Spot Dergi 6. Sayı

Page 1

Beybin Kejanlıoğlu “Akademi’de dönülmez akşamın ufkundayız”

# SPOT haber vs. dergisi

sayı: 6 ağustos-eylül 2013

Onur Hamzaoğlu “Bundan sonra tamamen nefessiz bir alan isteniyor ”

5 TL

“Kendi halkına zulmeden ayakta kalamaz!” RTE

(17.09.2011)

q Neden Gezi’deydik? q Gezi ve felce uğrayan devlet aklı q ‘Katip Bartleby’nin askerleriyiz q Ankara’nın en uzun haziranı



SPOT - 6

2 Neden Gezi’deydik? 4 Gezi terör örgütü ve felce uğrayan dev-

let aklı 6 Katip Bartleby’nin askerleriyiz 8 Ankara’nın en uzun haziranı 9 Demokratik özerklik, Gezi parkı direnişi ve forumlar 11 Elitist bir projenin kıskacında Beyoğlu 13 Beybin Kejanlıoğlu: “Akademide dönülmez akşamın ufkundayız” 15 ÖYP bir nimet midir? 17 Üniversitenin değişmeyen sorunu 19 Onur Hamzaoğlu: “Bundan sonra tamamen havasız, nefessiz bir hava isteniyor” 26 Akademik ruhsuzluk ve yürüyen ölüler 27 Metin Yeğin: “Kapı eşiğinde beklemek” 29 Fikret Başkaya: “Övünmeye değer bir ekonomik başarı yok” 31 yeni’ süreç ‘eski’ medya: dile ve göstergelere nüfuz eden tetikçilik

32 Muhafazakarlık ve feminizm: AKP’nin ‘kutsal aile’si 33 Dinime küfreden müslüman olsa 35 Göçmenler ve sosyalist mücadele 37 Yeşim Başaran: “Veganlık ideolojik bir yaklaşımdır, bireysel değil 40 Kıbrıs’ta neo-liberal politikalar ve emek hareketi 42 Taner Öngür: “Hepimiz güneşin uzantılarıyız” 44 Hile Yolu: Kaybedilen görüntülerin ve hayatların hikayesi 46 İstanbul: Ucu nerede bu şehrin? 47 Barbarları beklerken 49 Feridun Andaç: “Popüler kültür edebiyatı öldürüyor mu?” 52 Ege Görgün: “Bu öykülerin çoğunu ben yazmadım” 53 Kenan Başaran’la: “Bir şike davasının anatomisi”

SPOT Yerel Süreli Yayın

yönetim yeri: Perpa Ticaret Merkezi 12. Kat A Blok No: 1770 Okmeydanı / Şişli - Tel: 0212 243 28 71

www.spotdergi.net

baskı: Ezgi Matbaası, Sanayi Cad. Altay Sok. No:10 Çobançeşme Yenibosna / İstanbul

