AKP’NİN EĞITIM POLITIKASI
SPOT
haber vs. dergisi
sayı: 10
mart-nisan 2015
5 TL
İslamcılaşan Eğitime ve yarınlara dair TELEVİZYON VE EĞLENCE
Haber mi? Reyting mi? ÜLKER İŞÇİLERİ:
“Emek veren biz, keyfini süren onlar” ARİF KIZILYALIN:
“İktidar sporu tamamen etkisine aldı”
son hakikat bükücü:
AKP MEDYASI Mustafa Hoş: “Bugün medyanın işlevi saray fedailiğidir”
Ali Topuz: “Akit, yeni dönem anaakımının ruhudur”
o İslamcı medyanın tarihi ve yükselişi o İslamcı medyanın iki yüzü o AKP, medya ve Kürtler
SPOT - 10 içindekiler 2 Uğur Enç: “Bütün işçilerin sendikalı olması gerekiyor” 3 Havadis 4 İslamcı medyanın tarihi ve yükselişi 6 Dünya Suriye’deki devrimci Kürtleri neden görmezden geliyor? 7 İslamcı medyanın iki yüzü 8 Ali Topuz: “Akit, yeni dönem anaakımının ruhudur” 14 Mustafa Hoş: “Bugün medyanın işlevi saray fedailiğidir” 17 İslamcılaşan eğitime ve yarınlara dair 19 Haber mi, reyting mi? 21 Neden ve nasıl bir yeni yol? 22 AKP, medya ve Kürtler 23 Ülker İşçileri: “Emek veren biz, keyfini süren onlar” 25 Bazı kitaplar bir penceredir 26 ‘Few of Us’ta kısa bir yolculuk 28 “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku: Sinemanın konuşmayan kadınları 30 Sinemada edebiyat uyarlamaları 32 Arif Kızılyalın: “İktidar sporu tamamen etkisine aldı”
SPOT Yerel Süreli Yayın
www.spotdergi.net
yönetim yeri: Perpa Ticaret Merkezi 12. Kat A Blok No: 1770 Okmeydanı / Şişli - Tel: 0212 243 28 71
Gezi isyanıyla birlikte içerisine girdiğimiz ütopik umut ortamı, yerini derin bir ümitsizliğe bıraktı gibi. Nasıl bırakmasın? Biber gazından kaçarken birbirlerine çarptıkları için özür üzerine özür dileyen insanların dünyasından çıkıp, dükkanının camına kar topu geldi diye insan öldürenlerin ülkesine girmek kolay değil. Tek bir polisin dahi olmadığı isyan günlerinde, kadınların kendilerini hiç olmadığı kadar güvende hissettiği Gezi Parkı’ndan çıkıp, tek suçu akşam vakti minibüste yalnız kalmak olan Özgecan’ın vahşi bir şekilde katledildiği, üstelik bunun münferit bir olay değil, sıradanlaşan bir olay haline geldiği bir kadın cehennemine ayak basmak kolay değil. Paranın ortadan kalktığı, çıkarsız şekilde bir şeylerin paylaşılabildiği bir ortamdan çıkıp ihaleciliğin, rüşvet yemenin ve yolsuzluğun geçer akçe olduğu bir siyaset ortamına geçmek kolay değil. Kolay değil, ama geçtik, o distopyanın tam ortasındayız artık. Bu distopik ülkenin temel gıdası kötülüktür ve kötülük hiyerarşik olarak aşağı inildikçe sıradanlaşmaktadır. Bu kötülük İzmir’in, İstanbul’un orta yerinde insanları linç ederek katleder, bu kötülük Kobane’de insani değerler için savaşanları lanetler, dünyanın gördüğü en gaddar suç örgütlerinden IŞİD’in kazanması için çabalar, bu kötülük kadının tecavüzünü meşrulaştırır, her durumda kadını şeytanlaştırma yoluna gider, bu kötülük 14 yaşında polis tarafından katledilen bir çocuğun kanıyla keyiflenir, bu kötülük 301 işçiye mezar olan toprağın üzerinde sağ kalanları
İmtiyaz Sahibi Özenç Kurt Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Emre Tansu Keten baskı: Kitap Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti., Davutpaşa Cad. No:23 Kat: 1 Topkapı / İstanbul
tekmeleyerek dize getirir, bu kötülük kendi iktidarı ve zenginliği için kadınları araç olarak kullanır, attığı yalanlarla ülkeyi kanlı bir iç savaşa hazırlar, bu kötülük çiftliğinde yüzlerce profesyonel yalancı besler, bu yalancılarla her daim insani değerleri hedef alır, bu kötülük İstanbul’un sokaklarını kedi ve köpeklerden temizlemek için Kısırkaya ve Pendik’te ölüm kampları kurar, bu kötülük şanssız bir şekilde şehir merkezine inen domuzu döverek öldürür, bu kötülük ülkeyi yaşanmaz kılar. Bu kötülüğe karşı öfkeli olmalıyız. Fransalı direniş örgütü Görünmez Komite’nin dediği gibi “öfke ve politika birbirinden ayrılamaz. İlki olmazsa ikincisi sözde kalır; ikincisi olmazsa ilki bağırıp çağırmanın ötesine geçemez”. Bu öfkeyle kendi direniş alanlarımızı yaratıp, var olanları güçlendirmeliyiz. Biz Spot’u ilk sayıdan itibaren böyle bir direniş mevzisi, böyle bir iktidar dışı alan olarak gördük, öyle kurguladık. Çalışma alanımız olan medyanın daha ön planda olduğu, ama hayatın her alanından söyleşilerin ve yazıların yer aldığı Spot’u iktidarın ve yalanın tam karşısına konumlandırdık. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, sadece tartışılmaz gerçeği, yani olmuş olanı aktarmak ve savunmak dahi bir politik eylem halini almıştır. Yalanın örgütlülüğüne, gücüne ve kapsamına karşı sarılabileceğimiz tek şey gerçeklerdir. Bu sayıda kötülüğün ve yalanın medyasını ele aldık. Onun ekonomik arka planını araştırdık, gazetecilerle bu medya üzerine söyleştik. Keyifli okumalar dileriz.
SPOT ekibi: Aysun Eyrek, Bekir Avcı, Emre Tansu Keten, Ercan Yılmaz, Miray Özturan, Özenç Kurt, Reyhan Kayışlı, Taylan Kesanbilici, Uğur Yıldız, Umur Bedir, Vildan Tekin, Zeynep Günay
GAZETECİ UĞUR ENÇ:
“Bütün işçilerin sendikalı olması gerekiyor” Söyleşi: Vildan Tekin
Geride bıraktığımız 2014 yılı diğer tüm emekçiler açısından olduğu gibi basın emekçileri açısından da oldukça kötü bir yıldı. Ancak yılın son günlerinde, Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın yerelde bir ilki gerçekleştirerek Manşet Kocaeli gazetesinde toplu sözleşme yapma yetkisini kazanması umut verici gelişmeler arasında yer aldı. Manşet Kocaeli gazetesinden Uğur Enç ile yerel basındaki örgütlenme mücadelesi ve sendikalı olmanın anlamı üzerine konuştuk. Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın yerelde ilk yetkiyi kazandığı Manşet Kocaeli gazetesinin basın emekçilerinden biri olarak bu örgütlenme mücadelesi nasıl başladı ve nasıl gelişti senden dinleyebilir miyiz? Kocaeli’de gazeteciler arasında sendikal örgütlenme defalarca denenmiş ancak çeşitli sebeplerle başarılı olunamamış. TGS’nin en güçlü olduğu dönemlerde dahi Kocaelili basın emekçileri sendikalı olmak istememiş. Meslek büyüklerimiz taş koymuşlar. 2013 yılının kasım ayında Kocaelili bir meslektaşımla birlikte Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın önünden geçerken tabelasını fark etmemizle başladı her şey. Kapıdan içeri girdik. Uğur Güç karşıladı bizi. Sendikanın mali sekreteri olduğunu söyledi. TGS’nin yerel çalışma yapmamasından vesaire konuştuktan sonra üye olmaya karar verdik. Üye olduktan birkaç ay sonra telefonum çaldı, arayan Uğur Güç’tü. Genel Başkan seçildiğini ve yerel çalışmalara ağırlık vereceklerini söyledi. Bir program düzenledik. TGS ile Kocaelili gazetecileri buluşturduk. Gazeteciler sendika ile ilgili merak ettiklerini sordular. İlerleyen günlerde birkaç program daha organize ettik. Bu sırada yakın dostumuz olan meslektaşlarımızla irtibata geçtik, sendika üyesi olmaları için çalıştık. Aradan 10 ay gibi bir süre geçtiğinde üye sayımızın uzun süredir sabit olduğunu gördük. Bu sırada benim de çalışanı olduğum Manşet Kocaeli’de üye sayımızın toplu iş sözleşmesi yetkisi almaya çok yakın
2
olduğunu fark ettik ve burada üye sayımızı artırma kararı aldık. Birkaç haftalık çalışma sonucunda gazetede çalışan 30 personelin yüzde 70’i sendikalı oldu. Bakanlığa yetki başvurusunu yaptık ve kesin yetkiyi aldık. Ulusal basın ile yerel basın arasında hem patronlar hem de gazete çalışanları açısından sendikaya bakış farkı var mı sence? Pek bir fark olduğunu düşünmüyorum. Patronlar kendi açılarından bakıyorlar,
şeye ses çıkaramıyorsun. Mesain kesiliyor, maaşın geciktiriliyor, yıllık iznini kullanmıyorsun... İçin içini yiyor ama işini kaybetme korkusuyla hiçbir şey yapamıyorsun. Fakat bir araya geldiğinde, sendikalı olduğunda, meslektaşlarını yanında hissettiğinde durum değişiyor. O zaman işini kaybetme korkusunu senin yerine işveren taşıyor. Sen, insanca yaşamak için gereken şartları işverene iletiyorsun ve kabul etmemesi durumunda greve kadar gidebileceğini anlatıyorsun. İşveren de işini kaybetmemek için, üretimin durmaması için senin insanca şartlarda çalışmanı sağlıyor. Gazetecilerde de durum böyle olmalı. Kocaeli özelinde gazetecilerin çok sıkıntı yaşadığı herkesçe biliniyor. Çift bordro uygulaması, mesailerin, özel gün ve resmi tatillerde fazla çalışma ücretlerinin ödenmemesi, kendi makinasını kullanan gazetecilere amortisman bedeli verilmemesi gibi durumlar söz konusu. İnsanca şartlarda çalışmıyor Kocaeli’de meslektaşlarımız. Sabah 08.30’da iş başı yapıyor, gece yarılarına kadar çalışıyorlar. Karşılığında aldıkları ücretler ise Türk-İş’in tespit ettiği açlık sınırının altında. Gazeteciler bu duruma sesini çıkaramıyorlar. Çünkü yalnızlar. Bugün herhangi bir gazetede, ben mesaimi istiyorum dese biri işten atılır. Yahut yasalarda yer alan peşin maaş ödemeleri gündeme getirilse, gündeme getirenler işsiz kalır. Bu durumun ortadan kalkması için gazeteciler bir an önce bir araya gelmeli ve Türkiye Gazeteciler Sendikası’na üye olmalı. Kocaeli'de kaç gazete var? İl genelinde yayın yapan 8 gazete var. 12 ilçede de ilçe gazeteleri çıkarılıyor. Tam olarak bir rakam vermek zor ama yaklaşık 50 yerel gazete Kocaeli’de yayın yapıyor tahmini çok da yanlış olmaz.
gazeteciler ise muhatap almıyorlar. Gazeteciliğin bir işçilik olduğunun farkında değil maalesef meslektaşlarımız. Onlar kendilerini birkaç basamak yukarıda görüyorlar ve bir arada olmanın, örgütlenmenin önemini kavrayamıyorlar. Bu sorunu çözmek için çabalıyoruz. Kocaeli’de büyük ölçüde meslektaşlarımızın sınıf bilincine sahip olduğunu söyleyebiliriz. TGS ulusal anlamda olduğu gibi Kocaeli yerelinde de güçlenerek büyüyor. Bir gazetecinin sendikalı olması neden önemli? Sadece bir gazetecinin değil, bütün işçilerin sendikalı olması gerekiyor. Tek başına hiçbir şeyin çözümü yok. Tek başına hiçbir
Kocaeli’deki diğer gazetelere de örnek teşkil ediyor Manşet Kocaeli bu açıdan. Yerelde sendikal hak kazanmış bir gazete emekçisi olarak onlara ne söylemek istersin? Kocaeli’de gazetecilerin yaşadığı kimi sıkıntılarda az önce bahsettim. Bu sıkıntıların yaşanmaması için, gazetecilerin insanca şartlarda çalışabilmesi için Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın varlığı çok önemli. Bugüne kadar Kocaeli’de çeşitli dönemlerde denenen sendikal faaliyetin artık ayakları yere basıyor. Kocaeli’de bir temsilcilik kuruldu. Yakın zamanda büromuz da açılacak. Kentin hızla gelişen ve büyüyen önemli yerel gazetelerinden olan Manşet Kocaeli Gazetesi’nde toplu iş sözleşmesi yapma yetkisini aldık. Bunlar çok önemli kazanımlar. Bunlar Kocaeli ile TGS’yi bütünleştiren kazanımlar. Bugünden sonra Kocaeli’de gazeteciler adına sendika her zaman var olacaktır. Bir güç olacaktır. Kocaeli’de basın emekçileri kendilerini yalnız hissetmesinler. E-devlet şifreleri ile Türkiye.gov.tr’ye girerek Türkiye Gazeteciler Sendikası’na üye olsunlar.
Patrona ‘milli irade’ işçiye ‘milli güvenlik’ DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş üyesi 15 bin metal işçisinin örgütlediği ve 29 Ocak tarihinde başlatılması planlanan grev Bakanlar Kurulu tarafından ‘milli güvenlik’ gerekçesiyle 60 gün süreyle ertelendi. Erteleme kararı başta emek ve meslek örgütleri olmak üzere siyasi parti ve öğrenci hareketlerine varana kadar birçok kesimden tepki gördü. Oysa metal işçilerinin grev coşkusu, TEKEL direnişinin ardından bir kez daha işçilerin ülke gündemine oturacağına dair büyük bir beklenti yaratmıştı. Fakat sermaye gruplarına ‘milli irade’ ajitasyonu çeken AKP hükümeti işçilerin önüne ise ‘milli güvenlik’ engelini koydu. Memur-Sen, Hak-İş ve Kamu-İş gibi hükümete yakınlığıyla bilinen sendikalar, grev yasağına karşı sessizliğini bozmazken, kendisine bağlı iş kollarındaki işçiler tarafından başlatılan hiçbir eylemde ‘genel grev’ cümlesini ağzına almayan Türk-İş’in tepkisi de yine yapılan bir açıklamayla sınırlı kaldı. Türk-İş yönetimi, yankısı hala devam eden ve Türkiye’nin en büyük işçi direnişlerinden biri olan, TEKEL direnişinde bile sadece sabah 08.00 akşam 17.00 saatlerinde arasında eylem kararı almıştı. Türk-İş’in bu tutumunu onaylamayıp eyleme katılmayan işçiler tepkilerini, “İşçiyi satanı biz de satarız”
sloganıyla dile getirmişlerdi. Neden ‘GREV’ istediler? Metal iş kolunun, ekonomide kapladığı alanın etkisiyle bu iş kolunda imzalanan toplu iş sözleşmesi kendi alanının çok üzerinde bir etkiye sahip. Yani metal iş kolunda kazanılan ya da kaybedilen haklar tüm ülkedeki emek sermaye ilişkisi için belirleyici olabilecek bir niteliğe sahip. İşverenin uyguladığı temel strateji güvencesiz çalışma tehdidiyle ücret artışı talebini bastırmak. Sektördeki sendikalı işçilerin yüzde 83’ünü kapsayan Türk Metal ve Çelik-İş sendikalarını ikna etmek ise Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) için hiç de zor değil. Birleşik Metal-İş sendikası ise MESS’in bu ayak oyunlarına ikna olmamasına karşın sendikalı işçilerin yalnızca yüzde 17’sini bünyesinde barındırıyor. Patron sendikası MESS ile Türk Metal ve Çelik-İş sendikaları arasındaki toplu iş sözleşmesi 2014’ün Aralık ayında imzalandı. Birleşik Metal-İş ise tüm işyeri kurullarıyla ortak bir toplantı düzenleyerek durumu tartıştı. Önce 18 Aralık ardından da 10 Ocak tarihinde yapılan Merkez TİS Kurulu toplantılarında işyerlerinden gelen temsilciler MESS’in sunduğu teklifi değerlendirerek dayatmaların kabul edilmemesi ve greve çıkılması yönünde görüş bildirdi. Birleşik Metal-İş Genel Yönetim Kurulu da bu eğilim doğrultusunda grev kararı aldı. Metal işçileri grevine ilişkin konulan yasağın ardından ortaya çıkan tablo ve üzerine konuşulanlar, grev ertelemesine rağmen greve konu olan acil sorunların gündemden düşmeyeceğini gösteriyor. Taylan Kesanbilici
3
SİYASET, SERMAYE VE CEMAAT ÜÇGENİNDE:
İslamcı medyanın tarihi ve yükselişi Umur Bedir
Türkiye’de özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) on yıllık iktidarı döneminde, Sünni İslam anlayışını siyasal ideoloji olarak benimsemiş, Anadolu ve cemaat sermayesine dayanan ve ağırlıklı olarak radikal-dindar okuyucu/dinleyici kesimine seslenen basım-yayın organları medya alanında ağırlığını hissettirmeye başlamıştır. Geçmişte (özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda) kullanılan dil, üretim ve dağıtım tarzı ve okuyucu kitlesi bakımından radikal duran, görece dar bir çevreye hitap eden, İslami vakıflar, hareketler, tarikat ve cemaatler tarafından desteklenen düşük bütçeli dergi ve gazeteler vardı. Günümüzde ise arkasında güçlü sermaye grupları bulunan, önemli pazar payına sahip, geniş bir muhafazakar tabana seslenen gazete, televizyon, yapım şirketleri ve haber ajansları ortaya çıkmıştır. Bunları bir bütün olarak “İslami medya” diye adlandırabiliriz. İslami medya kavramının çerçevesini çizerken meselenin siyaset, cemaat ve sermaye boyutlarını birbirleriyle ilişkisi içerisinde ele almak zorunludur. O zaman ilk sac ayağından başlayalım… İslami Siyaset TBMM’nin kurulduğu tarihten çok partili siyasete geçişe (1946) kadar geçen sürede, hakim devlet ideolojisinin getirdiği milliyetçi ve Batıcı yeni vizyonun, İslamcılığı ciddi manada geri plana ittiği söylenebilir. Cumhuriyet ve İslami hareketler veya İslami yaşam ve düşünce biçimi arasındaki gerilim bu çerçeveden okunabilir. Hilafetin ve saltanatın kaldırılması Batı tipi demokrasinin, harf inkılabı batılı bir okuryazarlığın, kılık kıyafet ve şapka reformları da yine batılı bir dış görünüş ve yaşam tarzının devlet eliyle sunumudur. Erken Cumhuriyet döneminde İslam’a yönelik devlet politikası, onu ulusal tahayyülün içerisine hapsetmek ve Türklükle harmanlamak, dini eğitimi, anlayışı ve ibadeti merkezi şekilde denetlemek, kısacası dini araçsallaştırarak kendi ideolojik hegemonyasını sağlamlaştırmak üzerine kuruluydu. Günümüzde bile tartışma konusu olan, Diyanet İşleri Başkanlığının Kurulması, Kuran ve Ezanın Türkçeye çevrilmesi, mektep ve medreselerin kapatılarak dini eğitimin Milli Eğitim bakanlığına devredilmesi, ilk İmam Hatip okullarının açılması (1924), gibi
4
uygulamaların kurumsal ve ideolojik olarak devlet denetiminde bir İslam anlayışının yaratılmasına yönelik olduğu söylenebilir. Özellikle Şeyh Said isyanından sonra devletin dine yöne yönelik tutumu giderek daha da sertleşti. Bu dönemeçten sonra din, bireysel vicdan meselesine, din eğitimi ise aileye indirgenmeye çalışılmıştır. Sufi tarikat ve tekkeler 1925 yılında alınan kararla kapatılmış, İmam Hatip okullarının sayısı 20’den 1932 yılında 2’ye indirilmiş, Anayasadan “devletin dini İslam’dır” ibaresi çıkarılarak 1937’de laisizm ilkesi getirilmiştir. Bütün bu uygulamalar, devletin dini özel alana hapsetmek ve dönemin egemen ideolojisine aykırı olabilecek dinsel okumaların ve eylemselliklerin önüne geçmek amacı taşıdığı görülebilir. Çok partili döneme geçilen 1946 ve sonrasında, İslami kesim ve devlet arasındaki gerilim yumuşama belirtileri göstermiştir. Bunun en önemli göstergeleri 1948 tarihinde okullarda din eğitimine tekrar başlanması, 10 ayrı ilde İmam Hatip okullarının açılması ve 1925’te ziyarete kapatılan kutsal mekanların yeniden hizmete başlamasıydı. Özellikle 1950 yılında gerçekleşen ve Demokrat Parti’nin başarısıyla sonuçlanan seçimlerden sonra Ezanın Türkçe okunmasını öngören yasanın kaldırılması söz konusu yaklaşımın en önemli göstergelerinden birisidir. 1960’lı yıllarda iktidara gelen Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi yönetimi de İslami gruplara yönelik uzlaşmacı yaklaşımını devam ettirmiştir. Bu dönemde İslamcı şair Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu” dergisi 16 defa kapatılmış, 1943’ten 1978’e kadar aralıklarla faaliyet göstermiştir. Son dönemde ortaya çıkan ve Hürriyet gazetesinde yayımlanan belgelerde Necip Fazıl’ın yayınlarında Adnan Menderes’i siyasal anlamda desteklemek için (Menderes’in Yassı Ada’da yargılandığı suçlamalardan biri olan) örtülü ödenekten para talep ettiği ve aldığı ortaya çıkmıştır. Yine “Akbaba” isimli mizah dergisini çıkaran Orhan Seyfi Orhon ve Yusuf Ziya Ortaç gibi yazarlar da, Demokrat parti yanlısı yayın yapmak ve muhalefeti hicvetmek için Menderes’in örtülü ödeneğinden para talep etmiştir. Ancak bütün bu tarihsel süreç boyunca İslami hareket bağımsız ve özerk bir siyasi aktör olarak görünür hale gelmemiş, temel-
de İslam anlayışına dayalı olmayan başka liberal-demokrat ve muhafazakar sağ siyasal hareketlerle arasını iyi tutmak yoluyla hedeflediği kazanımları elde etmeye çalışmıştır. İslamcı düşüncenin kendi başına siyasal aktör olma yolundaki ilk girişimleri 1969 yılında kendini gösterir. Adalet Partisi içinden bazı isimler 1967’den başlayarak İslami özellikleri ağır basan yeni siyasi parti arayışına girmiş, 69’da ise Necmettin Erbakan Konya’dan Bağımsız Milletvekili seçilmiştir. Daha sonra Erbakan ve 17 arkadaşı tarafından temelleri atılan “Milli Görüş” hareketi çatısı altında kurulan partiler, zaman zaman kapatılsalar da ve darbe dönemlerinde bu hareketin liderlerine siyasi yasaklar getirilse de yeniden toparlanır, Milli Nizam Partisi (1970-71), Milli Selamet Partisi (1972-1980), Refah Partisi (1983-1998), Fazilet Partisi (1997-2001) isimleri altında ve neredeyse her seçimde oylarını arttırarak yoluna devam eder. Daha sonra Abdullah Gül’ün temsil ettiği yenilikçiler AKP’yi kurarak 2001 krizinin de etkisiyle daha ilk seçimlerde tek başına iktidar olur. İslami siyaset içerisinden türeyerek AKP’yi oluşturan bu “yenilikçi” hareket, Milli görüş geleneğinde Batı ve Batılılaşmaya yönelik katı ve düşmanca tutumu eleştirmekte, demokrasi, insan hakları ve Batı ile siyasal-kültürel ve ekonomik ilişkiler üzerine temel görüşleri sorgulamaya açmaktadır. AKP Kendisini İslami değil “muhafazakar-demokrat” bir parti olarak tanımlar ve Erdoğan partisini kurduğunda Milli Görüş gömleğini çıkardığını söyler, fakat AKP’nin gizli bir İslami ajandası olduğuna ve Türkiye’nin seküler geleneğini tehdit ettiğine yönelik şüpheler artarak sürmektedir. Milli görüş hareketinin en önemli yayın organları Milli Gazete ve Yeni Devir gazeteleri ve Kanal 7 olmuştur. “Önce ahlak ve maneviyat” sloganını ilke edinen Milli gazete, 1973 tarihinde kurulmuştur. “Hak geldi batıl zail oldu” sözünü çıktığı ilk günden itibaren logosunun üzerine yerleştiren gazete, Hakk’ı üstün tutan ecdadımızın görüşünü temsil etme iddiası taşır. Bu görüşü ise kısaca Milli Görüş olarak adlandırmaktadır. Bunun dışında daha radikal ve dar bir okur kitlesine seslenen, kısmen de İslami cemaat ve hareketler çevresinde örgütlenen dergi, gazeteler ve radyolar bulunmaktaydı. İslami Sermaye: İslam ve Modernliği uzlaştırmak Özal yönetiminden beri muhafazakar-demokrat iktidarların hayaliydi. Bir yandan Türkiye toplumunu Sunni İslam geleneğinden koparmamak, diğer yandan Dünya piyasalarıyla ve yeni küresel sistemle entegre olmak Erdoğan ve Özal yönetimlerinin temel amaçlarıydı. Milli Görüş geleneği ise “milli ağır sanayi hamlesini” ekonomik anlamda şiar edinmişti. Refah partisinin adı ve Erbakan’ın mühendis kimliğine paralel olarak, büyüme ve ulusal kalkınma temelli fordist bir üretim mantığıyla, teknoloji ve ağır sanayi yatırımları hedeflenmekteydi. Öte yandan, yoksul kesimden oy alan Refahyol’un kapitalist eşitsizliğe karşı ahlak-
çı-popülizm barındıran Adil düzen” söylemi de dindar iş adamlarını rahatsız ediyordu. Ancak AKP‘nin ideali Milli Görüş’ten farklı olarak neo-liberal bir kalkınma modelidir. Fakat özellikle Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi iktidarı döneminde, piyasayı devlet ve siyasetten özerkleştirme yönünde gerçekleştirilen düzenlemelerle ortaya çıkan ve gelişen yeni ekonomik güç odakları ve sermaye grupları var ki, bunlar özel bir önemi hak ediyor. Başlangıçta KOBİ (Küçük ve Orta ölçekli işletme) olarak kendini gösteren, sonrasında gerçekleştirilen düzenlemelerle holding ve büyük sermaye gruplarına dönüşen, Refahyol ve AKP iktidarlarından ve tabi ki cemaat ilişkilerinden güç alan bu tür oluşumlar, genellikle İslami sermaye olarak adlandırılmaktadır. İslami sermayenin gelişerek laik sermaye gruplarına alternatif olması ve hatta günümüzde onlarla rekabet edecek düzeye gelmesi süreci seksenli yılların ortalarında başlar. Yeşil sermaye olarak isimlendirilen bu holdinglerin sayısı 77’dir ve bunlardan 55 tanesi Konya merkezlidir. Suudi Arabistan ve Kuveyt sermayeleri, başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli yerlerine giden göçmenler, Refahyol dönemi İslam sermayesinin kaynağı olarak görülmektedir. Başını Yimpaş (1982), Kombassan’ın (1985) çektiği bu holdinglerin adı, çoğu kez Almanya’daki aileleri dolandırdıkları iddiasıyla gündeme gelmiştir. Öte yandan arsa rantları, esnek ve enformal istihdama dayanan işletme modeli de bu sermayenin gelişimine temel hazırlamıştır. Milli Görüş hareketi ve Almanya’daki göçmenlerden beslenen İslami holdignleşmeler arasında siyasi, ideolojik ve ekonomik anlamda organik bağlar bulunmaktadır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Refah partisinin yayın organı olan ve İslami bir çizgide yayın yapan ilk televizyon kanalı Kanal 7’nin kurulmasıdır. İslami ölçülerde yayın yapan bir televizyon kurma fikri ilk başta Necmettin Erbakan’dan çıkmıştır ve Erbakan bu fikrini Kombassan Holding patronu Haşim Bayram ile paylaşmıştır. Bunun üzerine aralarında Almanya’daki Türk işçilerinden yüksek kar payı (faiz değil) vadederek para toplayan ve geri ödemeyen Bayram’ın yanında, Recai Kutan ve Zekeriya Karaman’ın da bulunduğu 8 ortaklı Yeni Dünya İletişim AŞ. Kurulmuş, şirket adına Kanal 7’nin yayına başlaması için Başta Köln olmak üzere Almanya’nın çeşitli şehirlerinde ve Türkiye’de “Utanmadan izleyeceğiniz bir TV kanalı” söylemiyle halktan para toplanmıştır. Kanal 1992‘de kurulmuş, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne ait frekansları kullanarak yayına başlamıştır. Yimpaş holding ise 2000’li yılların başına kadar Kanala maddi destek vermiştir (haber. gazetevatan.com). Kanal 7 bu gün daha çok AKP çizgisine kaymıştır ve milli görüş hareketini temsil eden yalnızca TV 5 kanalı vardır. Günümüzde gelinen noktada ise, İslami sermayenin giderek liderliğe oynadığı söylenebilir. Koç ve Sabancı aileleri 2013’te de
çocuklarına Amerika bursu veren, Gürmen Group’un sahibi iş adamı, aynı zamanda Ethem Sancak’ın ablasıyla evli) gibi isimler de listenin daha alt sıralarında yer alır. TÜSİAD Sermayesinin (daha uzun süre devam edeceğe benzeyen) açık üstünlüğüne rağmen, medya mülkiyeti söz konusu olduğunda sistemin hiç de serbest piyasa mantığıyla işlemediği görülür (özellikle “bu işe nereden girdim” diye salya sümük ağlayan medya patronları düşünüldüğünde). AKP rüzgarını da arkasına alan İslami sermaye en büyük medya mülkiyetini elinde bulundurmaktadır. Çukurova, Çalık, Uzan, Erol Aksoy gibi büyük medya yatırımları olan gruplar en başta TMSF yoluyla bu alandan el çektirildi ve ellerindeki medya kuruluşları şaibeli ihalelerle veya havuz sistemiyle yandaş şirketlere satıldı. Eski medyanın kalan son temsilcileri ise, alan dışı yatırımları, siyasi baskılar, vergi borçları, Alo Fatihler veya Erdoğan’ın meydanlarda savurduğu açık tehditler yoluyla ciddi anlamda boyunduruk altına alınmış görünüyor.
servetlerini büyük oranda arttırmakta, laik sermayeyi temsil eden Doğuş Grubu, Doğan Grubu, Anadolu Grubu, Eczacıbaşı ve Çukurova Holding en zenginler listesindeki yerlerini korumaktadır. Buna karşın İslami sermayeyi temsilen Ülker grubu üçüncülüğe oturur. AKP’nin zengin ettiği Çalık, Albayrak, Topbaş (BİM), İpek, Ağaoğlu aileleri ve Ethem Sancak (Başbakan’ın Ekinlik’te tatil yaptığı evin sahibi), Remzi Gür (Başbakan’ın
Tarikat, Cemaat ve Sosyal Ağlar İslami Siyasetin ve İslami sermayenin yükselişine zemin hazırlayan en önemli etkenlerden biri de hiç kuşkusuz İslamcı sivil toplumun gücü ve bazısı tarihi yüzlerce yıl geriye giden cemaat ve tarikatlar olmuştur. Türkiye’de cumhuriyetin ilanından sonra sadece şeyhülislam makamı iptal edilmekle kalmadı; tekke ve zaviyelerin faaliyetleri de yasaklandı. Ancak tarihsel ve toplumsal
Kişi -Kurum
Medya
Star Medya Grubu (Tevhit Karakaya)
Kanal 24, TV4 kanalları, Star gazetesi ve Cinedergi.
