SPOT
haber vs. dergisi
sayı: 7 kasım-aralık 2013
5 TL
AVUKAT GÜVEN YILMAZ: “Mirzabeyoğlu için 28 Şubat Sürüyor” ERDEM YÖRÜK: “Forum Deneyimi Demokratik Özerklikle Birebir Örtüşüyor” KAZOVA DİRENİŞİ İşçiler İşçi Kooperatifi İçin Direniyor MUSTAFA HOŞ: “Korkma Cesaret de Bulaşıcıdır”
yeni medyada eski oyunlar q FACEBOOK’A RAĞMEN TOPLUMSAL MUHALEFET VE ÖRGÜTLENME q USTA’NIN SANAL DEZENFORMASYON ORDUSU
q ‘SÜKUNET ARALARIMIZI GASP EDEN İNTERNET q ÖZGÜR AMED: “KÜRTLER SANAL DÜNYADA DA DİASPORA YAŞIYOR”
“Apolitik diye bilinen gençlerimizin demokratik haklarına sahip çıkmak için verdikleri mücadeleyi yürekten destekliyorum. Onların üzerindeki ölü toprağının kalkmasıyla artık bir şeylerin daha güzel olacağı umudunu taşıyorum. Diren Gezi Parkı! Diren!
Çok güzelsiniz! Çok güzelsiniz çocuklar!” Tuncel Kurtiz
2
SPOT - 7
içindekiler 2 Almanya’da, gezi’den roboski’ye
uzanan bir duvar 4 Facebook’a rağmen toplumsal muhalefet ve örgütlenme 7 Usta’nın sanal dezenformasyon ordusu 9 Sükunet aralarımızı gasp eden internet 10 Özgür Amed: “Kürtler sanal dünyada da diaspora yaşıyor” 12 Rabia ve siyasi reklamcılık 14 “Yeni Türkiye” gazetesi 15 Binali Tay: “Türkiye sermaye için ucuz emek cenneti” 18 Güven Yılmaz: “Mirzabeyoğlu için 28 Şubat sürüyor” 24 Erdem Yörük: “Forum deneyimiyle demokratik özerklik birebir örtüşüyor” 26 Gürcistan ve Kuzey Kıbrıs’ta kumarhane ve seks sektörü kıskacında kadınlar 28 Kazova Direnişi: İşçiler işçi kooperatifi için direniyor 31 Ayaklanma, Gezi ve sınıf üzerine bir tartışma 33 Nav ê min Rojava ye… 34 Mustafa Hoş: “Korkma cesaret de bulaşıcıdır” 38 Spot kitap 40 DJ Tarkan: “Gezi bahane amaç gece hayatını bitirmek” 40 Kıbrıs’ta neo-liberal politikalar ve emek hareketi 41 Rıza Oylum: “İnternet çağında dünya sinemasına ulaşmak çok daha kolay” 43 Sinemada Alman sonbaharı 45 Korkularla ötekileşmek: Zenne 47 Vertigo: geriye sar ve tekrar başla
SPOT Yerel Süreli Yayın
yönetim yeri: Perpa Ticaret Merkezi 12. Kat A Blok No: 1770 Okmeydanı / Şişli - Tel: 0212 243 28 71
www.spotdergi.net
baskı: Ezgi Matbaası, Sanayi Cad. Altay Sok. No:10 Çobançeşme Yenibosna / İstanbul
Facebook’un Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) parti genel merkezine ait sayfayı kapatmasının ardından, BDP tarafından yapılan açıklamada Facebook’un ‘sansürbook’a dönüştüğü nitelendirmesi yapılmıştı. Facebook’un bu adlandırmayı hak etmediğini kim söyleyebilir? Ancak onun ‘sansürbook’a dönüşmesini, AKP’nin medya üzerindeki baskıcı politikalarından bağımsız düşünmemek gerektiği de çok açık. Bu doğrultuda, sosyal medya üzerindeki sansürlerin Gezi Direnişi’nin akabinde yoğunlaşması da bir tesadüf değil kuşkusuz. Biz de SPOT’un bu sayısında sosyal medyaya yönelik hükümet baskısını, sansürleri; yine bu sosyal medya mercilerinin ‘olanaklarını’ ve ‘olanaksızlıklarını’ irdeleyen bir dosya hazırladık. Aydın Çam, “Facebook’un demokrasi, katılım, kamusal alan oluşturma, insan haklarına katkı ve çift yönlü iletişim gibi vaatleri gerçekleştirme yönünde bir olanağı olup olmadığı” meselesini irdelediği yazısında, “Halka ait olmayan bir alan için ‘kamusal alan’ diyebilir miyiz?” diye sordu. Emre Tansu Keten, “’Usta’nın dezenformasyon ordusunu” masaya yatırdığı yazısında Gezi’nin anlatısını parçalamaya çalışan AKP’nin sosyal medya ekibinin maharetlerini anlattı. “Rabia ve siyasi reklamcılık” başlıklı diğer bir yazısında ise Mısır üzerinden geliştirilen sembollerin nasıl Gezi’ye karşı bir politik reklamcılık faaliyetine dönüştürüldüğünü anlattı. Facebook’un sansürünün ardından Kürt 2.0 işçiliğinden Kürt
İmtiyaz Sahibi Özenç Kurt Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Emre Tansu Keten SPOT: Aydın Çam, Aysun Eyrek, Bekir Avcı, Emre Tansu Keten, Er-
3.0 işçiliğine terfi etmek zorunda kalan Özgür Gündem ve Yeni Özgür Politika yazarı ve internet aktivisti Özgür Amed ise Facebook sansürü ve sosyal medyaya ilişkin sorularımızı yanıtladı; ‘Kürtler sanalda da diasporada’ dedi. Bekir Avcı ise, “Sükûnet aralarımızı gasp eden interneti”, M. Hardt ve A. Negri’nin öznel figürlerden biri olarak niteledikleri ‘medyalaştırılanlar’ kavramı üzerinden ‘internet, demokrasi ve temsil’ üzerine bir yazı kaleme aldı. Umur Bedir de ‘Yeni Türkiye’ gazetesinin eski-yeni paradoksunu ele aldığı yazısında, gazetenin reklam filmi üzerinden giriştiği pazarlama taktiğine değindi. Sosyal medya dosyasının yanı sıra SPOT’un bu sayısında; Gezi Direnişi ve demokratik özerklik meselesine ilişkin olarak sosyolog Erdem Yörük’ün fikirlerini aldık. Yörük, Haziran’ın ardından Eylül ayında başlayan ayaklanmalara dikkati çekerek “artık Gezi’de ikinci dalga içerisinde olduğumuzu” belirtti. Gezi sürecinde sendikaların tutumunu ve sendikal bürokrasinin işçi hareketine verdiği zararı ise Deri-İş Sendikası’ndan Binali Tay anlattı. Taylan Kesanbilici de Kazova İşçilerinin şanlı direnişini kendilerine sordu. İBDA-C hareketinin lideri olduğu iddia edilen Salih Mirzabeyoğlu’nun hikayesini avukatı Güven Yılmaz anlattı; sorularımızı yanıtladı. Bu sayıda diğer sayılardan farklı olarak bir de Kürtçe yazımız var. ‘Nav ê min Rojava ye’ başlıklı yazıyı ise Ranya Sefa Aydın yazdı. Keyifli okumalar.
can Yılmaz, Eylem Arslan, Özenç Kurt, Uğur Yıldız, Umur Bedir, Taylan Kesanbilici, Zeynep Günay, Miray Özturan, Meriç Bucak, Vildan Tekin, Fatih Atlay, Devrim Karadağ, Aydın Samet Öztürk, Behlül Çalışkan, Övünç Pehlivan
3
Almanya’da, gezi’den roboski’ye uzanan bir duvar Esra İlbeyli, Almanya’nın Postdam kentindeki Beelitz-Heilstätten sanatoryumunda bulunan duvara, Türkiye’nin Batı’dan Doğu’ya doğru uzanan yakın tarihini resmetti: Gezi şehitleri, Reyhanlı ve Roboski katliamları, Ceylan Önkol… Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Plastik Sanatlar üzerine eğitim gören Esra İlbeyli, “Resimlerimde kişisel hikâyeleri anlatıyorum.” diyor. Ancak İlbeyli, bu durumun 2010 yılı itibariyle değiştiğini de ekliyor ve şunları söylüyor: “Diyarbakır’a yaptığım ziyaret beni fazlasıyla bir hakikate yaklaştırmıştı. Evet, zaman zaman okuyor ve sağdan soldan bir şeyler duyuyordum; ama duymuş olmanın dışında bunu deneyimlemiş olmak benim için gerçekten bir dönüm noktası olmuştu. Cezaevinde yatmış insanların anlatılarını aileleri aracılığıyla öğrenmiş oldum. Ve böylece hakikate daha da yakınlaşma şansını elde ettim, bu da beni derinden etkiledi. Dolayısıyla da çalışmalarım kendi kişisel hikayelerim olmaktan çıkıp toplumsal sorunlara işaret eder hale geldi.” Batı, Orta ve Doğu; Gezi, Reyhanlı ve Roboski Esra İlbeyli’nin 2010 yılına işaret ederek bahsettiği ‘kırılma’ anını ise, her yıl Almanya’nın Postdam kentinde düzenlenen, ‘Europen Exchange Academy Beelitz-Avrupa Öğrenci Değişim Akademisi Beelitz’ etkinliğinde yer alan çalışmalarında görüyoruz. İlbeyli, 45 sanatçının katıldığı ve 7 Eylül 2013’te sonlanan bu sergideki çalışmasını dergimiz SPOT’a şu sözlerle anlattı: “Serginin başlığı ‘Dış Bağlantılar’ idi. Yaptığım işin konsept ile uyduğunu düşünüyorum. Seçtiğim duvar, sergiyi gezmeye gelen ve ikinci kata çıkan her insanın suratına çarpıyordu; bakmadan,
görmeden geçemiyorlardı. Ve duvarı Türkiye’nin haritası olarak düşündüm; zaten sembolleri de ona göre yerleştirdim. ‘Batı, Orta ve Doğu’ olarak üç gruba ayırdım. Gezi direnişini Batı’ya, Reyhanlı katliamını Orta’ya, askeri operasyonları ve Roboski katliamını ise Doğu’ya yerleştirdim. Binaya girdiğiniz zaman yerlerde küçük stenciler halinde Batı’dan çadırları, Doğu’dan ise tank stencilerini takip ettiğinizde sizi yaptığım iş ile buluşturuyordu. Orada yaptığım iş, Türkiye’nin görünmeyen bir siyasi haritasıydı. İşin sağ yanında ise duvarda duran sembollerin anlamlarını açıkladım. Çünkü izleyiciler ve Türkiye’yi tanımayan insanlar için anlamsız ve birkaç
portre anlamına geliyordu; bu yüzden de bir açıklama yazma gereği duydum.” Resmin çizildiği duvarın sıradan bir mekana ait olmadığını da belirten İlbeyli, binanın tarihi hakkında ise şu bilgileri aktardı: “Beelitz-Heilstätten sanatoryumu 1898 yılında inşa edildi. Tarihinde tüberkülozlara, bağımlılara, akıl hastalarına, II. Dünya Savaşı’ndaki askerlere, Sovyet ve politik mahkûmlara ev sahipliği yapmış bir bina.” ‘Sanatçı Olan Biteni Muhalif Bir Duruşla Kayda Geçirmek Zorundadır’ Gezi direnişinde katledilenlerden Reyhanlı’da patlayan bombaların açtığı çukurda ellerini havaya kaldırarak ağıt yakan Hataylı teyzeye; Ceylan Önkol’dan Roboski’de katledilen Kürt gençlerine kadar hepsini aynı duvarda resmeden İlbeyli, neden böyle bir çalışma yaptığını ise şu sözlerle açıkladı: “Buradaki amacım çok hızlı bir şekilde yakın geçmişimizi kendi yöntemlerimle kayda geçirmekti. Çünkü tarih her zaman için iktidarın dilinden yazılmıştır. Amacım iktidarın hafızalarımıza nüfuz etmesini bir nebze de olsa engellemek. Hafıza yoksunu toplumlarda tarih iktidarın dilinden konuşmaya başladığı zaman sanatçı bir şekilde olan bitenin kaydını muhalif bir duruşla ve tabii ki oldukça dürüst bir şekilde kayda geçirmekle hükümlüdür. Ben de o duvara Reyhanlı’yı,Roboski’yi, savaşı, askeri operasyonları, twitter’ı, Gezi direnişini, kürtajı vs… tam da bu kaygılarla resmettim.”
BEKİR AVCI
4
Darphane Grevi’nde zafer işçilerin İstanbul; Darphane çalışanlarının yaklaşık 68 gündür “ücretlerin ve çalışma ortamının düzeltilmesi” talebiyle başlattıkları grev kazanımla sona erdi. İstanbul’da Darphane’de TÜRK –İŞ’ e bağlı Basın İş Sendikası’nın 211 grevci işçiyle 8 Temmuz’da başlattığı grev 13 Eylül’de sona erdi. Darphane çalışanları net 2000 tl maaş ve çalışma koşullarının düzeltilmesi talebiyle 8 Temmuz’da çalışanların yüzde 88 katılımıyla iş durdurma eylemine geçti. İşyerlerinin önünde nöbet tutan işçiler yaklaşık 68 gün boyunca direnişlerini sürdürdüler. 68 gün boyunca direnişi bitirmeye dönük çeşitli girişimlere ve grev kırıcılarına rağmen direnişten vazgeçmeyen işçiler eylemlerini taleplerinin karşılanmasıyla kazanımla bitirdi. İşçilerin başlattığı direnişle; idari ve iş sağlığına ilişkin olan düzenlemede birçok maddede değişiklikler ve yeni maddelerin eklenmesinin yanı sıra 2014’te işçilerin alacağı net ücretin en az 2000 TL’nin üzerinde olması konusunda işçilerin leyhine
kararlar alınmış oldu. Darphane işçisi ve Darphane bölümü grev sözcüsü Ali Şimşek sürece ilişkin olarak şunları aktardı; “Biz bu süreçte gerçekten destan yazdık. ‘Bunlar greve gidemez’ ya da ‘kamuda kimse bu hükümete kafa tutamaz’ denilen bu ortamda dimdik ve onurumuzla hakkımızı aradık. Hiçbir kötü olay yaşanmadan bu direnişi sürdürdük. Bütün ülkeye sesimizi duyurarak, siyasi bir eylemdir demelerine rağmen, demokratik bir hak olan grevimizi sürdürdük. Biz arkadaşlarımızla, sendikamızla alnımız ak olarak çıktık yola. Bir aile olduk ve bu şekilde dayanışmamız, sabrımız arttı; mücadelemiz yükseldi... Eylemi bitirmeye dönük tüm girişimlere ve grev kırıcılarına rağmen hak arama mücadelemizi olumlu
bir şekilde neticelendirdik. Bu mücadele bize güç kattı ve artık kimse bize dönük olarak keyfi uygulamalara gidemeyecek. Emeğimize ve ekmeğimize sahip çıkacağımızı herkes gördü. Hayatımızın bu en zor döneminde bizi yalnız bırakmayanlara da sonsuz teşekkür ederiz. Kimin dost, kimin düşman olduğunu da anladık.” Ali Şimşek süreci takip eden ve köşesine taşıyan Spot ekibine de teşekkür etti.
Feniş alüminyum işçileri direniyor Vanlı depremzedeler açlık grevinde
Gebze’de faaliyet yürüten Feniş isimli alüminyum fabrikasının 9 eylül’de iflasını açıklamasının ardından 80’i büro emekçisi, 500 işçi kıdem tazminatları ödenmeksizin işten çıkartıldı. Kıdem tazminatları gasp edilen işçilerin üç aylık, büro emekçilerinin ise altı aylık maaşları da ödenmedi. Bu durum üzerine işçiler fabrikayı işgal kararı aldılar ve üretim makinalarını haciz memurlarına karşı korudular. 12 yıldır düzensiz bir şekilde maaş aldıklarını, sendikaları Çelik-İş’in de bu konuda pasif davrandığını söyleyen işçiler, 9 eylül’den bu yana fabrikadan ve sokaklardan ayrılmıyorlar. Gebze ve Taksim’de birçok eyleme imza atan işçiler son olarak patronları Sedat Aloğlu’nun üyesi olduğu TÜSİAD önünde bir eylem gerçekleştirdiler. TÜSİAD önünde işçiler adına bir açıklama yapan Fırat Güneş ““Bundan sonra her gün eylemlerimize devam edeceğiz. Her gün sokaklarda, alanlarda olarak sesimizi duyurmaya, mücadeleye devam edeceğiz” dedi. Feniş işçilerinin mücadelesi işgal ettikleri fabrikalarında sürüyor.
2011 yılında meydana gelen iki ayrı deprem sonrası binlerce binanın hasar gördüğü Van’da, yüzbinlerce insan hükümetin ayrımcı politikası nedeniyle mağdur olmuştu. AKP’li Erciş Belediyesi’nin sınırları dahilindeki depremzedelere resmi yardımlar yağarken, BDP’li Van’a bu yardımlar gitmemiş, tonlarca yardım malzemesi depolarda çürümeye bırakılmış, BDP’nin yardım çalışmaları da engellenmek istenmişti. Bu sürecin bir devamı olarak BDP’li Van Belediye Başkanı Bekir Kaya tutuklanmıştı. Depremin ardından iki sene geçmesine rağmen, depremzedelerin yaraları sarılmış değil. Hükümetin ayrımcı ve mağduriyet yaratan politikaları devam etmekte. Depremin ardından yapılan koyteyner kentlerde yaşayan depremzedeler, buradan tasfiye edilmek isteniyor. İnsanca barınma koşulları sağlanmadığı sürece konteyner evleri terk etmek istemeyen depremzedeler, 28 Ağustos’ta açlık grevine başladılar. Konteyner evlerden çıkmaları için baskılara maruz kalan depremzedelerin, son olarak elektrikleri kesildi. TOKİ tarafından yapılan konutların depremzedelere yardım amacıyla değil, rant sağlamak amacıyla yapıldığını söyleyen depremzedeler, TOKİ’nin şirket kendilerinin ise müşteri olarak görüldüğüne dikkat çekiyorlar.
5
Facebook’a rağmen toplumsal muhalefet ve “Piyasanın ve devletin sahibi olduğu, yani halka ait olörgütlenme mayan bir alan için “kamusal alan” diyebilir miyiz?” Kuş“Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentleri çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinizde nasıl iktidarı olabilir?” Etienne de La Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (1548)[1]. Türkiye’de, 16–74 yaş grubundaki bireyler esas alındığında bilgisayar sahibi olma ve İnternet erişim oranlarının artık nüfusun yüzde 50’sine ulaştığı görülüyor. Bilgisayar ve İnternet erişimi bulunan bireylerin oranı doğal olarak kentlerde daha yüksek; örneğin İstanbul nüfusunun yaklaşık yüzde 62’si bu olanağa sahip. Yaş grupları ve erişim oranları karşılaştırmasına baktığımızda ise bilgisayar ve İnternet erişim oranının 16–24 yaş grubunda en yüksek noktada olduğunu görüyoruz. Kısacası, bilgisayar sahibi olma ve İnternet erişim olanağı anlaşılır nedenlerle her geçen gün yükseliyor; özellikle genç ve kentli bir nüfus bu olanaklardan yararlanıyor. Diğer taraftan, genç ve kentli bu nüfusun ekonomik, teknolojik, toplumsal ve psikolojik avantajları nedeniyle toplumsallaşmak için konvansiyonel mekânlardan çok, bu yeni sayısal mekânları tercih ettiklerini söyleyebiliriz. 2013 yılının ilk üç ayında kullanıcılar İnterneti ağırlıkla çevrimiçi haber, gazete ya da dergi okumak ve sosyal iletişim ağlarına katılmak için kullandıklarını (yüzde 73.2 oranında) belirtmekte [2]. Farklı kaynaklar kullanıcılar için öncelikli durumun değişebileceğini de göstermektedir. Hemen bu yazının merkezinde yer alan Facebook’a bakalım: 2012 yılının sonu itibariyle Facebook’a üye Türkiyeli kullanıcıların sayısı 36.5 milyon kişiye ulaşmıştır [3]; bu rakam toplam nüfusun yaklaşık yüzde 45’ine, çevrimiçi nüfusun ise yaklaşık yüzde 90’ına denk düşmektedir. Anlayacağınız, İnternet erişimine sahip birey sayısı her geçen gün artıyor ve buna paralel olarak da sosyal iletişim ağları –özellikle Facebook– giderek kalabalıklaşıyor. Pekiyi, buna karşın pek çok araştırmacının “iletişim devrimi” olarak nitelendirdiği bir dönüşümün merkezinde yer alan bu şirket, yani Facebook; bir zamanlar büyük vaatler olarak ortaya konan demokrasi, katılım, kamusal alan oluşturma, insan haklarına katkı ve çift yönlü iletişim gibi olguları gerçekleştirmeye ne kadar yakın? Ya da daha açık soralım; Facebook’un bu vaatleri gerçekleştirme yönünde bir amacı ya da olanağı var mı? John Bellamy Foster ve Robert W. McChasney, şirketlerin sayısal ağ üzerindeki etkinliklerini teknoloji belirlenimci, iyimser ve olumlayıcı bir şekilde ele
6
kusuz bu soruya “evet,” diyebilmek çok da kolay değil.
almaktan çok, bu etkinlikleri ekonomi politik bir bağlama oturtmaya ve eleştirel bir çerçevede incelemeye çalışırlar –ki bence de öncelikle bakılması gereken bağlam budur–. Foster ve McChasney’e göre teknolojiler toplumsal, politik ve ekonomik bir bağlamda gelişir ve bu durum iletişim devriminin izleyeceği yolu ve alacağı şekli belirlemiş durumdadır. Bununla birlikte, ekonomik bağlam, kapitalist ekonomik modele bağlı olarak açığa çıkan bir İnternet paradoksuna da işaret eder: İnternet, sayısal devrimin sunduğu demokrasi potansiyelinin karşısında yer alan –ve yer almaya da devam edecek olan– sermaye birikim sürecine büyük oranda bağlıdır. İnternet bir zamanlar metaların değiş tokuş edildiği dünyadan koparılmış ve kamunun kullanıma giderek daha açık hale geldiği zannediliyorken; şimdi kamuya her geçen gün daha fazla kapanan, özel bir alana hatta tekelci bir piyasaya dönüşüyor gibidir [4]. Foster ve McChasney; saptamalarının klasik politik ekonomide Lauderdale Paradoksu olarak adlandırılan duruma uygun olduğunu söylüyorlar; yani toplumun refahı ile özel refah/zenginlik arasındaki çelişki. Dolayısıyla toplum ile sermaye İnternet alanında da çatışırlar ve bu nedenle toplumun refahı, sermayenin İnternet alanından uzak tutulması gerekir. Bugün baktığımızda İnternet alanının giderek tekelleştiğini ve çok az sayıdaki büyük sermaye grubu tarafından kontrol edildiğini görmekteyiz. Örneğin Google, arama motorları pazarının yüzde 70’ine hakimdir ve payını giderek arttırmaktadır. Bu bakımdan Google tekel gücünün tipik bir örneğidir; şirket büyüdükçe Google’ın arama motoru da rakipleri karşısında daha üstün bir hale gelmektedir. Google’ın ağ etkisi öylesine büyüktür ki bütün öteki arama motorlarını silip süpürebilir. Kendi ağı üzerinden elde ettiği verileri başka şirketlere satarak zenginleşir ve zenginleşmeye bağlı olarak büyümesini sürdürür, büyüdükçe de alanının genişletir ve
daha fazla veriye sahip olur. Aynı şekilde Microsoft, Intel, Amazon, eBay, Cisco gibi şirketlerin elinde de büyük bir tekel gücü vardır. Apple, iTunes ürünü ile sayısal müzik piyasasının yüzde 83’üne hakimdir. Yüzdelik dilim olarak görülen bu zenginlik sermaye birikimi olarak da aynı büyüklükteki bir zenginliğe denk düşmektedir. Google’ın elinde istediği gibi kullanabileceği 33 milyar dolar nakit para bulunmaktadır. 43 milyar doları elinde tutan Microsoft ve 51 milyar dolarlık nakit servetiyle Apple’ın durumu farklı değildir. Tüm bu şirketlere benzer şekilde elinde büyük bir sermayeyi bulunduran Facebook; sosyal iletişim ağları üzerinde tekelleşme amacındadır ve bunun için agresif bir büyüme stratejisi uygulamaktadır. Örneğin Instagram uygulamasını pek çok uzman için değerinin çok üstünde kabul edilen 1 milyar dolarlık ödemeyle satın almasının nedeni de budur. Dahası, Facebook’un kullanıcılarla ilişkilerine bakıldığında yine kâr motivasyonunun biçimlendirdiği bir durum görülmektedir. Facebook, kullanıcılarını büyük bir reklam etkinliğinin önemli bir bileşeni olarak görür ve ilişkilerini de bu temelde biçimlendirir. Kullanıcıların oluşturduğu ağ ve bu ağ üzerindeki paylaşımları reklam etkinliklerinin de tabanını oluşturur. Yeri gelmişken Christian Fuchs’un dikkat çektiği önemli bir noktaya değinelim: Facebook kullanıcıları aslında ücretsiz emekçilerdir ve Facebook’a gönüllü köleler olarak hizmet ederler [5]. Üstelik ağ ve ağ üzerindeki etkinlikler reklam verenlere sunulacak en önemli sermayesi olduğundan, Facebook yasa tanımaz bir şekilde kullanıcılarının her bir eylemini takip eder; ki bu da bizi şirketin epey sabıkalı olduğu bir alanda, “mahremiyet” konusunda düşünmeye sevk eder. Küresel sayısal ağ üzerinde yaşanmakta olan ve basitçe, “deneyimlemek, deneyimleri kaydetmek ve sonrasında bu deneyimleri paylaşmak,” şeklinde kavramsallaştırılabilecek hızlı ve anlık bir kültür sadece
toplumsallıkla bağıntılı bir şekilde kamusal hayatı değil bireysellikle bağıntılı bir şekilde özel hayatı da şekillendirmektedir. Dahası, kamusal hayatın bitip özel hayatın başladığı çizgi giderek silikleşmekte ve sınırlar ortadan kalkmaktadır. Sınırların ortadan kalkması da mahremiyetin giderek kaybolmasına neden olmaktadır. Özel hayat ya da mahremiyet, kişilerin yalnız başına kalabildikleri, istedikleri gibi düşünüp davranabildikleri, başkalarıyla hangi yer, zaman ve koşullarda ne ölçüde ilişki ve iletişim kuracaklarına bizzat kendilerinin karar verebildikleri bir alanı ve bu alan üzerinde sahip olunan hakkı ifade eder. Bununla birlikte, insanın günlük yaşantısının çok önemli bir parçasını oluşturan mahremiyet hakkı, başkalarını tamamen dışlamak ya da onlarla ilişkiyi tümüyle kesmek anlamına gelmemelidir. Mahremiyet hakkı kabaca bir kimsenin, kendi hayatını başkalarıyla ne ölçüde paylaşacağını belirleme hakkına sahip olduğunu ifade eder. Ancak bu türden bir “belirleme hakkı” ne yazık ki sosyal iletişim ağlarında pek de mümkün değil. Küresel sayısal ağ üzerinde sağlık, sosyal güvenlik, eğitim, vergilendirme, kamu düzeni ve güvenliği, sigortacılık, kredilendirme ve bankacılık gibi pek çok alanda veri toplama etkinlikleri sürdürülmektedir. Bu etkinlikler mal ve hizmetlerin daha hızlı, daha iyi ve daha ucuza sunulabilmesi ve kamu düzeninin korunması ve güvenliğinin sağlanması gerekçeleriyle yapılmaktadır ancak, kişisel verilerin sınırsız ve gelişigüzel toplanması, denetimsiz olarak kullanılması ve açıklanması ya da yetkisiz kişilerin eline geçmesi pek hoş olmayan sonuçları ortaya çıkarabilmektedir. Oysa demokratik bir toplumda iletişimin özgürce yapılabilmesinin en önemli yolu öncelikle iletişimin mahremiyetini korumaktan geçer. Bu konu, ister kişilerarası iletişimde, isterse bireylerin özel hayatlarını kendi istedikleri kadarıyla paylaştıkları sosyal iletişim ağlarında olsun, son derece dikkatle ele alınması ve değerlendirilmesi gereken bir konudur. En
nihayetinde binlerce gözün her an bireylerin üzerinde olduğu bir çağda (diğer taraftan her bir bireyin de binlerce kişiyi gözetleme olanağına sahip olduğu unutulmamalı) hiç kimse kişisel bilgilerinin ve verilerinin yabancı ellerde bulunmasını istemez. Bu nedenle Facebook’un (ve ağ üzerindeki diğer tüm şirketlerin) reklamcılık etkinliklerinin yasalarla düzenlenmesi gerekmektedir. Ancak şu ana kadar gerek küresel gerekse ulusal ölçekte böyle bir düzenleme yapılmış değildir. 2010 yılının sonundan itibaren Facebook, sadece kullanıcı bilgilerinin mahremiyeti ve gizliliği ile ilgili endişeler nedeniyle değil aynı zamanda bu bilgilerin korunmasında önemli açıkları bulunması nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri’nde Federal Ticaret Komisyonu (Federal Trade Commission - FTC) tarafından soruşturuluyor. Aslında FTC’nin soruşturması çok daha önce, 2009 yılının Aralık ayında, kullanıcılardan gelen “Facebook’un gizlilik ayarlarında yaptığı değişiklikler hakkında bilgilendirilmemeleri ve/veya rızaları olmadan önemli değişiklikler yapıldığı,” şeklindeki şikayetler nedeniyle başlatılmıştı. Değiştirilen ayarlar nedeniyle kullanıcı bilgilerinin kendi rızaları dışında Facebook ve onunla bağlantılı şirketlerin ve reklam verenlerin kullanımına açılmış olduğu, üstelik ayarların eski haline getirilmesinin zorluğu yüzünden de kullanıcı mağduriyetlerinin devam ettiğine dikkat çekiliyordu. Özellikle sayısal ağ üzerindeki yoğun eleştirilerden sonra, çok sayıda kullanıcı ve mahremiyet hakları savunucusu gizlilik ayarlarındaki yeni uygulamanın “aldatıcı” olduğu ile ilgili şikayetlerini FTC’ye iletmişti. Ancak, yapılan bu soruşturmaya karşın, geçen üç yılın sonunda hala somut bir gelişmeye ulaşılabilmiş ve ortaya bir rapor konulmuş değil. Üstelik gelecekte de ulaşılacağı ile ilgili net bir veri de yok. Yine de FTC tarafından Facebook yönetimine önemli eleştiriler yöneltilmiş durumda. Bu eleştiriler, en azından Facebook’a yöneltilen mahremiyet ihlalleri ile ilgili şikayet-
lerin FTC tarafından da kabul edildiğini ve kullanıcı bilgilerinin korunmasının gerektiğini göstermesi bakımından önem taşıyor. FTC’nin eleştirileri kısaca şöyle özetlenebilir: – Facebook, kullanıcı verilerinin mahremiyetini ve güvenliğini korumak durumundadır ve bu verilere üçüncü kişi ya da kurumlar tarafından erişilebilindiğinde –genellikle bunlar reklamcılar ve uygulama geliştiricilerdir– sorumluluğu kabul etmeyecek şekilde gerçeğe aykırı beyanda bulunamaz. – Bir kullanıcının gizlilik ayar(lar)ını aşacak şekilde kişisel verilerinin, yani bir kullanıcının kendi isteğiyle kamusallaştırmadığı kişisel bilgilerinin üçüncü kişilerle paylaşıldığı muhtemel durumlarda Facebook; bu paylaşım hakkındaki bilgileri “açık ve net bir şekilde kullanıcıya bildirmeli” ve kullanıcının da rızasını almalıdır. – Facebook; bir kullanıcının silmiş olduğu kişisel verilerini, daha önceden açıklanmış yönergelere uygun bir şekilde 30 gün içinde tamamen veri tabanından kaldırmalı ve bu verilerin üçüncü kişilerin erişimine karşı korunmasını sağlamalıdır. – Facebook, var olan ve makul bir biçimde öngörülebilen, Facebook ürünleri ve servislerinden kaynaklanan, mahremiyet ihlal risklerini belirleyebilecek ve kullanıcı verilerini koruyacak bir “kapsamlı mahremiyet programı” oluşturmalıdır. – Facebook, mahremiyet politikasının, 20 yıl boyunca her iki yılda bir nitelikli, objektif ve bağımsız bir denetçi tarafından denetlenmesini kabul etmelidir [6]. İnternete ve özellikle Faceook’a yönelttiğimiz bu ekonomi politik bakış, sadece özel mülkiyetin refahı ile kamunun refahının uzlaşılmaz bir çatışma içinde olduğunu değil, aynı zamanda sermaye birikimine yaklaşımları ve kârı esas alan motivasyonları nedeniyle daha en başından Facebook gibi şirketlere karşı çıkmamız gerektiğini bize gösteriyor. Ancak, bununla yetinmeyerek meseleyi biraz açmak için Facebook’un iktidarla –ve iktidarın görünümlerinden biri olan Devlet’le– ilişkisini hızlıca inceleyelim. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Facebook –ve diğer pek çok çevrimiçi şirketin– iktidarla ilişkisi kapitalist ekonomik model çerçevesinde gerçekleşir. Yani, devlet bu şirketlerin yüksek kâr motivasyonlu etkinliklerini sürdürebilecekleri şekilde piyasayı düzenler, serbest pazar ekonomisinin gereklerinin tersine pazara dileyen şirketin girmesini engelleyecek yasalar, yönetmelikler ve yönergeleri uygular ve böylelikle az sayıda şirketin tekelleşmesinin yolunu açar. Bunun karşılığında da şirketlerden sadık bir işbirliği talep eder. Türkiye’de pek çok kez iktidarın sözcüleri tarafından dile getirilen, çevrimiçi şirketlerin ülkede ofis açması talebinin ardında bu işbirliği beklentisi vardır. Vergi ve benzeri gelir beklentileri çoğu kez ikinci planda kalır. Bu işbirliği, kullanıcıların her türlü kişisel bilgilerinin ve ağ üzerindeki etkinliklerinin devlet ve ona bağlı “güvenlik” araçlarıyla paylaşılması anlamına gelir. Gezi Parkı Direnişi
7
sırasında, 26 Haziran 2013’te Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’ın Facebook’la uzun süredir işbirliği içinde oldukları ve bir sorun yaşamadıkları yönündeki açıklaması tam da bu bağlamdaki bir işbirliğine işaret etmektedir. Ancak Bakan Yıldırım, aynı işbirliğinin Twitter gibi (şimdilik) nispeten çok daha düşük bir kâr motivasyonuyla hareket eden ve kullanıcıların mahremiyetini ve ifade özgürlüğünü ön planda tutan bir şirketle gerçekleştirilemediğinden de yakınmaktadır. Kuşkusuz Bakan’ın bu yakınmaları kullanıcıların Twitter etkinliklerinin takip edil(e)mediği anlamına gelmemeli; iktidarla direkt ve dolaylı olarak bağlantılı pek çok kurum, kuruluş ve kişi takip, gözetim ve denetim işlevini yerine getirmeye çalışmaktadır. Örneğin, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Melih Gökçek, 13 Haziran 2013’te yaptığı bir açıklamada, “Twitter kullanıcılarının kimlikleri açığa çıkaracak yeni bir yöntem bulduğunu ve bu yöntemin büyük bir doğruluk payıyla çalıştığını,” söyler. Uzun süredir Twitter hesabı üzerinden tartıştığı kişilerin bilgilerini ifşa eden Gökçek’in bu açıklamasını da ciddiye almak gerekir. Halihazırda Facebook ve sosyal iletişim ağı olarak etkinlikte bulunan diğer pek çok diğer şirketin devletle ilişkisini düzenleyen ve onlara bu ilişki çerçevesinde bazı sorumluluklar yükleyen 5651 sayılı, “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi” hakkındaki kanun uygulanıyorken, devlet şirketlerden daha fazlasını talep etmektedir. Üstelik Facebook son dönemde bu kanunu ve Yeni Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddelerini öne sürerek iktidarın beklentilerini fazlasıyla yerine getirmektedir. Facebook’un yakın zaman önce, 6 Temmuz ve 12 Ağustos 2013 tarihleri arasında Barış ve Demokrasi Partisi’ne (BDP) ve Kürt siyasetçilere ait sayfaları ve kullanıcı hesaplarını peş peşe kapatması tam da iktidarın beklentileri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Şirketin Avrupa Politikaları Yöneticisi Richard Allan bu kapatmaların şikayetlere bağlı olarak gerçekleştiğini söylemektedir: Söz konusu sayfalarda, genel olarak söylüyorum, terör örgütünün övülmesi gibi Facebook standartlarına uymayan içerik mevcuttu. Uluslararası terör listesinde bulunan bir kişi ya da örgütün övülmesi kurallarımıza aykırıdır. Sayfada bu örgütün flamasının, bayrağının, sembollerinin vesaire kullanılması da keza öyle. Örneğin; İngiltere’de IRA’nın, Kolombiya’da FARC’ın, İspanya’da ETA’nın, Türkiye’de PKK’nın övülmesi, bu örgütlerin amblemlerinin kullanılması kurallara aykırı [7]. Ne var ki Allan, “terör örgütünün övülmesi,” diye bahsettiği ve örneğin söz
8
konusu hesapların birinde paylaşılan, yasal bir mitingde açılan Kürdistan bayraklarını gösteren fotoğrafın hangi kanunlar kapsamında ve hangi bağlamda bir suçun konusunu oluşturduğunu açıklamamaktadır. Buna karşın, aynı açıklamasında şirketin bu işbirliği politikasının dayanağı olarak 5651 sayılı kanunu göstermektedir: “Türkiye’deki 5651 sayılı kanuna uygun hareket etmek durumundayız. Aksi halde devletin İnternet sitesini kapatma hakkı doğuyor.” Kuşkusuz Allan’ın, Facebook’un Türkiye’deki etkinliklerinin engellenmesi korkusu dayanaksız değil. YouTube gibi küresel bir dev şirkete yasal
erişimi yıllarca engellemiş olan devletin, Facebook’a erişimi de böyle bir durumda engelleyecek olması muhtemel. Belki ifade özgürlüğü bağlamındaki sıra dışı sembolik durumu nedeniyle Twitter için şimdilik böyle bir tehdit gerçekçi değil ama tekrar etmek gerekirse Facebook’un Türkiye pazarından Twitter ile kıyaslanamayacak kadar büyük bir geliri söz konusu ve bu da şirketi devletle gönüllü ya da gönülsüz bir işbirliğine zorluyor. Hoş, şirketin şu ana kadarki uygulamaları tüm bu tasarruflarında epey gönüllü olduğunu da gösteriyor. Bu yazının başında sorduğumuz ve cevabı aslında daha o zaman belli olan soruyu şimdi tekrar soralım: Facebook’un, demokrasi, katılım, kamusal alan oluşturma, insan haklarına katkı ve çift yönlü iletişim gibi vaatleri gerçekleştirme yönünde bir amacı ya da olanağı var mı?
Bu noktada hiç tereddüt etmeden “hayır,” diyebiliriz. Daha en baştan kullanıcıları ile ekonomi temelli bir ilişki kuran ve kullanıcılarından çok piyasa ve iktidarın / pazarın ve devletin hizmetinde olan bir alan nasıl olacak da “kamusal alan olma” iddiasında bulunacak? Judith Butler’ın 15 Eylül 2013’te Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği seminerde sorduğu soruyu bu bağlamda tekrarlayalım: “Piyasanın ve devletin sahibi olduğu, yani halka ait olmayan bir alan için “kamusal alan” diyebilir miyiz?” Kuşkusuz bu soruya “evet,” diyebilmek çok da kolay değil. Aslında mahrem kalması gereken bilgileri, ilişkileri ve etkinlikleri salt kâr motivasyonuyla paylaşmaktan geri kalmayan, dahası piyasadaki konumunu muhafaza edebilmek için iktidar ile işbirliğine girmekten hiç çekinmeyen –üstelik bu işbirliğinin kendisi de çoğu zaman yasa dışı bir alanda gerçekleşiyorken– bir şirket nasıl olacak da temel hakların korunması ve sürdürülmesi ve demokrasinin gerçekleşmesi vaadini yerine getirecek? “Suçlu” atfedilmek için suç işlemenin ya da suçlularla tanışıyor olmanın bile gerekmediği, bunun için salt içinde/üzerinde sözüm ona suçluların da yer aldığı bir ağda bulunmanın yeterli görüldüğü bugün, Facebook nasıl olacak da toplumsal muhalefetin örgütlenmesi için bir alan sağlayacak? Henüz cevaplanmamış çok soru ve sadece Facebook’a değil, sosyal iletişim ağlarının hemen hepsine kuşkuyla bakmamız için çok neden var. Dolayısıyla sosyal iletişim ağlarının kamusal alan olma iddialarını tekrar tekrar gözden geçirmek ve toplumsal muhalefet ve örgütlenme için ise başka alanlara bakmak gerekiyor; en azından şimdilik. Notlar [1] Boétie, E. (2011). Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev. M. A. Ağaoğulları (çev.), 3. Basım, Ankara: İmge Kitabevi (orijinal baskı tarihi: 1548), s.25. [2] Türkiye İstatistik Kurumu. (2013, 22 Ağustos). Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması, 2013 (Sayı 13569). Ankara: TUİK. [3] Internet World Stats. (2012). Internet and Facebook Usage in Europa. http:// www.internetworldstats.com. [4] Foster, J. B. ve R. W. McChasney. (2011). The Internet’s Unholy Marriage to Capitalism. Monthly Review, 62, ss.1–30. [5] Fuchs, C. (2012). The Political Economy of Privacy on Facebook. Television & New Media, 13, ss.139–159. [6] Walters, B. ve M. Roggensack. (2011). FTC’s Facebook Settlement Leaves Gaping Holes in Privacy Protection. http://www. humanrightsfirst.org/2011/11/30/ftcsfacebook-settlement-leaves-gaping-holes-inprivacy-protection/. [7] Başaran, E. (2013, 29 Ağustos). PKK’ya Ait Her Şey Kapatma Nedenidir. Radikal Gazetesi.
