ve Sinop belediyeleri direnişe destek veriyorlar. Belki halk bu direnci göstermeseydi belediyeler bile bu desteği vermeyecekti. Türkiye kapitalizmin vahşi yüzünü gösterdiği, ülkeye yerleşmeye çalıştığı bir süreçten geçiyor. Kapitalizmin yerleştiği batıda, boykotlar, tüketicilerin almama/tüketmeme haklarını kullanmalarıyla şekillenen eylemler var. Türkiye’de bu tür eylemler henüz oturmadı.
Derelerin kirlenmesi, Dilovası’ndaki kanser oranının yüksek olması, nükleer santral kurulması sonucunda ne gibi çevresel etkilerin olabileceği, gündelik hayatta kullanılan ambalajların, ulaşım araçlarının her birinin çevre için sorun yaratabileceğini bilmemiz lazım ki buna karşı bir duyarlılık geliştirebilelim. O sebeple okullarda bu bilincin oluşturulması ve doğru bilgilerin verilmesi çok önemli. Sorunu bilmiyorsanız yumurtaya kapıya dayandığında, bizim başımıza gelince fark ediyorsunuz. Bunun en güzel örneği belki de baz istasyonları. Baz istasyonları bir mahalleye geldiğinde oradakiler ayağa kalkıyor, ama yan mahalleye kurulurken herkes sessiz kalıyor. Türkiye’de baz istasyonları bu kadar kontrolsüz kurulurken bu sorunun bir politik düzenlemeyle aşılabileceğini kimse sandığa oy atmaya giderken aklına getirmiyor. Kısacası öncelikle sorunların farkına varmalıyız. Bir de şu anda hesap edemediğimiz ve gelecekte nasıl etki edeceğini bilmediğimiz sorunlar var… Evet, örneğin kablosuz internet ağları... Hepimiz evlerimizde birçok kablosuz internet ağının kapsama alanındayız. Bunun nasıl bir sorun yaratacağını bilmiyoruz. Neden bilmiyoruz? Çünkü 15-20 yıl öncesine kadar hayatımızda bunlar yoktu. Bu süre içinde bir etki yaratmamış olabilirler ama 40, 50 yıl sonra asıl sonuçlarını göreceğiz. Etkileri muhtemelen uzun dönemde görülecek. Biz bu süreçte kanser olmayı mı bekleyeceğiz? Bilimin unutulan ve unutulması istenen ‘ihtiyatlılık ilkesi’ der ki; yeni bir teknolojik gelişmenin, çevreyle ilgili farklı bir adımın, yüzde 100 çevreye zararının olmadığını ispatlanamıyorsa, ona zararsız diyemeyiz. Bu çok önemli! Cep telefonu, elektromanyetik radyason gibi birçok konuda bu yeni teknolojilerin gerçekten zararsız olup olmadığını söylemeye yetecek zaman geçmedi. Buna rağmen bazı bilim insanları ısrarla zararsız oldukları yönünde açıklama yapıyor. İhti-
SPOT 33
yatlılık ilkesine göre araştırma yapabilirsiniz ama kesin sonuca ulaşana, zararsızlığı ispatlanana kadar zararsız diyemezsiniz. Tabii ki şirketler yıllarca beklemek istemiyor, hemen satmak, kazanmak istiyor… Nükleer konusu da böyle değil mi? Birçok ağızdan ve ayrı kaynaklardan “nükleer zararsızdır” açıklaması yapılmıyor mu? Hatta Başbakan Erdoğan’ın 16 Haziran tarihinde Mersin’de yaptığı açıklama da aynen bu şekilde. Çok haklısın. Başbakan Erdoğan’ın, Enerji Bakanı’nın açıklamaları, “dış mihrakların oyunu” ya da “gelişmemizi istemiyorlar” şeklindeki asılsız iddialar yıllardır bilimin bu ilkesini göz ardı ediyor. Nükleer enerji konusunda sadece bir tek bilgi vereceğim. Nükleer atıklar içerisinde 244 bin yıl aktif kalan plütonyum-239 gibi atıklar var. Atık sorunu için hep söylenen, “bunlar ilerde çözülür” şeklinde. Bilimsel hiçbir dayanak yok ama “çözülür” deyip duruyorlar. Bilimin ihtiyatlılık ilkesine göre böyle bir önermeyi kabul edemeyiz. Problemin çözüleceğine dair yüzde 100 garanti verilemiyorsa bunu zararlı kabul etmeniz lazım. Bu yüzden de nükleer santraller yapılamaz. Çözümü öteleyemezsiniz, “çözüm bulunur” diyemezsiniz. Zaten onca yıl sonrası için konuşmak da saçma değil mi? Saçma tabii ki. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Siz bir partiye 4-5 yıllığına ülkeyi yönetsin diye oy veriyorsunuz, o hükümet binlerce yıllık bir nükleer atık bırakıp gidiyor. Binlerce yılınızı, geleceğinizi ipotek altına alıyor. Hiçbir hükümet böyle bir kararı veremez. Ama demokrasiniz zayıfsa, 4 yıllığına veya 8 yıllığına iktidara gelen hükümet sizin hayatınızı, torunlarınızın hayatını etkileyecek kararlar alabilir. O zaman tüm nükleer santral kurulmuş ülkelerde aynı sorun var diyebilir miyiz? Diyebiliriz. Nükleer atık konusu nerede açılırsa açılsın bu konuyu geçiştirmeye çalışırlar. Nükleeri savunanlar için bu çok zor bir konu. Bugün nükleer reaktör yapmakta ısrar eden ülkelere bakınca tabloyu daha net görebilirsiniz. Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Güney Kore’nin hepsi sürece halkın katılımı, şeffaflık ve denetim anlamında ciddi sorunları olan ülkeler. Bu saydığım ülkelerde yaptığınız direnişin, eylemlerin karşılığını almanız çok zor. Batıda mücadele ve direnişin karşılığını alma şansınız var, sokağa çıkmanız yasak değil ama orada da yeni tehlike medyanın sermaye ve hükümetler tarafından kontrol edilmesi. Peki, medyanın konuya yaklaşımı ne kadar “Özgür”? Medya çok yoğun bir baskı altında. Dikkat ettiyseniz, Fukuşima’daki felaket ancak günler sonra tüm detaylarıyla Türkiye’deki medyada yer bulabildi. Ellerinden gelse haberi bile vermeyeceklerdi. . Kaza tüm ülkelerde manşetten haber olunca, yazmak zorunda kaldılar. Medya gruplarının birçoğunda çalıştığım için aradaki ilişkileri daha iyi biliyorum. Hani şu Cem Karaca’nın meş-
34 SPOT
hur şarkısı gibi, sansürü gördüm, sansürü yaşadım. Yaptıkları haberlerin sonucunda neyle karşılaşacaklarını az çok tahmin eden gazetecilerin, ellerinin o haberi yazmaya gitmemesi de gayet tahmin edilebilir bir şey. İnsanların tepki verebilmesi, direniş göstermesinin en önemli koşulu da daha önce de söylediğim gibi sorunu bilmesi. Burada medyanın rolü büyük ama maalesef baskı altında. Halk durumun yeteri kadar farkında değil, medya baskı altında. Peki, bunca çevre sorunu içerisinde sen en tehlikeli problemin ne olduğunu düşünüyorsun? Ben bu tip bir sınıflandırma yapmayı sevmiyorum. Ekosistem bir bütün, kelebek etkisi ortada. Öldürdüğünüz bir hayvanın veya bitkinin çok farklı bir yerdeki doğa olayına, sorununa etkisi olduğuna inanıyorum. Türkiye için en büyük tehlikenin medyanın ilgilenmeme durumu, halkın bilgisiz bırakılması olduğunu söyleyebilirim. Nükleer daha tehlikeli, termik santral daha az tehlikeli gibi bir karşılaştırma yanlış olur. Hepsi çok ciddi sorunlara neden olabilir. Asıl sorun bunların farkına varılamaması. Çevre koruma işinin çiçek beslemek, ağaç dikmek işine indirgenmesi belki de sorunların çok basit olduğu düşüncesini yarattı, önemsizleştirdi.. Oysa, bu mücadeleyi veren kişilerin salt dereyi, nehri, dağı, ormanı, ülkeyi korumak için değil, yaşam hakkına sahip çıkmak için bu mücadeleyi verdiklerini anlamamız gerekiyor. Yaşama sahip çıkmak, “sağlıklı yaşamak ve yaşatmak istiyorum” demek gerekiyor… Mesele bela başınıza gelmeden karşı durmayı öğrenmekten geçiyor. Yanlış bilgilendirme, çarpıtma kampanyaları var.. Örneğin ağaçlandırma kampanyaları bir dönem moda olmuştu. Çevreciliğin ağaç dikmek olduğu söylendi durdu. Marifet ağaç dikmek kadar dikilen, var olan ağaçları korumak. Bugün o kampanyaların sonucunda Çevre Bakanı çıkıp diyebiliyor ki “siz merak etmeyin, biz ormandaki ağaçları kestik ama yerine yenisini dikeceğiz”. Siz ormanın sadece ağaçlardan oluştuğunu söyleyemezsiniz. Oradaki ekosistemin farkına varabilmelisiniz. Hele de o koltukta oturuyorsanız. Sincabına, solucanına, kuşuna ve böceğine kadar birçok canlı o ormanda yaşıyor, ben işimi göreyim sonra yeniden bir orman yaratırım diyemezsiniz. Nükleer konusundan kopmak istemiyorum. Neden nükleer enerjiye karşıyız? Ucuz, güvenli, gerekli olduğuna dair devamlı bir pompalanan bir durum var. Bu bilgi kirlenmesinin de yolunu açıyor bana göre… Nükleeri birçok açıdan değerlendirebiliriz. Ucuz veya pahalı olup olmadığını görmek için diğer kaynaklarla karşılaştırabiliriz. Her ne kadar her şeyin parayla ölçülmediğini düşünsem de ‘onların’ dilinden yanıtlayalım. Türkiye’de hükümet “pahalı” dediği rüzgâr enerjisini desteklemek için 10 yıl boyunca kilovatsaat başına 7,3 sent (ABD Doları) alım garantisi veriyor. “Ucuz” olduğu iddia edilen nükleer içinse 15 yıl 12,35 sentten alım garantisi veriyor. Bir terslik yok
mu bu işte? Türkiye’de kilovatsaati 5-8 sente rüzgârdan elektrik üretiliyor. Nükleer için oca pazarlıktan sonra gelinen nokta 12,35 sent. Enerji sorununu çözmek için nükleere değil başka bir yere bakmak lazım. Türkiye enerjiyi verimli ve akıllı kullanamıyor. Avrupa’da enerjiyi en akıllı kullanan ülke İsviçre. Aynı ürünü (mesela bir buzdolabını) İsviçre’de üretmek isterseniz harcanan enerji Türkiye’ye göre 2,5 kat daha az. Yani sadece nükleer yapmak değil, ülke olarak teknolojimizi değiştirmek, ulaşımda karayolundan demiryoluna geçmek, binaların yalıtımını ve mimarisini düzgün planlayıp inşa etmek, böylelikle enerji tasarrufuna uygun binalar yaratmak ve sonuçta enerjiyi verimli kullanmak zorundayız… Enerjiyi verimli kullanmak için gerekli adımları atmadan nükleer santralden bahsetmek bile çok mantıksız. Kısaca elektrik talebi bahanesiyle nükleer santral yapmak yerine, elektriği akıllı kullanarak hem daha az para harcamak hem de nükleere bulaşmadan yaşamak mümkün. Ama böyle aksettirilmiyor halka? Sadece nükleer konusunda değil ki! Bakın, hükümet durmadan dışarıdan ithal edilen doğalgazdan şikâyet ediyor. Ancak yeni verilen santral lisanslarında onlarca doğalgaz santrali var. Türkiye’nin asıl sorunu vizyonu olan bir enerji politikasına sahip olmaması. Hükümetin dediği gibi ‘enerjisi az olan’ bir ülkeyseniz çimento ve demir çelik sektörü gibi çok enerji harcayan (enerji yoğun) sektörler yerine teknolojisi daha yüksek, enerji yoğunluğu daha az olan sektörlere (bilişim gibi) yönelmeniz gerekir. Sadece enerji verimliliği yaparak tüm işler çözülür mü peki? Enerji verimliliğine yönelmek bir hükümet politikası olarak belirlenmeli. Bu ilk adım ve bu işin olmazsa olmazı. Çevreci ve doğayla uyumlu enerji kaynaklarını kullanmak, yani yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek de ikincisi. Nedir yenilenebilir enerji kaynakları? Güneş var olduğu sürece bu kaynaklardan faydalanabilirsiniz. Toprağa bir çivi çaksanız çevreye etkiniz olur. Bu kaynaklar eldeki seçeneklerin en temizi. Bir başka avantajları da dışa bağımlı olmamaları. Hepsi yerli kaynak. Örneğin jeotermal çok ama çok önemli. Isınmada oldukça önemli bir kaynak. Doğalgazın birebir rakibi. Hidroelektrik kaynaklar da önemli ama Türkiye’deki örnekler bunu yenilenebilir enerji sınıfına almamızı bile çok zorlaştırıyor. HES sorununun çözümü için halkın son sözü söylediği yeni bir modele geçmek lazım. Bir de bunlara akıllı binalar, pasif evler eklenebilir. Oda sıcaklığını belli bir derecede tutan ve enerjisini kendi üreten ve dışarıdan neredeyse sıfır enerjiye ihtiyaç duyan evler. Türkiye’de TOKİ’ye bakıyorsunuz, yaptıkları evlerde radyatör peteği yetmiyor. Güney yöne duvar, kuzey yönüne pencere yapılıyor. Kötü mimari, şehir planlama ve işçilikten bahsediyoruz. Bu evler doğru yapılsa size onlarca nükleer santralin üreteceği enerjiyi tasarruf ederek üretirler.
Bahsettiğimiz seçenekler Türkiye’nin şu andaki talebini karşılayabileceği gibi, çok uzun yıllar ihtiyaca yanıt verebilir. Yeter ki sanayi, ulaşım ve ekonomi politikası buna uyumlu olsun ve bir vizyon oluşturulsun. Türkiye rüzgâr türbini üretip satabilir, istihdam yaratabilir. Yenilenebilir olmayan, sınırlı kaynaklar nelerdir? Çekirdeksel kaynaklar, yani nükleer enerji. Termik santrallar, kömür ve doğalgaz yakarlar ve o kaynaklar da sınırlıdır. Türkiye petrolünün yüzde 92’sini, doğalgazın yüzde 98’ini dışarıdan alıyoruz. Kömürde de linyit rezervleri var ama kalitesi çok düşük. Bu durumda bir ülkenin mantıken sınırlı kaynaklarla değil bolca sahip olduğu temiz, yenilenebilir kaynaklara yönelmesi gerekir. Kömürlü termik santralleri savunanların bir argümanı kömürün yerli olmasıydı. Halbuki kömür yerli de olsa küresel ısınmaya neden oluyor ve çevre sorunları yaratıyor. Şimdi bir de ithal kömür çıktı. Dışardan gelen kömürle santraller işletiliyor. Gerze’de kömür stoku yok örneğin. Rusya’dan kömür ithal edilecek. Çünkü Türkiye’de çevre strandartları düşük. Kömür santralı kurmanın karşısında hiçbir yaptırım yok. Peki, Avrupa’da durum ve işleyiş nasıl? Bu yatırımcılar Avrupa’ya gitse; 1. Daha yüksek çevre standartlarıyla karşılaşacaklar, 2. Küresel ısınmaya yol açtıkları için karbon emisyonlarıyla ilgili belirli bir bedel ödemek zorunda kalacaklar, 3. Ortaya çıkan kül dağlarını başıboş bırakamayacaklar, denetimler çok sıkı olacak. Bütün bunları düşününce Türkiye’ye gelmemeleri için bir neden yok. ÇED raporu almak kolay, halkın tepkisi ciddiye alınmıyor ve kontrol mekanizmaları tartışmalı. İktidarların bu konuları önemsemesi, dikkate alması için ne önerirsin? Hükümet sivil hareketlerin önünü bağlamış durumda. Halkı dinlemeyi unutmuş görünüyorlar. Sadece monolog bir ilişki ile halkın derdini umursamayan bir hükümetle karşı karşıyayız. Yine de sivil toplumu oldukça önemsiyorum. Ayrıca siyasi baskı da çok önemli ve bunu yaratmak gerekiyor. Türkiye’de yeşil politikaları dillendirecek bir siyasi parti yok. Yeşiller Partisi’nin başarısız olması ve EDP ile birleşme sürecine girmesi bu kulvarı tamamen boşalttı.
Yeşiller bu birleşmeyle daha güçlü olmayacak mı? Bence hayır. Şu noktada tam da Yeşiller’in muhalefetine, sesine ihtiyaç vardı. Bu bir lüks değil, ihtiyaç, hatta zorunluluk. Yeşiller Partisi ikinci kez Türkiye’de siyaset sahnesine veda ediyor. EDP’ye katılmaya iten neden bir büyüme isteğinden ziyade yönetimin başarısızlığını örtme girişimi. Türkiye’nin dört bir yanında onlarca çevre mücadelesi sürerken Yeşiller Partisi’nin bu mücadelelerin neredeyse hiçbiriyle kalıcı bir bağ kuramaması üzücü. Sizce değil mi? O insanların yanında olmak, olduğunu hissettirmek, mahkeme önlerinde onlarla omuz omuz mücadele etmek Yeşiller’in bu süreçte yapması gereken şeydi. Ama dört yıl boyunca böyle bir politika göremedik.