Koza-İpek Grubu:
Kanaltürk TV, Bugün TV, Bugün Gazetesi.
Albayrak Grubu:
İhlas Holding
Hayat Görsel Yayıncılık (Zekeriya Karaman) Osman Gökçek (Melih Gökçek’in oğlu)
Yeni Şafak gazetesi ve TVNet kanalı.
TGRT Haber, TGRT Belgesel, İhlas Haber Ajansı, Türkiye Gazetesi, TGRT fm ve 30’a yakın dergi. Ülke TV ve Kanal 7 Beyaz TV
Termikel Grup (Ankara Belediyesi’nden doğalgaz ve altyapı ihalelerini almış ve devletten 55 milyon dolar teşvik ve vergi indirimi sağlamıştır):
Kanal A
Türkmedya Yayın Grubu (Ethem Sancak)
360 TV Kanalı, Akşam, Güneş gazeteleri, Alem, Platin, Autocar, FourFourTwo, Stuff dergileri ve Alem fm
Turkuvaz Medya Grubu ATV, A Haber, Minika TV kanalları, Sabah, Fotomaç, Takvim, (AKP eliyle çeşitli yandaş iş Yeni Asır Gazeteleri, başta Forbes, Cosmopolitan, Şamdan, adamlarından 600 milyon dolar Aktüel olmak üzere 14 adet dergi. toplanarak Çalık Grubuna ait olan bu oluşumun, Ömer Kalyoncu tarafından kurulan Zirve Holding isimli paravan şirkete devri planlanıyordu. Ancak 17-25 Aralık operasyonlarıyla bu plan ertelendi. Şu an İmtiyaz sahibi hala Ahmet Çalık görünmektedir).
Acun Medya
TV8
(AKP Medyası’nın sahiplik yapısı)
5
kökleri böylesine sağlam olan yapılanmaları bir anda ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır. Sürekli farklı kollara ayrılan ve kimi zaman birbirleriyle çatışan bu cemaat ve tarikatlar, cumhuriyet tarihi boyunca çoklukla vakıf ve dernek olarak faaliyet göstermiştir. Bunlardan bazıları holdingleşmeye ve önemli sermaye ve güç odağı olmaya çalışırken, bazıları daha münzevi bir yaşam tarzına ve maneviyat ağırlıklı bir düşünceye yakındır. Kimi tarikat ve cemaatler siyaset ve bürokrasiyle çok yakın bir bağ kurarken, kimileriyse politikayla hiç ilgilenmez. Ancak her iki boyutta da insan ilişkilerini ve gündelik hayatı hala derinden etkilemeye devam etmektedirler. Cemaat sermayesi medya alanında da önemli bir güç odağı oluşturmaktadır. Önce sözlü, sonra yazılı olarak İslamcı görüşü yayma faaliyeti, günümüzde gazetelerden radyo ve televizyon yayınlarına kadar genişlemiş durumdadır. Aynı zamanda bu yayın gruplarının İslami sermaye için reklam alanı yaratmak ve iktidardaki siyasal partilerle yakınlık kurmak amacıyla da medya alanına girdikleri söylenebilir. Ayrıca İslami sermaye medyasının ve cemaat medyasının gelişerek çeşitlenmesi de, AKP iktidarı için ilk başlarda önemli bir güç kaynağı olmuştur. Söz konusu cemaatler ve müritleri başta İslami partiler olmak üzere, iktidar amacı güden birçok siyasal partinin temel oy deposu haline gelmiştir. Ancak bu gün bile tahmini olarak toplamda 4-5 milyon aralığında nüfusa sahip bu cemaatler, bir siyasi partiyi iktidar yapmak için gerekli desteği tek başına sağlamaz. AKP kendi öncülü olan
Cemaat
Gülen Cemaati
Işıkçılar Cemaati
Kişi-Kurum
Medya
Koza-İpek Medya Grubu
Kanaltürk TV, Bugün TV, Bugün Gazetesi.
Feza Gazetecilik Samanyolu Yayın Grubu Işık Yayıncılık Ticaret
İhlas Yayın Holding (Enver Ören)
Nakşibendi Semerkand Yayın Tarikatı (Menzil Grubu Kolu) İcmalciler
Haydar Baş
Abdurrahman Dilipak Çevresi
Ramazan Fatih Uğurlu (Yayın Sahibi)
Nur Cemaati
İsmailağa Cemaati (Nakişebendi tarikatının bir kolu)) Milli Görüş çizgisi
Adnan Oktar
6
Refah partisinin dayandığı bu radikal kitleyi de koruyarak ve muhafazakar, sağ, liberal görüşe sahip “ılımlı” tabana açılarak önemli bir siyasi başarı elde etmiştir. Ancak İslami hareket gelişkin medya gücünden yoksunken de tabanını mobilize etmeyi ve sosyal ağlardan yararlanarak görüşlerini yaymayı çok iyi başarıyordu. Tarikatlar tarafından örgütlenen, Camiler ve vakıflar çevresinde şekillenen veya komşuluk ve hemşerilik ilişkilerini, kadın örgütlenmelerini de içeren kimi kişilerarası ilişki ağları 70’li yıllardan başlayarak 90’lar boyunca İslami hareketlerinin örgütlenmesi için temel teşkil etmekteydi. Özellikle milli görüş hareketi, sosyalleşme potansiyeli yüksek olan parti içi kadın örgütlenmelerine büyük önem vermekteydi. Sendikal işçi örgütlenmelerinin de darbenin etkisiyle kırıldığı dönemde, köyden kente göç eden bu işçi ve yoksul kesimin cemaat ve parti örgütlenmelerine iş bulma, giyecek ve gıda yardımı sağlama gibi avantajlarının yanında sosyalleşme amacıyla da dahil olmaktaydı Milli Görüş hareketinin çizdiği en belirgin profil, büyük şehirlerin kaybedenlerine ve küresel şehrin vitrinine korku ve öfkeyle bakarak gettolara sıkışıp kalan yoksul insanlara hitap etmesiydi. Refah Partisi’nin Beyoğlu belediyesini İstiklal Caddesi yanında neredeyse hiç görülmeyen bu yoksul gecekondu mahallelerinin oylarıyla kazanması milli görüşün söz konusu toplumsal tabanın mikro ilişkilerine dek sızma ve bu ilişkileri güçlü bir medya olarak kullanma konusundaki başarısının açık göstergesidir. Önceleri sadece kendi cemaatine bağlı bulunan kişilerin veya siyasi yandaşı olanların dükkanından alışveriş yapan, böylece ekonomik dayanışmayı güçlen-
Yeni Asya GazetecilikMatbaacılık
Cihan Haber Ajansı, Cihan Medya Dağıtım, Samanyolu TV, Samanyolu Haber TV, Mehtap TV, Ebru TV, Dünya TV, Hazar TV, Tuna Shopping TV ve Yumurcak TV’ Zaman ve Today’s Zaman Gazeteleri, , Burç FM, Akra FM, Marmara FM ve Moral FM, Rado Cihan, RadyoMehtap,Samanyolu Haber Radyo, Aksiyon Dergisi, Sızıntı Dergisi
TGRT, TGRT Haber TV, TGRT Belgesel, Türkiye gazetesi, İhlas Haber Ajansı, İhlas Reklam Ajansı, 30 adet dergi ve 6 adet sektörel web Tv kanalı Semerkand TV, Radyo 15, Semerkand Radyo, Semerkand, Mostar, Semerkand Çocuk, Semerkand Aile dergileri, Semerkand Yayınları, Ser Yapım (Müzik)
Meltem TV, Mesaj TV, Köy TV, Yeni Mesaj gazetesi.
Yeni Asya Gazetesi, Köprü, Bizim Aile, Genç Yaklaşım Dergileri, Bizim Radyo, Aspaş Yayınları, Yeni Asya Prodüksyon, Yeni Asya Matbaacılık Akit Gazetesi, habervaktim.com, Vahdet Gazetesi Marifet Dergisi, Ahıska Yayınevi
TV5, Milli Gazete A9 TV
diren toplumsal gruplar vardı. Cemaatler ise, kuran kursu, yurt veya cami yapmak, örgütlenme faaliyetlerine devam edebilmek veya yardımlaşmak için esnaftan para toplamaktaydı. Günümüzde ise, özellikle Refah Partisi’nin İstanbul da dahil bir çok belediyeyi ele geçirmesinin ardından söz konusu dayanışma ağları çok daha ileri bir boyuta taşınmıştır. Belediyeler veya devlet içinde örgütlenmiş İslamcı-cemaat üyesi bürokratlar eliyle ihaleler, teşvikler veya arsa imar izinleri yandaş sermaye gruplarına verilmekte, bunun karşılığında sermayedarlardan bazı vakıflara bağış yapması istenmekte, yine onların kasasından belediyeler eliyle yoksullara erzak dağıtılmakta veya iftar çadırları kurulmaktadır. Böylece hem yoksul kesimi oy deposu haline getiren İslami siyaset, hem rant elde eden İslami sermaye, hem de vakıf adı altında örgütlenen cemaat ve tarikatlar güçlenmektedir. Yolsuzluk kasetleriyle beraber ayyuka çıkan AKP-TÜRGEV-yandaş sermaye ilişkisi, benzer bir çarkın AKP tarafından daha geniş ölçülerde işletildiğini göstermektedir. Sonuç olarak siyaset, sermaye ve cemaat ilişkileri birbiriyle iç içe geçmekte ve birbirini beslemektedir. İslami medya da arkasına aldığı bu üçlü sacayağından destek alarak büyüme kaydetmekte, hatta günümüzde toplam medya yatırımları içerisinde daha önemli bir paya sahip olmaktadır. AKP elde ettiği siyasal ve ekonomik güçle sadece medyayı değil, tüm kamusal alanları, sivil toplumu ve ifade özgürlüğünü de tehdit eder konumdadır. Ne diyelim? Bu sayıda İslami medyanın doğuşunu ve yükselişini anlatıyoruz, umarım ileriki sayılarda sıra imparatorluğun çöküşüne gelir. Yararlanılan Kaynaklar Akyol, Hüseyin. (2008). “Haber Basınından İslamcı Medyaya”, Agora Kitaplığı, İstanbul. Angel Rabasa, F. Stephen Larrabee, (2008). “The Rise of Political Islam In Turkey”, National Defnse Research Instıtute, Santa Monica. Bora, Tanıl. (2006). “Fatihin İstanbul’u Siyasal İslamın Alternatif Küresel Şehir Hayalleri”, İstanbul: Küresel İle Yerel Arasında, Çağlar Keyder (Ed.), Metis Yay. İstanbul. ss.60-78. Çakır, Ruşen. (1991). “Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Hareketler”. Metis Yay., 4. Basım, İstanbul. Durak, Yasin. (2012). “Emeğin Tevekkülü: Konya’da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık”. İletişim Yay., 2. Basım, İstanbul. Özel, Mehmet Ali, (2007). “Yeni sosyal Hareketler Paradigması Açısından Türkiye’deki İslami Hareketlerin Sosyolojik Analizi”, Sosyoloji Notları Dergisi, Nisan 2007. Ankara, ss.61-73. Tuğal, Cihan. (2010). “Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi”, Koç Üniversitesi Yay. İstanbul.
İSLAMCI MEDYANIN “İKİ” YÜZÜ
İçeriden bir eleştiri denemesi Emre Tansu Keten AKP’nin kendi medyasını güçlendirip, eski ana akım medyayı da kontrol altına almasının ardından, kendisini kapının önünde bulan gazetecilerin anılarını yazdığı kitaplar moda oldu son yıllarda. Bu türdeki neredeyse bütün kitaplarda, gazeteciler kendilerini ahlak timsali ilan ederken, kötülüklere karşı verdikleri tek kişilik büyük savaşlarını ballandırarak anlattılar. Bu kendini aklama seansları niteliğindeki sayfaları es geçersek, bu tür kitaplarda, belki de hiçbir zaman haberdar olamayacağımız kurum içi ilişkiler hakkında birçok değerli bilgiye ulaşabileceğimizi, böylece yıllardır yaptığımız eleştirilerimizi bu kurumların mutfaklarından alınan bilgilerle doğruyalayabileceğimizi düşünüyorum. Mustafa Hoş, Mustafa Dağıstanlı, Serdar Akinan, Oray Eğin, Mustafa Mutlu gibi AKP’yle aralarında mesafe olan gazetecilerin bu tür kitapları, geçtiğimiz senelerde bir hayli konuşulmuş, bazıları çok satanlar listesine dahi girmişken; İslamcı medya içerisinde uzun süre görev almış Halis Mutlu’nun 2014 yazında basılan “İslamcı Medyanın Kindar Yüzü” (Sertan Yayınları) başlıklı kitabı ise pek ilgiye mazhar olamamıştı. Bunun nedenlerinden bir tanesi Halis Mutlu’nun köşe yazarı ya da tanınmış bir muhabir olmaması. Diğer bir neden ise kitabın niteliksizliği ve yayınevinin amatörlüğü. Buna rağmen kitabın, yıllardır kapalı bir kutu niteliğinde olan İslamcı medyanın iç ilişkilerini aktarma noktasında işe yarar gözlemler sunduğu şüphe götürmez. Gazeteciliğe Akit’te başlayan Mutlu, daha sonra Saadet Partisi’nin İstanbul İl Başkanlığı’nda basın danışmanı olarak görev almış. Bu görevin ardından çeşitli İslamcı internet haber sitelerinde çalışan Mutlu, en son Yeni Şafak gazetesinin internet sitesinde yayın yönetmenliği yapmış. Bu süreçte birçok tanınmış İslamcı gazeteci ve yazarla tanışma, bu medya kurumlarının iç ilişkilerini derinlemesine öğrenme imkanı bulmuş Mutlu. Mutlu, kitabına 1990’ların İslamcı medyasının ortak bir retoriğiyle, yani gazetecilik etiğini dini etiğe dayandırmakla başlıyor: “Müslüman, imanı ve tebliğ gereği hakikatten ayrılamaz, Müslüman bir gazeteci de bu ilke doğrultusunda çalışır”. Müslüman bir gazetecinin sadece Peygamber’i örnek alması gerektiğini söyleyen Mutlu yeni dönem İslamcı kimliğine yönelik sert bir eleştiri dile getiriyor: “Zihin kayması, yaşam biçiminin
değişmesi, inkar, adaletsizlik, geçmişe sırt dönmek ve hatta geçmişe sövmek, samimi insanların omuzlarına basarak yükselmek, zenginleşince komşuların tok olduğu yerlere göçmek, işine geldiği gibi yaşamak, inançlar üzerinden prim yapıp dini başkalaştırmak, güçlenince hakir görmek, dindarlardan kazanıp seküler kesimle yemek İslamcıların genel özelliğidir”. Günümüzün İslamcı medyasının ikiye ayrılması gerektiğini söyleyen Mutlu, bunlardan birincisini Akit, Yeni Şafak, Zaman gibi doğuştan İslamcı olanlar, ikincisini ise Sabah, Akşam, Star, Takvim gibi sonradan İslamcı olanlar olarak tanımlıyor. 1990’larda sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek olan İslamcı medya kuruluşlarının bugün toplam medya sektörünün yarısını oluşturduğunu söyleyen Mutlu, eleştirisini, İslamcı medyanın büyümesiyle birlikte (dini) ilkelerini unuttuğu üzerinden kuruyor.“Et açıkta olmaya görsün, ya kokar ya da istilaya uğrar, üşüşeni çok olur” gibi mide bulandırıcı bir ifade ile İslam’ın kadın bedeni üzerindeki kurallarının esnetildiğini söyleyen yazar, Akşam gazetesinde ve çeşitli İslami haber sitelerinde çıplak kadın vücutlarının (çıplak dediği kolu ve boynu açık kadın fotoğrafları) sergilenmesini şiddetle eleştiriyor. Buradan AKP ile bu medya kuruluşlarının ilişkisi konusuna geçen Mutlu, AKP’li belediyelerin yolsuzluk iddialarının herhangi bir İslamcı gazetenin yazı işleri toplantısına gündem dahi olamayacağını söyleyerek, Müslüman gazeteci kimliğinin doğruluk ve dürüstlük gibi özelliklerinin yıpratıldığından bahsediyor. Hakan Albayrak’ın, Erdoğan’ın karşısına oturtulduğu bir canlı yayında sarf ettiği “Artık hayal edemiyorum, çünkü ben hayal etmeden siz yapmış oluyorsunuz” sözleri üzerinden İslamcı gazetecilerin sınırsız yalakalığından duyduğu rahatsızlığı dile getiren yazar, İslamcıların ideallerinin de törpülenmesine dikkat çekiyor. Yeni Şafak’ta çalıştığı dönemde, bu kurumdaki basın emekçilerinin hor görüldüğünü, haklarının tam anlamıyla verilmediğini, buna rağmen, ünlü isimlerin yüksek teliflerle gazetede tutulduğunu aktarıyor. AKP ile çok yakın ilişkileri olan Albayrak Grubu’nun, diğer sektörlerde servetine servet katarken, gazetesinde çalışanlara kötü çalışma koşulları sunması yine Müslümanlıktan uzaklaşmakla açıklanıyor. Yazar,
ayrıca, YŞ’nin internet sitesinin yönettiği dönemden verdiği “tıklama” sayılarıyla da ilginç bir noktayı teşhir ediyor. Mutlu’nun aktardığına göre, çalıştığı dönemde, gazetenin en çok okunan/tanınan yazarlarından Ali Bayramoğlu’nun köşe yazılarının günlük ortalama 5 bin görüntüleme, diğer tanınmış yazar Hilal Kaplan’ın ise 4 bin görüntüleme rakamlarında seyrettiğini söylüyor. Sadece maaşlı iki binden fazla parti troll’ünün faaliyet gösterdiği internet alanında 110 bin tiraj açıklayan YŞ’nin bu kadar düşük bir reytinge sahip olması garip değil mi? Yukarıda aktardığımız türden, sert olarak nitelendirilebilecek eleştiriler, kitabın sonunda Gezi Direnişi’ne yönelik yazılanlarla birlikte hedef ve biçim değiştiriyor. Mutlu, bu direnişi AKP’nin resmi argümanlarıyla tanımlayarak, direnişi başlatanları “çapulcu”, bunların amacını ise darbe yapmak olarak açıklıyor. “Camide içki içildi” yalanını abartarak sunuyor ve AKP karşıtı olan insanları türlü sıfatlarla şeytanlaştırıyor. AKP’nin bu direniş karşısında yumuşak davrandığını, İslamcı medyanın çekingen bir tavır sergilediğini belirten Mutlu, direnişi anlamaya yönelik yazılar yazan Dücane Cündioğlu ve Murat Menteş’i ise ağır bir dille eleştiriyor. Kitap birden İslamcı medyanın kindar yüzünü anlatmaktan vazgeçip, İslamcı medyanın ve genel olarak İslamcıların yumuşaklığından ve hatta davayı satmasından bahsetmeye başlıyor. Yazar, bu noktadan itibaren medyayı yeteri kadar kindar olmamakla itham ediyor. Bu niteliksiz kitap, İslamcı medyanın kalifikasyon açısından çok zayıf bir potansiyele sahip olduğunu kanıtlamıyor sadece. 1990’larda “gazetecilik ahlakı”nı dine ve dini kişiliklere dayandıran İslamcıların, 2000’lerle birlikte, merkezine iktidarlarının korunmasını alan bir siyasi etiğe ve siyasi liderlerine dayanan bir sadakata bağlandığını anlatıyor. İslamcı gazetecilerin geçmişte bıraktıkları bu dini etik çerçeveyi, sadece çıplak kadın fotoğrafları yayımlama durumlarında hatırladığını, yolsuzluk haberlerini örtbas etme durumlarının, çıplak kadın fotoğrafları yayımlama meselesinde olduğu kadar etik bir sorun yaratmadığını gösteriyor. Çekirdekten İslamcı gazetecilerin en büyük rahatsızlığının, dün İslamcı siyasetlerle alakası olmayıp, ikbal uğruna AKP’nin yamaçlarına kurulmuş isimlerin (ROK, Barlas, Bulut vs.) kendilerinden daha fazla el üstünde tutulması, parsadan daha büyük oranda pay almaları olduğunu aktarıyor. Ve en önemlisi, içeriden bir İslamcı medya eleştirisinin sınırının, aynı gemide olunduğunun farkına varıldığı ana kadar çizildiğini kanıtlıyor. Bu nedenle Halis Mutlu, kendi ürkek eleştirilerini meydanlarda yürekli bir şekilde yapan insanlara hakaret ediyor, AKP’yi bu insanlara yönelik daha yoğun bir şiddet uygulaması konusunda teşvik ediyor, bu insanları anlamaya çalışan İslamcıları hain ilan ediyor. Diyeceğim o ki, “İslamcı medyanın kindar yüzü” başlıklı bu içeriden eleştiri denemesi, büyük bir başarısızlıkla sonuçlanırken, bu çevrenin ikiyüzlülüğünü başarıyla teşhir ediyor.