AYDIN ÇAM
“Usta”nın sanal dezenformasyon ordusu Sosyal medya, üzerine çok yazılıp çizildiği üzere, Gezi Direnişi’nin yayılmasında, bunun yanında politik bir ortak dil yaratılmasında çok önemli bir rol oynadı. “Diren” tabirini, iktidar sevdalısı bünyelerin bile ağzından düşmeyen bir fenomen haline getiren, birçok yerelde eylemleri örgütleyip, adeta bir kurmay üssü işlevi gören Twitter, bu nedenle iktidarın hışmına uğradı. Twitter’ın başbakan tarafından canlı yayında “başa bela” olarak ilan edilmesinin hemen ertesinde, sabaha karşı evleri silahlı özel harekat polisi tarafından basılan Twitter kullanıcıları terör suçuyla yargılandı. Facebook’ta hükümet aleyhine paylaşımda bulunan devlet memurlarına soruşturmalar açıldı. Twitter, kullanıcı I.P.lerini güvenlik birimleriyle paylaşmadığı için, devlet yetkilileri tarafından anlaşma yapmaya zorlandı. Ve nihayet, sosyal medya ortamını daha “güvenli” hale getirmek için yasal düzenlemeler hazırlandığı duyuruldu. Gezi Direnişi’ne katılanlara karşı başlattığı savaşta, sosyal medya coğrafyasında da bir cephe açtığı düşünülen hükümetin sosyal medyaya yönelik söylemleri kısa bir süre sonra tamamen değişti. Başa bela olarak nitelenen Twitter ve sosyal medya artık hayatın bir gerçeği ve ihmal edilmemesi gereken bir alan olarak tanımlanıyordu. Ali İsmail Korkmaz’ın katillerinin amiri Eskişehir Valisi şöyle diyordu örneğin: “Gençliğimizi de bulabilmemiz gereken ortak bir dil kurmalıyız. Yeni gençliğe ulaşamıyoruz maalesef. Bu şekilde kongrelerde veya bir takım eserleri asarak geleneksel iletişim metotlarını kullanarak bunu yapmakta biraz sıkıntılarımız var.” Aynı kongrede konuşan Hüseyin Çelik ise şunları söylüyordu: “Bugün internet; sosyal medya, sanal medya gerçeğimiz vardır. Oraya kızma, oraya kahır etme yerine oradan insanlara doğruya ve güzele kanalize etmek için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmak zorundayız. Yanlıştan şikayet edenler, doğruyu yaparak, doğru alternatifi sunarak yanlışa karşı mücadele etmelidir.”[1] Gezi Direnişi’yle birlikte sosyal medyanın örgütleme gücünün farkına varan AKP, genel merkeze bağlı bir “Sosyal Medya Koordinasyon Merkezi” kurdu. Hüseyin Çelik’in başında olduğu Tanıtım ve Medya Başkanlığı ile Süleyman Soylu’nun başında olduğu Ar-Ge Başkanlığı tarafından organize edilen merkez, altı bin kişilik bir sosyal medya timi oluşturdu. (Bu altı bin kişinin maaşlı olarak, tam zamanlı tutulduğu iddia edilse de, bu konuda herhangi bir açıklamaya rastlamayadım.) AKP’nin sosyal medyaya önem vereceğini duyurduğu tarihlerde, Twitter’da birçoğu yeni oluşturulmuş iktidar yanlısı hesap tarafından açılan #kabataşeşkıyalarıbulunsun hashtagiyle kampanyanın ilk ayağı başlatılmıştı.
Gezi’nin salvosunu karşılamak, enerjisini bitirmek ve heyecanını bastırmak için elinden geleni yapan AKP ve sosyal medya ekibi ise “hiçbir şeyin gerektiği gibi bir başka şeyi takip etmediği” propaganda fragmanlarıyla Gezi’nin bu anlatısını parçalamak için uğraşmaktadır. Sosyal medya ordusu ne iş yapar? AKP tarafından oluşturulan sosyal medya ekibinin Haziran’dan bu yana bir hayli yol aldığını, birçok mecrada faaliyetlerini geliştirdiğini söyleyebiliriz. Özellikle “baş belası” Twitter’da, Gezi Direnişi’nin sonlarına doğru ciddi bir görünürlük kazandılar. O tarihte başlayan “hashtag savaşları” güncel siyasi başlıklar üzerinden hala sürmekte. O günden bugüne baktığımızda, bu ekip (bir kısmı kendilerine “AK Ekip” ismini vermiş) hakkında iki yargıda bulunabiliriz. Birincisi, bu ekibin üyeleri, bağımsız bir Twitter kullanıcısından ziyade, bir propaganda memuru profili çizmektedir. Heterojen bir toplam olan Gezi’ciler, Twitter’ı bir politik kürsü ve tartışma ortamı olarak kullanırken, homojen bir söylem içinde olan ekip üyeleri, bazı belirli kullanıcıların ortaya attığı hashtagleri, yine belirli argümanlar kullanarak görünür kılmaya çalışmaktadır. İkincisi ise, ekip üyelerinin, “orantısız zeka” olarak nitelenen Gezi mizahını taklit etmeye çalışmasıdır. “Diren” kelimesinden, photoshop hilelerine, “caps” şeklinde anılan yazılı fotoğraflardan, internete özgü bazı espri kalıplara birçok yöntem ekip üyeleri tarafından Gezi’cilere karşı kullanılmaktadır. “Orantısız zeka” tanımlamasını kabul etmemekle birlikte, bu iki mizahın arasında niteliksel olarak dağlar kadar fark olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Gezi Direnişi ve AKP içinde farklı zeka düzeylerinde insanların olduğu açıklanması gereksiz bir gerçek olarak durduğundan, bu tür karşılaştırmalardan uzak durulması gerekmekte. Ancak Gezi Direnişi’nin toplam bir politik zekaya sahip olduğundan bahsedebiliriz. Bence bu zeka, harekete katılan zekalarının toplamından değil, hareketin kendisinden doğru oluşan bir zekadır. Bu zekayı ve onun mizahını nitelikli kılan ise, kötülüğe karşı direnmenin, köhneliğe karşı yeniyi istemenin, fikri köleliğe karşı özgürlüğü yaratmanın heyecanıdır, düşüdür, öfkesidir. İktidarı ve onun yalanlarını savunma pratiğinin “orantısız zeka”sından bu nedenle bahsedilemez. Yani iktidar yanlısı sosyal medya ordusunun sanal mizahı acınası bir tebessümden başka bir etki vermemektedir. Gezi’den bu yana, ekip üyelerinin Twitter kullanımları üç tarz pratik altında açıklanabilir. Bunlardan birincisi, yukarıda “hashtag savaşı” olarak andığım durumdur. İktidarı öven, yücelten ya da aklamaya çalışan hashtagler üretmek, bunları TT (trend topic) listesine sokmaya çalışmak ekip üyelerinin günlük uğraşıdır. Bunun yanında, hashtagler, iktidarın zor
duruma düştüğü anlarda, bir dezenformasyon ve karalama aracı olarak kullanılır. Antakya’da polis müdahalesi sırasında hayatını kaybeden Ahmet Atakan için açılan #damdanatlamaeyleminidestekliyorum hashtagi altında, Atakan’ın ölüm nedeni henüz belli olmadan (hala kesin olarak belli değildir), Atakan’ı arkadaşlarının çatıdan aşağıya attığı bilgisi dolaşıma sokulmuştur. Aynı şekilde, Ethem Sarısülük’ün askerlikte çektirdiği fotoğraflar kullanılarak, askeriye DHKP-C kampı, Sarısülük ise gerilla olarak lanse edilmiştir. Yine hashtag yöntemi kullanılarak İhsan Eliaçık yoğun bir karalama kampanyasına maruz bırakılmıştır. Ekip’in Twitter’daki ikinci pratik tarzı, sahte hesaplar açarak dezenformasyon yaymaktır. Örneğin İhsan Eliaçık’ı karalama amaçlı açılan “Beliaçık İhsan” isimli hesap, birbirinden saçma mesajlarla, Eliaçık hakkında asılsız bir imaj oluşturmaya çalışmaktadır. Yine aynı mantıkla açılan “CHP Gerçekleri” ve “Gezi Parkı Gerçekleri” isimli hesaplarla, komplocu bir mantıkla kurgulanmış yalan bilgiler dolaşıma sokulmakta, özellikle ikincisinde Gezi Direnişi’ne destek veren oyuncular hedef gösterilmektedir. Üçüncü yöntem ise, örgütlü bir şekilde doğrudan insanların twitlerine saldırmaktır. Özellikle Ahmet Hakan ve Can Dündar gibi, hükümete muhalif gazetecilerin hesapları, her gün yüzlerce ekip’çi tarafından taciz edilmektedir. Yukarıda özetlenen Ak Ekip çalışma tarzları, Twitter’la sınırlı değil. Facebook’taki popüler sayfa ve gruplar, haber sitelerinin yorum bölümleri, ekşi sözlük gibi diğer sosyal medya alanlarında da, aynı yöntemlerle oluşturulmuş, aynı argü-
9
manlar görülmektedir. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, AKP’nin resmi olarak kurduğu ve desteklediği sosyal medya ordusunun görevi tam olarak genel başkan yardımcısı Süleyman Soylu’nun ifadelerinde açıklık kazanmaktadır: “Biz bu süreçte, özellikle fake hesaplar, yönlendirilmiş birtakım hesaplar üzerinden hakareti, iftirayı, yanlış bilgiyi, dezenformasyonu, karalamayı gördük”.[2] AKP, yakın geçmişte, hasımlarına karşı verdiği politik hegemonya mücadelesinde şehirli, modern ve okumuş bir gençlik (Genç Siviller) profilini ve onun entelektüel görünümlü dilini (Taraf) ön cephede savaştırırken, artık öyle bir kaygıyla hareket etmiyor ve AK Gençlik’in dili Akit’leşiyor. Ak Ekip’in hemen her üyesinde karşımıza çıkan bu dili Ruşen Çakır şöyle açıklıyor: “Akit “öteki”ni (Yahudi, Hıristiyan, Alevi, Kürt, Batılı, komünist…) sırf kendisinden farklı olduğu için rakip, hattâ düşman görüyor – sırf bu nedenle rahatlıkla faşist olarak tanımlanmayı hak ediyor; “öteki” ile mücadelesinde yalan, çarpıtma, abartma gibi, ne gazetecilik etiğiyle, ne de ahlâkla bağdaşmayan her yola başvurmayı mübah görüyor; siyaseti bir komplolar zinciri olarak algılıyor.”[3] Sosyal medya ve dezenformasyon Lewis Lapham, yeni medyayı “zaman ve mekanı yok eden elektronik medyanın hızlandırılmış veri akışı, sebebin sonuçla işbirliğini de ortadan kaldırmakta, böylece, hiçbir şeyin gerektiği gibi bir başka şeyi takip etmediği, birbirini takip eden serilerin sonuç oluşturacak bir nedensellik bağlan-
10
tısı içinde olmadığı ve sadece birbirine eklendiği” [4] bir alan olarak tanımlamaktadır. Sosyal medyayı epistemolojik açıdan inceleyen birçok yazar, “yoğunlaşma”, “okuma” ve “anlama”nın yerini, “göz atma”, “tarama” ve “kısa süreli aklında tutma”nın aldığına dikkat çekmektedir. Neal Gabler, “The Elusive Big Idea” başlıklı makalesinde [5] sosyal medyadan alınan enformasyon karşısındaki bireyin halini bir şaşkınlık ve oyalanma hali olarak açıklamakta ve ikisi arasındaki etkileşimi “anti-düşünce” olarak nitelendirmektedir. Bu tespitler eşliğinde, yapılan onca baskıya ve haksızlığa, bunların hepsinin ayan beyan ortada olmasına rağmen, “gerçek”in, sosyal medya ortamlarında AKP’liler tarafından nasıl çarpıtıldığını/ bulanıklaştırıldığını belki anlayabiliriz. Gezi Direnişi, parka yapılan tecavüz girişimini görenlerin anlık duyarlılığıyla açıklanamayacak kadar geniş bir içeriğe sahip. Siyasi iktidara karşı bu direnişi yaratan insanların, başı sonu belli olan, belirli sistematik argümanlar içeren ve birbirlerinden farklılaşan bir karşı/kurucu fikirleri olduğu kuşkusuz. Bundan dolayıdır ki, Gezi’nin ilk günlerinde başlayan tartışmalar, forum formatına bürünüp aylarca devam etmiş, birçok fanzin, dergi, kitap basılmış, onlarca konferans/seminer düzenlenmiştir. Bu anlamda Gezi düşüncedir. Gezi’nin salvosunu karşılamak, enerjisini bitirmek ve heyecanını bastırmak için elinden geleni yapan AKP ve sosyal medya ekibi ise “hiçbir şeyin gerektiği gibi bir başka şeyi takip etmediği” propagan-
da fragmanlarıyla Gezi’nin bu anlatısını parçalamak için uğraşmaktadır. Hiçbir nedensellik kaygısı olmadan, Osmanlı’dan Marmaray’a uzanan bir iktidar tarihi yazılırken, insanların AKP iktidarını bütünsel bir şekilde kavramaları engellenmek istenmektedir. Bu anlamda AKP anti-düşüncedir. Kuşkusuz, sosyal medya ve özellikle Twitter, bu zihniyetin amaçlarına daha uygun bir zemindir.[6] Sonradan keşfetseler de, AKP’lilerin bu alanda daha da yaygınlaşması kimseyi şaşırtmamalıdır. AKP’nin, askerin vesayetini bitirmekle, orduyu kışlaya geri göndermekle övündüğü bugünlerde, kendisine karşı gelişen tarihin en meşru isyanlarından birini, imamın ordusu ve kendi kurduğu dezenformasyon ordusuyla yenmeye çalışması ne garip bir ironi! Notlar [1] “AK Partili Çelik: Sosyal medyayı yok sayamazsınız”, http://haber.stargazete.com/politika/ak-partili-celik-sosyalmedyayi-yok-sayamazsiniz/haber-800151 [2] “AKP’den Gezi Parkı için ‘ortak dil’ stratejisi”, http://t24.com.tr/haber/hukumet-sosyal-medyada-tavrini-degistiriyor/231998 [3]Ruşen Çakır, Akit ya da Lumpen İslâmcılık Üzerine Notlar, http://www. birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi. aspx?did=1&dsid=125&dyid=18&ya zi=Akit%20ya%20da%20Lumpen%20 %DDsl%E2mc%FDl%FDk%20%DCzerine%20Notlar [4]Lewis Lapham’dan aktaran Heloise Ruskin, (2012), Hepimiz Globaliz Hepimiz Yereliz, der. Edibe Sözen, İstanbul: Alfa, s. 58 [5] Neal Gabler, The Elusive Big İdea, http://www.nytimes.com/2011/08/14/ opinion/sunday/the-elusive-big-idea.html [6] Daha uzun ve içerikli tartışmaların yapıldığı Ekşi Sözlük’te Ak Ekip’in çok etkin olamamasını bununla açıklayabiliriz.
EMRE TANSU KETEN
‘Sükûnet aralarımızı’ gasp eden internet: iletişim teknolojisi, bizleri zorunlu bir katılıma Neyin temsili? Günümüz sürüklerken, hiçbir şey söylememe hakkımızı elimizden alıyor ve bizler bu zorunlu sevk ile beraber belki de “Bizim politikacılara ihtiyacımız yok. Hepimizin iPhone ve bilgisayarları var. Verilmesi gereken herhangi bir kararda, kuralda, çevrimiçi yayınlama şansımız var. Yapılması gereken şey; insanların, kabul etme veya etmeme oylaması yapmasına izin vermek ve: Çoğunluk kazanır… Demokrasi budur, gerçek bir demokrasi budur.” ‘İnternet ve demokrasi’ üzerine yukarıda söylenen şeyler, “hayatımızı kolaylaştırması beklenen teknolojinin, bizi nasıl avucuna aldığı ve sosyal yaşantımızı nasıl alt üst ettiği” meselesini işleyen bir tür kısa film olan Black Mirror’un 2. Sezon’unun ‘The Waldo Moment’ isimli son bölümündeki bir diyalogdan alıntı. Bir ayı olan Waldo adlı çizgi film karakterinin İngiltere’deki seçimler sürecinde adaylığa ortak oluşunun ilginç hikayesini anlatan The Waldo Moment, ‘geleneksel’ politikacılardan ve onların vaat ve söylemlerinden bıkan insanların her şeyi ti’ye alan bir çizgi film karakterine ya da ‘gerçekte olmayan’a nasıl da rağbet gösterdiğini ve yöneldiğini anlatıyor özetle. ‘Temsil krizi’ne derin bir ironiyle ışık tutan The Waldo Moment, günümüz internet teknolojisinin olanaklarına (ya da olanaksızlıklarına) ilişkin ise bizlere çok şey söylüyor… ‘Medyalaştırılan’ Bizler Twitter ve Facebook gibi sosyal medya mecraları bir iletişim aracından daha fazlası mıdır? Bunlar gerçek ‘demokrasi’ için yeni birer itici güç olabilirler mi? Bu araçlar, günümüzün ‘temsil krizine’ çare olabilecek nitelikteler midir?... Black Mirror, uzayıp giden tüm bu sorulara sert bir cevap veriyor: Hayır! İnternet teknolojisinin toplumu ele geçiren bir tür iktidar mekanizması gibi işlediğini anlataduruyor bize ve işin çılgınlığa varan boyutu üzerine eğiliyor. Cevap bekleyen bu sorulara, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin yakın dönemde patlak veren Arap Baharı, Wall Street’i İşgal Et eylemleri, Yunanistan ayaklanmaları gibi toplumsal hareketlere ilişkin tespitler yaptıkları ve bu hareketlerin ileriye dönük olanaklarına ilişkin değerlendirmelerde bulundukları ‘Duyuru’ adlı eserlerinde de yanıt bulmak mümkün. İkili, neoliberalizmin zaferi ve krizinin ekonomik ve politik hayatın koşullarını değiştirdiğini belirttikleri Duyuru’da , aynı zamanda bunun yeni ‘öznellik figürleri’ oluşturduğunu da söylüyor ve o figürleri şöyle sıralıyor: “Finansın ve bankaların egemenliği borçlandırılanları yarattı. Bilişim ve iletişim şebekeleri üzerindeki kontrol medyalaştırılanları yarattı. Güvenlik rejimi ve genelleştirilen istisnalar devleti korkunun
söylemek zorunda bırakıldığımız şeylerle anlamı boğup onu lime lime ediyoruz.
pençesine düşmüş ve korunmak için yalvaran bir figürü, güvenlikleştirilenleri yarattı. Ve demokrasinin yozlaşması garip, depolitize edilmiş bir figürü, temsil edilenleri ortaya çıkardı (Hardt & Negri, 2012, s. 17).” Hardt ve Negri, öznellik figürlerinden olan ‘medyalaştırılanlar’dan bahsederken ise onların enformasyon, iletişim ve ifade fazlalığından nasıl mustarip olduklarına dikkati çekiyor. Medyanın kişiyi edilgen kılmadığının altını çizen filozoflar; aksine medyanın sürekli olarak kişiyi katılıma, neyi istiyorsa onu seçmeye, fikirleriyle katkıda bulunmaya ve hayatını yorumlamaya davet etiğini belirtiyor. Yani medyanın kişinin sevdiği ve sevmediği şeylere karşı hep duyarlı olduğunu ve buna karşılık da kişinin sürekli olarak dikkat kesilmiş bir halde bulunduğunu dillendiriyorlar ve “Medyalaştırılanın öznelliği bu yüzden paradoksal olarak ne aktif ne de pasiftir, sürekli olarak dikkat kesilmiş bir halde bekler” diye de ekliyorlar (Hardt & Negri, 2012, s. 23). Hardt ve Negri’nin Duyuru’sunda durumu özetlemesi için ise Gilles Deleuze’den şu alıntı yapılıyor: “Sorun artık insanların kendilerini ifade etmelerini sağlamak değil, sonunda söyleyecek bir şeyler bulabilecekleri küçük inziva ve sükûnet araları yaratmaktır. Baskıcı güçler insanların kendilerini ifade etmelerine engel olmuyor, tam tersine onları kendilerini ifade etmeye zorluyor. Söylenecek hiçbir şeyin olmaması, hiçbir şey söylememe hakkı ne büyük bir nimet; çünkü ancak o zaman nadir olanı ve daha da nadir olanı, söylenmeye değer olan o şeyi yakalama şansı doğar.” Yani Deleuze’ün gözüyle amacın; “politik eylem ve özgürlük mücadelesinde asıl önemli olan enformasyonun, iletişimin ve ifadenin niceliği değil, niteliği olduğu” belirtiliyor. İletişimdeki ‘nitelik’ kaymasına dikkati çeken bir diğer filozof ise Fransız düşünür Jean Baudrillard. Aşırı haber bolluğunun, fazlalığının ‘anlam’da yarattığı zedelenmeye ilişkin olarak Baudrillard da “anlamın, anlama ait içeriklerin tümünün egemen bir iletişim aracı tarafından yutulduğu” yorumunu yapıyor. O da “anlamı nötralize
eden iletişim araçlarının ‘biçimden yoksun (haberden yoksun)’ bir kitle üretmelerinden söz etmenin daha doğru olacağını” söylüyor (Baudrillard, 2011). Neyin ‘Temsili’? Yani, günümüz iletişim teknolojisi, bizleri zorunlu bir katılıma sürüklerken, hiçbir şey söylememe hakkımızı elimizden alıyor ve bizler bu zorunlu sevk ile beraber belki de söylemek zorunda bırakıldığımız şeylerle anlamı boğup onu lime lime ediyoruz. ‘Sükûnet araları’ yaratma imkanı elinden alınan bizler, anlama dair hemen her şeyi imha etmeye çoktan girişmiş bulunuyoruz. Black Mirror’daki Waldo adlı çizgi film karakterine ‘can’ veren ‘gerçek kişi’nin son raddede isyanının da asıl olarak bu ‘nitelik ve anlam’ kaymasına yönelmesi tesadüf değildir. Şirketin patronunun, Waldo’yu canlandıran kişinin “Waldo gerçek değil ve o hiçbir şeyi temsil etmiyor!” isyanına kulaklarını tıkaması ise adres olarak sandığı gösteren siyasetçilerin vurdumduymazlığından farksızdır. O da çoğu parlamenter gibi ‘insanları sayan demokrasiyi’ yüceltmektedir. Oysa Ludwig Wittgenstein’ın da belirttiği üzere, “bize insanları sayan değil, tartan bir sistem gereklidir.” Peki, internet ya da sosyal medya bizlere bu imkanı veriyor mu ya da tam aksine bizleri her geçen gün daha çok ‘sayan’ ve ‘niceliğe’ önem veren bireyler haline mi getiriyor? Kaç tivit attım, kaç like aldım, kaç takipçi kazandım… Kaynaklar Baudrillard, J. (2011). Simülakrlar ve Simülasyon. Ankara: Doğu Batı Yayınları. Hardt, M., & Negri, A. (2012). Duyuru . İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
BEKİR AVCI
11
İNTERNET AKTİVİSTİ ÖZGÜR AMED:
“Kürtler sanal dünyada da diaspora yaşıyor” Facebook sansürünün ardından ‘Kürt 2.0 işçiliği’nden, ‘Kürt 3.0 işçiliği’ne terfi etmek zorunda kalan Özgür Amed’le, Facebook’un Kürt politikacılar ile aktivistlerin sayfalarına yönelik sansürünü konuştuk. Özgür Gündem ve Yeni Özgür Politika gazetesi yazarlarından olan Özgür Amed, sansürün zamanlamasından Facebook yöneticisi Richard Allan’ın ‘gerekçelerine’, hükümetin interneti kontrol altına alma gayesinden sosyal medyanın güvenilirliğine kadar bir çok sorumuza yanıt verdi… Temmuz ve Ağustos ayı boyunca onlarca BDP’li siyasetçinin Facebook sayfası kapatıldı ve yine Ötekilerin Postası, Bijwen-Kürt 2.0, Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan, Selahattin Demirtaş ve Yeni Özgür Politika gibi sayfalar da Facebook’un sansürüne maruz kaldı. Bu sansürleri, ana akım medyada Kürtlere yönelik yıllardır uygulanagelen sansürün devamı olarak okumak mümkün mü? Gayet tabi mümkündür. En sonda söyleyeceğimi en başta belirteyim: Bu ülkede sansür bir bütündür bölünemez. . . Malumunuz kitle iletişim araçlarının biz tüketicilerle olan etkileşim şekli değişti. Her geçen gün yeni boyutlar kazanıyor. İktidarın ideolojik maske ile baskı kurduğu her alanda da sansür, değişen renk ve içeriği ile önümüze devamlılık ve bütünlük sahibi bir kimlik olarak çıkıyor, çıkmaya devam edecek. Yine Ağustos ayı içinde Danimarka’dan yayın yapan Roj TV, Nuçe TV ve MMC de mahkeme tarafından verilen yüksek para cezası ve lisans iptali kararı nedeniyle kapatıldı. ‘Müzakereler’in yürütüldüğü bu süreçte, Kürtlerin sağladığı enformasyon akışına bunca saldırıyı nasıl yorumlamak gerekiyor? Bu saldırının öncelikle adını net koymak gerek. Bu yönlü saldırılar her şeyden önce özel savaş stratejisidir. Özel savaş konseptinde basın en önemli legal araçlardan biridir. Totalde de “algı değiştirebilen araçlar” baz alındığında aslında en önemli dezenformasyon ve manipülasyon aracıdır. Özellikle AKP ile birlikte basın yolu ile sindirme hareketlerinin üst düzeye çıktığını görüyoruz. Köşe yazarları toplumu yönlendirip AKP’nin zihniyetini normalleştirme yarışına girdi, manşetler onların rızası
ile aynı olacak şekilde atılıyor, TV kanalları satın alınıp yandaşları ilgili konumlara yerleştirildi. Resmi kurumlar zaten halkı dizayn etmek için bildiğin yarışa girdiler. Bu konsepte ters bir okuma yaptığımızda görsel basının halk için ne kadar önemli olduğu ve olan biteni teşhir eden Kürt Tv geleneğinin gerçekliği açığa çıkar. İkinci bir durum ise işin hukuk boyutudur. “Benim eğitimli insanlara ihtiyacım yok, sadık olanlara var” diyen Rus kralı 1.Nikola, “Okumuş Kürt istemiyorum” diyen dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ve “Böyle nesil olmaz olsun” diyen Erdoğan’ın mantığı aynı paralel kurgunun ürünüdür. Mekan-zaman değişir ama akıl değişmez. Dikkat ederseniz ilkçağlarda insanların kendisine, düşüncesine direk sansür uygulanırdı; Sokrates’e yapılan şey bu idi. Ortaçağda yakıldılar ve sonraki dönemde bu işin yerini kişi ile beraber ürettikleri, çizdikleri kitaplar aldı. Talancı medeniyetlerin ilk yok ettiği yerlerin girdikleri şehirlerde kütüphaneler olması boşuna değildir. Ve bunlar hep aleni ve de “hak” iddiası üzerinden, toplum ikna edilerek yapıldı. Bugün en büyük güç televizyon kanalları ve gazeteler. Bunlara yönelik saldırı-sansür girişiminin kılıfı ise modern araç olan “hukuk”tur. Hukuk denen aygıtın devletin işlediği suçları örtbas etmek için bin yıllardır bulduğu kılıf olduğunu belirtmeme gerek yok. Kürdistan basın-yayın sansürü açısından baktığımızda 90’larda çıkan Sansür Sürgün Yasaları önemlidir. 19 Mayıs 1990’da kabul edilen 424 Sayılı Kararname, Sansür Kararnamesidir. Bu tarihten sonra korkunç şeyler oldu. Bugün de olan aynı şey ama daha yavaş yavaş şırınga edilen bir şiddet bir zulüm. Ayrıca belirtmeden geçmek istemem, “müzakere süreci” diyemiyorum. Bu sürece has bir şey yok. Tek taraflı olan şeyin müzakeresi olamaz. En ılımlı dönemde devletin en sert hamlelerini attığını ve diplomatik ataklara geçtiğini görüyoruz. Nuçe, MMC kapatıldı. Demek savaş, adı konmamış bir şiddetle devam ediyor kapalı kapılar ardında. Sansür sayesinde bunu da görüyoruz. Facebook’taki Türk yetkililerin şirketin sansür uygulamasında etkili olduğuna dair söylentiler var. Şayet Kürt kanallarının kapatılmasında da Türk hükümetinin baskılarının etkili olduğu biliniyor. Kürt kanalları, sosyal medyadaki Kürt siyasilerin ve muhaliflerin sayfaları… Sırada ne var?
Devlet başta Roboski katliamı olmak üzere Gezi ile beraber sosyal medyanın gücünü iliklerine kadar hissetti. Hemen sonra pek çok düzenleme gündeme geldi. Halen de uğraşıyorlar. İnterneti kontrol altında tutabilecek yasal düzenlemeler getirmek istiyorlar. 12
Doğu yakasında yeni bir şey yok. Sadece ilginç olan bir şey var. O da şu: Nasıl bir şans ise artık, Kürtler sanal dünyada da diaspora yaşıyor. Yerleşik yaşam ile aramız yok ama sanalda olmasaydı bari. Bunu ilk arkadaşlarla paylaştığımda bana gülmüşlerdi. Ama gerçekten olan şey tam olarak bu! Bize rahat yok yani… Sırada her birimizin ev, telefon ve bilgisayarlarının başına bir özel güvenlik ya da polis dikip anında uyarma projesi olabilir. Facebook’un yetkili isimlerinden Richard Allan, Radikal’den Ezgi Başaran’a verdiği söyleşide, sayfaların kapanma nedeni olarak “alınan şikayetleri” ve “terör örgütünün övülmesi”ni gerekçe gösterdi. Bu gerekçe, Facebook’un ‘devletçi’ normlar ve söylemlerle hareket ettiğinin açık göstergesi. Sosyal medyanın bu ‘devletçi’ yanı zamanla daha da baskın gelebilir mi? Richard Allan kendini hiç yormasın. Kürtler Facebook’un tüm indirimli günlerini biliyor, haliyle reyonda şık ve pahalı laf safsatalarını indirsin. Allan alandan bir heval değil! Haliyle ona verilen ile yetinecektir çok çok. “Terör” değerlendirmeleri tamamen ABD menşeli El-Kaide eksenli idi. PKK için de uyarlamaya ve satmaya çalışınca ceket dar geldi, düğme attı. Çünkü gerçekler öyle değil. Tüm mesele Facebook Türkiye masası üzerinden dönüyor. MİT ve Emniyet ile direkt işbirliği yapıyorlar. Bugün dünyada pek çok devletin güvenlik ve soruşturma takiplerinin büyük kısmı sanal dünyanın kahvesi Facebook’ta oluyor. Hiç masum bir yer değil. Türkiye de gereken yatırımı yaptı. Misal Türkiye’nin beraber en iyi çalıştığı ve tüm bilgileri paylaştığı servislerden biri Google’nin Gmail servisidir. Akış anı anındadır. Pek çok Kürt gencinin facebook yüzünden içeride olduğunu da unutmayalım. Hack, propaganda ve örgüte üye kazandırma (“like” ederek örgüte üye olma) suçlarından hapis yatan arkadaşların sayısı azımsanacak cinsten değil. Hapisten yeni çıkan bir arkadaşım insansız hava uçağı Heron’u durdurma suçu ile yargılandı. Facebook profili ve paylaşımları yetmişti mahkemeye. Devlet başta Roboski katliamı olmak üzere Gezi ile beraber sosyal medyanın gücünü iliklerine kadar hissetti. Hemen sonra pek çok düzenleme gündeme geldi. Halen de uğraşıyorlar. İnterneti kontrol altında tutabilecek yasal düzenlemeler
Gezi, Tuzluçayır, Kızılay, Lice, Kadıköy… Birbirinin devamı olan bu hayati önemdeki direniş pratikleri ile beraber erk sahibi medyanın kitle ve yurttaş medyasının kişisel-toplumsal başarısı altında ezildiğini görmek mümkün. Kudurtuyor bu onları! getirmek istiyorlar. Twitter’a yalvardılar yakardılar Türkiye’de ofis izni için. Ama istedikleri olmadı. Olmayınca kendileri de yüklendi. AKP’li Bakanların yazdıklarına dikkat edin, ilçe teşkilatları profesyonel ekiplerle mühendisliğe soyunmuş durumda. Erdoğan’ın daha önce “tezek kokusuna tercih ederim” dediği Twitter, şimdi kötü kokuları ifşa eden mecra haline geldi ve onu da oraya sürükledi. İnternette özgürlük yoktur. “Özgür olduğunu hissetme” sanrısı vardır. O da muktedirlerin bize izin verdiği ölçüdedir. Kasten rahat bırakırlar. Bu bünyeyi gevşetir, izleri berraklaştırır. Sosyal medyanın asıl karakteri devlet yanlısıdır. Halk olarak biz sadece aleyhimize çevirebilir adımlar atabiliriz, atıyoruz. Ve sürekli kendimizi güncellemek zorundayız. Sosyal medyayı kullanırken aslında onunla mücadele de ediyoruz. Yukarıdaki soruyla ilişik olarak, Doç. Dr. Erkan Saka, Facebook’un aktivistler ve muhalif kesimler için güvenilir bir yer olmaktan çıktığını söylüyor. Buna katılıyor musunuz? Eğer böyleyse, Facebook’un dışındaki sosyal medya mecraları -Twitter vs.- da aynı riski taşıyor mu sizce? Yukarıdaki sorunun son paragrafına devamen belirtmem gerekir ki hiçbir zaman güvenilir bir yer değildi. Yaratıcılığın en üst formu sanat kabul edilir, iktidarın da yaratıcı aklının en üst formu yıkıcı dürtüdür. Bu dürtünün ateşi sansürdür ve ateşi çok sanatsal kullanır. Bundandır ki mekan gözetmez. Sosyal medya mecralarını bir “sahne” olarak algılarsak tehlikenin bir bütün olduğunu ve ilgili ne varsa kapsadığını da söyleyebiliriz. Şu an en popüler mecra Twitter görünüyor. Adi medyaya karşı hızlı ağ servisi onu popüler kültür ikonu da kıldı. Göz önünde olan şey iktidar tarafından da çabuk fark edilir ve yok edilmesi için harekete geçilir. Yarın öbür gün aynı durum Friendfeed için de geçerli olacak. Ya da yeni bir sosyal mecra için. Facebook, Twitter gibi sosyal medya alanlarının “21. yüzyılın agorası” olduğu söyleniyor. Konuya buradan bakıldığında tüm bu sansürlerde ket vurulan temel şeylerden birinin de ‘söz hakkı’ olduğu görülüyor. Buradaki tahammülsüzlük ortada. Aynı tahammülsüzlüğün, Kürtlerin ‘sözün doğrudanlığını’ esas alan demokratik özerklik talebine de yönelmiş olduğunu görüyoruz. Enformasyon çağındayız ve Kürtlere reva görülen ortada. Kürtler nasıl bir alternatif yaratmalı? Alternatif konusunda referans bir isim mahiyetine “Paul Virilio” adını zemine oturtabilirim. “Dünyanın sonu su baskınlarıyla değil, ses ve görüntü dalgalarıyla
gelecektir. Bugün zihinsel ve analojik yaklaşım giderek silinmekte, onun yerini bilgiyi daha ileriye götürdüğü varsayılan araçsal ve sayısal yaklaşımlar almaktadır.” diyor. Sanırım benim de perspektifim bu temelde. “Enformasyon Bombası” eseri bu anlamda ufuk açıcı eleştiriler içeriyor. Alternatif yaratmak meseledir. Çünkü öyle bir zaman dilimindeyiz ki, düşünmek yüktür. Her an üretici ve tüketici pozisyonundayız. Böyle akıl tutulmasının yaşandığı bir anda alternatif olabilmenin ilk şartı konumunu, duruşunu ve nerede ne olduğunu eleştirebilmendir. Bir eleştiri kültürünün eksikliğinden öte koca boşluğundan dem vurmak istiyorum bu alan ile ilgili. Bu önünü açacaktır. Steve Biko’nun “Ezenin ezilen karşındaki en büyük silahı onun bilinç düzeyidir” belirlemesi burada mana kazanmaktadır. Bu bilinç düzeyini sosyal medya için uyarlarsak oturacağı yer “örgütlenme, örgütlenebilme gücüdür”. Kendi medyanı yapmandır. Kendi mahalleni kurmandır. İster politik ister etnik; rahatsızlığın yönü neresi olursa olsun bir parçadaki tahammülsüzlük diğerine de etki ediyor. Bu anlamda meseleyi bir bütün değerlendirmekten yanayım. Çünkü Kürt, Çerkez ya da başka herhangi bir azınlığın “söz”ünü kesmişsin! Kaderin mührüne el atmışsın. Bundan sonrasının bir önemi yok ki.
Sansürlerin yoğunlaştığı döneme baktığımızda Gezi direnişinin hemen ardından bir artış olduğu gözleniyor. Bu zamanlama konusunda neler söylenebilir? Bu bir tesadüf mü? Tabii ki değil. Facebook’taki Kürt sayfalarına karşı olan sansür sistematiktir. Hedef seçilen sayfalar politik ve kültürel sayfalardır. Hayran sayfası yüksek olan müzik sayfası da radikal paylaşımlarından ötürü kapatıldı. Facebook olmadan önce de Kürt forumları hedefte idi. Yöneticilik yaptığım çoğu forum bir bahane ile kapatıldı. Cezalara uğratıldı. İnterneti Med imparatorluğu dönemine de götürseniz göreceksiniz illa ki bir karşı taarruz olacaktır. Forumlar ile başlayan ve günümüze kadar gelen Kürtlerin topluluk sayfalarına yönelik tamamen sistematik olduğunun altını çizeyim tekrar. Hatta 2009-10 yıllarında sayfanın yönetimini direk Türk hackerlere
teslim etme fantezileri vardı. Onlar da sayfalara index basıp korkuturdu. Çoğu sayfa sahibi arkadaş kendi sayfasını kendi elleri ile kökten silmek zorunda kaldı. Korkuyorlar. Haber-kişi ve kurumların teşhir edilmesi, onlarla dalga geçilmesi ve maskelerinin düşürülmesine asla tahammül edemiyorlar. Gezi, Tuzluçayır, Kızılay, Lice, Kadıköy… Birbirinin devamı olan bu hayati önemdeki direniş pratikleri ile beraber erk sahibi medyanın kitle ve yurttaş medyasının kişisel-toplumsal başarısı altında ezildiğini görmek mümkün. Kudurtuyor bu onları! Vali Mutlu’nun sadece twitter üzerinden bir karnesini çıkarsak elimizde iki romanlık veri olacaktır. Yani sosyal medya iktidarın aynası oldu. Ve bir süre daha bu yönlü işlevini sürdürecektir. Son olarak; Facebook’un sansürüne karşı uluslararası bir kampanya başlatıldı ve farklı çevrelerden kampanyaya destek yağdı. Yani bu sansüre sessiz kalınmadı. Kapatılan sayfalar yeniden açıldı. Örneğin; kapatılan sayfalardan Bijwen-Kürt 2.0, “Bijwen-Kürt 3.0” olarak geri döndü. Facebook kapattıkça Kürtler inatla sansürü delmeye devam edecek gibi; ne dersiniz? Saçma bir kısır döngü. Facebook tarihinde başka bir millete bu yönlü saldırı, sayfa kapatarak cezalandırma var mı bilmiyorum. Sanaldan da bir Kürt hareketi doğurmasalar bari! Çünkü sanalı çok ciddiye alan arkadaşlar var. Düğününde kendine beğen butonu takmayı planlayan tanıdıklarım var. Bu adamın sayfası kapandığında yenisi mi açmayacak? Zor olan şu: 2 yıl bir sayfaya emek veriyorsun. Binlerce haber, yorum, video. Yüzbinlerce yorum… Hepsine verdiğin muazzam bir zaman. Birden gidiyor. Bu durumu kabullenemiyorsun. Ondan “madem êle gel bêle” kuralı geçerli Kürtler için. Sayfalarına yapılan saldırıyı sanal aşiretine saldırı olarak üstlenip daha sert cevap veriyorlar.Bu sayfalardan en ilginci elbet Bijwen grubunun. Sıradan bir grup-sayfa olarak değerlendirmeyeceğim. Ne yaptıklarını bildiklerinden çokça hedef oldular. 4 kez kapatıldılar. Her kapandıklarında bir level yükselterek geldiler. Şimdi yine açıldı. En kısa zamanda yine kapanacaklardır. Yine açılacaktır. Sisyphos’un omuzundaki taş, sanki Facede Kürtlerin sırtına bindirilmiş.
Söyleşi: BEKİR AVCI
13
Rabia ve siyasi reklamcılık
AKP bu siyasi reklamcılık sonucunda, ilk olarak, desteklediği partinin mazlum değil zalim olduğunu istemese de görmek zorunda kalan AKP kitlesini yeniden bir mağdurluk/mazlumluk retoriği çevresinde bir araya getirmiştir. AKP’nin neo-liberal zorbalığına karşı ayağa kalkarak Haziran 2013’ü tarihe yazdıran Halk Ayaklanması, çıkar birliği etrafında oluşturdukları yeni-muhafazakar bir zeminde bir araya gelmiş iktidar partisi ve yandaşlarını şaşkına çevirdi. Ayaklanmanın birçok farklı kesim ve etkene bağlı olması, iktidar tarafından hedef alınabilecek herhangi bir önderliğinin bulunmaması ve siyasi iktidarın saldırı dilini bozup geldiği yere karşı etkili bir şekilde kullanabilmesi, AKP cephesinin saldırı taktiklerini, neredeyse her hafta, değiştirmesini gerektirdi. Eylemlerin ilk günlerinde neler olduğunu anlamaya çalışan siyasi iktidar, çok geçmeden “dış mihraklar” ezberine sarıldı. AKP’nin yeni “amiral gemisi adayı” Yeni Şafak, Başbakan danışmanları tarafından piyasaya sürülen bu mistifikasyonu, Erasmus öğrencilerini Batılı ajanlar olarak teşhir ederek ve yeni nesil cep telefonlarında kullanılan popüler bir program olan “Zello”yu örgüt olarak sunarak bir üst seviyeye taşıdı. Diğer iktidar yanlısı gazete ve televizyonlar da günlerce Otpor ve Soros isimlerini yineleyip durdu. Kuzey Afrika gezisinden dönüşte, havalimanında “sürpriz” şekilde
14
binlerce AKP’li tarafından karşılanan Başbakan bu aldatma operasyonunun muğlak hedefini “faiz lobisi” kavramını ortaya atarak somutlaştırmaya çalıştı. Bu kurgunun beklenen etkiyi yaratmadığının görüldüğü noktada, bu kez ortaya “sivil darbe” kavramıyla soslandırılmış, ortaokul kompozisyon ödevi kıvamında analiz ve haberler atıldı. Senelerdir, gazetelerdeki köşelerinden ve televizyonlardaki programlarından milyonlarca insana demokrasi dersi veren gazeteciler (gerçek sıfatları AKP halkla ilişkiler memurları) bir ülkenin yurttaşlarının, hükümeti haddini aşmamaya, aştığı noktada istifa etmeye çağırmasının darbecilik olduğuna insanları ikna etmeye çalıştılar. Sokağı, sandıktan çıkan millet iradesini ele geçirmeye çalışan illegal bir yöntem olarak sundular. Bununla da istediğini alamayan ve Gezi Ayaklanması karşısında verdiği açıkların farkında olan AKP hükümeti, son koz olarak kendi seçmen kitlesine yönelik bir kampanyaya girişti. “Camide içki içtiler”le başlayıp “benim başörtülü bacıma saldırdılar”la devam eden bu yeni kurgu, Akit’ten Türkiye Gazetesi’ne kadar yoğun bir şekilde işlendi.