çevre sözlüğü
Alternatif enerji (bence yenilenebilir veya temiz enerji denmeli):
Alternatif enerji deyince açıkçası ben bu kelimeden pek bir şey anlamıyorum. Rüzgâr, güneş, jeotermal, biyokütle ve dalga enerjisi gibi kaynaklar kastediliyorsa bunlara alternatif demek büyük bir hata olur. Bahsedilen kaynaklar güneş olduğu sürece var olabilecek kaynaklardır, bu yüzden literatürde yenilenebilir enerji kaynakları veya sınırsız enerji kaynakları şeklinde adlandırılırlar. Diğer gruba ise sınırlı kaynaklar deniyor; kömür, petrol ve doğalgaz ile nükleer enerji gibi. Uranyum, kömür, petrol ve doğalgaz gibi kaynakların hepsi sınırlıdır. Bu gruba ayrıca çevreye zarar veren kaynaklar demek de yanlış olmaz. Şimdi siz, kömür gibi sınırlı, küresel ısınmaya yol açan bir kaynağı “esas” kabul edip, güneş gibi tüm canlıların yaşamını sürdürmesini sağlayan bir enerji kaynağını “alternatif” olarak kabul edebilir misiniz? O yüzden ben yazı ve söylemlerimde alternatif kelimesini kullanmıyorum. Yenilenebilir veya temiz enerji diyorum.
Termik santral:
Termik santraller, fosil yakıtların (petrol, kömür ve doğalgaz) yakılması sonucu elektrik üreten fabrikalara benzetilebilir. Yakma sonucu elde edilen ısıyla su buharlaştırılır, buharlaşan su türbinleri çevirir ve böylece elektrik üretilir. Kömür başta olmak üzere fosil yakıtların yakılması küresel ısınmaya neden olan karbondioksitin (seragazı) ortaya çıkmasına neden olur. Kömür santrallerinde kül dağları da ciddi bir çevre sorunu yaratır. Filtre sistemleri yoksa veya çalıştırılmıyorsa hem insanlar hem de doğal çevre için ciddi tehdit kaynağı olurlar. Asit yağmurlarıyla karşılaşılabilir.
Nükleer santral:
Çalışma prensibi termik santrallere çok benzer. Santralin kalbindeki zenginleştirilmiş uranyum (bazı eski santraller doğal uranyum da kullanır) nötron bombardımanına tutularak atom çekirdekleri parçalanır, büyük bir enerji açığa çıkar. Bu enerjiyle de aynı termik santrallerde olduğu gibi su buharlaştırılır, türbinler çevrilir ve elektrik üretilir. Sanılanın aksine nükleer santraller elektrik üretmek dışında bir şey yapmaz, yani ülkeyi kalkındırıp sizi uzaya göndermez. Tersine, reaksiyon sonucu her yıl tonlarca nükleer atık üretilir. Nükleer santrallerin kaza riski kabul edilebilir ya da tüpgazla, otomobil kazasıyla kıyaslanabilir bir şey değildir. Kitlesel tehdit içerdikleri için riskin büyüklüğü çok yüksektir. Çernobil ve Fukuşima’da görüldüğü gibi kaza olduğunda etkileri yıllarca sürer. Elektrik üretmenin onlarca farklı yolu olduğu için şirketlerin kârının halkın sağlığından üstün tutulduğu, demokratik katılımın eksik olduğu toplumlarda bırakın alternatif kaynak olmayı, bir seçenek bile olamaz.
Rüzgâr enerjisi:
Bildiğimiz değirmen aslında. Çamaşırlarımızı kurutan, bizi serinleten, yelkenlilerin gitmesini sağlayan ama tüm bunları yapmasına rağmen bizim sadece elektrik üreten dev pervaneleri gördüğümüzde hatırladığımız enerji kaynağı. Büyük miktarda elektrik üretmenin en çevreci yöntemlerinden biri.
Söyleşi: Burcu Mert
Sence Yeşil Hareket nerede hata yaptı? Anadolu aslında birçok bilgiye ve öğretiye sahip. Sadece Aşık Veysel’i anlamanız bile büyük bir adım. Yeşil Hareket’in en büyük hatası Anadolu’dan öğrendiklerini Batı’ya ve dünyaya anlatacağı yerde, Batı’dan aldıklarını Anadolu’ya anlatmaya çalışması oldu. Bu noktada bence ciddi bir politik hata yaptılar ve başarısız oldular. Çünkü, Yeşiller Partisi yönetimi bu topraklara yabancıydı. Tüm bu sorunları çözebilmek için şimdi tersini yapan bir harekete ihtiyacımız var. Ben siyaset yapılması ve yeşil siyasetin meclise taşınması gerektiğine inanıyorum. Bu topraklardan, HES mücadelesinden, GDO karşıtı mücadeleden, termik santral mücadelesinden öğrenerek, bunlardan ders çıkartıp yeni ve özgün bir politik söylem yarattığımızda hem oy hem de önemli bir güce sahip olacaksınız. Bu güçlü parti Türkiye’de bambaşka bir şeyi savunacak, yaşam hakkını. Türkiye’de çevre konularında hükümetten ve şirketlerin etkisinden bağımsız değerlendirmeler yapılamıyorsa, demek ki bu sistem değişmeli. Bunu da siz sivil toplum olarak, ne yazık ki karşınızda sizi dinlemeyen bir hükümet varken yapamazsınız. Bunun tek yolu siyaset yapmaktan geçiyor. Ve hepsinin sonunda yaşam hakkını savunmak var, çok temel bir şey ve bu kadar basit aslında…
Yeşil Hareket için bundan sonraki süreç nasıl işleyecek? Kurucusu olduğum Yeşiller Partisi geçtiğimiz günlerde EDP ile birleşme kararı aldı. Bu benim açımdan bir birleşme değil ‘katılma’dır. Çünkü EDP’nin üye sayısı ve Yeşiller’in üye sayısına bakıldığında EDP içerisinde Yeşiller’in kaybolup gideceğini düşünüyorum. Yeşiller Partisi 4 yıl önce yaklaşık 50 kişi ile kuruldu. Bugün üye sayısı 300’lere ancak yaklaştı. Yani üzerine hiçbir şey koyamadı parti. Söz konusu EDP’ye katılma kararının alındığı toplantıya da sadece 63 kişi katıldı. Parti içi demokrasi olmayınca muhalefet toplantıya gitmedi bile.
SPOT 35
kitap
Yeni Çıkanlar
Martin Puchner Marx ve Avangard Manifestolar
David Vann Caribou Adası Çev. Cem Alpan
Patti Smith Hayalperestler Çev. Emre Ülgen Dal
Al Rennie Clearwater Günlükleri Çev. Duygu Özen
Altıkırkbeş Yayınları, 512 s.
Can Yayınları, 315 s.
Domingo Yayınları, 92 s.
Altın Bilek Yayıncılık, 355 s.
Savrulmuş metinler, yüzyıllar boyunca manifestolar olarak adlandırıldılar fakat Marx ve Engels’in Manifesto’su, bu metinleri ayrı bir tür olarak bir araya getirdi. Manifesto’nun, türün daha sonraki tarihi içindeki üstünlüğünün anlamı, manifestonun tarihinin, aynı zamanda, sosyalizmin tarihini de şarta bağlaması gerektiğiydi. Antonio Gramsci, Kenneth Burke, Louis Altusser ve Perry Anderson da dâhil olmak üzere, birçok Marxist eleştirmen, manifestoların, toplumsal teoriyi, siyasi eylemleri ve şiirsel ifadeleri nasıl bir araya getirdiklerini belirlerken bana oldukça yardımcı oldular. Bu kitabın başlıca önermelerinden bir tanesi manifestonun nasıl ve neden yirminci yüzyıldaki sanat dünyasına girdiğini açıklamaktır.
Otuz yıl boyunca düşünü kurduğu hayatı gerçekleştirmeye karar veren Gary, nihayet karısı Irene’i de ikna ederek yola koyulur: Alaska’nın buzul göllerinden birindeki Carıbou Adası’nda bir kulübe inşa ederek medeniyetten uzakta, vahşi doğada yaşayacak, her şeyi geride bırakarak yıllardır özlemini çektikleri huzura kavuşacaklardır. Ancak erken bastıran kış, bu ıssız adadaki çetin doğa koşulları ve kocasıyla arasındaki derin iletişimsizlik, Irene’in ruhsal dengesini bozacak, geçmişteki trajedinin hayaletleri geri dönecektir.
Bu kitapta yer alan her şey gerçek; aynen olduğu gibi yazıldı. Onu yazmak ölü toprağını üzerimden çekip aldı; umarım bir ölçüde okurun da içini nedensiz bir neşeyle doldurmayı başarır.” Patti Smith
Eski polis dedektifi Joseph Holiday, Clearwater kentinde bir kafede çalışan Mia’ya hayranlık duymaya başlar. Kısa zamanda ilişkileri ilerler ve Holiday, Mia’nın kız kardeşinin, kaza süsü verilmiş bir cinayete kurban gittiğini öğrenir.
“Farklı evrelerini, farklılıklarının kendilerini ve avangard grupların ve manifestoların tekrarlarının detaylarını ortaya çıkartarak, altmışlı yıllar boyunca algılandığı şekliyle Komünist Manifesto içerisinden çıkan siyasi ve sanat manifestolarının izini sürdüm.” Martin Puchner
36 SPOT
Simgesel açıdan bir beraberliğin kurtarılması çabasını irdeleyen roman, fonda Alaska’nın haşin ama harika coğrafyasını yansıtırken, aşkı, acıyı, umudu ve umutsuzluğu yalın, akıcı bir dille anlatıyor. Romanın en çarpıcı tarafı ise şüphesiz öngörülemeyen ve büyük bir şaşkınlık yaratan finali şüphesiz! David Vann, Alaska coğrafyasından çarpıcı manzaralar aktararak günümüz insanının trajedisini ortaya çıkarabilen bir yazar.
Çoluk Çocuk ile gönülleri fetheden Patti Smith, bu küçük, adeta ışık saçan anı kitabında çocukluk yıllarına dönüyor ve yaşamının ilk kutsal deneyimlerini yeniden ziyaret ediyor. Anıları o denli canlı, o denli renkli, o denli parlak ki, çoğu kez gerçeküstünün eşiğinde dolanıyor. Hayalperestler, küçük bir kız çocuğunun hayalperestliğin anlamını ve uçuşan düşünceleri yakalayıp kurtarmanın sırrını keşfederek kendini bulma öyküsü. Çoluk Çocuk hiç bitmeseydi diyenler için... “bu minik kitapta yer alan her şey gerçek; aynen olduğu gibi yazıldı. onu yazmak ölü toprağını üzerimden çekip aldı; umarım bir ölçüde okurun da içini nedensiz bir neşeyle doldurmayı başarır.” Patti Smith
Bir süredir uzak durmaya çalıştığı polislik güdüleri harekete geçer ve olayı soruşturmaya karar verir. Bir yandan dosyaları ve olay yerini inceleyerek araştırmasını derinleştiren dedektif, diğer yandan Mia ile ilişkisini derinleştirmektedir. Joseph Holiday, alışık olmadığınız tarzda bir dedektif. Al Rennie, yarattığı muzip, zeki ama çılgın polis karakteri, esprili ve ironik anlatımı ve her sayfada dozunu arttıran kurmaca gücüyle, okurunu alışılmadık bir polisiye öyküye çekiyor... Clearwater serisinin ilk kitabı olan Clearwater Günlükleri, düşündüğünüzden fazlasını sunuyor. Clearwater Günlükleri, Amerika’da İngilizce öğretmenliği yapan Al Rennie’nin ilk romanı.
Armand Mattelard: Gözetimin Küreselleşmesi Güvenlik, en eski insan topluluklarından beri var olan bir ihtiyaçtır. Zaten insanın topluluk halinde yaşamasının nedeni de en başta güvenlik ihtiyacıdır. Zira, insan doğal felaketlerden korunmak ve doğa içerisinde kendi varlığını sürdürebilmek için topluluk halinde yaşama gereğini hissetmiştir. Fakat bu söz konusu bir arada yaşama durumu, insanların kendi hemcinslerine karşı da bir güven sorunu yaşamasına da neden olmuştur kuşkusuz. Toplum sözleşmesi kuramcılarının neredeyse tümü, devletin varoluşunun temeli olarak, insanın kendi hemcinsine karşı hissettiği bu söz konusu güvensizlik duygusunu gösterir. Dolayısıyla bu perspektiften devletin başlıca görevi güvenliktir. Herkesin birbiriyle eşit olduğu, yani herkesin her şeyi istemeye ve yapmaya muktedir olduğu ve bu nedenle çatışmanın kaçınılmaz olduğu doğa durumundan, insanlar ancak şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran, uzlaştırıcı bir yapıyı, devleti inşa ettikleri zaman kurtulur. Ancak tüm insanların kendi güvenliğini sağlamak adına güç kullanma yetkisini ve sınırsız özgürlüğünün bir bölümünü devrettiği devlet, kendisini var eden toplumun denetiminden çıkar, ona karşı bir güç haline gelerek canavarlaşırsa, güvenlikten sorumlu kurumların bizzat güvensizliğin kaynağı olduğu, güvenlik adına mahremiyetin ve diğer kişisel hak ve özgürlüklerin ihlal edilebildiği noktada ortaya çakacak olan yeni siyasal düzen, toplum sözleşmesi kuramcılarının tahayyül gücünü aşar. Neo-liberal güvenlik algısını ve onun yarattığı toplumsal ve siyasal dönüşümleri, Armand Mattelart, “Gözetimin Küreselleşmesi; Güvenlileştirme Düzeninin Kökeni” isimli yapıtında tam da bu noktadan yola çıkarak ele alır. Bilindiği gibi, Neo-Liberal iktisadi sistem, sermayenin küresel ölçekte sürtünmesiz bir şekilde, ağlar boyunca yayılmasına, paranın hiçbir ulusal ve yerel düzenlemeye maruz kalmaksızın akışına bağlıdır. Güvenlik söylemi ise, küresel iktisadi sistemle bütünleşmeyi reddeden, sınırlamalar koyan, pazar mücadelesine dahil olmaya direnen bütün güç odakları için kullanılan, ortak bir düşman imgesi üzerinden yürütülür. Ağsı iktisadi yapının işleyişine, yani tanrının düzenine engel olabilecek her türlü girişim, ister terör, isterse de barışçıl demokratik örgütlenmeler ve eylemler şeklinde zuhur etsin, teolojik bir düalizmi barındıran güvenlik söylemi çerçevesinde şeytanlaştırılır ve bu yolla gerçekleştirilen bütün hak ihlalleri ve kişilerin mahremiyetine yönelik saldırılar meşrulaştırılır. 11 Eylül 2001’de yaşanan olayların sonrasında, söz konusu yeni güvenlik paradigmasının doruğa çıktığına şahit olduk. Özellikle terör ve terörle mücadele kavramları üzerinden şekillendirilen güvenlik söyleminin, bu dönemde oldukça etkili olduğunu gördük. Ancak ne ceza hukukunda, ne de uluslararası hukukta terörizm kavramının yasal bir karşılığı bulunmaktaydı. Her ülkenin kendine has bir terör tanımı, terörist olarak nitelendirdiği belirli gruplar mevcuttu, ancak
ülkeler arasında terörizmin tanımı konusunda bir uzlaşma yaratmak hiçbir zaman mümkün olmadı. Hatta bir devlet içindeki farklı kurumlar arasında bile terörizmin tek tip bir tanımı olmayabiliyordu. Söz konusu durum ise terörizme karşı savaş jargonunu kullanan iktidarlar için, bu kavramın kapsamını keyiflerince genişletme imkanı sunuyordu. “Terör örgütleri, onlara içerden ve dışarıdan gönüllü veya maddi destek sunanlar” gibi muğlak tanımlamalar, terör eylemlerinin kapsamını, belirli barışçıl protestoları, sivil toplum örgütlerinin eylemlerini ve hatta gazetecilik faaliyetlerini de içine alabilecek derecede, keyfi olarak genişlete-
bilme yetkisini iktidarlara verebilmektedir. 2004 Yılı Mart ayında Madrid, 2005 yılı Temmuz ayında ise Londra’daki bombalama eylemleri de, küresel düzeyde terörle mücadele konseptli sıkıyönetim düzenini küresel düzeyde yerleştirmede etkili oldu. “Bu şartlar altında istisna rejimleri ya da kalıcı tehlike kök salmış, polisin yetkileri genişletilmiş, yargının yetkileri azaltılmış ve siyasi muhalefet suç kapsamına alınmıştı.” İtalya’daki Reale Kanunu, Federal Almanya’daki antiterör kararnameleri, İngiltere’deki Terörle Mücadele Kanunu veya ABD’deki Vatanseverlik Yasası ve diğer ülkelerde terörle mücadele bahanesiyle çıkarılmış tüm özel yasaların ortak özelliği, polisi ve istihbarat örgütlerini sınırsız yetkilerle donatması, savunma hakkını ve kişisel bilginin gizliliğini ihlal etmesi veya önleyici gözaltı gibi istisnai tedbirleri daimi kılması olmuştur. Seksenlerden sonraki neo-liberal dönüşümle beraber güvenlik devlet tekelinden de çıkmaya başlamış, bir sektör haline gelmişti. Söz konusu korku ikliminin yaygınlaşmasından da kuşkusuz en çok, ülkelere ve bireylere istihbarat, yüksek güvenlikli hapishane, özel güvenlik, bilgi güvenliği, veri toplama, gözetleme sistemleri kurma ve