7
ALİ TOPUZ:
“Akit, yeni dönem anaakımının ruhudur” Söyleşi: Bekir Avcı Yayın hayatına artık dijital ortamda devam eden eski Radikal’in Yazı İşleri Müdürü, diken.com.tr yazarı ve İMC TV’de Bu Sabah programının sunucularından Ali Duran Topuz ile anaakım medyanın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile ilişkisine dair konuştuk. Topuz, anaakım’ın değişen niteliğine, büyük medya gruplarının siyasi iktidarla ilişkisine, Cemaat’in yayın organlarına yönelik operasyonlara ve bir “bilgi sızdıran” olmasının yanısıra bir “haber veren” olarak ‘Fuat Avni’nin gazeteciliğin geldiği duruma dair verdiği ipucuna ilişkin de değerlendirmelerde bulundu. Türkiye medyasında AKP lehine kırılma ne zaman başladı? Bunun üç aşaması var. İlki, Ak Parti iktidara gelmeden. Kurulduğu yıl neredeyse iktidara gelmiş bir partiden bahsediyoruz. Kuruluşunda Ak Parti’nin ne kadar övüldüğünü, desteklendiğini dönüp medyaya bakarsak görebiliriz: O zamana kadar Ak Parti’nin içinden geldiği Milli Görüşe muhalefet eden çevreler ve
8
onların medya yansımalarında -anaakım medya dahil- Hürriyet gazetesinin başını çektiği Doğan Grubu, Sabah gazetesi ve onun çevresi, yine cemaatin oluşturduğu medya ile Ak Parti’nin de o dönem için zayıf diyebileceğimiz kendi medyası olan Kanal 7 ve Yeni Şafak gazetesi. Bunu biraz daha geriye götürdüğümüzde bir şey daha göreceğiz: Erbakan aleyhine olan yayınlar. Tayyip Erdoğan cezaevine girerken, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener’in Erbakan’a rağmen Erdoğan’ı cezaevine uğurlamak için Ankara’dan yüz kadar milletvekili ile kalkıp gelmeleri yine bu medya tarafından beğenilen bir hareketti. Peşinden Erbakan’dan kopuş netleşince bu medya bir Erdoğancı desteğe başladı. Erdoğan’ı ve Ak Parti’yi eleştiren köşe yazarları var olmaya devam etti elbette, ama medyanın ana yayın politikası daima devletten daha fazla devletçi bir medya olmuştur. O dönem için, bir tek Cumhuriyet gazetesini, sosyalist yayınları ve Kürt medyasını kenara alabiliriz. Bu, Ak Parti lehine birinci kırılış dönemidir. En kesin tarih olarak da Ak Parti’nin kuruluş kongresini verebiliriz. Dolayısıyla 2002’de iktidara geldiği zaman onu iktidara
getiren süreç içerisindeki medya desteğini unutmamamız gerekiyor. Genellikle Ak Parti’nin bir stratejisi olarak kendi aleyhine söz söyleyen kişileri medyanın tamamı gibi sunma eğilimi vardır. Medyada Ak Parti’yi eleştiren birkaç kişi kendini sanki Ak Parti’ye muhalefet ediyormuş gibi sunar. Özellikle Kemal Derviş, İsmail Cem hareketinden ümidi kesince büyük burjuvazi Erdoğan’ı, Ak Parti’yi kendi çıkarlarına da uygun bir iktidar adayı olarak koalisyon ortağı formatında seçimden önce desteklemeye başladı. Fakat seçimde bir küçük hayal kırıklığı oldu. Ak Parti ile koalisyon kuracağı düşünülen CHP barajı geçemedi. Düşünülen şuydu; Ak Parti % 30 civarında oy alır, ona yakın oy oranını da CHP alır. Böylece burjuvazinin çıkarlarını yerine getirecek bir medya oluşur. Yine Ak Parti’nin Avrupa ve Amerika’dan aldığı küresel planda desteği de unutmamak gerekir. Ama bu böyle olmadı birinci hatta. CHP giremeyince ve temsil zayıf kalınca Ak Parti hayal ettiğinden çok daha büyük bir parlamento çoğunluğuna ulaştı. % 34 oy ile % 70’e yakın parlamento çoğunluğunu elde etti. İkinci fasıl; 2004-2005’e kadar gelir. Avrupa Birliği ve demokrasi yanlısı söylemleri ve Kürt sorununda şimdiye kadar olduğundan başka bir çözüm taahhüdünün tekrarı... Bu arada devletin iç yapısında bir kavga çıktı. Bu zamana kadar medya, Ak Parti lehine ikinci kırılmayı yaratmıştı; aslında açıkça iktidarı desteklemiyordu. Desteklemeyenler şahıs bazında öne çıkan ve ırkçı, ulusalcı, şovenist formatta olan kişilerdi; yani en ünlüleri işte Emin Çölaşan, Bekir Coşkun gibi isimlerdi. Peşinden 2005-2008 arasında biz bir oligarşik yapı içerisinde kavga olduğunu, o dönemde bunun alametlerini görüyorduk. Fakat şimdiden geriye baktığımızda da darbe girişimleri ya da askerlerin etkisini duyurabileceği bir takım hareketler olduğunu görüyoruz. Burada burjuva medyası biraz bocaladı. Nispeten geri çekildi. Ak Parti’nin medya ihtiyacını en çok hissettiği dönem o dönem oldu. O dönemi atlattıktan sonra kuvvetli bir biçimde anaakım medyayı ekonomik tehditlerle, neredeyse “adam adama markaj” denilebilecek, istemediği insanı işten atma ya da sesini kesmeye, etkisizleştirmeye çalışarak bir kavga içerisine girdi. Bu arada mal varlıklarına el konulan Uzan Grubu medyası da iktidarın kendi lehine kullanacağı bir enstrüman olarak o dönemlerde tasarlanmaya başlandı. Star televizyonunu Aydın Doğan aldı, ama gazetesi kendi ellerinde kaldı. Cemaatin de yaralı olduğunu düşünürsek, 2010’a kadar geldiğimiz dönem içerisinde biz kabaca; 2006-2007’de doğrudan kendisine bağlı medya ihtiyacının hissedildiği, 2009-2010 sonrasında da bunun kurulduğunu ve AKP’nin anaakım medyayı tamamen kendine çevirmeye yöneldiği yönünde hamleler görürüz. Sabah ve ATV’nin Erdoğan’a yakın isimler tarafından alınması da aşağı yukarı o
döneme denk gelir. Taraf gazetesi eşliğinde yürüyen Ergenekon, Balyoz operasyonları... Kısa bir zaman sonra da KCK operasyonları başlar. Bunlar oluyorken, AKP, aslında o zamana kadar kendini desteklemiş olan, sözde muhalefet gibi görünen medyaya baskıyı bir yandan artırırken bir yandan da kuvvetli biçimde kendi medyasını kurmak istedi: Zaman gazetesi, Taraf gazetesi, Yeni Şafak’ın yeni dönem hali, Star gazetesi bu fonksiyonu önemli ölçüde gördüler. Yine şimdilerde daha netleşen bir mesele daha var: Akit. 90’larda da vardı, 2000’lerde de vardı. Milli Görüş’ten bile daha radikal İslamcı çizgiyi savunuyor gibi görünüyordu. 2002’den 2007’ye kadar gelen dönem içerisinde Ak Parti’nin öne sürdüğü ve “muhafazakar demokrat” diye adını koyduğu; demokrasiyi öne alan, Kürt sorununu şimdiye kadar olduğundan başka yöntemlerle çözmek isteyen, Avrupa Birlikçisi, Batı bloğunun ekonomik, kültürel, siyasi değerlerini benimsemiş görünen yapıya hiç uymayan bu gazete, uzun süre görmezden gelindi. Fakat Ak Parti 2010 sonrasında kendi medyasını kurmaya yönelik güçlü hamlesini yapıp cemaatle de kavgaya tutuştuktan sonra, Akit’in yeni dönemin anaakımının ruhu olduğunu biz anlamış olduk. Nitekim Yalçın Akdoğan Başbakan Yardımcısı olduktan sonra Akit gazetesini ziyaret ederek bunu fotoğrafladı da. Şu andaki gücün ana yapısına bakarken de muhalif gibi görünen medyaya iktidara yakın isimlerin yerleştirilme sürecini hatırlamak gerekiyor. En ünlüsü Akif Beki’ydi, ama onunla sınırlı değil tabii. Fehmi Koru ve daha bir yığın isme kadar bu tür bir eğilim vardı. En son geldiğimiz noktada da ne yapacağını fazla bilmeyen bir burjuva medyası, tamamen Ak Parti denetiminde ve yönetiminde olan bir medya ve medyacılar (Akit ile Sabah gazetesi arasındaki bir hat bu) var. Anaakım medyanın AKP ile olan ilişkisine değindiniz. Bu ilişkiyi biraz daha açar mısınız? Örneğin, anaakım’dan AKP’ye bir muhalefet oldu mu? Bu ilişki açıktır. Zaten Ak Parti’nin 20072008’e gelene kadarki ekonomi politikaları Kemal Derviş tarafından 2001 krizinden sonra IMF, Dünya Bankası, AB üzerinde oluşturulan neoliberal politikalardır. IMF ile 3 tane stand-by anlaşmasını tamama erdirmiştir AK Parti. Anlaşma tamamlandıktan sonra IMF’ye, sözümona, sırtını dönmüştür, ama artık zaten yüzünü dönmesine gerek yoktu. Bütün talepler yerine getirilmiş, içerideki emek değerini küçültebilecek bütün operasyonlar tamamlanmış, borçlu bir toplum olarak yaşamaya alıştırılma süreci yerine oturmuştu. Dolayısıyla Ak Parti’nin yaptığı buradaki artı değeri Avrupalılarla biraz daha az paylaşmaya yönelik bir hamleydi; yoksa anti-IMF politikalar değildi. Ve bu politikalar açık bir biçimde düzenli olarak destek gördü, hala da görüyor. Yani Ak Parti’nin ekonomi politikaları
aleyhine, ondan çok şikayet eden anaakım medyadan hiçbir yakınma görmüyoruz. Son dönemdeki hırsızlık hikayeleri çıktıktan sonra ortaya çıkan meseleye baktığımızda bile neredeyse şöyle bir hal var; “hani paylaşsaydık iyi değil miydi?” Örneğin toplumu borçlandırmaya yönelik politikalara karşı hiçbir eleştiri yok, kentsel dönüşümde mülksüzleştirme süreçlerine yönelik yayınları biz görmüyoruz. Hiçbir gazete mülksüzleştirme sürecini manşetine taşımamıştır. Köşe yazarları bunun üzerinde durmamışlardır. Halbuki Kültür ve Tabiat Varlıklarını Korumaya Yönelik Kanun ile Depreme Karşı Kentsel Dönüşümü Sağlamak üzere çıkan kanun, ne yapılacağı kendi içerisinde yazan kanunlardı. Bunlara yönelik hiçbir yayın biz görmedik. Yine en son İmar Kanunu’ndaki acele kamulaştırma dahil olmak üzere biz bir eleştiri görmedik. Dolayısıyla ekonomik olarak Ak Parti’ye Türk medyasında bir eleştiri olduğunu söylemek -sosyalist medyayı ve Kürt medyasını ayırıyorum-, mümkün değil. Hatta cemaatle kavgasından sonra biz cemaatten bu yönde bir eleştiri bile görmedik. İkincisi; eğer Erdoğan isteseydi medya daha da çok destekleyebilirdi. Fakat Erdoğan anaakım medyanın 90’lardaki siyasal İslam’a karşı en çok da 28 Şubat sürecinde beliren Milli Görüş karşıtı yayınlarını sürekli bir mağduriyet söyleminin gerekçesi olarak -ki haklı olduğu yerlerde vardı-, bir tür barışa girmek ya da onların bağlılıklarını kabul etmek yerine sürekli şamar oğlanı ya da dövülecek semer olarak tutmayı kendisi tercih etti. Yani Erdoğan diktatörlük yaptığı için medya ondan uzaklaşıyor, şikayet ediyor değil; Erdoğan yaklaşılmasını belirli bir mesafeden fazla kabul etmediği için o kadar üzüntülüler. Araya da unutmadan şunu ekleyeyim; Kürt medyası ve sosyalist medyaya yönelik 90’lardaki gibi gözaltına almalar -KCK medya ayağını, 2011 seçimi sonrası savaş dönemini bir kenara alırsak-, 90’lardaki gibi bir baskı söz konusu olmamakla beraber bu medyaların bu dönem içerisinde Ak Parti’nin ilişki alanı dışında kalmış olduklarını not etmek gerekir. Barış süreçlerinin olduğu dönem dahil olmak üzere, anaakım medyanın yaptığı gibi bir yaltaklanma, yanaşma gibi eğilimler hiçbir zaman olmadı, ama şöyle bir şey oldu: genel çatışma havası içerisinde -özellikle son iki yıldır- sosyalist medyada bir yükseliş görüyoruz sayısal olarak. Eldeki imkanlarına göre iyi bir gazete olmak için çok çalışan Evrensel, uzun yıllar ayakta durması bile bir başarıyken bu dönemde daha görülür ve okunur bir gazete haline gelmiş durumda. BirGün gazetesinin biraz Gezi dönemi sonrası yeni dönemin ironik muhalefetini de üstüne alarak belirgin bir tiraj artışı kaydettiğini görüyoruz. Yine Cumhuriyet’in son iki yıl içinde söylemsel muhalefet yerine haberciliğe ağırlık verdiğini ve bu şekilde güçlendiğini görüyoruz. Kürt medyasının, şiddet hattı üzerinden kalkmış olduğu için, nispi
Bugün iktidar zaten bir dönemin anaakımının ana temsilcilerini kendine belirli bir mesafeden fazla yaklaştırmayı asla istemiyor. Ve bunlar da biraz şizofrenik bir yayın devam ettiriyorlar. İşte yaşam biçimleri konusunda bir muhalefet etme çabası, ekonomi politikada tam destek, ara durumlarda kararsız bir kafa karışıklığı. bir rahat habercilik imkanı bulduğunu görebiliyoruz; ama bunun ne kadar kırılgan olduğunu da KCK operasyonları sırasında gördük. Hiçbir medya o türden bir saldırıya maruz kalmadı. Fakat anaakım medyanın hükümetle ilişkileri, Kürt meselesinde hükümet şahinleştikçe destekçisi olmaya hep hazır durumda. Örneğin KCK operasyonlarının medya ayağı Türkiye’de medyaya baskılar konuşulurken anaakım tarafından asla dile getirilmez. Hatta sosyalist medyadaki dostlarımız bile bu konuda yeterince sahip çıkıyor, destekliyor ya da yanında duruyor diyemeyeceğiz. Söylediklerinizden yola çıkarak Gezi’nin anaakım medya ve AKP ile olan ilişkisi üzerine etkilerinden de biraz bahseder misiniz? Orada da bir kırılma yaratıldı mı? Şayet bir kırılma yaratıldıysa bu AKPanaakım medya ilişkisini etkiledi mi, etkilediyse ne oranda, hangi boyutlarda oldu bu etki? Evet, bir kırılma oluştu. Çünkü Erdoğan Gezi’yi alışılageldik ve toplumda etkisi olan mağduriyet söylemi için bir hedef tahtası, bir manivela ve bir başvuru noktası olarak kullandı. Şahsına yönelik bir hamle olduğunu ve bunu aynı zamanda peşinden cemaat kavgasıyla da bağladı. Ve bunun karanlık küresel güçlerin de içinde olduğu bir hatta getirdi. Anaakımda Erdoğan’ın diktatöryel söylemi, yaşam biçimine müdahalesine yönelik arzularına bir gençlik isyanı olarak tanımladı bunu. Hürriyet gazetesi gibi Gezi’nin birçok kesimini asla onaylamayacak bir gazete, kendini neredeyse bir “Gezici” olarak ilan edip, o süsle yürüttü. Köşe yazarları övgüler döşediler, söyleşiler çıktı, fotoğraflar çıktı... Birçok olaya sahip çıkar gibi oldular. Bazı duygusal sonuçlarından özellikle yararlandılar. Örneğin; Berkin Elvan gibi. Fakat bu Erdoğan’ın kendi aleyhine bir hamle olduğunu göstermekten fazla bir işe yaramadı. Gezi tabii çok yönlü, çok boyutlu, çok yüzlü bir prizma. Her yüzünde, her yönünde farklı bir ışık, farklı bir özellik var. Örneğin; Gezi’deki anarşizan eğilimler, LGBT katılımı ve oradaki politik varlıkları anaakım medya tarafından görülebilmiş değildir. Gezi’nin çok sayıda insanın
9
katıldığı, değişik saatlerde değişik grupların bulunduğu ve sınırları büyüyüp küçülen büyük bir alan olduğunu düşünürsek eğer orta-üst sınıf, eğitimli, ulusalcılığa yakın kesimlerinin sözüne mercek tutup onu Gezi’ymiş gibi satmak da anaakım medyanın tercihi oldu. Erdoğan da tam buradan yakalayıp ulusalcılığı -ki Gezi’yi eleştirmek isteyenlerin çoğu da buradan yakalar; Hani İşçi Partisi vs. gibi grupların-, radikal, saldırgan ulusalcı grupların söylemlerini ve figürlerini anaakım medyanın sahiplenmesini, kendi mağduriyet ve saldırı söyleminin kozu olarak kullandı. Böylece anaakım medya Gezi’den sonra bir yeni tip gazeteciliğe geçmek ya da gazetecilikte bir dönüşüm yapmak yerine Erdoğan ile ilişkilerinde bir koz olarak kullanmak istedi. Burada belki
Akit, Ak Parti’nin ilerleyiş ufkunu gösteren bir yapıya dönüştü ve biz eğer Akit gazetesinde birkaç gün önceden hükümetin hamlelerini görüp sezebiliyorsak, bir İslamcı medya faaliyeti ve İslamcı medya kuruluşu değil, hükümetle işbirliği içerisinde bir kuruluş görüyoruz demektir. 10
BirGün gazetesini biraz istisna tutabiliriz. Gezi’de hayli etkili olduğu görülen eğitimli, orta-üst sınıf mizahını, hani bu “orantısız zeka” diye tanımlanan, -ki Gezi’nin belki de en olumsuz yanlarından biriydi bu; Çünkü sadece bir devrimci hareket değil, bir orta-üst sınıf hareketi olduğunu göstermek isteyenler için ve öyle olmasını isteyenler için ve öyle olanların Gezi’deki o bölümü ortaya çıkarılıyordu- buradaki bu söylemi etkili biçimde yayıncılığına taşımayı bildi BirGün ve Gezi’den sonra ciddi bir tiraj aldı. Bunu BirGün’ün hanesine bir başarı olarak kaydedebiliriz. Ama bunun yine oransal olarak baktığımızda Türkiye üzerinde etkili bir şey olduğunu söylememiz güç. Evrensel’deki artışı da bunun yanına koyarsak; Gezi-medya ilişkileri içerisinde Gezi’nin bir kesitinin ruhuna, yani Gezi’deki sosyalist, direnişçi, mücadeleci ruhla, burjuva orta-üst sınıf ironik, satirik söyleminin BirGün gazetesi tarafından ustaca kullanıldığını söyleyebiliriz. Ama tabii şu şerri düşmem gerekir: Bunlar bir gazetenin satışını sağlayabilirler, ama daha iyi gazete yapılmasını sağlayacak şeyler değildir. Daha iyi gazete daima habere dayalı bir şeydir. Bu manada habere dayalı işi anaakımda başarabilmiş çok fazla şey yok. Nispeten başarabilmiş bazı isimler de şimdi artık olmayan bir gazetenin isimleri. Örneğin; Ali İsmail Korkmaz olayının takibi İsmail Saymaz tarafından Radikal üzerin-
den yapılmıştı. Yine o dönemde Gezi’de olan bitenlere dair Radikal üzerinden hayli enformatif değeri yüksek bilgilerin akışı söz konusuydu. Toparlayacak olursak; Hürriyet ve Doğan Grubu’nun diğer yayınları -bir ölçüde Radikal’in de ayağı buradadır-, Gezi’de Erdoğan’ın sadece bir yönüne yönelik itiraz imkanı buldular. Örneğin Erdoğan kürtajdan bahsettiğinde, kürtajın yasaklanmasının ne türden zararlara yol açabileceğine dair Batı’daki tartışma birikimi içerisinden bilgileri alıp aktarmadılar. Bunun yerine Erdoğan’ın bu söylemlerine itiraz eden kadın grup ve hareketlerinin söylemleri sadece kabullenilip “bakın özel hayata müdahale var” denildi. Bu, bu kadar basit geçiştirilecek bir mesele değildi. Yine içki ya da öğrenci evlerine ilişkin tartışmalar da sadece bu şekilde görüldü. Yani Erdoğan bu radikal İslamcılara selam çakan söylemleri kullanmasa onlar açısından hiçbir sorun olmadığını düşünebiliriz bu manzaraya baktığımız zaman. Doğan, Ciner, Demirören gibi büyük medya gruplarının siyasi pozisyonları nedir? Türkiye’de medya, kuruluşundan beri, devletin ve onun yürütücüsü olan hükümetlerin destekçisi olmayı ana tarz olarak seçti. Hükümetlerin zayıfladığını hissettiğinde yeni hükümetlere aday olabilecek yapıların
yanına geçti. Dolayısıyla biz Türkiye’nin, devletten çıkarına göre yandaşlığını değiştiren bir medya tarihine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Özal döneminde, neoliberal politikaların Türkiye’ye ilk yerleştirilmeye başlandığı dönemde, bir farklılık oluşmaya başladı. Öncekinden çok daha güçlü paralar kazanılabildi. Böylece biz eski dönemden daha farklı bir medya patronajı görmeye başladık. TÜSİAD’a üye olabilecek çok yüksek kudrette medyalar. 12 Eylül öncesinde en güçlü olan Simavi ailesi bile bu manada güçlü değildi. Ne ekonomik ne siyasal ilişkiler hattında bir Aydın Doğan gücüne hiç kimse sahip olmamıştı. Yine İzmir’den gelip Özal’ı desteklemek üzere kurulan Sabah gazetesinin sahibi Dinç Bilgin’in, Cavit Çağlar’ın Bursa medyası ile ilişkilerinden ötürü, Kıbrıs’tan gelen Asil Nadir’in de duruşu yine budur. Nedir bu? Gazetecilik faaliyetini önemsemekten değil, gazetecilik yapmaktan da değil, toplumun enformasyon ihtiyacını aktarmaktan da değil, toplumu yöneten güçlerin enformasyon aktararak denetimini sağlamak da değil, bizzat toplumu yöneten güçlerin dağıttığı artı değerden, servetten pay almak üzere bir örgütlenme biçimidir bu. Dolayısıyla gazetecilikten değil gazetecilik dışındaki faaliyetlerden para kazanıldı. Neydi bunlar? İşte gazetecilik yapıyorsunuz ama diğer alanlarda yaptığınız sanayi ya da ticari girişimlerden çok büyük paralar kazanılıyor. Özellikle toprak rantı; Bedrettin Dalan döneminde İstanbul’da bütün gazete patronları ve üst yönetimleri böyle ihya edilmişti. Böylece devletin dağıttığı servete karşılık onlar da hükümete, devleti çekip çevirenlere, gerekli kamuoyu desteği ve politikalarına kamuoyu rızası sağlayacak bir yayın yapıyorlardı. Bu alçak işbirliği hiç bitmedi. Burada bunu sadece kendi lehine özel bir girişim olarak kullanan Cem Uzan cezalandırıldı. O, çünkü medya ile birlikte politikacı da olup, doğrudan hükümet olma fonksiyonunu üstüne almak istiyordu. Diğer burjuvalara göre çok daha gözü kara, çok daha saldırgan ve çok daha atak bir strateji izliyordu. Ona izin verilmedi. Ak Parti’nin Uzan’ı boğması diğer medyanın hiç rahatsız olduğu bir şey değildi. Sıranın kendilerine geleceğine dair bir fikirleri asla söz konusu değildi. Ciner’in, Demirören’lerin girmesi de -ki Mesut Yılmaz da bu girişimi daha önceden yapmıştı aslında; Korkmaz Yiğit’i Milliyet gazetesine alma girişimi bu ilişkiyi kurmaktı: “Sen bana toplum rızası ve toplumda destek sağla, ben de sana servet transferi yapacağım”. Ciner ve Demirören’in girmesi de Ak Parti dönemi içerisinde, Ethem Sancak’ın girmesi de böyledir; şimdiye kadar oynanan oyunu, şimdiki hükümetin lehine yeniden kurmak, doğrudan o hükümete bağlı olarak yürütmek üzere olan bir girişimdir bu. Şekilde bir değişiklik yoktur. Özellikle ANAP döneminde başlayan ilişkilerin tamamı bugüne kadar gelir. Değişiklik; bu hatta girmeyenler açısından sadece durum farklıdır. O da nedir? Klasik, standart, devletçi, ulusalcı yayını ile Cumhuriyet gazetesi; kendi mücadelesi çerçeve-
sinde var olmaya çalışan Kürt medyası; 12 Eylül atmosferi dağıldıktan sonra tutunmaya çalışan sosyalist medya dışında hükümetlere, siyasal güçlere, toplum rızasını ve desteğini ona sunup ondan ekonomik çıkar elde etme stratejisi tamamında vardır. Bir manada baktığımızda da Erdoğan’ın yaptığı bundan çok farklı bir şey değildir. Belirli bir güce kavuştuktan sonra Erdoğan sadece şöyle demiştir; “patron bensem, benim hizmetimi göreceksin, çünkü artı değeri ben sana veriyorum, sen bana o hizmeti vermiyorsan ben de sana hiçbir şey vermiyorum”. Bu, tuhaf bir şekilde Erdoğan’ı haklı kılıyor. Şöyle bir hak bu; gazetecilik değil, işadamlığı yapıp hükümetten para isteyenler, sonra hükümet aleyhine istediklerini yapamazlar. Dolayısıyla “Türkiye’de medyaya baskı var mı?” diye sorulduğunda yanıt şudur: medyalara baskı hep var, gerçek, ciddi ve devletten ekonomik çıkar beklemeyen medyaların tamamı hep baskı altındaydı ve bu baskı hiç hafiflemedi; ama devletten ekonomik çıkar elde etmek, servet transferi sağlamak üzere gazetecilik adı verilen oyunu, tiyatroyu oynayan işadamları ise baskı altında kalsalar bile biz bunu gazeteciliğe baskı olarak değerlendirmemeliyiz. Gülen Cemaati’nin yayın organlarına yönelik operasyonu bu bağlamda değerlendirebilir miyiz? Tamamen bu hattadır. Cemaat medyası 2002’den başlayarak Ak Parti’yi destekledi. 2006-2007 Ergenekon dönemi içerisinde bu zaten artık çok kuvvetli bir işbirliğiydi. Hem hukuki operasyonlarını hem kadrolaşma operasyonlarını hem medyatif operasyonlarını zaten birlikte yapıyorlardı. Şimdi birliktelik bozulduğu için de ele geçirmek istediği devletin baskıcı gücünü görüyor cemaat. Ele geçirebilseydi biz onun baskıcı yüzünü görecektik. Dolayısıyla bu ikili bir çatışma şeklinde yürüyor. Elbette tekil ve pratik olarak bu, şu anlama gelmiyor; gazeteye gidip oradan insanların gözaltına alınması, onların yaptıkları faaliyetlerden ötürü farklı suçlamalarla hapse atılması falan bunları doğru bulduğum anlamına gelmiyor. Fakat bu ilişki biçiminde bu durum kaçınılmazdır. Hep böyle oldu. Şimdi böyle olması şaşırtıcı değildir. Burada medya özgürlüğüne yönelik yeni bir hamle söz konusu değildir; medya özgürlüksüzlüğüne yönelik eski alışkanlıklar, ilişki ve güç oyunlarının devamı vardır. En soyut olarak baktığımızda; bu şekilde bir ilişki olduğu sürece medya özgürlüğü elbette zaten tahrip olmaktadır. Dolayısıyla Zaman gazetesine gidildiğinde de bir kere daha medya özgürlüğü tahrip olmaktadır. Fakat biz özgür medyadan bahsettiğimizde bakacağımız yer hiçbir şekilde anaakım olmamalı. Çünkü anaakım, bir tür ticari işletme gazeteciliği, gazetecilikle ilişkisi olmayan bir şekilde ve ilişki ağıyla bir tür ekonomik çıkar elde etme aracı olarak kullanmaktadırlar. Burada yapılan şeylere dövünmek, ağlamak doğru değil. Biz sosyalist medyaya, Kürt medyasına ve diğer alternatif medyalara neler olup bittiğini görmeli
ve bakmalıyız. Onları devreden çıkararak, onlar yokmuş gibi düşünerek, oyunun sadece bu kesitine baktığımızda komik bir durum çıkıyor. Polisin gidip gazeteden insan alması elbette basın ve ifade özgürlüğüne aykırı bir durumdur. Fakat daha önce birlikte başka yerlerden gazeteci alan bir ekibin gazetecisinin alındığını görüyoruz. Yani orada öncelikle güç oyunlarının olduğunu görmemiz gerekiyor. Orada bir özgür medyaya saldırı değil, güç oyunlarında kazananla kaybedenin konumlarını görüyoruz biz. Dolayısıyla işi oradan bir medya özgürlüğü kampanyasına çevirmek ya da öyle olduğunu söylemek çok safdilce kalır. Ama tabii her halükarda ifade özgürlüğüne ve sağlıklı bir medyanın kuruluşuna engeldir. Fuat Avni meselesine bakarsak eğer. Fuat Avni salt bir “Twitter fenomeni” ya da bir heyula olmaktan ziyade, bir yerde, bir haberci gibi de çıkıyor karşımıza. Birkaç gün öncesinden bir takım bilgiler veriyor kamuoyuna. Bu bilgiler, devletin içindeki istihbari bilgiler genel olarak. Ama bir tür haberci karakteri ile karşımıza dikiliyor sanki. Fuat Avni›nin yaptığı bu şey gazeteciliğin geldiği noktaya ilişkin nasıl bir ipucu veriyor olabilir? Bu bir algı yönetimi mi? Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir topluma herhangi bir kaynaktan bir ses geldiğinde -sızdırmadır, yayındır, ne olursa olsun fark etmez-, bu bir algı yaratır. Ve bu tür işleri yapanlar da hep bir algı yaratma peşine düşerler. Dolayısıyla algı yönetimi total olarak herhangi birinin yapabileceği bir şey değildir. En kudretli aktör bile bir şey yaydığında bir algı oluşur. O algıları yönetmek istese bile toplamda hep farklı bir şey çıkar ortaya. Fakat Fuat Avni’nin gösterdiği asıl şey bence bir algı yönetimi değil, sorunun içinde gizli olan başka bir yön: Medya kuruluşlarının, gazeteciliğin ne kadar ölmüş olduğunu gösteren bir yer. Nasıl ölmüş olduğunu gösteriyor? Şöyle; bu Ak Parti döneminde nispeten kuvvetlendi. Biraz Ak Parti’nin muhafazakar politika yapma tarzı ile de “kol kırılır yen içinde kalır” tarzıyla da ilgiliydi. Bu da şu demek; nispeten yapısı oturmuş toplumlarda ya da Türkiye’de de daha önceki dönemlerde şöyle şeyler olurdu: Belirli politikalar gütmek isteyenlerin sızdırdığı haberler olurdu. Bir de gazetecilerin bunun dışında kendi çabasıyla ulaştığı haberler olurdu. Fakat dikkatli bir gözle biri dönüp bakarsa son beş yıl içerisinde Ankara gazeteciliğinin bu türden bir haberciliği hiç yapmamış olduğunu görürüz. Yani kendi çabasıyla, çalışılıp uğraşılmış bir habercilik. On yıl içinde de çok fazla değildir. Giderek azalmış azalmış ve son beş yılda bu bitmiştir. Aynı şey kent haberciliğinde bile olmuştur. Dolayısıyla gerek iktidarın iç yapısında, oligarşik yapıların birbirleriyle ya da aynı kurumda kendi içlerindeki çatışmalar, gerek büyük politik yapıların birbirleriyle ilişkileri ve mücadelelerini iyi takip eden, belirli bir bilgiyle bilgi aktaran hiç kimse artık kalmadı. Bu işi ya-