Bütün bu halkla ilişkiler operasyonlarının sonucunda muhafazakar medyayı takip eden ortalama bir AKP seçmeninin kafasında, yurtdışındaki karanlık odaklardan para alan, arka cebinde molotof kokteyli taşıyıp, elindeki telefonla eylemleri yönlendiren, demokrasi ve İslam düşmanı bir Gezici profili oluşturuldu. (Bu kurguların yanı sıra, lokal olaylarda, fırsatçı bir zihniyetle, Gezicileri karalama amaçlı yayınlar da yapıldı. Örneğin, Türkiye’nin Olimpiyatlar’ı kazanamamasının sorumlusu olarak Geziciler hedef gösterildi.) Bütün bu kurgular ve halkla ilişkiler operasyonları ortalama seçmenin kafasında bir düşman imgesi yaratabilse de, bütün çabalara rağmen Gezi hareketinin meşruluğunu ve yaygınlığını karşılayabilecek bir muhafazakar kamuoyu oluşturulamadı.AKP’nin seçmen kitlesi, ne ülkesini yabancı karanlık odakların emellerinden korumak için, ne sandıkta ortaya koyduğu iradeye sahip çıkmak için, ne de “hedef alınan” dini değerlerini muhafaza etmek için sokaklara çıkmadı, çeşitli yerel unsurlar tarafından mobilize edilemedi. Bununla bağlantılı olarak, Gezi Ayaklanmasının içinden (reklam ajanslarının ofislerinden değil) kendiliğinden çıkan simgelere (penguen, kırmızı elbiseli kadın, duran adam) karşılık gelecek herhangi bir mücadele simgesi İslami muhafazakar kitle tarafından yaratılamadı. Recep Tayyip Erdoğan’ın, balkonlara Atatürk’süz Türk Bayrağı asma çağrısı bile etkili bir şekilde
karşılık bulamadı. Polisin vahşi saldırısı sonucu ölen ve yaralanan onca insanın karşısında, muhafazakarların mazlumluğu retoriğinin ülke içinden yaratılma şansı yoktu. Bülent Küçük’ün T24’teki yazısında belirttiği gibi “İktidarın rejim karşıtlığı üzerinden kurduğu mağduriyet, merhamet ve millete hizmet dili ile süslediği muhafazakar neo-liberal popülizmin toplumsal zemini hızla çözülüyor, zira insanlar AK partinin milleti ve mağduriyeti değil gerçekte rejimi, baskıyı ve şiddeti temsil ettiği gerçeğini kendi gözleriyle gördüler.” Siyasi reklam figürü olarak Rabia Gezi Ayaklanmasının etkisini yitirerek de olsa sürdüğü bir dönemde ortaya çıkan Mısır Darbesi, AKP açısından ikili bir etkiye sahipti. Birincisi, “komşularla sıfır sorun” söyleminin arkasına saklanan Yeni-Osmanlıcı planların tek tek çöktüğü Ortadoğu coğrafyasında, Mısır’ın Erdoğan hayranı başbakanı Mursi’nin asker tarafından düşürülmesi, AKP’nin dış politikasının tam bir enkaz haline dönüşmesine yol açtı. Böylece, içeride beklenmeyen güçlü bir halk hareketi tarafından köşeye sıkıştırılan Erdoğan hükümeti, kendi seçmen kitlesine pazarladığı “bölgede öncü ülke” efsanesini de kaybediyordu. Bu darbenin AKP açısından ikinci yönü ise bir fırsat olarak nitelenebilir. Müslüman Kardeşler’in iktidardan asker eliyle indirilmesine karşı Rabia’tül Adeviye Meydanı’nda toplanan parti taraftarlarının gördüğü şiddet, AKP’nin bir ayı aşkın süredir arayıp da bulamadığı “mağdur”luk malzemesini onlara sağlıyordu. Geriye sadece yaşanan bu şiddeti öykülerle efsaneleştirmek ve bir simge aracılığıyla kitleleri mobilize etmek kalıyordu. Müslüman Kardeşlerin gördüğü şiddeti efsaneleştirmek için aranan öykü kısa zamanda bulundu. Partinin liderlerinden Muhammed el-Bilteci’nin, iddialara göre Adeviye meydanında asker müdahalesi ile öldürülen, kızı Esma Bilteci AKP’nin mağdurluk/mazlumluk kampanyasının temel öyküsünü oluşturdu. Ülke TV’de bir prog-
Rabia, Gezi Ayaklanması karşısında sıkışan, bu hareketin eylem zekasına yanıt veremeyen ve ortaya çıkardığı eylem araçlarını etkisiz kılamayan AKP iktidarının başarılı bir siyasi reklamcılık operasyonudur. rama katılan Başbakan Erdoğan, Muhammed el-Bilteci’nin kızına yazdığı mektup okunurken, gözyaşlarına engel olamadı (her siyasi olarak kritik dönemeçte olduğu gibi). Bu olayın ardından bütün ana akım medya, Esma’yı ve ona ağlayan Erdoğan’ı anlatan duygu yüklü haberlerle doldu. Türkiye’nin mütedeyyin insanları Erdoğan’ın gözyaşlarıyla hüzünlenip, Esma’nın ölmeden önce çekilmiş görüntüleriyle öfkeleniyordu. Geriye kalan, bu hüzün ve öfkeyi eyleme dökecek bir simge yaratmaktı. Müslüman Kardeşler taraftarları tarafından hem Mursi’nin Mısır’ın dördüncü cumhurbaşkanı olması hem de Rabia’tül Adeviye Meydanı’ndaki Rabia’nın dördüncü anlamına gelmesi hasebiyle kullanılan dört parmak işareti, AKP’nin reklamcıları tarafından grafikleştirildi ve “rabi4” şeklinde bir sosyal medya kampanyası haline getirildi. Artık Facebook ve Twitter’da profil fotoğraflarını kırmızı elbiseli kadın ya da gaz maskesi yapan Gezicilere karşı AKP’lilerin de bir sembolü vardı, twitter kullanıcısı AKP’liler profillerini bu sembollerle süslerken, kısa bir süre içinde onbinlerce rabia sembollü yeni twitter hesabı açıldı, birçok kişi arabalarına, dükkanlarına, evlerinin camına bu sembolleri astı. Gezi Ayaklanması dahilinde eylemlerin olduğu 79 ilde Mısır’a destek eylemleri düzenlendi ya da düzenlenmek istendi. Bazı illerde, İslami muhafazakarların uzun bir süredir temel politik gündemlerinden birisi olan İsrail-Filistin meselesine yönelik düzenlenen eylemlerden çok daha kalabalık kitleler rabia işaretleriyle toplandı. Mısır’ın devrik liderinin adını bildiği dahi şüpheli olan futbolcular sahalarda rabia işareti yaptı. Ortalık rabia işareti yaparak kameralara gülümseyen insanlardan geçilmiyor-
du. Bir süre sonra Abdurrahman Dilipak tarafından kurulan “Rabia Platformu” ise AKP’nin dışarıda kaybolan imajını toplama çabasını ifade ediyordu. Medyalaştırılmış toplumun siyasi pratiği kamusal alanlarda değil medyada, siyasetle değil siyasi reklamcılıkla işliyor. Rabia, Gezi Ayaklanması karşısında sıkışan, bu hareketin eylem zekasına yanıt veremeyen ve ortaya çıkardığı eylem araçlarını etkisiz kılamayan AKP iktidarının başarılı bir siyasi reklamcılık operasyonudur. Nazan Üstündağ’ın, demokrasi paketi hakkında yaptığı değerlendirme kuşkusuz rabia için de geçerlidir: “Açıklanan demokrasi paketine, isminden içeriğine, hazırlanış biçiminden sunumuna kadar, multimilyoner ulusaşırı şirketleri aratmayacak bir pazarlama tekniği eşlik etti” (Bianet). AKP bu siyasi reklamcılık sonucunda, ilk olarak, desteklediği partinin mazlum değil zalim olduğunu istemese de görmek zorunda kalan AKP kitlesini yeniden bir mağdurluk/mazlumluk retoriği çevresinde bir araya getirmiştir. İkinci olarak, Gezicilerin tartışmasız haklılığından ve politik yeteneğinden dolayı köşesine çekilen İslami muhafazakar kitleleri, rabia sembolü ile ortaya çıkmaya, görünür olmaya ikna etmiştir. Üçüncü olarak, AKP’ye muhalefet yapmak da kararlı olan Saadet Partisi gibi İslami parti ve çevrelerin, Gezi karşısında sıkışan AKP’nin yanında saf tutmasını sağlamış, İslamcıları rabia cephesinde toplamıştır. Bütün bunlar göz önüne alındığında söyleyebiliriz ki, dört parmaklı rabia sembolü, Mısır’daki mazlumları değil, Türkiye’deki zalimleri sahiplenmenin sembolüdür. Mısır’la değil tamamen Türkiye’yle ilgilidir.
EMRE TANSU KETEN
15
“Yeni Türkiye” gazetesi Son günlerde basın dünyasındaki en önemli gelişmelerden biri kuşkusuz yeni bir kurumsal imaj ve kimlikle ortaya çıkan Türkiye gazetesiydi. Gazetenin “yeni yüzünü” ilan eden billboard ve afişler, şehrin muhtelif yerlerinde bir çoklarının gözüne ilişmiştir. Amblemde yuvarlak içine alınarak vurgulanan “T” harfinin yanında, gazetenin sayfa düzeni ve internet sitesi de yenilenmiş. Tabi ki yenilenme sürecinden bahsederken, sosyal medyada da oldukça ilgi gören reklam filminden bahsetmeden olmaz. Filmde gazetenin Melih Altınok, Alper Görmüş, Deniz Ülke Arıboğan, Yıldıray Oğur, İsmail Kapan, Halime Gürbüz, Ceren Kenar Subaşı ve Burcu Çetinkaya’dan oluşan yeni yazar kadrosu tanıtılmış ve artık gazete tanıtımlarında giderek alışıldık hale gelen “sizin gazeteniz, halkın gazetesi” gibi söylemler de bolca kullanılmış. Filmde daha pek çok detay var ve bunlar üzerine sayısız yorum yapıldı. Özellikle ana akım medyada sol ve sol içi meseleler üzerine yapılan tartışma programlarının vazgeçilmez fastthinker’ı Melih Altınok’un ilk sahnede kuaförle olan diyaloğu dikkate değer. Altınok “sola tarıyorsun, ona göre. Aşırı sol değil ama…” der. Kuaför ise “sen bana bırak abi. Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” şeklinde cevap verir. Söz konusu diyalog Türkiye gazetesinin yeni yüzüyle farklı toplumsal kesimlere açılma isteğinin sinyallerini verir. Hiç kuşkusuz Melih Altınok bu sözde genişleyen fikri yelpazenin “ılımlı-olumlu sol” ve bir diğer ünlü fast-thinker Alper Görmüş ise “liberal” kontenjanından listeye eklenmiştir. Filmde belirleyici olan bir diğer husus ise “yeni Türkiye” söylemidir. Bilindiği gibi bu söylem AKP iktidarının, “cumhuriyetçi –laik-Kemalist elitlerin” tek elinde “halkın genelinden” kopuk şekilde biçimlenen “eski Türkiye’nin” ideolojik olarak tam karşısına konumlandırdığı bir ikiliktir. Yeni Türkiye ise AKP rejiminin İktidarı söz konusu elitlerin elinden kurtarıp halka devretme iddiası olarak anlaşılabilir. Türkiye siyasetine bakışını söz konusu ikilik üzerinden şekillendiren günümüz hakim paradigması, bu söylemi her türlü muhalefeti demokratikleşmeye ve sivilleşmeye karşı olan “eski Türkiye”nin savunucusu olarak yaftalamak, “eski Türkiye’ye geri dönülürse” korkusunu diri tutarak siyasi ve yargısal infazlara zemin hazırlamak adına işlevsel biçimde kullanmaktadır. Bu bile başlı başına “Yeni Türkiye’nin Yeni Türkiye’si” sloganıyla ortaya çıkan gazetenin gelecekteki stratejisine ilişkin bilgi verebilir. Yeni Türkiye söylemi gazetenin yenilenme ertesinde ilk çıkan sayısında da göze çarpar. Gazetenin bağlı bulunduğu İhlas Holding’in sahibi Enver Ören’in oğlu
16
Mücahit Ören bu sayıda manşette yer alan sunuş yazısında “Kabuğunu Kıran ve yeni ufuklara yelken açmaya çalışan bir ülkeye, onun ismini şerefle taşıyan gazetemizin de ayak uydurması elbette kaçınılmazdı” ifadelerini kullanır. Hemen yanında genişçe yer verilen fotoğrafta ise gazetenin tanıtım gecesinde Mücahit Ören, Genel Yayın Yönetmeni Nuh Albayrak ve Egemen Bağış görülür. Kısacası Türkiye gazetesi yenilenme iddiasıyla ortaya çıkarken bile taraf görünmekten asla sakınmaz. Türkiye gazetesinin tarihini 1970 yılında yayına başlayan Hakikat Gazetesine kadar geri götürmek mümkün. Öte yandan gazeteyi, İslami holdingleşmelerin ve cemaat sermayesinin giderek palazlanmasına paralel olarak gelişen ve günümüzde ise
başat konuma oturan İslami medya furyasının ilk büyük atağı olarak da değerlendirebiliriz. Zira gazetenin ilk günlerinden beri bağlı bulunduğu İhlas Holding aynı zamanda Türkiye’de İslami sermaye adı verilen olgunun da lokomotifi olmuştur. Öte yandan gazetenin ve İhlas Holding’in sahibi Enver Ören, ismini kurucusu (Ören’in de kayınpederi) Hüseyin Hilmi Işık’tan alan “Işıkçılar” isimli cemaatin lideridir. Yani gazete aynı zamanda cemaat medyasının da ilk örneğidir. Türkiye gazetesi 43 yıla varan tarihinin hiçbir döneminde ne orduyla ne de hükümetlerle ters düştü. Erken dönemlerinde yayın politikasını soğuk savaşa özgü katı bir anti-komünizm, komünizmle mücadele söylemi ekseninde şekillendirdiğinden ordu ve askeri yönetimlerle, Türk-İslam çizgisi benimsediğinden merkez sağ-milliyetçi yönetimlerle, küresel kapitalizmle uyum içinde yürüdüğünden ve sermaye yapısı gereği Turgut Özal liberalizmiyle iyi anlaştı. Bu özelliğiyle bir bukalemunu andıra gazete, tarihinin hiçbir döneminde “dinsiz devlete” bir Necmettin Erbakan mücahitliğinde karşı koymadı. Reklam filminde de dendiği gibi, bu kadar oynak bir zeminde ustaca manevralar yapabilen ve sinsice yoluna devam eden “Türkiye gazetesi, Türkiye değişirken aynı kalamazdı”. Diğer taraftan Türkiye gazetesi abonelik sistemini ilk geliştiren gazete olarak da dikkati çeker. Tarihinde 1.5 milyon gibi rekor tirajlara imza atmışlığı da vardır. Ancak günümüzde satış rakamları ortalama 180 bin civarında seyretmektedir. Bunun ise 172 binlik büyük bir kısmı abonelik sistemiyle satılmaktadır. İlk bir haftalık (16-22 Eylül 2013)rakamlara bakıldığında
yenilenme sürecinin gazetenin tirajında önemli bir değişiklik yaratmadığı da görülüyor. Yalnızca günlük 3-4 bin civarında bir artış söz konusu. Gazetenin yenilenme hamlesinden sonra büründüğü içerik, sırf manşetlere bile bakıldığında, Yeni Şafak ve Yeni Akit’i aratacak cinsten. Nefret söylemi, ayrımcı söylem, komplo teorisyenliği, şahıs ve grupları hedef gösterme, saldırgan bir dil, kısacası gazetecilik etiğine aykırı bütün içerik kusurlar bir hafta gibi kısa bir sürede işlenmiş durumda. Gazetenin 17 Eylül’deki ilk manşetinde yer alan özel haberde AKP içine sızmaya çalışan ajanlardan, ertesi günkü özel haberde ise Başbakan Erdoğan’a suikast düzenlemek için Ergenekon tarafından kurulan 15 kişilik bir timden bahsedilmektedir. Gazetenin 20 Eylül’de yine manşetten verdiği ”Cemevi Ergenekon projesi” başlığını taşıyan özel haber ise, Erdoğan’ın Alevilere dinini öğreten buyurganlığının ve son dönem AKP iç ve dış politikada kendini belli eden mezhebe dayalı ayrımcılığın izlerini taşıyor. Gazete manşetlerinde muhalefeti kriminalize etmek adına “terör” kelimesini de sıkça kullanmaktan sakınmıyor. Örneğin olaylı Beşiktaş-Galatasaray derbisinin ardında 23 Eylül’de gazete “derbide gezi terörü” manşetiyle, boğaz köprüsünün sallanmasına neden olan kamyoncu eyleminin ertesinde ise (20 Eylül) “İstanbul’da kamyoncu terörü” manşetiyle çıkmış. Her ne kadar terör kelimesini böyle yerli yersiz kullanmak konusunda çok hevesli olsa da gazete Kenya’da bir AVM’yi silahlarla basarak içinde çocuklar da bulunan onlarca sivili öldüren ve yine onlarcasını günler boyu rehin alan El-Kaide militanlarını nitelemek için “radikaller” ifadesini yeterli görmüş. Ertesi gün (24 Eylül) ifadeyi biraz daha genişleterek bu militanları “çirkin emelleri uğruna dini istismar eden radikaller” şeklinde terfi ettiren gazete, yine aynı sayfa içindeki başka bölümlerde “gezi terörü, futbol teröristleri” gibi tabirleri kullanmıştır. Bunun dışında, gazetenin manşetlerinde hükümet politikalarını öven, muhalefet partilerini ise açıkça yeren ifadelerin sık ve bariz bir şekilde yer aldığını belirtmem kimse için bir sürpriz olmayacaktır. Zira artık alışıldık bir durum bu. Sonuç olarak Türkiye gazetesinde pek de yeni bir şey yok. Gezi parkı sürecinde 7 ayrı gazetenin aynı manşetle çıktığı gün, Türkiye basını için kuşkusuz bir utanç günüydü. O gazetelerden biri de Türkiye gazetesiydi. O günden bu güne kağıt, logo ve tasarım haricinde pek bir şey değişmedi. Malum, Zaman gazetesi cemaat-AKP ayrılığının ayyuka çıkmasından sonra iktidar için güvenilir bir liman değil artık, “Taraf” ise çoktan elden çıktı. AKP çizgisinin yeni amiral gemisi olma misyonu Türkiye gazetesine kaldı, bu rol için de yeni bir makyaj gerekiyordu.
Umur BEDİR
DERİ-İŞ TUZLA ŞUBE BAŞKANI BİNALİ TAY:
“Türkiye sermaye için ucuz emek cenneti” Gezi Direnişi boyunca, sendikaların Direniş’e karşı yaklaşımları üzerine pek çok tartışma yaşandı. Biz de Deri-İş Sendikası Tuzla Şube Başkanı Binali Tay ile bu süreçte sendikaların tutumunu, sendikal bürokrasinin işçi hareketine verdiği zararları, Deriİş’in doksanlı yıllardan günümüze Tuzla Organize Sanayi Bölgesi’nde örgütlenme mücadelesini, sendikalı oldukları için işten atılan ve direnişte olan Ismaco işçilerinin durumunu ve AKP hükümetinin Ulusal İstihdam Stratejisinin deri işçileri üzerindeki yansımalarını konuştuk. AKP hükümeti zamanında değişen Sendikalar ve Toplu Sözleşme Yasası işçi sınıfı açısından neler getirdi neler götürdü? Öncelikle 1980 evvelki sendikal hareketi ve 80 sonraki 12 Eylül 1982 Anayasası’nı ciddi anlamda bir cunta yasası olduğunu söylemekte yarar var. Sonuç itibari ile o dönemde işçi ve emekçilerin bedel ödeyerek kazandığı hakları 12 Eylül’de ciddi kısıtlamalarla elinden alındı. Ancak ona rağmen o günkü koşullarda işçi hareketi fiili mücadele dediğimiz dengelerle oluşturduğu mücadele konusunda Sendikalar ve Toplu Sözleşme Yasaları’nı nispeten de olsa uygulamaya koymuş oldu. Fakat geldiğimiz noktada ciddi anlamda sendikal hareketin durumu vahim. Bunu da aslında sadece bugünkü olaylarla kıyaslamamak gerekiyor. Bizler yıllarca ortak çalışma kültürünü geliştirmediğimizde, sınıf dayanışma örneğini ortaya koymadığımızda ve gelen iktidarlarla birlikte sendikal bürokrasiyi de ele aldığımızda, her ikisini yan yana getirdiğimizde bu konuda örgütlenme ile ilgili ciddi bir travma geçirdiğini söyleyebiliriz. Aslında yasadaki değişikliklerle bizim açımızdan çok önemli şeylerin değişmediğini görüyoruz. Hatta %10 barajının bizim açımızdan daha iyi olduğunu düşünüyorum. Çünkü Deri-İş Kolu tek iş koluydu. 87 bin çalışanımız Deri-İş kolunda var. Şu anki durumda 3 bin örgütlü işçimiz var. Ancak bu son süreçte yeni çıkarılan yasa ile birlikte Deri ve Tekstil İş kolu birleştirildiğinden dolayı tamamen bir milyon insanın içerisinde %1 baraj, %2 baraj, % 3 baraj söz konusu oldu. Biz buradaki baraj sisteminin geçmişe göre ikiye üçe katlandığını görüyoruz. Mevcut sistem, demokratik mücadele veren kurumların ve sendikaların ciddi anlamda önünü tıkıyor ve örgütleme gücünün elini kolunu bağlıyor. Noter sisteminin aynı şekilde devam ettiğini biliyoruz. Noter sistemiyle ilgili en çok sıkıntı yaşayan iş kolu bizleriz. Çünkü iş kolumuzda sabah sekiz akşam beş çalışmakta. Ve Noter
sekiz buçuk dokuzda açılıyor akşam beşte kapanıyor. Böylece biz iğne ile kuyu kazar gibi örgütleme yolu ile çalışıyoruz. Sendikal örgütlemeyi yaptığımızda da işten atılıyor işçilerimiz. Buna rağmen çok uzun süre direnişlerle mücadeleyi sürdürebiliyoruz. En erken biten direnişlerimizin 200-300 günlere dayandığını, en geç bitirdiğimiz direnişlerin de 465 günü aştığını biliyoruz. Bunlardan Kampana Deri direnişimiz 465 gün sürmüştü. Elli kişi çalışıyordu, on altı kişi çıkartmışlardı. On altı arkadaşla başladık, on altı arkadaşımızla dört yüz almış beş günde çadırı sonlandırdık. Sendikalar Kanunu ve Toplu Sözleşme Kanunu›ndaki değişimlerin işçi sınıfında, Türk-İş’in de içinde olduğu ve hükümet nezdinde imzalanan protokolde özellikle 30 kişinin altında çalışan geri iade davası ve sendika üyeliğindeki attıkları imza ciddi anlamda bir tahribat yaratmıştır. İş kollarımız genelde otuz kişilik, yirmi kişilik. Burada çalışanların hükümet ve konfederasyon eliyle mağdur edildiklerini söyledik. Ve bu da bana göre 12 Eylül’ün yarattığı tahribattan daha ağır. 1993 yılında Kazlıçeşme’den Tuzla’ya taşındı deri fabrikaları. Bu taşınmanın aslında deri işçilerinin örgütlülüğünü kırmak için yapıldığı da gündeme gelmişti. Tuzla’da örgütlülük ne aşamada? Kazlıçeşme’nin fiziksel koşullarından kaynaklı deri fabrikalarının Kazlıçeşme’den kalkması gerekiyordu. Bunun üzerine Deri-İş ve İşverenler Sendikası arasında o günün koşullarında bir protokol imzalandı. Buradan Tuzla’ya giderken örgütlü gideceklerini ve üyelerini Tuzla’ya taşıyacaklarını söylemişlerdi. Nitekim 1992’de Kazlıçeşme’den Tuzla’ya taşınma söz konusu olunca baktık ki aslında örgütlü olan işyerlerimizde Tuzla’ya gelmek isteyen
üyelerimizi işverenler bilinçli bir şekilde getirmiyor. Bunları tasfiye edip yanlarına örgütsüz işçileri, sigortasız işçileri getiriyorlar. Sendikamız o dönemde çalışmalarını büyük baskılar altında yapmıştı. Fabrikalarda çok ciddi bir mücadele başladı. İşveren Sendikası ile yapılan protokole işverenin uymadığını gördük. O dönem kışa denk gelmişti. Her üye yaptığımız arkadaşımızı kapının önüne koydular. Resmen Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesi çadır kent olmuştu. Büyük bir dayanışma örneği ortaya konmuştu. İşçiler sahipleniyordu sendikayı, işverenin yaptıkları oyunları görerek sendikaya sarılmaya başladılar. 9798’lere kadar çok ciddi kavgalar oldu bölgede. Kolluk güçlerinin sermeye tarafında olması, sendikalı olan her üyemizi istifaya zorlamaları, bazen karakollarda gözdağı vermeleri… Bunun üzerine işçiler arasında Türk-Kürt sorunu yaratmaları, Alevi-Sünni sorunu yaratmaları, 89’da Bulgaristan’dan ülkemize gelen işçi ve emekçileri Türkiyeli işçilerle karşı karşıya getirerek, “İşte bunlar soydaştır, bak bunlar 5 kuruşa bile çalışıyor.” mantığını koydular. Bunların hepsini bir kenara koyduğumuzda işçiler hep şuna inanmışlardır: Evet biz çalışanız, işçiyiz. Dünya görüşümüz ne olursa olsun, dinimiz, rengimiz, bölgemiz neresi olursa olsun sonuçta biz işçiyiz, biz emeğimizi kazanıyoruz. Ve buradaki sorunların Deri-İş Sendikası’nı taraf olarak görürlerse çözülebileceğini ortaya koyarak bir örnek mücadele sergilemişlerdir. Biz burada sendikal örgütlülüğü başardık. 1992 ve 1998’e kadar 3 binin üzerinde üyemiz vardı Tuzla’da. En son 1998 ve 2002 krizinde işyerlerimizin kapanmasıyla oran %50’ye indi. Şu an örgütlü ve örgütsüz olarak Tuzla’da otuz beş fabrika çalışmakta. Bunların yirmi dördünde biz örgütlü ve sendikalı çalışıyoruz.
17
En son bu bölgede Ismaco fabrikasında sendikalı oldukları için işten atılan işçileri biliyoruz. Direniş süreci ne aşamada? Ismaco biliyorsunuz aynı zamanda gömlek üreten bir tekstil fabrikası. 2012 Kasım ayında iş kollarının birleştirilmesiyle Deri ve Tekstil iş kollarını birleştiler. Bir yandan evet barajlarımız 10’a katlandı ama öbür yandan da tekstil iş kolunda dokuz yüz bine yakın çalışan işçi bulunmakta. Özellikle merdiven altı atölyeler, sigortasız çalışan işçiler, gerçekten ünlü markalara üretim yapıp da sendikasız çalışan atölyeler, fabrikalar bulunmakta. Bölgemizde Ermenegildo Zegna Ismaco dediğimiz İtalyan markası, Hollanda sermayesi bunlar. Dünyanın her yerinde kendilerince bir marka olmasından kaynaklı “insan haklarına saygı gösterme, doğaya saygılı olmak” konusunda politikaları bulunmakta. Bölgemizde ise sendikasız çalışmakta. Biz burada bir örgütleme sürecini başlattık. Çünkü ciddi bir emek sömürüsü var orada. Önce komitelerimiz oluşturduk. Her bölümde ikişer üçer komite, baktık hızlanınca üye yapmaya başladık. 50-60 kişiyi üye yaptık sonrasında bu duyuldu. Duyulurken de ilk oluşturduğumuz komiteden iki kadın arkadaşımız ve bir erkek arkadaşımızı işten attılar. Bunun üzerine Serbest Bölge’nin kapısına çadır kurduk. Çadır kurarken sendikanın broşürlerini, bildirilerini dağıtmaya başladık ve sendikanın mücadelesiyle, işçilerin kendi haklarının ne olduğunu anlatmaya başladık. Sonrasında içeriden çok ciddi bir sendikal mücadele başladı. Akabinde tekrar beş kişi daha işten çıkarıldı. Böylece 9-10 kişiyi buldu çadırımızda işçi arkadaşlar. Hem marka üzerinden işverene hem de buradaki işverene bir çağrı yapmıştık bu sorunun işten atmakla değil, mutlaka taraflarla görüşülerek çözüleceğini söylemiştik. Nitekim bir görüşmemiz oldu işverenin danışmanı ve hukukçuları ile. Herhalde çözeceğiz diye umduk. Ama işverenin bütün dünyada
18
sendikal haklara saygılı olduğu söylemi Türkiye’de demek ki geçmiyormuş. Çünkü Türkiye, sermaye açısından çok ucuz bir emek cenneti. Adam kendi ülkesindeki maliyetten kaçarak ülkemizde, çalışanlarımıza bile saygı göstermeden, pervasızca sendika karşıtı bir tavır ortaya koydu. 279 gündür hala oradaki mücadelemiz devam ediyor. Ancak geçen hafta çadırımızı sonlandırdık. Hem içerideki üyelerimizle oturup konuşarak hem dışarıdaki direnişteki arkadaşlarımızla ortak karar aldık. Çadırı sonlandırdık ama mücadelemiz devam ediyor. Biliyorsunuz aynı zamanda Zeytinburnu’nda Punto Deri’de de 42 gündür mücadele devam ediyor. Punto ile Ermenegildo Zegna yani Ismaco’da atılan işçileri birleştirerek Nişantaşı’ndaki mağazalarının önünde basın açıklaması yaptık. Artık yeni bir mücadele stratejisi belirleyerek oradaki mücadeleyi öyle taçlandırmak istiyoruz. Biraz sıkıntılı gözüküyor. Ama mücadeleye devam diyoruz, geri adım yok. Tuzla Organize Sanayi Bölgesi’ne girildiğinde bizi ağır bir koku karşılıyor. Bu da sektörde kimyasalların ne kadar yoğun kullanıldığının bir göstergesi. Deri işçilerinin hem iş sağlığı açısından hem de genel olarak karşılaştığı sorunlar nelerdir? Sektörümüzde, ham maddemiz deriyi işlenebilir hale getirmek için yoğun bir kimyasal üretim söz konusu. Biz aslında 98 ve 2000’li yıllarda iki sefer iş sağlığı ve iş güvenliği konusunda devletin birimleriyle ortak seminerler gerçekleştirdik. Buradaki kimyasalların insan bedeni üzerinde yarattığı tahribatlar, kaşıntılar, yaralar, vücuttaki tüylerin dökülmesine kadar bir çalışma yürüttük. Bu çalışmalarla aslında çok iyi bir yol kat ettiğimizi söyleyebilirim. Gerek iş yerlerinde gerek sendikamızda yaptığımız seminer ve eğitimlerdeki hocalarımızın, üyelerimize kimyasalların getirdiği sonuçlar, gerek solunum yoluyla gerek birebir
temasla getirdiği koşulları anlattığında bir toparlama süreci yaşadık. O süreci yaşarken sadece koruyucuyla kalmayarak gelen kimyasalların kanserojen oranını düşürme konusunda bir çalışma başlatmıştık. Bunu hem İşveren Sendikası hem Deri-İş Sendikası birlikte yaptık. Diyebilirim ki şu anki kimyasal maddelerdeki kanserojen oranını sıfır demesek de oraya yakın bir noktaya getirdik. Çünkü yaptığımız bütün çalışmalarda özellikle ithal edilen yerli malzemelerdeki PH ölçüleri bunları yansıtıyor. Mesela bir foril olayı, biz o forili sabun diye biliyorduk. Onu alarak yüzümüzü, ellerimizi yıkıyorduk. Oysa kanserojen içerikli bir maddeymiş. Sonuçta derinin üzerindeki o tüyleri onlar döküyormuş. Bu konuyla ilgili bir çalışma yürüttük. Tabi çok teşekküllü diyemeyeceğiz ki zaten kokudan belli, o çalışmayı tekrar yürütüyoruz ama kanserojen madde konusunda iyi bir yol kat ettiğimizi düşünüyorum. Geçen dönem sendikamızın talebiyle iş sağlığı, iş güvenliği konusunda 4-5 ay evvel müfettişler devlet tarafından görevlendirerek iş yerlerimizde çalışma başlattı. Şu ana kadar %70’e varıldı. Hem iş yerlerinde günlük doktor bulundurma hem de bu kanserojen maddelerin sürekli 6 ayda bir devlet yetkilileri tarafından teftişi ve laboratuvar incelemelerinin yapılması konusunda bir çalışma bulunmakta. Koku konusunda bunun önüne geçemedik. Geçmişteki arıtma sisteminin bu bölgede haftalarca çalışmayıp da hafta bir gün çalışması konusunda o koku ciddi bir şekilde yayılıyordu. Sonuçta bunu da hem Büyükşehir Belediyesi’ne hem bölgemizdeki belediyeye yazı yazarak arıtmanın sürekli çalışması konusunda taleplerimiz oldu. Çünkü gerçekten daha sanayinin içerisine girmeden o kokular sağlık konusunda ciddi rahatsızlık veriyordu. Şu an arıtmanın tam teşekküllü çalışmadığından kaynaklı yer yer o koku hala devam etmekte. Güvencesiz çalışmanın en yoğun yaşandığı sektörlerden biri deri ve tekstil sektörü. AKP hükümetinin Ulusal İstihdam Stratejisi’nin deri işçilerine nasıl bir yansıması oldu? Ciddi bir tahribat yarattı aslında. Ulusal İstihdam Stratejisi’nin getirdiği ödünç çalışmalar, özel istihdam büroları gibi oluşumlar. Tabi sadece deri iş kolu için değil Türkiye’de çalışma hayatını ciddi risklere sokacak bir yöntem. Her zaman söylüyoruz; örgütlü bir işyerinde her gelen örgütsüz işçi, kendi geleceğiniz için tehlike arz etmektedir. Dolayısıyla gelen her işçinin mutlaka örgütlü çalışması konusunda çaba harcıyoruz. İstihdam Stratejisi Türkiye işçi sınıfı açısından ciddi tahribatlar yaratacak. Bunun da karşısında topyekun durmak ve dayanışma kültürünü geliştirmek gerekiyor. İş kolları, sendikaları, kitle örgütleri,
“Sadece fabrikalara giderek işçilere, toplu sözleşme yaptık, bin lira fazla aldık demek ne bu ülkenin sorunlarını çözmüş olacak ne de gerçekten ülkedeki antidemokratik uygulamaya karşı olacak.” siyasi partiler ayırmaksızın herkesin böyle bir yöntemin emek sömürüsü olduğunu fark edip çalışanların geleceğini karanlığa sürükleyeceği konusunda bilinç ekmeleri gerektiği düşünüyoruz. Bizim iş kolumuzda aslında çok ciddi bir taşeron sistemi bulunmamakta. Tuzla’da iki tane taşeronumuz vardı. Yıllarca bunlarla kavga ettik. En son Kampana’da taşeron sistemine karşı olduğumuzdan dolayı çok uzun soluklu bir mücadele geçti. Ve oradan sonra şu an bölgemizde deri sektöründe taşeron çalışmamakta. Ancak konfeksiyon sürecinde fason, taşeron sisteminde, götürü sisteminde yoğun bir emek sömürüsü var. İşçiler sigortasız ve sendikasız çalıştırılmakta. İşçileri daha çok çalıştırıp daha az ödeme yaparak, ne kadar iş o kadar para mantığını koyarak bir çalışma sistemi söz konusu. İşte bunun bir örneği ilk Kuzu Deri’den başladı, ikinci örneği bugün Punto Deri. Mesela Punto Deri’nin kendi ana firmasında iki yüz çalışanı bulunmakta ama genel fason ve taşeron çalıştırdığı alanları kapsadığımızda 300-400’e yakın bir işçi potansiyeli var buralarda. Tuzla Deri-İş olarak Gezi Direnişi’ne 2
saatlik iş bırakma eylemiyle destek verdiniz. Sendikalar üzerine düşeni yapabildi mi sizce Gezi sürecinde? Gezi süreci başlarken sendika olarak biz iki gece oradaydık yönetim kurulumuzla, temsilci arkadaşlarımızla, işçilerimizle beraber. Sonuç itibari ile orada aslında Türkiye sendikal hareketinin ne kadar bu işin içinde olduğunu gözlemledik. Beraber olduğumuz sendikalara, seminerlerde, toplantılarda mutlaka sendikal hareketin Gezi sürecine müdahil olması gerektiğini ve sendikaların bu süreçte gelişen baskı rejimine karşı daha demokratik bir mücadele esas alması gerektiğini söyledik. Ama tabi o dönem bazı sendikaların ‘Bizim üyelerimiz, bizim örgütümüz sizin gibi düşünmüyor.’ söylemleri üzerine biz bunu kendi konfederasyonumuza da ilettik. Demokratik bir Türkiye yaratma açısından Gezi Parkı’nın öncü olduğunu söylemiştik. Ama sendikal hareketin, bu herkes için geçerli, konfederasyonlarda DİSK’i, KESK’i, TÜRK-İŞ’i vs. ortaklaşarak, bir araya gelerek taraf olmadıklarını gördük. Ancak bazı sendikalarımız bizler gibi kendi özgücüyle bir şeyler yapmaya çalıştı. Bunun da yeteri kadar verimli olmadığını biliyoruz. Biz de Gezi
olayına müdahil olma konusundaki bütün girişimlerimizde Gezi ile birlikte sendikal hareketin önündeki engellerin aşılacağını ve daha demokratik bir ülke yaratılabileceğini beyan etmiştik. Kendi bölgemizde temsilcilerimizi çağırarak bu düşüncelerimizi ilettik ve üyelerimize çağrı yaparak 2 saatlik üretimden gelen gücümüzü kullandık. En azından öncülüğü biz yaptık, bizim dışımızdaki sendikaların da bu konuya müdahil olup bir birlik sağlanabilirdi. Sağlanmadı. Aslında burada sendikal hareket sınıfta kaldı diyebiliriz. Sonuç itibari ile işçilerin dünyası, işçilerin siyasal alanı, işçilerin bölgesi her şeyden önce emek, özgürlük ve demokrasi olmalıdır. Bunu anlatmamız gerekir. Sadece fabrikalara giderek işçilere, toplu sözleşme yaptık, bin lira fazla aldık demek ne bu ülkenin sorunlarını çözmüş olacak ne de gerçekten ülkedeki antidemokratik uygulamaya karşı olacak. Her şeyden önce işçilerin dayanışma kültürünü geliştirmek, demokratik önceliği esas almak gerek. Bunu sağladıktan sonra ben inanıyorum ki Türkiye işçi sınıfı kendi ayakları üzerinde duracaktır. Ama ne yazık hep tartıştığımız sendikal bürokrasinin, birtakım şeylerin önünde engel olduğunu da bir kez daha burada görmüş olduk.
Söyleşi: Vildan Tekin
izafi
11. sayısıyla kitapçılarda!