hatta özel ordu hizmetleri veren, bütün bu alanlarda teknolojiler üreten ve yayan ulusal ve uluslararası şirketler karlı çıkmıştır. 2007 Yılında küresel güvenlik endüstrisi pazar payını 350 milyar dolara kadar yükseltmiş ve eski istihbarat ajanları, üst düzey polisler ve askerler, giderek kamu sektöründen özel sektöre geçmeye başlamıştı. Toplumsal ve bireysel yaşamın her alanını küresel bir “Panoptikonun” parçası haline getiren güvenlik ideolojisi, uluslararası terörizme, uyuşturucu kaçakçılığına vs. karşı savaş açmak adı altında çok çeşitli önleyici güvenlik ve istihbarat faaliyetleri için, yani halkı gözetlemek için, halkın kasasından bu şirketlere milyarlarca dolar akıttı. Üstelik bu harcamalarının birçoğunu yine halktan gizli yaptı. Mattelart’ın bu kitapta çizdiği, “küresel gözetim” ile ilgili distopik tablo, devlet ve özel girişimler arasında yoğun bir iş birliğine dayanıyor. Gözetleme sistemlerinin genişletilmesinde, hükümetlere en çok yardımı dokunanlar, kuşkusuz İnternet Servis Sağlayıcılar (ISS), Domain hizmeti sağlayan büyük şirketler ve çeşitli bilgi tekelleri ve telekomünikasyon devleri oluyor. Kullanıcılar online ve offline iletişim faaliyetlerini yürütebilmek için, ağırlıklı olarak ABD merkezli az sayıda büyük şirketten hizmet alıyorlar. Bu durumda, bilgi, bu birkaç büyük şirketin elinde toplanıyor ve dolayısıyla, hükümetler için daha kolay kontrol edilebilir ve elde edilebilir hale geliyor. Mattelart’a göre “yoğunlaşma, kurumların ilk olarak tüm tekno-bilgi kompleksi seviyesini daraltmasına katkıda bulunmaktadır.” Bu temel prensipten hareketle, Amerikan Ulusal Güvenlik Teşkilatı’nın (NSA), 67.5 milyon sabit hattı, 58 milyon cep telefonu müşterisi ve 11.5 milyon internet kullanıcısıyla ülkenin en büyük telekomünikasyon şirketi olan AT&T’den yapılan telefon görüşmelerinin listesini nasıl hiç sorun yaşamadan elde ettiğini anlayabiliriz. Fransızca ilk baskısı 2007 yılında yapılan Mattelart’ın bu kitabı, küresel gözetimin hangi yöntemlerle tesis edildiğine ilişkin birçok örnekle dolu, ancak günümüzde bu örneklerin sayısı daha da artmakta. Barack Obama, seçim kampanyaları sırasında Bush yönetiminin hukuksuz dinlemelere ve gözetlemelere ilişkin politikalarını eleştirse de, benzer uygulamalara imza atmıştır. Örneğin, Aralık 2011’de, başta ACLU (American Civil Liberties Union) olmak üzere birçok örgütün ve sivil toplumun karşı çıkmasına rağmen yürürlüğe giren, “ABD ve onun yurt dışındaki çıkarlarının korunması” amacını taşıyan, National Defense Autharization Act (NDAA) isimli yasa, Obama tarafından onaylandı. Yasaya göre, ABD’ye karşı düşmanca tutumlar takınan ve terörist olduğundan şüphelenilen kişiler, mahkeme iznine gerek duyulmaksızın tespit edilecek ve süresiz olarak alıkonulabilecektir. Yasa bir yönüyle de Pentagon’a yurt içindeki ve yurt dışındaki düşmanlara karşı siber-savaş tezkeresi veriyor ve siber güvenliğin sınırlarını genişleterek, Occupy hareketini, bağımsız haber sitelerini ve hükümetlerin
SPOT 37
anti-demokratik uygulamalarını ortaya çıkaran sızıntı mecralarını tehdit ediyor. CISPA (Cyber Intelligence Sharin and Protection Act) isimli yeni bir yasa tasarısı ise, “sibersuçlara karşı”, hükümetten özel şirketlere, özel şirketlerden ise hükümete, bilgi ve istihbarat akışının sağlanmasını öngörüyor. Hükümetler ve şirketler, kullanıcıların kişisel verilerini, yazışmalarını vb. elde etmede koordineli bir şekilde çalışıyor. Bu yasaya göre, hükümet, suç işlendiğine ilişkin herhangi bir şüphe duyduğu takdirde, Google, Facebook, AT&T vb. birçok web, telekomünikasyon ve ISS hizmeti veren şirketten bilgi talep edebilecektir. Elde edilen bilgilerin hangi amaçlar için kullanılacağı, özel şirketlerle hangi tür bilgilerin paylaşılacağı ve şirketlerin bu bilgilerle ne yapacağına ilişkin ise, yasada kesin veriler bulunmuyor. Belirtmeden de geçmeyelim; Aralarında Facebook, Microsoft, IBM gibi birçok yazılım ve internet şirketi de, siber-saldırı ve siber-güvenlik gibi noktalara bahane ederek, yasaya açık desteğini sundu. Sadece hükümetler değil, özel istihbarat şirketleri ve devletlerin istihbarat birimleri için yazılım, donanım ve teknolojiler üreten çeşitli firmalar da, kişisel verilerin gizliliğini ve ifade özgürlüğünü baltalayan totaliter rejimlere teknolojik altyapı sunarak, hukuku ihlal etmektedir. ABD iç hukukunda “Global Internet Freedom Act” isimli yasayla, “filtreleme ve gözetleme yazılımlarının insan
haklarını ihlal eden rejimlere satışı çok açık biçimde yasaklanmış olsa da, veya Avrupa Konseyinin ifade özgürlüğünü korumaya yönelik sayısız kararları varsa da, 2011 yılının Aralık ayında Wikileaks’te yayınlanmaya başlanan “The Spy Files” isimli dosyada, milyarlarca dolarlık sektör oluşturan, çoğu Amerika ve Avrupa merkezli uluslararası istihbarat şirketlerinin, 25 farklı ülkeye ve birçok tanınmış medya kuruluşuna yayılan gizli faaliyetlerinin ortaya çıkması, hukuki ihlallerin hala devam ettiğini göstermektedir. Anonymous tarafından sızdırılan ve Wikileaks’te yayınlanan bu belgelere göre, başta ABD olmak üzere, Almanya, Fransa, İtalya, Güney Afrika ve Çek Cumhuriyeti merkezli çeşitli firmalar, tüm ülkenin telefon konuşmalarını dinlemek, tüm Facebook ve Smart-Phone kullanıcılarını takip etmek için gerekli ekipmanları pazarlıyor. Kimi gözetleme firmaları, virüs (Trojan) üreterek, kişisel bilgisayarları ve telefonları (iPhones, Blackberries, Androits gibi) dinleme cihazına çeviriyor, her hareketi ve odanın içindeki her sesi kaydedebiliyor, kimileriyse sesli tanıma sistemleri pazarlıyor. İstihbarat şirketleri ise, Hindistan, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere istihbarat sağlayarak, birçok masum insanın tutuklanmasına ve hatta öldürülmesine sebebiyet veriyor. Arap devrimleri sırasında, Mısır ve Libya’da İstihbarat birimlerinin halk tarafından işgal edilmesinin ardından,
hükümetlere ait dinleme odalarında ABD, İngiltere, Fransa, Güney Afrika ve Çin merkezli firmalara ait cihazların bulunması, her şeyi daha açık bir biçimde ortaya çıkartmaktadır.. Kısacası güvenlik lehine özgürlüklerin çiğnendiği günümüzde, bu tür örneklerin sayısı her geçen gün artmakta ve “gözetleme” konusu güncelliğini korumaktadır. Dolayısıyla, günümüz neo-liberal iktisadi ve siyasi düzeninde, iktidar ve sermaye tahakkümünün, “güvenlik” mefhumu üzerinden ne şekilde inşa edildiğini ve gözetimin ne şekillerde tesis edildiğini anlayabilmek için “Gözetimin Kürselleşmesi” mutlaka okunması gereken kitaplardan birsidir. Kalkedon Yayınlarından çıkan ve sade bir dille Türkçeye çevrilmiş olan bu kitap, Mattelart’ın akıcı üslubu sayesinde, sizi ne tikel anekdotlarda boğuyor, ne de aşırı genelleyici yaklaşımlarla ayağınızı topraktan kesiyor. Konuya ilişkin genel bir çerçeve sunarken, bu genel çerçevenin içini sayısız örnekle doldurmasını da biliyor.
Umur Bedir Güvenlileştirme Düzeninin Kökeni Kalkedon Yayınları Mart 2012 Çeviri: Onur Gayretli – Su Elif Karacan
Neler Oluyor Hayatta Aynı zamanda Cumhuriyet gazetesinde de yazan iktisatçı Mustafa Sönmez ve bir dönem ÖDP Genel Başkanlığı da yapmış olan iktisatçı, akademisyen Hayri Kozanoğlu’nun ortak imzasıyla Notabene Yayınları’ndan çıkan “Neler Oluyor Hayatta?” adlı kitap 10 başlıkta Türkiye ve dünya analizi sunuyor okuyucuya. Yaklaşık 25 yıllık dost olanve iktisatçı kimlikleriyle tanınan bu ikili uzun zamandır bir araya gelip serbest vezin yaptıkları sohbetleri, bu sohbetlere tanık olan dostlarının da önerisiyle kayıt altına almaya karar vermişler ve bu kayıtları bir genel durum ifadesi olarak daha geniş bir kitleyle paylaşmaya karar vermişler. “Neler Oluyor Hayatta?” küresel krizlerden ideolojilere değin insanlara karmaşık ve anlaşılması güç gelen pek çok konuda berrak fikirler sunuyor. Sönmez ve Kozanoğlu’nun sohbet tadında sundukları sade çözümlemeler ve somut çözüm önerileri 10 başlık altında toplanıyor: Öncelikle, “Küresel Kriz: Nasıl Patladı, Neresindeyiz?” başlığı altında dünya çapında yaşanan ekonomik krizin temelinde yatan etkenler masaya yatırılıyor ve sermayenin krizlere meyyal doğası herkesin anlayacağı bir dilde ele alınıyor. Daha sonra gelen “Neoliberalizmde İdeolojik Çöküş” başlıklı bölümde tüm insanlık birikiminin ulaştığı nihai ve en üstün merhale olarak ilan edilen Neoliberalizmin nasıl da esas olarak tarihin değil belki ama tüm insanlığın sonu olduğu ve bu durumun doğurduğu ideolojik çöküş irdeleniyor. Ardından gelen 3. başlık olan “Kriz Karşısında “Yükselen Ülkeler”, Çatırdayan Avrupa” başlığı altında krizleri savabilmiş ülkelerin bunu kendi başarılarıyla mı savdıkları yoksa bu durumun dünya ekonomiindeki işbölümü neticesinde mi geliştiği tartışılıyor. Sonraki bölüm olan 4. başlıkta “Küresel Krizden Çı-
38 SPOT
kış: Ama Nasıl?” sorusuyla küresel krizin çıkış noktasına bir fener tutulmaya çalışılıyor. 5. başlık olan “Küresel Krizde Sokağın Tepkisi, Nabzı” dahilinde sokağın beklendik ve beklenmedik tepkilerinin analizi mevcut. Sonraki başlık “Küresel Krizin Türkiye’ye Yansımaları” ve tüm dünyada yaşanan krizin çıkış noktaları ele alındıktan sonra bunun ülkemizdeki boyutları ele alınıyor. Ardından gelen “Kriz Konjonktüründe Egemen Sınıf Çatışmaları” başlığı altında ise krizin sınıfsal doğası ve kriz yaşayan sermayenin kendi içerisinde yaşadığı çatışma ve çatırdamalar inceleniyor. “Türkiye’de İşçi Sınıfı, Kent Yoksulları, Kadınlar ve Kürt Muhalefeti” başlıklı sekizinci bölümde yeni gelişen kent muhalefetinin dinamikleri ve bunun oturduğu eksen ele alındıktan sonra dokuzuncu bölümde “Kent Hizmetlerinde, Eğitimde, Sağlıkta Metalaşma, Özelleşme” başlığı altında artık ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşadığı kentlerde daha önce sosyal devlet olmanın alameti farikası olan bazı hizmetlerin bir gelir kalemine dönüşme süreçleri inceleniyor. Ve son bölümde, dünya ve ülke yaşamını derinden etkileyen bir sürü “ciddi” konu ele alındıktan sonra üst yapı kurumları olarak neoliberalizm döneminde çürüme olarak “Medya, Kültür ve Metalaşma” bağlamında yaşanan köklü değişimin bahsi yapılıyor. “Neler Oluyor Hayatta?” başlığıyla ülke ve dünya gündemini belirleyen en temel 10 konuyu anlamak için çok faydalı bir kılavuz olan bu kitap bu görevini yerine getirirken bunu üstten bir öğretici edasıyla değil sohbet havasında sunduğu için konuya en yabancı kişiler için bile anlaşılır ve çekici hale geliyor. 285 sayfa boyunca bu sıkıcı fakat önemli konuları mümkün olan en zevkli ve kolay anlaşılır şekilde sunan bu kitap bu yaklaşımıyla övgüyü hak ediyor.
Bir Dersim Hikayesi: Yaşayanlar, Yaşatanlar ve İzleyenler Murathan Mungan’nın “Bir Dersim Hikayesi” edebiyatımızın değerli 23 yazarının kaleme aldığı öykülerden oluşuyor. Kitabın önsözünde Murathan Mungan; “Vardığımız toplumsal ve tarihsel dönemeçte bugün toplumun bazı kesimleri artık ‘tarihimizle yüzleşmek’ zorunluluğundan söz ediyor” diyor. Son günlerde fazlasıyla kulağımıza çalınıyor bu sözler... Mithat Sancar’ın da vurguladığı gibi bütün toplumlarda kahramanlık hikayeleri anlatılır. Her toplum kendi tarihiyle bir parça övünür. Tarihin içinde geçen kötü senaryolarsa hem hafızalardan silinmeye çalışılır hem de tüm toplumda bir unutturma kültürünün izleri taşınır. Ta ki geçmişle hesaplaşma vakti gelene kadar. 1938 kimileri için yıllardır unutturulan, üstü örtülen kahramanlıktan çok utanılası ve hesaplaşılma vakti çoktan gelen bir tarih son dönem. Son dönem diyorum çünkü geçmişte “Bir Dersim Hikayesi’ nde rastlayacağınız üzere başroldekiler kahramanlıklarıyla tarihe geçti. Metis Yayınları’dan çıkan “Bir Dersim Hikayesi”nin kurgusu, yaşayanlar, yaşatanlar ve izleyenlerin gözünden baktırıyor bu katliama. Yaşayanlar, yaralarının acısını saklamanın bedelini belki bütün hayatları boyunca ödemiş, yaşatanların bir kısmı belki hiç anlamamış ve hep övünmüş madalyasıyla, bazısıysa hayatı boyunca çektiği vicdan azbıyla yaşamış. Bir de yaşatanların yakınları yani izleyenler, tanık olanlar var öykülerde. Yıllarca dedesinin madalyasıyla övünen bir torunun yıllar sonra bu madalyadan ne kadar utandığının öyküsü var ya da askerden büyük başarılara imza atarak dönen kocasının, daha doğmamış çocuklarının kanlarıyla yıkandığı hikayelere dayanamayıp, intihar etmesi var. Mungan’nın da ifade ettiği gibi yaşayanların toprağa yalnızca ölülerini değil, hakikatlerini, dillerini, kültürlerini ve hatta kelimelerini de nasıl gömdüklerini, belki de hafızamızdan asla silinmeyecek masalsı ama yürek yakan bir dille anlatıyor bu öyküler... Tarihin belki de yeterince iyi anlatamadığını, edebiyatla tekrar su yüzüne çıkarmak, belki de acıları daha iyi ifade etmenin ve hiç bilmeyenlerin bile unutamayacağı hikayeler olarak hafızalara kazımanın bir yöntemi.