11
pabilecek olanlar bu işi artık yapmıyorlar. Bu işin yapılma imkanı neredeyse kalmadı. Çünkü peyderpey sadece hükümetin istediğini yazanların belirli kurumlara girip çıkabildiği bir düzeneğe gelmiş olduk. Yani bir zamanlar Genelkurmay’ın uyguladığı akreditasyon sistemi, hiç uygulanmadan artık şu anda merkezi iktidarın otomatik alanı içerisinde var. Uğraşıp haber yapmak değil, uçağa binmek için Ankara temsilcileri artık mücadele ediyorlar. Böyle olmasaydı bile, belki de haber yapanlar kalsaydı bile, haberin yapıldığı yere inanan kimse kalmadı. Hürriyet gazetesi yapıyorsa bir anlama gelecek, Yeni Şafak gazetesi yapıyorsa bir anlama gelecek, Zaman yapıyorsa başka bir anlama, Taraf yapıyorsa başka bir anlama gelecek... Bütün bunları bir araya getirdiğimizde gazeteciliğin ölmüş olduğunu, ayakta duran, canlı olanın da belirli güçlerin toplumu sömürmek üzere onlarla işbirliğine girmiş birtakım kuruluşlar olduğunu hatırlarsak bu inançsızlık daha da netleşir ve Fuat Avni’nin fonksiyonu belirginleşir. Fonksiyonu şudur; yakın dönem içerisinde birkaç vakada ilginç sonuçlara yol açabilmiş, yeni iletişim imkanları -sosyal medya gibi, ki internetin tamamı dahil; sadece twitter, facebook değil, öyle anlaşılmasın-, buralardaki imkanlarda tekil sözler, kuruluşlardan daha etkili olabildi. Bazı vakalar sadece burayla bağlantılı bir şekilde toplum tarafından öğrenilebildi. En ünlüsü Roboski’dir. Yani Genelkurmay o açıklamayı yapana kadar anaaakım medyalar gıklarını çıkaramamışlardı, ama herkes ne olduğunu açıklama yapıldığında bütün ayrıntılarıyla öğrenmişti. Bir habercilik vardı burada, doğru, ama bir gazetecilik yoktu. Dolayısıyla mesleki habercilikten değil bireysel habercilikten bahsedebiliriz. Fuat Avni de bu anlamda gazeteciliğin ölmüş olduğunu gördüğü. Onun aktardıkları Zaman gazetesi üzerinden aktarılsa başka türlü algılanacak, Hürriyet’ten aktarılsa başka türlü algılanacak. Zaten cemaate yakın medya bunu vermeyecek, o zaman bu yolu seçti. Gazeteciliğin ölmüş olması Fuat Avni gibi bir tipi tanımış olmamıza yol açtı. Aynı zamanda Fuat Avni gibi bir tipin varlığına bakarak biz gazeteciliğin ölmüş olduğunun sağlamasını tekrar görebiliriz. Bu aynı zamanda bu türden kapalı, baskılı yapılar içerisinde, sızmaların ne kadar tuhaf olabileceğini gösteriyor. Çünkü bize iktidar içerisinde birtakım adamların ruh halini yansıtıyor ve az yanılıyor. Bu aynı zamanda eski kötü medyanın bütün sınırlarını kendi lehine en uç noktaya götürmeye çalışan iktidarın nelere yol açabileceğini de bize gösteriyor. İktidarın bunu hayli dert edinmesi lazım. Yeni Fuat Avnileri önümüzdeki dönemde bekliyorum ben. Bazı aileler içinden Fuat Avni’ler çıkacak. Bunu açabilir miyiz? Şöyle diyelim kabaca; Ak Parti’ye yakın büyük ticari kuruluşlar var ve aile şirketi formatı çoğunda ön planda. Büyük politik hanedanlık formatında aileler var. En büyüğü Erdoğan ailesi olmak üzere. Çok büyük
12
Eskiden bir tane Ertuğrul Özkök vardı, şimdi sayısız Ertuğrul Özkökler var. Tek farkları namaza gidiyorlar. Akit gazetesine radikal diye herkes öfkelenip kızıyor. Alsınlar 90’lı yıllardaki Hürriyet gazetesinin yayınlarını ve yazarlarının görüşlerini üst üste koysunlar. Bambaşka biçimde Akit’ten çok daha vahşi bir biçimde radikal olduğunu göreceklerdir. bir servet transferi yapıldı. Bu servet transferi üzerinde kavgalar var. Biz bu tür yapıların içlerinden Albayraklardan Sancak Grubu’na, Demirörenlerden başka yerlere, içeriden bu türden haberler duyacağız. Aslında bir vakasına tanık olduk. Ethem Sancak’ın, Karaalioğlu ve arkadaşlarını işten atma süreci tam da böyle oldu. Daha kavramsal bir çerçevede; şu anda anaakım ya da merkez medya kavramına bakacak olursak, kavramın eski-yeni anlamı ayrımı söz konusu mu? Anaakımı şimdi nasıl kavramsallaştırmak gerekiyor? Etmemeliyiz aslında. “Anaakımlar” demeliyiz. Eskiden hafif ton farkları vardı. O kadar ki, 80’lerdeki çıkışından itibaren 90’lar ve 2000’ler dahil. Zaman gazetesi anaakıma dahildi örneğin. Yeni Şafak aslında dahildi. En azından mücadeleleri anaakıma dahil olarak görülme mücadelesiydi. Anaakımın yaptığından daha iyi gazetecilik yapma iddiaları vardı ve kendi içerisinde anaakım dediğimizde zaten bunun da adını koyalım. Hürriyet’in başını çektiği bir anlayış, aynı gruba ait olmalarına rağmen Milliyet’in, Hürriyet’ten çok da farklı olmayan bir farklı anlayış. 80’lerdeki Cumhuriyet’in fonksiyonunu yerine getirmek isteyen denemeler; Yeniyüzyıl, Radikal gibi... Bütün bunlar çeşitli ton farklarıyla anaakımı oluşturuyorlardı. Anaakımın dışında gibi görünen Akit ekolü, “radikal İslamcı” diyebileceğimiz ekol, solsosyalist girişimler ve Kürt medyası vardı. O zaman biz bunların anaakım oluşlarını Kürt meselesi üzerindeki mutlak mutabakatlarından tanıyabilirdik. Zaman gazetesi ile Hürriyet gazetesi 90’larda Kürt meselesinde tamamen aynı işi yapıyorlardı. Örneğin; devletin yapıp PKK’ye yıktığı bir katliam söz konusu olduğunda o gazeteleri okuyanlar, öyle bir tartışma olduğunu bile bilemezlerdi. Biraz Alevi meselesinde İslamcıların farkını görürdük. Anaakımın Alevi meselesini dert etmesi de biraz onunla ilgiliydi. Ama toplamda gazetecilik anlayışı, devlete bakış, topluma bakış, enformasyon üretme ve yayma faaliyetine bakış açısında çok büyük ortaklıkları vardı. Ve hepsi iyi kötü, nispeten hep belirli durumlarda istisna olarak kalmıştır. Cumhuriyet, bir hükümet, devlet çıkarı sağlama kabiliyeti vardı. Koalisyonlar döneminde bu daha
da kolay oluyordu. Büyük hükümet gücü anaakımın amiral gemisindekilere imkanlar temin ederdi; ama hep bir şekilde dine ya da diğer yapılara yakın insanlar olurdu. Zaman gazetesi de nemalanırdı. Ak Parti’yi yaratan muhalefeti bugüne getiren Kanal 7, Yeni Şafak ekolü de anaakımın muhalif kanadını -çünkü muhalefet bir iktidar sistemine dahildir-, oluşturuyordu en fazla. Bugün biraz fark var. Bugün iktidar zaten bir dönemin anaakımının ana temsilcilerini kendine belirli bir mesafeden fazla yaklaştırmayı asla istemiyor. Ve bunlar da biraz şizofrenik bir yayın devam ettiriyorlar. İşte yaşam biçimleri konusunda bir muhalefet etme çabası, ekonomi politikada tam destek, ara durumlarda kararsız bir kafa karışıklığı. Ara durumlar dediğim örneğin, barış süreçlerinin ikisinde de -hem 2011 seçimlerinden sonra Ak Parti’nin savaş ilanıyla birinci dönemi hem de bu ikinci döneminde kararsız kaldılar. “Barış ne güzel şey” türküsünü bir yandan söylediler. Çok azı hükümeti bunu temin etmeye zorlayacak bir yayın politikasına girdi. Buldukları her fırsatta da “zaten bu iş olur mu böyle?” havasına girdiler. Dolayısıyla o şizofrenik hatta bu kaldı. Cemaat tamamen koptu, farklı bir anlayış üzerinde devam etme mecburiyeti hissediyor şu anda demokrasici söyleme bir tür dönüş yapabilecek gibi, ama hiçbir inandırıcılığı kalmadı. Ak Parti’yi muhalefet döneminde meşru yayın organı olarak destekleyip bugüne kadar gelen Yeni Şafak, Kanal 7, bunun artık sadece kendi gazete ve televizyonlarındaki pozisyonları değil, devletin yayınla ilgili kuruluşlarının da kudretli isimlerini çıkardılar. Erdoğan’ın sözcüsü bir gazetecidir. Anadolu Ajansı’nın yönetimine gelip geçmiş isimlere baktığımızda buralardan yetişen isimleri görürüz. Burada bir hükümetçi, devletçi, Ak Partici anaakım oluştu. Bir de Ak Parti’nin hayalleri ve fantezilerinin sert kısmını oluşturan Akit ile öbür yan noktasına geldik. Taraf anlaşılan o ki sadece askeri vesayeti geriletme olarak topluma pazarlanan hukuki prosedürlere özgü olarak çıkmış. Dolayısıyla biz iki ya da üç tane belki dört tane anaakımdan bahsedebiliriz. Anaakım çokluğunun bir özelliği de şudur; gazetelerin kendileri ile internet siteleri arasında uçurum var. Örneğin Hürriyet gazetesinin ana gazetesi nispeten daha muhafazakarlaşır, kadın görüntüleri vesaire konularında daha titiz davranırken; internet sitesi soft pornoya doğru bir yol alıyor. Bir dönem internette soft pornoya doğru bir yol alan Milliyet gazetesi dönüşümden sonra bir muhafazakarlık yapmaya çalışıyor. Ama kimse yapmak istediği bu şeyi başarabiliyor da değil. Buna bir de internetin yarattığı, gazeteleri törpüleyen, hırpalayan kısmını eklediğimizde birden fazla anaakım olduğundan söz edebiliriz. Önceki dönemde de şimdiki nispeten anaakım açısından çok görünümlü dönemde de bir şeyi belirtmek gerekiyor.Türk medyasının aslında belki de en çok incelenmesi gereken, en tuhaf olan fakat kimsenin tuhafına gitmeyen bir yönüdür: Biz Türk medyasının
içerisinde Ak Parti’nin yarattığı farka rağmen bir Kürt sesi göremiyoruz. Bunu kurgulamaya yönelik bir masrafa bile girişmediler. Birtakım kişilerin Kürt aydını kategorisi altında köşe yazarı olarak alınması, Kürt sorununa daha yakından ilgili sözler etmesi ayrı bir şey, Kürt dili, Kürt varlığı, Kürt aklı, Kürt bakışı ile var olmak daha ayrı bir şey. Bu türden bir varlık ne düşünüldü, ne tahayyül edildi, ne asla izin verildi, ne görüldü. Aslında çok ilginç gelecek; aynı şey Alevilik meselesinde de söz konusu. Dolayısıyla o meseleler konuşulurken hep çok rahat, hepsi birden -Yeni Şafak’tan Hürriyet’e, Akit’ten Sözcü’ye ki çok benzerler birbirine, hatta Cumhuriyet gazetesinden Vatan’a, Taraf’a kadar gelen bir çizgide- daima Aleviler diye bahsedilir, onlar ya da Kürtler, pozitif ya da negatif haklarında hüküm verilirken. Bu anaakımın aynı zamanda kendisini ilişki içerisinde olduğu politik yapılardan bile daha renksiz, daha az renkli ve daha çok devletin ana çekirdeğine göre kurgulamış olduğunu gösterir. Aynı zamanda bir mutabakatı gösterir. Çünkü bu anlattığımız kişiler belirli bir kavga içinde olan kişiler; ama iki konuda aslında mutabakatlar. Hiç bitmedi bu mutabakat. En laikçi seküler olanlar bile Sünniliğin bir versiyonunu istemektedirler. Aleviler sadece radikal İslam tehdit olduğu için, onlar tarafından ilişkiye geçilecek bir grup. Kürt meselesinde de konu çok açık: anaakımların tamamı açısından kısa veya uzun vadede Kürt oluşundan vazgeçen bütün Kürtleri övecek, onaylayacak yayınlar dışında Kürt meselesinde bir ilişkilenme, bir yaklaşım içerisinde hiçbir zaman olmadılar. Bu iki büyük yokluk anaakımları birleştiren belki de tek nokta olarak kaldı. Bir de tabii tamamen bitirilmiş azınlıklara yönelik hafif
romantik, nostaljik bir tarzın da anaakımın bir başka özelliği olarak elde kaldığını söylemek lazım. Söyleşinin başlarında, “Akit yeni dönemin anaakımının ruhudur” dediniz. Hatırlarsanız daha önce de Ragıp Duran, “Akit AKP’nin parametresidir” demişti. Erdoğan ya da Davutoğlu’nun veya siyasi iktidarın bir gün sonra ağzından çıkacak sözü, biz birkaç gün öncesinde Akit gazetesinin manşetinde ya da başlıklarında görebiliyoruz. Anaakım medyada daha radikal bir “Akitleşme” durumunu yarın bir gün görecek miyiz sizce? “Anaakım” tamamen Akit gibi olabilir mi? Hayır. Anaakım benim anladığım anlamda İslamcı bir yayın değil. Anaakım çok tipik bir söylemi, Türk medya tarihi içerisinde de bir manada örneğini gördüğümüz, kullanıp o söylemle politik ilişki ağı üzerinden bir alver ilişkisine girme tarzını taşıyor. Söylemlerindeki İslami politik alanın dışında kalan, seküler olduğunu söyleyen, laik kesimleri ürperten yanlar, onu teknik manada bir radikal İslamcıya aslında çevirmiyor. Çünkü Radikal İslamcılıktan bahsedeceğimiz zaman biz İslami ilkelerin, diğer ilkelerin önünde olması gerektiğini kabul etmek zorundayız. Akit’te bu manada bir devamlılık, bir tutarlılık ve bir ısrar ben görmüyorum. Tam “anaakımı oluştuyor” demiş olmayayım ben, ama şöyle; şu andaki anaakım dediğimiz şeyde Akit’e bakarak her şeyi görüyoruz. On yıl önce marjinal zannediliyordu ve Yeni Şafak, Zaman gibi diğerleri de Akit’in gittiği uçlara gitmiyor gibiydiler. Fakat sonradan o demin aktardığın bilgide olan hat oluştu. Demek ki Akit, Ak Parti’nin ilerleyiş ufkunu gösteren bir yapıya dönüştü ve biz eğer Akit
gazetesinde birkaç gün önceden hükümetin hamlelerini görüp sezebiliyorsak, bir İslamcı medya faaliyeti ve İslamcı medya kuruluşu değil, hükümetle işbirliği içerisinde bir kuruluş görüyoruz demektir. Şimdi bu manada hükümetle işbirliği diğer gruplara kapalı. Çünkü belirli bir güç elde ettikten, anaakım medyanın toplumun önemli bir kesimi, en az yarısı üzerindeki etkisini tamamen kırmış olduktan sonra, onlar ne yaparsa yapsın, onlara bu kapıyı açmayacak Erdoğan. Dolayısıyla oralardan o türden bir dönüşüm beklemek doğru değil. Bunu ben Erdoğan’ın ya da Ak Parti’nin beklediğini de düşünmüyorum. Hatta onların eleştirel bir mesafede kalması daha çok işine geliyor gibi. Çünkü onların mağduriyet söylemini kaybettirecek hiçbir şey onun işine yaramaz. Son olarak eklemek isteyeceğiniz bir şey var mı? Medyanın yüksek sermaye ile kurulup kurumsallaşmasından sonra bugüne kadar bu topluma hiçbir yararı olmadı, olmamaya da devam ediyor. Yeni oluşan Ak Parti medyası da eskisinin taklidinden öteye gidemiyor aslında. Eskiden bir tane Ertuğrul Özkök vardı, şimdi sayısız Ertuğrul Özkökler var. Tek farkları namaza gidiyorlar. Akit gazetesine radikal diye herkes öfkelenip kızıyor. Alsınlar 90›lı yıllardaki Hürriyet gazetesinin yayınlarını ve yazarlarının görüşlerini üst üste koysunlar. Bambaşka biçimde Akit’ten çok daha vahşi bir biçimde radikal olduğunu göreceklerdir. Ama o radikal tarz dindarlara ya da Kürtlere yönelik bir zamanlar anaakımın ana tarzı olduğu için hiç tuhaf görünmemişti kimseye. Şimdi Akit’ten şikayet edenler, Akit’i yaratan tarzın kurucuları olduklarını bilmeliler.
13
GAZETECİ MUSTAFA HOŞ:
“Bugün medyanın işlevi saray fedailiğidir” Söyleşi: Vildan Tekin
Mustafa Hoş, merkez medyanın içinden gelip AKP-Cemaat ortaklığını ve merkez medyanın bu süreçteki değişimini kendi yaşadıkları örneklere de yer vererek anlatan ilk gazetecilerden biri. Hoş, bu dönüşümü ‘Medyanın dönüşümünden öte tamamen bir saray fedailerine dönüşme’ olarak tanımlıyor ve islamcı medya bile denilemeyecek bir garabet ortaya çıktığını söylüyor. Son kitabı Big Boss’da ise simit satan bir çocuktan büyük patrona uzanan hikayede ‘Tayyip Erdoğan kimdir?’ sorusuna nesnel değerlendirmeler ve sağlam bir arşiv çalışmasıyla yanıt arıyor. Tayyip Erdoğan’ı anlatan ‘kutsal kitaplarda’ dahi zaman zaman kendi kurguladıkları gerçeklerin yeniden ve yeniden nasıl zamanın ruhuna göre değiştirilerek bir Tayyip Erdoğan imajı yaratıldığını Big Boss’da görmek mümkün. Bugünün AKP’sini anlayabilmek için Metin yüksel cinayeti ve Yeşil Kuşak Ülkücülerle, Tayyip Erdoğan’ın mal varlığına ve servetindeki artışa ilişkin daha AKP kurulmadan önceki tartışmalarla, Akbil, İGDAŞ gibi yolsuzluk iddiaları, ve bu iddiaları soruşturanların başına gelen kazalar ya da sürgünlerle, aklama kararı verenlerin ise aldıkları terfilerle bugünün Aksaray’larına uzanan bir hafıza tazelemeye davet ediyor Mustafa Hoş bizleri. Bir Recep Tayyip Erdoğan kitabı olan son kitabınız ‘Big Boss’ un alt başlığı ‘Neotürkiye’nin Panzerihi Hafızadır.’ Nedir okuyucuya hatırlatmak istediğiniz bu hafızayla? Hafızayı önemsiyorum. Yaşanan bütün cehennemin en önemli nedeni hafızasızlık. Çok kolay unutulması, bu unutulan üzerinden yeni bir hayat inşa edilmeye çalışılması ve bunun dayatılması. Bunun karşılığında yapılacak tek şey var hafızayı sağlam tutmak, diri tutmak. Evet bu bir Tayyip
14
Erdoğan kitabı. Ama herkes şunu soruyor; kim bu Tayyip Erdoğan? Varolan kaynaklarla Tayyip Erdoğan’ı tanımak çok zor. Big Boss’ta, her aşamasında, her sayfasında değişen bir kimlik, kişilik ve profil var. Böyle olunca bütünün tamamına bakıp bir analiz yapıp, değerlendirme yapmak mümkün. O yüzden kitabın tamamı okuduğunda ortaya çıkan profil gerçek Tayyip Erdoğan. Big Boss’da simit satan çocuktan, büyük patrona uzanan bir yaşam öyküsünü belgelerle, sağlam bir arşiv taramasıyla okuyucuya sunuyorsunuz. Tayyip Erdoğan’ın iyi futbol oynayıp oynamadığından, hastalığının ne olup olmadığına kadar ve çok daha mühim siyasi pek çok konuda sürekli bir sis perdesinin olduğunu görüyoruz. Bu durum insani zaafları olmayan, tanrısal bir lider imajı yaratmakla mı ilgili? Evet bu bir proje. Çünkü bilinen değiştiriliyor. Sonuçta mahallede büyümüş birisi. Mahallede herkes birbirini bilir. Herkes birbiri hakkında konuşur. Yani onun ev dışındaki hayatı hakkında bir fikir sahibidir. Var mı böyle bir şey Tayyip Erdoğan için? Yok. Yani o simit satan çocuğun hayatına ilişkin doğru düzgün bir şey bilmiyoruz. Aslında bir başarı öyküsüdür de bu. Simit satmaktan bir ülkenin cumhurbaşkanlığına yükselmek. Gerçek bir öykü anlatılsa filmler olur, kitaplar olur. Ama öyle bir gizem var ki sanki o simit satan çocuğu bugün Tayyip Erdoğan görse sokakta, tokatlayacak gibi. Ya da o simit satan çocuğu herhangi bir yerde emri ben verdim deyip öldürecek gibi bir insana mı dönüştü? Böyle bir gizem ve acayip bir öykü oluşuyor. Her bir noktada aslında yaşanılanla kurgulanan çok farklı. Kurgulanan bir hayat var. Kitapta da görülecektir; zaman zaman o yaratılan kurguyu kendi de bozuyor sonra. Çünkü makamlar, görevler değişiyor. Görevler değişince kurgular da değişiyor. O zaman eskiye dönülmüyor. Mesela Tayyip Erdoğan’ın anlatıldığı eski kitaplar tekrar niye basılmıyor? Çünkü artık o Tayyip Erdoğan’ı istemiyorlar. Ya da artık var olan Tayyip Erdoğan o Tayyip
Erdoğan’dan da nefret ediyor. Doğal olarak şu sonuca varıyoruz; gerçekten uzak, daha çok yaratılan bir efsane var. Ve zamanla bu efsaneler değişiyor. Ama tek bir şey kalıyor geriye, sonsuz biat. Ne söylenirse evet, son olan ilkmiş gibi. Yani simitçi çocuk aslında bugün sarayda oturan Tayyip Erdoğan değil. Sarayda doğmuş ve saray geleneği olmuş birisi gibi anlatılıyor bize. İki göz odalı bir evden geldin sen. Daha öncesinde bu sokaktan gelme hayatı insanlara ‘Sizden biri, içimizden biri’ diye anlatılıyordu. Şimdi içimizden biri değil, içimizdeki tanrı. İçimizdeki kutsal insana dönüştürüldü. Kitabı okuduğumuzda Neotürkiye ve Tayyip Erdoğan’ın Erdoğanizm şeklinde bir proje olarak yaratıldığı sonucuna varıyoruz. Bu proje kimler tarafından, nasıl, ne amaçla tasarlandı? Tayyip Erdoğan’ın bir Amerika ve Yahudi projesi olduğunu söyleyen Milli Görüş geleneğinden gelen insanlar. Erbakan da çok söyledi. Erbakan’ın, Erdoğan ile ilgili değerlendirmeleri çok önemli. Tekrar oraya dönüp Erbakan’ı anlamaya çalışmalı. Tayyip Erdoğan’ın önemli bir bürokratının, Nasuhi Güngör’ün yazdığı bir kitap var. Tayyip Erdoğan’ın bir Amerika ve Yahudi projesi olduğunu anlatan ‘Yenilikçi Hareket’ diye. Bu kitaba baktığımızda zaten bir sürü şeyi görüyorsunuz. Big Boss’ta Kemalizm yıkılacak Erdoğanizm gelecek diye bir projeyi kimlerin yarattığını anlatıyorum. Bunu da Alon Liel’in İbranice yayımlanan bir Tayyip Erdoğan biyografisinde görüyoruz. Bu kitap hiçbir zaman Türkçeye çevrilmedi. Alon Liel, seçimlerden sekiz yıl önce Tayyip Erdoğan’ı incelemeye, analiz etmeye başlıyor. Liel, İsrail Dışişleri Eski Müsteşarı ve Türkiye Maslahatgüzarı. 3 Kasım seçmilerinden bir ay sonra da kitabı çıkıyor. O kitapta anlatılan her şey zaten bir kurgu. Sadece o değil, Amerika’nın o zaman Neocon lobisi ve Amerikan’ın kendi
iç dinamiklerinde Türkiye’de Ilımlı İslam projesini yürütecek bir kişi arıyorlar ve bu kişiyi Erdoğan olarak belirliyorlar. Mesela 1 Mart tezkeresine Amerikalılar kadar üzülen birisiydi Tayyip Erdoğan. Bunları kimse hatırlamıyor. Niye işte hafıza yok. O günlere ait bir belge ya da araştırma yok. Bir backgroundu olmayınca sadece bugünden bakıyorsunuz. ‘Ey petrol içiciler, kan içiciler’ dediğinde emperyalizme karşı çıkan bir adam portresi ortaya çıkıyor. Oysa Irak Savaşı’nda Amerikan askerlerinin sağsağlim evlerine dönmeleri için dua etmiş bir Genel Başkan vardı. Şimdi bunu bile gündeme getirmek suç. Peki toplumda bunun inandırıcılığı nasıl sağlanıyor? Aynı konu hakkında çok yakın zamanlarda birbirinin zıttı sözler söyleniyor. Tek dil, tek bayrak söylemi, sonra ‘ben tek dil, tek bayrak’ demedim denmesi, ‘AB’ye girmeyeceğiz, orası Hıristiyan Katolik Devletler topluluğudur’ dedikten sonra ‘AB’ye katılım için meclisimiz çok çalışacak’ denmesi gibi. Toplum tarafından inandırıcı olmaması için hafıza olması lazım. Çıkıp bütün kanallarda bir şey söylüyor adam. Oraya bakıyor insanlar da. Bu tam zıttı söylenenlere dikkat çekenlerin başı belaya giriyor. Ya da başının belaya gireceği varsayılıyor. Ben bu kitabı yazdığımda herkes ‘aman dikkat et’ dedi. Niye edeyim? Bir gazeteci kitabı bu. Hakaret yok, yergi yok, yalan yok. Her söylediğimin belgesi var. Daha çok kendi Tayyip Erdoğan kutsal kitaplarından yararlanılmış bir kitap bu. Bir promter kahramanı yaratılıyor. Promterı çek başka bir şey olacak. Mesela ‘Türkçe ile felsefe olmaz’ dedi. Ama oysa daha önce ‘Türkçe ile felsefe olmaz demek ırkçılıktır.’ demişti. İkisinin ortak noktasını bulamıyorsunuz. Çok şizofrenik bir durum bu. Bağ kuramıyorsunuz. Tam zıttı. Bunu çok rahat yapabilmesinin nedeni medya. ‘Bunu söylüyorsunuz ama, daha önce böyle demiştiniz’ denmemesi. Oradan kaynaklanıyor aslında bu kadar tahakküm ve hayata hakim olma refleksi. Kitapta önemli bir nokta da Yeşil Kuşak Ülkücülerle ilgili. Bu projede Yeşil Kuşak Ülkücülerin yeri nedir? 2000 yılında Adnan Şenses’in Aksiyon dergisindeki bir röportajı var. Orada Tayyip Erdoğan’ın ülkücü olduğunu, Erdoğan’ın MHP Gençlik Kolları’nda çalıştığını ve oradan tanıdığını söylüyor. Zaten ılımlı islam denilen Büyük Ortadoğu Projesinin temeli; 12 Eylül’de dayatılan Türk-İslam sentezidir. Elinde Kuran ile miting meydanlarında dolaşan bir Kenan Evren, aynı zamanda bir projeyi de hayata geçirmeye çalışıyordu bu topraklar üzerinde. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte yeşil kuşak projesi değişime uğrayınca ve sırf Sovyet karşıtı olsun diye islamcı unsurları destekleyip sonra bunlar fundamentalist bir yapıyla siyasal islama yönelince bundan başka bir şey devşirmenin tek yolu olarak ılımlı islam projesi ortaya çıktı. Büyük Ortadoğu
Projesi’nin de laboratuvarı Türkiye. Bu o süreçten beri gelen bir ilişkiler ağı. Ülkücülük denen şeyde Türküçülük daha ağır basarken bu sonra İslamlaştırıldı, ümmetleştirildi. Bu şekilde Türk-İslam sentezi denilen garip bir yapı ortaya çıktı. Bu yapının içinde yer alanlar bugünkü iktidarı oluşturan dinamiklerdir aynı zamanda. İsimlere bakıyorsunuz tek tek; Abdullah Çatlı’dan Mehmet Ali Ağca’ya, Tevfik Ağansoy’dan Hasan Yeşildağ’a, Musa Serdar Çelebi’ye kadar bir sürü isimler geçiyor. Bu isimlerle bir ilişki ve ağ var. Ama aynı dönemde bu insanların karıştığı işler de var. Birbirinden bağımsız olamaz ki. Yeşil Kuşak Ülkücüleri denilen yapı hiç sorgulanmadı bu ülkede. Sadece bir ülkücülük üzerinden bu yapılar sorgulandı. Ama Yeşil Kuşak Ülkücülerin devletten hangi rolleri aldıkları, devletin derinliklerinde ve dehlizlerinde nasıl bir rol yürüttüklerine dair bir araştırma hiç doğru düzgün olmadı. Birazcık da bunun yolu açılsın istedim. Direkt olarak itham etmiyorum. Ama bu insanların karıştığı onlarca olay, suç var.Milli Türk Talebe Birliği de sorgulanmıyor. Tayyip Erdoğan çıkıp Milli Türk Talebe Birliği’ni bu ülkenin en temiz, en iyi insanlarını yetiştiren bir yeri olarak söylüyor . Bu insanlar tertemiz ve pirüpak insanlarmış gibi hayata sunuluyor. Oysa Milli Türk Talebe Birliği’nin kanlı pazardaki rolü hiç konuşulmadı bile. Kanlı Pazar’da 6.Filo’ya karşı çıkan insanlara saldırılmış ve iki kişi öldürülmüştür. 6.Filo’ya destek veren insanlar işte BOP. Peşpeşe eklediğinizde, zinciri birbirine bağladığınızda bir şeylere ulaşıyorsunuz zaten. Ama ülkenin bu kadar karanlık bir tarihinde gerçeğe ulaşmak çok zor. Cemaate dönecek olursak AKP’nin cemaat ile koalisyonu ne zaman başladı ve ipleri koparan neydi sizce? BOP’un içerisinde zaten ülkenin belli islami referanslarının bir araya getirilmesi ve bir arada iktidar yapılması var. Aslında Milli Görüş geleneği, Fettullah Gülen cemaati arasında temel ayrılıkları çok olan bir yapıdır. Bu iki farklı yapıyı bir araya getirebilen bir güç vardı. İlk şey 2000 yılında Tayyip Erdoğan’ın Pensilvanya’ya gidip Fettuhlah Gülen’le bizzat oturup konuşup pazarlık yapmasıyla başladı resmi olarak. Daha öncesinden temaslar Milli Selamet Partisi ve devamında Refah Partisi’nde gelişen bir ilişkiler ağı da vardı. Ama organik olarak birleşme tamamen 2000 yılında oldu ve 2011-2012 yıılna kadar da sürdürülmüş bir ortaklıktır bu. Tam burada yapılan şey; bu 11 yıl yokmuş gibi davranmak. Sanki 1 Aralık’ta iktidar olmuş AKP ve 17-25 Aralık’ta da ona bir yapı operasyon yapmış gibi algılatılıyor. O 11 yıla bakmadan 17-25 Aralık’ı çözmek mümkün değil. Ülkenin en sancılı dönemlerinden birisidir bu 11 yıl. Çok büyük bir tahakküm var, hukuksuzluk, adaletsizlik var. Ölümler var. Bu 11 yıllık ortaklığın ve birlikte yapılanların hesabı verilmeden ayrı ayrı birbirlerinden hesap sorulmasına seyirci kalmak da doğru değil.