Dosya Ahmet Büke Orhan Kemal Uçurum Julio Cortazar Öykünün Farklı Yönleri Aslı Erdoğan ve Ercan Kesal ile söyleşi
19
SALİH MİRZABEYOĞLU’NUN AVUKATI GÜVEN YILMAZ:
“Mirzabeyoğlu için 28 Şubat sürüyor” İBDA-C hareketinin lideri olduğu iddia edilen Salih Mirzabeyoğlu yaklaşık on beş yıldır cezaevinde. 28 Şubat sürecinde devletin, itibarını kurtarmak adına kurban olarak seçtiği bir “günah keçisi.” Mirzabeyoğlu ortaya koyduğu fikirler, yazdığı makale ve kitaplar sebebiyle cezaevinde ve cezaevinde kalmasına gerekçe olarak kendisine atfedilen suçların hiç biri somut olarak ispat edilemedi. Mirzabeyoğlu davası, ayyuka çıkan hukuk ayıbıyla aslında tam da tipik bir örnek. Kendisi “irtica faaliyeti” ve “yasadığı örgüt liderliği”yle suçlanıyor ama bu suçlara karşılık gelecek bir somut delil henüz ortaya konamadı. Ancak; yargı ve bilhassa büyük medya tarafından karar verildi; Mirzabeyoğlu suçluydu. Ortada henüz somut hiçbir şey yokken her şeyin oldu bittiye getirilmesi ve hedef gösterilmesi hasebiyle Mirzabeyoğlu tipik bir örnek. Zira bu ülkede düşün insanından, sanatçısına, aydınından öğrencisine kadar pek çok kimseler Mirzabeyoğlu ile aynı kaderi paylaştı. Tam da bu yüzden Salih Mirzabeyoğlu davası bir ortak vicdan meselesidir. Bu sebeple bu hukuk garabeti davayı yaklaşık on beş yıl sonra Mirzabeyoğlu’nun avukatı Güven Yılmaz vesilesiyle yeniden anımsamak istedik. Salih Mirzabeyoğlu davası herkesin malumu... Ancak siz bize ne olup bittiğini bir kez daha anımsatır mısınız? Salih Mirzabeyoğlu nasıl ve neden alındı? 28 Şubat sürecinde neden özellikle Mirzabeyoğlu yargısıyla, medyasıyla bir bütün olarak devlet tarafından hedef seçildi? 15 yıl önce cezaevine atılması ve Telegram işkencesi altında itibarsızlaştırılmaya çalışılmasının nedeni ilk baskısını 1995 yılında yaptığı «Başyücelik Devleti» isimli eserinin “takdim” kısmında belirttiği cümlelerdir. O ifadeler de şunlardır: Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve Avrupa Ortak Pazarı’na kadar; fikir ve kuruluşlar planında iç içe bir yumak olarak şekillendirilen ‘Yeni Dünya Düzeni’, ABD ve Avrupa’nın birbirleriyle, rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek bir hegemonya sistemidir. Elbette ‘hayır’ diyoruz. Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz Yeni Dünya Düzeni’miz ile! Biz beyin ve kalp bir arada, İslam davasının eşya ve hadiselere nakşı işini ‘nasıl’ ve ‘niçin’i ile sistem bütünlüğünde göstereniz. Dünyada tek örneğiz. Biz; Büyük Doğu-İbda. Bu çerçe-
20
vede eserimi takdim ederim: Başyücelik Devleti ve Yeni Dünya Düzeni! Bugüne kadar her platformda dile getirdiğimiz gibi Mirzabeyoğlu Davası, kanaatimizce tüm safahati ile yargının siyasallaşmasına örnek, hukuk fakültelerinde ders olarak okutulması gereken bir davadır. Bu davaya ilişkin hafızalarımızı biraz tazeleyelim. Gözaltına alınmasından itibaren yapılan hukuksuzluğa ve yargılamanın adil olarak yapılmayacağına dikkat çekmek adına mahkemelere çıkmayan Salih Mirzabeyoğlu; devletin, “itibarını kurtarmak(!)” adına düzenlediği kanlı bir baskınla kafası gözü patlatılmış, kan revan içinde getirilmişti mahkeme salonuna. Operasyonu gerçekleştiren komutan “Teslim olun kılınıza zarar gelmeyecek, devlet sözü.” dediğinde, Mirzabeyoğlu “Devlet sözü ise fena, asker olarak sizin sözünüze itibar etmek isteriz.” diye cevap verdiğinde “Tamam.” cevabı üzerine teslim olmuştu. Lakin diğer arkadaşlarından ayırdıktan sonra elleri arkadan kelepçeli vaziyette iki tarafı kar maskelilerden oluşan devletin görevlilerince bir koridorda bu hale getirilmişti. Devlet sözü malum idi, bu vesile ile asker sözüne de bir dikiz. O günkü gazetelerin adice attığı manşetler de hala hafızalarda taze ve diri. O günkü Adalet Bakanı’nın “Devletin itibarı kurtuldu” sözü de. Bir de operasyona verilen isim operasyonun kendisinden daha vahim bir işkence gibi. Müslüman mahkumlara karşı haçlı ordusu tarafından yapılan bir saldırı adeta; Noel Baba Operasyonu. 25 Ocak 2000 tarihinde yapılan Noel Baba operasyonu 19 Aralık 2000 tarihinde yapılan kanlı Hayata Dönüş Operasyonu’ndan yaklaşık 11 ay önce yapıldı. Tek cümle ile özetlersek; “Hukuk
devletinde intikam hissi ile hareket!” Cezaevinde bulunan tutuklu ve mahkumların ruh ve beden sağlıklarının devlet teminatı altında olduğunu her fırsatta dile getiren diğer yetkililer bir yana, bu uygulamanın aynı zamanda takipçisi olmak durumunda bulunan savcı ve hakimler, ayakta bile duramayacak şekilde işkenceye maruz kalmış; kafası gözü patlatılmış, kan revan içinde karşılarına çıkarılmış olan Salih Mirzabeyoğlu’na “Nedir bu halin? Seni bu hale kim getirdi?” diye soracağına yangından mal kaçırır gibi bir an önce ifadesini vermesi için baskı yapıyordu. Bu, daha işin başında nasıl bir yargılama yapılacağının açık bir göstergesi idi. Aslında mahkemenin bu tavrı Salih Mirzabeyoğlu’nun mahkemeye çıkmama gerekçesinin de bizzat deliliydi. Yargılamanın adil olmayacağına ilişkin endişelerimiz, gerek müvekkilin gerekse bizlerin savunmalarımızdaki beyanlarında ana hatları oluşturuyordu. Davanın hukuki ve sorgu süreci nasıl gelişti? Salih Mirzabeyoğlu’na atfedilen suçlar hakkında herhangi bir somut delil var mı? Varsa nelerdir? Yoksa neye dayanılarak içeride tutuluyor? Salih Mirzabeyoğlu, savunmasının daha ilk cümlelerinde “Fikrimi peşinen söyleyeyim. T.C. içinde yaşayan 3 bin aile; hukuk da bunların çıkarına göre, siyaset de, ordu da, polis de. Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır. Bu çerçevede emir komuta zinciri içinde hareket eden DGM’lerin manası da bellidir. DGM Savcılığı’nın aynen aldığı polis sorgulaması sırasında ‘Yukarıdan
Esma’lar yalnızca Mısır’da yok. Bu ülkede de, babası, abisi, kardeşi, eşi, oğlu, kızı 28 Şubat hukukuna kurban edilen ve hayatının büyük bölümünü onlardan uzakta yaşamak zorunda kalan Esma’lar var. bastırıyorlar. Sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!’ diyen sanıyorum Komiser Bahri’nin tavrı buna tipik bir örnektir.” derken, hukukun üstünlüğüne vurgu yapıyordu. Hukukun üstünlüğü prensibinin yasama ve yürütme organının yanında en başta yargıyı bağladığını haykırırken, hukukun üstünlüğünün ortadan kaldırılması ile ortada sadece kaba kuvvet kalacağını ve o zaman haklı olanın değil kuvvetli olanın dediğinin olacağını ihtar ve ikaz ediyordu. Mirzabeyoğlu’nun, savunmasında belirttiği ve Komiser Yardımcısı Bahri’nin sorgulama sırasında “Yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!” diye özetlediği tavır içinde bahsi geçen ve Sokrat’a da aynı gerekçelerle karşı çıkan; hastalıklardan nemalanan parsacı takım ‘yukarıdakiler’in gerçekleri toplumdan gizleme çabasının bir sonucundan başka bir şey değildi.Bu olayla ilgili, hukuki yansımaya geçecek olursak; daha öncesi de var olmakla birlikte Sokrat döneminde mevcut olan yargının siyasallaşması, ta milattan önceden bugüne kadar pek çok olayda kendini göstermiştir. Ancak günümüzde ve ülkemizde buna en son ve en iyi örnek olarak Salih Mirzabeyoğlu’nun yargılanmasını gösterebiliriz.
fikir bazında etraflıca ve asıl gerçeklere temas ederek ele alışım, dobralığım ve üslubum da niçin güç odaklarını kızdırdığımı gösteriyor. Tarafsız bir yargı örneği göstereceğini beklediğim mahkemeden, bu hususu hassaten göz önünde tutacağını umuyorum. Çünkü bu dava, benim davam olmanın ötesinde, hukukun üstünlüğü ve hukuk haysiyetini gösteren bir dava olacaktır.” ifadelerini kullandı. “O konuda bize güvenebilirsiniz.“ diyen mahkeme reisi Sedat Karagül, ilerleyen günlerde bu görevden alınacak ve zaman olarak müvekkil hakkındaki davanın karara bağlanmasından sonra gazetelere yansıyan beyanlarındaki “DGM’de mahkeme reisliğim dönemimde tarafıma etki edilmek istenmeyen hiçbir dava olmadı.” itirafıyla yargının ne derece bağımsız olduğuna ışık tutacaktı. Yine o günlerde özellikle yargı mensuplarına verilen brifingler, başta 1. Ordu Komutanı olmak üzere DGM’ye yapılan ‘nezaket ziyaretleri’, aslında tabloyu çok net bir şekilde ortaya koyuyordu. Nitekim sonu başından belli olan bu dava alelacele sona erdirilmiş ve belirttiğimiz seminerlerin müdavimlerinden mahkeme reisi Metin Çetinbaş, mahkeme adına idam kararını okuduğunda, savunmasında, hakkındaki bu davayı “Yakalanışım da, polis
Mirzabeyoğu, savunmasında; “Sanıyorum, geçen celsede ve bu celsede meseleleri
sorgusundan söz konusu iddianamenin Güven Yılmaz keyfiyetine kadar her şeyi destanlık bir ko-
medi.” olarak nitelendiren Salih Mirzabeyoğlu da mahkeme heyetine hitaben kendi hükmünü koymuştu; “TİYATRO BİTTİ” Emniyet sorgusu ve iddianame tanziminden tutun da yargılama aşamasında hukuk adına yapılan katliamlar başlı başına bir kitap mevzu iken, mahkeme kararının gerekçesi de ayrı bir tez konusudur. Bu dava ile hukuk literatürümüze kazandırılan prensip hala hafızalarda tazedir sanırım; “Münasip görme prensibi: “İBDA-C adlı örgütün lideri olan kod adı ile kurulacak Büyük Doğu İslam Devleti›nin Komutanı seçilecek olan Kumandan Kod Salih İzzet Erdiş›in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber lidersiz bir örgüt düşünülmediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer.” Bu cümle; hava tahmini yapan bir meteoroloji uzmanına değil, maalesef; ‘müddei, iddiasını ispat ile mükelleftir’ prensibi doğrultusunda iddiasını kesin ve inandırıcı bir delille ispat etmek zorunluluğunda olan, sanığın lehine ve aleyhine olan tüm delilleri toplama mükellefiyeti altındaki iddia makamına ve aynı şekilde idam kararının gerekçesinde de belirtildiği için mahkemeye ait. Mirzabeyoğlu davasının iddianamesinde mevcut ve daha sonra da hükme de aynen yansıyan bir hukuk garabeti örneği daha; “Emniyet Müdürlüğü’ne yazılan yazılarımızda sanık Salih İzzet Erdiş’in örgüt içerisinde konumu ve İBDA/C adlı örgütün Türkiye genelinde yaptığı eylemler sorulmuş, Emniyet Genel Müdürlüğü cevabi yazılarında; İBDA/C adlı örgütün liderinin Kumandan kod adlı sanık Salih İzzet Erdiş olduğunu belirtmiştir.” İddianame tarihi 12 Ocak 1999. Bu tarih itibariyle Salih Mirzabeyoğlu’nun değil örgüt liderliği veya örgüt üyeliği, herhangi bir nedenle dahi sabıkası yok. Hakkında kesinleşmiş bir mahkeme kararı ile verilmiş bir cezanın ancak sabıka kaydına işlendiği de malum. Mahkemeler tarafından verilmiş kararlar dahi kesinleşmeden o kişi hâlâ kanunen mahkum değil, sanık statüsünde ve masum iken, Emniyet Müdürlüğü neye dayanarak, Salih Mirzabeyoğlu’nun örgüt lideri olduğunu kesin bir vaka imiş gibi söyleyebiliyor? Hadi onlar polis ve onlara göre zaten masum insan yok. Sen emniyet elinde oyuncak olan bir savcı da olsan netice itibariyle bir hukuk tahsili görmüşsün ve “suçu sabit olana kadar herkes masumdur” karinesini ve yine suçun sabitliğinin de ancak hükmün kesinleşmiş olması halinde gerçekleşeceğini bilmen gerekmiyor mu? Bunu bilmiyorsan seni kim savcı yaptı ise muhatabımız odur. Yok, biliyor isen emniyet müdürlüğü tarafından verilen ve ancak ellerindeki bilgiye göre kanaatlerini dile getirdikleri bir görüş yazısını nasıl kesin bir hüküm imiş gibi deliller arasında kullanırsın da iddianı bu delile dayandırırsın? Sen de mahkeme olarak nasıl buna itibar edip hükmün gerekçesinde aynen kullanırsın? Ve sen ey Türk milleti adına karar veren mahkeme! Madem bu konuda
21
emniyet yazısına itibar edeceksiniz, niçin yargılama yapıyorsun? Hukuk devleti miyiz, polis devleti mi? Yoksa her biriniz emir komuta zinciri içinde hareket eden birer halka mısınız diye hesap sormak hepimizin hakkı. Çünkü tüm bu uyarılar savunmalarda bizzat mahkemeye karşı yapılmıştı. Yeri gelmişken yargılamanın vehametini ortaya koyacak somut bir olayı ve delili paylaşayım. 1994 senesinde Konya’da yapılan bir operasyon sonucu yakalananların üzerinde bir bildiri çıkıyor. Daktilo ile yazılmış bu bildiriyi Salih Mirzabeyoğlu’nun Ankara’dan postaladığı düşünülerek hakkında gıyabi tutuklama kararı veriliyor. Sonra Konya DGM, Adana’ya taşınıyor. Adana DGM de diğer sanıklar hakkında karar vererek Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesi alınamadığından hakkındaki dosyayı tefrik ederek yetkisizlikle İstanbul DGM’ye gönderiyor. Adana DGM tarafından 11 Mayıs 1998 tarih ve 1998/44 sayılı yetkisizlik kararında “Hakkında herhangi bir delil elde edilemediği ve sanığın yayıncılığını yaptığı dergileri ve örgütsel faaliyetleri İstanbul ilinde yönettiği,” gerekçe olarak gösteriliyor. İstanbul DGM de dosyayı tekrar 25 Mayıs 1998 tarihinde Adana DGM’ye geri gönderiyor ve diyor ki; “Adana Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’nın sanığın hakkında yetkisizlik kararında yazıldığı şekilde delil elde edilmemişse ta-
22
kipsizlik kararı verme olanağı bulunduğu gibi dosya içeriğine göre sanığın İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı yetkisi alanına giren bir eylemi de tespit edilememiştir. İçişleri Bakanlığı’nın dosya içerisinde bulunan 3 Mart 1998 tarihli yazısında bu sanığın İstanbul’da yayınlanan yasal dergilerindeki faaliyetlerin de yasadışı örgütün üyesi ve yöneticisi olduğu delili olamaz.” İçişleri Bakanlığı’nın 3 Mart 1998 tarihli yazısı ve İstanbul DGM’nin 25 Mayıs 1998 tarihli yazısı ile Salih Mirzabeyoğlu’nun yasadışı örgütün üyesi ve yöneticisi olmadığı tescil ve tespit edilmişken bu tarihten 8-9 ay sonra yani 28 Aralık 1998 günü, eşi ve çocuğu ile birlikte diğer çocuğunu almak için gittiği okul önünde eşinin ve çocuklarının gözü önünde Terörle Mücadele (TEM) ekiplerince gözaltına alınıyor. Basın, tam da kendisinden beklendiği şekilde bu olayı “Uzun zamandır aranan ve kaçak olan İBDA/C’nin lideri Salih Mirzabeyoğlu hücre evinde yakalandı.” şeklinde veriyor. Sistemin; emniyeti, basını, yargılaması vs güç odakları ile birlikte nasıl da hukukun bir maşa olarak kullanılmasında üzerine düşeni yaptığını çok açık bir şekilde görüyoruz. Emniyet açısından baktığımızda; İçişleri Bakanlığı’nın 3 Mart 1998 tarihli yazısında müvekkilin örgüt üyesi veya yöneticisi olarak nitelendirilmemişken 8-9 ay sonra
yeni bir kitap, yeni bir olay ve hatta yeni bir makale bile ortada yok iken ne değişti de birden örgüt lideri oldu ve savcılığa örgüt lideri olarak yazı gönderildi? Savcılık açısından baktığımızda; 25 Mayıs 1998 tarihinde, yayın faaliyetleri yapan bu kişinin yasadışı örgüt üyesi ve yöneticisi olmadığı belirtilmiş iken, 8-9 ay sonra ne değişti de birdenbire bu adam hakkında örgüt lideri diye bilgi veriyorsunuz diye emniyete sormazsınız. Söz dönüp dolaşıyor ve Komiser Bahri’nin “Yukarıdan öyle istiyorlar, örgüt lideri olduğunu kabul edeceksin.” sözüne / hükmüne dayanıyor. Bir diğer önemli husus da örgüt tarafından yapıldığı iddia edilen eylemlerden fiili olarak katılmasa bile örgüt lideri olarak Salih Mirzabeyoğlu’nun sorumlu tutulması. 1999 öncesi İBDA/C örgüt üyesi olduğu gerekçesi ile pek çok kişi hakkında davalar açıldı. Ancak bu davaların hiç birinde Salih Mirzabeyoğlu hakkında gerek azmettirmekten gerekse örgüt liderliğinden dava açılmadı. Şimdi bu hususu kısaca tahlil edelim. Bu durumda iki ihtimal var. Birincisi, Mirzabeyoğlu’nun yargılandığı davaya konu iddianamede tek tek sayılan 100 civarında eylem ile ilgili diğer şahıslara karşı dava açıp da Mirzabeyoğlu aleyhine dava açmayan savcılar vazifelerini savsaklamışlar bu nedenle yargılanmaları gerekir. İkinci ihtimal; önceki savcıların yaptıkları doğru, buna karşılık bu iddianameyi hazırlayan savcı, yargının siya-
sallaşması sürecinde emir komuta zinciri içinde vazifesini yapmış olmakla suçlu ve yargılanması gerekir. Bu söylediğim cümleler şimdiki savcılar tarafından bir suç duyurusu olarak ele alınmalı veya o ya da bu savcılar hakkında vazifeyi suistimalden dava açılmalıdır. Gelelim yerle bir edilen ‘Suçun Şahsiliği Prensibi’ne; Salih Mirzabeyoğlu’nun savunmasından; “1975’den beri dergi, kitap faaliyetleri hâlinde fikir üreten ve 1984’den beri de bunu İBDA markası ile gerçekleştiren ben, “fikir suçu” kapsamında doğrudan şahsî faaliyetimle ilgili olarak suçlanabilmem durumu bir yana, ne dün ne bugün ve ne de yarın için, benden yapılan iktibaslar veya bana yapılan atıflardan dolayı, legal veya illegal işlerin mesulü tutulamam...” Yine müvekkil savunmasından; “Ben bir fikir adamıyım; bıçak yaparım, o bıçakla isteyen ekmek keser, isteyen adam keser.” diyerek tek cümleyle aslında suçun şahsiliği prensibini özetliyor. Ancak bunu anlayacak veya anlamak isteyecek heyet nerede! Burada mahkemelerimiz ve hakimlerimizin durumunu gösteren bir anekdotu aktaralım. Salih Mirzabeyoğlu, savunmasını yaparken “Ben bir fikir adamıyım; bıçak yaparım, o bıçakla isteyen ekmek keser, isteyen adam keser.” cümlesini söylediğinde mahkeme reisi S.K. müvekkile hitaben “Bıçak yapacağına fırın yapsaydın ya.” diyor, biz de dayanamayıp “O zaman da fırında isteyen ekmek yapar, isteyen adam yakar.” diyoruz, ama bu cümlemiz de diğerleri gibi dikkate dahi alınmıyor. İBDA düşüncesi ile Salih Mirzabeyoğu’nun lideri olduğu iddia olunan İBDA-C hareketi farklı yapılanmalar mıdır? İBDA-C’nin yaptığı eylemlerle Mirzabeyoğlu’nun doğrudan bir ilişkisi olduğuna dair mahkemenin elinde kanıtlar var mı? Buna ilişkin olarak yargılama sürecinde neler yaşadınız? Bu hususa ilişkin olarak o günlerde savunmalarımızda da belirttiğimiz suçun şahsiliği prensibi doğrultusunda iddialarımızı teyid eden iki uzman görüşü hatırlatmakta fayda var. Birincisi Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) kurucularından ve Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi’nin kurucusu ve ilk başkanı Ergün Gökdeniz 8 Haziran 1999 tarihli Akit gazetesinde İBDA-C’nin Başbakan Bülent Ecevit’e suikast yapacağı iddiası taşıyan haberleri analiz ederken, bu haberlerin düzmece olduğunu belirterek İBDA-C hakkında aynen şu değerlendirmeyi yapıyor: “İBDA dediğiniz şey bazı yayın organları etrafında benzer düşünceleri taşıyan insanların bir araya geldiği bir fikriyattır. Toplumun her kesimi bu tür birliktelikler içindedir zaten. Ama öyle dönemler gelir ki, bazı devlet büyüklerine suikast düzenleyecekleri ya da düzenledikleri haberini en son bu insanlar duyar.” İkincisi, İstanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir 2 Kasım 1999 tarihli Milliyet gazetesinde bir İBDA-C operasyonunu
25 Ocak 2000 tarihindeki Noel Baba operasyonu, 19 Aralık 2000 tarihli kanlı Hayata Dönüş Operasyonu’ndan yaklaşık 11 ay önce yapıldı. Tek cümle ile özetlersek, “hukuk devletinde intikam hissi ile hareket!” anlattığı basın toplantısında şöyle diyor: Sanıklar kendiliğinden zuhur yöntemini kullanıyorlar ve rüyalarında gördükleri yerleri bombalıyorlar. Tam da burada İBDA ve İBDA/C ayırımına kısaca bir göz atmak faydalı olabilir. “İBDA – İBDA/C nedir?” “Aralarındaki fark ve ilişki nedir” sorularının cevabına geçmeden önce bir iki tesbitte bulunalım. Salih Mirzabeyoğlu’nu, tek cümle ile ‘teklif ettiği Yeni Dünya Düzeni ile mevcut rejimlerin muhalifi bir mütefekkir’ olarak tarif etmek yanlış olmaz sanırım. Ancak bu muhalefet, niteliği itibariyle kuru bir eleştiriden ibaret değildir. Aksine O’nun muhalefetinin nedenini ve niçinini; teklif ettiği dünya görüşünün bir yansıması olarak hukukî, siyasî, iktisadî, içtimaî, felsefî, tasavvufî, bediî; kısacası insana ve topluma dair her alanda gerçekleştirdiği fikrî çalışmalar sonucu ortaya koyduğu şimdilik 57 telif eserinde aramak gerekir. Kelime olarak pek çok anlamı içinde barındıran ve “Kârı tamamen kendine ait olmak üzere birisine sermaye vermek”, “benzersiz oluş” diye şimdilik kısaca belirtmekle yetineceğimiz İBDA, iç’e doğru olmak ve dış’a doğru oldurmak borcu altında, fikirde, ilimde, sanat ve aksiyonda, Büyük Doğu’nun fetih ve oluş buududur; “nakşinakkaşlık” manası, madde planında da genişliğine insan oluşunun en büyüğü, devleti gözleyici… Bu manada İBDA/C İBDA Cepheleri; “Kendinden Zuhur Diyalektiği çerçevesinde, İBDA fikriyatını ortaya koyan Salih Mirzabeyoğlu dışında, onunla doğrudan veya dolaylı bağlantısı olmayan, bağımsız, hatasıyla - sevabıyla, mesuliyeti yapana ait faaliyeti gerçekleştiren ve birbirlerinden dahi bağımsız olan oluşumlar.” Karl Marks üzerinden örneklendirecek olursak: Dünyada Marks’tan sonra binlerce Marksist legal-illegal örgüt kurulmuştur. Bunların yaptığı illegal işlerden Marks’ı sorumlu tutmak hukuken mümkün müdür? Salih Mirzabeyoğlu’nu da başkasının yaptığı eylemler yüzünden, üstelik kendisinin ilgisi, talimatı ve irtibatı ve hatta en ufak bir kışkırtması olmayan eylemler yüzünden değil mahkum etmek, sanık yerine koymak bile bir hukuk komedisidir. Bu anlamda birisi çıksa ve suç oluşturan bir eylem yapsa ve eylem yerine güncel olması anlamında söyleyelim, faraza “RTE/ C-Antigezici” diye bir pusula bıraksa ve eylemi üstlense bu eylemden Recep Tayyip Erdoğan’ı sorumlu tutmak mümkün müdür? Belki yaptığı açıklamalarla yüzde 50’yi sokağa dökmek yönünde direktif ve talimatları var diye RTE aleyhine zorlama bir suçlamada bulunabilirsiniz. Ama Mirzabeyoğlu’nun ne eserlerinde ne de röportajlarında bu ve benzeri beyanlara dahi
rastlamanız mümkün değildir. Anlayacağınız, savcılarımız ve mahkeme heyetimiz işine gelen emniyet ve istihbarat görüşlerine değer verirken, işine gelmeyenlerde ise üç maymunu oynuyor. Ve sonu başından belli kararlara imzalar atılıyor. O gün bu kararı veren mahkeme reisi bugün malumunuz avukat olarak mahkemelerde hukukun üstünlüğünden dem vuruyor ki, yaptıklarından sonra bu cümlesi ile ne kadar zavallı bir konumda olduğunun farkında bile değil. Yine kısa bir süre önce vermiş olduğu “O günün şartlarında yapılan yargılamada hata yapmış olabiliriz.” şeklindeki beyanatları da hakkında hafifletici bir neden dahi sayılamaz. Velhasıl siz istediğiniz kadar savunmalarınızla tüm iddiaları yerle bir edin, davanın fikir hürriyeti kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini, bilemediniz örgüt üyeliği ve yöneticiliği çerçevesinde yapılması gerektiğini, TCK. 146 Maddesi’nin bu olayda uygulama imkanı olmadığını delil ve gerekçelerle ortaya koyun, sonuç itibariyle Mirzabeyoğlu’nun savunmalarında zikredilen Komiser Bahri’nin dediği oldu. Yargıtay aşamasında da yargının siyasallaştığını ve özellikle Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararlarında bunun açıkça görüldüğünü söyleyerek tüm üye hakimleri reddetmemize rağmen bu talebimiz reddedildi. Ve tüm hukuka aykırılıklar dile getirilerek müvekkilin tabiriyle “hukuk namusu”nun kurtarılması talep edilmiş ise de DGM kararı onandı. Bu idam kararının infazına izin verilmesi için dosya alelacele TBMM’ye gönderildi. Adeta burun farkı ile idam cezasının kaldırılması ve ağırlaştırılmış müebbet hapse dönüştürülmesi ile infazın şekli değişmiş oldu. Bu da ayrı bir başlık halinde ele alınması gereken bir mevzu. Davayı uluslararası mahkemelere taşıdınız mı? Sonuç ne oldu? İdam cezasının infazının durdurulmasına yönelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan başvuruya her ne kadar pratikte bir anlamı kalmamış olsa da, bir şekilde cevap verilmemiş olmasını da bu sorunuz vesilesiyle ile belirtmiş olayım. Hükmün infazına yönelik de itirazlarınız var. Nedir bu yanlış uygulamalar? Hani pazarlamacıların bir tekniği vardır “Bunu veriyoruz ama bu yetmez yanında bir de bunu veriyoruz.” derler. Yakalanışından, soruşturmaya oradan yargılama ve kararın onanmasına kadar geçen aşamalar yeterli mi? Elbette hayır. Hukuksuzluk diz boyu devam ediyor. Bu seferki aşaması infaz süreci. Bilindiği gibi Mirzabeyoğlu, halen kendisine isnad edilen suçun işlendiği ve hüküm
23
kurulduğu zamanda yürürlükte bulunan cezayı değil, bunun dışında bir başka cezayı çekmektedir. Ve 8 Temmuz 2005 tarihi itibariyle tek kişilik hücreye konulmuş ve kanun geriye yürütülmüştür. Anayasa’nın 38. Maddesi’nde “Kimseye suç işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.” denirken hukukun temel prensiplerinden sayılan bu husus, TCK’nın 7. Madde 2. Fıkrası’nda “Suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun uygulanır ve infaz olunur.“ şeklinde belirtilmiştir. Bu durumda daha ağır şartları taşıyan hükümlerin uygulanması mümkün olmadığına göre, 1999 ve öncesi fiilleri nedeniyle yargılanıp idam cezasına çarptırılan Salih Mirzabeyoğlu ve onun konumunda olan diğer siyasi mahkumlara ilişkin lehe olan yasanın hükümlerinin uygulanacağı tabiidir. Daha iyi anlaşılması bakımından olayı teoriden pratiğe dökecek olursak; Salih Mirzabeyoğlu hakkında 1 Haziran’da kabul edilen Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun hükümlerini ve özelikle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına yönelik infaz rejimini uygulayamazsınız. Müebbet kararı kesinleşmiş bir karar mı? Bu karara yönelik itirazlarınız sürüyor mu? Bir de Salih Mirzabeyoğlu’nun cezaevinde hangi koşullarda tutulduğunu belirtir misiniz? Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunu 25. Maddesi’ne baktığımızda yeni yasanın daha ağır şartlar içerdiğini açıkça görüyoruz. Bu cezanın infazı, ağırlaştırılmış şartları gereği her gün devam eden ve bir ömür boyu da devam edecek olan bir işkencedir. Burada infazın 3 metrekarelik bir hücrede diğer insanlardan tecrit edilerek tek başına, günde 1 saatlik bir havalandırma, 15 günde bir tüm ziyaretçiler toplamı için, 1 saatlik süre sınırlaması ile kesintisiz bir ömür boyu; diğer bir deyişle ölünceye kadar devam
24
edeceği dikkate alındığında bu uygulama insanı diri diri mezara gömmekten bir farkı yoktur. Aslında infaz rejiminden önce ve buna bağlı olarak ölüm cezası ile ağırlaştırılmış müebbet hapsin hangisinin failin lehine olduğunu tartışmaya açmak gerekiyor. Yani bir kere idam kararı mı failin lehine, yoksa diri diri bir hücrede işkence çekerek bir ömür boyu her gün ölmekten beter olmak mı? Bununla birlikte idam cezası devam etseydi TBMM’nin onayı gerekecekti. Son dönemlerde meclisten böyle bir onay çıkmaması adeta teamül olmuş ve cezalar müebbede çevrilmekte idi. Müebbet rejiminde 30 yıl gibi bir süre sonunda tahliye imkanı var iken, idamdan ağırlaştırılmış müebbede çevrilen bu rejimde tahliye ancak ölümle mümkün. Yine bilindiği üzere infaz şartları açısından dahi müebbed hapsin şartları ağırlaştırılmış müebbed hapsine göre daha iyi. Bunların yanı sıra tabi bir de işkence durumu söz konusu. Özellikle telegram denen işkence türüne maruz bırakıldı Mirzabeyoğlu. Bundan da söz eder misiniz? Evet. Tüm bu şartların yanında bir de kıstırılmış şartlarda uygulanan ve kavramın telif hakkı Mirzabeyoğlu’na ait olan “telegram” işkencesi. Telegram’a ilişkin süreci de kısaca izah etmeye çalışalım. Salih Mirzabeyoğlu’nun Kartal Cezaevi›ne naklinden sonra burada 5 ay süreyle maruz kaldığı telegram-zihin kontrolü ile, özgürlüğünün bedeli olarak kendisinden “mahkemelerde bugüne kadar serdettiği fikirlerinde yanıldığını, Kemalist rejimin her unsuru ile ideal olduğunu, kendisinin de bugünden itibaren bu ideal rejime tabi olduğunu” açıklaması ve “mahkeme salonunda basın önünde vücudunu robot gibi çöktürüp ağlaması ve basından özür dilemesi” istenmiş, bunun üzerine müvekkil de bunları söylemektense bilindiği üzere, ideolojik bir tavırla bir şehadet eylemi ile hayatına son vermek dahi istemiştir. O günlerde yapılan bu işkenceyi basın toplantıları ile açıklamaya çalışan avukatlar olarak bizler de “görevi kötüye kullanmak ve halkı yanlış yönlendirmekten” yargılanarak nasibimizi almıştık… Yetkililerin bu mevzuyu ne kadar bildikleri bir yana zaman içinde müvekkil tarafından yayınlanan kitap ve yazılar sonucu dahi bilseler de görmezden gelmeleri ve yok farz etmeleri dikkate şayan. Olayın ilk patladığı günlerde yaptığımız açıklamalar nedeniyle Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatları olarak daha önce de söylediğim gibi hakkımızda açılan dava sessiz sedasız kapatılırken yakın zamandaki tüm açıklamalara rağmen ve laf ola beri gele sınırını geçmeyen, kendiliğinden icat edilmiş ısmarlama bir soruşturma ile tüm dünyada bilinenin, üç maymun kuralı çerçevesinde bilmezden gelinmesi ile karartma politikası, yalanlama çerçevesinde bugün de halen uygulanagelmektedir. Şu kesinlikle unutulmasın ki; en tepeden
en aşağıya kadar tüm yetkililer; bu işe fiilen dahil olsunlar veya olmasınlar, öyle ya da böyle bu işin sorumlularıdır. Ve tüm bu sorumlular, zamanı geldiğinde bu hukuk dışı uygulamaları yapmaları, göz yummaları, engel olmamaları, görmezden gelmeleri nedeniyle hukuk önünde hesap vereceklerdir… Telegram denen işkence türü nedir? Mirzabeyoğlu’na telegram uygulanarak yapılmak istenen neydi? Bunun psikolojik ve devlet nezdindeki ideolojik amaçları nedir? İnanç ve düşünce yapısı sarsılıp psikolojik savunma mekanizmalarından mahrum bırakılan birey ya da kitle ikna ve telkine açık hale getirildiğinde, istekleri dışında belirlenmiş bir davranışa yönlendirilmeleri de mümkün hale gelir. Amaç, beynin normal dengesini yıkıp yeni bir yapı kurmaktır. İnsanlığı esir edecek görünmez silah olarak da adlandırılan zihinsel belleğin odaklandığı bakış açısını değiştirmeye yönelik yapılan bu işkencenin nedeni ve hedefini bir kısım uzmanlar şöyle sıralamıştır: Birincisi birey ya da kitleyi manipüle etmek, propaganda ve kışkırtma ile sürü psikolojisi oluşturmak. İkinci olarak var olan ideolojilerini değiştirmek, itibarsızlaştırmak. Üçüncüsü de kişisel olarak da psikolojik baskı ile kişide özgüven eksikliği, moral bozukluğu ve saplantılar oluşturarak, bireyi veya kitleyi korkutarak ve sindirerek denetim altında tutmak. Telegramın uygulanmasının ‘niçin’in cevabını kısaca böyle vermiş olalım. Yine özet olarak “nasıl”ı üzerinde de bir iki cümle ile duralım ve ilgi duyanların detaylara yapacakları kısa bir araştırma ile ulaşabileceklerini de peşinen belirtmiş olalım. “Beynin ürettiği sinyaller ile insanları uzaktan belirli davranışlara yönlendirmek mümkün mü?” sorusuna uzmanlar; “Elektro Beyin Grafiği, MRI cihazları ve bilgisayar tabanlı görüntü işleme sistemlerindeki gelişmelere bağlı olarak beyin haritası çıkarılabilmekte, beynin hastalıklı çalışan alanları bu şekilde görüntülenmektedir. Vücut sistemini yöneten ve bu sistemler arasında işbirliğini sağlayan beyin, tüm zihinsel faaliyetlere, düşüncelere, duygulara ve hareketlere özgü sinyaller üretmektedir. Beynin kontrol ettiği organlar, elektriksel işaretler ile çalışan bir karmaşık elektronik devre olarak düşünülebilir. Bu elektriksel sinyallerin frekanslarının 3Hz ile 30 hertz arasındaki değiştiği belirlenmiştir. Bu sinyallere beynin parmak izi denmekte ve kişiden kişiye değişim göstermektedir. Beynin ürettiği sinyaller kaydedilerek, beynin fonksiyonel olarak görüntülenmesinin yapılabileceği, kişinin uzaktan takip edilebileceği ve hatta yönetileceği” şeklinde cevap vermektedirler. Telegramın ilk defa Mirzabeyoğlu’na yapılan bu saldırı ile Türkiye gündemine düştüğü o günlerde de yetkin insanlar tarafından yazılı basında kaleme alındığını ve yine Prof. Selim Şekerci, Nevzat Tarhan gibi bu işin uzmanı insanlarla yapılan görsel basındaki tartışma programlarını hatırlayacaksınız.
Karl Marks üzerinden örneklendirecek olursak; dünyada Marks’tan sonra binlerce Marksist legal-illegal örgüt kurulmuştur. Bunların yaptığı illegal işlerden Marks’ı sorumlu tutmak hukuken mümkün müdür? Yine bu mevzuyu yakından takip edenler hatırlayacaklar; Em. Kur. Albay Baha Kadıoğlu, Silahlı Kuvvetler dergisinde yayımlanan bir makalesinde bu silahlarla ilgili şunları söylemişti: “Türkiye l977’li yıllar içinde beyin kontrol yöntemlerinin harp şeklinde uygulandığı ve bunun korkunç kâbusunun yaşandığı bir ülke olmuştur. Bu görünmez harp gelecek yıllarda da devam edecektir. Yalnızca fiziki tedbirlerle önlenmesi mümkün görülmemektedir. Alınacak tedbirleri öğrenmek için en kısa zamanda parapsikolojik çalışmalara girmek mecburiyetindeyiz.” Yine o günlerde basında yayınlanan bir haber içeriğine de göz atarsak mevzu biraz daha anlaşılacaktır sanırım. Prof. Dr. Selim Şeker, dünya yapısının çeşitli elektromanyetik alanlar içerdiğini ve insanların beş duyu organı ile bu alanların bazılarını algılayabildiğini vurguluyor. Prof. Şeker, adı geçen araştırmaların, aslında insanların algılayamadıkları dalgalar üzerinde yapıldığını ve kontrol altına alınmak istenen kişinin bilinçaltına gerekli düşüncelerin aktarıldığını dile getiriyor. Şeker; insan beyinlerine gönderilen elektromanyetik ışınların, beynin belli bölgelerini uyardığını, kontrol altında bulunan insanların durumu fark etmeden iradelerini yitirdiklerini savunuyor. Prof. Dr. Şeker, “Kontrol altında bulunan insanlara yaptırılmak istenen ne ise, beynin o bölgesinin uyarılması yeterli. İnsan beyni, elektronik bir cihaza benziyor. Her duygunun, düşüncenin beyin içinde farklı bir noktası var. Bu noktaların uyarılması halinde, beyin uyarılan noktanın talimatı doğrultusunda harekete geçiyor. İnsan beynindeki noktalar arasında öyle yerler var ki bunların uyarılması durumunda kişi adam bile öldürebilir. Yani bu yöntemle insanlar katil bile yapılabilir. Bunun yanında, yine aynı elektromanyetik dalga yöntemi ile uygulanan kişiye uzak bir mesafeden kalp krizi geçirtilebilir. Bu durum devlet başkanları için bile geçerli. Ülkelerin, yeni teknolojiden haberdar olmaları ve konu ile ilgili araştırma yapmaları gerekiyor” diyor. Prof. Dr. Şeker, bunun yanında insan be-
yinin çözülemeyen birçok sırrı olduğunu ve ABD`deki bilim adamlarının bu yönde çalışmalar yaptıklarına da değiniyor. Örneğin; parapsikoloji olaylarının gerçek olduğunu ve insan beyninin çözülemeyen yapısı ile ilgili olduğunu söyleyen Şeker, “ABD`de bu alanda yapılacak olan çalışmalar için yüklü miktarda paralar ayrılıyor.” diyor. Türkiye’nin ise bu konuda çok geride olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Selim Şeker, “Bizler bilim araştırmalarına bütçe ayıramıyoruz. Zaten bu alanda yapılan araştırmalar oldukça pahalı. Biz daha bir profesöre bilgisayar dahi tahsis edemiyoruz. ‘Zihin Kontrol’ teknolojisi dünya için oldukça önemli ve yeniçağın silahı. Bu konuda Türkiye`de gerekli önlemi bir an önce almalı.” Prof. Selim Şeker’in bu son cümlesi bana Mirzabeyoğlu’nun kendisine yapılan bu işkencenin farkına varması ve savunma mekanizmasını geliştirmesi sonucu Telegramcıların kendisine sarf ettiği sözü hatırlattı. “Allah kahretsin milyon dolarlık projenin içine ettin…” Hedefi; insanı kişiliksizleştirme, iradesini yok etme, mankurtlaştırma olan bu proje ile Salih Mirzabeyoğlu arasındaki ilişkiyi ben “insan ile makine savaşı” olarak nitelendiriyorum. Dün 1991 yılında 1. Körfez Saldırısı’nda emperyalistlere meydan okuması ile cezaevine atılan, 28 Şubat sürecinde “Dik durun Müslümanlar karşınızda leşler var.” haykırışı ile hakkında operasyon yapılan ve gene “Ortadoğu’da İsrail diye bir devlete yer yoktur.” diyerek bölge halklarının bilinçlenmesini sağlamaya çalışırken, 2. Körfez Saldırısı ve devamında var olan Filistin mücadelesinin yanında Libya, Mısır, Suriye ile devam eden İsrail’in güvenliğinin ve büyümesinin gerçekleştirilmesine yönelik operasyonların yürütüldüğü bu günlerde Mirzabeyoğlu yine cezaevinde ve telegram işkencesi altında öldürülme ile karşı karşıya… Evet, Salih Mirzabeyoğlu 15 yıldır cezaevinde… Diğer bir deyişle 48 yaşında simsiyah saçları ile cezaevine giren ve bugün 63 yaşında bembeyaz saçları olan
Mirzabeyoğlu bu 15 yılın, 11 yılında AKP’nin iktidar olduğu ve 28 Şubat’la hesaplaşıldığı iddia edilen bir ülkede hala cezaevinde. O cezaevinde iken, muhterem annesi ve babası vefat etti, cenazelerine katılamadı. Çocukları ilk, orta ve liseden mezun oldu, mezuniyetlerinde yanında olamadı. O, telegram işkencesi altında, Veli Ağbaba’nın tesbiti ile 15 yıllık esareti nedeniyle cezaevinin olumsuz şartları üstüne sinmiş olarak, her anını üretmekle geçiren ve cezaevine girdiği günden bu yana pek çok telif esere imza atmaya devam eden bir fikir ve aksiyon adamıdır. Son olarak bu dönemde özellikle darbecilerle, darbelerle ve 28 Şubat süreciyle hesaplaştığını söyleyen hükümet Mirzabeyoğlu davası hakkında bir adım attı mı? 28 Şubat sürecinden ve müsebbiplerinden hesap sorulduğu iddia edilen bugünlerde, o dönemlerde hukuka yapılan müdahale ile cezaevlerinde bulunanlar için hala devam ettiğini unutmayalım. Sonuçlarının bugün ve şu an itibariyle devam ettiği bir süreçte, laftan öte pratik bir çözüm sunulmadığı her an 28 Şubat sürmektedir… Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ve Avrupa Birliği muktesebatı çerçevesinde askeri hakim ve savcıların heyetlerden çıkarılmasından sonra yasal düzenleme ile Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılması ile başta Mirzabeyoğlu davası olmak üzere, ister mahkeme heyeti içinde askeri hakim veya savcı var olsun, isterse tüm heyet sivil hakim ve savcılardan oluşsun, Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından verilen ve kesinleşerek halen infaz aşamasında olan tüm kararlar yasal dayanaktan yoksundur ve keenlemyekün addedilmelidir. Üstelik 28 Şubat sürecinde yaşanan ve bugün artık başkaca bir delile ihtiyaç duyulmaksızın apaçık ortada duran hukuka müdahale karşısında bu kararlar iki kere yok sayılmalıdır. Buna ilişkin yasal düzenlemeyi getirecek olan iktidardır. Kaldı ki, tüm kesimlerin üzerinde mutabakat sağladığı bu konu üzerinde, sürecin tamamlanmadığı her anın maddi- manevi sorumlusu iktidardır. Esma’lar yalnızca Mısır’da yok. Bu ülkede de; babası, abisi, kardeşi, eşi, oğlu, kızı 28 Şubat hukukuna kurban edilen ve hayatının büyük bölümünü onlardan uzakta yaşamak zorunda kalan Esma’lar var… Mısır için elden bir şey gelmediği için ağlamanın bir mazereti olabilir, ama bu ülkedeki Esma’lar gözyaşı değil sonuç bekliyorlar. Söyleşiyi Ruşen Çakır’ın Salih Mirzabeyoğlu ile yaptığı görüşme sonrasında kaleme aldığı tesbit ve temennileri tekrar ederek bitirmek istiyorum. “Benim tanıdığım Mirzabeyoğlu gurur ve onuruna çok düşkündür, yani çektiği çilelerden kurtulmak veya bunları azaltmak için eğilip bükülecek biri değildir. Umarım onun bu dik duruşu özgürlüğüne kavuşmasını daha da geciktirmez.”