let olduğundan, vatan için nasıl can verilmesi gerektiğinden. Harekattan şeref madalyası ile dönen babası şakilerin kökünü nasıl kuruttuğunu anlatıyormuş, bütün ayrıntılarıyla. Şakilerin çocuklarının, bilhassa hamile kadınlarının ölmeleri gerektiğini söylüyormuş, bu nedenle vatanı hainlerin hamile kadınlarından ve çocuklarından temeizlendiklerini. Herkes babasını coşkuyla onaylıyormuş. Geç saatlere kadar oturmuşlar yiyip içimişler.Annesi gece boyunca ağzını açmamış. Sessizliğini hayecanına, sevincine yormuşlar. Gece herkes gittikten sonra annesi bir süre sessizce kucağındaki bebeğine bakmış, sonra yatırıp sofranın başına oturmuş. Ağlamaya başlamış. Bebekleri de mi öldürdünüz? Diyormuş. Hamile kadınları da mı öldürdünüz? Eli kolu tutmayan ihtiyarları da mı? Babası çok şaşkınmış, sorgu değil övgü bekliyormuş, karısı kahramanlıklarına hayran olsun, madalyasıyla gurur duysun istiyormuş. Ama annesi mutemadiyen ağlıyormuş ve neden? Diye soruyormuş. Neden bebekleri öldürdünüz? Babası köklerini kurutmasaydık da büyüyünce bu milletin başına bela mı olsalardı? diye bağırmış. Annesi birden babasının beylik tabancasını kapmış, başına dayayıp ateş etmiş. Birkaç saniye içinde olmuş hepsi. Duvardan yere sızan kan hala gözlerinin önündeymiş. Bu kadar. Seçkide, Ayfer Tunç’un yanı sıra, Ahmet Büke, Yalçın Tosun, Ayhan Geçgin, Cemil Kavukçu, Behçet Çelik, Burhan Sönmez, Hatice Meryem, Şule Gürbüz, Hakan Günday, Ayşegül Çelik, Haydar Karataş, Murat Yalçın, Karin Karakaşlı, Murat Uyurkulak, Gaye Boralıoğlu, Sema Kaygusuz, Yavuz Ekinci, Seray Şahiner, Murat Özyaşar, Jaklin Çelik, Gönül Kıvılcım ve Barış Bıçakçı’nın birer öyküsü yer alıyor. Zeynep Günay
Herkesin hayatında bir Dersim Hikayesi vardır diyen Mungan, üniversite yıllarında dinlediği bir öykünün etkisinde kalmış. Anadolu’da birçok defa yaşanan kıyımlar, yıkımlar, savaşlar sonucunda oluşan ideolojilerin kurbanı olan halkların ağıtlarından, hafızalarından, kanayan yaralarından çıkmış yola. Yalnızlıklarından ve de hikayelerinden başka bir şeyleri olmayanların acılarından çalınmış kelimelerle öyküleri yazan 23 yazarla birlikte. Bir Dersim Hikayesi’nde hafızamdan silinmeyecek bir öykü Ayfer Tunç’tan “Taş”: Şeref madalyalı Subat Baba nihayet harekattan dönmüş. Büyük bir sofra hazırlamışlar. Ev çok kalabalıkmış. Çoluk çocuk, tüm akrabalar masanın çevresinde oturuyorlarmış. Neyyire Hanım dokuz yaşındaymış, kömür sobasının güp güp güp diye tatlı bir ses çıkararak yandığını ve içpilav doldurup çevrilerek kızartılmış bütün bir kuzunun sofrayı neredeyse kaplamış olduğunu çok iyi hatırlıyormuş. Babasının dönüşü şerefine küçük amcası kızartmış kuzuyu.Henüz iki aylık olan en küçük kardeşi annesinin kucağında, mışıl mışıl uyuyormuş, nazar boncuğu omzunda. Babalarının harekattan sağ salim dönüşü nedeniyle tam bir mutluluk havası varmış evde. Mutluluk elle tutulacak kadar yoğunmuş. Babası, amcaları, amca çocukları, yengeleri, babasını tebriğe gelen asker ve sivil dostları ve onların karıları sohbet ediyorlarmış. Su uyur düşman uyumaz, diyorlarmış. İçerdeki ve dışardaki düşmanlardan söz ediyorlarmış, içerdeki düşmanların daha tehlikeli olduğundan, vatanın bağrında yuvalanıp kanını emdiklerinden, şehit kanlarıyla daha yeni sulanmış olan bu toprakların bölünme tehlikesinden, bu milletin yüz yaşındaki ihtiyar anasından daha doğmamış bebesine kadar asker bir mil-
SPOT 39
müzik
100 DERECE:
“Değişmeyen tek şey müziğe olan heyecanımız ve tavrımız”
Memleketin en nev-i şahsına münhasır gruplarından 100 Derece, yeni albümleri Dolap Beygiri ile şu iç güveysinden hallice olan müzik piyasamıza taze bir soluk ve müthiş bir enerji getirdiler. Düstur edindikleri punk’n roll’dan taviz vermeyen grup ile yeni albümü bahane edip müzikten, ne olacak bu memleketin haline uzanan keyifli sohbete koyulduk. Şu günlerde albüm çıkarmak gerçekten deli işi… Özellikle de alternatif bir türde müzik yapıyorsanız. Nihayetinde alakadan memnun musunuz? Evet, gerçekten son yıllarda genel olarak albüm satışlarının iyice düşmesi nedeniyle
40 SPOT
albüm çıkarmak çok mantıklı bir iş gibi gözükmüyor fakat emek verdiğin, olması için bu kadar uğraştığın bir şeyi de insan eliyle tutup gözüyle görmek istiyor. Bu açıdan bu konuya biraz daha romantik yaklaşıyoruz. Albüme olan ilgiden gayet memnunuz. Ghetto’daki lansman çok iyi geçti. Albümün ilk konseri olmasına rağmen seyirciler arasında parçalara eşlik eden insanlar vardı. Bu da bizim için iyi bir motivasyon oldu. İlk albüm “Kahpe Felek”in üzerinden uzun zaman geçti. Bir de 2009 yılında çıkardığınız “Mavra” EP’si var. Bu arada kadroda değişiklikler oldu. Tüm bu süreci anlatmanızı istemeyeceğim ama kısaca özetlemek gerekirse neler değişti, neler aynı kaldı 100 Derece’de? Bu dönemde grubun kadrosunda değişiklikler oldu, araya askerlik dönemleri girdi, tekrar toparlanma süreci, provalar vs. derken
bugünlere kadar geldik. Bu süreçte sound ve enstrüman anlamında kendimizi geliştirdik. Albümleri kronolojik olarak koyup dinlediğinizde de çok bariz fark edebileceğiniz bir sound gelişimi söz konusu. Değişmeyen şey ise müziğe olan heyecanımız ve tavrımız. Müziğe ve hayata bakışınızda değişiklikler oldu mu peki? Türkiye’de her değişen iktidar ile birlikte, alışkanlıklar, hayat tarzı her şey değişiyor... Size nasıl yansıdı? Değişiklikler oluyor tabi zamanla. Olmaması anormal olurdu. Hepimiz yaşadığımız olaylara karşı farklı tepkiler ve refleksler geliştiriyoruz. Toplum içinde yaşıyorsak bunları görmezden gelmemiz imkansız. Mesela müzisyenler de en çok kısıtlanan özgürlüklerden şikayetçi… Gün geçtikçe muhafazakarlaşan bir toplumda yaşıyoruz.
Yani bu doğuda bir şehirde konser vermek isteyip verememekten tutun da, bir rektörün grubun duruşunu, söylemini beğenmedi diye konserini iptal etmesine kadar uzanıyor. Sizin böyle sıkıntılarınız var mı? Ya da siz de kısıtlandığınızı, daraldığınızı hissediyor musunuz? Bu tip olaylarla biz henüz karşılaşmadık fakat istenmeyen durumlar olduğunun farkındayız. Farklı kılıflarla hoş olmayan yaptırımlar uygulanmasından tabi ki biz de rahatsız oluyoruz. Dolap Beygiri, halk arasında dönüp dönüp aynı yere gelmek anlamında kullanılır. Sizin bu ismi seçmenizin sebebi nedir? Körleşiyoruz ve yerimizde sayıyoruz gibi bir his var içimizde. Manevi açıdan kendini geliştirememiş bireylerden oluşan toplumların yaşamak zorunda olduğu bir süreç. Genel olarak insanlığın böyle bir dönemden geçtiğini düşünüyoruz.
de bu zaten. Herkes birbirine karşı çok net. Ne düşünüyorsak söylüyoruz. Ama ortak bir nokta illaki bulunuyor. İleri demokrasi yani… Rock grupları son zamanlarda fazlasıyla alaturkaya, arabeske dadanmış durumda. Yapılan düetler olsun, müziğin tarzı olsun, hatta klipler bile hep bu doğrultuda… Siz bu konuda taviz vermeyen gruplardansınız. Bu eğilim hakkında ne düşünüyorsunuz? Aslında önemli olan samimi olabilmek, önce kendimize karşı… Yaptığımız işe bunu nasıl satarız mantığıyla bakamıyoruz. Bu konuda taviz vermeyi de düşünmüyoruz. Bize bu tip yaptırımlar uygulayan bir plak şirketimiz de yok, o yüzden böyle bir yol çizdik zaten. Belki zor olan yolu seçtik ama bu şekilde mutluyuz. Herkesin seçimi kendini ilgilendirir. Bizce bir sıkıntı yok.
Albümün pek çok konuk müzisyeni de var. Mor ve Ötesi’nden Kerem Özyeğen, Kurban’dan Özgür Kankaynar, Hayko Cepkin, Ceylan Ertem… Hepsi çok güzel… Özellikle Ceylan Ertem’le yaptığınız “Yasak” adlı şarkı çok keyifli olmuş. Peki, sizin canınızı sıkan yasaklar neler? Herhangi bir şeyin yasak olması bile yeteri kadar can sıkıcı değil mi zaten?
Müzik kanallarına ulaşmak da sıkıntı yaşıyor musunuz? Müzisyenlerin sıkıntılardan biri de kliplerini yayınlatacak kanal bulamamak… Hep aynı isimler, aynı klipler dönüp duruyor Maalesef alternatif müzik kanalı ve dergileri şu an yok. 70 milyonluk ülkede 3 adet müzik kanalı 2 adet basılı müzik dergisi var bir de klibinizi yayınlatmak için uymanız gereken, kanalların müthiş standartları.
Grup olmak zor iş? Nasıl bir iletişim var aranızda, çok kavga gürültü oluyor mu? Anlaşamadığımız durumlar, fikir ayrılıkları tabii ki oluyor aramızda. Olması gereken
Daha önce Güneşin Oğlu filmine soundtrack yapmıştınız. Bugünlerde rock gruplarına soundtrack yaptırmak yeniden popüler. Dizilerde de aynı şekilde. Yine böy-
le işler yapmayı ister misiniz? Yani sevmiş miydiniz? Güzel bir tecrübe olmuştu bizim için. Ortaya çıkan işten de çok keyif almıştık. Yeniden bir sinema filmine müzik yapmak isteriz ama dizi konusu biraz farklı. Sinema bize daha yakın gibi. Bir hikayesi olan bir şeyler anlatan bir görsele müzik yapmak daha heyecan verici. Zaten ‘Güneşin Oğlu’ filmi de ‘Mavra’ EP’sini yapmamıza ön ayak oldu. Bir de filmlerle olan ilişkinizi sormak istiyorum. Sinema ne kadar yer tutuyor hayatınızda? Favori filmlerinizi öğrenelim bir de… Evdeyken genelde yaptığımız şeylerin başında film seyretmek geliyor. Film olarak değil de, yönetmen olarak ; Gaspar Noe, George Romero, Lars von Trier, John Carpenter, Tim Burton, Darren Aronofsky, Fernando Meirelles, Pedro Almadovar, Chris Cunningham gibi sevdiğimiz yönetmenler var. Son olarak bu yazı nasıl geçirmeyi planlıyorsunuz? 1 hafta 3 yıldızlı bir devre mülk tatiline gideceğiz açık büfe, eğlenceler, animasyonlar, muz, deniz bisikleti… Geçen sene halamgiller gitmişti çok övdüler bu sene de biz grupça gideceğiz. Şimdiden heyecanlanıyor insan. Berlin’ de çalma planlarımız var bu yaz, bir takım güzel gelişmeler olacak gibi fakat şu an kesinleşmiş bir tarih yok. Olunca paylaşırız.
Söyleşi: Gizem Ertürk SPOT 41
King Seroman:
“Reggae müziğin mesajı çok açık: sevgi, barış, birlik, adalet” Sömürgeci İngiltere’nin, binlerce Afrikalı köleyi Karayipler’deki bir adaya yerleştirmesiyle başlar her şey. Yıllar geçtikçe köleliğe başkaldıran Afrikalılar, o günden bugüne gelecek bir başkaldırı kültürünün de temellerini atarlar. Başkaldıran o onurlu insanların torunları bugün, siyah hakları mücadelesinin önderi Marcus Garvey’in tişörtlerini üzerlerinden çıkarmamaktadır. Başta Bob Marley olmak üzere birçok reggaecinin şarkı sözleri bu isyanı anlatmaktadır. Reggae sadece bir müzik değil; bir dayanışma, bir isyan ve “daha iyi bir dünya hayali” kültürüdür. Reggae üstüne, Türkiyeli reggae severlerin yakından tanıdığı Selekta King Seroman’la konuştuk. Reggae müzik nasıl ortaya çıkıyor? Biraz tarihi arkaplanından bahsedebilir misin? Reggae Karayipler’de ortaya çıkan bir müzik. Evet müzik insanlar ve kültürlerin yaşayan bir eşlikçisidir. Reggae müziğe gelecek olursak müziğin ortaya çıkışı çeşitli aşamalardan geçişi ve zaman içerisinde önce kendi bölgesinde popüler müzik kıvamına gelişi ve sonra da dünyaya açıldığında ise tüm dünya tarafından popüler müziğe alternatif olabilecek bir protest müzik olarak alıgılanışından bahsetmek yerinde olur. Tropik kuşakta irili ufaklı takım adalardan oluşan Karayipler bölgesi Kolomb’un 15. yüzyılın hemen başında keşfini takiben yağmaya açılmış ve koloniciler hiç vakit kaybetmeden güçleri elverdiği bölgeleri zapturapt altına alarak hızla kültür bozumuna başlamış. Kuzey ve güneydeki yerleşimlerini hızla tamamlayan batılılar aynı hızla bu yeni keşfedilen ülkelerin zenginliklerini dünya pazarına arz etmeye koyulmuşlar. Bölge yerlilerini hızla bertaraf eden koloniciler pazarın talebini karşılamak için kurdukları büyük çiftliklerde büyük bir iş gücüne ihtiyaç duymaya başlamışlar. Dönemin modası köle ticareti, iş gücü temini için en ucuz yol idi. Çalıştıracağınız bir kölenin parasını bir kere ödüyorsunuz, sonra ne maaş, ne sigorta, ne de tatil hakkı vermeden, yalnızca ölmeyecek kadar doyurarak ömrünün sonuna kadar çalıştırıyorsunuz. Ve bunun sonucunda 17.