Bu ortaklık niye bozuldu? Kibir ve rant kuleleri… Hem Fettullah Gülen’in hem Tayyip Erdoğan’ın kibir ve rant kuleleri yükselmeye başlayınca sonuçta şöyle bir şey oluştu; tamamı benim olsun kavgası. Bu rant ve kibir kavgasıyla birlikte ayrılıklar daha da derinleşti ve büyük bir savaşa dönüştü. Bu savaşta kimi gazeteler AKP’nin yanında yer alırken kimi gazeteler de cemaatin yanında yer aldı. Saflar neye göre belirlendi medya açısından? Medya safını çıkara göre belirliyor. Şimdi Zaman’a ve STV’ye yapılan doğru değil. Cemaatin ini oralar değildir. Gerçek inlerine gidilecekken herkesin gördüğü, bildiği bir yere bir in operasyonu yapılıyor. Bu doğru değil. Ama şöyle bir şey de var. Orası basın özgürlüğünün merkezi de değil. Bu aklımıza zekamıza ve hafızamıza haksızlık olur. AKP ve cemaatin kirli bir rant savaşı var, gerçek bu. Bunu bir tarafa koyalım. Bize ne gösteriliyor? AKP tarafı diyor ki; devletin içerisinde illegal yapılanmış bir yasadışı örgütle mücadele diyor ve bunun için herkes benim yanımda yer almalı. Cemaat de şunu dayatıyor; büyük bir baskı var, medyaya yapılan bir darbedir bu. Ama öncesinde ‘ne istedilerse verdik’ diyen bir Başbakan vardı. Aynı zamanda bu bir suç ortaklığının ifadesidir. Bir anda illegalleştiremezsin. İllegalse de bu illegal olan her şeyde ortaksınız. Öteki tarafta da senin medya diye kullandığın araçlar basın özgürlüğüne nerede sahip çıkmış? O gazetelerin, o televizyonların manşetlerinden insanlar vuruldu. Birbirinden ayırmamız gerekiyor. Ayırmadığımız zaman zihinler karışıyor. İnsanlar çok rahat bir yerlere mahkum ediliyor. Zaman’a yapılan doğru değildir diyecekken ‘cemaatçi misin?’ denilince susuyor. Ya da öteki taraftan bir şey söylediğinde ‘sen AKP’li misin?’ e mahkum edilip doğal reflekslerini insanlar gösteremiyorlar. Doğal reflekslerini gösteremeyince de kurguya mahkum oluyorsun. 90’lı yıllara baktığımızda merkez medya karşısında ‘öteki’ olan, muhalif hatta mağdur bir islamcı medya varken nasıl bu gün anaakım medya gerek medya mülkiyeti gerek içerik açısından islamcı bir çizgiye
Eşine, çocuğuna, sevgilisine söylemedikleri şeyleri bir siyasi parti genel başkanına söylüyorlar. Bu bağın sevgiye dayalı, insan doğasından kaynaklanan bir refleks olduğunu düşünmüyorum. Bu bir rant zinciri halinde. Sadece Ethem Sancak’a odakladığımızda diğerlerini ıskalamış oluruz. 15
Ethem Sancak
oturdu? Güç ve iktidarla birlikte büyük bir metamorfoz yaşadı medya, dönüşüm yaşadı. Hepsi Akit’leşti mesela. Buna merkez medya diyenler de dahil. Bu sorgulanmadı, konuşulmadı. Hep insanlar işsizlikle korkutuldu. Ama parasız olmakla korkutulurken onursuz olmayı dert etmedi insanlar. Vasatın tahakkümü oluştu. Medya biraz zeka ve beceri işi. Hiçbir zeka ve beceri unsuru gösterecek kişiye izin vermediler. Ve bu durumda da garip garip insanlar çıktı. O insanlar beni savunsa ben utanırım yani. Oysa o insanlara bir madalya olarak takıldı bu. Tek tek adlarını sayabilirim, isim vermek istemediğimden değil. Birbirinden ayırt etmediğimden. Bir televizyonda çıkıp bir olay tartışıyorsun. Hepsinde bir gazeteci var. Uzman mısın sen o konuda? Niye konuşuyorsun her konuda? Her şeyin uzmanı haline geldi. Tayyip Erdoğan nasıl bir gün dermatolog, bir gün jinekolog, bir gün antropolog, bir gün tarihçi, bir gün öğretmen oluyorsa ona bakıp herkes de her şey olmaya başladı. Herkesin her şey olduğu bir yerde hiçbir şey olmaz. Kişisel menfaatler söz konusu. Medyanın dönüşümünden öte tamamen bir saray fedailerine dönüşme var. Mücahitler de fedaiye dönüştü. İslamcı bir gazete olamaz mı? Evet, olabilir, olmalı. AKP’li gazetede de sorun yok. O da olabilir, kendini ifade edersin. Ama dayatamazsın. Tahakküm kuramazsın, sorun burada. Bugün Tayyip Erdoğan ya da Davutoğlu’nu boşver, bir Bakana bile soru soramıyor insanlar. Doğal olarak da bu iklimden islamcı medya diyemeyeceğim bir garabet çıktı ortaya. ‘Erdoğan aşığıyım’ diyen ve Çukurova medya grubunu TMSF’’den ihalesiz alabilen Ethem Sancak öne çıkan isimler arasında. Sizce neye dayanıyor bu aşk? Sadece Ethem Sancak değil, başka işadamlarının da ifadeleri var. Tayyip Erdoğan’ı öven cümleler var, insan insana bu cümleleri zor söyler. Eşine, çocuğuna, sevgilisine söylemedikleri şeyleri bir siyasi parti genel başkanına söylüyorlar. Bu bağın sevgiye dayalı, insan doğasından kaynaklanan bir refleks olduğunu düşünmüyorum. Bu bir rant zinciri halinde. Sadece Ethem Sancak’a
16
odakladığmızda diğerlerini ıskalamış oluruz. Var olan medyanın bütün patronlarına baktığında aslında farklı bir şey söylemiyorlar. AKP döneminde Doğan Grubu dahil bütün medya büyümüştür. Bir medya yok ki Türkiye’de. Mustafa Karaalioğlu’nun önce Star Medya Grubu’ndan kovulması ve sonra NTV’ye yönetim kurulu danışmanı yapılmasından ne anlam çıkarmamız gerekiyor? Mustafa’yı uzun yıllardır tanırım. Onlar şunu fark edemedi. Tayyip Erdoğan sürekli dönüşüyor ve değişiyor ya, onlar o dönüşümü fark edemediler. Bir idea peşinde koştuklarını düşünüyorlardı, öyle davrandılar. Aynı zamanda bir parti davası güttüler. Oysa saray davası başlamıştı. Saray davasının fedaileriyle yürüyor artık Tayyip Erdoğan. Tayyip Erdoğan’a karşı ya da gazetecilik reflekslerine uygun bir şeyler yaptıkları için dışında kalmadılar. Sürecin gerisinde kaldıkları için bir ders verildi onlara. Şimdi tekrar verilen rolde kendilerini ifade edebilecekler. Bu şunu da gösteriyor. Nereye kadar kullanılacağınızı siz belirlemiyorsunuz, birileri belirliyor sizin adınıza. Bu çok korkunç bir durum. O insanların ilk gün yaşadığı hayal ve düş kırıklığı aslında Türkiye’nin yaşadığı bir gerçekliktir. O gerçekliği konuşumadılar ya da özeleştirisini yapamadılar. Niye? Çünkü aynı şekilde o iktidarla yürümeye devam edecekleri için. Oysa bir gecede sizin bütün ilişkileriniz kesiliyor ve kovuluyorsunuz. Kabullenilecek bir tarafı mı var? Yeni süreçte yaratılan bir model var; Sabah modeli. Oraya bakacaksınız. Orada yapılan modele uygun davranacak herkes. Nedir bu model; hiçbir şeyi sorgulamadan ‘bu Tayyip Erdoğan’ın saray davasıdır ve onun yanında yer alıyoruz.’ Peki Karaalioğlu da dahil diğer isimler bu modelin dışına çıkmış isimler mi? Hayır, çıkmadı. Şunu söylemeye çalışıyorum; ‘aslında şöyle yapsak daha iyi olur.’ deyip daha fazlasını yapmaya çalıştıkları için. Olay şu ‘hayır yapma, senin aklına, fikrine ihtiyacım yok. Sadece söyleneni uygula.’ Daha çok kendini gösterme yarışına dönüştü bu. Dönüşürken de var olan bir projeyi anlatırken zaafa uğrattılar. Sonuç-
ta hepsinin ortak amacı Tayyip Erdoğan’ı korumak ve kollamaktır. Koruyup kollarken de abartanlar ‘Sen kafana göre yapma, bir şekil var, bir kalıp var’ diye uyarılıyor böyle. Bugün baktığımızda STV’ye, Zaman’a in diyeceksin, o kadar. Bu isimlere de baktığımızda Tayyip Erdoğan’ın uçağından inmeyen bir isim Ekrem Dumanlı mesela. Daha acayibi var. Bunlar belli otellerde bir araya gelip hem havuz medyası hem de şu an cemaat medyası denilen medya Tayyip Erdoğan ile bir araya gelip ortak strateji belirliyorlardı. Yer ve tarih de söylerim. Ortak strateji belirleyip, ‘habere şöyle bakacağız’ diye tek bir sistem üzerinden ortak yayınlar yapıyorlardı. Bunun hesabını vermeden yeni bir şeye geçilmesine izin verilmemeli. Cemaat medyasında Gezi sürecinde haber merkezinde ‘bizim haberle işimiz yok, bu bir savaş ve biz Tayyip Erdoğan’ın yanındayız’ diye bağıran yöneticiler vardı. Şimdi aynı yöneticiler Tayyip Erdoğan’a diktatör diyor. Hayatın ironisi belki de; siz NTV’de İlhan Cihaner’le ilgili olarak ‘Başsavcıya Abluka’ kjsini yazdığınızda Zaman gazetesinde ‘Kirli planlar medyasız olmuyor’ başlıklı bir yazı ile operasyona sahip çıkıyordu. Şimdi ise ‘özgür basın susturulamaz’ın öznesi oldular. Ne düşünüyorsunuz? Ergenekoncu olmakla suçlamışlardı beni ‘başsavcıya abluka’da. Şimdi kendilerine yapılanın abluka olduğunu söylüyorlar. Bu hayatın çok ağır bir ironisi. Tuhaf bir duyguydu. Çok kötü hissettim kendimi. Bu kadar kolay insanlar işin içinden sıyrılmamalı. Tereyağından kıl bile bu kadar kolay çekilmez. O biraz canımı yaktı aslında. Bir gazeteci bunun için linç edildi bu ülkede. Başbakan yardımcılarının bütün canlı yayınlarda çıkıp suratıma tükürdüğü bir yerden söz ediyoruz. Hiçkimse bunu gündeme getirmedi, konuşmadı. Bunun nedeni tek başınıza olmanız olabilir. Sonuçta ben tek başına bir adamım. Kendimi ifade ettiğim bir sürü içerisinde yer almadım, belki de onun sonucudur. Big Boss’da Erbakan’ın Erdoğan’la ilgili sözlerine sık sık atıfta bulunuyorsunuz. ‘Bana bak, sen gittin bütün medyayı satın aldın, milleti narkozlamak için’ dediğini aktarıyorsunuz. Toplum olarak narkoz zehirlenmesi yaşamadık mı hala? Sonuçta alışkanlık da oluyor narkoz aynı zamanda. Doz doz verildiğinde onsuz yaşayamamaya başlıyorsun. Erbakan’ı yeniden keşfetme zamanı geldi tekrar. O sözlerinin hepsinin bir anlamı var. Ve Tayyip Erdoğan 17 yaşından beri onun yanında yetişmiş. Nerede ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini biliyor. O yüzden Erdoğan’a ilişkin değerlendirmelerini yeniden okumak lazım. Narkozlamada kastettiği şey aslında medya ve bu saadet zincirini de anlatıyor. Sistemin bence özünü de veriyor. AKP’nin nasıl iktidar olduğunu ve iktidarda kalabildiğinin şifresini de söylüyor Erbakan. Çok önemli görüyorum onu.
AKP’nin eğitim politikaları:
İslamcılaşan eğitime ve yarınlara dair Ulaş Aydın
Eğitim, sistemlerin en önemli- yeniden üretim aracıdır. Yaşam ve yarın, en iyi ve en etkili eğitim sistemini organize ederek yeniden üretilir. AKP’nin bugün eğitim sistemini yapboz tahtasına çevirmesi, makro bir siyasetin ciddi denemeleridir. AKP artık yeni bir devlet inşa etmektedir ve bu devletin devamı için gelecek kuşakların ideolojik dönüşümü büyük önem arz etmektedir. AKP, ekonomide yağmacı neo-liberal bir hat izlerken, siyasette artık muhafazakârlığı aşan düzeyde bir İslamcılık/ dincilik hattına oturmuştur. AKP- Cemaat kavgasıyla beraber, kılıçlar çekilmiş, tüm arzular ve tüm pislikler tek tek ortaya dökülmüş durumdadır. AKP’nin eğitim alanını dizayn etme çabası, aynı zamanda bu alandan cemaati tamamen silmek arzusuyla da paralellik göstermektedir. Dolayısıyla hem “Osmanlıcı /milliyetçi /İslamcı” yarınlar inşa etmek, hem de cemaatin en önemli silahını elinden almak için ilerleyen zamanlarda, saldırının dozunu daha da artıracaktır. Şimdilik bu alanda başarılı bir biçimde ilerlediklerini söylemek mümkün. Bu yazının temel amacı, AKP’nin eğitimde ne tür hamleler yaptığı ve bunların ne anlama geldiğinin, basit, açık ve anlaşılır bir biçimde okura ulaştırılmasıdır. 4+4+4 Eğitim Sistemi AKP, ilk olarak 2012 yılında eğitim sistemine esaslı ve ciddi neşteri vurdu. 2012 yılına kadar eğitim alanını, büyük ölçüde öğretmen istihdamı için gördüğünü ve bu kocaman alanı cemaate sonsuz bir biçimde güvenerek teslim ettiğini söylersek yanılmış olmayız. 2012 yılında AKP, cemaatin de desteğiyle 4+4+4 düzenlemesini hayata geçirdi ve eğitimde; semerinden boşalırcasına, çılgınca, kontrolsüzce, korkmadan, çekinmeden, sormadan, tartışmadan, tartıştırmadan ve üstüne üstlük buna itiraz eden sesleri polis şiddetiyle ve soruşturmalarla püskürterek, peşi sıra düzenlemelere geçti. AKP, 18. Milli Eğitim Şurasına getirilen ve ilk taslağı 1+4+4+4 olan eğitim modelini, 5 -eğitimci olmayan- AKP’li milletvekili
aracılığıyla TBMM’ye taşıdı. O yılın Mart ayının son haftası Türkiye’nin dört bir tarafında eylemler yükseldi, Eğitim-Sen ve Eğitim-İş sendikaları 2 gün grev kararı aldı. KESK’e bağlı, Eğitim-Sen Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ya, meclisin önüne yürümek istedi. Sonrası hafızalarımızda tazeliğini koruyan polis şiddeti görüntüleri. 1+4+4+4 taslağı revize edilerek 4+4+4 şeklinde meclisten geçti. Oradaki +1 zorunlu okul öncesi eğitimiydi ve amaç memleketin hayrına bir eğitim modeli geliştirmek olmadığı için, meclis sürecinde taslaktan çıkartıldı. AKP’nin derdinin nitelikli eğitim olmadığı, bütün Avrupa’da zorunlu olan okul öncesi eğitimi zorunlu olmaktan çıkarmasıyla da, iyot gibi ortaya çıkmıştı aslında. 4+4+4 ile 28 Şubat’tan sonra zorunlu hale getirilen 8 yıllık temel eğitim (ilk 5 yıl ilkokul, 3 yıl ise ortaokula tekabül edecek biçimde) 4+4 şeklinde ikiye bölündü. İlk 4 yıl ilkokul, ikinci 4 yıl ortaokul olarak düzenlendi. Okula başlama yaşı 72 ayken, 60 aya düşürüldü. Böylelikle ilkokula başlayan bir çocuk 9 yaşında ilkokuldan mezun olmuş olacaktı. Aynı düzenleme ile 28 Şubat sürecinde kapatılan imam hatip ortaokulları, yeniden açıldı. 9 yaşında ilkokulu bitiren çocuk, 9 yaşında imam hatip ortaokuluna başlayacak şekilde sistem kurgulandı. Bu şekilde 13 yaşında temel eğitim bitmiş olacak ve liseye devam etme mecburiyeti de olmayacaktı. Nitekim 2012 yılından itibaren 260 bin kız çocuğu, ortaokulu bitirdikten sonra örgün eğitim veren bir liseye kayıt olmadı. Kimisi açık liseye devam etti, kimisi etmedi, kimisi evlendi, kimisi köyüne döndü, evine kapandı. Bunu basit bir laikçi paranoya olarak görmek büyük yanılgı olur. Bu satırların yazarı, yüzlerce defa eylemlere katılmış, sadece eğitim alanındaki dönüşüm ile ilgili onlarca yazı yazmış, TBMM’de iki elin parmakları kadar soru önergesi verilmesini sağlamıştır. Ve 2014’ün sonunda rahatlıkla şunu söyleyebilirim; AKP tam anlamıyla eğitimi İslami bir formasyonla dizayn etmek istiyor
ve ediyor da. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana imam hatip sayısı 11 kat arttı, 2014 yılı itibariyle imam hatip ortaokul ve liselerinde okuyan öğrenci sayısı 1 milyona ulaştı. İmam hatip okullarındaki öğrencilerin sayısı, diğer tüm okullardaki öğrencilerin sayısının yüzde 10’una ulaştı. Erdoğan’ın arzu ettiği dindar ve kindar nesil kartopu gibi büyümeye başladı. Yine bu düzenleme ile beraber ortaokul ve liselere; Kur’an, Peygamber’in Hayatı dersleri seçmeli olarak konuldu. Bu dersler yurt sathında kimi yerlerde seçmeli, kimi yerlerde zorunlu seçmeli olarak öğrencilere açıldı. Yani yöneticiler bu dersleri açtı ve buraya bir şekilde en az 10 öğrenci bulunacaktı, buldular da. Müfredatların ne denli gericileştirildiğini, okur sıradan bir Hayat Bilgisi ders kitabını açıp bakarak, rahatlıkla anlayabilir. Dolayısıyla buna fazla değinmeyeceğim. 12 Eylül sonrası, solun önemli bir hâkimiyetinin bulunduğu ders kitapları sektörünün, son 12 yıldır İslamcıların tekelinde olduğunu hatırlatmak isterim. Ve tabi Milli Eğitim Bakanlığı’nın dev bir İslamcı yayınevi arpalığına dönüştüğünü de... 4+4+4 eğitime dinci/gerici/mezhepçi saldırının en büyüğü ve en kapsamlısıydı. Neredeyse eksiksiz bir biçimde hayata geçti. Başörtüsü meselesi Kamuoyunun da yakından takip ettiği üzere, AKP eğitim öğretim yılının ortasında, birden bire, durduk yere bir Bakanlar Kurulu kararı ile tüm liselerde ve ortaokullarda başörtüsünü serbest bıraktı. Oysa bu düzenleme son derece basit bir kılık kıyafet yönetmeliği düzenlemesiydi ve Milli Eğitim Bakanı’nın iki dudağı arasında ve bir kalem imzasına bakan basitlikte bir şeydi. Oysa AKP bu düzenlemeyi, tıpkı bir önceki yıl öğretmenlere getirdiği başörtüsü serbestliği gibi, Bakanlar Kurulu’nda yaptı, şaşalı bir basın toplantısı ile hükümet sözcüsüne ilan ettirdi. “Demokratikleşme” son hızıyla ilerliyordu. 2013 yılında öğretmenlere derse başörtüsü ile girebilme serbestliği, 2014 yılında tüm ortaokul ve liselerde öğrencilere derse başörtüsü ile girebilme serbestliği getirildi. Şüphesiz bu kocaman bir bilinçaltı operasyonunun ve gövde gösterisinin ta kendisiydi. AKP bu operasyonu başarıyla yürüttü, kendi doğal tabanına, kazandıkları başörtüsü zaferini büyük bir iştahla aktardı, okullarda başörtüsünün görünürlüğünü arttırdı, 10 yaşında başörtüsü takan kız çocuğunu, arkadaşları ve toplum nezdinde normalleştirdi. Kuşkusuz o çocuklar son derece normaldi. Normal olmayan ise henüz 10 yaşında kız çocuklarının başlarının ailelerinin istekleri doğrultusunda, dini bir emrin yerine getirilmesi adına -ki din hakkında bu çocukların tek fikri din kültürü ve ahlak bilgisi, ünite sonu soru ve cevaplarıdır- kapatılmasıdır. Bu kesinlikle normal değildir, ilericilerin, aydınlanmacıların, Marksistlerin hepsini geçtim, apolitik pedagogların bile asla kabul etmedikleri bir durumdur. İnsanlık tarihinin bir takım birikimleri vardır, aklın ve bilimin ışığında bu birikimler
17
zamanla evrensel normlara dönüşmüştür. 18 yaşından küçük herkesin çocuk olduğu gerçeği, insanlığın bu görkemli birikiminin ve tarihselliğinin bir sonucudur. Evrenseldir, dünyanın her tarafında geçerlidir. Kıta Afrika’sının kara yürekli, kara derili yiğit gençlerinin, fiziksel olarak beyazlardan daha erken gelişim göstermesi, onları daha erken reşit yapmaz. İslam’ın bunu kabul etmiyor oluşu, bu evrensel gerçeği değiştirmez. AKP burada, İslam inancına göre hareket etmiş, insanlığın evrensel değerlerini; eğitimde ve çocuklarımızın ortak yarınlarında, yaşam alanlarında elinin tersiyle kenara itmiştir. Başörtüsü serbestliği bu anlamda, son derece kritik bir hamledir. Kadrolaşma Hareketi Okullar kuşkusuz müfredatlardan ve ders kitaplarından ibaret kurumlar değildir. Öğretmen, öğrenci, veli, mahalleli, esnaf, muhtar vs. bir grup parçanın bütünüdür. Ve buraların en stratejik noktası yönetici pozisyonlarıdır, yani müdürler ve müdür yardımcılarıdır. AKP, 2014 yılının Mart ayında, kamudaki cemaatçi kadrolaşmayı ileri sürerek sıra dışı bir yasal düzenlemeye gitti. 4 yıldan fazla yöneticilik yapmış bütün okul müdürlerinin görevine, bir gecede son verdi. Dün okul müdürü olan birisi, sabah uyandığında artık müdür değildi. Bu şekilde ilk etapta 17 bin okul müdürünün görevine son verildi. Beraberinde on binlerce müdür yardımcısı da kendisini kapı önünde buldu. Bu pozisyonlara eski Türkiye’de yazılı sınavlarla, asgari adil atama koşullarını yerini getirerek gelen bu yöneticiler yeniden bir değerlendirmeye tabi tutulacaktı. Bu değerlendirme sonucunda başarılı olanlar yoluna devam edecek, başarısız olanlar sınıflara dönecek ve öğretmenlik yapacaktı. Uygulama tüm itirazlara rağmen hayata geçti ve sonunda görüldü ki, artık yandaş demeye bile utanır olduğumuz, AKP 3x hızında gericileşirken, kendileri 5x hızında gerici olan Eğitim-Bir-Sen denen taşeron sendika, bütün okul müdürlerinin puanlamasını sendika binalarında kendileri yaptı, hangi okullara hangi müdürlerin atanacağını kendileri belirledi ve bunları MEB bürokratlarına teslim etti. Sonuçta şöyle bir tablo ortaya çıktı; artık okul müdür ve müdür yardımcılarının yüzde 70’i (Nabi Avcı’nın soru önergesine verdiği yanıt) bu sendikanın üyesi, iflah olmaz birer hükümet yandaşı. IŞİD ile aralarında 3 cm olan bu sendikanın üyelerinin, okul yöneticisi olması şüphesiz tüyleri diken diken edici. 19. Milli Eğitim Şurası Şüphesiz geride kalan 18 Milli Eğitim Şurasından çok daha fazla akıllarda kaldı, bu Şura. Bunda Eğitim-Bir-Sen denilen sendikanın, karma eğitimin kaldırılması gibi sansasyonel önerileri olduğu kadar, sosyal medya ve internet medyasında yoğun bir biçimde paylaşılmasının da etkisi oldu. Tam burada kişisel bir not düşmek isterim; kamuoyunun Milli Eğitim Şurasına bu denli tepki vermesi, psikoloji formasyonu almış
18
bir Marksist olarak söyleyebilirim ki; kesinlikle Gezi Parkı sürecinin öncesini anımsatmıştır. Toplumun yaşam damarlarının yeniden sıkışmaya başladığının, Gezi Parkı sonrası en yoğun göstergesi bence bu Şuraya yönelik tepkiler olmuştur. Milli Eğitim Şurası kararları kesin değildir, bağlayıcılığı yoktur ve tavsiye niteliğindedir. AKP burada şöyle bir izlemektedir; kendi istediği kararları Şura gündemine taşıtmak, burada oylanıp, tavsiye kararı olmasını sağlamak ardından da uygulamak. Kendi taşıtmadığı tavsiye kararlarını da asla uygulamamak. Yöntem budur ve bu şekilde; “bakın biz yapmıyoruz, burada akademisyenler, öğretmenler, yöneticiler, sendika temsilcileri toplanıyor, demokratik bir şekilde tartışıyor ve karar alıyor” diyerek, en absürt kararlara bile meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Oysa eğitimciler çok iyi biliyor ki; o Şuranın yüzde 80 AKP yandaşlarından oluşuyor ve hükümet ne isterse, oradan çıkar. Şüphesiz eğitimde gerici bir hamle için AKP’nin bu tip Şuralara pek ihtiyacı da yok. Bu Şura tam anlamıyla İslamcı/milliyetçi/ mezhepçi tedrisatın doruk noktası olmuştur. İlkokul 1. 2. ve 3. sınıflara, zorunlu Din Kültür ve Ahlak Bilgisi dersi konulmuş, Anaokullarına da bu ders “Değerler Eğitimi” adı altında sunulmuştur. Osmanlıca tüm liselerde seçmeli ders olmuştur. Osmanlıcadaki temel amaç ise, islamizasyonunu normalleştirilmesi ve görünürlüğünün artırılmasıdır. Arap-İslam alfabesi toplumsal meşruiyetinin ve kabulünün artması, harf devriminin bir yabancılaşma olayı olarak topluma belletilmesidir. Bu yeni bir ulus yaratma, yeni bir paradigma oluşturma hamlesinin önemli öğelerinden biridir. Sünni Müslüman yeni Türkiye ve milletin bir takım birleştirici mitlere ve değerlere ihtiyacı vardır. İşte Osmanlıca bu noktada sembolik bir anlam taşımaktadır. Aynı Şura’da, Turizm ve Otelcilik Liselerindeki “Kokteyl hazırlama ve alkol servisi” dersleri kaldırıldı. Alkollü restaurant ve otellerde staj yapılmayacağı kararı alındı. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders saatleri iki katına çıkartıldı, İnsan Hakları ve Demokrasi dersiyle Trafik, İlk Yardım ve Sağlık Bilgisi dersleri müfredattan kaldırıldı. Ortaokullara Felsefe dersi önerisi şiddetle reddedildi, “Şehrimizi Tanıyalım” etkinliği adı altında camilerin, türbelerin çocuklara gezdirilmesi-
nin yasal dayanağı oluşturulup teklif edildi ve kabul edildi. T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük müfredat ve ders kitaplarının yeniden incelenmesi ve gerekli düzenlemeler yapılması kararı alındı. Burada muhtemelen “gerici ayaklanma, saltanatçılar, halifeciler” vb. ifadelerin tamamı çıkartılacaktır. “Menemen hadisesini bir bizden dinlemek istemez misiniz?” Ortaokul öğrencilerinin 2 yıl süreyle okula ara verip hafızlık eğitimi almaları ve bu sürede devamsız sayılmamaları kararı alındı. Görsel sanatlar dersinde; hat, ebru, tezhip ve minyatür gibi sanat dallarının da işlenilmesi kararı alındı. Muhafazakâr, dindar yaşam tarzı ve ilgileri, okullarda toplumsallaştırılarak aktarılmaya çalışılması isteniyor. Bunun başka bir örneği de; Kutlu Doğum Haftası ve Aşure Gününün, Belirli Gün ve Haftalar kapsamında okullarda kutlanması kararı alınmasıydı. Görüldüğü üzere, eğitim hızlı bir biçimde İslami dönüşümden geçiyor. Aynı Şura’da alınan başka kararlar var ki; akıllara ziyan, evlere şenlik. Okul güvenliği komisyonundan geçip genel kurulda kabul edilen bazı kararlar; Okullarda X-Ray cihazı, metal detektörü, turnike, kamera gibi güvenlik önlemlerinin artırılması, disiplin yönetmeliğinin ve cezalarının ağırlaştırılması, okuldan atılmanın kolaylaştırılması, öğrenci hakkında emniyetten bilgi alınması ve istenildiğinde de verilmesi gibi bir dizi kararlar aldılar. Burada anlaşıldığı üzere; liselerde ikinci bir Gezi asla istenmiyor. İslamcılaşan eğitim yaşamı ve AKP gençliğinin, karşısında oluşacak seküler ve ilerici karakterli liseli gençlik hareketine karşı, arkasını dayayacağı yasal hazırlıklar tamamlanmak isteniyor. Okullar göz göre göre hapishaneye dönüştürülüyor. Yargı paketi, güvenlik paketi derken milli eğitim disiplin paketine inecek düzeyde bir yeni Türkiye, yeni millet oluşturma arzusu ve Erdoğan’ın deyişiyle ofansa çıkış görmekteyiz. AKP’nin 12 yıllık iktidarının uzandığı bu günlerde görüyoruz ki; okullar geniş güvenlik önlemli hapishanelere dönüştürülmek isteniyor, eğitim; İslamcı bir dönüşümün mevzisi olarak kullanılıyor, akıldan, bilimden, çağdaş dünyanın, evrensel değerlerinden uzak, yeni rejime sıkı sıkıya bağlı alık nesiller yetiştirilmek isteniyor.
TELEVİZYON DAHA “EĞLENCELİ” HALE GELİRKEN:
Haber mi, reyting mi? Vildan Tekin
Kitle iletişim araçlarının işlevleri nelerdir? Bu soruyu sorduğumuzda İletişim Fakülteleri’nde de hala yanıt olarak başvurulan UNESCO ‘nun 1979 yılında yayımladığı MacBride Raporu akla gelir. Uluslararası iletişim sorunlarını incelemek için kurulan MacBride Komisyonu’nun raporuna göre kitle iletişim araçlarının işlevleri şu şekildedir; haber ve bilgi sağlama, toplumsallaştırma, güdüleme, tartışma ortamı hazırlama, eğitim, kültürün gelişmesine katkı, eğlendirme, bütünleştirme. Günümüzde en yaygın kitle iletişim aracı olan televizyon için bu sekiz işlevden haber ve bilgi sağlama ile eğlendirmenin sık sık karşı karşıya getirildiğini görürüz. Geçtiğimiz yıl TV8’i satın alan Acun Ilıcalı’nın ilk iş olarak kanalın haber merkezini kapatması ile birlikte ‘mutluluk vadeden kanal’da habersiz televizyon sürecinin başlamasına hepimiz tanıklık ettik. Ardından Kasım ayında Kanal D’nin Şeref Meselesi dizisinin ratinglerini artırmak için Ana Haber Bülteni’ni kaldırarak yerine bu
diziyi yayımlama kararı alması, fakat son anda bu karardan vazgeçilerek haber saatinde ‘Ben Bilmem Eşim Bilir’ adlı yarışmayı yayımlaması, televizyonun haber verme işlevi adım adım terk mi ediliyor sorusunu akıllara getirdi. Zaten eğlence çoktandır haberlerin içine sızmış durumda. Hatta sızmakla kalmayıp onu ele geçirdiğini söylemek mümkün. Neil Postman’a göre ise; ‘eğlence’ televizyonun bir araç olarak doğasından kaynaklanır. Eğlence, televizyondaki her türlü söylemin üst-ideolojisidir. Neyin gösterildiğinin ya da hangi bakış açısının yansıtıldığının hiçbir önemi yoktur; her şeyin üstünde tutulan varsayım, hepsinin bizim eğlenmemiz ve haz almamız gözetilerek sunulmasıdır.[1] İnformation’dan İnfotainment’e Bilgi; kabaca “ insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütününe verilen ad” olarak tanımlanırken çoğu zaman bilgi ile eş anlamlı kullandığımız enformasyon sözcüğü bize başka bir yeri işaret eder. “Danışma, tanıtma, haber alma, haber verme, haberleşme” anlamlarına gelen enformasyon, bilginin kendisini değil bilgi edinmeyi tarif eder. Erkan Yüksel bilgi ile enformasyon arasındaki farkı anlatırken; bilginin, doğruluğu verili nesnel ve öznel koşullarda gerekli ve yeterli sayılan kanıtlarla temellendirilmiş önermeler biçiminde dile getirilebilen bir bilinç içeriği olduğunu hatırlatır, enformasyonun ise ihtiyacımız olmadan geldiğini söyler.[2] Bilginin enformasyona dönüşüm süreci olarak haber, bize kurgulanmış bir gerçeklik sunmaktadır. Ve bu gerçeklik metasimgesel bir gerçekliktir. Yani haberler gerçeğin kendisini değil, gerçeğin temsilini sunmaktadır. Adoni ve Mane’ye göre yaşamımızda üç tür gerçeklik vardır: Gerçek dünyayı içeren nesnel gerçeklik; nesnel gerçekliğin biçimlendiği öznel
gerçeklik ve simgesel sosyal gerçeklik. Şermin Tekinalp bu gerçeklik tanımlarından yola çıkarak televizyon içeriği gibi insanın ürettiği her şeyin simgesel sosyal gerçekliğin kapsamına girdiğini belirtir. Nesnel (dış dünya) gerçeklik, insanlar tarafından simgesel gerçekliğe, simgesel gerçeklik de televizyon tarafından metasimgesel gerçekliğe dönüştürülmektedir. [3] Bourdieu, ‘Televizyon Üzerine’ adlı kitabında; televizyonun haberler düzeyindeki simgesel eyleminin bir bölümünün, dikkatleri, herkesin ilgisini çekecek türden olaylara yoğunlaştırmak olduğunun altını çizer. Gelgeç olay olarak isimlendirdiği bu olaylar; hiçkimseyi şaşırtmamak zorunda olan, hiçbir tercih içermeyen, bölmeyen, uzlaşım sağlayan, herkesi ilgilendiren ama hiçbir önemli şeye dokunmayan bir kipte ilgilendiren olaylardır. Bourdieu’ya göre gelgeç haberlerin siyasal boşluk yaratmak, siyasetdışılaştırmak ve dünyadaki yaşamı öykümsüye ve dedikoduya indirgemek gibi bir etkileri vardır. [4] Enformasyonun bilgi yoğun dönemlerinde bu bilgilerin nesnelliği ve Althusser’in devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak tanımladığı medyanın tarafsızlığı tartışılırken küreselleşen dünyada pazar ekonomisi anlayışıyla şirketleşen medya, ‘tiraj/rating artırmak ve böylece daha fazla ilan/reklam geliri elde edebilmek için hedonist anlayışla şiddet ve cinsellik içeren magazinel yanı öne çıkarılmış haberlere ağırlık vermesiyle bilgi hizmet özelliğinden tamamen uzaklaşmıştır.’[5] Böylece bilgi ve eğlence öğelerini bir araya getiren infotainment denilen yeni bir haber tarzı oluşturulmuştur. İnfotainment habercilik görselliğin ön planda olduğu, duygu, haz ve eğlence odaklı bir haberciliktir. ‘Televizyon, Yemekten Daha Önemli’ Televizyon haberlerine yüklenen tüm bu olumsuz anlamlara rağmen yoksul hanelerde televizyon hala nesnel gerçeklik(dış dünya) ile yakınlık kurulabilen en temel araçtır. Banerjee ve Duflo’nun ‘Dünyada Bir Milyar Kişiden Fazlası Aç” başlıklı makalelerinde Fas’ta yaşayan Oucha Mbarbk adlı bir adamın evine dair gözlemleri hayli ilgi çekicidir. Mbarbk, tarım ve inşaat sektörü olmak üzere yılda yaklaşık yüz gün çalışan ve diğer zamanlarda ise iş arayarak yaşamını sürdüren, yaşadığı mahallede su ve sıhhı tesisat dahi bulunmayan bir adamdır. Banerjee ve Duflo, yaptıkları görüşmede Mbarbk’a, çok parası olsa ne yapacağı sorusunu yöneltir. Mbarbk bu soruya daha çok yiyecek alırım yanıtını verir. Daha da çok parası olsa ne yapacağı sorulduğunda Mbarbk bu soruyu daha lezzetli yiyecekler alırdım diye yanıtlar. Mbarbk’ın yanıtları karşısında Banejee ve Duflo kendilerini neden kötü hissettiklerini şöyle açıklar: “Evindeki televizyonu ve diğer ileri teknoloji ürünlerini gördükçe, hem Mbarbk hem ailesi adına kendimizi sahiden kötü hissetmeye başlamıştık. Ailesinin yiyecek yemeği olmadığını bile bile ne diye tüm bu aletleri almıştı ki? Güldü, ‘iyi ama
19
Neil Postman’a göre ise; ‘eğlence’ televizyonun bir araç olarak doğasından kaynaklanır. Eğlence, televizyondaki her türlü söylemin üst-ideolojisidir. Neyin gösterildiğinin ya da hangi bakış açısının yansıtıldığının hiçbir önemi yoktur; her şeyin üstünde tutulan varsayım, hepsinin bizim eğlenmemiz ve haz almamız gözetilerek sunulmasıdır. televizyon yemekten daha önemli! dedi” [6] Kent yoksullarının günlük yaşamında medya pratiklerinin anlatıldığı “Medya Ne ki… Her şey Yalan!” kitabı ülkemizdeki durumun Fas’takinden farksız olmadığını ortaya koyar. Kent yoksulları ve medya ilişkisi üzerine bir saha çalışması olan bu kitapta gözlemciler Mbarbk’ın evindekiyle benzer bir tablo ile karışlaşırlar. Çalışmada yoksulluk; ‘D ve E kategorilerine sıkıştırılan, suç ve şiddet öykülerinde, trajik haberlerde adları geçmedikçe medyada görün(e) meyen, düşük gelir sahibi olmalarının yanı sıra eğitim ve sağlık alanında da bir dizi eşitsizliğe maruz kalan, demokratik hakların ve özgürlüklerin kullanımında sorunlarla karşılaşan, sahip oldukları oy potansiyeliyle politik yapının oluşmasında göreve çağrılırken, seçim sonrası karar alma süreçlerinde en fazla ihmal edilen topluluklar” olarak ta-
20
nımlanır. Tıpkı Mbarbk’ın evi gibi bu yoksul hanelerde de televizyon, evin başköşesini işgal etmekte ve zaman zaman yemekten daha öncelikli bir ihtiyaç olarak görülebilmektedir. Gazete satın almanın ve internet kullanmanın hane bütçesine ek bir masraf olduğu düşünüldüğünde bu yoksul haneler için temel bilgi kaynağı televizyondur. Özellikle ‘haber programları ev halkı arasında yoğun iletişime imkan sağlayan televizyon içerikleri arasındadır.’ Ve bu nedenledir ki haberlerin yayımlandığı saat televizyon kanalları için önemli bir saattir. Bütün hane halkının bir arada ve ekran başında olduğu bu saatler, nesnel(dış) dünyadan haberdar olma isteğinin, televizyonun kamuyu bilgilendirme işlevi tarafından karşılandığı saatler olagelmiştir. Kanal D’nin ‘Şeref Meselesi’ dizisinin ratinglerini artırmak için Ana Haber Bülteni’ni yayın akışından kaldırdığı gün diğer haber bültenlerinde ; Başbakan Davutoğlu’nun Dersim ziyaretinde protesto gösterisi yapmak isteyen gruba polisin saldırması, Ermenek’te maden ocağında arama-kurtarma çalışmaları devam ederken istinat duvarının çökmesi, Gezi Parkı’nda açıklama yapmak isteyen CHP Gençlik Kolları’na polis müdahalesi, Türkiye’nin ILO’nun 167 sayılı İnşaat İşlerinde Güvenlik ve Sağlık sözleşmesinin imzalaması ve Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü kapsamında çeşitli şehirlerde yapılan yürüyüşler öne çıkan haberlerden bazılarıdır. Gerçeğin sorunlu doğası ve medya mül-
kiyet ilişkileri açısından haberlerin, medya patronunun dahil olduğu sınıftan yana taraf olacağı/olduğu düşünüldüğünde haber kavramı ve özellikle televizyon haberlerinin durumu tartışmalıdır. Ancak televizyonun bilincimizi beslediği (kötü beslenme de bir çeşit beslenmedir nihayetinde) ve bu beslenmenin ihtiyaçlar listesinde önceliği (Mbarbk’ta olduğu gibi) düşünüldüğünde ‘haber mi, rating mi?’ tartışmasında bizim durmamız gereken yerin ‘haber’ den yana olduğu açıktır.