Üç ay öncesinden tamamen farklı bir ülkede yaşıyoruz farkında mısınız? Herkesin birbirinin ataletinden dert yandığı, AKP’nin ve onun hukuksuz, “akıl”sız ve çağdışı uygulamalarının ilelebet sürecek bir doğal süreç olarak kabul edildiği, dünyayı sarmalayan “işgal et” eylemlerinin, benzerlerinin bu coğrafyada olamayacağı önkabulüyle izlendiği günlerdi o günler. Ama araya koskoca bir haziran girdi. Türkiye’nin en uzun haziranı. Devletin sunduğu rakamların yanıltmacaları dikkate alınırsa, beş milyondan fazla insanın sokağa çıktığı, çıkamayanların evlerinde tencere-tava çaldığı, internet başından kalkmadan eyleme destek topladığı, eylemcilere pizza sipariş ettiği bir haziran. Alandakilerin biber gazı kapsüllerinden kaçarken birbirlerine çarptıklarında özür dilediği, birbirleriyle “orantısız ısrar” yöntemiyle her şeyi paylaştığı, Gezi Parkı’nın paradan arındırıldığı bir alan, bir komün haline getirildiği, annelerin kol kola TOMA’ların önüne dikildiği, yaşlı İstanbul hanımefendilerinin polis arabası deviren gençleri “aferin”lerle cesaretlendirdiği bir haziran. Brezilya’dan Bulgaristan’a, birçok ülkeden milyonlarca insanın “Aşk bitti burası Türkiye” sloganıyla ayağa kalktığı bir haziran. İsyanını bir aya sığdıramayıp, yüzbinlerin coşkulu eylemlerini temmuza devreden bir haziran. Bu haziranda AKP de uyumadı. Elindeki bütün imkanlarla -TOMA, biber gazı, plastik mermi, gerçek mermi, yalan, iftira, yargı, medya- kendi halkına savaş açan Recep Tayyip Erdoğan, beş insanımızı, Ethem’i, Mehmet’i, Abdullah’ı, Medeni’yi ve Ali İsmail Korkmaz’ı polisine ve yandaşlarına vahşice öldürttü. Onlarca insan ölümden döndü, binlercesi ciddi şekilde yaralandı, milyonlarcası biber gazının acısıyla kavruldu. Günden güne artan polis şiddetinin yanı sıra, iktidar ve kukla medyası, kurguladığı yalan haberlerle AKP’nin seçme kitlesini eylemcilerin üzerine salmak istedi. Ancak Gezi Direnişi’nin gücü nedeniyle kimse böyle bir eyleme cesaret edemedi. SPOT olarak altıncı sayımızın bu kadar geç çıkması nedeniyle okurlarımızdan özür diliyoruz. Gezi Direnişi’nden önce “akademi” başlıklı bir dosyayla dergimizi hazırlamıştık. Ancak Gezi Direnişi’ne aktif katılımımız ve tamamen değişen gündem bu sayıyı ancak Ağustos-Eylül sayısı olarak yayınlamamıza imkan verdi. Bu sayı Gezi özel sayısı değildir. Birincisi, önceden hazırlamış olduğumuz içeriğimize kıyamadık diyebiliriz. İkincisi, yayınlanan Gezi özel sayılarının bu ihtiyacı karşıladığını düşünüyoruz. Üçüncüsü de, dergide anlatılanların Gezi direnişini yaratan nedenlerden bağımsız olmadığını düşünüyoruz. Bundan önce yaptığımız gibi, bundan sonra da Gezi direnişi’nin dertlerini dert edinen bir yayıncılık yapmaya, elimizden geldiğince, devam edeceğiz. Bu sayıyı, polisin hedef gözeterek attığı plastik mermi nedeniyle gözünden ciddi şekilde yaralanan abimiz Volkan Kesanbilici’ye armağan ediyoruz.

İmtiyaz Sahibi Özenç Kurt Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Emre Tansu Keten SPOT: Aysun Eyrek, Bekir Avcı, Emre Tansu Keten, Ercan Yılmaz,

Eylem Arslan, Özenç Kurt, Uğur Yıldız, Umur Bedir, Taylan Kesanbilici, Zeynep Günay, Miray Özturan, Meriç Bucak, Vildan Tekin, Fatih Atlay, Devrim Karadağ, Aydın Samet Öztürk, Atacan Ak, Behlül Çalışkan, Övünç Pehlivan