42 SPOT
yüzyıl ortalarında şeker plantasyonlarında çalışmak için Afrika kıtasından “avlanmış” kölelerin bölgeye getirilişi ile yeni bir dönem başlamış oluyor. Çok geçmeden aynı yüzyılın sonlarında koloniciler ve çiftlik sahiplerine karşı ilk büyük çaplı isyanlar da başgösteriyor. 18. ve 19. yüzyıl önce özgürlük sonra da bağımsızlık mücadeleleri ile geçiyor. Günümüzde Haiti, Jamaika bu dönemlerdeki köle ayaklanmalarının en yoğun olduğu bölgeler olmuş ve bu mücadeleler sonucunda bugünkü bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Hemen doğudaki Porto Riko’da ise farklı bir durum gerçekleşmiş, ada İspanyol-Amerikan savaşı boyunca Amerikan işgalinde kalmış ve sonrasında ise Amerika’nın bölgedeki varlığını sürdürme planları çerçevesinde birleşik devletlere katılmış. Böyle bir tarihi arka plan var Karayipler’de. Yukarıda Birleşik Devletler var, göbekte Küba gibi bir merkez var, güneyde ise fıkır fıkır kaynayan Latin Amerika ülkeleri. Reggae’nin, ska, dub, dancehall gibi türlerle ilişkisi ne? Reggae genel bir isimlendirme mi? Reggae müzik bölgedeki tüm müziklerle
uzak yakın akrabalıklara sahiptir. Bazı şanslı akrabaları gibi bir döneme eşlik etmiş, zamanı geldiğinde bir öncekinden bayrağı devralmış, uzun soluklu koşusuna başlamış, uzun ömürlü olmayı başarabilmiş bir müzik. Calypso, Mento, Ska, Rocksteady gibi bir geçmişten geliyor. Afrika’dan gelen bazı ritimler, anlatı sanatları, hikayecilik, tekerlemeler, kutsal ayinler yeni coğrafyada ve baskı rejimi altında basınca uygun şekillerde ortaya çıkıyor önceleri. Tabii ki yasaklanıyor önce, köleler arasında toplum bilincinin oluşmasını engellemek için. Yine de yer altında ve kanunsuzların arasında müzik yaşamaya devam ediyor. Sonrasında yeni dönemde özellikle Amerikan deniz piyadelerinin getirdiği blues plakları dans partilerinde çalınmaya başladığında bölgedeki yerel müzikler üzerinde büyük etki ediyor. 1950’li yıllarda ortaya çıkan ska, mento ve calypso takipçisi olan Jamaika popüler müziğinin tüm dünyayı etkileyen ilk dalgasını oluşturur. İngiltere’de, Batı Hint adaları göçmenlerinin yaşadıkları yerleri kasıp kavuruyor adeta bu müzik. Ska hızlı bir tüketim sürecine giriyor ve parlak geçen 20 yılın ardından yavaşlama dönemine giriyor. Bu dönemde müzikteki değişimin en belir-
gin özelliği ska müzikteki üflemeli duğu her türlü kurum ve kuruluştur. Buna karenstrümanlar ağırlığını kaybediyor, şı “zion” ise cennettir, vaad edilen topraklardır, rocksteady ve reggaedeki gibi ritmin Etiyopya’dır. Bugün dünyada reggae müzik yavaşladığı ve bass seslerin öncü rol dinleyicileri için Babylon kapitalizmdir, etnik üstlendiği bir dönem başlıyor. Dötemizliktir, doğa tahribatıdır, kölelik ve sömürnemin en önemli geçiş grubu Toots geciliktir. Enerji ve savaş lobileri, IMF ve G8 gibi And The Maytals. Başarılı bir ska örgütler Babylon olarak tanımlanabilir. Rasta jargrubu olarak kariyerine başlayan Togonundaki bir diğer önemli deyiş I & I ise “Ben ots müziğin reggaeye evrilmesinde ve kardeşlerim, kendim neysem, diğer herkesi önemli bir rol oynamıştır. Daha sonra de öyle görüyorum” demektir... Eşitliktir ve bir reggae ismini alan bu yeni ritm, ilk olma durumudur. Rastaların kullandığı ingilizce defa Toots And The Maytals’ın “Do bozumu jargonun adı “patoa”dır. Kolonicilerin The Reggay” adlı şarkısında oldukça kusursuz İngilizcesini bozarak oluşturdukları net bir şekilde duyulabiliyordu. Bu bu jargon bugün hala yaşayan ve gelişen, kabül dönemde Jamaika müzik endüstrisi görmüş bir müzik dilidir. yeni kurulmuştu ve bölge halkı için futbolun Brezilya’da üstlendiği var Türkiye’de de reggae müzik adına yapılanlar olma, sınıf atlama mücadelesinin son yıllarda daha fazla artmaya başladı. Sattas önemli bir alanı haline gelmişti. Teve Come Again gibi iki tane kaliteli reggae gruneke kulübelerde, tenekelerden yapbu var, SirenFest gibi bir festival düzenlendi. tıkları müzik aletleri ile gösterilerini yapan teneke grupları “steel Reggae’nin Türkiye’deki macerasını nasıl görüyorsun? band” artık bir endüstrinin parçası olmak üzere şekil değiştirmiş Bob Marley vesilesi ile Türkiye’ye de sirayet etmiş bir müzik regve eski derme çatma müzik aletlerinin yerini dünya standartlarına gae. Türkiye’de dünya müziğini takip eden hemen hemen herkes uygun müzik aletlerine ve kayıt stüdyolarına bırakmıştır. Gettoda üstadın “No Woman No Cry” şarkısını biliyor. Ama ne yazık ki bir ska-rocksteady-reggae geçişini yaşayan müzisyenlerden biride Bob kısmı biraz da dil bilmemezlikten anlamını biraz yanlış yorumluyor. Marley idi. İngiliz bir deniz subayı ile afrika kökenli bir yerlinin İstanbul’da reggae uzunca bir süredir var. Hızlıca akla gelen 90’lı çocuğu melez bir jamaikalı. Bob Marley, reggae müziği üzerinde- yılların Pupas’ı, “eski Riddim” ve günümüzde Nayah. Belirtmek ki etkisi tartışılmaz olan Rastafari bilgisiyle tanışmasının ardından gerekir ki bu saydığımız mekanların hepsinin başlatıcısı Osman müzikal yönelimini net bir şekilde belirlemiş oldu. Sözlerinde ve Osman. Kendisi Sudanlı bir Rasta. Üniversite okumak için İstanbul yakaladığı tonda bahsettiğimiz tüm bu tarihi arka planın izlerini Üniversitesi’ne gelmiş ve sonra da yaşamını burada kurmuş bir İstaşıyan Bob, tüm dünyaya sözlerini ezberlettiği çok sayıda hit ile tanbullu. Herkesin tanıdığına memnun olacağı türden bir koyu Behem reggae müziği hemde Rastafari bilgisini tüm dünyanın kabul şiktaşlı, bir reggae aşığı. Türkiye’deki reggae ile ilgili bir şey söyleredip saygı duyduğu bir noktaya getirdi. Reggae aslında Jamaika po- ken kendisine saygı sunmak selam iletmek yerinde olur. Bu kadar püler müzğine verilen bir isimdir. Rastafari müziği olarak tanımla- farklı kültürden insanı bir araya getiren Reggae müziğin mesajı çok nabilecek Nyahbinghi ise (reggae şarkıları içinde sıkça duyulabilen açık. Sevgi, Barış, Birlik, Adalet. Dünya üzerinde bu mesajı paylaritimler) kırsalda yapılan rasta toplantılarında yerlilerin davulları ile şan oldukça çok insan var. Hiç bir durumda sözlerinden başka silah yaptıkları ritmik bir müziktir. Reggae için tek bir müzikten çok, ara- kullanmayan kişidir Rastaman. Şanını zedeleyeceği için asla şiddete larında önemli farklılıklar bulunan türlerin ortak isimlendirilmesi- başvurmaz. dir denebilir. Rockers, Steppa, Dub, Dancehall, Ragga gibi türler de genelde reggae olarak isimlendirilmektedir. Reggaenin dünyadaki bilinirliği son yıllarda öyle arttı ki ska müzik bile günümüzde reggae olarak tanımlanmaya başlandı. Ve aslında reggaenin asıl 1- Dub Incorporation - Rude Boy ritmi hala temelde ska müziğin ritmi üzerine kuruludur. Dijital ve analog mixlerin çeşitliliği ve internetin de katkısıyla tüm dünya müzikleri ile olan alışveriş gün geçtikçe artıyor. Reggaenin birçoklarında evren2- Joshua Moses - Africa Is Our Land sel kültürün ortak kök müziği olarak algılandığı söylenebilir. Doğal yapısı ve doğayla barışık bir yaşamın habercisi reggae tüm dünyada evrenin barışçı ritmi 3- Tiken Jah Fakoly - Plus Rien Ne M’Etonne olarak kabul ediliyor.
Yeni Başlayanlar için 10 tavsiye
Bugün Avrupa’daki muhalif hareketlerin, özellikle göçmenlerin reggaeyle çok sıkı ilişkileri var, reggaenin politikayla ilişkisi nasıl oldu başından itibaren? İşte Afrikadan çıkan ritimlerin karayiplerde cazz ve blues ile tanışması, zamandaki yolculuğu ve nihayetinde bugün tüm bu hikayelerin kölelik ve sömürünün, zoraki göçlerin, mülteciliğin yaşandığı her yerde yeniden vücut buluşunu görüyoruz. Evet tüm dünyada mülteciler reggae müzik ile irtibatlanıyor. Çünkü bu bir zemindir. Tüm bu insanların buluşabildiği bir zemin. Afrikalıların Avrupalılarla, Asyalıların Batı Hint Adaları göçmenleri ile aynı semtlerde kurdukları yaşamın ortak zeminidir. Herkesi kabul edebilecek güçlü bir sevgi, saygı kültürünü barındırır. Şekilci değildir. İllaki şu ya da bu şekilde giyinmeniz gerekmez. Babylon, zion, I&I, Jah vs.. Rastafarianismin lügatından söz edebilir misin? Evet Babylon reggae ile ifşa edilir. Babylon şeytani sistemdir, “bu dünyadır”, zalim adamın başında ol-
4- The Mighty Threes – Rasta Business 5- Clinton Fearon – Sleeping Lion 6- African Brothers – Practice What You Preach 7- Mikey Dread – Roots and Culture 8- Ini Kamoze - World a Reggae 9- Culture – Why Am I A Rastaman 10- Wailing Souls – Good Over Evil SPOT 43
gezi
Kamboçya’nın İnsanları
İstanbul’daki hayatımı sonlandırıp Tayland yoluna düştüğümde, Tayland’ın dışında Kamboçya, Vietnam ve param kalırsa Çin’i de keşfetmeyi planlamıştım. Bu duraklardan ilki (sürekli yaşar hale geldiğim Tayland’ı saymazsak) Kamboçya’ya kısa süreli bir uçak yolculuğuyla ulaştım. Adana Havaalanı’nı görmüş olanlar, Kamboçya’nın başkenti Phnom Penh’in havaalanını gördüklerinde eminim büyük benzerlikler kuracaklardır. Son derece ciddi bir pasaport kontrolünden sonra 15 milyonluk Kamboçya’nın 2 milyonluk başkentine giriş yapabilmiştim. Taksici beni şehrin merkezi diye herhangi bir Anadolu kentinin arka semti görünüşlü bir yerine getirdiğinde “Burası mı şehir merkezi?” diyerek onu incitmek istemedim. Hoş beni anlamayacaktı zaten. Plaza olduğunu düşündüğüm yüksekçe bir bina ve sonrasında göreceğim nehrin diğer kıyısında beliren inşaat halindeki site benzeri yapı dışında, alçak, eski tip ve boyaları dökülmüş binalar, evler… Yer yer geçişi engelleyecek büyüklükte çöp birikintileri… Çöplerin hangi aralıkla toplandığına anlamak imkânsız. Duvarlarda “Kamboçya’nın İnsanları Partisi” tabelalarına sıklıkla rastlanıyor. Krallık olmasına rağmen, örneğin komşu krallık Tayland’daki gibi sokakları kral resimleri süslemiyor. Krala ait bir işaret göze çarpmıyor. Royal Palas gibi belirli yerlerde dalgalanan kraliyet bayrağı dışında.
44 SPOT
Kamboçya’nın Yemekleri Nerede konaklayacağıma ya da ne yapacağıma dair hiç bir fikrim yoktu. Son 2 haftadır olan tayland’da çok meşguldüm, ön araştırma yapamamıştım. Uzakta beliren Çek çifte memleketlimi görmüşçesine sevinerek usulca yaklaştım. Halimden anladılar ve beni kaldıkları guesthousea yönlendirdiler. Odama yerleştikten sonra en yakın restorana uzanacaktım. Karnımı duyurup, odama dönmek niyetindeydim. Çok yorgundum ve ertesi günkü tura dinç başlamak istiyordum. Kamboçya’da turist tarifesi 1 dolar üzerine kurulu. Aslında yerellere daha ucuz olan her şey yabancılara bir dolar, yani pahalı. Mesafe farketmeksizin ulaşım, yemek, su vs. 1 dolar. Guesthouseun hemen köşesinde vızır vızır halde bir restoranın tek yabancısı olarak oturdum. Cicilerini giyip, “Bu akşam restoranda yiyeceğiz” edasıyla bizdeki tırpörtör benzeri bir araç olan tuk tuklarla restorana gelen ailelerin görüntüsü, masaların altındaki çöpler… lüks sayılabilecek bir Kamboçya restoranın genel manzarası buydu. Seslendikleri garson kız, (sanırım restoranda tek ingilizce bilen kişiydi.) “Çorba?” diye sordu. Evet dedim, “et” aynı zamanda. Masa üstünde bir ocak, üstündeki tencerede kaynayan çorba. Çorba içerisinde yağı ve derisi arındırılmamış et parçaları, nahoş bir koku… Tencere kaynadıkça içerisine atılmayı bekleyen sebzeler ve erişte… Neyi nasıl yiyeceğimi bilmiyordum. Sebzeleri ve erişteyi çiğ yiyişim yan masadaki ailede gü-
lüşmelere neden olmuştu. Aldırmadım. Etin tadına ve zaten sıcak olan havayı daha da katlanılmaz kılan ocağın ateşine daha fazla tahammül edemedim. Ben neredeyim? 1 dolar tarifesinden henüz haberdar değildim. 5 dolarlık hesabı ödedim ve yemeği yarım bırakarak uzaklaştım. Sonrasında guesthouseta karşılaştığım Çek çiftten yediğimin sıçan olduğunu öğrendim. 5 dolarlık hesaba hiç kızmadım. Sıçan yemiş olduğuma da. Ertesi gün daha “lüks” bir restoranın arka kısmında ızgara üstündeki kocaman bir sıçan görünce, haşlamasından daha kötü olamaz diye düşündüm. Gezilecek Yerler, Planlar… İlk izlenimlerimin ve deneyimlerimin olumsuz olması ertesi güne iştahla başlamamı engellemedi. Bir şeylerden keyif alacağım öngörüsünde yanılmayacaktım. Küçük bir internet araştırması sonrası uğrayacağım duraklar netleşmişti. Royal Palace, Wat Phnom tapınağı, eski pazar, nehir boyu (sadece yabancılara hizmet veren kafeler) ve tabiki doğru düzgün bir şeyler yemek için şehrin tek alışveriş “kompleksi” Sorya. İçindeki mağazaların rutubet koktuğu, girişinde çırılçıplak çocukların dolaştığı alışveriş merkezi Sorya. İnternet listelerinde yer alan soykırım müzesini kişisel “Phnom Penh’de görülecekler” listesine dahil etmiyorum. Ülkenin çileli geçmişi, yeterli beslenemediği için bedenleri ortalama Asyalılardan da küçük, kara kuru insanların yüzlerinden zaten
okunuyor. Önce Pol Pot sonra Vietnam işgali vs. bir yığın can sıkıcı detay. Daha fazla hüzne gerek duymadım. Her uğradığım durakta türlü insan manzaraları. 3. Dünya ya da her neyse... İnadına gülümseyen mağrur ve gururlu insanlar... Sanki Budistlerin genel olgunluğundan ziyade, çocuksu bir halleri var. Çok sevimliler. Yeni çağın güney Asya geleneği, yabancı erkeklere “sör”, yabancı kadınlara ise, fransız kalıntısıyla, “madam” dışında hitap şekli yok. Başka Fransızca kalıntılarına rastlamak da mümkün. Bazı sokak isimleri “Rue” ile başlıyor. Sadece alternatif bir turist popülâsyonu, sokaklarda, nehir kenarında neredeyse her yerde cirit atan sıçanlar, kertenkeleler, köşe başı esrar satıcıları, sokak tezgahlarında korkunç kokusuyla köpek eti... Gündüzüme dair küçük notlar bunlardı. Günün bombası ise Wat Phnom tapınağının kuytu bir basamağında, Songkran (Budist yeni yılı) sebebiyle toplanmış ahaliyi seyrederek mastürbasyon yapan adamdı. Göz göze geldiğimizde istifini bozar gibi oldu. Sorya alışveriş merkezinde 12 dolara 1 lt viski, 8 dolara Bacardi, 6 dolara da 2 karton Winston sigara alıp karnımı doyurduktan sonra, şehrin gecesini beklemek üzere odama çekildim. ( Ayakkabılar çok ucuzdu ancak ayağıma göre bulamadım!) Ülkenin en nadide tapınağı Angkor’un bulunduğu bir diğer şehir Siem Reap’e gitmek için yeterli vaktim yoktu. Sonraki sefere kaldı. Bangkoktan 8 dolara kalkan bir otobüsle örneğin. Orada konaklamanın dahi 1 dolar olduğu düşünülürse hiç dert değil. Belki de eşim Charline ile. Kamboçya Geceleri Bir şehri keşfetmenin yegâne yolu o şehri gece gezmektir. Ara sokaklarında dolaşmaktır. Issız ve yalnız kalmaktır sokak başlarında. Trafiğin olmadığı, her şeyin aheste
ilerlediği, sanki insanların kendilerini kaderlerine teslim etmişçesine dolaştığı şehrin gecesi ne kadar karanlık ya da aydınlıktı? Bangkok’un hızından ve ışıklarından sıyrıldığım bir aralıkta ortamdan ortama akmak gibi bir niyetim yoktu. Yarım dolara aldığım Kamboçya birası elimde sokakları turlamak, şehrin gecesini anlamanın en iyi yolu gibi görünüyordu. Şehrin merkezindeki birkaç cafcaflı clup, sahil şeridi ve ara sokaklardaki barların dışında pek bir yer ve hareket yoktu. Bu barların balkonlarında ellerindeki biralarla aşağıya sarkmış genç turistler, kafelerde sohbet halinde yemeklerini yiyen orta yaşlı turistler, tuttukçular, taksiciler, tek bir sokakta kümelenmiş pavyon tipi barların davetkâr olmayan bar kadınları, yüzüme eksikli gibi bakan kamboçyalı kızlar ve oğlanlar, kafalarını dahi kaldıramayacak kadar çekingen birkaç yol üstü fahişesi… Gecenin kalabalıkları bunlardan ibaretti. Bir ara Bangkok’ta yaşamış bir Kamboçyalı ile sohbete tutuştum. Sonra yağan yağmurdan sığındığım saçak altında altıma tabure koyan adama sigara uzattım. Bir ara da Songkran için kutlama yapan gençler dans ediyorlardı. Sırt çantalı, rasta saçlı, bir kaç Amerikalı gezgin ile birlikte danslarına eşlik ettik. Pek hoş bir müzik sayılmazdı, danstan da bir şey anlamamıştım. Ama gecenin en keyifli anıydı. Gece ilerledikçe aynı yerlerde döner, zaman zaman da karanlık tenhalara girer olmuştum. Başıma bir şey gelmeyişini bu fakir ülkede az sayıda turistin çok kıymetli ve dokunulmaz oluşuna yordum. Kafam güzel oldukça daha fazla kurcalamak istedim Hayatı. Uzaktan uzağa bir fahişeye onunla ilgileniyormuş gibi selam verdim. Bir köşede onu bekliyormuş gibi. Yeraltı merakım kabarmıştı. Onunla konuşacak ve tarifesini öğrenecektim. Nitekim üç beş dakika sonra bana doğru yaklaştı. Hızlıca ayaklanıp ne
kadar diye sordum. 10 dolardı. Henüz sarsılmamıştım. Onu sınamak niyetindeyim. Nihayetinde 5 dolara kani oldu. Kadının çaresizliği çok canımı sıktı. Uzaklaşırken yüzünde müthiş bir hayal kırıklığı vardı. Ondan yeterince hoşlanmadığımı düşündü. Sonrasında başka bir tanesini müşteri bulamamış bir halde evine dönmek üzere tuktuğa atlarken gördüm. Daha tenha sokaklara daldım. Bir fahişe daha yanaştı sonra. Çok küçük yaşlarda, karnı burnundaydı. 5 dolar... Sonra köşeden gerçekten fahişe aradığımı düşünen çok genç bir motorcu çocuk yanaştı. Artık bir an önce odama dönmek istiyordum. Gencin “oda bedava, kızlar 15 yaşında vs vs” gibi ısrarları iyiden iyiye gardımı düşürdü. Bu duruma daha fazla tanıklık edecek halim kalmamıştı. Öğreneceğimi öğrenmiş ve birazcık sarhoş olmuştum. Neyse ki, guesthousea dönerken motorcunun yolu bulamaması ve zorunlu gece turu ağırlaşan havamı birazcık dağıttı. Yatağıma uzandığımda ise, o kadınlara beşer dolar vermeyi düşünemediğim için içimi uyutmamacasına bir pişmanlık hissi kapladı. Uçağım 17.20 deydi yani 12.00 deki check out tan sonra biraz vaktim vardı. Bir önceki günkü motorcu çocukla beni havaalanına götürmesi için onun verdiği fiyattan 5 dolara anlaşmıştım. 3 dolara da götürürdü ancak 2 doları o çocuktan esirgemeye gerek yoktu. Ona henüz vaktim olduğunu, önce bir şeyler yemek için alışveriş merkezine gitmek istediğimi söyledim. 2 saat beni kapı önünde bekledi. Kapıda onu başka bir motorcuyla karıştırdım. Onu fark ettiğimde başka motorcuyla gidişimi kabullenmiş bir ifadeyle boynunu büktü. Sonra diğerine “Benim adamım burada kusura bakma” der gibi baktım. Sonra o, boynunu büktü. Hava alanında 1 dolarlardan artan para üstü, birikmiş tüm Kamboçya paralarını motorcu çocuğa 5 dolarla birlikte verdim. Belki toplamda 2 dolar ediyordur. Minnettardı. Ülkede polis maaşının 30 dolar olduğu düşünülünce iyi para kazanmıştı. Bangkok’a yani evime dönecek olduğum için mutluydum. Bu ülke ve bu ülkenin hüzünlerini ısrarla saklayan, kara kuru insanları üzerimde tarif edilmez bir etki bırakmıştı.