Notlar [1] Neil Postman, Televizyon Öldüren Eğlence-Gösteri Çağında Kamusal Söylem, Ayrıntı Yayınları, 1994. [2] Erkan Yüksel, Haber ‘Bilgi’ mi, ‘Enformasyon’ mu?http://medyavehabercilik. blogspot.com.tr/2013/11/haber-bilgi-mienformasyon-mu.html [3] Şermin Tekinalp, Camera Obscura’dan Synopticon’a Radyo ve Televizyon, Der Yayınları, 2003. [4] Pierce Bourdieu, Televizyon Üzerine, Yapı Kredi Yayınları, 1997 [5] Necla Mora, Üçüncü Sayfada Türk Toplumu, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt:5, Sayı:2, 2008 [6] Hakan Ergül, Emre Gökalp, İncilay Cangöz, ‘Medya Ne ki... Her Şey Yalan!’ Kent Yoksullarının Günlük Yaşamında Medya, İletişim Yayınları, 2012
Neden ve nasıl bir yeni yol? Abdullah Özdoğan (Bağımsızlık Yolu)
Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan düzen günden güne Kıbrıslı Türkleri yok oluşa sürüklerken, Türkiye egemenleri ve Kıbrıslı Türk halkı arasındaki uzlaşmaz çelişkiler de yönetim krizinin derinleşmesine sebep oluyor. Egemenlerin ve yerli işbirlikçilerinin Kıbrıslı Türk halkına karşı yaklaşımı daha önce yine bu dergide yayınlanan bir yazımızda şu şekilde özetlenmeşti; “Bir ‘kurtarıcı’ görüntüsü altında Kıbrıslı Türkleri, emperyalizmin ve kendisinin ada üzerindeki mevcut çıkarları ve beklentileri için bir araç ve koz olarak kullanan Türkiye Cumhuriyeti devleti, bu çıkarlara karşı herhangi bir karşı duruşu engellemek için Kıbrıslı Türkleri asimile etmeye ve üretmeden yaşayan asalak bir kültür içine hapsetmeye çalışmaktadır.” Bu durum, adanın kuzeyinde 1974 yılından bu yana süren rejimin sürdürülemezliğini de açıkça belirtiyor. Açıktır ki, sürer duruma karşı bir mücadeleyi örgütleyebilecek siyasal özne ancak Kıbrıslı Türk solu içinden çıkabilir. Kıbrıslı Türk Solu uzun zamandır ideolojik tartışma ve mücadele anlayışlarından yoksun yol almaktaydı. Liberal bir ağızla “küreselleşen dünyada ideolojiler arasındaki çizgiler zaten belirsizleşti” demek yerine, bu yoksunluğun çeşitli nedenlerini sıralamak bile başlı başına ideolojik bir tartışmaya kapı aralayacaktır. Genel olarak kabul gören en önemli nesnel neden, reel sosyalist deneyimlerin şüphe götürmez başarısızlıklarının ardından yıkılarak iki kutuplu dünya düzeninin sona ermesidir. Bu büyük yıkım ve değişim sonucunda, yalnızca reel sosyalist deneyimleri savunanlar değil, solda bu deneyimlere eleştirel bakanlar bile örgütsel/ideolojik dağınıklık yaşadılar. Dolayısıyla, dünyada olduğu gibi Kıbrıs’ın kuzeyinde de ideolojik tartışmaların/mücadelelerin seyrini tayin etmede, bu kırılma önemli rol oynamıştır. Sol içi ideolojik mücadelenin verilmesi gerektiği noktasından hareketle, bugün Kıbrıslı Türk solunu ana hatları ile tespit etmeye kalkarsak iki temel kampa ayrıldığını görürüz. Bir yanda geçmişi devrimci bir eleştiriden geçirememiş, doğrularını halkla arasına aşılması imkânsız bir duvar gibi ören ve kendi kendini izole etmiş “Geleneksel Sol”, öte yanda siyasal ufku neo-liberal hegemonyanın belirlediği sınırları aşamayan, irili ufaklı örgütleriyle “Sol liberaller.” Tüm unsurları ile beraber Kıbrıslı Türk soluna yön veren önemli tarihsel momentlerden biri de 2003-2004 yıllarında yaşanan Annan Planı sürecidir. Kıbrıslı Türk toplumu arasında Annan Planı süreci sonrası yaşanan büyük hayal kırıklığı, tıpkı reel sosyalist deneyimlerin yıkımından sonra olduğu gibi en çok solu etkilemiştir. Plan için
yapılan referandum öncesi toplumsal muhalefetin önderliğini üstlenen sol, doğal olarak halk nezdinde sorgulanır hale geldi. Sürece önderlik edenler arasında, muhalefet içi hegemonya mücadelesinde galip çıkanlar, referandum sonrası hükümette yıpranmalarının da etkisiyle “iş bilmez” ve “beceriksiz” olarak yaftalandılar. Geriye kalanlarsa bütün sorumluluğu hükümet edenlere atmanın ötesine geçemediler. Siyasal pratiklerini (aslında eylemsizliklerini) bu yolla aklamaya çalıştılar. Hegemonya mücadelesinde neden yenik düştüklerinin özeleştirisini yapmaktan ısrarla kaçındılar. Ama halk kimin daha çok, kimin daha az sorumlu olmasına bakmaksızın faturayı bütünüyle sola kesti. Aslında fatura kabarıktı ve yalnızca parlamenter mücadeleye sıkışmış, sokağı örgütleme derdi olmayanları kapsamıyordu. Bir bütün olarak sol adına siyaset yaptığını iddia eden her örgüt güven kaybına uğradı. Neden? Kıbrıslı Türk solunun siyasi özneleri, kendilerinin belirlemediği koşullarda, kendi iradeleriyle bugünlere geldiler. Bugünkü siyasi tavırları dünün içinde filizlenmişti, yarına dair ne varsa bugünden biçim kazanmaya başladı bile. O halde sorulması gereken bir soru daha var: Mevcut yapıların içinde muhalefet ederek bir yere varılamaz mı? Son kertede sol unsurların, ya neo-liberal hegemonyanın sınırlarına hapsolarak siyasal çözümlemeyi aracılık (T.C hükümetlerinin dayattığı neo-liberal paketler Cumhuriyetçi Türk Partisi(CTP) hükümetleri döneminde de uygulanmaya devam ederken buna muhalefet eden diğerleri Avrupa’ya öykünmekten öteye geçemiyorlar) işine indirgediklerini, ya da kendi içlerine hapsolarak halktan koptuklarını söyleyebiliriz. Demek oluyor ki, her ne sebeple olursa olsun karşı hegemonya mücadelesi için gerekli araçlar yaratılamıyor. Bu da, halkın gözünde bütün solu ayni sepete yerleştiriyor. Bu durum, halk nezdinde solu değerlendirmede toptancı bir yaklaşıma ve kimi zaman sağ siyasetle bile özdeşlik ilişkisi kurulmasına neden olurken sol içinde ideolojik önderlik mücadelesini de önemsizleştiriyor. Sola bu şekilde bakan halk, sol içi unsurların yer değiştirmesiyle ilgilenmiyor. Bu olguları yaratan koşullara müdahale edilmedikçe şüphesiz sarmal bu yönde devam edecektir. Tam da bu yüzden, dünü objektif bir şekilde değerlendirebilen, bugünün gerçeklerini ve çelişkilerini okuyabilen, kendi belirlemediği koşullara, uygun bir zamanda ve uygun araçlarla kendi iradesiyle müdahale edebilecek, yeni bir mücadele ve muhalefet anlayışını yarına taşıyabilecek bir oluşuma ihtiyacımız vardır.
Nasıl? “İdeolojik-politik çizgimizi belirlerken geçmişte yaratılan devrimci değerleri sahipleniriz. Fakat bu sahiplenme ayaklarımızı bugünün gerçeklerine, çelişkilerine basarak ilerlememize engel teşkil etmez. Esas olan, kapitalist şimdinin dayattığı objektif koşulları bilince çıkararak yaşanan hayat içindeki olayları ve olguları sınıfsal bağlarından koparmadan ele alabilmektir. Bu yüzden günümüzde Dünya emekçilerini ve halklarını kuşatan, kapitalizmin neo-liberal dönemindeki hegemonyasına muhalif bir karşı-hegemonya mücadelesi verilmesi gerektiğini savunuyoruz.” Bağımsızlık Yolu bildirgesinden yaptığımız bu alıntı, bildirge yazılırken temel amacı bu olmasa da, yazının başlığında sorduğumuz “nasıl?” sorusuna net bir cevaptır aslında. Yakın tarih bize göstermiştir ki, neo-liberal hegemonyaya karşı ideolojik mücadele vermeksizin yapılan muhalefet biçimsel bir muhalefettir. Sonunda sürer durumu meşrulaştırmaktan öteye geçemez. Dünyada sol adına iktidara gelen siyasi partiler arasında yalnızca neo-liberal politikalara karşı, farklı bir fikirsel çerçevede yoğrulmuş alternatif politikalar üretmeye çalışanlar baskı altındaki halkları rejime karşı örgütlemede kısmen de olsa ilerleme sağlayabildiler. Elbette bu pratikler emekleme aşamasındadırlar ve eskiyi yıkıp yeniyi örme noktasında somut bir programa henüz sahip değildirler. Ne var ki, kapitalizmin neo-liberal döneminde mücadelede umut oldukları bir gerçektir. Bağımsız bir yol tutuyor olmamız, hiç kimse ile iş/güç birliği yapmayacağız demek değildir. Karşı hegemonya mücadelesinde, mücadelenin öznelerini örgütlemeye yardımcı olacak, hareket alanı açabilecek ilkelere sahip her türlü iş/güç birliği pratik olarak mümkün olmaktan öte, bizim için bir zorunluluktur. Her şeyden önce siyaseti dar parti çıkarlarından kurtarıp seçilmiş elitlerin, kravatlı beylerin tekelinden kopartarak sıradan insanların ve nihayetinde halkın kendi yaşamlarına yön verebileceği bir araca dönüştürebilecek yeni bir harekete ihtiyacımız var. Bu, Kıbrıs’ın kuzeyinde yıllardır eksik olan bir yaklaşım gerektirir. İşte Bağımsızlık Yolu bu ihitiyacı karşılamaya yönelik bir çabadır.
21
AKP, medya ve Kürtler Mehmet Sezgin Türkiye cumhuriyeti devleti AKP’nin 3 Kasım 2002 seçim galibiyetinden sonra yeni bir aşamaya girdi. Kimileri ikinci cumhuriyetin başlangıcı ve demokratikleşmenin çıkışı olarak görmek istedi bu dönemi. Kemalizm’in inlettiği toplumsal kesimler ve aydınlar reel sosyalizmin ardından kendi “neumenklaturalarının” çözülüşünü büyük bir hayranlık duyarak ilan ettiler. Pek çoğu, laik ve kentli olmayan bu muhafazakar tipi siyaseti hemen destekler duruma düşmemek için -ve biraz da ürkek bir mahcubiyetle-, siyasal gelişmelerin ve solun beceriksizliğinin ülkeyi değişim adına AKP’ye muhtaç ettiğini öne sürdüler. Özetle; ilk gerekçeleri bu oldu. Böylece sınıfsal konforlarının ve itibarlarının izahatını yapmış olacaklardı. Hem “laik karakterden” ve burjuva yaşam tarzından kopulmayacak hem de “gerçek” demokrasinin “paradoksal” olarak muhafazakâr bir parti eliyle yerleştirildiğine dair yaygın kamuoyu oluşturulacaktı. Bugün bakıldığında bu eğilimi örgütlemenin operasyonel bir algı çalışması olduğu pekala düşünülebilir. Türkiye’de Sağ’ın (AKP şahsında geleneksel Türk Sağ’ı) Sol, Sol’un da (CHP şahsında Türkiye devrimci hareketi inkar edilerek) Sağ olduğuna dair İdris Küçükömer’den mülhem tüm o teoriler ve “Taraf” tipi medya kuruluşlarının çabaları, Kemalist laikler karşısında muhafazakar yığınların değil, liberal laiklerin desteğini alarak siyasal depremin kendisini yıkmasını önlemek içindi. Başını kısa süre sonra “genç subaylar” diye tarif ettiği Kemalistlerin çektiği rejim yanlıları ise giderek devlet içindeki hegemonyanın değişeceği “kaygısını” taşıyarak durumu bir karşı-devrim olarak tanımladılar. AKP’ye karşı bir uçta generallerin, eski susurluk sanıklarının ve Perinçekgillerin, diğer uçta ise Demirel ve Cindoruk gibi Türk sağının simge isimlerinin olduğu geniş bir konsensüs oluştu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Kızıl elma ittifakı” dediği bu neo-ittihatçı cephe, 2010 başlarına kadar bir darbeyle AKP iktidarına son verebilecek güçteydi. Kamuoyu daha sonra ‘Encümen-i Daniş’, ‘Ergenekon’ gibi isimlerle bu kesimleri sıklıkla iddianamelerde gördü. Onlara göre “memleketi idare edenler, gaflet ve delalet içerisinde” idi! Beyaz Türk Faşizminden Yeşil Türk Faşizmine Oligarşinin Devri AKP, özünde, geleneksel muhafazakar topluma kesinlikle güvenmemiş ve -tıpkı Menderes’in idamında olduğu gibi- olası bir siyasal sarsılmada “milletin” pek de bir şey yapamayacağını çok iyi bilmektedir. Zaten Menderes’ten Erdoğan’a adına “millet” denilen muhayyel kitle, son tahlilde apolitik ve yönetim problemleri büyük oranda çözümsüz bırakılmış edilgen yığınlardır. İşte laik-
22
liberal aydınlardan alınan destek bu yüzden çok değerliydi. Bir tarafta Altan kardeşler ve Taraf çevresi, kısmen Radikal’den Birikim’e liberal-sol yelpaze, diğer tarafta muhafazakar, dindar gazeteler ve Gülen cemaatine yakın medya merkezli bir konjonktürel ittifak ile AKP, Kemalist diktatörlüğe karşı herkesin savunması gereken bir demokrasi umudu olarak korundu, desteklendi ve kollandı. Özellikle 27 Nisan muhtırasına karşı, boynu bükük Türk aydınının büyük sevgisine mazhar olan tutumu ile dengeler baş aşağı değişmeye başladı. Çünkü ilk defa halkın seçtiği bir hükümet, askerin darbe tehdidi ile “şapkasını” alıp gitmeyecek ve çözüm yolu olarak millet iradesini işaret edecekti! Bu Türk aydınında bir sendrom olan askeri vesayete karşı oldukça rahatlatıcı bir siyasal sonuç yarattı. Aslında olan bitenin daha farklı bir izahı var. Nihai karar verici olan ABD, bu kez NATO tedrisatlı milliyetçi ve laikçi generallere değil Erdoğan önderlikli AKP’ye yatırım yapıyordu. Sarıkız, Ayışığı darbe planlarının varlığı açığa çıkınca, ilk fırsatta Balyoz, Kafes eylem planı ve Ergenekon davaları devreye konularak devletin ihtiyaç duyulan her kademesinde gerekli operasyonlar gerçekleştirildi. Ancak her şeye rağmen AKP, aydınlardaki ve kamuoyundaki şiddetli değişim arzusunu muazzam bir politik finansmanla absorbe etmeyi başararak, her seçimde ve siyasal dalgalanmada tarafını güçlendirdi. Demokrasi ve özgürlük diye değişim arzusunu kendi söz sandığında saklı ve kilitli tuttu. Toplumdaki değişim arzusunu ve başta Kürt sorununun çözümünde olmak üzere tüm demokratikleşme konularını hep daha fazla hegemonya biriktirmek için yalnızca diskur olarak, söylem düzeyinde kullandı. Hegemonyanın devamı Kürt oylarına bağlıydı çünkü. Bu yüzden Tayyip Erdoğan, -sonradan “Afyonlunun sorunu yok mu, Karadenizlinin sorunu yok mu” diyerek çark etse de- 2005 Diyarbakır konuşmaları gibi dönemsel çıkışları ustaca kullandı. Belki de Türkiye siyaset tarihinde değişimi hep vaat eden ama hiç gerçekleştirmeyen, aydınları ve kitleleri en çok oyalayan siyasal parti olma vasfını kazandı! Türk sağının demagoji ve oy avcılığındaki geleneksel karakterini en çarpıcı biçimde sahneleyen iktidar olarak kendi rahle-i tedrisatının başarılı bir temsilini ortaya koydu. Bunun için yeterince dindar, devlette mukaddesatçı ve milliyetçi, ekonomide en vahşi liberalizmin savunucusu ve en önemlisi Kürt meselesinde de iki taraflı-ikiyüzlü bir “idare” siyaseti yürüttü. Öcalan, AKP’yi “yeşil Türk faşizmi” olarak tanımladı. Beyaz Türk faşizmi ise ırkçılığın, Almanya ve Fransa’dan -kısmen İtalya’dan- tevarüs edilen elitist milliyetçiliğin adıdır. Meclis’teki sözcülerinin konuş-
malarında, “Kürtlerle Türkleri eşit gördüremezsiniz” ya da “Dersim’de, Ağrı’da, Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı?” diyen CHP ve Kemalizm’i çok iyi tariflemektedir. Buna karşı İslam maskeli Yeşil Türk faşizmi ise Kürt özgürlük mücadelesini İslam inancını kullanarak batırmakla devlette yeni anti-Kürt politikasının adı olmaktadır. Vaat Siyasetine Devam mı? Günümüzde AKP’nin büyük oranda başkalaştığını ve siyasal gürbüzlüğü nedeniyle iddialarını yitirerek yozlaştığını söyleyebiliriz. Üstelik söz konusu olgunluğa hiçbir toplumsal sorunu çözmeden erişmiş olması “olgunluğun” iktidar yorgunluğu ve kitleler karşısındaki yıpranmışlığını ifade etmektedir. Devlet yönetmeyi, özetle, ne pahasına olursa olsun iktidar kavgalarında ayakta kalmak biçiminde uygulamıştır. Alternatifsiz gibi kendisini sunarak olası toplumsal kıpırdanışları tahkir etmesi ve dahası ezmesi bunun başka bir yönüdür. Bunun için artık geçiş dönemindeki gibi ittifaklar yapacağı bir medyaya ve liberal aydınlara ihtiyacı kalmamıştır. Son yıllarda açığa çıktığı gibi gerçekte yapısal olarak AKP ve Erdoğan, aydınlardan ve düşünceyle, politika ve bilimle ilgilenen herkesten nefret etmektedir. Bunu artık gizleme gereği duymazken, bir politik diskur olarak kullanmaktan da geri durmamaktadır. Medyayı büyük oranda satın alıp geri kalanını çeşitli yollarla etkisizleştirerek her yerden “Büyük Türkiye, 2023 Kutlu yol” gibi AKP sloganlarının duyulmasını sağlamıştır. Liberal aydınları ise tam anlamıyla iğfal etmiş, kentli orta sınıf Türkler karşısında kendisini destekledikleri için mağlup ve mahçup bir duruma düşürmüştür. Yaşanan yeni bir tek parti diktatörlüğüdür. Adına ister ‘Türk siyasetinin tepeden inmeci modernlik anlayışı’, ya da ‘padişahlık rejimi’ diyelim, herkes için merakla beklenen bir hikayenin son demlerini yaşıyoruz. AKP ve Erdoğan hiçbir bağlayıcı hukuka ve dengeye bakmaksızın hoyratlığın siyasetini yürütmektedir. Mesele “van minüt” olayındaki gibi salt popülist çıkışlarla sağlanan oylar değil, bir siyaset etme ve iktidar çılgınlığı olmaktadır. AKP’nin elinde son analizde adına ‘çözüm süreci’, ya da ‘milli beraberlik ve kardeşlik projesi’ dediği “fenomen” dışında topluma vaat edebileceği neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Dışta olduğu gibi içte de iyiden iyiye tecrit olmakta; ittifak kurduğu, bir zamanlar “beraber yürüdüğü” her kişi, kurum veya kesimi tasfiye ederek yalnızlaşmaya doğru ilerlemektedir. AKP ve Erdoğan rejimi, Kürt ulusal probleminin çözümünde ya stratejik barış kararı alarak yeni bir siyasal değişim dinamiği yaratacak ya da çözülüşü yaşayacaktır. Çünkü artık büyük oranda uluslararası siyasetin zıddı yönde geliştirdiği tavırlar nedeniyle gözden çıkarılması daha kolay bir duruma geldi. Birlikte yol yürünemeyecek ve dünyanın ortak küresel eğilimine paralel davranılmayacaksa bir darbe, ayaklanma ya da ekonomik krizde tüm aniden ya da tedrici bir yıkımı yaşayabilir.”2023” hayalleri v.s. bir kenara, yeniden var oluş, son analizde Kürt ulusal sorununun demokrasi ve barış temelinde çözümüne bağlıdır.
ÜLKER İŞÇİLERİ:
“Emek veren biz keyfini süren onlar” Söyleşi: Taylan Kesanbilici
Direnişe başlamanızın nedenlerini bir de sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz? Murat Topal: Ben burada 12 yıldır çalışıyorum. İşyerinde mevcut olan sendika Öz Gıda-İş Sendikası. Bu sendikanın hiçbir yaptırım gücü yok. Patronla işbirliği içinde olan bir sendika. Sıkıntı yaşadığımızda
“...zorunlu mesai yapılıyor ve bunun da bir ölçüsü yok. Mesela çalıştığın makinenin üretimi olsa da olmasa da Cumartesi günü mesaidesin. Çalıştığın makineyi kapatıyorlar, seni götürüp sağda solda çalıştırıyorlar”
“Şükredin ki şu kadar alıyorsunuz.” gibi laflarla bizi şimdiye kadar oyaladılar. İkinci ya da üçüncü bir sendikanın da işyerinde varolabileceğini öğrenince arkdaşlarımızla biraraya gelerek hangi sendikanın daha etkili olacağını konuştuk ve DİSK ile bağlantı kurduk. Onlar bize gerekli yasal bilgilendirmeyi yaptıktan sonra 27 Ekim’de DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası’na geçtik. Geçiş yaptığımız gün işyerimizin İnsan Kaynakları Müdürlüğü’ne dayanışma aidatı vermemiz gerekiyordu. Aidatı vermemizle birlikte çıkışlarımız verildi. Çıkışımız verilirken de bize “Emre itaatsizlik gibi” nedenlerin bulunduğu kağıt imzalatmak istediler. Bunun üzerine “Bize iftira atıyorsunuz, biz bu kağıdı imzalamıyoruz, noterden ihtarname çekip burayı terk ediyoruz” dedik ve çıktık.
Yıllardır gıda ve içecek şirketi Ülker’de çalışan ve daha işe girdikleri andan itibaren Hak-İş’e bünyesindeki Öz Gıda-İş Sendikası’na üye olan işçiler sendika değiştirdikleri için işten çıkarıldılar. Öz Gıda-İş Sendikası’nın işverenle işbirliği içerisinde olduğunu, bu nedenle de sendikal hiçbir haklarının arkasında durmadığını belirten Ülker işçileri bu nedenle Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)’e bağlı Türkiye Gıda Sanayii İşçileri Sendikası (Gıdaİş)’e üye oldular. Üyeliklerini yaptıkları gün ise “Emre itaatsizlik” gerekçesiyle işten çıkarıldılar. Direnişte olan işçilerin bir kısmı geçmiş dönemde AKP’ye oy verdiklerini söyleyerek, AKP ile ilişkisi olduğunu düşündükleri bir sendikanın ve firmanın kendilerini işsiz bırakmasının büyük hayal kırıklığı yaşattığını ifade ediyorlar.
Ertesi gün yeniden içeriye girmedik istedik ama güvenlik bizi içeriye almadı. O günden beri direnişimize devam ediyoruz. Hak-İş bünyesinden ayrılmak istediğiniz dönemde Öz Gıda-İş Sendikası ile görüştünüz mü? Sizi nasıl bir tavırla karşıladılar? Murat Topal: Tabi, sendikayla görüştük, “Siz bizim sıkıntılarımızı gideremiyorsunuz” dedik. Soğuk bölümlerde çalışan işçilere yelek verilmemesi, meslek hastalığından dolayı rapor alan arkadaşlara baskı uygulanması, ameliyat olduğu için korunması gereken arkadaşların daha zor işlerde çalıştırılması gibi sorunları sendikayla görüştük. Bu koşulların düzeltilmesi için uğraşılmadığı taktirde başka sendikada örgütleneceğimizi söyledik. Bunların düzeleceğini söylediler
23
ama düzelmedi, biz de şu anki sendikamıza geçtik.
madığımız sürece koşullarımızın değişmeyeceğini söyledi.