neden Gezi’deydik? İnanılmaz günler yaşadık, yaşıyoruz. Yıllardır solcuların bir ritüeli olarak anılan gaz bombalı, tazyikli sulu eylemler, toplumun ciddi bir kesimi için “uzmanlık alanı” haline geldi. Polisler nereden gelebilir, ellerinde ne tür silahlar var, bu silahların etkilerine karşı neler iyi gelir, polis saldırısı sırasında nereye kaçmak gerekir gibi sorular, bir aydır yüzbinlerce insanın olağan sohbetleri durumunda. Yaşananlar bu kadar görkemliyken, bunları yorumlamaya çalışan yazarların, politikacıların ve “uzmanlar”ın zihni de bir o kadar karışık. Y kuşağı, counter strike gençliği, Zello örgütü tespitleri havada uçuşuyor. Biz de, mensuplarının çoğunluğu bahsedilen kuşaktan olan Spot ekibi olarak neden Gezi’de olduğumuzu kısa metinlerle anlatalım istedik. Halkın yıllardır üzerine çöreklenen korku kültürünün yıkılışı olan Gezi Parkı Direnişi’yle halk omuz omuza mücadeleyle bir şeyleri değiştirebileceğinin farkına vardı. Ben yıllardır bu anı bekliyordum diyebilirim. Fakat birçok insan gibi umudumu kaybetmenin eşiğindeydim. Yıllardır yapılan haksızlıklara karşı kitlesel anlamda mücadelenin olmaması ve her sesini çıkaranın ödediği ağır bedellere karşı ses çıkaramayan itaatkar bir halk olmanın sancısı içimi kemiriyordu. Devlet, üniversitelere girdi ses çıkarmadık, yıllardır çalışarak hakkettiğimiz kıdem tazminatımıza el uzatttı sindik, yatak odamıza kadar girdi sustuk, arada bir efkar dağıtmak için içtiğimiz içkiyi de elimizden almaya çalıştı; biz ayran içmek istemiyoruz diyemedik. Derken üç beş ağaç dedi ve bardak taştı. Direniş ruhunun üzerindeki ölü toprağı kalktı, dayanışmayı, kolektif hareket etmeyi ve iyi bir şeyler başarmanın heyecanını yeniden öğrendik, birbirimizi çok sevdik. Ben de oradaydım çünkü onurlu bir tarihe tanıklık etmek ve özgürlüklerim için mücadelede yer almak istedim. Direniş boyunca içimden Gezi Parkı’na gelen herkese sarılmak, “yıllardır neredeydiniz” demek geçti. “Kimse sen nerelisin?, ırkın ne?, mezhebin ne?” diye sormadı. Çoğumuz belki de ilk kez güvenle birbirine sarıldı. Omuz omuza günlerce, haftalarca mücadele verdi. Evlerde hayattan bezmiş, bilgisayar başından kalkmayan, geleceğe dair hiçbir umudu olmayan, depresyon ilaçlarıyla ayakta duran birçok genç yaşamanın, haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkmanın sokağa çıkmakla, direnişle, dayanışmayla, mücadeleyle kazanılacağını anlayıp hayata yeniden tutundu. Zincirler kırıldı; özgürlükleri için mücadele eden, farklı renklere ve seslere omuz veren bir halk var artık. Bundan sonra da aynı coşku, direniş ve örgütlülükle hareket edeceğimize dair bir inanış. Zeynep Günay Gezi Direnişi, Margaret Thatcher’ın insanlığa kötü bir miras olarak bıraktığı ‘Başka Alternatif Yok’ (There is no alternative-TINA) sözünün, zihinlerde ve alanlarda reddi mirasını gerçekleştirdi. Bireye ve topluma sürekli hükmeden hegemonyaya karşı bu reddi mirasın bir parçası olan herkes oradaydı. Etienne de la Boetie’nin beş yüz yıl kadar önce; ‘Size bu şekilde hükmedenin de sadece iki gözü, sadece iki eli ve sadece bir tek vücudu var. Onu kentlerimizin sayısız, sıradan insanlarından farklı yapan şey, sizin ona kendinizi ezme kolaylığı sağlamanızdır. Eğer siz vermediyseniz, onca gözü nereden aldı? Eğer siz vermediyseniz size vuran onca ele nasıl sahip oldu?’ şeklinde tarif ettiği tahakküm ilişkileri 21. yüzyılda hala geçerliliğini koruyorken, Gezi Parkı bireylerin hem varlık sahnesine çıktığı öznel bir alana hem de mülkiyeti yok edip yerine ortak mülkiyeti koyan kolektif bir mücadele alanına dönüştü. İşte tam da bu nedenle olmamız gereken yerde, Gezi Direnişi’ndeydik. Vildan Tekin