Umut Okumuş SPOT 45
sinema
Teneke trampet: 20. yüzyıla nostaljik bir ağıt
Hep çocuk kaldığımız bir dünya Freud’a göre birey hayatın zorluklarına karşı çaresiz kaldığında kendisi için en güvenli yer olarak gördüğü ana rahmine dönmek ister. Tüm ihtiyaçlarının giderildiği, özgürlükten yoksun ama güvenli görülen ana rahmi bu açıdan varoluşsal bir sığınak gibidir. Çünkü anne aynı zamanda doğurganlığın ve bereketin de sembolüdür; bu yönüyle de düşsel cenneti simgeler. 20. YY, iki büyük savaşın yaşandığı, milyonlarca insanın öldüğü bir dönem olarak “ana rahmine dönme isteği”nin canlandığı bir zamandır. Sinemada pek çok kez ana rahmindeki cenin pozisyonunda kahramanlar görürüz. Bunun farklı bir görünümü de “büyümekten vazgeçme” olarak karşımıza çıkabilir. 2. Dünya Savaşı’nın üzerinden çok geçmeden, Italo Calvino Ağaca Tüneyen Baron (Il Barona Rampante-1957) romanıyla babasının otoritesine karşı çıkıp ağaçta yaşamaya başlayan bir çocuğun hikâyesini anlatmıştı. Bu tarihten hemen iki yıl sonra, 1959’da, Günter Grass Teneke Trampet (Die Blechtrommel) adlı eseriyle bunu bir adım ileri taşıdı; büyümekten tümüyle vazgeçen bir çocuğun hikâyesini anlattı. Bu roman Grass’ın Nobel Edebiyat Ödülü kazanmasında etkili oldu. 1979 yılında da filme uyarlanıp, hem En İyi Yabancı Oscar’ı hem de Cannes’de Palme d’Or ödülünü aldı. 20. YY’lın kısa tarihi Volker Schlondorff tarafından uyarlanan film, Igor Luther’in kamerasıyla etkileyici görüntüler, içinde Charles Aznavour’u da gördüğümüz iyi oyunculuklarla romanın başarısını sürdürmüş. Yer yer küçük oyuncu Oscar’ın (David Bennent) dış ses anlatımıyla bizi “dışarı” taşıyan film, Agnes’in (Angela Winkler) cenazesi dönüşünde pastoral ve Nazilerin mitinginde kahverengi görüntülerle de bir belgesel havası da yakalamaya çalışmış. Filmin sonuna kadar hiç bir karakterle empati de kuramıyoruz ve bu, filmdeki olaylara daha objektif yaklaşmamıza sebep oluyor. Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden, Oscar’ın annesinin dünyaya gelişi, savaş bittikten sonra da garip ve yarı ensest bir ilişkinin ürünü olan meraklı bir çocuğun hikayesine odaklanıyoruz. Oscar henüz 3 yaşındayken büyüklerin dünyasına dehşetli gözlerle bakıyor, zaten zorla çıkarıldığı annesinin rahmine geri dönemediği için çok önemli bir karar alarak protestosunu başlatıyor. Bodrum katındaki merdivenlerinden aşağı kendini atıyor ve artık büyümeyi bırakıyor. Elinden hiç düşürmediği trampeti ve trampeti elinden almaya çalıştıklarında keşfettiği gibi çığlıklarıyla camları kırıyor ve büyüklerin dünyasında bir tür dokunulmazlık elde ediyor. Annesinin ensest ilişkisinde kentin evlerindeki camla-
46 SPOT
rı, doktorun muayene odasında içinde cenin olan kavanozu, evin odasındaki değerli saati paramparça ediyor. Yaklaşan Nazi tehlikesi, omurgadan yoksun insanların yalpalamaları, bin bir kötülüğün içki masalarında ve akşam yemeklerinde unutulduğu, gizlendiği bu dünyada Oscar geçmişin nostaljisine, çocuk umursamazlığına ve sorumsuzluğuna sığınıyor. Nazilerin büyüsünden aşkın ve dansın büyüsüne Oscar, filmin çok önemli bir sahnesinde trampetini kaptığı gibi Nazi mitingine gidiyor. Herkes Nazilerin orta düzey bir yetkilisinin
gelip konuşmasını bekliyor, marşlar çalınıyor, askeri bir disiplinle coşkulu bir kendinden geçiş yaşanıyor. Ancak küçük Oscar, ayağı az buçuk dışkı bulaştırarak, kürsünün altına saklanıyor ve tüm orkestra marş çalarken gürültülü trampetine vurmaya başlıyor. Bir süre sonra tüm ritim bozuluyor. Marşa uygun adım yürüyen konuşmacı tökezliyor, hatta işler iyice karışıyor ve birden Johann Strauss’un Blue Danube’sini yanlışlıkla çalmaya başlıyorlar. Her şeyi emirle yapmaya alışan kitledeki kişiler de birden büyülenmiş gibi en yakınındaki kişiyle dans etmeye koyuluyor. Kuşkusuz insanlara karşı, onların özündeki “iyiliğe” karşı bir umut vaat ediyor bu sahne. Oscar ise büyüklerin dünyasındaki otoriteyi bozarak, parçalayarak, ritmi yok ederek filmdeki en önemli direnişini
gerçekleştiriyor. Ancak aynı Oscar annesi öldüğünde büyükannesinin eteğinin altına saklanmayı da ihmal etmiyor.
Artık büyüme zamanı Şüphesiz dünyanın veya savaşın kötülükleri insan psikolojisini derinden yaralayan bir şey. Ancak ana rahmine dönme isteği ne kadar sağlıksızsa, çocuk kalmak da modern dünyada o kadar biçare, o kadar nostaljik, o kadar gerçek dışı, kötülüğe karşı da o kadar çocuksu bir direniş. Bu çaresizlikten olsa gerek Oscar da çok uzun süre dayanamıyor ve filmin sonuna doğru Nazileri eğlendiren kumpanyada aşkın tadına varıyor, çığlığıyla eğlencelik olsun diye bardakları kırıyor. İşler sarpa sarıp sevgilisi öldürülünce de mecburen eve dönüyor. Alfred’in (Mario Adorf) cenaze töreninde artık tam büyümeye karar verdiğinde kafasına yediği darbeyle bu çocuksu hayallerden kurtulmaya karar kılıyor. Bu “aydınlanma” sahnesi de çok önemli. Oscar ve ailesini Alman zulmünden “kurtarmak” için gelen Amerikanlar ilk iş olarak evdeki kadına tecavüz ediyor; bu sırada Nazi rozetini saklamaya çalışırken çareyi yutmakta bulan Alfred de biraz rozet yüzünden, biraz da kurşunlarla delik deşik edilmesinden dolayı ölüyor. Grass, kafası karışık da olsa, bu yolla savaş sonrası kurulan yenidünyaya umudunu açık etmiş ve Oscar’a büyüme yolunu açmış olsa da, gerçekliği anlamayan, onun karşısında fantazyalara sığınan, hatta büyükannesinden ayrıldığında (Ne tam bir Leh, ne tam bir Alman olarak) ağıt yakan Oscar’ı çok da güzel bir dünya beklemediği açıktır. Teneke Trampet hem filmin adı olarak, hem de bozucu etkisiyle, kuralları ve faşizmin itaatkar dünyasını yıkmasıyla, filmin en önemli simgesidir. O bir yönüyle de Yurttaş Cane’nin Rosemundesi gibi çocuksu özlemi dile getirir. Hemen her gün bir başka savaş borazanlarının öttüğü, “stratejistlerin derin analizlere” giriştiği günümüzde, ölümün üzerinden yapılan pazarlıklara karşı ufak da olsa bir uyanışa davet ediyor trampetin sesi. Çözüm ana rahmine dönüşte değil elbet, çocuk kalmakta da değil; fantazyalarda ya da objektif bir gerçekliğe dayanmayan insanın “iyi doğası”nda da. Çözüm daha çok büyükannenin közde pişirdiği patateslerde, ya da başka bir diyardan gelen rüzgârın kokusundadır. Teneke Trampet arşivde mutlaka bulunması gereken, geçen yüzyılı anlamada önemli başvuru kaynakları arasında olan bir film.
Mikail Boz
“Yağmuru bile” satmak Karadeniz ve Ege’nin derelerine yapılmak istenen HES’ler (Hidro Elektrik Santrali) ve onlara karşı halkın yürüttüğü mücadele uzun bir süredir gündemde. Gerek şirket yöneticilerini köylerinden kovarak, gerek inşaatın başlayacağı alanlarda gece gündüz nöbet tutarak, gerekse kan emici sermayedarları elde sopa kovalayarak sularına sahip çıkan köylülerin mücadelesi, ülkemizin mücadele sathında önemli bir yer kaplıyor. Çünkü köylüler, debisi düşük derelerden elektrik üretilemeyeceğini, santral yapmak isteyenlerin tek derdinin su kaynağına sahip olmak olduğunu çok iyi biliyor. Ekonomi derslerinde, ekonominin tanımı “sınırlı kaynaklarla, sınırsız ihtiyaçları dengelemek” olarak öğretilir. Mücadele eden köylüler bu tanımı bilmiyor olabilir, ama suyun, tanımdaki sınırlı bölümüne dahil olup, günden güne sınırlılığının arttığını, bunun farkına varan para babalarının bu dengeyi kendi lehlerine kurmak için kolları sıvadığını bildikleri için mücadele ediyorlar. Bu girdikleri kavgada temel şiarları ise: “Su Haktır Satılamaz!” Mayıs ayında düzenlenen İşçi Filmleri Festivali’nde, senaristinin katılmıyla, gösterilen “Yağmuru Bile” (También la lluvia) filminin afişinde de bu slogan var. İspanyol yapımı “Yağmuru Bile”, Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinden sonra yerli halka yaptığı zulmü anlatan bir film çekmek için Bolivya’ya giden ekibin, film çekimleri sırasında uluslararası şirketlerin ülkenin su kaynaklarına göz dikmesine tepki olarak çıkan halk ayaklanmasıyla karşı karşıya kalmasını konu ediniyor. Tahmin edilebileceği gibi film keşif sonrası sömürgeleştirme dönemini de, günümüzdeki su savaşlarını da ezilenlerin yanından bir kurguyla anlatıyor. Filmin yönetmeni Iciar Bollain, kadına yönelik şiddeti konu edinen en cesur film olarak anılan “Gözlerimi de Al”ın yönetmeni, ayrıca Ken Loach’un İspanya Devrimi’ni anlattığı filmi “Ülke ve Özgürlük”te de bir POUM milisini canlandırmıştı. Filmin senaristi ise, Ken Loach’un hemen hemen bütün filmlerinde imzası bulunan Paul Laverty. Dün sömürge imparatorluğu, bugün uluslararası şirket “Yağmuru Bile”nin film içinde üç farklı süreci anlattığı söylenebilir. Birincisi, bir duyarlılık adına (Kolomb’un ve onun şahsında Avrupa’nın, Latin Amerika yerlilerine uyguladıkları zulmü aydınlatma çabası) Kolomb hakkında bir film çekme işine soyunan, bir süre sonra bütün duyarlılıkların arka plana geçip, tek amacın
filmin tamamlanması olduğu, film ekibini kapsayan süreç. İkincisi, Kolomb hakkında çekilen filmin, sahne arkası görüntüleri olmaksızın başlı başına bir film gibi verildiği ve yerlilere uygulanan zulmün ön planda olduğu keşif sonrası süreç ve üçüncü olarak Cochabamba yerlilerinin, sularını satın alan uluslararası şirketlere karşı mücadele ettiği süreç. Kolomb’u konu edinen filmin çekim öncesi ve çekim süreci, hiç kuşkusuz Avrupalı sinemacılara yönelik bir eleştiriyi barındırıyor. Büyük “idealler” arkasına sakladıkları küçük hesaplarıyla Bolivya’ya (ucuz emek gücü olduğu için Latin Amerika ülkeleri arasında bu ülkeyi tercih ediyorlar) gelen film ekibinin, karşılarına çıkan mağduriyetlere gözlerini kapatması ve filmlerinin tamamlanmasının, yerli halkın her türlü kaygı ve isteklerinden üstün bir amaç haline gelmesi bu eleştirinin temelini oluşturuyor. Su mücadelesinin öncülerinden Daniel’e oyunculuk yaptığı film çekimini sekteye uğratmaması için verilen yüklü para, yerli oyunculara, kucaklarında bebekleriyle nehre girmeleri için yapılan baskı, yine Daniel’in sadece filmde oynamak için parayla karakoldan alınması ve polise çekimler bittiğinde Daniel’i geri getireceklerine dair güvence verilmesi hep bu eğilimin sonuçları. Film ekibinin neredeyse tamamı, kendi steril filmlerini çekip, steril memleketlerine geri dönmek için çabalarken, yapımcı Costa bu çelişkinin içinde yalpalıyor. Belli bir noktadan sonra filmin kurgusu bu yalpalama üzerine kuruluyor diyebiliriz. Bir film çekimini anlatan Yağmuru Bile, bunu kamera arkası görüntüleri çok kullanmadan, filmin içinde bir film gibi aktarıyor. Altın için yerli halka yapılan zulüm, bu zulme karşı çıkanlara yönelik katliamlar filmde çok etkili bir biçimde gösteriliyor. Halkı dize getirmek için uygulanan katliamlarla 50 milyonluk yerli nüfus 40 yıl içinde dört milyona düşürülürken, yerlilerin zihnen ele geçirilmesi için rahipler kolları sıvıyor. Yapılan bütün bu insanlık dışı uygulama-
ları tanrı adına meşrulaştıran rahiplerin arasından Bartolomeo De Las Casas isimli bir tanesi çıkarak bütün bu olanlara isyan ediyor. Bugün insanlık Avrupa uygarlığının hangi yollarla kurulduğunu gayet iyi biliyorsa, bunda Casas’ın yaptıklarının ve yazdıklarının önemi büyüktür. Film, yerlilere yapılan eziyetin yanında Casas’ı ve mücadelesini de işliyor. Yönetmenin geçmişe yönelik filmi, hiçbir yabancılaştırma yaşatmadan günümüzdeki filmin içinde kurgulamasının nedeninin, iki dönemde de yaşanan “büyük” devlet zulmünün arasında bir bağ kurma çabası olduğu söylenebilir. Yoksul mahallelerin içme ve kullanma suyu kaynaklarına, ABD menşeli şirketlerin el koyması, buna karşı çıkan halkın ise karşısında Bolivya polis ve askerinin şiddetini bulması, Latin Amerika halkının geçmişte altın nedeniyle şimdi ise (gittikçe değerlenen) su nedeniyle maruz kaldığı zulmün sürekliliğini gösteriyor. Film ekibinin içinde kaldığı ayaklanma, nam-ı diğer “Cochabamba Su Savaşları” 2000 yılında Bolivya’da ciddi bir etki yaratıyor, insanları sokaklardan çekemeyen Başkan Hugo Banzer üç aylık sıkıyönetim ilan ediyor. Şehrin bütün giriş çıkışlarını tutan, şehri tam anlamıyla ele geçiren mülksüzlerin eylemini sıkıyönetim de durduramıyor. Eylemler sırasında bir eylemci öldürülürken, yüzlercesi yaralanıyor. Asgari ücretin 70 doların altında olduğu Cochabamba’da, ABD’li şirketlerin 20 dolarlık bir bedeli su tüketimi için halktan gasp etme girişimi mülksüzlerin bu ayaklanmasıyla son buluyor. Kapitalizm dünyayı hedef alıyor Peş peşe piyasaya sürülen, dünyanın sürüklendiği ekolojik kıyametin sorumluluğunu özneler üstü bir adrese havale eden felaket filmlerinin karşısında Yağmuru Bile, faili de, mücadeleyi de iyi anlatan bir film. Yönetmen, kapitalizmin bekası için ekolojiyi katleden, üstüne üstlük bu faaliyetlerinden dolayı gittikçe azalan temel kaynakların da üzerine çöreklenip, buralardan para kazanmaya çalışan büyük şirketlerin gözü dönmüşlüğünü anlatabilmek için sömürgecilik dönemiyle analoji kuruyor. Altını Avrupa’ya taşımak için büyük bir uygarlığı yok etmeyi göze alan insanlığın, bugün de para kazanmak için dünyanın sonunu getirebileceği gerçeği film tarafından dolaysız şekilde aktarılıyor. İnsanlığın en temel ve zorunlu ihtiyacı olan suyun tehlikede olması, 2012 yılında kıyametin kopacağı söylentilerinden (bu efsane üzerine yapılan filmlerden) daha korkutucu değil mi?