Anlattıklarınıza göre özellikle de işçi sağlığı konusunda önemli sorunlar var. Bunları örenekleyebilir misiniz? Mustafa Çakar: Mesela pirinç patlatma bölümü diye bir bölüm var. Orada çalıştığımız zaman 50 kiloluk çuvalları indirip kaldırıyoruz. Ancak işyeri, yetkili kurumlara “25 kilodan ağır yükümüz yoktur” diye bildiriyor. O bölümde çalıştığımız dönemde bel fıtığı, boyun fıtığı gibi rahatsızlıklarımız oldu. Bundan dolayı meslek hastalıkları hastanesine gittik. Şu anda meslek hastalığım olduğuna dair raporum var. Raporu aldıktan sonra üzerimizde psikolojik baskı kurmaya başladılar ve baskıdan kaynaklı 4-5 aydır ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde tedavi görüyorum. Normalde kanuna göre sendikanın meslek hastalıkları hastanesine göndermesi gerekiyor ama sendika bize “Niye gittiniz?” oraya diyor. Burada çalışan 20-25 yaş arasında bir sürü bel fıtığı ya da boyun fıtığı rahatsızlığı olan gencecik çocuklar var. Ercan Durak: Meslek hastalıkları hastanesinden aldığım rapordan kaynaklı senelik iznim varken, yani senelik izinde gözüküyorken yalnızca sendika değiştirdiğim için benim de çıkışım verildi. Meslek hastalığım olduğuna dair rapor aldıktan sonra haksız bir ceza verildi. Bunun üzerine imalat müdürüyle görüşüp, neden ceza verdiklerini sorduğumda, “Sana rapor veren doktorlara git, ben sağlıklıyım, işimi seviyorum de.” şeklinde yanıt aldım. “Sağlıklı olduğumu nasıl söylerim.” deyince söylediklerini yap-
Sağlık sorunlarına neden olan koşullar haricinde başka ne gibi sıkıntılar var. Örneğin mesai saatleriniz nasıldı? Bilal Cansu: En büyük sıkıntılarımızdan birisi mesai konusunda serbest olmayışımız. Yani normalde burada vardiyalı sistem var. Vardiyanın dışında kalan vakitlerde ise isteğe göre mesaili olunması lazım. Fakat istek bir yana zorunlu mesai yapılıyor ve bunun da bir ölçüsü yok. Mesela çalıştığın makinenin üretimi olsa da olmasa da Cumartesi günü mesaidesin. Çalıştığın makineyi kapatıyorlar, seni götürüp sağda solda çalıştırıyorlar. Pazar günleri de çalışma zorunluluğu gibi bir durum oluştu. Pazar mesaisi normalde zorunlu değil fakat bunu bilmeyenler çok. Diyelim ki seni Pazar mesaisine yazdılar. Sen zorunlu olmadığın için Pazar günü gelmiyorsun ama bu sefer de seni zor bölümlerde çalıştırmaya başlıyorlar. Bayram tatillerinin ise birinci günü izin yapıyorsun diğer tüm günlere mesai yazıyorlar. Gelmeyenler hakkında da savunma alıyorlar. Yani biz biraz daha sesimizi çıkarmasak buraya bir yatakhane kurulacaktı.
24
Herkesin Öz Gıda-İş Sendikası’na üye olması yönünde bir dayatma var mıydı yoksa siz mi tercih ettiniz? Dursun Topal: Fabrikada taşeronundan, memuruna kadar 1500 kişi var, bunun 900 kişisi Hak-İş’e üye. Yani Ülker’de üretim işçisi olanların tamamı üye. Daha işe başlarken “Sendika üyeliğini yap yoksa hiçbir hakkını alamazsın.” diyorlar. Mecbursun,
“Burada işitme kaybına maruz kaldım, bana “Keyfe keder rapor alıyorsun.” dediler. Hepimiz tazminatımızı alıp gidebilirdik. Ama biz de gidersek kim hak arayacak” aksi taktirde işbaşı yaptırmıyorlar. Gidip sendikaya üye oluyorsun, sonra ayda 47 tl para kesiyorlar. Bizden aldıkları parayla bize patronluk yapmasınlar, hakkımızı savunsunlar. Son olarak somut taleplerinizi ve bu direnişle almak istediğiniz sonucu anlatabilir misiniz? Özcan Keleş: Biz şu an 12 saat zorunluluğunu kaldırmak istiyoruz. Çalışma süresi 8 saate düşürülsün. Hem dinlenme vaktimiz olsun, hem ailemize vakit ayıralım, hem de psikolojik olarak rahat olalım. Burada işitme kaybına maruz kaldım, bana “Keyfe keder rapor alıyorsun.” dediler. Hepimiz tazminatımızı alıp gidebilirdik. Ama biz de gidersek kim hak arayacak. Tüm siyasi kuruluşlara ve medya kuruluşlarına çağrıda bulunduk, gelip destek verenlerden Allah razı olsun. İçerideki çoğu arkadaşımız ev kirasından, geçim derdinden kaynaklı ses çıkarmaya korkuyorlar ama onlar da artık bıkmışlar. Türkiye’nin en çok üyesi olan sendikalarından birine üyeydik ama emek veren biz, keyfini süren onlar. Eminim diğer arkadaşlarımız da yanımıza gelecekler, zaten biz kazanırsak onlar da kazanacaklar.
BAZI KİTAPLAR BİR PENCEREDİR:
Bazı Zürafalar A’dan Z’ye bir sözlük... Hakan Tunç Bazı kitaplar size bir şey anlatır, siz başka şeyler anımsarsınız… Peter Zilahy’in Monokl Yayınları’ndan Sevgi Can Yağçı Aksel çevirisiyle çıkan “Son Pencere – Zürafa” kitabı onlardan biri… Bir pencere gibi açıyorsunuz sayfaları. Pencereler pencerelere açılıyor, öylece derinleşiyor. Çevirdikçe türlü türlü havalar geçiyor yüzünüzden. Birdenbire kendinizi Balkan Ekspresi’nde buluyorsunuz. Onun penceresinden dünyaya açılıyorsunuz, bir bahar oluyor, bir yeşil vadiden geçiyorsunuz, sonra bir bozkırdan. Ülkeleri bir bir geçiyorsunuz, insanları, hayatları… Bazen gülümsüyorsunuz manzaraya, bazı bazı asıyorsunuz yüzünüzü. Bazen merakla bakıyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz; bazen dipnotun peşine takılıyorsunuz, birazdan açılacak pencereye heyecanla yöneliyorsunuz. Kelimelerin çizdiği manzaraya, sizi götürdüğü coğrafyaya bakıyorsunuz. İçinden geçtiğiniz yakın tarihin fotoğraflarını, görüntülerini anımsıyorsunuz. Birden kendinizi bir Avrupa kentinde bir meydanda bir direnişte buluyorsunuz. Polisler bir safta, direnişçiler bir safta. Okurken anımsıyorsunuz. Anımsadıklarınız sizi anımsamanın çağrışımlarıyla başka yerlere sürüklüyor. Avrupa’nın ortasını okurken, ülkemizin yakın geçmişindeki Gezi’yi anımsıyorsunuz. Kitap sizi yeniden o ara sokaklara götürüyor, o gazı soluyorsunuz. O gece-gündüz heyecanını anımsıyorsunuz. Biri yanı başınızda düşüyor gibi de siz onu tutup kolundan kaldırıyorsunuz. Bir ara sokağa tanımadığınız biriyle sapıyorsunuz. Kitabın hikâyesi, sizi kendi hikâyenize götürüyor, anımsıyorsunuz. Gözlerinizin perdesinden akıyor kareler. Bu yakınlık, bu bağ tuhaf bir
heyecan duygusuyla sarıyor sizi. Geçmişte kaldı, unutuldu derken anımsadıklarınıza şaşırıyorsunuz. Kendi kişisel eylem-geçmişinize bir yolculuk yapıyorsunuz. “… Yüzün varsa saatin de var demektir. (...) Yelkovan ve akrep, taşıyanın ruh haline göre keyfe keder ilerler. (…) Sokağa çıktın mı eylem zamanını yüzlerden okursun. Birinin yüzüne bak, zamanı anla. Kararlaştırılan anda hiçbiriniz buluşma yerinde olamazsınız ama buluşmayı ummadığınız bir başka yerde illaki karşılaşırsınız.” İşte Belgrad’ta zaman, insan, yaşam ve eylem. Tanıdık geldi mi? Bazıları roman diyor, siz onu yazarın isimlendirdiği gibi Beş Yaşından Büyükler A’dan Z’ye Resimli Sözlük diye bilin, öyle okuyun. A, Macar alfabesinin ilk harfi. Sanıyorum çoğu Latin alfabelerin ilk harfi ya da ben yanılıyorum. İnsan bazen yanılır. Kalabalıklar sokaklara inmiş. Polisler maskelerini takmış yürekleri göğüslerine sığmaz bir şekilde ellerinde kalkanlarıyla bekliyorlar. Polisin korkusunu gördükçe kendi korkumuzu unutuyoruz. “Altın çağ burnumuzun dibindeydi.” Anımsayın Gezi’yi, ruhunu, inanmışlığımızı… B, “Balkan Ekspresi için bir öğrenci bileti, tek gidiş.” Belki dönmeyiz, belki devrim olur, bilet almamıza gerek kalmaz. Sonra Ekspres’in güzergâhındaki kentlere yolculuk ederiz. B maddesindeyiz ya B harfi ile başlayan kentlere ilk uğrarız; Bursa, Batman, Bitlis… Sonra bütün sözler Belgrad’a açılıyor… İncelikli ilginç bilgilerin şehri… CS, “Çolak Macaristan – Sırbistan.” Yaralı
bir at, parça parça bir hikâye, buruk bir hüzün, bir garip duygu… Dz, “Macar abecesinin yedinci harfi.” Macarca’da bu harfle başlayan bir sözcük yok. Bizim “ğ” gibi. Konuşurken var gibi de yazıda yok. É, anaokulunda görkemli bir bahçeyi anımsatıyor, sonra o bahçenin kuytusuna sakladıklarımızı. Şimdi gün gibi anımsadığımız o geçmişe-bahçeye gitsek olduğu yerden çıkartırız kesin kuytuya gizlediğimizi. O bahçeye geri dönüşleri düşünüyor, bu mümkün mü diye, mümkünse o sakladıklarımızı almaya mı gideriz yoksa başka şeyleri de arar mıyız, düzeltir miyiz? F, banyo saati. En atıl zamanı insanın: haber saati. Çocukluğumuzda hep son bulan dizilerden, filmlerden esinle bir gün haberlerin de son bulacağını bekliyorduk, umuyorduk. Savaş, ölüm gibi kötücül haberlerden daha çocukken yılmıştım. … Z, … Belgradlı öğrenciler hayvanat bahçesinde dekanı arıyorlar. İstanbul Üniversiteli gençler de Gülhane’de dekanlarını arıyor. Dekanlık binası önünde toplanmış öğrenciler yerinde bulamayınca dekanı çıkıp Gülhane’de arıyorlar. Ortam gerilim dolu, dekanı bulamıyoruz, Müdür diye bağırıyorlar, müdür müdür! Müdürden ses yok… Okurken gülümsüyorsunuz, yazarın ince mizahi havasını seziyorsunuz. Muzip cümleler sizi gülümsetiyor. İhtimal yazar da çok eğlenmiş, gülmüştür. Hepimiz bazen güleriz kendimize. Kimseler gülmezken güleriz, herkesten çok güleriz. Hep bir sürprizler yumağı, beklenmedik heyecan uyandıran geçişler… Bir incelikli zeka, insanı cihazlara bağlamışlar da cihazlar da kelimelere, sözlere dökülmüş, sözler görüntülere dönüşmüş sanki ve siz onu izliyorsunuz gibi bir bilinç akışı. Bir kişilik bir beyin fırtınası… Kendi kendine konuşarak derinleşen bir sohbet…
Neoliberal Muhafazakar Medya, Ayrıntı Yay., Mart 2015 İktidar sahiplerinin doğrudan haberlere müdahale ettiği, anketleri çarpıtma teşebbüsünde bulunduğu, manşet yazdırdığı, canlı yayınları durdurduğu, gazeteci attırdığı “Alo Fatih” vakaları sıradanlaştı. Hattın diğer ucundaki medya yöneticilerinin ise el pençe divan durduğu görüldü. U. Uraz Aydın, Türkiye’deki yeni medya düzenine ışık tutan bu çalışmada, kendi alanında tereddütsüz bir duruşa ve birikime sahip gazetecilerin ve araştırmacıların analitik bakışlarını bir araya getirmektedir. İster milliyetçi-militarist yönü ister otoriter-muhafazakâr karakteri öne
çıkmış olsun, neoliberalizme ve piyasacı değerlere bağlılığın, Türkiye’de ana akım medyanın değişmez yörüngesini teşkil ettiğini gözler önüne sermekte, üniversitelerde, medyada, toplumsal hayatın tüm alanlarında boğuculuğu kendini giderek daha fazla hissettiren bu döneme bir kayıt düşmektedir. Aydın’ın editörlüğünü üstlendiği kitap, Ragıp Duran, Aydın Çam, İlke Şanlıer Yüksel, Defne Özonur, Göksel Aymaz, Kaan Taşbaşı, İdil Engindeniz Şahan, Artun Avcı ve Emre Tansu Keten gibi akademisyenlerin yazılarından oluşmaktadır.
25
SHARUNAS BARTAS’TA MEKAN VE KARAKTER:
‘Few of us’ta kısa bir yolculuk Abdulcebbar Avcı
1996 yapımı Litvanyalı yönetmen Sharunas Bartas’ın “Few of Us” filmi, çerçevesi, karakterleri, mekânı karaktere dönüştürmesi -mekân bezemesi- yalınlığı ve kompozisyonuyla istikrarın uçlarında bir örnek. Bartas’ın Few of Us’ında yer alan oyuncuların (Yekaterine Golubeya, Piotr Kishteev, Sergei Tulayev) rolden uzak halleriyse çerçeve içinde tam da olması gerektiği gibi konumlanmakta. Sharunas Bartas, insan manzaraları ile doğayı iç içe geçiren Few of Us’da, resim ve şiirsel olanın duruluğunu sinemada kendine has yöntemlerle birleştirmektedir; Bela Balazs’ın resim için söylediği, “resim, doğayı aslına sadık kalıp fotoğraflayarak kopya etmemekle sanat haline dönüşür,” sözünü vücuda getirirmişçesine. Bartas’ın doğası da insan ruhiyatıyla birleştiği noktada üslubun devreye girdiğini görür seyirci. Coşkuyla paramparça… ve hikâye * İnsanların -küçük, kapalı bir toplulukkıstırılmış, dağınık manzaraları ve gökten
26
bakışla gelen planlar. * Sahneye kucak açan Yekaterina -diğerlerinden farklı-; mevsimleri,değişimi, ifadeleri ve sessizliği her adımında yoklar. * Bartas’ın planlarında izolasyon ve alkolün pençesindeki topluluk dikkat çeker. Andrey Zvyagintsev’in son filmi Leviathan ya da Bela Tarr’ın genel izleği olan yokluk öğelerini onda da görmek mümkündür. * (Sovyetlerin dağılışının ardından...) Yekaterina küçük bir topluluk olan Tofalar’ı ziyaret eder. Ren geyikleri, Tofalar, kuzeyin soğuğu çerçeveye takılır. Statik çalışan yönetmenin çerçevesindeki şiirsel formu kendine has betimleme yöntemi takip eder. Sharunas Bartas’ın g’öz’/ü İnsanın biriken her yanı, bir çerçevede sonunda açık edecektir öz olanı. Film için,karakterlerin zaman eşliğinde öz olanı açık ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bir el öyle hareket eder, bir beden ancak o kadar tepkisiz kalır, bir nefes dumanla ancak o kadar harmanlanır ve insan/lar anlamı g/öz de ancak çerçeveye yansıdığı
kadarıyla barındırır. Bu örnekler gösteriyor ki aslında gerçek unsurlardan hareket kazanan Bartas, yine bu unsurların estetik sürecini sağlıklı bir ilerlemeyle ve olduğu gibi bırakarak tamamlıyor. İç içe, ancak paramparça… Ruhun köşelerde olmadığının örneğidir Few of Us. Sahuranus Barthas’ın istikrarlı kompozisyonuyla resmin dokusu sinemaya tam olarak yansır. Her plan ayrı incelikle, her sahne bu incelikleri derleyen bir nitelikle -biçimsel olarak- karşılık bulur. (Koridorius’da olduğu gibi-The Corridor/1995/Sharunas Bartas-). Onun, mekân ve insanı bu denli birleştiriyor oluşu da yine bir yerde küçük bir toplulukla verilir. Tabii bu sadeleştirme eğer ki birleştirilirse genel için de besleyici olacaktır. Kieslowsky hiçbir zaman çok iyi olmadı… Bartas’ın mekanları, Krzysztof Kieslowski’ nin “I’m so so”da betimlediği manzaralar gibidir. Kieslowsky, “Yaşadığımız dünya çok iç karartıcıydı. Siyah-beyaz değil, sadece siyahtı. Ya da daha doğrusu, gri…” der. Evet, olduğu gibi gözlemlerini yansıtmayı tercih eden bir topluluğun bakış açısının yansımasıdır bu söylem. Yansıma da genelgeçer bir şey değildir. Sanatın temelidir -biçimsel olarak da kavramsal olarak da-. Yine bu bahsedişi Koridorius’la bütünlemek de mümkündür: “Sinema okulunun bulunduğu Lodz’da durum böyleydi. Lodz fotojenik bir şehirdi. Çünkü aynı bu yer gibi kirli ve yıkık döküktü, ama eksiksiz bir şehirdi ve bir şekilde tam bir dünyaydı. İnsanların gözleri Lodz’un duvarlarına benzerdi.” Yaşamayan mekânlarda insanlarla çerçeve oluşturmak. Evet! Burada karakterler
var ve bir sahne başlayacak demek değil midir? Ve bir dönemin atmosferini, kompozisyonunu geldiği yeri bilen bir insan olarak gözlemlerini derleyerek anlatmayı sürdürür: “Gözlerinde dramatik bir anlamsızlık olan,yorgun,üzgün suratlar. Aynı yerde tepişip hiçbir yere varamadan tükenen yaşamlar.” Yaşamın özü… Tıpkı Bartas’ın karakterlerinin döngüsü gibi; diyaloğun eksik kaldığı mekânlarda görüntüye eşlik eden atmosfer sesiyle adeta doğaya adapte olmaya çalışan, ancak travmatik süreciyle bölünmüş insanlar ve baş başa bırakan -bizleri- yönetmen… Sadeleştirme Kurgusal sürecin bir üründe ya da bir eserde dışta tutulması ne derece mümkündür? Zihin kurguyu reddettiği an zaten kurgusal bir sürecin içine girmiyor mu? Tüm bunlarla beraber Barthas’ın “Few of Us”ında belki de ortada olan herhangi bir şeyi/leri en yalın haliyle aktarım söz konusudur. Bu yalın duruş, gözlemin işlenme süreci ve doğrudan temasla adeta sadeleşmiş biçimde sunulur. Gözleyen ve gözlemi paylaşacağı topluluk: sanatçı-alımlayıcı, yalnızca bir parçanın temsili olmuştur. Rol yapmayı bıraktığında oyuncu olan kadın Yekaterine Golubeya Yekaterina Golubeya, kendisine yabancı bir topluluğun içine atılmış herhangi bir temsil olarak karşımıza çıkar ve bu ortada-arada-dipte takılı kalan yaşamlarla kol kola gezer. Bir oyuncu gibi sahne için plan çekilirken rolünü hakkıyla yerine getirmez; o anı yaşar ve oyunculuğunu rolden uzak, süslemeyi dışta tutarak hissettirir. Yokluk... Bir hikâye heba edilmek isteniyorsa o halde alımlayıcı sömürülmelidir. Bu şekilde çift yönlü bir kayıpla seyirlik ürün elde edilmiş olacaktır; tabii alternatif durumda bunu yıkmak da mümkündür. Bela Tarr, “politik sinema yapıyorum” demek yerine, “insanların sefaletini anlatmanın politik bir duruş olduğu” vurgusunu yapar. Bir başlıkla hareket etmez ve çerçevesini özgürce; zihninde, metninde betimleyerek sahnelerini düzenler. Bunun gerisine gidecek olursak da tıpkı Bela Tarr’ın “Torino Atı”nda olduğu gibi, “Vincent van Gogh’un yoksulluğu resmettiği başta gelen eseri Patates Yiyenler(1885), fakir köylülerin sefaletini sanatın konusu yapma yolunda tutkulu bir çabadır.” Onun öncesinde de Barok dönemde bu sefaleti anlatma -gördüğüne ‘sanatçının gözlemine’ borç prensibi devam etmiştir. Tarihsel süreçte Caravaggio, onu takiben Anthony van Dyck, günümüze yaklaştıkça Guisseppo Pellizza da Volpedo bu gözlemlerinden yansımaları sürdürmüştür. Olan biteni anlatmak sinemaya bir ‘mucize’ sunup insanların sefaleti üzerinden ürün oluşturmaktan her daim öte bir tutumdur. İnsanları yorup, çelişkilerden uzak
tutup duygusunu sömürmek sanatın özüne aykırı değil midir? Tüm bunlara rağmen Aristoteleşçi-poetik bakışla sinema üretimine devam eden ve bu şekilde endüstriye katkı sunan çoğunluk dışında arada da olsa insanların duygularını hedef almadan iş üretebilenler ortadadır. Burada “duygu”dan kasıt şudur: Sinematografik olan, kompozisyon, görüntüyle ya da metinle elde edilen duygulanım süreci.Hikâye dokusunda üreticinin sinemanın temel fonksiyonlarından pek çoğunu dışta tutarak seyirlik malzeme oluşturması üzerinde durmak. Sharunas Bartas karakterleriyle göz önündedir. Ressam hissettirirse hareket başlar ve yaşar; sinematografik olan hissettirirse hareket sonlanır ve yaşar. Sharunas Bartas mekânlarıyla “Few of Us”ın doğasıyla insanı iç içe geçirerek hem insanın/ların sıkıntılarını hem de doğada kendine kalışını tek çerçevede vurgular. Bartas’ın sineması hareketli resmi çağrıştırır; hatta çağrıştırmaktan öte yalnızca görüntünün aktığını -bir film izlediğimiz için- hissederiz. Her planı bir tablo, her sahnesi insanın yaşantıladığıyla -yansımasıyla- monologu gibidir. Mekân ya da Bartas’ın dökük mekanları Mekân ve karakteri iç içe geçirmek sinemanın dokusu için temel parçadır. Bartas’ın dökük mekânları, doğa içinde insanları yok
ettiği planları aslında görünenin süslemeye tabi tutulmadan yansıtılmış halidir. Bela Balazs’ın cümlesi bu noktada kapsayıcı olacaktır: “Bir sanat yapıtında önemli olan bütün görüntünün tek bir ruhtan yaratılmış olması ve bir hikâyenin içinde geçtiği doğa ve çevreyle aynı havayı solumasıdır. Filmde doğa, tıpkı bir romanda geçen yerin tasviri gibi onun organik bir bölümüdür.” Diyalogsuz akışta Bartas’ın mekânları aslında cümleleri sıralar ve betimlemesi açısından bu sağlıklı tamamlamayı sağlar. Yine Bela Balazs, “İyi bir filmde,bir sahnenin niteliğini,içinde geçtiği yeri gördüğümüzde anlayabilmeliyiz.Sinema olayın geçtiği yeri,canlı bir ruh, dramanın içinde devinen bir karakter gibi sunabilecek, henüz fazlaca kullanılmamış şiirsel bir imkâna sahiptir,” der. Sinemanın akademik temele oturmasını arzu eden Bela Balazs’ın vurgularını gerçekleştiren pek çok yönetmen olmuştur, tıpkı Sharunas Bartas gibi. Yararlanılan Kaynaklar Balazs, Bela. Görünen İnsan ya da Sinema Kültürü. Çeviren: Kasap, Oya. İstanbul: Say Yayınları. (2013). Jones, Jonathen. Sanat Servet, Sefalet. Çeviren: Altın, Nur Altınyıldız. (http:// www.e-skop.com/skopbulten/sanat-servetsefalet/2271). (Erişim Tarihi: 18.01.2015). Krzysztof Wierzbicki’nin “Krzysztof Kieslovski: I’m so so” belgeseli. (1998).