SÖYLEŞİ: UĞUR YILDIZ
25
SOSYOLOG ERDEM YÖRÜK:
“Forum deneyimi demokratik özerklik ile birebir örtüşüyor” Gezi direnişi boyunca, ‘demokratik özerklik ve Gezi’ sıkça birlikte anıldı; demokratik özerklik modelinin, Gezi direnişiyle beliren forum deneyimiyle paralellikler taşıdığı çeşitli siyasi ve akademik çevrelerce dillendirildi. Peki, bu forum deneyimiyle Kürt hareketinin merkeze aldığı demokratik özerklik modeli arasındaki paralellikler neler? Biz de, Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Erdem Yörük’le ‘Gezi Direnişi, Kürtler ve demokratik özerklik’ konusunu konuştuk. Yörük, 1990’ların başındaki Bahar Eylemleri ile Türkiye Kürdistanı’ndaki serhıldandan ve bugün yaşananlarla koşutluklarından başlayarak bizimle fikirlerini paylaştı… 2009’daki bir söyleşinizde, 1990’ların başında Kürtlerin zorunlu göçe maruz kalmasıyla beraber Türkiye’nin sınıfsal yapısının da kökten değiştiğini belirtmiş ve bunun da Türkiye’deki neoliberalizmin başarısını mümkün kılan temel etmenlerden biri olduğunu söylemiştiniz. Gezi’nin ise neoliberalizme karşı bir isyan olduğuna işaret ediliyor. Bu çerçevede, ‘90’lardan 2013 Haziranı’na uzanan süreçte Kürtlerin tarihsel rolü üzerine neler söylenebilir? Kürtlerin göçünün Türkiye’de neoliberalizmi başarılı kılmasının nedeni, zorunlu göçle buraya getirilmiş Kürtlerin çok ucuz bir emek arzı teşkil etmesi, bunun da Türkiye’deki sermayenin ve dolayısıyla devletin çok işine gelmesiydi. 1990’ların başındaki durum ile şimdi olan durum bir açıdan çok benziyor. ‘90’ların başında Türkiye Kürdistanı’nda Kürtlerin serhıldanı gerçekleşirken, aynı zamanda da Türkiye’nin batısında ‘Bahar Eylemleri’ adını verdiğimiz bir işçi ayaklanması gerçekleşmişti. Bununla ilgili olarak Akdoğan Özkan T24’te de Gezi Ayaklanması ile Bahar Eylemleri’ni karşılaştıran çok güzel bir yazı yazdı. Yazıda, ANAP hükümeti ile AKP hükümeti arasındaki bir benzerlikten bahsediliyordu. Yani 1980’ler ile 2000’ler neoliberal, sağcı ve muhafazakar -AKP, ANAP’a göre daha muhafazakar olmakla beraber- hükümetlerin tek parti iktidarını sürdürdüğü dönemler ve bu dönemlerde neoliberal politikalar ve bunların getirdiği zarar maksimum derecede oluyor. 1989, ‘90 ve ‘91’deki Bahar Eylemleri de bu neoliberal dalgaya karşı işçi sınıfının Türkiye tarihindeki en büyük işçi ayaklanması. Yine Türkiye bugün Suriye’ye girme planları yaparken, o dönemde de Irak’la benzer
26
bir ilişki içerisinde. Irak Savaşı bahanesiyle bir süre sonra da Bahar Eylemleri’ndeki işçi grevleri yasaklanıyor. Zaten Türkiye hükümetinin bir taraftan Suriye’ye girmekte bu kadar can atmasının sebeplerinden bir tanesi de bu: Birincisi iktisadi krize çözüm olarak savaşın gerekliliği var, ikincisi de ülke içindeki karışıklığa çözüm olarak savaşın gerekliliği söz konusu. Yani siz bir düşman icat ettiğiniz zaman ülke içindeki muhalefeti çok daha kolay bastırma ve ezme şansına sahip olabiliyorsunuz. 1990’larda zorunlu göçe maruz kalan Kürtler, bugün ise demokratik özerklik talebiyle neoliberalizmden ekolojik yıkıma, cinsiyet ayrımından milliyetçiliğe dek bir çok bölücü, yıkıcı ve ayrıştırıcı unsura da karşı çıkıyor. Peki, demokratik özerkliğin unsurları ile Gezi’deki talepler arasındaki paralellikler nasıl açıklanabilir. 90’ların başında Bahar Eylemleri gerçekleşirken Türkiye Kürdistanı’nda da bir serhıldan gerçekleşiyordu, yani Kürtlerin bir toplumsal hareketliliği vardı. Bugün de öyle; Gezi’yle paralel bir şekilde gerçekleşen hadise Kürtlerin yeni bir ülke modelini ortaya koyması, demokratik özerklik denilen model. Demokratik özerklik, Türkiye’nin bir burjuva demokrasinin ötesinde radikal bir demokrasi ile yeniden inşasını öngören bir model. Bu model tabandan örgütlenen bir halk demokrasisini öngörüyor. Yani mahalle meclisleri, kooperatifler, mahalle komünleri üzerinden kurulan ve tabandan yukarıya doğru çıkan bir örgütlenme tarzı ve merkezi devletin de bir anlamda yerel yönetim lehine tasfiyesini öngören bir
yönetim tarzı. Bu da Gezi’den sonra ortaya çıkan forum deneyimiyle aslında birebir örtüşüyor. İnsanlar için akıllardaki soru hep şuydu: “Tamam Kürtler bağımsızlık istemiyorlar ve öngördükleri model sadece Kürdistan için değil, bütün Türkiye için demokratik bir model öngörüyorlar. Bağımsız Kürdistan’da böylesi forumları ve meclisleri kurulabilirsiniz, ancak Türkiye’nin batısında nasıl kuracaksınız?” Şimdi aslında bunun Gezi ile ortaya çıktığını görüyoruz. Yani bu forum deneyimi, demokratik özerklik ve demokratik modernite ile birebir örtüşüyor. Bu, tarihte ilk defa ortaya çıkmış bir model de değil. Paris Komünü de böyle bir şeydi, Rus Devrimi de böyle bir şey üzerine kuruldu. Yani Amerika yeniden keşfedilmiyor. Kapitalist iktidar, iktidarı ve sermayeyi sürekli tekelleştirme ve merkezleştirme eğiliminde. Siz iktidarı ne kadar parçalarsanız -burada liberal bir parçalamadan bahsetmiyoruz tabii ki, halkın iktidarından bahsediyoruz- bu antikapitalist bir dönüşüm demek oluyor. Yani Gezi’nin de önerdiği şey buydu; artık Beşiktaş’taki insanlar Beşiktaş hakkında kendileri karar vermek istiyor. Siz bu forumların işçi mahallelerine taşınması gerektiğini de söylüyorsunuz. Sizce forumlar işçi mahallelerine taşınabiliyor mu? Ayrıca, devam eden forumlar daha çok İstanbul merkezli gibi; İstanbul dışına yansımaları için neler söylenebilir? Forumların olduğu yerler daha önceden bir sol deneyimin olduğu yerler. Abbasağa’da forumlar başlayınca orada
Çarşı’nın inisiyatifini görüyoruz ve Çarşı da sol eğilimli bir ekipten oluşuyor. Dolayısıyla da Afyon’da kuvvetli bir forum yapısı kurmak daha zor olabilir, çünkü solun nispeten güçlü olduğu bir yer değil. Bu yapıyı başka yerlere taşımak da belki o kadar kendiliğinden olmayacak. Dolayısıyla burada siyasi aktörlerin devreye girmesi gerekiyor. Mesela Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) aslında devreye girmesi gerekiyor ve burada büyük bir sorumluluğu var aslında. Tam da bu noktada, ‘forumların işçi mahallelerine taşınması’ noktasında yani, HDK’nin inisiyatif alması gerekliliğine çekiyorsunuz dikkati. HDK bu inisiyatifi alabildi mi ya da alabiliyor mu? HDK bunu net bir şekilde yapamıyor, ama bunu yapması gerekiyor, gündemine alması gerekiyor. HDK şu anda oluşmakta olan bir yapı. HDK olmuş-bitmiş bir yapı da önüne iş almıyor gibi bir durum yok. Ancak HDK’nin kendisini oluşturması ve örgütlemesi için de bir fırsat aslında bu. Dr. Çağlar Keyder, ‘yeni orta sınıf’ kavramını kullanıyor. Yeni orta sınıfın belirleyici özelliklerinden birinin ise ‘eğitim’ olduğunu söyleyen Keyder, Gezi’de de esas belirleyici olan kesimin bunlar olduğunu belirtiyor. Peki, Gezi’yle birlikte bir kesişmenin de meydana geldiği söylenebilir mi; sınıflar arası bir kesişme? Bir tarafta Ankara’da Kennedy Caddesi ve yine İstanbul’da Kadıköy; diğer tarafta ise Ankara’da Tuzluçayır, İstanbul’da Gazi Mahallesi... Semtler farklı, ‘sınıflar’ın talepleri ise benzer. Kesinlikle bir kesişme var. Gezi’nin başlangıcı, Çağlar Keyder’in işaret ettiği bu ‘yeni orta sınıf’lardan çıktı, ama yayıldı. Yani 6 kişiyi kaybettik ve hiçbiri ‘yeni orta sınıf’tan gelmiyor, hepsi işçi çocukları. Dolayısıyla da hareket ‘yeni orta sınıf’tan çıktı ve hareketin meşruiyetini ve kitleselleşmesini sağlayan aslında bu ‘yeni orta sınıf’ oldu biraz. Yani zaten işçiler, Aleviler, Kürtler sokağa çıkıyordu; ama toplum nezdinde marjinal kalıyordu bu hareket. Ancak ana akım varoşlar ise hala AKP’nin hegemonyası altında, bunu söyleyebiliriz. Şimdiye kadar harekete katılan varoşlar da Kürt ve Alevilerin olduğu varoşlar oldu. Şöyle bir ayrım yapılabilir; Birinci Gezi ve İkinci Gezi diye bence ayırmak gerekiyor. Şu an ikinci dalga başladı. Birinci dalga merkezden çevreye doğru giden bir dalgaydı. Yani Taksim’den Gazi’ye, Taksim’den Okmeydanı’na, İstanbul’dan Ankara’ya gidiyordu. Bu sefer ise, yani ikinci dalganın ise çevreden merkeze doğru başladığını söyleyebiliriz. Ankara’dan başladı mesela ve İstanbul’a geldi. Yani çevreden merkeze doğru giden bir hareket olduğunu söyleyebiliriz -ki bence bu çok sağlıklı bir durum. AKP’den duyulan çok ciddi bir rahatsızlık söz konusu. Siyasi aktörlerin dolayımı olmadan bile hareket yayılıyor. Gerçekten hala daha kendiliğinden yayılan bir şey ve kendiliğinden yayılan hareketler şu ana bir demokrasi mücade-
Birinci Gezi ve İkinci Gezi diye bence ayırmak gerekiyor. Şu an ikinci dalga başladı. Birinci dalga merkezden çevreye doğru giden bir dalgaydı. Yani Taksim’den Gazi’ye, Taksim’den Okmeydanı’na, İstanbul’dan Ankara’ya gidiyordu. Bu sefer ise, yani ikinci dalganın ise çevreden merkeze doğru başladığını söyleyebiliriz. Ankara’dan başladı mesela ve İstanbul’a geldi. lesine dönüştü. Buradan çok demokratik, dönüşmüş, AKP’yi çok zayıflatmış veya AKP’yi yıkmış hareketler çıkabilir; ama bir taraftan da böyle süreçlerin sonunda -tarihte de gördüğümüz üzere- faşizm de gelebiliyor. KCK, ‘çekilmeyi durdurma’ ilanının akabinde, “AKP hükümetini, Kürtlerin demokratik çözüm mücadelesiyle Türkiye’deki demokrasi güçlerinin birleşmesi korkutmaktadır,” açıklamasını yaptı. Buna katılıyor musunuz? Güçlü bir birliktelik AKP için nasıl bir tehdit oluşturur? Zor bir durum; Kürtlere eleştiriler sunuluyor. Kürtler zor bir aşamada. 80 yıl sonra bir hükümeti demokratik bir çözüm için adım atmaya zorlamışsın, böyle bir fırsat geçmiş eline ve aynı zamanda da ülkenin batısında bir ayaklanma başladı. Doğrudan Gezi ile bir ortak mücadele altına girişildiği anda AKP’nin masadan kalkacağı çok açıktı. Şu ana kadar dengeli bir politika izlendiğini düşünüyorum. Birkaç tane açıklamanın dışında Gezi’nin yanında olunduğu defalarca ifade edildi ve Kürt hareketi fiziksel olarak da Gezi’nin yanında değil, Gezi’nin içindeydi. Gezi hareketi ile Kürt hareketinin ortak bir mücadeleye gelmesi AKP için büyük bir felaket olur. Bu, AKP’ye büyük bir darbe olacaktır. Ortada bir satranç oyunu var. Tekrar silahlı çatışmalar başlarsa ve tekrar gerillalar ve askerler ölmeye başlarsa Gezicilerle Kürtlerin bir arada hareket etmesi zor olabilir. Dolayısıyla böyle bir yola gidileceğini düşünmüyorum. Bence Kürdistan’da da Gezi tarzı halk ayaklanmaları şeklinde mücadeleler yürütülecektir. Burada ayaklanmalar olurken, şu anda Kürdistan’da çok büyük ayaklanmalar gerçekleşmiyor ve bu da AKP’ye bir fırsat sağlıyor. AKP yine de çok yerden sıkışmış durumda. Suriye’ye karşı açıkça savaş kışkırtıcılığı yapıyorlar ve bu ters tepmiş duruyor. Şu anda Suriye’ye savaş açılmasını destekleyen tek ülke olarak ortaya çıktılar. Ben sürecin AKP için sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. AKP ne yapacağını düşünmeli. Çünkü Gezi açısından bakarsak eğer, ‘Eylül’ deniliyordu ve Eylül’de tekrar sokaklara çıkıldı. Haziran’dan itibaren iki statü grubunun oluştuğuna çekiyorsunuz dikkati; bunlardan birinin Geziciler diğerinin ise AKP’liler olduğunu belirtiyorsunuz ve ‘Gezicilik kimliği’ adında bir tür siyasi cemaatten söz ediyorsunuz. Bu ‘Gezicilik kimliği’ni biraz açar mısınız? Bu kimliği sahiplenenlerin bundan sonraki ‘kimlik’
mücadelesi ne doğrultuda olmalı? Şu anda olan durum olumlu bir durum. 12 saat içerisinde 20 tane şehirde, aynı anda, kitlesel olarak polise karşı direniş eylemleri gerçekleşebiliyor. Bu çok büyük bir kapasite. Bu kolay kolay olacak bir şey değil. Bu artık bir network’ün, bir deneyimin, sosyal bir ağın inşa edildiğini gösteriyor. Diğer taraftan da insanlarda mücadele etmek için hala çok büyük bir arzu ve motivasyonun olduğunu gösteriyor. Buradaki tehlike, bunun sönümlenmesi tehlikesi. Çünkü kitle psikolojisine bağlı olarak hareketin sönümlenme riski var. Yani devlet çok polis yığarsa kitle eve çekilebiliyor veya benzer bir şekilde devlet hiç polis yığmazsa kitle yine eve çekilebiliyor. Eylül’deki ayaklanmaya bakarsak eğer, bu ayaklanmayı başlatan hükümetin ta kendisiydi. Hükümet, “Biz istihbarat aldık, eylülde olaylar başlayacakmış ve biz polis kullanacağız; stadyuma, üniversiteye polis sokacağız.” dedi. Dolayısıyla bir çok insan da “Ya eylülde başlayacakmış, o zaman biz de eylülde gelelim.” dedi. Eylüle gelince de bunun böyle olacağı belliydi. Hükümetin irrasyonel davranacağı, şiddet kullanacağı ve birini katledeceği belliydi ve o kişi katledildiğinde de insanların sokağa çıkacağı da belliydi. Bunun istihbaratla bir alakası yoktu. Ölen insanlar olayın kıvılcımını sağlıyor, ama kıvılcımdan sonra tekrar bir sönümlenme yaşanmaması için yapının kurulması gerekiyor. Forumlar bunun inşası aslında. Daha kurucu bir yerden bir şeyler yapılması gerekiyor. Belki mesela bu seçim barajıyla ilgili bir mücadele örgütlenebilir. Yani, “Hükümet seçim barajını düşürene kadar biz eve girmeyeceğiz.” demek gerekiyor. 1989 Bahar Eylemleri ve Kürt serhıldanı sırasında, “Zonguldak’ı Botan’a bağlayacağız” denilmişti. İki mücadele birleştirilmek istenmişti. Bunlar devleti panikleten şeyler olmuştu. Bunun ardına ise devletin yaptığı şey, Kürdistan’daki ayaklanmayı bastırmak için işçilere normalde vermeyeceği birtakım tavizleri vermek olmuştu. İşçi ücretleri iki katına çıkarılmıştı. Bir süre sonra eylemler devam edince, savaş gerekçesiyle eylemler yasaklanıp, Kürdistan’da zorunlu göç uygulaması başlatılmış ve sonrasında da o karanlık dönem başlamıştı. Yani bir taraftan, “Biz ülkeye barış ve demokrasi getireceğiz.” diye şu an mücadele ediyoruz, ama yine karanlık bir dönem başlayabilir. Örgütlülüğü korumak gerekiyor. Mücadeleyi yükseltmek aynı zamanda bir savunma stratejisi olmalı.
SÖYLEŞİ: BEKİR AVCI
27
Gürcistan ve Kuzey Kıbrıs’ta kumarhane ve seks sektörü kıskancındaki kadınlar Yaz aylarında dergi ve gazeteler, tatil yazıları yayınlayarak, farklı coğrafyaları keşfetmemiz için ülkelerin coğrafi güzelliklerini anlatıp, nelerin yenilip, nelerin içilmesi, nerede kalınması gerektiği hakkında bilgi verirler. Ben de size yazın ziyaret ettiğim iki yakın ülke; Gürcistan ve Kuzey Kıbrıs’tan edindiğim izlenimleri yazmak istiyorum. Ancak bu yazıda ne gezilecek bir yeri, ne de bir restoranı bulacaksınız. Benim size ilk tavsiyem bir yeri tanımak istiyorsanız o yerin arka sokaklarında kısa bir tura çıkmanız olacak. Niyetim ülkelerin tarihi, kültürel zenginliklerini gölgelemek değil. Bununla ilgili yeterince yazı bulunuyor. Niyetim iki ülkenin de kaderinin hangi noktada birleştiğini ve bu birleşimin neden kadınların aleyhine döndüğünü sorgulamak.
Las Vegas olma rüyası
Las Vegas denilince kiminin aklına bol ışıklı panoların altında dans edenler, yeşil kadife örtülü yuvarlak kumar masaları, lüks oteller, limuzinler, kiminin aklına ise kara para aklamanın mekanları, kapitalizmin nasıl da her şeyi metalaştırarak paraya dönüştürdüğü, sahte neon ışıkları altında sunulan yapay hayatlar, yıllık karı milyon dolarları bulan şans oyunları ve seks endüstrisi, kim bilir hangi ülkeden zorla pasaportuna el konularak fuhuşa zorlanan kadınların esareti gelir. Las Vegas’ta şans oyunları ve eğlence sektöründen kazanılan yıllık kazanç milyon dolarları buluyor. Ülke ekonomisi, sanayi ve üretime bağlı olmayan az gelişmiş ülkeler; yatırım ve teşvikler ile yabancı sermayeden medet umarak, bu karlı pastadan pay almak istiyorlar. Çünkü ekonomik krizler yaşansa bile bu sektörleri krizler teğet geçiyor. Hatta yapılan araştırmalarda, işsizliğin ve ekonomik krizin olduğu durumlarda, şans oyunlarına olan talebin arttığı tespit edilmiştir. Gürcistan ve Kuzey Kıbrıs da kumar oyna(t)manın yasal olduğu ülkeler listesinde. Türkiye’de bilindiği gibi, 1996 yılında Refah-Yol Hükümeti’nin çıkardığı yasayla kumar oyna(t)mak yasak. Türkiye vatandaşlarının sadece nüfus cüzdanlarını göstererek, giriş yaptığı her iki ülkeye de kumar oynamak için gi-
müşteriler, ülkeye gitmeden, hangi seks işçisi ile geceyi geçireceklerine karar verip, internet üzerinden pazarlık yapabiliyor. 28
denlerin sayısı her yıl artıyor. Gürcistan Karadeniz’in, Kuzey Kıbrıs ise Akdeniz’in Las Vegas’ı olabilmesi için devlet destekli yatırımlar yapılarak, oteller inşa ediliyor, doğal güzellikler hiçe sayılarak bir nevi talan ediliyor. Ekonomiyi canlandıracağına inanılan bu otellerin açılışlarına, ülkelerin başbakanları, bakanları bizzat katılarak desteklerini belirtiyor.
Batum’da acayip şeyler oluyor
Şimdi bu ülkeleri biraz tanıyalım. Gürcistan, iki özerk cumhuriyet ve on idari bölgeden oluşuyor. Özerk cumhuriyetler; Abhazya ve Acara. 1921-1991 yılları arasında Sovyet yönetiminde olan ülke, 1991 yılında bağımsızlığını ilan etti. Sovyet sisteminin çökmesi serbest piyasa ekonomisine geçilmesi ile ekonomi olumsuz yönde etkilendi ve işsizlik arttı. Ekonomik kriz, her zaman olduğu gibi en önce kadınları etkilemiş bu ülkede de. Artan işsizlik karşısında kadınlar gece kulüplerinde garson, dansçı, konsomatris olarak çalışarak hayatta kalmaya çalışıyor. 2004 yılında yapılan seçimlerde başkan seçilen Saarkaşvili yönetimi, yabancı sermayenin ülkeye girişine kolaylık sağlayarak, özellikle sahil kenti olan Batum’un
Karadeniz’in Las Vegas’ı olması için yatırımlar yapmış. Sahil kıyısında bulunan Alfabe Kulesi, Ali&Nino Aşk Heykeli 2000’li yıllardan sonra inşa edilmiş. Şu anda Sheraton ve Rixos gibi ünlü lüks otellerin bulunduğu Batum’da inşaat halinde onlarca kumarhane bulunuyor. 2011 yılında Türk ve Gürcü vatandaşlarına kimliksiz geçiş hakkı tanınması bu şehre girişleri arttırmış. 2012 yılında Sarp Sınır Kapısı’ndan toplam 5 milyon 600 bin kişi giriş-çıkış yapınca Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı: “Acayip şeyler oluyor. Çoğunlukla ticari amaç dışında başka saiklerle giriş çıkışlar yapılıyor. Artık yayalardan 15 lira harç alarak bu çıkışları daha ticari odaklı hale getirmeyi amaçladık.” diyerek harç fiyatını 1 liradan 15 liraya çıkarsa da geçişlerin önüne geçilmiş değil. Peki bakanın da ilgisini çeken acayip şeyler ne?
Eğlencenin doruk noktası batum gece kulüplerinde
Öncelikle seyahate çıkmadan gideceğim yerleri internetten kısaca bir araştırırım. Arama motoruna “Batum” yazdığımda, Batum’da seks hayatına ve kumarhanelere ilişkin bilgilerin yer aldığı onlarca blog çıktı. Bloglarda, gece kulüplerinin ve diskoların da videoları mevcut. Bu videolarda loş ışık altında, Türk ve Arap müzikleri eşliğinde ya direkte ya da masaların üzerinde dans eden kadınlar görüntüleniyor. Müşterilerin çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu mekanlarda erkekler, kadınları ellerindeki içkiler ile büyük bir iştah ile izliyorlar. Blogların bazılarında ise Batum’a daha
Şans oyunları endüstrisi ile seks endüstrisi içe içe geçmiş sektörler. Kuzey Kıbrıs’da da Batum’da da kumarhanelerin yanlarına konuşlanan irili ufaklı gece kulüplerinin var olması bu savı destekler nitelikte. önceden gidenler, yaşadıklarını anlatarak, nasıl seks işçisi/kölesi bulacaklarını, pazarlıkta nelere dikkat etmeleri konusunda uyarılarda bulunuyor. Hatta bir blogda “seks turist rehberi” olarak kendini lanse eden kişi, Sarp Sınır Kapısı’ndan gelen kişiyi karşılayarak, onu güvenilir ve eğlencenin doruk noktası(!) ulaşacağı yerlere götüreceğini belirtiyor. Burada bahsedilen “eğlencenin doruk noktasını” anlamakta biraz zorlansam da bunun kişiden kişiye değişen bir durum olduğunu ancak eğlence algısının da yaşanılan coğrafyasının, alınan kültür ve toplumsal değerler ile harmanlandığını düşünüyorum.
Batum’da kral olmanın dayanılmaz hafifliği: 2.000 dolar
Sınır Kapısı’ndan Batum’a giden minibüse bindiğimde, arka koltukta oturan iki Türkiyeli erkeğinin konuşmalarına kulak misafirimi oldum. Biri tecrübeli diğeri ise ilk defa Batum’a gelen bir acemi. Tecrübeli olan acemiye sakın şu bara şu otele gitme uyarısında bulunuyor. Gürcü ve Rus kadınların daha iyi olduklarını, Özbekistanlı ve Kırgızistanlı kadınların ise çekici olmadığını ve istenilen her şeyi yapmadıkları uyarısında bulunuyor. Ayrıca “eğer 2.000 doların varsa burada kralsın kral” diyor. Bu sözler benim gibi sadece ülkeye,gezmeye ve tarihi güzellikleri görmek için Stalin’in memleketine giden biri için şaşkınlık vermiyor. Zira araştırma sonucunda genellikle Türkiyeli erkeklerin sınırlardaki ülkelere kumar ve seks amaçlı gittiklerini öğrenmiştim. Ama yine de içimi sızlatıyor. Aynı durum Kuzey Kıbrıs’ta da var. Kuzey Kıbrıs gece hayatı ile ilgili bir sürü blog bulmak mümkün. Hatta bu bloglarda kadınların resimlerine yer veriliyor. Yani müşteriler, ülkeye gitmeden, hangi seks işçisi ile geceyi geçireceklerine karar verip, internet üzerinden pazarlık yapabiliyor.
Türkiye ve KKTC bayraklarının dalgalandığı kumarhane cenneti
Şimdi de biraz Kuzey Kıbrıs’tan bahsedelim. 1974 yılında Türkiye’nin adaya gelişi ile kuzey tarafında bilinçli olarak bir düzenleme yapılmış. “Anavatan” Türkiye, önce buradaki sanayi kollarını kar elde etmiyor diye kapattırarak, halkı üretimden koparmış. Daha sonra da kamu dairelerinde memur bir halk yaratmış. KKTC şu anda ambargoların da yaşandığı bir ülke. Ülkenin ithalat ve ihracatı Mersin üzerinden yapılıyor. Akdeniz’in incisi olarak anılan Kıbrıs, ekolojik yapısı hiçe sayılarak sermaye ve karın doğanın önüne geçtiği ada olarak, kumarın ve kara para aklamanın mekanları haline getirmiş. Türkiye ve KKTC bayraklarının önünde dalgalandığı kumarhaneleri ve kadın tica-
retinin yoğunluğunu gördükçe diğer güzellikleri görmenize engel oluyor. Kıbrıs, 1974 Türkiye’nin adaya girişinden itibaren sanayisini yitirmiş ve üretiminden koparılarak kumar ve kadın ticareti merkezine dönüştürülmüş durumda. Birbiri ardına açılan oteller, Afrodit’in doğduğu adanın ekolojik yaşamına zarar verirken kadın ticareti üzerinden kazanılan sermaye ile ayakta kalmaya çalışıyor. Türkiyeli erkeklerin uğrak mekanlarından olan Kıbrıs’ta; Birleşmiş Milletler askeri bölgesi, İngiliz Üsleri’nden askerler, Türkiye askerleri, ve Kıbrıs askerleri var. Ayrıca ada, açılan özel üniversiteler ile eğitim adası olma yönünde ilerliyor. Hem asker ve hem de öğrencilerin sayısının fazla olması kadın ticaretinin artmasına neden olmuş. Çarşı iznine çıkan askerlerin ilk uğradıkları mekanlar olan gece kulüplerinde, kendi ülkesinden zorla ya da herhangi bir şekilde getirilmiş kadınlar ellerinden alınan pasaport ve borçlandırılarak çalışmaya zorlanıyor. Eski Sağlık Bakanı Ertuğrul Hasipoğlu, bu yıl Afrika kökenli bir seks kölesinin havuzda ölü bulunması üzerine çıkan gece kulüplerinin kapatılması ile ilgili tartışmalar üzerine şu şekilde bir açıklamada bulunmuştu. “Neyi kapatacaksın, 40 bin asker, 40 bin de öğrenci var, beni mi halletsinler?” (15 Mart 2013) Ülke gündeminde olay yaratan bu sözler, kadına, kadın ticaretine devlet nezhinde nasıl bakıldığının da göstergesi aynı zamanda.
Türkiye’nin arka bahçesi KKTC
Kuzey Kıbrıs’ta faal olarak 23 kumarhane olduğunu biliniyor. Casino İşletmeleri Birliği Koordinatörü Ayhan Sarıçiçek, 2012 yılında Zaman gazetesine verdiği röportajda; “Sektör doğrudan 6 bin kişiye istihdam yaratıyor. Bize bağlı çalışan, lokomotifliğini yaptığımız sektörler de var. Onlarla da birlikte yaklaşık 15-20 bin kişiye istihdam sağlayan sektör Kuzey Kıbrıs ekonomisine 600 milyon dolarlık katkıda bulunuyor.” demiş. Kuzey Kıbrıs’ta gazinolar Türkiye’deki gazinoları kapatma sürecine paralel olarak artmış. Ülke ekonomisinin gelirinin büyük kısmının bu casinolardan geldiği şüphesiz. 2006 yılında yapılan araştırmada, bahis evlerinden gelen para yaklaşık 7 milyon TL. Dünya Bankası’nın ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yayınladığı raporlara göre; kumarhanelerde dönen paranın KKTC kayıtlarına girmeden, Türkiye’ye veya başka yerlere gittiği, hatta Kıbrıs’ın suç örgütlerinin merkezi haline geldiği söyleniyor. Farklı iş kollarından on yedi sendikanın bir araya gelerek oluşturduğu Sendikal Platform’un, 2010 yılında yaptığı basın açıklamasında; kumarhanelerin neden adaya getirildiğini ve sonuçları hakkında
bize bilgi veriyor. “AKP hükümetinin bir taraftan Türkiye’deki kumarhaneleri kapatırken bizdeki işbirlikçi hükümetler vasıtasıyla adamızı fuhuş, uyuşturucu ve kumarhaneler cennetine dönüştürmüşlerdir. Sizin eğlence sektörü olarak adlandırdığınız bu sektör, ülkemizde sosyal ve kültürel bir çöküntüye neden oluyor. Yasal olarak Kıbrıslı Türklerin kumarhanelere girmesi yasak ancak işin gerçek yüzü bu değil. İnsanımız bilinçli olarak bu mekânlara çekiliyor. Onlarca kumarhane, bet ofisi faaliyet yürütüyor. Toplam 42 gece kulübünde 364 kadın seks kölesi olarak çalıştırılıyor. Ülkemizi adeta “arka bahçeye” dönüştürdüler. Sayın Cemil Çiçek’in adamızdaki bir ziyaretinde sabah camii ve külliye açılışı, akşamda kumarhane açılışı yapması tutarsızlık ve art niyettir.”
Hazzın ulus ötesi hali
Birleşmiş Milletler, yaklaşık dört milyon kadının seks kölesi olarak satıldığını tahmin ediyor. Kadın ticareti; cinsiyet eşitsizliği ve cinsiyete dayalı ayrımcılıktan beslenen kadına yönelik şiddetin en ağır biçimlerinden biridir. Kapitalizm, işçi sınıfını sömürerek, işçi olarak çalışan kadınları, üretimlerinden ve emeklerinden ziyade onları cinsiyetleri ile değerlendirir ve ücretlendirmeyi buna göre yapar. Neo-liberal politikalar ile derinleşen ekonomik krizler, yoksullaşma ve işsizliği beraberinde getirmiş, sistemin en savunmasızlarını oluşturan kadınlar, ekonomik krizlerinden en ağır biçimde etkilenmiştir. Kadınlar sistem içinde bedenlerini satarak, sattırılmaya zorlanarak hayatta kalmaya çalışmaktadır. Emma Goldman, kadın işçilerin, yaptıkları işlerin cinsiyetleriyle değerlendirilmesinin kadınları seks işçiliğine yönelten ya da zorlayan etkenler arasında yer aldığını ifade eder. Seks işçisi/kölesi olarak çalışan kadınların daha önceden tezgahtarlık, hizmetçilik, konfeksiyon atölyelerinde çalışanlar olduğu görülür. Şans oyunları endüstrisi ile seks endüstrisi içe içe geçmiş sektörler. Kuzey Kıbrıs’da da Batum’da da kumarhanelerin yanlarına konuşlanan irili ufaklı gece kulüplerinin var olması bu savı destekler nitelikte. Cinselliğin alınıp satılan meta haline geldiği bu sistemde, haz/arzunun kendini ulus ötesine taşımasına da şaşırmamak gerek. Kadın ticareti, kadının bedeninin cinsel metaya indirgeyerek, erkeğin kadın bedeni üzerindeki egemenliğini kurmasına ve toplumsal cinsiyet rollerince erkeğin kadın üzerindeki iktidarını meşru kılarak, bunun daha da derinlemesine ve genişlemesine neden olur. İnsan ticareti, sömürüsü ve doğanın hiçe sayılarak rant alanlarına dönüştürülmesi gibi süreçlerin engellenmesi ve kadınların özgürleşmesi için; kumarhanelerin kapatılmaları elzemdir... İşte size farklı bir bakış açısı sunan bir gezi yazısı.
AYSUN EYREK
29
KAZOVA DİRENİŞİ
İşçiler, İşçi Kooperatifi İçin Direniyor!
Şişli’de bulunan, Kazova Trikotaj Atölyesi işçileri bir süredir sürdürdükleri emek mücadelesine devam ediyorlar. Bugün geldikleri noktada patronsuz çalışma koşullarının ilk örneklerinden birini gösteriyorlar bizlere. Önce ellerinde yarım kalan kazakları tamamlayarak koyuldular işe, şimdi ise üretime devam etmeye hazırlanıyorlar. Kendilerinden başka hesap verecekleri hiç kimse yok başlarında. Bir yandan uzun soluklu bir direnişi devam ettirirken bir yandan da işçi sınıfına umut aşılıyorlar. Evet üreten onlar, umarız ki kazanan da yine onlar olacak. Kazova’da direniş tam olarak ne zaman başladı? İşverenlerle yaşanan sıkıntılar ve direnişe başlamanızın nedenleri nelerdi? Nurten Yaman: 16 senedir burada çalışıyorum. Samsun, Bafralıyım, köyden geldim direkt buraya girdim. İstanbul’a kardeşlerimin yanına gelmiştim. Kardeşim de burada çalışıyordu, gelinle ikimizi de getirdi buraya. O giriş girdik, 16 seneyi doldurduk. Bir akşam patron geldi, yukarıda bize bir konuşma yaptı, ben sizin izninizi vereceğim dedi, bir hafta izin yapın gelin dedi, gelip baktık ki çıkışımızı vermiş,
30
kapıda kaldık. Bülent Ünal: Bir hafta sonra döndüğümüzde patronlar piyasada yoktu, makinelerin de çoğu burada yoktu, bina satılmamıştı, kimse ücretlerini alamamıştı. Ondan sonra 27 Şubat’a kadar farklı bir süreç yaşandı, herkes bir tarafa dağıldı. 27 Şubat’ta DİH (Devrici İşçi Hareketi) önderliğinde ilk eylemlilik Şişli’den buraya yürüyerek başladı. Fabrikanın içerisinden bazı mallar kaçırılıyordu. Haber alıyorduk ama yetişemiyorduk. O zaman çadır kuralım dedik. Çadır direnişi devam ederken “Gezi” süreci vardı zaten, oradan bir destek de geliyordu. Daha önce tasarladığımız, bir iki kere planlayıp ama yapamadığımız bir işgal fikri vardı. 28 Haziran’da da fabrikayı işgal ettik. 30 Haziran’da makineleri fabrikadan çıkartmaya kalktık ancak polis müdahale etti. O günden sonra da işte fabrika içerisindeyiz, işgal sürüyor. Burada çadır kurduğunuz günden bu yana emniyet müdürlüğünün emriyle çadırın kaldırılmaya çalışılması gibi bir sorun yaşadınız mı? Dursun Ceylan: Taksim’de eylemlerimiz vardı her cumartesi, hafta içi çarşamba günleri de Şişli Cami’nden buraya yürüyüşlerimiz vardı. Baktık bir ses gelmiyor dedik işgal edelim. Bizim telefonlarımız dinleniyormuş zaten, tarih koyduğumuz o gece girecektik. Sivil polisler dolaşmaya başladı tabi biz ilk etapta uyanamadık.
Daha sonra çarşamba günü, eylem günü, buraya gelip bir baktık ki aşağı yukarı 200 tane çevik kuvvet. Diğer fabrika işçileri sordular buraya niye geldiniz diye, dediler ki Kazova işçileri için geldik, fabrikayı işgal edeceklermiş. Biz fabrikadan çıkmadık, direndik. Daha sonra müdahale edeceklerdi ama burayı satın alan kişi “Onlar benim misafirim, istedikleri kadar kalabilirler.” demiş, o yüzden çıkaramadılar bizi. Yaşar Gülay: Zaten bir yasamız varmış 60 gün içerisinde bir işgal yerine müdahale edilmezse o günden sonra polisin devreden çıktığını valinin sorumlu olduğunu, artık vali kararıyla çıkartılabilineceğini öğrendik. O da ancak personelin şikayet etmesi durumunda. 12. aya kadar personelden izin aldık. 12. aya kadar eğer avukatların da yardımıyla makineleri buradan çıkartıp başka bir yere taşıyabilirsek zaten burada durmanın bir anlamı yok, gideceğiz. Eğer çıkartamazsak bakacağız zaman neler gösterecek. Direniş başlamadan öncesinde de işten çıkarılan işçiler olmuş. Eylemlere başladığınızda bütün işçiler bu eylemlere katılıyor muydu? Başlangıçtan bu yana sayınızda azalma oldu mu? Dursun Ceylan: 4 Mayıs’ta, Taksim’de, HEY Tekstil’le beraber bize yapılan müdahale kimilerimizi biraz daha yıldırdı, kimilerimizi de bileyledi. Ben zaten 55 yaşından
sonra o boyalı suyu yemişim bu mücadelenin peşini bırakır mıyım? Şimdi benim de burada 13 senelik emeğim var, 20-25 senelik emeği olanlar var mesela, paramızı yiyin, biz gidiyoruz mu diyecektik. Yaşar Gülay: Atılan 94 kişiyiz, direnişe başlarken 28 kişiydik, şu anda direnişi devam ettiren 12 kişi. Ama bu 12 kişi ne olursa olsun kararlılıkla devam ettirecek, gerekirse bedel ödenecek. Herhangi bir sendikayla bir görüşmeniz oldu mu ya da hangi sendikalarla görüştünüz? Yaşar Gülay: DİSK’le görüştük, öbür sendikalara gittik kendileri hiçbir olumlu cevap vermediler, 7-8 aydır buradayız şu ana kadar da gelmediler. Bir tek eski sendika başkanı Süleyman Çelebi geldi, ilgileneceğini söyledi, ondan da ses yok. Peki siyasi partilerin size karşı tutumu nasıl? Ziyaret etmek için gelip, herhangi bir destekte bulunmadılar mı? Yaşar Gülay: Hiçbir destek yok. Artık seçimlere doğru gelirler kendileri. Biz de istemiyoruz zaten, yani bizim üzerimizden prim yapmasınlar bu saatten sonra. Burada sürdürdüğünüz mücadele aynı zamanda birçok işvereni de tedirgin ediyor diyebiliriz. Çevrede bulunan fabrikalarda çalışan işçilerin, işverenlerin size karşı tutumu nasıl? Yaşar Gülay: İşçi kesiminden hiçbir desteğimiz yok. Çevreden olsun, başka yerlerden olsun hiçbir desteğimiz yok. Yani işçi kesimine şunu söylemek istiyorum, korkulacak hiçbir şey yok, haklarını arasınlar ve bize destek olsunlar. Biz kazanırsak bütün işçiler kazanır. HEY Tekstil işçileriyle de ilk zamanlarda temasımız olmuştu ama sonra HEY Tekstil işçileri de kendi bünyelerinde ayrıldılar. Şimdi ne yapıyorlar pek bilmi-
yorum. Şu anda atölyede çalışır durumda olan kaç tane makine var, üretime devam edebilmeniz için yeterli mi? Bülent Ünal: Fabrikaya girdiğimizde makineler kullanılmaz haldeydi. Çatı katında kaçırılan malları gördük, eksik mallar bunlar, yakası yoktu, kolu yoktu. Ne yapabiliriz diye düşünürken dedik ki bunları tamir edelim, satışına başlayalım, buradan gelecek parayla da içerideki makineleri yaptırırız. Şu an geldiğimiz aşamada üç makinenin de motorları falan hazır, ince ayarları kaldı, usta getirilip, takılacak. Şimdilik bir makinemiz çalışıyor. Ürettiğiniz kazakların satışını nasıl gerçekleştiriyorsunuz? Bülent Ünal: Şimdi satışıyla ilgili zaten çok büyük bir problem oluşmaya başladı. Çünkü özellikle son bir haftadan sonra bayağı bir yoğun talep var kazakla ilgili. Onun bir satış ağını oluşturmaya çalışıyoruz ama işçi arkadaşlarımız çok yoğun olduğu için, işgal devam ettiği için ve çok az kişi olduğumuz için, çünkü direnişi sürdüren 12-13 kişiyiz, bu planlamayı bir türlü hayata geçiremedik. Şu an satışlar yine forumlar üzerinden gerçekleşiyor ama dediğim gibi satış ağını oluşturmak için de bir çaba harcıyoruz. Şu an istekte bulunanları ancak gidebileceğimiz forumlara davet ediyoruz ya da fabrikaya davet edip, fabrikadan satış yapıyoruz. Bu direnişin öncesinde sendikal çalışmalarla ya da diğer işçi hareketleriyle bir
ilişkiniz var mıydı, yoksa Kazova’daki direnişle birlikte mi bu ilişkiler kuruldu? Yaşar Gülay: Temasımız daha önce yoktu, yani ilk tecrübemiz burası. Tabi duyuyorduk ama sadece duyuyorduk. Gidip de içlerine karışmış değildik. Daha doğrusu eşimin kanser hastası olması, bana bunun yapılması beni tetikledi. Bir yandan eşimin tedavisini yürütüyoruz, bir yandan yapılan haksızlığa karşı durmam lazım. ÇHD (Çağdaş Hukukçular Derneği) avukatlarıyla bunu oturup konuştuk, direnmekten başka bir çaremiz yok denilince direnmeyi seçtik. Üç tane çocuğumuz var, üçü de okuyor, üçü de para bekliyor. Yedi aydan beridir para aldığımız yok. Eve gidip düzelecek diyoruz, buraya geliyoruz ortalık çok karışık, mecburen buradakini eve yansıtmıyoruz. Bakalım ne zaman düzeleceğiz. Direnişi başlatmanızla birlikte devam eden eylemler ve buranın işgal edilmesi, kısacası bu mücadele sürecinin tamamı size neler kattı, nasıl hissettiniz kendinizi? Nurten Yaman: Geçenlerde ablama gittim, karşı tarafa, köprüden öte tarafa, neredeyse 500 kişi köprüde bağırıyorlar, dedim ben de az karışayım şunların içerisine, yola kadar gideyim dedim. Eniştem gülmekten kırılıyordu bana, dur baldız boş ver diyordu. Dedim bizim başımıza geldi enişte, biraz da biz destek olalım onlara. Dursun Ceylan: Mesela 31 Mayıs, cuma gecesi, Gezi Direnişi’ne en şiddetli müdahalenin olduğu gece hanımla beraber
“DİSK’le görüştük, öbür sendikalara gittik kendileri hiçbir olumlu cevap vermediler, 7-8 aydır buradayız şu ana kadar da gelmediler.”
31
seçimlerde AKP’ye oy vermiş miydiniz? Nurten Yaman: Ben hep Tayyip’e veriyordum oyumu. Şimdiden sonra düşüneceğiz, kime vereceğiz bilmem. Ee buna verdik iyi diye ne yapalım, bu da hiç sesimizi duymadı. Bayramda Başbakanlığa bile gidecektik, orada da yürüyüş yapıp sesimizi duyuracaktık. Yolda polisler çevirdi, Kazova işçisiyiz deyince hepsini indirdiler, bir tek benimle, benim oğlanları almadılar. Oğlum da burada o da dokumada. Başka yerde işe girdi ama yine geliyor desteğe, bu gece de burada çalıştı.
“Bundan sonrası için de tamamen bir işçi kooperatifi kurmayı planlıyoruz. Daha çok Latin Amerika’da ve Yunanistan’da yaşanan şeyler ama biz burada, Türkiye’de de bir pratik yaşamayı düşünüyoruz.” desteğe gittik. Hanım 50 yaşında, ben 55 yaşındayım bu saatten sonra Taksim’e hak aramaya çıkıyorsak bazı korkularımızın kırılmış olduğunu gösterir.
Kazova Trikotaj Atölyesi’nin patronlarının AKP’yle yakın ilişkisi olduğuna dair birtakım söylentiler var. Siz daha önceki
Mücadelenin devamı için neler düşünüyorsunuz? Neticede bu mücadeleye de uzun süredir emek harcadınız. Nasıl bir hedef var önünüzde? Bülent Ünal: Bundan sonrası için de tamamen bir işçi kooperatifi kurmayı planlıyoruz. Daha çok Latin Amerika’da ve Yunanistan’da yaşanan şeyler ama biz burada, Türkiye’de de bir pratik yaşamayı düşünüyoruz. Dursun Ceylan: O zamana kadar da sayımız azalır mı, eksilir mi onu da bilmiyoruz. Tabi bunu anlattığımızda “Satalım makineleri, paramızı alıp gidelim.” diyenler oldu. Ama biz ağırlıklı olarak diyoruz ki, bu makineleri çalıştıracağız, satmayacağız.