Emre Tansu Keten SPOT 47
Bağış Erten:
“Bozuk düzen sağlam çark tutmuyor” Bağış Erten’i yıllardır çeşitli gazete ve dergilerde, futbola bakılabilecek en akil pencereyi bize anlatmasıyla tanıdık. Şuan Radikal Gazetesi köşe yazarlığı ve EuroSport Türkiye’nin genel yayın yönetmenliği de yapan Bağış Erten’le Türk futbol dünyasının yaşadığı çıkmazlar, futbolun kirli ilişkileri ve muhalif taraftarlık üzerine geniş bir sohbet gerçekleştirdik.
legalize edilmesi gerektiği konusunda açıklamaların havada uçuştuğu dönemlerden geliyoruz. Bundan kurtulmak için yapılmış bir hamleyse bu, o hamlenin devamından sonra gelen hiç bir şey o hamleyi beslemedi. Öyle olunca her şey başka bir şey olmaya başladı ve her hamlenin başka bir okuma biçimi ortaya çıktı. Bu aşamadan sonra da şike soruşturmasının geldiği nokta halının altına süpürmeyle cemaat operasyonu arasında muğlak bir yerde durur oldu. Bir şey ikisinden biri olamaz. Aynı operasyon için bu iki şeyin bir arada söylenmesi çok ciddi bir bilgi kirliliği oluşturuyor. Bu açıklamalarda, bir yandan operasyon yapılan takımın kollandığının diğer yandan da o takımın üzerinde ele geçirilme planlarının olduğu söyleniyor. Ve bu süreç aynı süreç.
“Malum mesele 3 Temmuz” operasyonu ile başlamak istiyorum. Bu operasyonlar için kimileri; Futbolda temiz eller opesaryonu dedi, kimileri; Aziz Yıldırım’a yapışan operasyon, kimileri de Cemaatin Futbola Fenerbahçe üzerinden kanalize olmak istemesi diyor. Siz bu süreci nasıl yorumluyorsunuz? 3 Temmuz’dan bugüne neredeyse bir yıllık bir süre olacak ve medya teorisi üzerine çok önemli tespitlerden birisi, yeni medyanın insanlara karşı bilgiyi saklayarak değil bilgiyi kirleterek toplumu bilgisizleştireceğini söyler. Bunun ibret vesikası gibi bir halini gördük son zamanlarda. Ama bunun sadece medya ile ilgisi yok, ortada genel bir kirlilikten bahsedebiliriz. Ve gelinen bir yılın sonunda bunu bir “temiz futbol ve temiz toplum hareketi” olarak düşünen çok az insan kaldı. Buradan bir temizlik çıkacağını düşünen de çok az insan kaldı. Bunun içinde Fenerbahçe taraftarları ve Fenerbahçe karşıtları da dâhil. Birinci gün yani 3 Temmuz’da bunu bir temizlik hareketine çevirme şansımız daha yüksekti. Fenerbahçe taraftarı bunu bir vesika olarak görebilirdi. Bugün karşımızda sınıfsız, imtiyazsız her inançtan Fenerbahçe taraftarı birleşiyorsa ve hiçbirinin inancı kalmamışsa bu önemli bir veridir. Ama öte yandan da bu kadar somut veriler ve somuta yakın şeyler varken elimizde hiçbir şey olmamış gibi davranmakta söz konusuysa bu da başka bir somut veridir.
Şunu diyebilir miyiz peki? Fenerbahçe taraftarının bu olaya bu kadar sert tepki göstereceğini ve Aziz Yıldırım’a sahip çıkılacağını mı tahmin edemediler? Bu iddia önemli bir iddia ve başı sonu tutarlı bir iddia. Ama daha çok şöyle geliyor; bu olay ortaya çıktıktan sonra ben şöyle bir açıklama yapmıştım; hukuki bir süreç başlatılacaksa ve insanları adalete inandırmayacaksak bu süreç çok tehlikeli bir yere gider. Bu yargılama sistemini, son derece hukuki ve siyasi sonuçları olması gereken Ergenekon Davası’nın taraflarını taraftar haline sokmuşken zaten taraftar olan bir kesimin sürecin adil gitmediğini öğrendiği andan itibaren içine düşeceği psikoloji çok travmatik olur. Ve şu anda karşılaştığımız durum bu. Herkes kendi tarafından baktığında tutarlı bir şey çiziyor fakat bu tutarlı sürecin hiçbiri birbirine oturmuyor. Kimin gözlüğüne baksanız ya siyah görüyor ya da beyaz.
Belli bir Fenerbahçe taraftarının itirazsız Aziz Yıldırım savunuculuğunda mı bahsediyorsunuz? Tam olarak onu diyemem. Aslında bu konuyu ikiye ayırmak lazım. Bir şike operasyonu bir de taraftarın kulüpleri ile kurduğu ilişki diye. Şike soruşturmasının kendisiyle ilgili hepimizin çok ciddi problemleri oluşmaya başladı. Türkiye’de şike yaygın olarak yapılan geçmişten bugüne futbol kültürümüzün bir parçası olarak devam eden, teşvik priminin kimi kulüp başkanları tarafından
48 SPOT
Tarafların savunmalarında, kendi temizliklerinden öte rakiplerinin şaibeleri üzerinden açıklama yapmaları da epey ilginç değil mi? Söylediklerine katılmamak elde değil. Bence problemlerden biri de şu; duygusal akıl rasyonel akılın önüne geçmesi. Duygusal akıl sezgilere ve niyetlere çok bakıyor. Bu şekilde baktıkça kimse kimsenin karşısına temiz bir sayfa ile çıkamıyor ve kimse kimseyi suçlamadan duramıyor. Bu bir denge oyunu ve asıl taraftarın kapılmaması gerek şey de bu zaten. Çünkü yıllardır aynı filmi izliyoruz. Birinin yaptığı hatayı diğerinin yaptığı hata ile temizlemeye ya da dengelemeye çalışıyoruz. Buna mukayeseli adaletsizlik dengesi de diyebiliriz. Geçmişi sıfırlamamız gerekiyor ve futbol hayatının caydırıcı kurallara tabi tutulması gerekiyor herhalde bundan sonrası için? Onu yapacağız, ki ben onun çok tatmin edici olduğunu düşünmüyorum. Onun yerine geçmişi deşeceğiz. Yani gerekirse af çıkar-
tacağız, itirafçılar bulacağız, hakikat komisyonları kurup insanlara geçmişe doğru yaptıklarını anlattıracağız, herkesin ipliğini pazara çıkartacağız, sonra o ipliği yumak haline getirip attıktan sonra herkese yeni iplikler dağıtacağız. Fenerbahçe taraftarı ile Aziz Yıldırım ilişkisini toparlamak gerekirse… Fenerbahçe taraftarının Aziz Yıldırım’la ilgili algısında problem olduğunu düşünüyorum. Problemli olanlar sıradan Fenerbahçe taraftarları değil, solcu Fenerbahçe taraftarlarıdır. Fillerin tepişmesi ve çimenlerin ezilmesi ilişkisi ile açıklayacağımız bu futbol sisteminde kendine muhalif diyen çimenlerin; “onun hortumu kısa, bunun dişi uzun, bunun dişi uzun bacağı kısa” tartışmasına girmesinin çok ciddi bir problem olduğunu düşünüyorum. Muhalif bir taraftarlık biçiminin kendisini başkanlık üzerinden ifade etmesini çok yanlış ve tehlikeli buluyorum. Nasıl ki bu memleketin Başbakanını sevmiyor olmamız bu memleketin vatandaşı olmamıza engel değilse, taraftarlarda kendini başkanlardan ve yöneticilerden bağımsız bir alanda kurmalıydı hele ki muhalif taraftarsan. Bu sürecin kurgulanış biçimini bir saldırı gibi algıladı Fenerbahçe taraftarları ve bu saldırının Aziz Yıldırıma fatura edildiğini düşündüler. Bu algı yanılsamasına keşke muhalifler kapılmasaydı. Bunun hakkını verebilecek bir tutum sergileyebilselerdi. Bir operasyon olabilir ama bu insanları karanlık insanlar olduğu ayrımını koyabilselerdi. O ayrımı yapabilselerdi, Aziz Yıldırım ile kulüp arasına set çekebilselerdi Fenerbahçe bu operasyondan çok daha “temizlenmiş ve güçlü” bir şekilde çıkabilirdi belki de ne dersiniz? Bence doğrudan onu yapmaları da gerekmiyordu. Riyakârlıkta olmamalı. Sonuçta Aziz yıldırım sadece Fenerbahçe taraftarının değil, Türkiye’de ki ortalama futbol taraftarının profilinin yansımış hali. Çünkü herkes Aziz Yıldırım gibi başkan istiyor. Aziz Yıldırım’ın başarılarından bahsediyor ki kendisinin Fenerbahçe tarihinin en başarılı başkanı olduğunu da kabul etmek gerekir. Fakat sistematik bir eleştiri getirmesi gereken kişilerin bireylere takılıp bireyler üzerinden açıklamalar ile meseleyi yorumlaması asıl muhalif duruşlarını tehlikeye sokan bir şey. Şunu çok iyi biliyoruz ki sen, ben, o hangimiz başkan olsak, bir süre sonra biz de kirleneceğiz. Çünkü bu Pir Sultan Abdal’ın da dediği gibi bir durum, “bozuk düzen sağlam çark tutmuyor”. Sorun her hangi birinin Hızır Paşa olmakla suçlanması veya suçlanmaması değil. Sorun o koltuğa oturmanın, o koltuk ilişkilerinin, orada bulunmanın bir kirlilik yaratmasıdır.
Peki mütevazi bütçelerle, kontrol edilebilir şeffaf ilişkilerin var olduğu kulüpler yaratmak çok mu zor? Her sene lig tablosunda olmasa da gönüllerde şampiyonluğa konan bir takım yaratsak. Mesela Livorno? Taraftarın solculuğu, dünya bakışımızdan ve bunun takımına yansımasından ibaret olamaz. Mesela Livorno takımı İtalyan komünistlerinin takımı ise, ama Livorno takımı sendikasız işçi çalıştırıyorsa, kendi taraftarlarının takımın yönetimine katılımına açık değilse, Livorno taraftarlarına pahalı bilet satıyorsa, kendi taraftarına pankart yasağı uyguluyorsa ve bu işin bayraktarları buna ses çıkarmıyorsa bu solculuk değildir. Biz tribünde, sokakta duyduğumuz sloganları duyunca mutlu oluyoruz, fakat asıl mesele sokakta savunduğumuz şeyleri tribünün kendi sorunları olan meseleleri tribünde savunamıyor oluşumuz. Pahalı biletlerden tutun da kendi kulüplerimizin anti demokratik tutumlarına kadar bir çok soruna, farklı renklere gönül veren ama muhalif ve solcu olan taraftarlar olarak bir araya gelip karşı gelemiyorsak bu futbolun gerçekten tehlikeli bir oyun olduğunu gösteriyor.
Peki devam edecek mi sizce bu süreç? Nasıl bir dönem bizi bekliyor? Öncelikle bunun kalıcı etkileri olduğunu söyleyelim tekrar. Futbol kültürümüzü parelize eden bir süreç yaşadık. Tekrar neyi toparlayacağız bilmiyorum. Yani hiç bir şey yokmuş meğer ve biz bunca şeyi boşu boşuna yaşamışız meğer noktasına geldi durum. Mesela bu durumda Trabzon’un öfkesini nasıl söndüreceğiz, Fenerbahçe- Galatasaray maçlarının ruh sağlığını nasıl koruyacağız ve her şeyden önemlisi futbolda adalete güveni nasıl sağlayacağız. Bu sezondan buna dair hiçbir sonuç çıkmadı. Peki, adaleti UEFA’dan beklemek ne kadar doğru? Şu an UEFA’dan gelecek bir karara kilitlenmiş durumdayız. Demokrasi gelsin diye Avrupa Birliği’ne girelim demekten başka bir şey değil bu. AB, UEFA’nın yanında sütten çıkmış ak kaşık olur. Çünkü demokratik bir geleneği ve mücadele tarihi olan ülkelerin oluşturduğu
hukuki ve siyasi bir sistem Avrupa birliği. UEFA öyle değil. UEFA kendi hukuku daha yeni kurulmaya başlayan, ekonomik ilişkileri karanlık bir yapının üst organı. UEFA, hesapları kontrol edilemeyen İsviçre’ye bağlı bir şirkettir. Hesapları kontrol edilmesin diye İsviçre’ye konuşlanan bir şirketin Türkiye’ye adalet getireceğini beklemek büyük hayalcilik. Tarihi boyunca batıyla demokrasi konusunda büyük problemleri olan bir ülkeye adalet de batıdan gelecekse batsın bu dünya! 58. maddenin değişimi medyada çok konuşuldu biliyorum ama söylemek veya özetlemek istediğininiz nokta var mı? 58. madde değişimleri ve değişen yasalar şunu ortaya çıkardı; bu bir yol kazasıymış. Türkiye’deki futbol düzeni değişmeyi ve gelişmeyi istemiyormuş. Şeffaflık ve demokrasi ile ilgisi yok. Yani herhangi bir şekilde karanlık ilişkileri tasfiye etmeyi de amaçlamıyor. Son olarak 1 Mayıs’ın taraftarların yoğun katılımıyla renklenmesine gelelim. İlk defa bu denli yoğun katılımını gözlemledik bu konu hakkında ne yorum yapacaksınız? Bu sürecin şöyle bir yanı da var. İlla ki bir kazanımı olacaksa ya da polyannacılık oynayacaksak, Türkiye’de siyasi bilinci oluşmamış toplulukların, pek çok siyasi kavramla tanışmasına sebep oldu. Bundan bir sene evvel 3 Temmuz’dan önce adil yargılanma gibi kaygı ve korkuları olmayan topluluklar adil yargılanma için sokaklara döküldü. Polisin kötü muamele yaptığına dair tereddütleri olanlar polise karşı saf tuttu. Ve bütün sürecin sonunda 1 Mayıs’ı gördük. Ve 1 Mayıs’ta ilk defa dört büyük takımın taraftarları bu denli yoğun kitlelerle kortejler oluşturdu. Ama hala problemler var. Polyannacılık bizi kurtarmaz, çünkü hala yan yana yürüyemiyoruz.
Söyleşi: Özenç Kurt
3 Temmuz sürecinin futbol dünyamızda yarattığı kararsızlık ve karmaşanın sonucunda yayıncı kuruluş ve kulüplerin parasal kayıp kaygıları sonucu “lige renk ve heyecan katma” iddiası ile Süper final uygulamasını ligimizde uygulanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu uygulama Türk futboluna ne kattı ne götürdü? Ben süper finali şuna benzetiyorum, maraton yarışmacısına maratonu birinci tamamlamasına rağmen rekabeti ve reytingi arttırmak için bir tur daha atsana diyorsunuz. Bu yetmiyor bir de arkadakiler biraz daha yaklaşsın diye yavaşla diyorsun maraton koşucusuna, yarışın daha zevkli olacağını söyleyerek. Bunun futbolla ilgisi yok ve bu futbolun iyiliği için değil paranın iyiliği için alınmış bir karar. Fakat asıl riyakar olan
konu şu, ilk günden beri bunun böyle olacağı belliydi ama kulüplerin parayı görüp bunu reddetmemesiydi. Parasal getiri yüzünden futbol zevkini feda eden anlayışlar sonunda bundan şikâyet etmeye başladılar ki bu da bize çok samimiyetsiz geliyor. Şöyle de bir durum var biz bu süreçte çok gerildik. Futbolcusundan en sade taraftarına kadar bu süreç bizi çok gerdi. Bu gergin süreçte normal şartlarda bizim uzun bir süre futboldan uzak kalmaya ihtiyacımız varken süper final gibi zorluk derecesi yüksek büyük maçlar oynadık peş peşe, bu büyük bir riskti. Askerde bile bunaldığınız bir dönemde hava değişimi verilir gidin bir rahatlayın kendinize gelin diye. Bizim bu hava değişimini yapmamız gerekiyordu. Biraz temiz hava almak, deniz kıyısında oturmak, biraz farklı şeyler yapmak yerine tam tersine bizi en çok geren şeyi tepemizden aşağı döktüler. Ve biz bunun psikolojik yıpranışını uzun süre yaşayacağız.