27
“FAKAT MÜZEYYEN BU DERİN BİR TUTKU”
Sinemanın konuşmayan kadınları Fatoş Usta
“Erkekler kadınları seyrederler, kadınlar da seyredilişlerini seyrederler.” J. Berger (Görme Biçimleri) Feminist Sinema üzerine çalışmalarıyla bilinen Anneke Smelik, bugün Türk sinemasında da önemi anlaşılmış olan kadın yönetmen konumunu, feminizmin tarihsel bağlamı gereği yarattığını ileri sürer1. Bu yaklaşım, yaratılması gerekenin kadın yönetmenle sınırlı olmayıp kadın izleyici, gerçek kadın karakterler, kısacası sinemada kadın bakışını gösterecek şekilde genişletilebileceğini içermektedir. Smelik, feminist film derken de yalnızca kadınları konu edinen ve kadınlar tarafından çekilmiş filmleri kast etmediğinin altını çizmekte, temel meselenin yaratılan kadın imgesi ile alakalı olduğunu belirtmektedir. Böyle bir film pekala her meseleyi konu edinebileceği gibi, bir kadın yönetmenin elinden çıkmamış da olabilir. Fakat cinsiyetler arası asimetrik ilişkiye dair farkındalık sergilemek ve kadın temsilinin bir kurgudan, erkeğin ötekisi/
28
erkek olmayandan öteye geçmesi hedeflenmelidir. Özellikle Hollywood sinemasında ağırlıklı olarak ‘ideolojik anlam yüklü’ kadınlık klişeleri ile bir yanlış bilinç edinildiğini belirten Smelik, sinemada gerçek kadınların gerçek hayatlarının gösterilmesi ile kadınlığa dair egemen kurgunun bozulabileceğine inanır. Çiğdem Vitrinel, 2012 yılında çektiği ilk uzun metraj filmi Geriye Kalan ile Türk sinemasında kadın yönetmen eksikliğini gideren yönetmenlerden biri olmuştur. Geriye Kalan, evli bir erkekle ilişkisi olan Zuhal ile söz konusu erkeğin karısı, Sevda arasında ahlaki yargılara varmaksızın, kadınlık halleri, tutku, cinnet, arzu, kıskançlık, kimi zaman ise sadece var olma mücadelesi hakkında söz söyleme derdi olan; kısaca gerçek kadınların gerçek hikayalerini dert edinen bir film. Son birkaç yıl içerisinde aynı çerçevede değerlendirebileceğimiz önemli filmler yapıldı. Bunların arasında Erdem Tepegöz’ün yönetmenliğini üstlendiği Zerre, Yeşim Ustaoğlu’nun Araf, Pelin Esmer’in Gözetleme Kulesi, Belmin Söylemez’in ilk
uzun metraj filmi Şimdiki Zaman ve Zeynep Dadak – Merve Kayan’ın elinden çıkan Mavi Dalga sayılabilir. Bu filmlerin hepsinin üslubu birbirinden farklı olsa da, ortak bir noktaları var; eşine Türk sinemasında pek rastlamadığımız gerçeklikte karakterler yaratmaları. Filmin ana kadın karakterlerinin hayatlarına dolaysız dahil oluyoruz. Konuşan, çalışan, yaşayan, sevişen, ölen, kısacası bildiğimiz hayatı yaşayan bu kadınlar, özellikle Türk sinemasından aşina olduğumuz şeytan ya da hanımefendi; Yeşilçam’ın çok sevdiği evinin kadını ya da pavyon şarkıcısı sınıflandırmalarının ötesinde bir konuma sahip. Cinsiyete dair ayrımlar bu kadar kaba ve basit iken dişil öznenin ısrarla anlaşılması, anlatması güç, karmaşık bir canlı olarak kurulması da sinemadaki kadın temsilinin alışılagelmiş özelliklerinden birini teşkil ediyor. 2014 yılının son günlerinde vizyona giren, Çiğdem Vitrinel’in ikinci uzun metraj filmi Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, 1995 yılında yayımlanan İlhami Algör’ün aynı adlı romanından esinlenerek çekilmiş2. Film, dağınık bir evin ayrıntılarına odaklanarak başlıyor. Eşya, onunla yaşayanlara sadece ruh hali ile ilgili değil kim olduğu ile ilgili de çok şey söyler. Arif onun olmayan bir evde, kanepede uyumaktadır. Sigara izmaritleri, kağıt, kalem ve karalamalar onun bir yazar olduğunu ele vermektedir. Eve gelen sevgilisi ile kısa diyalogları sonucu, henüz çok vakit geçmemişken Arif’e dair tüm bilgileri ediniyoruz. Ardından bir otel odasına yerleşiyor. Otelde yaşayıp, yayımlanmayan kitaplar yazıyor, geceleri dj’lik yaparak hayatını kazanıyor, öğlenleri Beyoğlu’nda bir kahvede oturup diğer erkeklerle birlikte kadınlar üzerine genelleme yüklü varsayımlarda bulunuyor. Filmin en çok kendini ele veren sahnelerinden bir tanesi de bu; kahvehanede bir grup erkek ideal bir kadının nasıl olması gerektiği üzerine ahkâm keserken, tam da ‘nefes alsa yeter’ aymazlığına ulaştıkları noktada Arif, Müzeyyen’i görü-
yor. Etkisine kapılıp ardından sokak sokak yürümesi için onu tanımasına gerek yok; yüzünü filmin sonuna kadar dönmeyen ama Müzeyyen olduğundan emin olduğumuz bu kadın, gizemli bir peri gibi yaratılmış ve iki farklı sekansta büyüsüyle Arif’i peşine düşürüyor. Bilhassa, hayranlıkla kısa bir süre takip etme sahnelerinin gerçek mi yoksa rüya mı olduğu son derece muğlak; fakat filmin geri kalanına da bir dereceye kadar bu belirsiz, süslü ve aynı zamanda tesadüflerle bezeli mizansen havasının hakim olduğunu söylemek mümkün (diyalogların belli bölümlerde duvarlara yazılması da buna dahil). Müzeyyen ise tam da bu mizanseni tamamlayacak bir karakter olarak yerini alıyor. Biraz abartalım, Müzeyyen hakkında bildiğimiz şey şu: ‘Müzeyyen gibi kadınlar sevilir, kıskanılır.’ Onun hakkında bilebildiklerimiz ilerleyen sahnelerde bundan en fazla bir adım öteye geçebiliyor. Kısa bir süre içinde onun evinde yaşamaya başlayan Arif de bizden iyi durumda değil; zaten cinsiyet fark etmeksizin seyircinin özdeşleştiği tek kişi Arif. Filmin ilk sahnesinde hakkında her şeyi öğrendiğimiz bu ‘basit’ adamın aksine Müzeyyen hakkında hiçbir şey öğrenemiyoruz. Bu onun ‘kapalı kutu’ bir karakter olmasından değil, sokakta merakla peşine düşülen ‘gizemli masal karakteri’ özelliğini hiç yitirmeyecek şekilde resmedilmesinden kaynaklanıyor. Arif o yokken çekmecelerini kurcalar, onunla ailesinden hayatta kalan tek kişi olan anneannesini ziyarete gider, iş yerine uğrar; fakat Müzeyyen bu, sadece sevilir, peşine düşülür ama asla anlaşılmaz! Biz de Müzeyyen’i ka-
lın bir perdenin ardından, Arif’in gördüğü kadar görüyor, dolaplardan ufak bir ipucu çıksın diye merakla bekliyoruz. Evden, patrondan, anneanneden çıkmayan ipuçları, bir restoran tuvaletinde kafa kafaya vermiş Müzeyyen mağduru iki erkekten çıkıyor. Hayatlarından çıkıp gitmesi de tıpkı varlığı gibi gizemli olan Müzeyyen sevilir sevilmesine de ardında bıraktığı tuvalette gizlice sigara içen, büyüyememiş, çocuk kalmış koca adamlar, görmekten bıktığımız klişeler arasında yerini alalı hayli zaman oluyor. Feminist sinemanın öngörülerinden biri de şudur: Anlaşılmaz olanı çözmek eril bir arzudur; çünkü dişil özne gizemin ta kendisidir. Bundan yola çıkarak da ana akım romantik filmler hep aynı soruları sormaktadır: “Kadınlar ne ister?”, “Erkekler ne söyler, kadınlar ne anlar?” (iki soru da farklı Hollywood romantik komedilerinin Türkçe adıdır aynı zamanda!) Kısacası kadın sorulandır; bağımsız bir özne olarak kurulmadığı için de hiçbir zaman yanıt alınamayandır. Müzeyyen karakterini sorunlu kılan da bu; ona yöneltilen hiçbir soru yanıtlanamıyor, akılda kalacak bir replik olarak duvara yansıyor sadece. Filmin görsel gücünü pekiştiren bu ayrıntı, anlaşılamayan dişil özne sorunsalını örtmüyor elbette. Müzeyyen gibi kadın nasıl kadındır, kimse bilemedi. Bu bilinmezlik, aniden çekip giden Müzeyyen’in yine gizemli bir şekilde sahilde belirmesiyle de pekiştirilmiş oldu. Sonuçta en ‘akıldan yana’ yolu seçip, sevmediği biriyle düzenli bir hayat kuran Arif’in yanında Müzeyyen, tam da masalların bir görünüp bir kaybolan mistik canlıları gibi duruyor ve hatta sahil-
de otururken birden eteklerini toplayıp ağır adımlarla engin denizlerin ortasında kaybolup gidecek endişesi yaratıyor. Bu da olan biten her şeyi ‘belki de Arif’in bir rüyasına tanık olmuşuzdur’ seviyesine taşıyor. Müzeyyen bu bağlamda bir rüya olabilir. Eğer istersek anlatılanlar bir masal da olabilir. Yine de Müzeyyen, Çiğdem Vitrinel’den beklentilerimizi karşılamayan, bir ana akım film karakteri olmaktan öteye gidemiyor. Mavi Dalga’nın yönetmeni Zeynep Dadak bir röportajında3, 90’lar sonrası Türk sinemasında üzerinde en çok durulan şeylerden birinin ‘kadınların sessizliği’, kadın karakterlerin konuşmaması olduğunu, kendisinin Mavi Dalga’yı çekerken konuşan kadın karakterler yaratmak istediğini belirtmişti. Bu bağlamda değerlendirirsek, Müzeyyen o konuşan kadın karakterlerden biri gibi kurgulansaydı hem bu derin tutku, hem oyuncuların gücü hem de yönetmenin başarısı asıl yerini bulmuş olurdu. Notlar [1] Anneke Smelik, Feminist Sinema ve Film Teorisi (Ve Ayna Çatladı), Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008. [2] Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku hakkındaki eleştirilerimin tamamı film ile ilgilidir. Romanı okumadığım için eleştirimi filmle sınırlı tutuyorum. [3] http://www.5harfliler.com/mavi-dalga-zeynep-dadak-merve-kayan-roportaj/, ziyaret günü: 25.12.2014
29
DÜNYA YÖNETMENLERİNİN GÖZÜNDEN
Sinemada edebiyat uyarlamaları Rıza Oylum
Edebiyat, sinemanın başlangıcından bugüne sinema için en yakın sanat disiplini. Son yıllarda bu iki sanat dalının kopmaz bağlarına yeni halkalar eklemlenmeye devam ediyor. Joe Wright’un 2005’te çektiği Aşk ve Gurur, 2007’de Ian McEwan’ın romanından uyarladığı Kefaret ve 2012’de çektiği Anna Karenina yorumu büyük ses getirdi. Tom Hooper’ın çektiği Sefiller’in 2012 yorumu ise festivallerde büyük beğeni topladı. Ejderha Dövmeli Kız’ın David Fincher ve İsveçli yönetmen Nils Arden Oplev yorumlarını da sayarsak, listenin giderek uzadığını söyleyebiliriz. Georges Melies’in 1902’de Jules Verne’nin Voyage dans la Lune romanını sinemaya aktarmasıyla başlayan edebiyat sinema ilişkisinin yüz yıllık tarihine baktığımızda; eserleri en çok sinemaya uyarlanan ismin Shakespeare olduğunu görürüz. Başta Romeo ve Juliet olmak üzere, usta tiyatro yazarının bir çok eseri beyaz perdeye taşınmış. Tolstoy, Dostoyevski, Gorki, E.Hewinghway, Turgenyev, Wirginia Woolf, G. Garcia Marquez, J. Steinbeck, Goethe, J. London, Kafka gibi klasik yazarlar ve James Michener, Stephen King, Danielle Steele gibi popüler yazarlar yönetmenlerin her zaman eserlerine ilgi gösterdiği isimlerdendir. Edebiyattan besleniyorlar mı? edebiyatı kullanıyorlar mı? Ünlü film eleştirmeni Andre Bazin sinema edebiyat ilişkisinin köşelerini çizerken; “iyi bir uyarlama eserin özünü ve sözünü yeniden kurabilmelidir”der. Dünya sinemasında edebiyat eserlerinin “özünü ve sözünü” yeniden kuranların yanında onları kullanacak bir metin gibi görenler de olmuştur. Sözgelimi Savaş ve Barış ile Karamazof Kardeşler’in Amerikan sinemasındaki yorumlarına baktığımızda roman örgüsünün yüzeysel bir biçimde işlenmiş olduğunu, romanların temel tezlerinden bağımsız kurgulandıklarını, aşk, macera gibi temalar üzerinden ticari bir adaptasyon yapıldığını görebiliriz. Buna karşılık Sovyet yorumunda ise -özellikle Savaş ve Barış’ı sinemaya uyarlayan Sovyet yönetmen Bondarçuk’un yorumunda- dönem dekorla-
30
rına önem gösterilmiş, roman neredeyse satır satır estetik kaygılar güdülerek sinemaya aktarılmıştır. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının usta yönetmenlerinden Luchino Visconti ise Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ini sinemaya aktarmış. Yönetmen, Beyaz Geceler’i özgün bir Visconti filmine dönüştürebilmiştir. Bazı ülke sinemalarının edebiyatla kurdukları ilişki öteki ülkelere göre daha fazla olabiliyor. Sözgelimi Sovyet sinemasının edebiyatla kurduğu ilişki adeta Sovyet sinemasını karakteristik bir özelliği olacak kadar fazladır. Altmışların sonuna doğru Sovyet iktidarı eski baskıcı günlerini hatırlatmaya başladı: Film sansürleri, yasaklamalar, meslekten menler yeniden yayıldı. Bu durum Sovyet yönetmenler için tam bir soğuk duş etkisi yaptı. Bu durum yönetmen ve senaristleri çeşitli imgeler kullanmaya itti. Böylece edebiyat uyarlamalarının önemi artmaya başladı. Sovyet gerçekçiliği edebiyat uyarlamalarında kendini gösterdi. İhtişamlı kostümler, gerçekçi dekorlar, ayrıntılı diyaloglar, ticari kaygılardan uzak senaryolar bu filmleri de estetik olarak oldukça başarılı hale geti-
riyordu. Sadece Rus klasikleri değil, Batı klasikleri de Sovyet sinemasında kendine yer buluyordu. Cervantes’in Don Kişot, Shakspeare’in Hamlet ve Kral Lear bu uyarlamalardan bazıları. [1] Yönetmenler gözünden Sovyet sineması dışında dünya sinemasında bir çok yönetmen edebiyat uyarlamalarını kendi sinema dilini oluşturmada önemli bir beslenme kaynağı olarak görüyor. Sözgelimi Japon yönetmen Akira Kurosawa’dan bahsedebiliriz. 1951’de Dostoyevski’nin Budala romanında uyarladığı Hakuçi’yi, 1952 yılında İkiru’yu çekti. 1985’de Shakspeare’in Kral Lear oyunundan uyarladığı Ran filmini çekerek sinema tarihinin sayılı yönetmenlerinden biri olduğunu bir kez daha gösterdi. Batı klasiklerini Japon tarihi ve kültürüyle harmanlayan yönetmen, epik şaheserler çıkarırken ülkesinde Japon kültürünün dışına çıktığına yönelik çok yoğun eleştiriler de alıyordu. Buna karşılık bir yönetmen olarak en önemli beslenme kaynağını her zaman dünya klasikleri olduğunu belirtiyor; İyi bir senaryo yazabilmek için büyük yazarların roman ve oyunlarını okumak gerekir. Bunların neden büyük olduklarını düşünmeniz senaryo yazmanızda yararlı olacaktır. Okurken duygularınız yoğunlaştığında durup bunun nedenini düşünmelisiniz. Boş bir bellekle hiçbir şey yapmak olası değildir. Bunun için çok genç yaşlarımdan itibaren okuduğum kitaplarla ilgili notlar aldığım bir defterim var. Her kitap için kendi düşüncelerimi ve hangi bölümlerin neden beni etkilediklerini yazarım. Bu defterlerden yığınla birikmiştir. Yeni bir senaryo yazacağım zaman onları gözden geçiririm. [2] Dünya sineması edebiyatı merkezine alan, ondan etkilenen saygın yönetmenlerle doludur. 2011’de çektiği Faust uyarlamasıyla Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan Ödülü’nü alan Rus yönetmen Sokurov; birincil kaynağım edebiyat ve edebiyat eserleri oldu. Esasında benim büyüdüğüm dönemde ve gençliğimin ilk yıllarında Rusya tiyatrosunda tiyatro altın dönemini yaşıyordu. Dostoyevski,
Stanley Kubrick, Otomatik Portakal Çehov, Tolstoy gibi edebiyatçıların eserleri radyo tiyatrosu şeklinde yayınlanıyordu ve ben bunları hayranlıkla dinliyordum. İlginç bir itiraf olacak ama ben sinemayla gerçek anlamda oldukça geç tanıştım. Önceden benim gönlümde yatan tiyatro ve ağırlıklı olarak edebi eserlerdi. Sinema çok uzun zaman sonra benim için edebiyata rakip olmaya başladı. [3] Diyerek edebiyatın kendisi üzerinde ki hayati etkisini belirtmekten çekinmiyor. Edebiyat; sinemayı etkileyen, dönüştüren güçlü ve köklü bir sanat dalı olsa da sinemanın kendi kuralları ve kendine ait farklı bir dili var. Sokurov bu ayrımı ve sinemanın buyurgan tavrını da bir yönetmen olarak oldukça zekice eleştirmeyi de ihmal etmiyor; İlk kez sinemaya gittiğimde büyük baskı altında ve eziyet çekercesine kendimi farklı bir ortamda hissettim. Çünkü burada yönetmenin totaliter tutumuyla karşı karşıya kalmıştım. Kendi fikirlerini bana empoze etmek için bilincime, duygularıma ve aklıma baskı yapıyor diye düşünmüştüm. Edebi eser okuduğunuzda bunu hayalinizde canlandırıyorsunuz, orada özgürsünüz. Bir radyo tiyatrosu dinlediğinizde yine sizin hayalinizde canlandıracağınız çok şey oluyor. O eseri yazan sanatçının yazdıklarına kendiniz de bir ölçüde bir şeyler katabiliyorsunuz. Hâlbuki ki film izlediğimde sinemanın bana bir paket olarak sunulan bir ürün olduğunu “Bunu böyle alın” diye bir zorlama yapıldığını hissettim. İste bu nedenle ben sinemayı dünyadaki büyük tehlikelerden biri olarak değerlendiriyorum. Çünkü sinema görsel bir ürün olarak sunuluyor ve izleyicinin iradesi gündeme geliyor. Mesele bir yönetmen eserinde Nazi’leri savunabilir ve bunu ikna edici bir yöntemle izleyiciye empoze edebilir. Bolşevik bir fikir öne sürebilir veya son derece saçma bir fikri doğruymuş gibi izleyicisine ulaştırabilir. İste bunları söylememdeki asıl gaye izleyicinin iç dünyasındaki özgürlüğü izleyiciye bırakabilmek. Bir sinema yönetmeni izleyicinin bu iradesini felç edebilir ve onu hiç istemediği bir yöne sürükleyebilir. [4] Sokurov’un; edebiyatın zenginliğinin, hayal gücünü besleyen derinlikli yapısı-
nın sinema karelerine sığmayacağı iddiasına katılmamak elde değil. Biraz daha ileri giderek edebiyatın sinema diline uymayacağını, sinema dilini besleyemeyeceğini düşünen usta yönetmenler de var. Yunan yönetmen Angelopoulos, çektiği şiirsel filmlerden sonra çok karşılaştığı edebiyat sinema ilişkisi üstüne sorulan bir soruya cevap verirken iki sanat dallının birlikteliğindeki açmazlardan bahsetmiş; Bir kitabı hele sevdiğiniz bir kitabı özgün tat ve niteliğini kaybetmeden uyarlamanız imkânsızdır. Büyük romanların başarılı bir uyarlamasına henüz rastlamış değilim. Filme dönüşecek en iyi romanlar bence gerilim romanlarıdır. Ya da ikinci sınıf edebiyattır. Örneğin Orson Welles sırdan bir polisiye hikayeyi almış ve onu Touch of Evil’le bir başyapıta çevirmiştir. Bu tür örnekler çoktur, mesela Godard’ın filmleri. Ben şu anda polisiye bir hikâye yapmak istemiyorum gerçi, ama Malraux’n İnsanlık Durumu ilgimi çekmiyor değil Yine de beyaz perdeye aktarıldığında eserden bir şeyler kaybolacağına eminim. [5] Yönetmenle yazarın dünyasının örtüşmesi, yönetmenin kendi sinema dilini kurarken yazarın anlatmak istediğinin farkına varması yazar-yönetmen birlikteliğinin güzel örneklerinin sergilenmesini de sağlayabiliyordu. Yönetmenle yazarın dünyasının uygunluğunun en güzel örneklerinden biri Rus yönetmen Nikita Mikhalkov’un Çehov’un öykü motiflerini etkilenerek kendi sinemasını oluşturmasında gösterebiliriz. Çehov öykülerini sinemaya aktaran yönetmenin kendi senaryolarından çektiği filmlerde de Çehov havası hâkimdir. Son filmi Güneş Yanığı 2’de inanç kavramını öne çıkarıp muhafazakâr öğeleri filmin merkezine taşıdıysa da eski filmlerinde Çehov etkisi belirgindir. Tarkovski’nin günlüğü de çekmek isteyip çekmeye vakit bulamadığı edebiyat uyarlamalarının isimleri ve çekim ayrıntılarıyla doludur. Sinema Edebiyat birlikteliğinin ses getrimiş önemli örneklerinden bir kaçını sıralamak
gerekirse; Deniz Feneri / Colin Gregg (Virginia Woolf’un eserinden), Gülün Adı / J. Jacques Annaud (Umberto Eco’nun eserinden), Şato / Michael Haneke (Franz Kafka’nın eserinden), Otomatik Portakal / Stanley Kubrick ( Anthony Burgess’in eserinden), Germinal / Claude Berri (Emile Zola’nın eserinden), Gazap Üzümleri / John Ford (John Steinbeck’in eserinden) uyarlamalarını sayabiliriz. Etkileşim yön değiştirdi Edebiyat-sinema ilişkisinin köklü bir tarihi var. Sürekli tartışılan, irdelenen bu ilişkinin uzun süre etken-edilgenlik düzeyinde devam ettiğini söyleyebiliriz. Edebiyat; yıllanmış, yüzyılları aşan birikimiyle bu son sanat dalı olan görsel dünyayı şekillendiren, dönüştüren, besleyen etken bir güçtü. Sinema da edebiyatın markajından uzun süre kurtulamayan, edebiyatın kudreti altında dönüşen edilgen bir sanat dalıydı. Sokurov’un edebiyat kadar derinlikli ve hayal gücünü besleyici değil eleştirisi son derece haklı ve yerinde olsa da sinemanın yaygınlığı ve baskınlığı artık edebi metinleri de dönüştürmeye başladı. Artık bu etken-edilgenlik ilişkisinin yön değiştirmeye başladığını söylemek mümkün. Artık sinema edebiyat eserlerine yön veriyor. Bu çağın edebiyatı daha görsel daha kısa metinlerden oluşuyor. Gülten Akın’ından alıntılayıp Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya desek teşbihte hata etmiş olmayız sanırım.
[1] Oylum R. (2011)”Rus Sineması”, Başka Yerler Yayınları, İstanbul s.24 [2] Oylum R.(2012), “Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri”,Başka Yerler Yayınları, İstanbul s.17 [3] Oylum R.(2012) ,s.104 [4] Oylum R.(2012),s.104 [5] Oylum R.(2012),s.38
31
CUMHURİYET SPOR MÜDÜRÜ ARİF KIZILYALIN:
“İktidar sporu tamamen etkisine aldı” Söyleşi: Fatih Atlay 2014 yılı spor gazetecileri için de zor bir yıldı. Muhabirlere yönelik saldırılar, köşe yazarlarını hedef göstermeler devam etti. Ayrıca foto muhabiri Erkan Koyuncu da iş cinayeti kurbanı oldu. 2014 yılını değerlendirerek başlayalım. Sizce nasıl bir yılı geride bıraktık? Spor toplumun aynasıdır. Ülke genelinde yaşanan cinnet sporda da tekrarlandı. Cumhurbaşkanını’nın, Başbakan’ın, Bakanlar’ın muhalif gazetecilere karşı tavrı, karşısındaki haberciyi küçük görme merakının, ‘sporca’sını tarif ettiniz aslında sorunuzla. Son olarak 2016 Avrupa Şampiyonası elemelerinde TT Arena’daki maçtan sonra Volkan Demirel’i görüntülemek isteyen gazetecilere güvenlik görevlilerinin saldırmıştı. TSYD olarak olayla ilgili şikâyetçi olmuştunuz. Soruşturma ne durumda şu an? Davanın İstanbul Şube Başkanı olarak müdahiliyim. Sonuna kadar da gideceğiz. Kim olursa olsun – ki devlek güvenlik gücü de olsa fark etmez – gazeteciyi dövemez, tartaklayamaz, döverse hukuk önünde hesabı sorulur. O hesabsı da soracağız. Konuyu kulüp ve renk kapsamına sokup sulandırmak istiyorlar, buna da izin vermemesi lazım toplumun ama renk körü olmuşuz. Asıl sorun burada. Geçtiğimiz aylarda bir başka spor foto muhabiri (Erkan Koyuncu) GS Florya Tesisleri’nde hayatını kaybetmişti. Bu konuda dava ne aşamada? Erkan içimizde yara. Ailesi Kayseri’ye yerleşti. GS Kulübü ve GSYİAD çeşitli desteklerde bulundu. Mahkeme kamu davası kapsamında devam ediyor ve etmeli de. Ancak ailenin maddi sıkıntı yaşamaması için Erkan’ın meslektaşları konuyu ısrarla takip etti (ettik), en azından o konuda vazifemizi yaptığımızı düşünüyorum. Ama hiçbir maddi konu Erkan’ın aslanımın canından kıymetli olamaz. Bu iki örnekten yola çıkarak spor muhabirlerinin çalışma koşullarından biraz bahseder misiniz? Çalışma şartları çok kötü. Patronlar korumaz, şefler korumaz, futbolcu aşağılar, yönetici şikayet eder, taraftar düşman olarak görür. Örneğin sosyal medya bu konuda şaşırmış durumda. Galatasaraylı olarak biliniyorsan Fenerbahçeliler, Fenerbahçeli olarak biliniyorsan Galatasaraylılar çullanır üzerine. Beşiktaşlılar daha demokratlar ne
32
yalan söyleyeyim. İpsiz, sapsızlara diyecek lafım yok, dikkate almam ama adamın profiline bakıyorsun öğretmen, doktor, avukat ve sana ‘la gel buraya’, ‘yakışmıyorsun’, ‘onun köpeği’ vb türünde laflar ediyorlar. Böyle bir hakları yok. Adama sorarlar, ‘yakışmıyorsun’ diyorsun da örneğin en nazikçe, sen ailene yakışıyor musun bu kaba üslupla diye. Neyse konu derin. Ama şuna inanıyorum ki sosyal medya Türkiye’ye lüks. Tommiks, Teksas okumayanlar profesör kesilmiş. Örneklersem bir gazetecinin Galatasaray veya Fenerbahçe ile ilgili örneğin eleştirel bir haber vermesi (paylaşması) suç, iyi bir haberi vermesi yine suç. Ne yapacağız, papatya falı mı yazalım? Gerçi onu yazsak daha iyi yazar oluruz, çünkü bu toplumun en merakla okuduğu bölümler hala fal ve burçlar köşelerindeki uydurmalar. Niye uydurma diyorum, 1980’li yılların ortalarında ekstra harçlık için bir gazetenin burç ve fal köşesini yazardım. İnsanlar da inanırlardı. O yüzden şimdi iktidara inananlara şaşırmıyorum. Türkiye ile diğer ülkelerin spor gazeteciliğini karşılaştırırsak farklar ve benzerlikler nelerdir? Dünyada sendika var, sende sendika yok, sendikan da olsa fark etmiyor, çünkü günümüzde gazeteciliği herkes yapabiliyor. Medyanın birçok alanında baskı ve sansürün yaşandığına tanık olduk. Spor sayfaları için durum nasıl? Spor muhabirlerinin şikâyetleri neler? Duyuyoruz falanca başkan arıyor muhabiri işinden ediyor diye. Ya da TV programcısı kurumun sahibini arayıp editörü işinden ediyor. Şahsım bu işlere maruz kaldı mı dersen, kalmışlığım vardır ama şöyle kötü bir huyum var, haklı isem ve tekzip de yemişsem, o tekzip metnindeki bir cümleden haklılığımı kanıtlarım. Çünkü tekzipleri yazan avukat veya ilgili şahıslar da çocukluklarında Tommiks bile okumamış
tipler. Örneğin bir Bakan ve bir Federasyon başkanı tekzip geçtiler, gönderdikleri metinlerin içinde haberimi doğuruluyorlardı. Yine şimdiki Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Belediye Başkanı iken 2 kez mahkemeye verdi. 2 beraat çıktı. Hele biri çok komikti, bir yıl önceki Avrasya yarışına politika bulaştı demişim, kendisi eliyle bir ödül sunmuş, ertesi yıl benzeri haberden dava açmış, kendimi savunmayacağım ama geçen yılki yazımı ve ödül plaketimi sunacağım dedim, hakim duruşmada gülerek beraat ettirdi beni. Biraz akıllı olursanız sıkıntı yaşamazsınız. Cumhuriyet’te sıkça spor-siyaset ilişkisine dair haberler yapıyorsunuz. Ülke sporunda yaşanan son yıllardaki düşüşte siyasetin rolü nedir? Der ki sosyologlar tribünler sokakların aynası. Yani isyan edilecek yer. O yüzden sporu tamamen etkisine aldı iktidar partisi. Elbette siyaset girince hatır gönül işi ön plana çıkıyor sonra başarısızlık geliyor. Türkiye’de iyi giden futbol vardı, onu da son 4 seçimdir atama yolu ile getirdikleri başkanlarla bitirdiler. Ama halk bunu da görmüyor. Yahu bu ülke dünya üçüncüsü oldu şimdi neredeyiz diyen yok. Sporu TOKİ gibi yönetiyoruz, stat salon yap, yürü. İnşaat yapınca para kazanıyorsun, Mersin ve Erzurum’a bakın, inşaatları kimler yapmış. Federasyonlara bakın yeni yıl veya organizasyon hediyelerini hangi eski bakanın eşinin firmasından almışlar. Bu haber mi? Haber, yazan var mı? Galiba sadece Cumhuriyet. O yüzden Cumhuriyet dışında gazetecilik yapmıyorum, zaten yaptırmazlar da. Malum fincancının katırları ürker. Ancak günün birinde bir kitap yazarsam – ki hiç oralı değilim – okurken çok güleriz... Sporda öncelik planlama ve uzman kadrolardır. Bizde ikisi de yok. Diyorlar ki ahkam kesiyorsun, keserim, 1980’li yıllarda lisanslı sporcuydum, spor gazetecisi oldum, 2000’li yıllarda federasyon (kürek) asbaşkanlığım ve yöneticiliğim var, ama hala bu işi biliyorum diyemem. Şimdiki federasyon yöneticilerine bakın sporun s’sinden anlıyorlar mı? Ellerine 9 tane ördek versem 8’ini yolda, birini kümese sokarken kaybederler ama Türk sporunu yönetiyorlar. Elbette Hasan Aratlar gibi, Ali Düşmezler gibi yüzmedeki Ahmet Başkan gibi isimleri bu eleştirilerimin dışında tutuyorum. Neyse çok kişiselleştirdim konuyu ama gerçek bu. Rica ile spora yönetici olursan, nal toplarsın. 17-25 Aralık operasyonu sonrasında ÖYM’lerde görülen birçok davanın hukuksuzluğu daha yüksek sesle vurgulanmaya başlandı. Şike davasında da rüzgâr tersine döndü gibi. 3 Temmuz sürecinde şu an neredeyiz? Yeniden yargılama sürecinin sonuçlarını artık kabul edeceğiz. En iyisi bekleyip görmek. 3 Temmuzu geçtim, elimizde Bochum dosyası vardı, onlarca kulüp ve yönetici ceza aldı, ama kimse o davayı konuşmuyor bile, 2005’te maç sonucu değiştirmek suçu var, işi bahis suçuna döküp futbolcuları, teknik adamları kurtarmışız. O yüzden su sisteme güvenim yok.
Okurumuzdan:
Gidemediğimiz tek sevda Çocukluğum Beşiktaş’ta, Köyiçi’nde geçti. Yaşıtlarım bebekleriyle oynarken ben babamın yanında eski bir radyodan Beşiktaş maçlarını; Sanlıları, Necmileri, Güvenleri, Zekeriyaları dinliyordum. Onları tanımıyordum, babamı tanıyordum. Babam Beşiktaş’ı seviyordu, ben de babamı... Aradan kırk yıl geçti babamı kaybettim. Bana bıraktığı en anlamlı miras Beşiktaşlılıktır... Geçtiğimiz günlerde, sevgili oğlumun ve Beşiktaşımızın doğum günleri, ilk sevdam babamın ise ölüm yıldönümüydü. Her şey ne garip, mutluluk ve hüzün sizi aynı anda sarıp sarmalıyor, tıpkı siyah beyaz misali, hayat gibi, Beşiktaş gibi... Yüreğimizin en sıcağına bakan sevdiklerimizi kaybediyoruz, bazen kazanamıyoruz. Gidemediğimiz tek sevda Beşiktaş ve asla terk edemediğimiz... Yorgun hayatlarımızda mola verip dinlenmek istediğimiz zaman ilk aklımıza gelen çocukluğumuzdur, kimi mutlu yaşanmışlıklardır. Bizim çocukluğumuz Beşiktaştır, orada başlamıştır. Köyiçi’nde iki katlı ahşap, eski ama mutluluğun resmini verebilen baba evidir Beşiktaş. Artık olmasa da, hayatımızdaki en önemli evdir baba evi. Beşiktaş’a sevdalı bir babayla, babasına sevdalı küçücük bir kız çocuğunun hikayesidir Beşiktaş... O günlerde sadece radyodan takip edilen maçlarda heyecanlanan babayı mutlu edebilmek umuduy-
la küçük ellerini açarak takımın galip gelmesi için edilen dualardır. Beşiktaş sadece semt ve futbol kulübü değil, bugün kaybettiğimiz tüm değerlerimizdir. Irk, mezhep, dil, din ayırmaksızın Aynalı Fırının ekmeğini paylaşan sıcacık dostluklardır. Mendile saklı harçlıklarla Fulya’nın çamur deryasındaki bayram yerinde atlı karıncaya binmek, dönme dolaptan uçmaktır. Çamura düşenimizi kurtarmak, kaldırmak, gülümsemek ve güven vermektir. Beşiktaş, Süleyman Seba’dır. Hastalığını üzülerek takip ettiğimiz, tevazuyu, dürüstlüğü, mütevazılığı bu kadar gururla taşıyan, bu erdemlerin böylesine yakıştığı Beşiktaşlımızdır. Çarşı’dır Beşiktaş. Onlar 111 yıllık bir çınarın sevgiyle ısıtılan, vicdanlarla sulanan, her gün daha da büyüyen, hür ve yemyeşil dallarıdır... Çarşı, taraftar grubundan çok daha fazlasıdır. Dünyanın tanıdığı, hayranlıkla izlediği renkli, cesur, yürekli, insan gibi insanlar... Ağlayan derelerin kurtuluşu, köy okullarının efsane ağabeyleri, Gezi’nin kahramanları, umutsuzların umudu, artık çoğumuzda bulunmayan vicdandır Çarşı ve Beşiktaş. Hatice SAYIN
HANEKE: Huzursuz Seyirler Diler! Nilgün TUTAL CHEVIRON, Aydın ÇAM, Umur BEDİR, Bermal AYDIN, S. Ruken ÖZTÜRK, Merve KURT, Oya KASAP, Vehbi GÖRGÜLÜ, Ömer FARUK
Ekslibris Yayınları Michael Haneke, Avrupa sinemasında çarpıcı filmler yapan, izleyiciyi yapıtlarıyla sarsan nadir yönetmenlerden biridir; bu sinemanın entelektüel açıdan en kamçılayıcı ve duygusal açıdan en kışkırtıcı eserlerine imza atmaktadır. Genel geçer kabul şöyledir: Ölümle yaşam ikiliğinde baskı, şiddet, ırkçılık ve faşizm ölümü temsil ediyorsa, yaşamı da genellikle yaratıcı bir uygarlığın baskıdan arınmış düzeni temsil eder. Haneke bu ikiliği hepten yok sayar: Kültürünün ve uygarlığının seçkin yapıtları, Batı’nın diğer coğrafyalarda ve kültürlerde işlediği cinayetleri meşrulaştırmaya yetmez ve sanatçılar, bu şiddet edimleri karşısında eserlerinin sorumluluğunu üstlenme kaygısını ya taşımamakta ya da taşımakta başarısız olmaktadır. Haneke filmlerini sadece Avrupa burjuvazisinin ve medya toplumunun eleştirisi olarak görmek indirgeyici bir yaklaşımdır; bunları medyatik temsilin simülasyona dayalı doğasıyla modern toplumsal yaşamın dayattığı hız ve şiddetin eleştirisi olarak okumaksa yönetmene haksızlık olur. Haneke bizi Batı uygarlığının davranışsal ve düşünsel arkaik arka planı üzerinde kafa yormaya çağırırken bilinen gündelik evrenin sıradanlaşmış şiddetini ele alır. Aynı durum farklı düzey, bağlam ve öznellik/nesnellik boyutlarında olsa da ahlak, modernite, cinsellik, sınıf/kimlik gibi birçok baskın başlık için de geçerlidir.
“o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler; demirin tuncuna, Yaşar Kemal (1923-2015) insanın piçine kaldık.”