Söyleşi: Taylan Kesanbilici Fotoğraf: Miray Özturan
ÇHD Avukatlarından Behiç Aşçı:
“Kazova’nın patronlarının AKP ile çok güçlü bağlantıları var” Çağdaş Hukukçular Derneği avukatları olarak sizler bu sürecin hangi aşamasından beri işçilerle birliktesiniz? İşten atıldıkları dönemde yoktuk ama şubat ayından itibaren işçi arkadaşlarla beraberiz. Kazova işçilerinin mücadelesine dahil oluşunuz nasıl gerçekleşti? Bir grup işçi arkadaş geldi, Devrimci İşçi Hareketi’ni ve Çağdaş Hukukçular Derneği’ni buldular. Bu vesileyle tanıştık, devamında da kendilerine yardımcı olmaya çalışıyoruz. ÇHD’nin de Kazova direnişine dahil olmasıyla beraber başlatılmış olan hukuki bir süreç var. Bu süreç şu an nasıl devam ediyor? Şimdi sonuçta 94 işçi 4 aylık maaşlarının, kıdem tazminatlarının tamamı ödenmeden işten atılmış durumdalar. Ayrıca patronları Ümit Somuncu ve Mustafa Umut Somuncu da fabrikadan mal kaçırmış. Örneğin yan taraftaki binada göstermelik bir işyeri kurmuşlar, Adbülkadir Nergiz diye birinin adına vergi kaydını yapmışlar ama aslında orası farklı bir işyeri değil. Bu vergi kaydını geçen sene kasım ayında yapmışlar, şubat ayında da kapatmışlar, iki aylık faaliyeti olan bir işletme. Bu yan binada farklı bir tabelayla isimlendirdikleri yer de aslında Kazova’nın devamı. Yani aradaki duvarı yıkmışlar, makineleri oraya geçirmişler, Kazova orada çalışmaya devam etmiş. Geçen sene muhtemelen ekonomik
32
krizle birlikte oraya alçıpandan bir duvar yapmışlar, demişler ki burası ayrı bir firma. Fabrikanın asıl değerli mallarını da oraya kaçırmışlar. Şimdi işçilerin alacaklarına karşılık onları haczetmeye çalışıyoruz. İcra takibi yaptık, haciz yaptık ama itiraz ettiler, biz de o itirazı kaldırmak istiyoruz fakat şu an mahkememiz devam ediyor. Yani esas olarak işçilerin talepleri bu, hedefimiz de bunlar zaten. Hem buradaki hem de oradaki makineleri alıp, işçilere teslim edip, işçilerin kendi işletmelerini kurmalarını sağlamak. Mücadelenin de devam ediyor olmasıyla beraber direnişin ilerleyen günleri sizin açınızdan nasıl gözüküyor? Şöyle bir gerçeklik var, birçok sorun var çözülmesi gereken. Patronları burayı bırakıp kaçtı, buradaki değerli makineleri kaçırmış, 100 bin kazak kaçırmış, 20 ton iplik kaçırmış, bina bir başkasına satılmış, elektrik kesik, su kesik, onun dışında zaten Kazova’nın patronlarının AKP ile çok güçlü bağlantıları var, Recep Tayyip Erdoğan’ın giydiği kazakların burada üretildiği söyleniyor, hani bu kadar büyük bağlantılar varken polis her an buraya operasyon yapabilir, işte en başta bu sorun var. Buraya BEDAŞ ve İSKİ dahil herkes saldırdı. BEDAŞ üç ya da dört kez elektriği kesmeye geldi, gece yarısı saat 04.00’da geldiler elektriği kesmeye. Buranın suyu kartlı olduğu halde, İSKİ sayaç okumaya geldi. Polis zaten her bahaneyi kullanıyor, buraya haciz geliyor, polis hemen içeri dalmaya çalışıyor, işçileri çıkartmaya çalışıyor. Bütün bunların hepsini aşmak gerekiyor. Ama asıl olan kararlı olmak ve varılacak yere varmak konusunda iradeli olmak, yani o olduktan sonra bu engellerin tamamı aşılacaktır. Şundan çok eminiz, şu an gördüğümüz ya da görmediğimiz çok şeyle karşılaşacağız, birçok sorun yaşayacağız fakat hepsi aşılır.
Ayaklanma, gezi ve sınıf üzerine bir tartışma Kürt kalkışmalarını bir kenara bırakacak olursak Cumhuriyet Türkiyesinin tarihi ayaklanmalar açısından pek de “renkli” sayılmaz. “Ayaklanma” denilince benim aklıma çizdiğimiz çerçevede yalnızca 1516 Haziran işçi ayaklanması (1970), Gazi ayaklanması (1995) ve 1 Mayıs 1996 ayaklanması geliyor. Bunlardan ilk ikisi birkaç gün sürdü, sonuncusunun süresiyse bir gün bile değildi. 15-16 Haziran işçi ayaklanması İstanbul ve İzmit sathında yayıldı, diğer bazı büyük şehirlerde de küçük çaplı olaylar gerçekleşti ve üç işçi, bir esnaf, bir polisin ölümüyle sonuçlanan isyan 60 günlük bir sıkıyönetime sebebiyet verdi. Ayaklanma sonrasındaki grevlere yapılan saldırılarda da iki işçi daha hayatını kaybetmişti. Bir kontrgerilla saldırısının yarattığı öfke sonucu gerçekleşen Gazi ayaklanması, 12 Mart 1995’te başladı ve ayaklanma sebebiyle Gazi, Esentepe ve Zübeyde Hanım mahallelerinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ancak hem olaylar 16 Mart gününe dek sürdü hem de farklı semtlere sıçradı, burada Ümraniye, Gazi’den sonra en sert çatışmalara sahne olan bölge olarak öne çıktı. Ayrıca Ankara Kızılay’daki protestolarda çıkan yoğun çatışmalarda da çok sayıda insan yaralandı. Ayaklanma sırasında Gazi ve Ümraniye’de polis şiddeti neticesinde on dokuz kişi yaşamını yitirecek, devrimci Hasan Ocak da gözaltında kaybedilecektir. Tam anlamıyla “kendiliğinden bir feveran” olarak nitelenebilecek olan 1 Mayıs 1996 ayaklanması ise polisin alana girme hazırlığındaki kalabalığı makineli tüfeklerle taraması sonucu başlar. Olaylar sırasında üç işçi, daha sonra da bir işçi hastanede işkence sonucu ölür. 15-16 Haziran’ın karakter kodu işçi sınıfıdır, DİSK’in yeni gerici sendikal düzenlemelere karşı çağrısıyla başlasa da onu aşmış ve zembereğinden boşalmış bir tepkiyle otoriteye karşı bir yaygın kalkışmaya dönüşmüştür. ‘95 Gazi Ayaklanması, haklı olarak Alevi isyanıyla özdeşletirilse de -bu bakımdan aynı zamanda en azından Madımak’tan beri demlenen bir öfkenin de patlama anıdır- Türkiye devrimci hareketi ve Kürt yurtsever hareketinin metropol varoşlarındaki tabanını harekete geçirmesiyle, teslim etmek gerekir ki bir “ortaklaşmış isyan” olarak da okunmalıdır. Kaldı ki Gazi’de kitle büyük ölçüde kendiliğinden sokağa dökülse de, bir iki örgütün halka kumandanlık edebildiği de bu olay özelinde aşikardır. Ve Gazi kısa süreli bir “komün hayatı”nı ortaya çıkarmış olmasıyla da ayırt edilmelidir. ‘96 1 Mayısı ise bir açıdan Gazi’nin bir tür artçısıdır ve diğerlerine göre daha bariz biçimde spontane ve reaksiyoner bir kalkışmadır. Kadıköy’de kapitalizmi simgeleyen hemen her şeyi yerle bir eden ve zaman zaman biriktirdiği nefretin anlık bir yansıması olarak dokunulmaması gereken hedeflere de yönelen bu şiddet gösterisinin
özneleri çoğunlukla devrimci örgütlere taraftar olsalar da olayların gelişimi örgütlerin denetiminden de yer yer çıkabilmiştir. ‘96 1 Mayıs ayaklanmasının temel belirleyeni, onun sayesinde, kentin itilmiş mahallelerinde, özellikle de tekstil atölyelerinde güvencesiz çalışan genç işçilerin nefretle dolu gürültüsünü tüm ülkenin “dehşet içinde” izleyebilmiş olmasıdır zannımca. Her üç ayaklanma için son olarak öyle veya böyle bir “kendiliğindenliğin” ortak nokta olduğu söylenebilir. Peki ya Gezi? İnsan hak ve özgürlüklerine riayet açısından 179 ülke içinde 154. sırada kendine yer bulabilen ve ekonomide adalet olmaksızın kalkınma trendinin biteviye yükseldiği, açıkça zenginin cebinin daha bir şenlenip, yoksulunsa daha bir köleleştiği, fukaralığın istatistiklerdeki yüzdelik diliminin her geçen gün arttığı bir ülkede isyan, beklenmesi gereken bir olasılıktır. Zira yoksullar, malum sert bir hayatın içinde her şeyi ince görerek yaşayabilme sanatını sürdürmek zorunda kalmış insanlardır. Kınanamayacak yollardan az çok iyi bir hayatı kazanabilme ihtimali olan küçük bir azınlığı dışta tutarak söylersek tanrı yoksullara yalnızca dört opsiyonlu bir ömür sunar: Tamah, yozlaşma, intihar ya da isyan. Fakat Türkiye ilginç bir ülkedir, burada yoksulların isyan dışındaki üç ihtimale yönelmeleri kanıksanmış bir gerçektir, onların
korku ve tevekkül içindeki psikolojileri ve müesses nizam sevgileri de. Hem bu yüzden, hem iktidarın zirvedeki gücü, hem de solun zayıflığından Türkiye’de yetmiş yedi ile yayılabilecek denli daha önce benzeri görülmemiş topyekun bir isyan, üstelik hiç akla gelmeyecek bir şey üzerinden sanırım hiçbirimiz tarafından beklenmiyordu. Ne ki ülkede dört milyon insan alanlara dolabildi (1). Doğanın rant sunaklarına kurban edilmesine karşı çıkan az sayıdaki çevrecinin pasif direnişine yapılan ve ekranları başında olup, biteni insanlığından utanarak izleyen milyonları öfkelendiren rezil müdahale haftalarca sürecek yaygın ve şiddetli bir isyanın fitilini ateşledi. Türkiye, bir “ihtimali sıfır”la, yani bir ayaklanmayla dünya gündemini alt üst etti ve yaşananların güçlü psikolojik etkisi hâlâ tüm muhatapları üzerinde sürüyor. Olimpiyatları ve oradan yenilecek nice zehirli ekmeği yitiren devlet, kabahati “Geziciler”e atıyor -”kıçınıza kına yakın!” buyurmuşlardır-, ben bu satırları yazarken Tuzluçayır’da ve Gazi’de bir savaş sürüyor. Dün ODTÜ, bir iki hafta önce Antakya-Armutlu alev alevdi. Yaşanan her çatışma, iki farklı okumalı bir beklentiyi karşıt iki algıda yaratıyor: “Yine aynı şeyler olacak” korkusu ve umudu... Hrant’la, Hopa’yla, Roboski’yle, 1 Mayıs’la ve her kesimin kendi “kırmızı çizgisi”nin aşılmasıyla demlenen, gerçek ölü sayısının 177 olduğu söylenen Reyhanlı katliamıyla bilenen -sorumluluğun
33
Acilcilere atılması ciddiyetsizliği de unutulmadı!- ve yine de “üç beş ağaç meselesi” denen bir mevzuyla patlayan isyan, hesaplarını sordu ve sorulacak yeni hesapları halkın göğüs kafesinde biriktirip, Eylül’e karıştı. “Elitlerin İsyanı” Söylemi “Elitlerin isyanı” yakıştırması ciddiyetsiz ve bazı açılardan art niyetli olsa da epey tartışıldı ve bir ölçüde kabul gördü gibi. Elit ne demektir? Seçkin... Burada kullanılan “seçkinler” ifadesi “kavganın seçkin erleri” anlamında kullanmadığına göre ortada bir hesap yoksa eğer sınıf algısındaki sakatlıktan ve günü, olayı ve olguyu okuyamamaktan kaynaklanıyor. Evet, alanlara “cumhuriyet değerleri”ne kıskançlıkla bağlı olma babında bir kısmı hiç de demokrat olmayan bir çeşit “seçkinci” grup da doluşmuştur, fakat isyanın belirleyeni de bunlar değil. Kaldı ki buradaki “elit” vurgusu siyasal yönelimden ziyade, sınıfsal açılımlarla -”orta sınıf” vesairedillendiriliyor. Yani yaşadığımız bir çeşit “cumhuriyetçi orta sınıf” isyanı imiş. Hadi canım sen de! Eylemlerde işçi sınıfı olmadığına dair açıklamalarla solun bir kesiminden de bu algıya kan pompalandı üstelik, not edelim. Yani sokaklarda milyonlar savaşıyor ama işçi sınıfı yok! Nasıl yok? Siz eylemlerde maaşı beş bin lira olan kaç kişi gördünüz? Kaç kişi cipini garajına park edip, rezidansından çıkıp, maskesini takıp, eline taşını alarak, barikat başlarında nöbet tuttu? İşçi sınıfından, onun kavgaya katılmasından anlaşılan ne? Yalnızca diğerlerine göre fena sayılmayacak bir maaşa sahip olan sendikalı, güvenceli sanayi proletaryası mı? Her şey yolunda gidiyorken dahi bir genel grev örgütleyemeyen basiretsiz ve direnişçileri polis saldırınca yalnız bırakan
34
sendikaların günahı neden sınıfın boynuna atılıyor ve “sınıf yok” deniliyor? Gezi’de sınıf tüm canlılığıyla vardır. Evet sendikalar acınacak derecede zayıf bir katılım ve görünürlük (2) sunmuşlardır ama sınıf oradaydı. Zira orada hükümetçe “marjinaller/çapulcular” (3) diye kodlanmış halk vardı. Yani işçi sınıfının görünürlüğünden anlaşılan ayaklanmaya katılan işçilerin “selamünaleyküm biz proletaryayız, tanıştıralım bu da bizim öncümüz Türkiye Devrimci Komünist İşçi Köylü Partisi/Cephesi” demesi miydi?! Eylemlerin büyük ölçüde örgütsüzlüğü, kendiliğindenliği ve başka bazı sorunlu yönleri ayrıca tartışılabilir ama bu farklı bir konu. Akaretler’deki tencere tava eylemlerine konsantre olup, isyana büyüteçle bakarak “sınıf tahlili” yapanların Gazi’yi, Dikmen’i, Armutlu’yu, Okmeydanı’nı, çoğunluğu güvencesiz olan işçilerin muazzam gümbürtüsünü görmeleri beklenemez. Dolayısıyla bu durumda olanların neo-liberalizmin yeni zamanlarında değişen sınıf yapısını kavramalarını ummak da safdillik olacaktır. “Gezi direnişi” muhakkak ki bir sınıf ayaklanması değil, fakat onun ana kirişi yine de güvencesiz işçi yığınlarıdır. Ancak, tıpkı ‘96 1 Mayısından sonra “bir dahaki 1 Mayıs’a yalnızca işçiler katılacak” diyenler (4) gibi sınıf tanımlamasında sınıfta kalanlar bunu anlayamamayı sürdürecekler. Yazıyı bu tip bir bakış açısına sahip olanlara bir soru sorarak bitirelim isterseniz, ayaklanmada katledilen gençlerin hangisi “beyaz yakalı”ydı? Notlar (1) Bu kitlenin hepsi seçimde aynı partiye oy verse ve bütün seçmenler seçime katılsa destekledikleri parti % 8 oy alıyor ve dünyanın açık ara en yüksek seçim barajına sahip
ülkesinde meclise temsilci gönderemiyor -eğer bağımsız girmezse-. Ha, biz elbette ki direnişi seçim süreci ve ittifak zeminleri üzerinden değerlendirmeyeceğiz. “Gezi” sokaktır ve çeşitli araçlarla bulanıklaştırılmaya ya da “sevimlileştirilmeye” çalışılsa da militan bir eyleyiştir. (2) İsyandan kısa bir süre önce devrimci hareketin mesleki örgütlenmelerine yapılan kapsamlı operasyonlar ve kitlesel tutuklama saldırısı burada göz önünde tutulmalı. Yanlış anlaşılmasın, “devletin kehaneti vardı” anlamında demiyorum, harekete böyle bir darbe vurulmasa sendika ve diğer meslek örgütlerinin ayaklanmadaki rolünün değişebilirliğine dikkat çekme isteğindeyim. (3) Yığınlara, halkın ta kendisine “marjinal” diyerek neliği bilinen bir tanımda çığır açan Başbakan’ın kendisinin süreçten uluslararası kamuoyu nezdinde “marjinal” olarak çıktığı açık. Tabii burada “marjinal” vurgusunda bu direnişi eyleyenlerin eylemindeki şiddet içeriğine göndermeli bir tını da yok değil. Ancak, memlekette solun var oluşunda şiddetin dozunun artışı her zaman onun kitleyle bağlarını daha çok güçlendirebildiği, az çok bir yerde çoğalabildiği dönemlerle paralel olmuştur, “marjinalleştiği” süreçlerle değil, bunun altını çizip, dikkatinize sunuyorum. (4) Dönemin DİSK yöneticisi Rıdvan Budak’ın sözleri. Yani ayaklanan güvencesiz işçiler işçi değil. Proletaryayı sanayi işçisinden ya da güvenceli çalışandan ibaret gören düz mantık. Bu yöne yakınlıkları olan, varoşlardaki prekaryaya topluca “plebyen” etiketi yapıştıran Marksistler de vardır.
İSMAİL GÜNEY YILMAZ
Nav ê min Rojava ye…
“Ez çi bêjim li dû çavên te, Ez çi bêjim ji ber xweşikbûna te, Rojavayê dilê min! Tavaheyva min di xweşikbûna rûyê te de ma, Kenên min di çavên te de, De bilezîne! Wek çûyînek bê xatir vegere li me, Wek zarukek bê xem bikene ji me re di germahîya şoreşê de, Bila em bibin Rojavayê dilê te, Û bila şad bibe Kurdistan, Bi hatina te,bi azadîya te…” Ez çîrokekî ji êşên Kurdistanî me. Evîndarîyên min di xeyala azadîya min de xwe mezin dikin. Û ji hemû welatan bêhtir, bê al’im ez. Bi êş û bi janim. Helbest ê min,ji agirê sînema Amûdê bêhtir dişewite û dişewitîne. Ev çend sal e ez dişewitim di hembêz a lirîka dayîkan de. Nav ê min Rojava ye. Di hemû demsalan de kulîlkên amûdî û qamişloyî me,baranên dêrîkî û Kurdistanî me. Dilê min ji hemî pêlên jîyanê,pêşgotinek dîrokîye û bi sirûdên şoreşgerî govenda keç û xortan digerîne û dilezîne jibo navê xwe yê Kurdistanî…
Nav ê min Rojava ye. Hemû hestên min,ji rengê ROJ ê AVA dibe û ez dibim “Rojava”,dibim birîn,dibim şahî. Carnan dibim awazek Şêxoyî û ji qamişlo gazî dikim bi tembûra çîyayî. Carnan jî dibim binxet û dinvîsim helbest ê Cegerxwînî. Nav ê min Rojava ye. Ez pênûsek ji reng ê gul ê û awaz a bilbil ê me,evîn û evîndarê roj û ax a Kurdistan ê me. Di hembêz a min de,çîroka zarukên nîvxeyal û kenên veşartî hene,di çav ê min de rêyên bêveger…Nav ê min Rojava ye. Di dil ê min de hêvîyên rojhelatî xwe dispêrin ezmanên çavên bendewar. Çav ê min li bahara nav ê xwe digere û dest ê min lênûs a şoreş ê dinvîse,li ser du pêçîyan. Nav ê min Rojava ye. Ez şoreşek ji reng ê jin ê me. Rûyê min di xweşikbûna baza xezalak de şer dike û xweşik dibe. Ez stranek Zîlanî û Bêrîtanî me. Başûrî,Bakûrî û Rojhelatî me… Nav ê min Rojava ye. Ez ji pêlên feratî û evînek dicleyî me. Bask ê min,ji dengê bilûra bav ê min,axînên kurdewar belav dike ji bo xewnereşkên xwînmij. Û ez bi hezaran car dibim şehîd,bi hezaran car dibim ax,dibim goristan,lê bi hezaran car dibim vejîn,dibim qêrîn. Dibim şoreşek Rojavayî. Nav ê min Rojava ye. Ez di singa dayîkan de,hêvîyên çivîkên şînim ê k udi ezmanê min de
digîhîjin ruh ê duâyan…Ez di çavên zarukên por hene de,bendewarîya baranên keskesorî me. Nav ê min Rojava ye. Ez lênusek ji pênûsa yepegê me,lewma dinvîsim destanên egîdan,lewma dinvîsim bi xwîna şehîdan. Nav ê min Rojava ye. Ez di rêça nemiran de rê digrim. Li hêlekê min Rustem ê Cudî ,li hêlekê min ê din Xebatê Dêrikî ye. Û ez di çavê wan de, li welat ê azadîstan ê digerim,da ku navê wî bibe Kurdistan.Û di hemû sibehê min de,stûxwarîya şevên xapînok,diqêrîna cangorî yê min de dilîlînın û baz didin. Nav ê min Rojava ye. Ez di hemû awiran de,birûskekî şervanî û şoreşgerî me. Baranên min,di hembêza dayîka min de xwe dispêrin ax ê,lewma ji bêhna axê pirtir,bêhna hezkirinên min,bêhna xatirxwestinên min hene. Lewma ez tolhildanek rojhelatî,kêlîyek çîyayî me. Nav ê min Rojava ye. Bi hezaran kulîlkên min,ji tîrêjên roj ê ne,ez bi hezaran zarukên roj ê mezin dikim,di xeyalên Kurdistanî de. Û hemû rêwîyên min,ji dilê min rê digrin ber bi rojavayê dilê min ve… Nav ê min Rojava ye. Ez ê bînim Kurdistana dilê we,ez ê bixwînim Rojava yê çavên we …
RANYA SEFA AYDIN
35
GAZETECİ MUSTAFA HOŞ:
“Korkma cesaret de bulaşıcıdır!” Mustafa Hoş, anaakım medyada uzun süre yöneticilik yapmış bir isim. NTV ve Kanal 24’deki görevlerinin ardından, istifa etmeden önce en son, var olan medya düzenine alternatif olma iddiasıyla yola çıkan +1 kanalının Haber Yayın Yönetmeniydi. Mustafa Hoş ile medyada yaşanan sansür ve baskıyı, AKP hükümetiyle medyada nelerin değiştiğini, Gezi Direnişi’nin medyaya yansımalarını konuştuk. ‘Zordur zorda gazetecilik yapmak’ diyorsunuz. İçinde bulunduğumuz zamanları gazetecilik mesleği açısından ‘zor’ kılan nedenlerle neler sizce? Zorluğun meslekle ilgisi yok. İnsanla ilgisi var, değişen insanla. Gazetecilik paranın ya da gücün, iktidarın herhangi bir yerinde saf tutma mesleği değil. Yani bu hale gelince işi anlatmak biraz daha zor. Kimyası bozuldu artık gazeteciliğin. Türkiye’de yapılan bir gazetecilik yok, gazetecilik yapılmıyor. Sadece saflar belirlenmiş ve o saflarda herkes kendi kabul ettiği gücün yanında yer alıyor. Bir kurşun askerler çatışması var. Medya yok, haber yok. Kurşun askerler çatışıyor ve ağırlıklı olarak da daha çok iktidarın yarattığı bir biat medyası var. Tamamına hakim şu anda medyanın. Böyle olunca haberden, gerçekten yana bir şey bulamıyoruz ve göremiyoruz. zorluk aslında burada başlıyor. Gazeteciyim demek neredeyse suç haline geldi. Haberden bahsetmek, haber yapmak, gerçekten bir haberi bütün unsurlarıyla oluşturmak büyük bir suç. Bunun bedeli de çok ağır ödetiliyor ve ödüyor insanlar da zaten. Peki bu durum hep böyle miydi? Yoksa son dönemlerde mi bu hale geldi? Holdingleşen medyayla birlikte başladı sorun. Dünyada da böyle. Sermaye ve medya ile iktidar ve güç arasında, bütün bu ilişkilerde şöyle bir şeyin olması lazım. Herkes kendi işlevini yürütebilmesi lazım. Bu denge bozuldu. Eskiden de evet özellikle bizim ülkemizde bütün güçler, iktidarlar, derin devlet medyaya hakim olmak istemiştir, medyada söz sahibi olmak istemiştir. Ama istemiştir. Yani onların dedikleri de yapılırken diğer tarafta da gerçekten haber yapan bir alan oluşuyordu. Öyle bir mecra vardı. Yani manevra alanı vardı. Şimdi o ortadan kalktı. O yok. Aradaki en büyük fark bu.
36
Bu fark bir anda mı ortaya çıktı da Gezi Direnişi’ne kadar medyadaki bu dönüşüm görünür kılınamadı? İşte şöyle bir şey var. İlla herkes kendi başına gelince gerçeği görme kolaycılığına kaçtı. Hiç kimse başkasının acısını görmedi. Başkasının yaşadığı baskıyı görmek istemedi. Herkes kendi başına gelince görmeye başladı. İlk defa Gezi’de, Gezi’nin yapısından da kaynaklanan bir durum bu, çok fazla bileşkeni vardı, çok fazla renkler vardı, her renk bir arada olunca yapılan baskı her renge yansıdı. Ve bu yüzden de fazla deşifre oldu. Yoksa çok uzun bir süredir, bu 11 yıllık bir proje. Aslında iktidarı oluşturan dinamiklerin, AKP’nin, cemaatin oluşturduğu 30 yıllık bir projeden söz ediyoruz. Bunun en önemli ayağı medyadır. Bakmayın siz ‘medyaya rağmen iktidara geldik’ diye söylediklerine. Bu, onların bir taktiğidir hep. Yani aslında kendine karşı hep mağdur durumda olup, hep mağdurmuş gibi yapıp, mağdurluktan zalimliğe geçme refleksiydi bu. Ve bunun en büyük aracı da medya oldu zaten. Baktığımız zaman Sabah-ATV grevini ya da daha öncesinde tutuklanan, katledilen gazetecileri, şimdi mağdur olan ‘isim yapmış gazetecilerimiz’ o süreçleri görmezden gelebildi. Gezi ile beraber medyada da bir özeleştiri durumu söz konusu. Yeterli mi sizce bu? Özeleştiri denilen şeyde ortaya insani bir şeyin de çıkması lazım. Günahı çok medyanın. Hatta mağdur olduğunu söyleyen insanların da günahı çok fazla ama bir günah çıkarma yeri değil medya. Gezi’ye kadar bir sürü şey oldu bu ülkede. Herkes sessiz kaldı. Ben medyanın iktidar tarafından baskı kurulduğu ve bu baskı ile işini yapamaz hale getirildiği ilk örneklerden
biriyim merkez medyada. Hiç kimse sesini çıkarmadı, herkes sustu. Gezi’de kendini kahramanlaştırmaya çalışanların birçoğu da sustu. Niye? Çünkü kendilerine dönük bir şey yoktu. Çünkü kimse kendi makamını, parayı, konforu ve medyanın sağladığı kibir kulesini bırakmak istemiyor. Oysa dışarıda bambaşka bir hayat var. İnsanların onurlarına, hayatlarına, yaşam tarzlarına dönük bir sürü şeyler oldu. Ve hepsinde de sessiz kalındı. Bir sürü insanlar, gazeteciler öldürüldü bu ülkede. Faili meçhuller oldu. Bunlar karşısında da sessiz kalındı. 28 Şubat’a da sessiz kalındı. Orada yaşanılanların hiçbirisi de doğru değildi. Buna da sessiz kaldılar. Ama o sessiz kalanlar, şimdi aynı sessizliği, o zamanın mazlumları olan şimdi zalimleşenlerle birlikte yürütüyorlar. Biz bunları ayırt edemedik ki. Ayırt edemeyince de doğru bir analiz yapamıyoruz. Sonuca da ulaşamıyoruz. 80 Darbesi’nde ya da 28 Şubat’da askeri vesayete destek veren pek çok gazetecinin şimdi postallarından arındırılmış başka bir vesayeti desteklediğini görüyoruz. Toplum olarak çabuk mu unutuyoruz her şeyi? İşte en önemli şey, balık hafızası. Bu iktidarın bu kadar zalimleşmesi ve gaddarlaşma süreci de tamamen belleksizlikten oldu. Çünkü sürekli bellek siliniyor. Enformasyon denilen şey aslında bilgilendirmeden öte, unutma objesi haline gelebiliyor. Nasıl gelebiliyor? Bir şey için bombardıman yapılıyor. Bir süre sonra ‘ne oldu’ denildiğinde şapşallaşıyor herkes, hiçbir şey hatırlamıyor. Öyle bir algı zehirlenmesi var Türkiye’de medya eliyle yürütülen. İstediğin kesimi, istediğin an düşmanlaştırabiliyorsun bu ülkede, bu çok tehlikeli.
Ötekileştirebiliyorsun da. Ben merkez medyada uzun süredir yöneticilik yapan bir insanım. Nasıl olabilir de marjinalleştirilebilirim ki? 27 yılda olmayan bu iktidar döneminde olabiliyor. Kimse şuraya bakmıyor; 27 yıl boyunca bu adam ne yapmış diye bakmıyor. Hemen suçlanıyorsun. Hemen üstünüze bir yafta yapıştırılıyor ve herkes de bunu seyrediyor. Türkiye’de en önemli şey şu; önce suçlu yarat sonra delil uydur Türkiye’si burası. Bütün burada yapılan gaddarlığı, cellatlığı kimse sorgulama ihtiyacı duymuyor. Niye? Belleksizlik var çünkü. Geriye dönse baksa herkes yüzleşecek. İktidar şöyle bir şey yapıyor, geçmişle seni sürekli tehdit ediyor. Soruyor sana ‘28 Şubat’da neredesin?’ diye. Kardeşim tamam benim 28 Şubat’da nerede olduğum belli. Sen 12 Eylül’de neredeydin? Neredeydiniz? Yalan öyle bir şekilde kullanılıyor ki insanlarda, yalan bir hipnoz haline geldi. Anayasa referandumunun en önemli şeylerinden biri 12 Eylül yargılanacaktı. İddianameyi kimse okudu mu? Okumadı. 12 Eylül yargılanmıyor aklanıyor orada. İddianameye bakarsınız, Fatsa bölümüne baktığımızda tamamen Kenan Evren’e alkışlar sunuyor, övgüler yağdırıyor savcı. Nasıl yargılayabilir? Sadece oraya baktığımda zaten bir utançtır 12 Eylül iddianamesi. Yani bu utanç bile sanki olumlu bir şeymiş gibi insanlara dikte ettirildi ve başka türlü anlatıldı. Sizin meslek yaşamınıza baktığımız zaman da sansür tarihini görebiliyoruz. İlk NTV süreci ile başlarsak, İlhan Cihaner’in evinin, makamının basılması haberini ‘başsavcı ablukada’ şeklinde haber yaptınız. Ve bir sansür mekanizması devreye girdiği zaman kanaldan ayrıldınız. Gezi Direnişi boyunca da NTV en çok eleştiriyi alan kanallardan biriydi. Bu iki dönem arasında fark görüyor musunuz işleyen sansür mekanizması adına? Sansür çok ağır bir suç. İnsanlık utançlarından birisidir. Bu kadar evcilleşmesinde sorun var zaten. Sansürü biz normalde ekmek gibi kullanıyoruz bu ülkede. Çok ağır bir suçtur sansür. Ki ondan daha ağırı, daha utanç verici, alçakça olan otosansürdür. Haber merkezlerinde gazeteciden çok hükümet ve cemaat komiserleri var. Onlar hakim kılındı. Doğal olarak da medya haberden ve kendi reflekslerinden uzaklaştı. Yani NTV’yi sadece numune olarak ele alıp her şeyi NTV üzerinden yürütüldüğünde bu doğru olmuyor. Çünkü diğerlerini de ondan bir farkı yok. NTV evet bu biat sürecinin önemli ayaklarından birisidir. Ama tek başına günah keçisi ilan edilmesi medyanın diğer ahlaksızlıklarını da örter. Öyle bir şey oluşturuldu ki; iktidardan yana olan, iktidarın işine yarayacak her şeyde inanılmaz imkanlar kullanılıyor. İktidarı oluşturan iki tane dinamik var. Nedir bunlar? AKP ve cemaat. Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir paralel güç de var işin içinde. Bunu hiç doğru düzgün Türkiye tartışamadı, konuşamadı. Bu iki gücün yarattığı bir neoTürkiye oluştu. Var
olan Türkiye’nin reflekslerinden farklı. Eski Türkiye’nin çok da iyi olduğunu söylemek mümkün değil. Ama kurulan Yeni Türkiye eskiyi de aratır hale geldi her anlamda. Bireysel hak ve özgürlükler anlamında, sivil topluma bakış açısından, insanların yaşam biçimine bakma açısından. Böyle bir durumda doğru şeyleri, doğru zamanda sorgulamayı bilmiyoruz. Gezi biraz bu anlamda yeniden bir sorgulama, yeniden görme ve bellek tazeleme anlamında çok önemli bir fırsat oldu. Herkese ders verdi aslında. Kendine de ders verdi, kendini oluşturan iç dinamiklere de, muhalefetine de, iktidarına da, siyasetine de… Türkiye’nin çok önemli bir dönüm noktasıdır. 30 Mayıs ile 13 Haziran arasında müdahaleye kadar yaşanan 13 gün Türkiye’nin elli yılda yüz yılda yaşayacağı bir döneme denk gelir. Daha sonuçları tam görülmedi bence ama Türkiye’yi sarsan 10 gündü o. Aslında dünyayı da sarsan 10 günlerden birisi olarak geçecektir. Kısa bir süre öncesine kadar + 1 kanalında Haber Yayın Yönetmenliği görevindeydiniz. Dışarıda direniş yaşanırken haber merkezinde durum neydi? Neler yaşanıyordu? O kanal yeni bir kanaldı. Ve üç buçuk yıl işsizlikten sonra benim de kabul ettiğim bir işti. Gerçeğin yanında olmak diye bir şey var. Gerçeğin yanında olmak istiyorsun. Ve ‘gerçeği söylemek zordur’ diye bir sloganı vardı. Öyle olunca başka bir şey söylemeye gerek kalmıyor. 30 Mayıs sabahında şeyi gördüm, üç beş çocuk çadır kurmuş ve ağaç nöbeti tutarken çok büyük bir zalimlik yaşadılar, üzerine gaz bombaları atıldı, çadırlar yakıldı ve çok büyük bir şiddete maruz kaldılar. Her şey orada başladı aslında. O olmasaydı Gezi olmayacaktı. O gün temel soru şuydu? Oraya müdahale emrini kim verdi? Doğal olarak kimin vermesi gerekiyor? Vali, Emniyet Müdürü, İçişleri Bakanı… Oysa direkt emri veren Tayyip Erdoğan’dı. Vurun, kırın, yıkın… Ve öyle oldu. Ve ondan sonra her şey bir kelebek etkisi gibi yayılmaya başladı ve başka bir şeye dönüştü. Artık o kadar ötekileştirilen ve sindirilmiş bir kesim vardı ki bir yerden sonra şunu yapıyorsun artık ‘Eee, yeter!’. Yeter’in de ilk defa Türkiye’de meşru bir zemini oluştu bu kadar. Ağaç, herkesin ortak paydası. Bu zeminden sonrada iş gerçekten bir itiraz sürecine dönüştü. Çünkü itirazı unutmuştuk bu ülkede. Sesini çıkaranın hain ilan edildiği bir yerde kimse sesini çıkarmıyor. O süreci en önemli yaşayan 2011’de Fenerbahçe’dir. İtiraz etti. Köprü yoluna çıkmış bir kesimden söz ediyoruz. Sonra o yol Gezi’de tamamlandı ve devam edildi. Olmasaydı, o devamı gelmezdi. Birbirinden bağımsız değildir hiçbir şey. Bu ortamda +1’e başladım ben. Şunu fark ettim orada; siz düşmanlaşma saflarından birinde yer almazsanız karşılığı çok fazla bu ülkede. Yani AKP yandaşı olmak kadar sırf ona düşmanlık yapmayı da doğru bulmuyorum mesleki anlamda. Bu siyasi bir şeydir. Siyasi platformda bunu yapar-
“Evet kaybedeceksiniz, bedeli çok ağır oluyor, hiçbirisi kolay değil. Ama her halükarda onurlu bir mesleği yapmak istiyorsanız başka yolu yok artık.’ sınız. Ama gazetecilik böyle bir şey değil. Bunların dışında bir şey oluşturmaya çalıştık. Ama bunun bedeli çok daha ağır bu ülkede. Çünkü iktidarla onun karşıtlığı birbirini besliyor. İktidarı da besliyor. ‘Bak işte bunlar’ diyen söylemine, o ajitasyona imkan tanıyor. ‘ben diktatör değilim, bana bunlar bunlar yazılıyor’ deme imkanı doğuruyor. Diktatör olup olmadığı tartışılır. Ama gaddar olduğunun hiçbir tartışması yok artık. Gaddar bir iktidar var. Diktatör dediğin zaman insan aslında bozulur, zoruna gider değil mi? Ama diktatör, padişah dediğinde o kibri büyütüyor, kibri okşuyor. Onu hissediyorsun. Bütün dünyanın ‘acaba ne oluyor’ dediği, ürktüğü bir gaddarlaşma süreci var, bir gaddar adama dönüştü. Adını doğru koyarsak işin içinden çıkmak daha kolay olacaktır. Böyle bir ortamda kimsenin tarafında olmadan bir şey yapmaya çalışıyorsunuz, bedeli çok ağır ödetiliyor. Çünkü o zaman hedef oluyorsunuz. Sizin doğrunuz her kesimden ortak bir payda buluyor, ortak bir vicdan haline geliyor. Bu ülkede en çok ortak vicdandan korkuluyor. +1 Kanalı kurulurken medyadaki baskı ve sansüre alternatif yaratacağı iddiasıyla gündeme gelmişti. Yalan… (Gülüyor). İşte böyle bir şeyle yüzleşirsin, turnusol olur ortaya çıkar. Yalan olduğu ortaya çıkar. Gezi Direnişi ile beraber haberlere müdahale geldiği gerekçesiyle hem siz hem de kanaldaki pek çok isim istifa etti. Anaakım medya ile aynı sermaye ve sahiplik yapısında bir kanal ne kadar alternatif olabilirdi sizce? Öyle bir hale getirildi ki sanki alternatif daha böyle marjinal bir unsurmuş gibi görünüyor. Oysa alternatif denilen olması gereken. Biz olması gerekeni bile kutsayacak hale geldik. Bir gerçekten söz ediyorsun, o gerçeğin bütün yönleriyle ortaya konması. Buna bile hasret hale gelmişiz. Asıl başlı başına sorun bu. Bir yere alternatif olmaya falan gerek yok . İşin gereğini yapacaksınız. Medya kendi işlevini yerine getirsin her şey farklı olur. O kanal için çok fazla konuşmanın anlamı yok, en son ayrıldığım yer. Çünkü sansür çok ağır bir suçtur, büyük bir utançtır. Sansüre kalkışmış bir yer hala devam ediyor ve kimse suratına tükürmüyor. Böyle şey olur mu? Bu kadar evcilleşmesin bu kavram. Sansür, otosansür insanlık utancıdır. Mesleğin de en ağır suçudur. Bu adamlar göğsünü gere gere bırak orada burada konuşmayı, sokağa çıkmamalı. Türkiye’de omurgasız olup da ayakta kalan tek canlı türü gazetecilerdir. Ben bunlara yavşak gazeteciler diyorum. Bütün sorun oradan kaynaklanıyor.
37
“Kimse kendi makamını, parayı, konforu ve medyanın sağladığı kibir kulesini bırakmak istemiyor. Oysa dışarıda bambaşka bir hayat var.” Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan ‘biz yıllarca bu medyadan mı izlemişiz Doğu’da olanları, sizi şimdi anlıyoruz’ söylemi aslında medyanın, devletin ideolojik aygıtı olarak görev yaptığının açık bir kanıtı değil miydi? Devlet dediğimiz şey ne bizim şu anda onu tanımlayamıyoruz. Türkiye’de büyük bir savaş yaşanıyor; derin devleti ele geçirme. Bunu yapan da iktidarı oluşturan AKP ve cemaat kendi arasında da bunu yaşıyor. Derin devleti ele geçirme savaşı var, iktidar savaşı değil. Bir devleti ele geçirmek istiyorsan iki tane önemli kurum vardır. Adli Tıp ve TÜBİTAK. Hiç kimse buralardan bakmıyor, görmüyor. Çünkü her şey orada belirleniyor, istediğinizi yapıyorsunuz. Özal’ın ölümüne dair yapılan şeyde AKP’nin tezi zehirlenmediğiydi, cemaatin tezi zehirlendiğiydi. Bunun üzerinden bir iktidar savaşı yürütülürken, Özal’ın zehirlenmesini kendine Gezi’den çıkış propagandası haline getirdi bu iktidar. Zehirlenmedi diyen kendisiydi. Niye Özal ve Menderes bu kadar değerli oldu? Çünkü Türkiye’deki muhafazakar duygusunu okşamak için yapılıyor. Türkiye’yi yöneten bir konsorsiyum var. Bir rant konsorsiyumu var. Siyaset ve islamı referanslardan önce bu tarafına hiç bakmıyoruz. Böyle baktığınızda aslında bir rant ve derin devleti ele geçirme savaşı yaşanıyor. Kendi iktidarını kurmak için bu ülkede çocuklar öldürüldü. Ve bu darbe girişimi olarak yansıtılıyor. Darbeler böyle mi olur? Sivil insanların, halkın tepkisi darbe olur mu? Terminolojik olarak da bir yanlışlık var. Ama işte algı zehirlenmesi böyle çalışıyor. Ve bütün bizim bildiğimiz, inandığımız şeyleri tersyüz ediyor. Bu iktidarın hem AKP’nin hem cemaatin üç tane hükmetme teorisi var. Bir tanesi eristik diyalektiktir Schopenhauer’un, haklı çıkma üzerine kuruludur her şey. Bir tanesi kurbağa teoremidir bir diğeri de ilmi siyasettir. Üçünü çözen iktidarın bütün refkleslerini ve kodlarını çözer. Bu tespitinizi biraz daha açabilir misiniz? Üç hükmetme biçimi medya üzerinde nasıl uygulanıyor örneğin? Medyada iktidarın istemediği hiçbir şey olmaz şu an. Niye? Çünkü ekonomik olarak elinde. Aslında bu da büyük bir suçtur. Çünkü ekonomik olarak ipleri elinde tuttuğunuz güç kendi gücünüz değil, bu ülkenin, senin, benim vergilerimden oluşan bir güç. Bunu kötüye kullanıyorsun. Gezi sürecinde dört yüz beş milyon lira vergi affı yapıldı. Kime yapıldı bunlar? Yeni Şafak grubuna, Kanal A grubuna, Skytürk’ü, Akşam’ı verdikleri şimdi vazgeçme aşamasında olan Cengiz Holding’in oluşturduğu konsorsiyuma. Kimin parası-
38
nı kimden affediyorsun? Bu bile gösteriyor aslında nasıl yürüdüğünü medyanın. Çok büyük bir rant. Düne kadar hiçbir şeyi olmayan insanlar bugün büyük bir ranta ulaştılar. Gazetecilik yapmıyorlar. Mücahitlik yapıyorlar. Ve bir cihatın mücahitleri olarak gazeteciliği kullanıyorlar. Bu iktidar kadar, bu mücahitlik yapmaya çalışan insanların da üzerinde ölen çocukların kanı vardır. Bunla yüzleşmeden hiçbir şey düze çıkmaz bu ülkede. Gezi Direnişi ile birlikte kendi yaşadıklarını medyada göremeyen insanlar haberin hem aktörü hem üreticisi haline geldi. Yurttaş gazeteciliği kavramı hiç olmadığı kadar tartışılır oldu. Yurttaş gazeteciliği geleceğin medyasına yön verebilecek güce kavuşabilir mi? Bu öyle bir hale geliyor ki aslında iyi yürüyebilecek şeyler büyük bir dezenformasyona da yol açabilir. Bu mesleki bir uzmanlık isteyen bir iş değil mi? Herkesin yapabileceği bir iş haline gelirse orada bir sorun var. Ve o hale getirildi. Bu kadar işlevsizleştirildi. İçi boşaltıldı. Ve sosyal medya ile birlikte de aslında yapılıyormuş gibi görüldü. Ama bir filtresi yok. Bir haberi aktarırken bir sürü unsurlarının bir arada olması lazım. Mesela demeç artık haber yerine geçmeye başladı bu ülkede. Çıktı bir tane aklıevvel birisi Gezi Parkı’ndaki bütün yemeklerin parası Meksika’dan ödendi diye bir şey söyledi. Bu gazeteye manşet oluyor. Elinde dekontun var mı? Olmak zorunda. Çok kolaydır bu, eğer ödendiyse bankayla bunu alırsınız. Çünkü dijital çağda hiçbir belgeyi saklayamazsınız. Kendisi şahit olmuş mu? Yok. Kim demiş? Bir arkadaşı demiş. Kim o? Yok. Ama bu cümle büyük bir manşetle haber haline geliyor. Bu haber falan değildir. Bu dezenformasyondur. Ve bu da çok ağır bir suçtur. Ya da iktidara anında ‘faşist bunlar’ deniyor. Bu kadar kolay olmaz bunlar. Daha ilerisi ne olacak? Sloganist ve filtresiz, belli bir nosyon ve formasyon olmadan yapıldığı için de bir sorun yaşanıyor. Yurttaş gazeteciliğini yaratan, medyanın kendi işlevini yerine getirememesidir. Bir ihtiyaçtan doğmuştur. Gereklilikten değil. Benim çok önemsediğim bir alandır. Ama bu uzmanlık gerektiren bir meslektir. Bunu kaybederse bedeli herkes için ağır olur. Herkes, herkese karşı bir silah olarak kullanmaya başlar. Yurttaş gazeteciliği denilen şeyin de bir silaha dönüşme ihtimali var. İstediğiniz insanları anında karalayabilirsiniz. Gücü ele geçiren bir başkası üzerinde bunu bir tahakküm olarak, silah olarak kullanmaya başlarsa o zaman var olan gaddarlıktan bir farkımız olmaz. Bunu ayrıştıracak belli kriterler gerekir. Belki otokontroller gerekir, belli filtreler, belli mesleki uzmanlıklar gerektirir. Bu yok mesela işte. Evet ama Gezi Direnişi boyunca elinde cep telefonu olan ya da sokakta bir olaya tanıklık eden insanların anında haber aktarmasıyla öğrenebildi Türkiye birçok şeyi çünkü o sırada merkez medya penguen belgeselleriyle meşguldü.