SPOT 49
futbol
Kadıköy’de o gün neler oldu? Hamit Koçak (Vamos Bien Taraftar Grubu)
O gün Kadıköy’e giderken aklımızda ne yoğun biber gazı yemek ne de böylesi büyük bir çatışmaya tanıklık etmek vardı. O gün aklımızda olan tek şey, son bir senedir kah sahada kah saha dışında sürdürdüğümüz mücadeleyi alkışlamak, şampiyon olursak kupayı kaldırmak, olamazsak da futbolcularımız ile aylardır sürdürdüğümüz gururu dosta düşmana göstermekti. Ama olmadı. Olayların Provası Esasında bu olayların olacağını önceden sezmemiz gerekirdi. Öyle ya bundan birkaç hafta önce Avrupa Şampiyonu olan kadın voleybolcularımızı havaalanında karşılarken ortada hiçbir sebep olmadan bu olayların provası yapılmamış mıydı? Sabaha karşı gelen takımımızı bağrımıza basarken anlamadığımız bir biçimde çevik kuvvet gaz sıkarak saldırmaya başlamış ve bir anda havaalanı savaş alanına dönmüştü. Keza yine 6 Mayıs tarihli Çağlayan duruşması sonrası tam da o günün provası niteliğinde bitmez tükenmez bir biçimde biber gazı kapsülleri insanların üzerine atılmış hatta bununla da yetinmeyerek plastik mermiler ile taraftarlar ‘püskürtülmüş’tü. Sonuç 3 tanesi ciddi biçimde ağır onlarca yaralı ve birçok gözaltı. O gün sanki son dönemde bunlar yaşanmamış gibi büyük bir iyimserlik ve saflıkla gittik Kadıköy’e. Herkesin yüzü gülüyordu. Maçın ciddiyetinin yarattığı gerginliğin yanında sportif olarak sahada, birlik olarak da tribün ve sokaklarda gösterdiğimiz direncin bizleri dağıtmamasının verdiği bir mutluluk vardı. Başımıza gelenlerle mücadele etmek kolay değildi. Sezon başında konuştuğumuz öngörüler bir bir gerçekleşiyor ama buna karşılık bir türlü dağılmıyorduk. Dağılmamanın yanında her geçen gün öfke, iktidar partisine ve onun ardındaki güçlere yöneliyor, ortam gittikçe politize oluyordu. Herkesin ağzında maçın ne olacağı vardı. Kimse olumsuz bir sonuçta yaşanacak olumsuzluklardan bahsetmiyordu. Aksine, konuşulanlar hep futbolcularımızın finale kadar gelmesinin büyük başarı olduğu üzerineydi. Bu havada maç saatini ettik. Artık maça girme saati yaklaşmıştı. İnsanlar gruplar halinde kapılara yönelmiş klasik bir derbi maçı yoğunluğu yaşanıyordu. Türk Telekom diye tabir edilen Okul Açık tribününün kapısına geldiğimde gördüğüm yoğunluk beni şaşırtmadı. Kapının önünde daha önceki maçlardan edindiğimiz tecrübe ile ilerlerken birden bire kapı önündeki polisin insanları ittiğini ve buna tepki verenlere vurmaya başladığını gördük. Bunlar da klasik görüntülerdi ama biber gazını çıkartıp sıkması biraz aşırıya kaçıyor derken ortalık bir anda karışıverdi. Büfelerin olduğu caddede polisin yaptığı hazırlık ve TOMA denen zırhlı araçların stadın önünü keserek su sıkmaya başlaması ortamı bir anda germiş ve dışarıda bulunan taraftarlar da buna karşı direnç göstermeye başlamıştı. Cadde bir anda su ve biber gazı ile kaplandı. İnsanlar maça girmeye çalışıyor, polis de içeri sokmamaya çalışıyordu. Ama ilginç olan ise çoğumuz elimizde bilet ve kombinelerle dışarıdaydık. Maraton tribünü tarafındaki girişe yöneldiğimizde ise benzer bir sahnenin orada da yaşandığını görmüş ve bunlara anlam verememiştik. Neler oluyor? İçeri girdiğimizde ise dışarıdaki kaosun sürdüğü haberleri geliyordu. Bir ara koridora indiğimizde dışarıdaki insanların sıkılan biber gazlarından kaçmak için kapılara sığındığını ve demirlere sıkışan insanların ezilmesine ramak kaldığına şahit olduk. Görevli polisler ortamı yatıştırmaktan çok sanki ortamı daha da germek için uğraşıyor gibiydiler. Kimse ezilenlerle ilgilenmiyor sanki bir facianın yaşanmasını istiyor gibiydiler.
50 SPOT
Maçın başlamasına yakın dışarısı sakinleşti. Maçta ise bir türlü gol gelmiyor ama buna rağmen de gerilimin yerine destek artıyordu. Bu tip maçlara gelenler nasıl bir gerilimden bahsettiğimi bilir. Maçın sonları yaklaşmasına rağmen ne sahaya bir müdahale olmuş ne de tribünden rakibi rencide edici bir tezahürat yükselmişti. Ve bu havada maç bitti. Şampiyonluk, beklentilerden biriyken oraya toplanmış on binlere mücadeleyi sonuna kadar bırakmayan takımlarını alkışlamak düşmüştü. Nitekim tribünler futbolcuları ve teknik direktörlerini yanlarına çağırırken sahada anlam verilemeyen bir biçimde bir polis çemberi oluşmuş ve rakip takım orta sahada neredeyse tecrit olmuşlardı. Bu garip sahne bile o kalabalıkta bir tepkiye neden olmamıştı. Herkes takımının tribünle kucaklaşacağı ana odaklanmış, sahadaki futbolcuların üzüntülerini alkışla hafifletmeyi bekliyordu. Bu ruh halinde yaklaşık 10 dakika geçmiş, rakip takım futbolcuları sevinçlerini yaşamak için soyunma odasına girmişlerdi ki o anda Okul Açık tribünlerinin önünde ne olduysa oldu. Emniyet güçlerinden birkaç polis nedeni belirsiz bir biçimde tribün önündekilere biber gazı sıkmaya başladı ki o anda orada olan herkes buna tepki verdi, kendi amirleri bile. Ama polisin saldırısı bununla da bitmek bilmedi ve kendilerine o anda atılan yaklaşık 3 metrelik bir direkle tribünlere saldırarak olayları karıştıran çomağı da sokmuş oldular. O anda, sabahtan beri yaşadıklarının etkisiyle seyirciler kendilerine karşılık veren polise koltukları söküp atarak savunmaya geçmişler ve en nihayetinde de sahaya girerek tepkilerini ortaya koymuşlardı. Polisin dağılmasıyla birlikte bir anda 4 tribüne de çoluk çocuk demeden fütursuzca atılan gaz bombaları ortalığı bir anda ayrımsız bir şiddete tabii tutmuştu. Stadyumun her yani nefes almanın imkansız bir yer olduğu cehenneme dönerken dışarıda da benzer sahneler başlamıştı. Stat içi ve stat dışı ayrımsız gaz bombaları ile taranırken ara sokaklar da helikopterden atılan gazlarla nasibini alıyordu. Stat dışındaki kapalı mekanlara da atılan gazlar artık olayın bir futbol çatışması olmadığını gösteriyordu. Fenerbahçe taraftarından sanki planlı bir intikam alınıyor gibiydi. Ayrımsız yaşanan şiddet sanki bunu gösteriyordu. Ayrıca maç öncesi ortaya atılan ve bir anda yayılan, ‘12 yaşında bir kız çocuğunun bıçaklanarak öldürüldüğü’ ve ‘Bir polisin taraftarlar tarafından öldürüldüğü’ haberleri her iki tarafın da çatışma isteğini nasıl kamçılar tahmin edersiniz. Ne tesadüftür ki bu iki haber de gerçek değildi ve olaylar bittikten sonra yalanlandı. Yaşanan gözaltı furyası ile olayların sorumluluğu yine taraftarlara yıkılmaya çalışılacak. Fakat maç öncesi ve sonrası biber gazlarını fütursuzca atan ve ortalığı kışkırtan polislere karşı kimse bir işlem yapmayacak. Yaşanan bütün olay medya aracılığıyla bir futbol terörü olarak yansıyacak. Ama o gün orada olanlar bilecekler ki yaşananın adı net bir biçimde provokasyon ve yaratanı taraftar olmayan terörden başka bir şey değildi.
Yeter-Ören
EURO 2012 ve vahşetin öteki yüzü
EURO 2012 heyecanı turnuva başlamadan farklı endişeler ve vahşetlerle gündeme geldi. Öncelikle Platini’nin Ukrayna’da hazırlıkları kontrolü sırasında sokak hayvanlarını çokluğundan dert yanmış Ukrayna da bundan vazife çıkararak bu sorunun çözümü için kendince bir yöntem buldu. Kedi ve köpekler vurularak yakalanıyor ve 900 derecelik fırınlara atılarak canlı canlı itlaf ediliyordu. Ukraynalı yetkililer mobil bir krematoryum kullanarak kısırlaştırılmış hayvanları itlaf ediyor. Köpek yakalayıcıları ve şoförlerden oluşan mobil ekip hayvanları vurmak için silahlı geziyor. Mobil krematoryum diğer şehirlere ve ilçelere de kiralanıyor. UEFA yetkililerin hiçbir şekilde onay vermediği ve tasvip etmediklerini söylediği bu itlaf turnuvanın son anına kadar devam ettirilerek Ukrayna “hayvansızlaştırıldı”. Dünya çapında da büyük tepki çeken bu davranış çeşitli imza kampanyalarıyla engellenmeye
çalışılsa da Ukraynalı yetkililer bu yöntemden vazgeçmedi. Bir başka konu ise Ukrayna ve Polonya’daki aşırı sağcıların ırkçılıkla ilgili sicillerinin kabarıklığı ve turnuva için hazırlıklarıydı. İtalyan oyuncu Balotelli “Eğer biri sokakta üzerime muz fırlatırsa hapse gireceğim çünkü bunu yapanı öldüreceğim” diye konuşurken 2012 yılında hala böyle bir durumun olmasının kabul edilemeyeceğini söylemişti. UEFA Başkanı Platini ise “Bu tip bir durum karşısında eğer hakem oyunu durdurursa biz bunu kesinlikle destekleriz. Ama bir oyuncunun böyle bir şey yapması doğru değil, Bay Balotelli oyunu terk etmek yerine hakemle iletişime geçmeli. Bu kararı hakem almalı” şeklinde konuştu. Bunların yanı sıra turnuvanın ilk günlerinde önce Hollanda takımının antrenmanında seyircilerden bazılarının siyahi sporcuları önce maymun sesleriyle sonra da küfür ve sloganlarla rahatsız etti. Hollanda yetkilileri şikâyetçi olmazken bir başka ırkçılık da Rusya Çek Cumhuriyeti maçında yaşandı. Maç boyunca siyahi Çek oyuncu Selassi’ye ırkçı tezahüratlar devam etti. UEFA şimdilik bu olayları münferit diye tanımlayarak geçiştirmekle meşgul oluyor.
Yıldırım Demirören, Beşiktaş’ın 2003-2004 sezonunda şampiyonluğu 11 puandan Fenerbahçe’ye kaptırdığı şaibeli sezonun ardından istifa eden Serdar Bilgili’nin yerine Beşiktaş’ın başkanlık koltuğuna oturan kişidir. Beşiktaş’ın başına gelen en büyük felaket olarak nitelenen Demirören, Beşiktaş’a 600 milyon TL’ye yakın borç takıp Türk Futbolunun başına geçen “güzide” kişidir aynı zamanda. 8 yıllık başkanlık döneminde ağızından düşürmediği “Beşiktaşlılık duruşuna” ne kadar zıt bir karakter olduğunu göstermekte ise pek cesurdu. Milyonlarca borç, kaybedilen davalar ve Beşiktaş’ın yıllarca şampiyon olmadığı dönemlerde bile yaşamadığı itibar kaybını yaşattı Beşiktaş’a Demirören. Son olarak Demirören’in UEFA’yı sahte belgeler ile kandırmaya yönelik hareketleri ve Ödenmeyen transfer ücretleri sebebiyle Beşiktaş tarihinde ilk kez Avrupa’ya gitmekten men edildi. Bunca acıya rağmen çıkıp “Beşiktaş’ı ben batırmadım” demesine sinir harbi ile gülüp geçiyor sadece taraftar. Beşiktaş’ta yaptıkları ortadayken, Türk futbolunun tarihinin en zor süreçlerini yaşadığı bu dönemde olağan üstü kongre sonucu “Türk futbolunu kurtarma” iddiası ile TFF başkanlığına getirildi.
Şehrin Asi Çocukları 1. Lig’de Çok uzun yollardan sonra büyük emeklerden sonra hasret bitti ve artık Adana Demirspor 1. Lige yükseldi. Sezon başından beri türlü sıkıntılarla yoksunluklarla polis operasyonlarıyla yıpranan Demirspor ve sevdalıları sonunda “güzel günleri” görmenin mutluluğunu yaşıyor. Kimi Livorno ile yapılan hazırlık maçından sonra duydu bu “kimlikli” takımı kimi evvelinden beri Demirspor hayranı ve Şimşekler tribünün sevdalısıydı. Tribününden “çav bella”sı “cesaret” marşı “venceremos” pankartı eksik olmayan Şehrin Asi Çocukları artık 1.ligde! Ve kendi tribünlerinin tabiriyle söylemek gerekirse:Yenilmez Armada artık “raydan çıktı” geliyor. Muhalif tribüne örnek oluşturan alternatif bir taraftar grubu olan Şimşekler taraftar grubu 2.ligde bile tribünleri hınca hınç dolduruyor . Kısa süre önce Ali Sami Yen Spor Kompleksinde Galatasaray ile eşleştiği Türkiye Kupası maçında o geceyi izleyenlere unutulmaz bir tribün şovu sergilemişti Şİmşekler. Şimdi belki de herkes bu tribün şovunu bu destansı hikayeyi Muharrem Gülergin’i Bekir Çınar’ı ve bu güne kadar bu takımda emeği geçmiş herkesi biraz daha yakından tanıyacak. Şimşekler bambaşka bir tribün kültürüyle geliyor ve sloganları da net: Biz tribünde hiç yenilmedik!
Futbol Blogları Altligler blog
metlerle hazırlanan Bloglar üzerinden görünür oluyor ya da bu işi ciddi manada gönül vermiş insanların emekleriyle ayakta kalıyor.
Sporu en üst liginde yer alan bir takımı destekliyorsanız ya da spor için yanıp tutuşan ve bu işin asıl mutfağı ve lezzeti sayılan semt takımlarının maçlarına sevdalı değilseniz tüm “renkli basın” sizin işinizi görebilir. Ama tam tersi ise bir semt takımına gönül verdiyseniz kendi şehrinizin takımına tutkunsanız ya da tüm bu kümelerin dışında kalıp da hala bin bir hevesle amatör ruhu görebilmek için alt ligleri izlemek istiyorsanız elinizde ki kaynaklar pek de çok değil!
Gönüllü kısmında büyük harflerle yazacaklarımızın arasında Serkan Öztürk göze çarpıyor hemen. altligler.blogspot.com adresinden Süper Lig’den ziyade 1.lig, 2.lig ,3.lig ve Bölgesel Amatör Liglerden haberlerin yer aldığı Blogunda Serkan Öztürk aynı zamanda spor haberlerinin yanı sıra kulüp hikayeleri ve tanıtımları ile futbolcuların hayat hikayelerine yer veriyor. Alt liglerdeki play off süreçleri ile düşme ve yükselme maçlarını anında Twitter adresinden @altligler hesabından takipçilerini haberdar eden blog futbol sevdalılarına “renkli basından” çok daha fazlasını vaat ediyor.
Medyada yer bulamayan semt takımları ya da “alt ligler” kendilerine ancak ya kendi taraftarlarının hazırlamış olduğu bin bir zah-
Altligler.blogspot.com
SPOT 51
“Reşit, ömür denen şeyin tedricen yaşanmadığını söylerdi. Gerçekten öyle, her şey birdenbire oluyor. Küçük bir çocukken birdenbire, ilaçlarını plastik margarin kabında saklayan bir ihtiyar oluveriyorsun. Kendin için, çocukların için, ülken için güzel şeyler ümit ederken, seni biçimlendiren şeyin güzel bir gelecek hayali olduğunu düşünürken, birdenbire kaderinin, güne ayak uyduramamak, gençliğini, geçmişini özlemek ve hızla dönen dünya tarafından hep kenara savrulmak olduğunu görüyorsun.” Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Barış Bıçakçı)
Seyfi Teoman (1977 - ....)