Doğru, ama bu aynı zamanda da bir tehlikedir. Bir yabancılaşmayı da sağlar. Fetiş haline geliyor. Herkes göstermeye başlıyor. Herkesin göstermeye başladığı bir yerde aslında gerçeği görmek daha zordur. Bak Dünya bu dijital çağ ile birlikte bir yabancılaşma ve bencilleşme üzerine kafa yoruyor. Black Mirror diye bir mini dizi var, izlemek gerekiyor. Biz daha onun hiçbir aşamasına gelmedik. Biz bu dijitalliğin yarattığı dezenformasyonu bile kutsar haldeyiz. Twitter’ı ve sosyal medyayı siz de aktif olarak kullanıyorsunuz. Sosyal medyayı alternatif bir gazetecilik mecrası olarak görmek mümkün mü? Hayır değil, işlenmemiş ham materyaller olarak görmek lazım bunu. Ham materyaller dolaşıyor. Orada da büyük bir baskı ve tahakküme dönüşme aşaması var. Twitter özellikle. İktidar altı bin kişi görevlendirmiş. Ne yapıyor bu kişiler? Sürekli sizi manipüle ediyor, küfrediyor, hakaret ediyor. Söylediğiniz bir gerçekliğe karşı oturduğu yerden ahkam kesiyor. Ahmet Atakan’ın ölümüne ilişkin bir sürü araştırma yapıyorum. Şüpheli ve çok tartışılacak bir dava. Her hali ile tartışılması gerek. Bir sürü şey yazıyorsunuz, adam oturduğu yerden ‘hayır o öyle değil’ diyor. Gazeteci misin? Yok. Doktor musun? Yok. Niye konuşuyorsun? Çünkü ona şöyle bir emir verildi; sabote et. Sabotaj timleri oluşturuldu şimdi ve hiçbir becerisi, yeteneği olmayan insanlar Gezi süreciyle birlikte bir anda önemli yerlere getirildi. Ve sosyal medyada yükseltildi. Bunların hepsi bir organizasyon. Gezi’de yaptıkları haberlerin çalıştıkları kurumlar tarafından görmezden gelindiğinden şikayetçi basın çalışanları da vardı. Basın emekçileri nasıl bir tavır almalıydı sizce? Şunu görmeleri lazım artık Türkiye o aşamaya geldi. Para mı, onur mu? Bu ayrımı yapmak lazım. Herkes sürekli ‘ekmek parası’ diyor. Eee, biz taş mı yiyoruz? Bir şeyin bedelini ödemek gerekir. Onur mu, para mı? Tercihini yapmak zorunda insanlar. Gezi sürecinde Park forumlarıyla birlikte Gazeteci Forumları da başladı biliyorsunuz. Gazeteciler de artık kendi aralarında daha çok birlik olma mücadelesi veriyorlar. Bu dayanışma nasıl kalıcı hale getirilebilir? Ben bireysel ahlakı, her türlü toplumsal ve sürüsel ahlaktan yeğ tutarım. Daha üstün tutarım. Önce bireysel ahlaklarımız güçlü olacak. Medyanın da bireysel ahlaklı insanlara ihtiyaç var. Sürüsel hareketlere değil. Bir sürü örneği var. İşte medya oluşumları var, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti gibi yapılar var. Asıl o yapıların yıkılması lazım öncelikle. Onursuzluk merkezi haline gelmiştir orası. Polisin servis ettiği fotoğrafa ödül veren bir dernek ayakta kalabilir mi? Nasıl olabilir? Polisin servis ettiği bir fotoğrafa mesleki ödül vermiş
bir yerden söz ediyoruz. Bundan daha ağır suç olabilir mi? Hala çıkıp meslek adına ahkam kesiyorlar. Çok büyük bir ayıp değil mi bu? Benim adıma hiç birisi konuşamaz. Ben hiçbir mesleki kuruluşa üye değilim, olmayı da düşünmüyorum. Her türlü örtü altında yapılan şeylerin aslında mesleğin pisliklerini örtmeye çalıştığını düşünüyorum. Bireysel ahlakı güçlü insanlara ihtiyacı var medyanın. Ama bu ‘bireysel ahlakı güçlü’ insanların bir araya gelmesi ve yeni bir oluşuma gidilmesi önemli değil mi? Olabilir, buna hiçbir itirazım yok. Tabi ki böylesi olursa her şey çok daha güçlü olur. Üretmiyorum deme hakkının da kullanılması lazım. Üretmiyorum dediğiniz zaman terörist olmakla, marjinal olmakla suçlayabilirler bu ülkede çok rahatlıkla. Oysa bu ülkede 212 denilen bir yasa var, mesleki çalışma alanındaki hala en ilerici yasalardan biri aradan kaç yıl geçmesine rağmen. 212’de reddetme hakkı vardır, kimse bilmez bile. Reddetme hakkı diye bir şey konmuştur. Çünkü bu kadar onurlu bir meslektir bu ve orada yasayla güvence altına alınmıştır. Yasaya baksınlar reddetme hakkını kullansınlar. Şu anda reddetme hakkını kullanmayı gerektirecek her şey var medyada. Reddetmemek zaten midenin çok geniş olmasıyla ilgili bir şey. Nasıl hazmediliyor bu kadar şey anlamakta zorlanıyorum. Reddetme hakkınızı meslek hayatınız boyunca kullandığınız dönemler oldu. NTV öncesine dönersek Kanal 24’ün kuruluşunda da yer aldınız. Orada da yayınladığınız bir filme müdahale gelince ayrıldınız. Başka da bir sürü şeyler var, film bahaneydi. Ne gibi şeyler? 24, iktidara yakın kişilerin oluşturduğu bir medyaydı. Ama bir farkı vardı. Hasan Doğan gibi bir isimle ben çalışıyordum, sonra rahmetli olan Hasan Doğan’ın yapısından kaynaklanan bir süreç yaşamıştık. Siz doğru yapmaya inandığınız bir şey için yola çıkarsanız mecranın çok önemi yok. İstediğiniz yerde bunu yapmaya çalışırsınız. İzin verilir, verilmez. Ama en azından denersiniz. 24, bu ülkenin çok önemli bir yürekli projesidir. Şimdi yeni bir kitap yazmaya çalışıyorum, o sürecin hepsini anlatacağım. Kimler nasıl yaptı, neler yaptı? Hem 24’ü hem NTV’yi. Orada daha detaylarıyla anlatacağım. 24, yarım kaldı. Tamamlanamayan bir şeydir. Türkiye’de ilk defa haber kanalı reflekslerini baştan sona değiştiren de bir projedir 24. Kimse moderatör kavramından bahsetmezken, moderatör medyaya ilk 24 ile girmiştir. Benim projeyle girmiştir. Yani ‘abluka’ ile adımı yan yana koyarken, insanlar beni karalamak için bir günde Gregor Samsa haline getirirken ama ‘modaretörüm’ diyen kimse kendisini Mustafa Hoş ile yan yana getirmiyor. Ben narsist bir şeyden söz etmiyorum. Mesleğin kendi iç yüzünü
anlatmak için bu örnekleri veriyorum. Herkesin yapması gereken bir tavırdan söz ediyorum. Onursuzluğa karşı gelmek bu kadar basit.
Sansür, otosansür insanlık utancıdır. Mesleğin de en ağır suçudur.
Peki sizin de dediğiniz gibi ‘kanal 24 iktidara yakın kişilerin oluşturduğu’, hükümetle dirsek teması olan bir kanaldı. Bu yapının sansür olarak kaşınıza çıkabileceğini öngörmemiş miydiniz? Hayır, bak şöyle bir şey var. Niyet okumak bu ülkenin en büyük hastalığı. Herkes niyet okuyor. Geçmişte niyeti okunarak cezalandırılanlar şimdi niyet okuyarak insanlar üzerinde gaddarlık yapıyor. Aynı şeyi yapma. Yaşayıp görürsünüz ona göre de tavır alırsınız. Bana çok yerden ‘gel bu projeni hayata geçir’ denmedi ki. Geldi bir takım insanlar, biz beraber bu işi yapalım dedi. Söylediğim tek bir şey vardı, siyasetin olduğu yerde asla olmam, eğer bunu yapmaya kalkışırsanız, herhangi bir siyasetin tahakkümünü kurmaya çalışırsanız en yanlış adamı seçiyorsunuz diye ilk görüşmemde söyledim. Yaşayıp görecektik. Orada bir sürü önemli şeyler gerçekleştirilmiştir 24’de. Herkes unutuyor. İlk defa Türkiye televizyonlarında Ermenice, Rumca, Zazaca, Lazca bütün şeylerin olduğu bir yılbaşı gecesi yapıldı eşi benzeri yoktur. İnanılmaz bir 10 Kasım yayını yapılmıştır, Çanakkale yayınları yapılmıştır özel. Çok özel filmler yayınlamıştır, Ülke ve Özgürlük’den Grbavica’ya kadar. Tematik Filmler Kuşağı denilen medyada bence televizyon tarihi açısından çok önemli olan bir süreç başlamıştır. Ateş, Mikrop ve Çelik gibi belgesellerin yayınlandığı ve çok özel programları olan bir topyekün bir projedir. Bugün olsa yine aynı şeyi yaparım hiç düşünmem. Pişman olduğum hiçbir şey yok. Sadece yanlış adamların elinde heba edilmiş, işgal edilmiş bir projedir 24 benim için.
Daha yeni içeriye atıldı. Ve 12 Eylül’de içeride yatmış birisidir. Anti militarist birisidir. Veli Küçük ile aynı örgütten içeride. Bunu bile sorgulamak gerekmiyor mu bu ülkede? Nasıl oluyor da Merdan ile Veli Küçük aynı yerde. Merdan, gazetecidir. Siyasi fikirlerini beğenirsin beğenmezsin. Benim de uyuşmadığım bir sürü taraf vardır Merdan’la. Ama Merdan bir gazetecidir ve şu an hapiste. Kim o sırça köşklerinde rahat edebilir ki Merdan zindanda yatarken? Meslek adına en büyük hesaplaşmalardan birinin yaşanacağı son halkalardan birisidir Merdan’ın içeri atılması. Şimdi kurulsunlar villalarına, rezidanslarına oradan meslek için ahkam kessinler, böyle bir alçaklık olur mu?
Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi, Başbakan’a hitaben hükümetin basın özgürlüğü konusundaki tutumundan endişelerini dile getiren bir mektup yazdı. Aynı günlerde de Egemen Bağış ‘medya, tarihinin en özgür günlerini yaşıyor ülkemizde’ dedi. Bu çelişkiyi bir gazeteci olarak nasıl yorumluyorsunuz? Yalan hiç bu kadar resmi söylem olmadı bu ülkede. Yalanı gerçekmiş gibi görmek de böyle. Bu iktidarı oluşturan yapı şudur: Kurtla bir olur kuzuyu parçalar, sonra çobanla oturur ağlar. Tamamen bunun üzerine kurulu her şey. Bir ülkenin Spor Bakanı, uluslar arası olimpik ruh denilen şeyin en önemli aşaması olan olimpiyat yarışında kaybetmeyi ‘kına yakın’ diye söyleyebilir mi? Japonya’da olsa her gün harakiri yapardı. Kendi harakiri yapmasa zaten azledilirdi, görevden atılırdı. Bütün itibarları alınırdı. Türkiye’de hala itibar haline geliyor bu insanlar. Aynı şekilde bütün dünyanın gördüğü bir gerçeği büyük bir yalanla örtmeye çalışıyor Avrupa’dan Sorumlu Devlet Bakanı. Avrupa bir kere inanır mı buna? Bu ülkenin en onurlu gazetecilerinden birisidir Merdan Yanardağ.
Gezi Direnişi ile beraber medyadaki ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ anlayışında bir değişiklik oldu mu sizce? Doğru ama iktidarın yanında olmanın bu kadar kutsandığı bir yerde bu çok önem kazanmıyor. İktidar aparatı haline gelmiş insanların fazla deşifre olması lazım. Öyle ya da böyle, kime biat ettiğinin önemi yok. Askere, polise, patronuna… Biat etmiş bir kafa gazeteci olamaz. Temeli buradan başlatmak lazım. Bu kamu meydanında aristokrat gibi dolaşma imkanı sağlayan inanılmaz bir meslektir, küstah bir meslektir. Kafa tutarsınız her şeye, meydan okursunuz. Size böyle bir şey sağlar. Bu meslek şu anda pelte haline getirilmiş durumda. Bunlar deşifre olmadan, bundan yaptıklarıyla yüzleştirilmeden bir şey düzelmez. Medya ile ilgili yeni projeleriniz var mı? Ne yapmayı düşünüyorsunuz bundan sonrası için? Yeni bir kanal projesi var, ama gerçekleşmeyen hayaller dalında mansiyon almaya devam ediyor şimdi bir karşılığı yok. Yani 27 yıl sonra işimi hiçbir şekilde yapamaz hale getirildim. Kıyıda köşede kalmış bir adamdan söz etmiyoruz. Yaptığım işler bellidir medyada bu zamana kadar. O zaman diyorum ki eşit koşullarda getirsinler çıkalım yapalım bu işi bak ne oluyor. Onu bırak nefes alman bile lüks hale getiriliyorsun bu ülkede, ne hakla? İstedikleri kadar susturmaya çalışsınlar bir şekilde sesim çıkacak. Olmadı sosyal medyadan bunu yaparım, olmadı alırım davulu tokmağı sokaklarda bağıra bağıra haykırırım gerçeği. Hiçbir şekilde susturamazlar. Başka da bir yolu yok. Ben şunu söylüyorum hep: Korkma cesaret de bulaşıcıdır! Evet kaybedeceksiniz, bedeli çok ağır oluyor, hiçbirisi kolay değil. Ama her halükarda onurlu bir mesleği yapmak istiyorsanız başka yolu artık.
SÖYLEŞİ: VİLDAN TEKİN
39
spot kitap İblis
Hubert Selby Jr. Çev. Çağlayan Acar Ayrıntı yay. - 349 s. Kahramanımızın adı Harry, Harry White. Arkadaşları ona ‘Aşık Harry’ derdi.Çünkü o kadınları ayartıp yatağa atma konusunda ustaydı.Ama öyle rastgele birini değil.Evli kadınları.Başlarda basit bir oyundu bu,heyecanını ve haz duygusunu artıran.Sonra baktıki kendisini mahvedecek,istemeyerek de olsa vazgeçti bu oyundan. Hırsla işine sarıldı.Aramadığı halde aşkı buldu ve iki çocuğu oldu.Sevdiği,güzel bir ailesi,Westchester’deşahane bir evi vardı.Ama onun tek istediği ölmekti.İçindeki iblisten kurtulmak.Onu içine doğru çeken çukurun içi ayyaş fahişeler,fareler,çalıntı eşyalar ve ceset parçalarıyla doluydu. Broklyn’e Son Çıkış ve Bir Düş İçin Ağıt gibi kült romanların yazarı Hubert Selby Jr. Bu eserinde kazananların vahşi dünyasında yolunu kaybeden bir adamın hikayesini anlatıyor. “Ayartılan kişi ‘Tanrı beni ayartıyor’ demesin.Çünkü tanrı kötülükle ayartılmadığı gibi kendisi de kimseyi ayartmaz.Herkes kendi arzularıyla sürüklenip aldanarak ayartılır.Sonra arzu gebe kalır ve günah doğurur.günah olgunlaşınca da ölüm getirir.“
Çuvallamanın Queer Sanatı Judith Halberstam Çev.İpek Tabur Sel yay. 255 s.
Çuvallamanın Queer Sanatı, kapitalist bir toplumun geleneksel algılarına,bilmenin toplum tarafında tasdiklenmiş yöntemlerini teyit etmekten öteye gidemeyen akademik disiplinlere,çığır açtığını iddia eden ancak beylik iddiaları tekerrürden ibaret olan toplumsal eleştirilere alternatifler sunuyor.J. Halberstam farklı seviyelerde etkili olabilecek bir ‘düşünme’ ve ‘yazma’ şekli olarak ‘alçak teoriyi’ öneriyor.Alçak teori sıradışı arşivlerden yola çıkılarak oluşturulan ve ciddiye alınmama riski de taşıyan bir teori.İnsanı çuvallamaya ve yolunu kaybetmeye,cevap verilmesi zor sorular sormaya vemantığa aykırı bulunan direniş biçimleri bulmaya iten bir teori. İnsanıhayatın,aşkın velibidonun karanlık tarafıyla yüzleşmeye zorlasa da çuvallama bazen daha yaratıcı,yardımlaşmaya açık ve şaşırtıcı var olma yolları sunabilir. “Feminen başarı her daim erkek standartlarına göre değerlendirilirken ve toplumsal cinsiyet normlarına uygun davranmamak genellikle ataerkil ideallerin beklentilerini yerine getirme baskısından kurtulmayı sağladığından,kadınlıkta başarısız olmak beklenmedik hazlar sunabilir.“
Anarşizmler
Süreyya Evren Çev. Barış Yıldırım, Elmas Deniz İletişim 286 s.
40
20. yüzyılın son on yılı küreselleşme karşıtı hareketin ortaya çıktığı,kendi siyasal kulvarını oluşturduğu bir döneme denk geldi.Bu süreçte harekete yönünü ve esinini veren kuşkusuz anarşizmdi.Siyasal ideolojiler arasında ancak tarihsel uğraklardaki parlak anlarıla-1.Enternasyonal’deki muhalefet,İspanya İç Savaşı- adından söz ettiren anarşizm,yeni binyılda bambaşka suretlerle ve ‘eski anarşizm’in içinden yenilenerek çıkma becerisiyle kendini var etti.Anarşizmin elinde,teorisinde bunu yapmaya yetecek kavram ve deneyim bütünlüğü mevcuttu: yataylıkla,hiyerarşi ve tahakküm karşıtlığıyla,etiğe yapılan vurguyla,devrim yolunda her yol mübah dememesiyle,dene yselliğiyle,dayatmamasıyla… Anarşizmler:Anarşizmin Geçmişi ve Tarihleri,böylesi bir dinamiğin bir parçası olarak temelde anarşizm nedir sorusuna cevap arayan bir deneme.Süreyya Evren,anarizmin yazılmış tarihleri arasında bir külliyat taramasının önüne geçen,sabırlı bir tutkuyla tartışmaları birbirine bağlayan bir araştırma yürütüyor.
Walter Benjamin Ya Da Bir Devrimci Eleştiriye Doğru Terry Eagleton Çev. Ferit Burak Aydar Agora, 282 s.
Walter Benjamin’e her dönemde duyulan yoğun ilgi ile, onun bir muamma gibi örülmüş eserlerini deinliğine kavrama arzusu arasında her zaman bir paralellik görülmez.Nitekim Terry Eagleton’ın bu kitabı da, birçok yorumcunun beceremediği şekilde sistematik bir çerçeve oluşturmaya çalışmaktan ziyade,Benjamin’in ruhundan geçenlere şöyle bir dokunabilme çabasıdır. Kitabın birinci kısmı, Benjamin’de bulunan üç esas temaya eğilir:Barok alegori,kültürel nesnenin metalaşması ve tarihe kurtarıcı bir müdahale olarak devrim anlayışı.İkinci kısımdaysa bir devrimci eleştiri ortaya koymanın sorunları ve imkanları ele alınmaktadır. “Benim bu kitabı yazmamın en basit sebebi,bize karanlık zamanlarda tarihi yarıp geçecek olanların en alttakiler ve görünmeynler olduğunu öğretmiş bulunan Walter Benjamin’ saygı ve bağlılığımı sunmaktır.“(Terry Eagleton)
Dün Bugün Jacques Lacan
Alain Badiou-Elisabeth Roudinesco Çev. Akın Terzi Metis 78 s. Jacques Lacan’ı yakından tanımış
ve düşünceleinden derinlemesine etkilenmiş iki kişi,filozof Alain Badiou ve psikanaliz tarihçisi Elisabeth Roudinesco bu söyleşide verimli bir diyaloğa giriyorlar.Lacan düşüncesinin psikanaliz ve felsefe açısından önemini irdeliyor,günümüz dünyası açısından ne ifade edebileceğini ortaya koyuyorlar. aykırı fikirleriyle tartışmalara konu olmuş,sadece psikanalist diyemeyeceğimiz bu etkili figürü yanlarına alarak,siyasal devrim ile öznel devrim arasındaki ilişkiyi yeniden sorguluyorlar.“21. Yüzyıl şimdiden Lacancıdır,“ diyen Badiou ve Roudinesco’nun diyalog halide geliştirdiği açımlamaları zevkle okuyacaksınız. “E.R.-Lacan paranoyaya büyük ilgi duyuyordu,oysa bana göre,büyük ‘felsefi delilik’-iki çehresi(coşku ve bunalım)olan delilik-,bana en büyüleyici,en edebi ve en yaratıcı görünen delilik melankolidir.“
Bonobo ve Ateist Frans De Waal Çev. Aslı Biçen Metis 259 s.
İçimizdeki Maymun’da insan doğası hakkındaki önyargıları altüst eden de Waal, bu kez de gözlemlerini evrmci biyoloji ve ahlak felsefesi bağlamına taşıyarak eşiz bir argüman inşa ediyor.İnsan ahlakı denilen şeyin gökten
zembille inmediğini,’içten geldiğini’savunuyor.“Ahlaki davranış ne dinle başlamıştır , ne de dinle biter; evrimin ürünüdür.“Hayvanlarla aramızdaki bağlar üzerinde duran de Waal, ahlakımızı aşağıdan yukarı doğru açıklamaya çalışıyor.Dinin ahlak üzerindeki rolünün sonradan gelen bir rol olduğunu,işbirliği ve empati gibi doğal içgüdülerimize ek olarak ortaya çıktığını öne sürüyor.Ve bu bağlamda günümüzde dinin toplumun işleyişi açısından nasıl bir rol oynadığını sorguluyor: “Çatışma hakikatle değil, hakikatin ne yapılacağıyla ilgili.Ahlakın doğrudan yaratıcı tanrıdan geldiğine inanan birisi için evrimi kabul etmek manevi bir uçurum demektir.Yaşanabilir bir toplum için gerekli özdenetim de dahil, bütün insanlığımızın yapımızda olduğunu neden düşünmeyelim?“ HAZIRLAYAN: ERCAN YILMAZ
Buralar bıraktığın gibi... Son dönem heyecanla birbirimize önerdiğimiz yazarların ve kitapların birçoğunun aynı yayınevinden olduğunu göz önüne alırsak, İletişim Yayınları’nın genç ve yetkin edebiyatçıları okurlara ulaştırma noktasında bir hayli başarılı olduğunu söyleyebiliriz. İletişim tarafından geçtiğimiz ay yayınlanan Murat Uğurlu imzalı öykü kitabı “Buralar bıraktığın gibi” de mütevazılıkla sunulan sağlam bir edebiyat eseri. Turgut Uyar’ın “üç ev görsek bir şehir sanıyorduk, üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza” dizeleriyle başlayan kitap, erkenden karşılanan hayal kırıklıklarının, büyüdükçe daha çok içine girilen çıkışsızlıkların ve ulvi amaçların arkasından gelen alelade ritüellerin öykülerini sunuyor okuyuculara. Kitabın ilk öyküsü “Tarlakuşu ve Korkuluk” sayısal derslerdeki başarısızlığı nedeniyle sözel bölümde okumak zorunda kalan, bu nedenle üniversite giriş sınavında “rekor bir puanla saf dışı kalan” bir genci konu ediniyor. Anne ve babasının zamansız ölümüyle ortada kalan kahramanımız, hiç sevmediği dayısından aldığı parayla yurtdışında sinema okumaya gidiyor. İçine doğduğu yersiz yurtsuzluk, yaşamı içinde git gide genişlerken, elini attığı bütün tutamaklar teker teker elinin altından çekiliyor: “Önce annem ve babam, sonra anneannem, şimdi de Bay Kaminski... Bunca ölüm ve gözyaşı yirmi beş yıllık bir hayata sığar mıydı? Öykü olsa yazmaya, film olsa çekmeye
utanır insan. Ben şahsen utanırım. Ama nedense hiç yüzü kızarmaz hayatın. Büyük patron, büyük mafya!” “Muzlu Süt” öyküsünde ise, iş arkadaşlarıyla göl kıyısında geleneksel buluşmalar yapıp, biraz eş ve çocuklarından, biraz şirketteki stajyer kızlardan, çokça da oyalayıcı saçma sapan konulardan bahsetme “çağına” gelmiş orta sınıf erkekleri çıkıyor karşımıza. Venceremos marşını haykırırken birden eşinden ve çocuğundan ibaret bir dünyanın içinde uyanan erkeğin klasik bir hikayesi bu. Yıllarca çocuk yapmanın olumsuzluklarından söz edip, çocuğundan başka bir şey düşünemeyen bir erkeğin hikayesi ayrıca: “Zaten anne-baba olmak böyle bir şey galiba... Cinsel yolla bulaşan ve hiç geçmeyen bir hastalık hali.” Gençliğinin kendisinden git gide uzaklaştığının farkında olup, her şeyi eksikliğiyle tanımlayan bir orta yaş: “Tuğla binalara vuran akşam güneşinde canımı acıtan bir şeyler var. Sanki gençliğin hakkını verememişim gibi. Başladığım her işi yarım bırakmanın, inandığım şeylere bir kulp takıp sorumluluktan sıvışmanın, sonunda bilmeyip yapanların arasında kaybolmanın ince sızısı.” Okurlarını hüzne
salan gerçek bir hikaye. Kitabın, Kökü Dışarıda, Pisuvar ve Kafes Ustası isimli öyküleri de dikkat çekici. Murat Uğurlu, hayatı anlamlı yönlerinden öyküleştiren gelecek vaat eden bir yazar. ETHEM YENİCE
41
DJ TARKAN:
“Gezi bahane amaç gece hayatını bitirmek” Bu sayımızda elektronik müziğin Türkiye’deki en iyi temsilcilerinden DJ Tarkan’la buluştuk. Kendisinden Elektronik müziği, kendisine biraz yabancı olan Spot okurlarına anlatmasını istedik. Ayrıca Gezi sürecini ve devletin Taksim üzerinden baskıcı tutumunu konuştuk. Spot Dergi olarak elektronik müzik alanında röportaj yaptığımız ilk müzisyensiniz. Dergi okurlarına elektronik müziği nasıl anlatırsınız? Elektro müzik denince akla çok uç bir müzik tarzı gelebiliyor fakat ben bu müziği dans ve eğlence müziği olarak görüyorum. Her ne kadar dans müziği olarak özetlesem de insanların gelip yerinde görüp, dinlemeleri gerektiğini düşünüyorum anlamaları için. DJ yaptığı müzik kadar sahne performansı ile de yaptığı müziğin bir parçasıdır..
Sizi dünyada en iyi 78. DJ yapan şey de bu özgün yanınız olsa gerek? Kesinlikle. Dünyada binlerce DJ’in varlığından bahsedebiliriz. Bu disk jokeylerin arasından sıyrılmak için mutlaka kendi parçalarını yapmalısınız. Hazır parçaları farklı bir tarzda çalarak bir yere gelemezsiniz. Ve çok iyi müzik üretmeniz yetmiyor, yaptığınız müziği önemli yerlere ulaştırabilmeniz gerekiyor. Tanıtım, PR ve müzik çevresinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yapmış olduğunuz müziğin sergilendiği yerler gece klupleri ve diskolar. Bu eğlence mekanları güven açısından sorgulanan mekanlardır. Gönül rahatlığı ile girilip çıkılan mekanlar olmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Diskolara ve gece kulüplerine yönelik olumsuz bakış, eski Türk filmlerine dayanmaktadır. Oralarda diskoları, müziği ve dansı hiçe sayıp, sadece kızları ağına düşüren kötü insanların mekanları olarak gösterilmesi mekanların itibarının toparlanmasını güçleştirmiştir. Keza DJ’lerin hep uçuk kaçık tipler olduğu lanse edilmiştir ki tamamını öyle yorumlamak çok yanlış. Ben yıllardır gece kulüplerinde bu işi yapmış olmama rağmen hayatım boyunca ne içki ne alkol tüketmiş birisi değilimdir. İçki, sigara ve uyuşturucu kullanmayan bir çok disk jokey de var. Önyargılarla yaklaşıp, genelleme yapmamak lazım. Yaptığınız müziğin insanları eğlendirmek dışında anlatmak istediği bir derdi var mı peki? Var tabi olmaz mı. Yaptığımız müzik insanları eğlendirmek dışında çok duygusal tarafı da var. Karşımda çok fazla kişiyi ağlattığımı da hatırlıyorum ben sadece müzik ve melodiyle. Müziğin içine kendinizi dahil ettikten sonra ne anlatmak istediğini de anlıyorsunuz. Dünyanın bir çok eğlence mekanında çalmış birisi olarak ülkemizdeki eğlence dünyasını dışarısıyla nasıl kıyaslarsınız. Ben özelikle İstanbul’un eğlence mekanları açısından yeterli zenginliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Fakat bizim memleketimizde insanların kendilerini dans etmeye, eğlenmeye veremediklerini görüyorum. Rahat olamama hali söz konusu. Aynı insanlar
42
fotoğraf: Can Bursalı
Müzik piyasasında kendini DJ olarak niteleyen çok fazla kişiden bahsedebiliriz. Kendinizi diğer DJ’lerden hangi yönlerinizle ayırıyorsunuz? Piyasadaki bir çok DJ, kolaycılığa kaçıyor diyebilirim. Bilindik parçaları dinleyiciye sunup anında dönüş almak istiyorlar. Benim yaptığım müziği tarif edersek tam tersi bir durum söz konusu. Tamamiyle bilinmeyen parçaları çalıyorum. İnsanlar gelip beni bir kaç kez dinledikten sonra şarkılarıma alışıyor. Benim şarkılarımı başka yerde duyma şanları yoktur. Alışmaları zor olduğundan kopmaları da zor oluyor. Özgün bir yanım olduğunu söyleyebilirim.
yurtdışında bir mekana gittiklerinde delicesine eğlenirken kendi memleketlerinde bir durgunluk geliyor kendilerine. Halbuki kendi insanlarınız arasında daha rahat olmanız gerekir. Alkol, uyuşturucu ve sigara kullanmayan bir DJ alışıla gelmiş bir dj görüntüsü değil. Bu kafa yapısı ile bu sektörde zorlanmıyor musunuz? Uyuşturucu ve aşırı alkolü, eğlence alanının olmazsa olmazı olarak göstermeyi çok yanlış buluyorum. Bunları kullandığınız sürece çalan müziği yeterince anlamayacağınızı ve eğlenemeyeceğinizi düşünüyorum. Mesela ben DJ kabininde çalarken dinç bir kafada olmazsam, yaptığım işi sağlıklı yapamam ve işime ihanet etmiş olurum. Taksim’de sahne alan bir sanatçısınız ve Taksim, Gezi direnişinden bu yana polis şiddetine (biber gazı, plastik mermiler) maruz kalan bir bölge. Hükümetin Taksim’e olan baskısını nasıl değerlendiriyorsunuz. Taksim’in işgal altında olduğu yaz dönemi yurtdışı turnelerimden dolayı İstanbul’da çıkmadım. Fakat gerek Gezi sürecinden önce gerek de yine son zamanlarda belediyenin öncülüğünde Taksim’in değişmesi için büyük çaba sarf ettiklerini görüyoruz. Burada gezi sürecinin bir bahane, asıl amacın Taksim’in gece hayatını bitirmek olduğunu söyleyebilirim. Polis şiddetinin, restoranlarda yemeğini yiyen, içkisini içen insanlara kadar ulaştığını gördük. Kimse dışarı çıkmasın, eğlenmesin evinde otursun isteniyor artık insanlardan. Bu şekilde eğlence sektöründe çalışan binlerce kişi işsiz kalıyor ve daha da kalacak gibi görünüyor.
SÖYLEŞİ: ÖZENÇ KURT
SİNEMA YAZARI RIZA OYLUM İLE DÜNYA SİNEMASI ÜZERİNE:
“İnternet çağında dünya sinemasına ulaşmak çok daha kolay” Biraz kendinden bahseder misin? 1984 İstanbul doğumluyum. Liseyi Kurtuluş Lisesi’nde, üniversiteyi ise Kültür Üniversitesi Türk dili ve edebiyatı bölümünde tam burslu olarak okudum. Şu anda Trakya Üniversitesi’nde Türk edebiyatı konusunda yüksek lisans yapıyorum. Lisans öğrenciliğimden bu yana ulusal dergi ve gazetelerde edebiyat ve sinema merkezli yazılar yazıyorum. Üniversite eğitimin edebiyat üzerine. Oysa biz seni sinema yazarı olarak biliyoruz. Sinema merakı nerden geliyor? Sinemaya nasıl bulaştın? Her şeyden önce okur ve izleyici oluyoruz. Aslında sinemaya da beni edebiyat yöneltti. Eğitimim esnasında nitelikli bir okur olmaya çalışıyordum. Bu uğraş beni sinemayla tanıştırdı. Sinema ile ilk yazımı Varlık dergisinde edebiyat sinema ilişkisi üstüneydi. İnsan iyi romanları okurken bunların filmlerinin de olduğunu öğrendiğinde yeni bir merak ediniyor: Edebiyatın görsel hali nasıldır acaba? Sinema kuşkusuz yeni ve farklı bir estetik disiplin. Edebiyata olan ilgim bir süre sonra filmleşmiş romanlar üzerinden sinemaya kaydı. Yedinci sanatın nitelikli örnekleri edebiyattan beslenen, edebiyattan referans alan eserler olduğunu gördüm. Yıllar içinde fark etmeden sinemayı hayatıma soktuğumu gördüm. Edebiyat bu anlamda benim için bir köprü görevi gördü. Halen edebiyatla sinema kadar ilgileniyor musun? Hali hazırda edebiyat üzerine yüksek lisans eğitimi alıyorum. Edebiyattan kopmam mümkün değil. Okur olarak temel beslenme kaynağımı edebiyat eserleri oluşturuyor. Lakin sinemanın beş duyuya hitap etmesi özellikle görsel olması sanırım beni daha çok cezbediyor. Şu sıra görselliğin neleri yansıtabileceği, neleri karşılayabileceği sorusu en temel merakım. Sözgelimi sinema ve felsefe ilişkisi. Aslında izleyici olduğunu söylüyorsun ama bir yandan da Türkiye’de eksik olan dünya sinemalarını anlatın kitaplar hazırlıyorsun. Bize biraz kitaplarından bahseder misin? Sinemaya olan merakım artığında okumalarım da bu disiplin üzerine yoğunlaştı. O yıllarda zaten kitabevlerinde çalıştığım yıllara denk gelir. Türkiye’deki sinema kitaplığı literatürünü incelediğimde ben de merak uyandıran coğrafyaların sinemalarını anlatan kitapların Türkiye’de olmadığını üzülerek keşfettim. Türkiye’de iki tane dünya sinema tarihi kitabı var. İkisi
Biz bu coğrafyaların kültürlerini tanıdığımızda göreceğiz ki ne Uzakdoğu bize uzak, ne Ortadoğu bizim dışımızda. Bu çerçevede bir çok ortak noktamız olan, çoğu zaman aynı kaderi paylaştığımız coğrafyaların sinemadaki karşılığının ne olduğunu anlatmaya çalıştım. de çok önemli çalışmalar. Ancak ülkelerin sinemayla kurduğu ilişkileri keşfetmek için yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Kaldı ki bu kitapların en yenisi 2000 yılına kadar olan kısmını kapsıyor. Oysa bir çok ülke sineması büyük sıçramayı içinde olduğumuz yüzyılda yaptı. Buradan hareketle farklı dillerde bir kaynak taramasına girdik. Gelişmekte olan ülke sinemalarının Türkçede derli toplu bir çalışmaya konu olmadığını gördüm. Türkiye’deki sinema literatürüne baktığımızda ana akım sinema dediğimiz Hollywood sineması üzerinde durulduğunu görüyoruz. Benim ilgi alanımsa farklı coğrafyalar üzerineydi. Bu durum benim edebiyatla, yazıyla, kalemle, kağıtla kurduğum ilişkinin genelde sinema; özelde ülke sinemaları üstüne yoğunlaşmasına vesile oldu. Gerçekten de farklı coğrafyalar üzerine yoğunlaşmışsın. Uzakdoğu’dan Ortadoğu’ya; Rusya’dan Almanya’ya… Kültürleri, dilleri, dünya görüşleri farklı olan bu ülkelerin sineması da faklıdır muhakkak. Nasıl izleyip yazabildin? Uzakdoğu, Ortadoğu gibi tanımlar İngiltere’nin kendini merkez kabul ederek
yarattığı tanımlamalardır. Biz bu coğrafyaların kültürlerini tanıdığımızda göreceğiz ki ne Uzakdoğu bize uzak, ne Ortadoğu bizim dışımızda. Bu çerçevede bir çok ortak noktamız olan, çoğu zaman aynı kaderi paylaştığımız coğrafyaların sinemadaki karşılığının ne olduğunu anlatmaya çalıştım. Yaşadığımız çağ bilgiye ulaşmayı kolaylaştıran bir çağ. Ben üniversiteye girdiğimden beri 10 yıldır film festivallerini takip etmeye özen gösterdim. Ayrıca internetin yaygınlaşması bizi vizyon filmlerine mahkum olmaktan kurtardı. Ülkelere, yönetmenlere göre ayrılmış hatırı sayılır bir film arşivim var.Bu yapı benim evrenimi oluşturuyor. Birkaç yıllık yoğun mesaiden sonra belli bir sistemle Uzakdoğu Sineması, Rus Sineması, çalışma arkadaşım Kemal Sivaslıoğlu’nun hazırladığı Latin Amerika Sineması, Alman Sineması ve son olarak da Ortadoğu Sineması’nı hazırladım. Kitapları hazırlarken belli bir sistemden bahsettin. Bunu biraz açar mısın? Türkiye’de çeviri sinema kitaplarının başında sonunda kopukluklar var. Yazıldığı ülkenin literatüründe bir çok kitapla beraber yer aldığı için oradaki okuyucular
43
farklı kitaplar da okuyarak konuya hakim oluyorlar. Bizde çevrilen tek kitap okurun entelektüel ihtiyaçlarına cevap veremeyebiliyor. Biz o yüzden kitapları hazırlarken o ülkenin sineması ile ilgili bilinmesi gereken temel unsurları bir araya toplamaya çalıştık. Kitaplarımda öncelikle ülkenin kronolojik sinema tarihi, önemli yönetmenlerinin biyografi ve filmografileri, o ülke içinde çekilmiş ödüllü estetik değeri yüksek filmlerin kritikleri ve o ülkede düzenlenen film festivalleri hakkında bilgiler yer alıyor. Böylece söz gelimi Rus Sineması kitabını okuyan bir okur Rus sineması ile ilgili bölük pörçük bilgiler yerine derli toplu başı sonu belli bir donanım sahip olabilir. Uzun yıllar kitapçılık yaptın. Türkiye’deki sinema yayıncılığı ne durumda? 2004- 2009 arası Beyoğlu’nun muhtelif kitabevlerinde çalıştım evet. Şimdi de kopmuş değilim. Kitabevi çalışanlarının çıkardığı Kitapçı dergisinde de sinema bölümünü hazırlıyorum. Sinema kitapları 1000’er adet basılıyor. Bu kadar iletişim fakültesinin, yönetmenlerin, oyuncuların geniş bir alana yayıldığı günümüz Türkiye’sinde sinema kitaplarının 1000 basılıp uzunca bir zaman okuyucu beklemesi söz konusu. Bazı idealist insanların yılardır devam ettirdiği sinema yayıncılığı deneyimi var. Sinemanın kuşkusuz bir okur kitlesi sözkonusu. Lakin insanların onlara dayatılan popüler kültür unsurlarının dışına çıkıp kendi istedikleri filmleri izlemesi, daha sonra meraklarının sinema üstüne yoğunlaşıp bu konu üstüne okumalar yapmaya başlamaları, üstelik internetteki bilgilerin yüzeyselliğini de reddederek sinema kitaplarına yönelmeleri kitlenin oldukça küçülmesine neden oluyor. Bu yüzden bir elin parmakları kadar düzenli sinema kitabı yayınlayan yayınevimiz var. Editörlüğünü yaptığım Başka Yerler Yayınları da bunlardan biri. Yeri gelmişken sayalım Es, Kabalcı, Agora, Doruk, Metis,
44
Deki ve Kalkedon Yayınevleri önemli sinema kitaplığı olan yayınevlerimizden bazıları. Son kitabın Sinema Dersleri’nden bahsedelim biraz da. Benim gibi sinemaya ilgisi az olup ama sanat ve edebiyatla meraklı olan birisi kendine gerçekten de çok ders çıkarıyor. Bir başucu kitabı yapmışsın.Bu kitap nasıl karşılandı? Biraz önce serzenişte bulundum ama aslında benim tüm kitaplarımın baskısı tükendi. İhtiyaca seslenirsen bir karşılığı oluyor. Ancak bu kitabın en önemli yönü yönetmenlerin ete kemiğe bürünmesi. Ülke sinemaları üzerine kitapları hazırlarken ülkelerin yönetmenlerini de daha yakından tanıma fırsatı buldum. Hayatları, sinemaya olan bakışları, edebiyatla ilişkileri beni çok etkiledi. Buradan hareketle dünya sinemasında özgün bir dili olan, orijinal deneyimler edinmiş yönetmenlerin sinema anlayışlarını bir kitapta toplamak istedim. Sinema Dersleri böylesi bir çabanın ürünüdür. Daha önce yönetmenlerin sinema anlayışlarını anlatan kitaplar yayınlanmıştı. Ancak bu çalışmalar Hollywood merkezli yönetmenler üstüne çalışmalardı. Ben kitabımda Hollywood dışında kalan dünya yönetmenleri üzerine bir panorama hazırlamaya çalıştım. 21 dünya yönetmenini bir araya getirdim. Kitabımda; Çin, Japonya, Güney Kore, İran, Mısır, Yunanistan, İsveç, Fransa, Almanya, Rusya, İtalya ve Arjantin’den yönetmenler var. Ben kitabı okurken özelde sinemanın, genelde sanat ve edebiyatın emek harcamadan yapılamayacağını gördüm. Özellikle kanını satıp ilk kamerasını alan Çinli yönetmen Zhang Yimou beni çok etkiledi. Seni en çok hangi yönetmen etkiledi? Kuşkusuz kanını satıp ilk kamerasını alan ve sinemaya böyle başlayan bugün Çin sinemasının dünya sinemasındaki en önemli yönetmeni Zhang Yimou’nun
hayatı en az senin kadar beni de etkiledi. Bunun dışında beni etkileyen en önemli unsur Sokurov’dan Akira Kurosawa’ya kadar neredeyse bütün yönetmenlerin edebiyattan beslenmiş olmaları oldu. Ayrıca sinemanın bir kamera alıp sağda solda çekim yapmak olmadığını bir kez daha hatırlatmış oldular. Kitaplarının başında hep aynı manifestoyu görüyoruz. Nerden çıktı bu manifesto? Birçok sinema sever gibi ilk karşıma çıkan sinema Hollywood sinemasıydı. Kızılderilileri öldüren kovboylar, hırsız Meksikalılar, terörist Ortadoğulular, Nazi subayı Almanlar çocukluğumdan başlayarak izlediğim filmlerin hemen hepsine sirayet etmişti. Zaman içinde Hollywood dışındaki filmleri izledikçe bu dev endüstrinin gerçekleri yeniden inşa eden, kurgulayan bir güç olduğu ayrımına vardım. Hollywood dışındaki sinemaları anlatırken Hollywood’a karşı bir manifesto dökülüverdi kalemimden. Her ne kadar 70’lerin Amerikan sinemasına hayran olsam da artık işler çok farklı. Amerika’nın dayattığı sinema anlayışının dışında kalan insan hikayeleri benim sinema maceramın merkezinde yer alıyor. Söyleşimizin sonunda sinemaya meraklı gençlere neler söylemek istersin? Öncelikle ben gençliğimi henüz yitirmedim. (Gülüşmeler) Ama çevremdekilere önerimi sizlere de söyleyebilirim. Yaşadığımız bu internet çağında filmlere ulaşmak zor değil. Önemli olan farklı sinemalara, derdi olan sinemacılara ve filmlere hayatımızda yer açmak. Bu bize dayatılan kültür unsurları dışında yeni keşiflere vesile olabilir. Böylece kendi sinema dilimizi yaratabiliriz. SÖYLEŞİ: SADIK ŞAHİN
BAADER-MEINHOF FİLMLERİ
Sinemada Alman Sonbaharı Almanya’da kurulan Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), eylemlerinin sarsıcı ve yıkıcı etkilerinden sonra örgütün etkin olduğu döneme Alman Sonbaharı adı konulmuştu. Kurucusu Andreas Baader ve önemli üyelerinden Ulrike Meinhof’un isimleriyle anılıyorlardı. Önceleri Andreas Baader ve sevgilisi Gudrun Ensslin, küçük soygunlar ve bombalamalar yapıyorlardı. İlerleyen yıllar içinde hem siyaseten hem de eylemsel olarak giderek radikalleşip anti-kapitalist Marksist bir örgüt yapısı oluşturmuşlardı. Ulrike Meinhof, 1970 yılında RAF hareketine katılıp yasadışı yaşama başladığında kocası ve çocuklarıyla Hamburg’ta bir villada oturuyordu. 15 Haziran 1972’de yakalandı. Tek başına tutulduğu hücresinde 9 Mayıs 1976’da ölü bulundu. Ülke çapında tanınmış bir gazetecinin örgüte yardım etmekle kalmayıp onlarla beraber hareket ederek örgütün beyin takımına dâhil olması, Alman toplumu tarafından hâlâ tam olarak açıklanabilen bir durum değil. 1972 yılında yakalanan Andreas Baader ise, 1977 yılında hücresinde ensesinden vurulmuş olarak bulundu. 1982 yılında yakalanan örgüt üyelerinden Christian Klar ise örgütün son tutuklu üyesi olarak cezaevinden 26 yıl sonra salıverildi. Almanya’da hâlâ yakalanmamış RAF üyeleri olduğu gibi, çözülememiş eylemler de var. Buna karşılık 80’li yıllarla birlikte eylemleri azalarak devam eden örgüt 1998 yılında basın kuruluşlarına gönderdiği bir broşürle kendini fes etmişti. Eylemler yaptığı dönemde yapılan anketlerde örgütün gençler arasındaki sempatisi oldukça fazla
idi. Banka soygunları, bombalamalar, uçak kaçırmalar, konsolosluk baskınları gerçekleştirmişler; bu eylemlerde konsolosluk görevlileri, eski Naziler, zengin iş adamları ve polis memurlarının da içinde olduğu otuzdan fazla kişiyi öldürmüşlerdi. Almanya’nın sanat ortamı için de oldukça besleyici bir yapı oldu RAF Hareketi. Hareketin eylemleri, üyelerinin yaşamları birçok romana, tiyatro oyununa ve sinema filmine konu oldu. Ekim ayı Ulrike Meinhof’un da doğduğu ay. Bu vesileyle Baader-Meinhof filmlerini masaya yatırdık. Bu yapımlardan en çok ses getireni 2008 yılında Almanya’nın Oscar adaylığını alan Almanya’nın yaptığı en pahallı yapım unvanını elinde bulunduran Uli Edel’in yönettiği Der Baader-Meinhof-Komplex. Aynı isimli romandan uyarlanan filmde, örgütün eylemleri gerçekçi çekimlerle verilmiş. İyi bir aksiyon filmi olarak da izlenmeye müsait bir yapım olmuş. Örgütün siyasi tavrı ise geri planda tutulmuş. Bu eylemlerin neden yapıldığı filmde çok belli olmuyor. Christopher Roth’un 2002 yılında çektiği Baader filmi ise başka bir RAF filmi. Der Baader-Meinhof-Komplex kadar geniş bütçeli olmayan bu yapımda büyük patlamalar, silahlı çatışmalar göremezsiniz. Heyecanlı, yakışıklı gençler ve güzel kadınlar anarşizmin kıyısında dolaşırlar bu filmde. Biraz şiirsel bir anlatıma sahip yapımda yönetmen son sahnede Baader’in nasıl bir son beklediğini göstermeyip kısmen mutlu bir son yaratmış. Çizdiği karakterlerin olumsuz bireyler gibi görünmemesinden dolayı 11 Eylül döneminin etkisiyle gösterimdeyken çeşitli eleştirilere de maruz kaldığını hatırlatmalıyız. Starbuck Holger Meins, 2002’de çekilmiş bir belgesel. Bir sinema öğrencisinin 1970’lerin başında örgüte katılıp cezaevinde sürdürdüğü açlık greviyle sonlanan
hayatına değinmiş. Holger Meins ilk dönem RAF örgütünün önemli üyelerinden biriydi. Cezaevine girdikten sonra oldukça tartışmalı bir hayatı oldu. 145 gün süren en uzun açlık grevi sonrasında hayatını kaybeden örgüt üyesi için Berlin’de 10 bin kişi yürüdü, cenazesine de 2 bin kişi katıldı. Üniversiteden arkadaşı olan yönetmen Gerd Conradt’ın çektiği belgeselde duygusal bir hava hâkim. 2001 yapımı Black Box BRD ise oldukça kapsamlı, derli toplu bir çalışma. Andres Veiel’in yönettiği belgeselde; örgütün eylemleri, üyelerinin hayatları, cezaevi yaşamları, Alman toplumundaki yansımaları ayrı bölümler halinde incelenmiş. Örgütten etkilenen gençlerin, seksenli yıllarda koydukları bir bombanın on sene sonra patlamasının yarattığı etkiyi anlatan Was Tun, Wenn’s Brennt? ise zaman içinde oluşturdukları statülerini koruma savaşına giren insanların geçmişleriyle nasıl bir hesaplaşma yaşadıkları üzerine kurgulanmış. Was Tun, Wenn’s Brennt? filminin yönetmeni Gregor Schnitzler. 2001yapımı filmde; gençliğin verdiği heyecanla anarşizmin sınırlarını zorlayan insanların biraz büyüyüp hayatın içindeyken geçirdikleri dönüşümler üzerinde durulmuş. 2000 yapımı Die İnnere Sicherheit’te, ise eski bir RAF üyesi çiftin yıllar sonra deşifre olmalarından sonra yaşadıkları anlatılıyor. Die Innere Sicherheit bir örgüt hikâyesinden ziyade bir yol hikâyesidir aslında. Örgüt ilişkilerini bırakmamış bir çiftin 15 yaşındaki çocuklarıyla beraber yollara düşmelerinin hikâyesidir. Eski bir arabayla ve eskimeyen idealleriyle Avrupa’nın sınırsızlığında dolaşırlar. Çocuklarının ergen sancıları, modern hayat arzularıyla özel koşulları yolculuk boyunca çelişmeyi sürdürür. Çift, çocuklarını bir orta sınıf olarak yetiştirmeye de çalışıyordur. Örgüt üyelerinin yaşamlarına eğilmekle birlikte film hareketten
45
çok duygulara, psikolojiye ağırlık veren bir yapımdır. Önemli aksiyon sahneleri, sahnede gösterilmek yerine olayların etkileri üzerinde durulması filmin farklı yönlerindendir. Otel odalarına hırsız girer ama hırsızları göremeyiz. Sevişmelerinin de sadece seslerini duyarız. Ama sevişmelerinin kızları Jeanne üzerindeki etkilerini görürüz. Filmde önemli olan psikolojilerdir. Televizyon için filmler çeken Christian Petzold’un sinemada gösterilen ilk filmi olan yapım, başarılı bir Alman yönetmeni de müjdeliyordu. Christian Petzold daha sonra politik temalı filmler yapmayı sürdürdü. Son çalışması Barbara filmiyle Doğu Almanya’dan bir insan hikâyesiyle karşımıza çıkmıştı. Berlin Film Festivali’nde Barbara’yla En iyi Yönetmen ve Gümüş Ayı Ödülü’nü kazanmıştı. Doğu Almanya’da insan neler hisseder, bir günü nasıl geçer, neler düşünür, aşkı nasıl yaşar? Barbara bu sorulara cevap ararken oldukça dingin bir tablo sunuyordu. Uzaktan bakan bir kamerayla müdahalesiz bir bakışı vardı. Batının da güllük gülistanlık olduğu
46
izlenimini de yaratmıyordu. 2000’de çekilen başka bir RAF filmi Volker Schlöndorff’un çektiği Die Stille Nach dem Schuss filmiydi. 1979’da çektiği Teneke Tranpet’le En İyi Yabancı Film Oscar’ını alan yönetmen, dönemin en nitelikli filmlerinden birine imza atmıştı. Uzun süre Amerika’da çalıştıktan sonra Avrupa’ya dönüş filmi de sayılan Die Stille Nach dem Schuss’da; örgütle bağlarını erken dönemde koparıp Doğu Berlin’e yerleşen bir RAF militanının hayatını izleriz. Filmin ilk bölümünde örgütün eylemlerini ve Baader’i görürüz. Ancak filmin ana temasını bu oluşturmuyor. Daha çok Doğu Berlin’e yerleşen Rita’nın hayatı, git-gelleri ve yeni yaşamına tutunma çabası karşımıza çıkar. Bir RAF filmi gibi başlasa da oldukça kişisel bir hayat hikâyesiyle devam ediyor. Demoktarik Almanya’daki insan hikâyelerine odaklanan, oradaki günlük yaşamı yansıtmaya çalışan bir yapımdır. Filmde yıl geçişleri çok sağlıklı değil. Bir anda duvarın yıkıldığı 1990’a geliveriyoruz. Geldikten sonra da eski dosyaların
açılıp Batıdaki eylemlerinden sonra Doğuya sığınanların deşifre olmasıyla Rita’nın günlük hayatının alt üst olmasını izleriz. Stammheim, örgüt üyelerinin yargılandığı, ceza aldıkları ve şaibeli ölümlerinin gerçekleştiği hapishanenin adıdır. Özellikle Andreas Baader ve Ulrike Meinhof’un cezaevinde ölmeleri Alman kamuoyunda ve öteki Batı ülkelerinde önemli tartışmalara neden oldu. Bu durumdan hareketle 1986 yılında Reinhard Hauff, Stammheim isimli bir film yaptı. Film daha çok örgüt üyelerinin yargılanma süreçleri ve cezaevi hayatları üzerinde durmuş. Toplum tarafından çok tartışılan örgüt üyelerinin cezaevi yaşamları ve yargılanmaları filmin temelini oluşturuyor. Örgütün eylemleri ve dışarıdaki hayatları filmde yer almıyor. Tiyatro sahnesini andıran bir mahkeme salonunda geçen yapımda gerçek görüntüler de kullanılmış. Baader yerine sürekli kolundan çekiştirilen bir genç görürüz. 36. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü almasını ise 80’li yılların Alman sinemasının durağan döneminde yapılmış olmasına ve politik cesaretine bağlıyorum. Kadın filmleriyle tanınan Margarethe von Trotta 1981’de RAF’ın önemli militanlarından Gudrun Ensslin’in hapisteyken ailesi ile ilişkilerine odaklanan Die Bleierne Zeit filmini çekti. RAF örgütünün lider kadrosu cezaevinde öldükten sonra örgütün eylemlerinden etkilenen genç kuşaklar da örgütün eylem tarzını benimseyip örgütü canlandırdılar. Üç nesil üyesi olan örgütün, ilk nesilden sonraki dönemin üyelerinin günlük yaşamlarına değinen Die Dritte Generation filmi, ünlü Alman yönetmen Rainer Werner Fassbinder tarafından 1979 yılında çekilmişti. Deutscher Herbst ise 1978 yılında dönemin birçok önemli yönetmeninin bir araya gelip çektikleri bir belgesel. Hangi yönetmenin hangi bölümü çektiği özel olarak belirtilmemiş. Genel olarak hükümetin vermeye çalıştığı imajın ötesine geçildiği görülüyor. Yönetmenler medyanın konuya yaklaşımının dışına çıkarak olayların insani etkileri üzerinde durmaya çalışmışlar. Dönemin politik ortamını ve Alman hükümetinin herkese potansiyel anarşist gibi yaklaşmasının eleştirildiği belgeselde 10 yönetmenin varlığı söz konusu. Bu filmlerin ve belgesellerin dışında RAF örgütü ve Alman toplumuna etkileri üstünde duran Alman televizyonlarında yayımlanmış birçok belgesel olduğu biliniyor. Almanya’nın yetmişli yıllarının en önemli sorunu olan RAF örgütü ile ilgili tartışmalar dönem dönem alevlenen ama hiç sönmeyen bir ateşi andırıyor. Nazi dönemlerinden beri geçmişleriyle hesaplaşmak zorunda kalan Alman toplumu Raf örgütü ile de hesaplaşmayı sürdürüyor.
RIZA OYLUM
Korkularla ötekileşmek: Zenne
Caner Alper ve Mehmet Binay hem yapımcılığını hem de yönetmenliğini yaptıkları Zenne’de, Türkiye’de yaşanmış gerçek bir cinayetten yola çıkmışlar. 2008 yılında babası tarafından eşcinsel olduğu gerekçesiyle öldürülen Ahmet’in (Erkan Avcı) dramının yanı sıra, cinsel kimliğini saklamadan zennelik yapıp, fal bakan Can’ın (Kerem Can) yaşadığı sıkıntılar da hikayenin merkezine yerleştirilmiş. Can’ın fotoğrafını çekmek için Türkiye’ye gelen Daniel (Giovanni Arvaneh) ise bir yandan Afganistan’da tanık olduğu olayların ağırlığı altında ezilirken, öte yandan Ahmet’le “yasak ilişki”ye (daha çok Ahmet için yasak bir ilişki) giriyor. Alper ve Binay bu yaşamları askerlik, ataerkil ve muhafazakar aile yapısı, eşcinsellere dönük saldırı ve şiddet ekseninde birleştirmiş. Film etkileyici, renkli görüntüleri, iyi oyunculuğu ve bize hiç de yabancı gelmeyen hikayesiyle ilgiyi üzerine çekiyor. Pek çok ödül de kazanan eser, hepimizin bildiği ama konuşmaktan rahatsızlık duyduğu konuları önümüze koyduğu için de cesur. Buna karşın sorunun toplumsal yanı kaçırıldığında verilmek istenen mesajın nasıl karşıt kutba doğru savrulduğunun da açık bir örneği olarak önümüzde duruyor. Anadolu her ne kadar hoşgörü ve tolerans kültürüne sahipse de, cinsel kimliği açığa vurmak ve bunu herhangi bir şiddet ve baskı olmadan yaşamak oldukça zordur.
Bu tür bir açığa vuruş “sapık” olarak damgalanmak, ötekileştirilmek, aile ve toplum baskısıyla yüz yüze gelmek ya da en hafifi dalga geçilmek için sebep olur. Bu konu bir özgürlük sorunu olarak ele alınmaktan çok, bir “ahlak sorunu” olarak ele alınır. Bu yüzden de cinsel kimliğini açığa vuramayan, bir yandan kendi güdüleriyle, öte yandan toplumsal önyargılarla boğuşmak zorunda kalan insanların yaşadığı dramlar da yaşanmaya devam eder. Tek tek bireylerin yaşadığı ama esasında toplumsal bir arka planı olan bu sorunu merkeze alan filmleri de sağladıkları yüzleşme açısından cesur ve ilerici bulabiliriz. Dahası her şeyin alabildiğine “grileştiği” bir ortamda bu tür filmler sinemayı da renklendiriyor. Tolerans kültürünün yokluğu ve öteki olmak Zenne’nin belki de en önemli eksik yanı aslında çok daha genel bir toplumsal sorunun odağına tutucu kadın tiplemesini koyarak sorunu bireyselleştirmesidir. Mike Wayne’nin İkinci Sinema’nın genel bir eksikliği olarak (*) tasvir ettiği bu toplumsal bağlam ve analiz eksikliği, yaşanan sorunun ortaya koyulmasını sağlarken onun anlaşılmasını eksik bırakıyor. Tek tek bireylerin yaşadığı sorunlar açısından ailenin çocuklarına karşı davranışları, onlardan beklentileri ve katı ahlak örüntüsü çerçevesinde onları “yargılaması”
bize daha büyük bir resmi işaret ediyor; aileyi de saran genel sosyo-kültürel bağlam. Çünkü tek tek bireylerin dünyayı ve çevresini nasıl anlayacağı ve yargılayacağı, ya da “iyi aile” denilen şeyin ne olduğu konusunda değer üretimi, bireyle toplum arasında karşılıklı bir döngü sürecinde üretilen bir şeydir. Bu tür bir sosyolojik yaklaşım, filmde “baş kötü” ve geleneğin en kararlı savunucusu Ahmet’in annesi Kezban’ı (Rüçhan Calışkur) masum çıkarmadığı gibi onu toplumsal önyargıların bir uygulayıcısı olarak öne çıkarır ve bizleri bazı yanılgılardan kurtarabilir. Gelenek anne, baba ve çocuklara çeşitli roller biçmektedir ve ideal tipler yaratarak “sağlıklı” bireylerin bu tiplere uygunluğunu kıstas görmektedir. Bunun dışına çıkanlar ise “anormal” olarak tanımlanmakta, “iyileştirmek” için nasihatten tutalım şiddet ve ölüme kadar bir dizi yaptırım uygulanmaktadır. Aile açısından durum “ailenin şerefi” perdesinin arkasına saklanır ve “anormal” her davranış bir “leke” olarak görülür. Ahmet de bu açıdan ailenin onuruna sürülen bir “leke”dir ve onun “temizlenmesi” görevi baba eliyle, pek çok yönüyle kendisi de iktidarını kaybetmiş, eşinden tokat yiyen, onun aşağılamalarına maruz kalan bir baba tarafından, yapılır. Çocuklarını hasat yapılacak bağlar olarak gören ve oğlunu “bağdaki üzüm” kızını ise “dağdaki üzüm” olarak gören anneyi
47
anlamak, çok daha geniş bir sosyolojik bağlam gerektirmektedir. Zenne tam bu noktada konuyu bireysel bir özgürlük sorunu haline getirerek kapsamı daraltmakta, belki de istemeden çok daha geniş bir çerçeveyi görmemize en azından bir perde çekmektedir. “Güçlü” bir kadın: Kezban Öteden beri sinemada Kezban gibi bir “güçlü kadın” imgesi görmeye alışkın değiliz. Kadınlardan beklenen sıklıkla geleneğin onlara biçtiği iyi, itaatkar eş/ anne/kız rolünü oynamalarıdır. Zaten filmlerdeki “kötü” tiplemeler de genelde bu çizgiyi aşan kadınlardan çıkar. Zenne ise güçlü kadın imgesinin, eğer o kadın geleneğin tarafında durursa, nasıl “tehlikeli” ve “tehditkar” olabileceğini göstermektedir. Bu kadın iktidarsızlığını ve geçmişte yaşanan bazı şeyleri ima ederek hiç tereddüt etmeden elini kocasının cinsel organına doğru atıyor ve bir nevi onu “erkek” olmaya zorluyor; garip biçimde erkek olmayı erkekliğine dönük, nerdeyse hadım etmeye dönük bir korkuya da sebebiyet verecek tarzda yapıyor. Kocanın pasif, belki kadının bu tehditkar tutumu olmasa uzlaşmaya yatkın tarafı bastırılıyor, Ahmet için kötü bir son hazırlanıyor. Kız çocuk Şükran annesinin bu kötülüklerine dayanamayıp onu yalnız kalmakla tehdit ederek evden kaçarken, baba çareyi Tanrı’ya secde edip af dilemekte buluyor. “Kötü kadın” anne bu tür bir arınmaya da izin vermek istemiyor ve kocanın secde ettiği seccadeyi altından çekiveriyor; bunun arkasında bu tür bir arınmayı gereksiz görmesi de olabilir. Yani Zenne güçlenen kadının bu gücü kötüye kullanmaya meyilli olduğu yönünde bizi ikna etmeye çalışıyor ve kadınlara dönük korkuyu, esasta erkeklerde bulunan korkuyu, yeniden üretmekten çekinmiyor. Film az önce vurgulanan toplumsal bağlama vurgu kaçırıldığı için karşımıza farklı açılardan farklı görünen bir kadın tipini de çıkarıyor; tüm kötülüklerin kaynağı kadını (sinemada sıkça karşımıza çıkan ayartıcı), geleneğin temsili olarak kadını, koruyucu/
anacan kadın ve erkeğin egemenliğine doğrudan bir tehdit olarak kadın. Baba Yılmaz’ın (Ünal Silver), Ahmet’in vurulduğu andaki yüzündeki şaşkınlığını da hesaba katarsak, suçundan arındırıldığını görüyoruz. Film seyirciye içten içe “Baba, anneye daha güçlü bir şekilde karşı dursa Ahmet ölmez miydi acaba?” sorusunu sorduruyor. Aldığımız cevap, geleneğin temsili olarak tüm yıkıcı güçleriyle karşımıza dikilen bu “kadın engellense Ahmet o kötü sonla karşılaşmayacaktı” yönünde oluyor. Bu ataerkil bir aile yapısının getirdiği sorunların, garip biçimde, ataerkilliğin kucağında çözüme kavuşturulmaya çalışılmasıdır. Sorun ataerkil yapının biraz iyi yürekli olup çocuklarına özgürlük tanımasıyla çözümlenecek bir sorunmuş algısı yaratılmaktadır. Bu durum da filmin vermeye çalıştığı mesaj açısından oldukça zıt bir yönelim olsa gerek. “Kötü anne”nin karşısına konan “iyi anne” figürü olarak Sevgi (Tilbe Saran) ise çocuklarına karşı koruyucu, özellikle artık ruhsal sağlığını yitirmiş çocuğu Cihan’ın (Tolga Tekin) arkasını toplayan “toparlayıcı anne” oluyor. Binbaşı kocasının çatışmalarda kaybetmesi, büyük oğlunun ruhsal sağlığını yitirmesi bu anneyi koruyucu hale getirtiyor; onun çocuğunun cinsel kimliğini kabul etmesi onun da “yaralı” olduğu gerçeğini değiştirmiyor ve ideal anne en iyi ihtimalle başkalarının yaralarını iyileştirdiği oranda değer kazanıyor. Ölümün ve askerliğin gölgesindeki hayatlar Zenne, “Her Türk asker doğar!” sözünün slogan edilip sürekli tekrarlandığı bir toplumsal yapıda askerlik olgusunun da üzerine cesurca gidiyor. Askerlik müessesesi sadece eşcinsellere yönelik onların en mahrem fotoğraflarını isteyerek kendi “gerçekliklerini” ispatlamak yönünden değil, yarattığı psikolojik tahribat ve Türkiye’de son 30 yıldır süren çatışma süreciyle de eleştirinin hedefi durumda. Babası Güneydoğu’daki çatışmada öldürülmüş, babanın izinden giden büyük oğlun ise ruh sağlının hepten bozulduğu
bir durumda askerlik çok daha geniş bir ataerkilliğin bir göstergesi olarak önümüze konuyor. Geleneğin buyurduğu “erkek” olmak filmde ölümle, ruhsal bozuklukla ve sonunda kendi evladını öldürmenin getirdiği vicdan azabı gibi çeşitli bedellere sahip. Bu yüzden de “erkek olmak” daha baştan yaralı ve eksik bir ruhsal durumun dışavurumu olarak karşımıza çıkıyor ve getirdiği sorumluluklar karşısında tek tek bireylerde hayat bulan bir dram yaşanmış oluyor. Böylece her yerde “kendisi gibi olmak”tan korkan ama “olduğu şey”le de sürekli bir hoşnutsuzlukla yaşayan yaralı insanların bir çehresini sunuyor bize Zenne. İçine sığamadığı toplumsal yapıdan, ordan kaçmak için bile en mahremini teşhir etmek zorunda bırakılan Ahmet de kurtuluşu “dışarıda” arıyor. Doğu-Batı arasında Filmde Batı “kurtarıcı” bir temsile sahip ve Ahmet’e dürüstlüğü salıklayan Alman sevgilisi Daniel bazen bir yol gösterici görevini üstleniyor. Dürüstlüğün en kolay yol olduğunu ve aileye gerçeği söylemeyi öneren Daniel bu dürüstlüğün bedelinin ölüm olduğunu söyleyen Ahmet’in cevabı karşısında şaşırıyor ve onu kurtarmak istiyor. Bu durumda ister istemez Batı’nın özgürlüğü ile Doğu’nun sınırlılığı arasında bir zıtlık oluşmuş. Bu ortaya koyuş biçimi alttan alta sorunu Doğu-Batı ekseni üzerine yerleştiriyor. Ahmet’in çıkmak istediği yolculuk böylece salt fiziksel bir kaçış değil, Doğu’dan Batı’ya yönelen bir okla gelişim çizgisi, medeniyete, tolerans kültürüne yönelik bir anlam taşıyor. Doğu’ya belki kendini bulmak için yola çıkan, çektiği fotoğraflarla Doğu’nun Batı’daki algısını yeniden üreten Daniel, Ahmet’i kurtararak kendi ima edilen günahlarından da kurtulmaya çalışıyor. Baba tarafından yarıda kesilen bu yolculuk, sondaki umutlu görünüme karşılık hala zorlu bir süreç olduğu algısı uyandırıyor. Ancak sorunun gene bir Doğu-Batı eksenli bir sorun olmadığı açıktır. Doğu’nun Batılı olmasıyla (Ahmet’in Almanya’ya gitmesiyle) tüm sorunun ortadan kalkacağını düşünmek için bir nedenimiz de yok. Bu yüzden sorunun merkezine gidip daha cesurca tartışmak, telefon başında ağlamanın getirdiği dramatik ortama karşılık çok daha etkileyici bir sinemasal dil yaratabilirdi ve verilmek istenen özgürlükçü mesajın pekiştirilmesini sağlayabilirdi. Zenne’yi güçsüz kılan çok daha büyük bir toplumsal sorunu sonunda dramatik bir noktaya götürmesidir, bireyselleştirmesidir. Bu yüzden karşımızda daha duygu yüklü ve empati yaratan film olsa da toplumsallığı gözden kaçırılmış, ya da yeterince ortaya konulmamış sorunlar çok çabuk unutulabilir. Dipnot: (*) WAYNE, Mike (2009). Politik Film. Çev. Ertan Yılmaz. Yordam Kitap. İstanbul.
MİKAİL BOZ
48
Vertigo: geriye sar ve tekrar başla...
Hitchcock tasarımı, dağınık insan manzaraları… Vertigo, 1958 yapımı bir Alfred Hitchcock filmidir; anlaşılacağı üzere gerilim ustası auteur’ un icadıdır. Lütfen bu anonsu dikkate alın! Aksi halde Vertigo’ da toparladığınız detaylar yok olabilir. Nasıl mı? Dikkat! Bu film oluşturduğu bütünlüğü ansızın parçalayabilir, henüz bir duruma, olaya ikna etmişken geri dönüş yaşatabilir ve detaylar etrafa rastlantısal olarak saçılabilir. Detayları aramak çözüm değildir. (Bu arada her şey bir yana Madeleine’ e ‘Kim Novak’ ayrıca dikkat edilmelidir; çünkü o, hangi yüz yılda olursa olsun tesir altına alabilecek bir düşün yansımasıdır.) Vertigo doğrudan bir girişle seyircisine haber verir; Hitchcock ilk an itibariyle devrededir. Ana karakter Scottie ve yaşadığı kazanın haberi Hitchcock tarafından erkenden ortaya koyulur. Kazanın sebebi Scottie’ nin baş dönmesidir. Scottie savunmasız ve işini bırakan herhangi bir karakterdir; ancak bu kadarı eksik kalacağı için hemen bir karşılık yaratılır ve Madeleine ortaya çıkar. Evet! Scottie’ nin eski bir dostunun, Gavin Elster’ in (Tom Helmore), genç karısı… Scottie artık dedektif olarak Madeleine’ nin peşindedir. Tanışacakları aklımızdan geçmeyen bu ikili Madeleine’ nin intihar girişimiyle bir araya gelir. Derken Madeleine ölür; Scottie de ruhsal bunalımla yaşamaya başlar. Madeleine’ nin erken gidişi hem ana karakter için hem de seyirci için hiç de adil değildir. Hele de Madeleine gibi bir karakterin gidişi… Scottie’ ye hemen bir partner gereklidir; Hitchcock yeni bir sürprizle Judy’ yi karşımıza ve Scottie’ nin karşısına çıkarır. Ooo… Hayır! Bu Judy karakteri, Madeleine’ nin ölümü arzu etmeyen ve biraz da tarz anlamında
farklısı olan bir kadındır. Nedense Judy’ de Madeleine’ nin tadı yoktur. Scottie, önce Judy’ yi dönüştürür; ardından da onu ölüme götürür. Bu dönüştürme ve ölüme götürme süreçleri ve Vertigo’ da ilk an itibariyle oluşturulan dokuda ses fazlasıyla tahrik edicidir. Tüm bunların yanı sıra Hitchcock, filmin başlarında Gavin Elster’ i ziyaret eden Scottie’ yle kendini karşılaştırır. Hakimiyet ondadır. Scottie pasif bir karakter olarak kalacaktır. Tanımlama ertesi ve geri dönüş-Üç nokta ve Hitchcock’ tan sıçrama/lar… Scottie filmin girişinde saçağa asılı kalır; zaman geçer ve ölüm gerçekleşir; ancak Hitchcock’ un zamanı, final/leri, sona giden yolu, karakterleri, olayları, durumları genelle örtüşmez ve çoğu zaman seyircisinin beklentisini karşılayamaz. Tam da o an/larda Hitchcock yeni bir final yolu hazırlar ve beklenti yaratır, yaratmayı üst düzey bir biçimde sağlar. Öyle ki; biçimi iki anlam üzerinden ele alıp sağa sola vurarak ilerlersek üst düzey biçimde başarı sağladığını ve biçim olarak pek tabii alışılmışın dışında bir şeyler sunduğunu kodlayabiliriz. (Mesela: çan kulesine çıkış…) Karşılıklı haller… Başlangıç itibariyle düalizm temelinden ilerleme gerçekleşir. Karakterin/lerin bu halleri adeta bizi her karşılaştıkları/ karşılaştığı-mız ‘şey’de, anda çift yönlü düşünmeye zorlar. Seyirci açısından bakıldığında, Hitchcock’ un çerçevesine yaptığı tanıklığı düşünülecek olursa, sınır zorlayan bir durumun içinde olduğunu anlamak güç değildir. Gerilimin çözülmesine kadeh kaldırmaya ramak kala, beklenti karşılanmaz ve karşımıza başka bir gerilim çıkar. O halde gerilimden yansımalara bakış: Vertigo’ da ölüm dip sestir, korku da
fonda hissedilen ve gerilim bu sarmalda kaçınılmazdır. Hitchcock ölüme yakın durur. Korkularıyla savaşan yönetmen, korkutarak diğerleri üzerinde de bu yakınlığı diri tutar. Ölüm bir yerde ve bir şekilde vardır. Bu durum –belli ki bu durum ölümdür.her ne kadar erken tanışılan bir şey olsada yarattığı korku muhakkak ki etrafta gezer. Ölüm ve yarattığı bunalımın yansıması olan korku her ne şekilde olursa olsun gerilimi barındırır. Yaşarken bir sonraki adımı bilememek (İnsan bu durumla cebelleşir; lezzetini kaçırır.) ve bunun kendini en en uç şekilde önemseyen bir organizmada ‘insan’ yansımasını hesaplamak oldukça güçtür. Hitchcock’ un buna da bir çözümü vardır. Çok geçmeden insanın bu üstten bakışının tamamı Vertigo’ ya yayılacak ve çözülecektir; ancak bu çözülme de yeni süreçlerin başlamasına ve çözümsüzlüğün ortaya çıkışına sebep olacaktır. Vertigo’ da açınlanan pek çok şey vardır. Bir anda da açınlananların tamamının geriye döndüğü pek çok şey… Madelaine nerede? Düşü geri getirin. -Bir saniye… Elbise, ayakkabı, saç rengi ve bir araya gelen ikili… (Madeleine-Judy) Judy ve Madeleine ikili yaşama ilerleyen yolda oldukça besleyici durmaktadır. İlk olarak Madeleine’ i tanırız. Judy olasılığı yoktur. Judy’ e geçiş tüm göstergelerin yeniden biraraya gelmesiyle mümkündür. Madeleine’ nin yüzündeki dehşet verici mağduriyet ve aynı zamanda zerrelerinde biriktirdiği güç, karşısındaki her insanı patlatacak kıvamdadır. Yönetmen, erotik sınırlar çerçevesinde Madeleine’ i bir başkasını düşünemeyecek şekilde seyircisine pazarlar. Evet! Hitchcock alımlayıcıyla ciddi bir pazarlık içindedir. Madeleine’ nin varolma durumu ortadan kalktığında
49
Judy’ yi seyirciye sunmuş olsada hem ana karakter Scottie hem de seyirci onu değiştirme çabasına girer. Öyle ki Scottie’ nin Madeleine’ i dönüştürme çabası seyirci tarafından da keyifle desteklenir. Oysa Madeleine hiçbir şekilde yaşamla ilintili değildir. Varlık durumu Judy üzerinden yeniden üretimdir. Yüzyılların değişmez yaşam çizgisinde birinin bir diğerini değiştirme çabası ve başarısı-başarısızlığı adeta Judy karakterinde açığa çıkar. -Tamam. Susuyorum/Susuyoruz. Mağdur Judy’ e elveda… …Peki ya Carlotta. Neden nefret kazanır? Oysa… Carlotta, Madeleine’ in geçmiş dönemde yaşamış yakınıdır; onu tesiri altına almış gibi çerçeveye yansır; çünkü Hitchcock, filmi bu şekilde okumamızı yorumlamamızı ister. Carlotta’ nın hiçbir şeyden haberi yoktur, her şey fani ve kötü kalpli, ruh düşmanı, para tutkunu Gavin Elster’ in işidir. Bu noktada Carlotta’ nın etkisiz oluşunu Robin Wood’ un Hitchcock Sinemasında belirttiği üzere: “Aldatmaca Carlotta’nın Madeleine’ e sahip olmasıdır; gerçekte Madeleine, Judy’ ye sahip olmuştur.”1 cümlesi destekler niteliktedir. …Çünkü: Carllotta geçmiş dönemde varolandır, Judy henüz yok olmayandır, Madeleine ise hiçbir şekilde varolmamıştır. Görünürde de varoluşu söz konusu olmayan karakter Madelaine mağdurdur; Judy kimliği çalınan karakter olduğu halde mağdur etmiş görünmektedir. Oysa tekrar tekrar vurgulamak gerekir ki çalınan yaşam Judy’ nindir. Parçadan bütüne ve tekrar parçalanmaya Hitchcock, karakterleri bir şekilde yan yana getirmeli ve çerçevenin gizemi hakkında detaylar sunmalı… Bu da ancak başka bir çerçeveyle mümkün… O halde deniz kenarı: Madeleine kafasındakileri Scottie’ e anlatırken bir açıda Madeleine’ in akasındaki karayı, sınırlı mekânı görürüz. Bir açıda da Madeleine’ nin baktığı yeri ufuk çizgisini, sınırsız alanı, sonsuz fonu görürüz. Hitchcock bir yandan seyircisinin kafasını doldurur, sınırlı mekânda boğar. Bir yandan da kafasını boşaltır, ufuk çizgisinde kendini yenilemesini ve toparladığı detayları bir köşeye bırakmasını ister. Geri dönüşe başlangıç Judy aracılığıyla Madeleine’ e yapacağımız geri dönüş Vertigo’ yu ilk izleyişten sonraki her denemede aynıdır. Öyle ki Scottie’ nin takibi ve Hotel Empire’ ye yapılan yukarı tilt hareketiyle pencerede Judy’ yle karşılaşırız işte o anda meraklar yeniden dirilir. Nesneye olan tutkunun psikolojik dramının etkisi üzerine… Sanat, her parçaya saçılmış Hitchcock’
50
un takıntılarıyla birleşmiştir. Pereira(Sanat Y.), ve Bumstead (Sanat Y.) mekan bezemesinde detayların takipçisi olmuş, karakterlerin adeta şifre çözücüsü kıvamında bir iş sürdürmüştür. Öte alem Ölüm üzerine, düş ve gerçek arası hikâyeleştirilen metin Vertigo, karakterleriyle öte aleme derin göndermeler yapar. Her defasında karakter korkuyla başbaşa olan ve bir şekilde hayatta kalan, etrafındakilerde normal olan- ki bu normal olan tanımı korkuyla bir sıkıntısı olmadığına işarettir- ancak ölümden kurtulamayanlar olarak karşımıza çıkar. Bernard Hermann da müzikleriyle bu zıtlıklara yeni bir paragraf hazırlar. Geçmiş zaman, Hitchcock’ un ve Vertigo’ nun tarihsel süreci… Hitchcock XIX. yy ye selamla hayata başlayan XX. yy nin dördüncü çeyreğinin başlarına kadar yaşama dahil olan, büyük savaşları atlatmış, dehşet tanığıdır. I.ve II. Dünya Savaşını gören Hitchcock çerçevesinde korku, gerilim, ölüm üzerine değerlendirmeler yapmıştır. Hiçbir zaman ve hiçbir şekilde kaçamamıştır. Onda üzerine gitme eğilimi vardır… …Korkunun üzerine gitme eğilimi… …Öyle ki günlük yaşamdaki sıkıntıları ve korkuları sinemada oluşturduğu çerçevesinde çözümlenmiş ve bir yerde A.H. korkularını bu şekilde açık ederek kendini olası ölüm düşüncesinden, travmalarından arındırmıştır. Edebiyat ve felsefenin temelde de insanın en önemli arayışı olan ölüm ve ölüm sonrası kritikler bu bağlamda da ölüme karşı yüklenen yönetmende temel kavramdır. Rüya gören karakterin ‘Scottie’ gerçekte de rüyanın türeviyle karşılaşması ve her defasında bu şekilde ölümü çevresinde gerçekleşen bir facia olarak ağırlaması A.H.’ nin tesadüflerinden değildir. Tabureden üç basamaklı bir üst mertebeye çıkmak aslında karakterin karşılaşacağı dehşet verici olayın habercisidir. Vertigo’ nun tarihle hesaplaşması: Madelaine: “Şuralarda bir yerde doğdum, şurada öldüm. Bir an kadar kısa sürdü, kimse farketmedi.” Evet! Bu cümle ölümün ve yüzyıllar arası sıçramada yapılsa yaşamın biraradalığını vurgular. Hitchcock, tarihsel olayları kütük üzerinde hazırlamış olduğu kolajla (Pereira ve Bumstead ‘Sanat Y.’) seyircisine sunar.
Bu şekilde Madeleine’ nin hissettiklerini-hissettirir. Bu husus üzerine düşünmeyi adeta zorunlu kılar. Kolaj zorlanırsa günümüzle eşlik kurulabilir. -Şöyle ki: Sudaki çırpınış, çan köşesindeki yakarış ve tutkulu kurtulma isteği, yenik düşmüş beden ve ruh hali tam anlamıyla bir erkeğin koreografisi ve bir kadını ortadan kaldırma girişimidir. O halde ilişkilendirme başlayabilir. Gözün arkada kalmasın Hitchcock; çünkü arkanda, tam da günümüzde XXI yy de ölüm korkusuyla, öldürme tutkusuyla ve pek çok travmatik süreçle cebelleşen milyarlar var. Büyük savaşlardaki dış kanamalar ve patlamalar, yerini iç kanamalara ve büyük kent yaşamına bıraktı. Rüyalar için yaşar haldeyiz ve artık ciddi koreografiler oluşturmaya gerek kalmadı. Yürümek, nefes alıp-vermek ve hayatın bir köşesinde olmak yitip gitmek için baş öğe haline geldi. …Ve ve ve biz/ler ‘insan/lar’ hallerdeyiz. Gerçek ve düş arasındaki sancılarını her ne yaparsa yapsın gizleyemeyen Scottie bir yandan da Hitchcock’ un zorlamasıyla ölüm-yaşam arasındaki çizgidedir. Aslında o tam bir hastadır. Arzu edilen hastalıklı bir karakter için çok ince şekilde işlenmiştir. Sona doğru bitecek zannedilen soruların, ortaya çıkışı… Scottie, gerçekte mi yoksa düşte mi barınacaktır? Ölecek midir, hayatta mı kalacaktır? Aşık olduğu kadın yeniden karşısına çıksa bununla yetinecek midir? Scottie ne istemektedir? Cevapsız sorularla Scottie’ nin sınırlarını zorlayan Hitchcock, seyircisine de paralel olarak zulüm etmektedir. Sona doğru, Scottie: “İşte orada hata yaptın, bir cinayetin izini taşımayacaktın, o kadar, o kadar duygulu olmayacaktın. Seni o kadar çok sevdim.” Scottie her ne kadar başarısız bir çizgiyle karşımıza çıksada bu cümleyle olayın/ ların ritmini sağlar ve her şeyi açığa kavuşturur. Madelaine ve Judy’ nin şifresini burada çözer. Çok geçmeden bir avcı ve düşünen edasıyla kapanışını yapar. Ayrıca korkusunu yendiğini de henüz kollarının arasından kayan Judy’ e doğru bakarak – aşağıya doğru- gösterir. DIRECTED BY ALFRED HITCHCOCK / Göz üzerinde belirir ve hakimiyetini her an hissettirir. Adeta koreografiyle tüm sahneleri sunar. Ara ara ‘cut’ dediğini duyar gibi olmamak mümkün değil. Sert geçişlerle hikâyeyi parçalar ve toparlar. Bu kadar. O kadar. İyi seyirler ya da yeniden iyi seyirler.
ABDULCEBBAR AVCI
51
Uyan Berkin...
52