4

SPOT

Gezi Parkı eylemleri, direniş refleksini yitirmiş bir toplumun yeniden dirilişidir! Türkiye halkları geçmişten bu yana elbetteki bir çok başkaldırının tarihsel tanıklığını üstlenmiştir. Ancak toplumun politikleşme sinyallerini verdiği her dönemde gerek silahlı güçlerce gerekse hükümet eliyle zor kullanılarak bu politizasyonun önüne geçilmiştir. İşte tam da “Nasıl bir ölü toprağıdır ki 30 yıldır bu halkın üzerinden kaldırılamayan?” sorusunu sorduğumuz günlerde “Gezi Direnişi” bir ses, bir nefes olup sokaklara, caddelere yayıldı. Yıllardır “Resmi İdeoloji”nin izlerini taşıyan insanların, oturmuş bir siyasi perspektifle sokağa çıkmasını beklemek gerçekçi olmaktan uzak olurdu. Bir direniş örülecekse kervan yolda düzülecekti. Ve öyle de oldu… Türkiye halkları eğrisiyle doğrusuyla, günahıyla sevabıyla bir biçimde sokağa çıkarak yaşamlarına iktidar eliyle uygulanan tüm müdahalelere karşı sesini yükseltmeye başladı. Olup bitenlere tanıklık edip de yaşananların gerisinde kalmak içimize sindirebileceğimiz bir şey olamazdı elbette. Şimdi ise yeni bir toplumsal kültürü örebilecek fırsatlar var elimizde. Kim bilir? Belki de başkaldırıyı, kardeşleşmeyi, birlikte mücadele etmeyi öğreniriz bu direnişten… Taylan Kesanbilici Üniversiteler, bilim üreten merkezler olmaktan çoktan çıkıp, AKP’lilerin eş-dost-akraba toplaşma yerleri haline gelmiş; ÖSYM sınavlarında yapılan hileler, failleri tarafından artık saklanma gereği duyulmayacak kadar olağanlaşmış; medya yenisiyle-eskisiyle AKP’nin huzurunda sıraya girmiş; yargı, yasaları bir kenara atıp siyasi iktidarın çıkarlarına göre karar vermeye başlamış; HES projeleriyle Türkiye’nin yerel hayatı hiç olmadığı kadar tehdit edilmiş; başta İstanbul olmak üzere birçok şehir, bütün kentsel ilkeler ayaklar altına alınarak pazarlanmaya hazırlanmış ve Türkiye’nin başbakanı “siz ne yaparsanız yapın biz kararımızı verdik, bu projeyi işleteceğiz” diyebilecek güce erişmişti. Gezi Parkı’na yönelik hukuksuz saldırı ve sonrasında gelişen söylem gerçekten işin rengini değiştirdi. Mesele artık tartışmasız bir şekilde haysiyet meselesiydi. İnsanlar ilk başta kendilerine, ardından yaşadıkları alanlara, toplaştıkları kamusal alanlara, şehirlerine, birlikte yaşadıkları insanlara, ağaçlara, hayvanlara saygılarını yitirmemek için sokağa çıktılar. Evet, bu iş üç-beş ağaç meselesi değil, onurlu insanların onursuzluğa karşı verdiği bir mücadeledir. Bu mücadelede yer almak da büyük bir onurdur. Emre Tansu Keten


İnsanın protestoyla asıl derdinin “içinde bulunduğu ânı kurtarmak” olduğunu söyleyen John Berger, bunun ise “içinde bulunulan zamanın kifayetsiz bir kurtarılışı” olduğunu belirtir. Yani Berger, ‘an’a ve bu an’ların nasıl tekrarlanabilir kılınacağına çeker dikkati; ‘insan bunun için protesto eder’ der. Biz de binlerce kişiyle beraber tam da bu nedenle Gezi Direnişi’ndeydik. Bir an’a tanık olmak için değil, ‘içinde bulunduğumuz ânı kurtarmak’ için bu isyanda yerimizi aldık. Çünkü içinde bulunduğum(uz) an’ın, aslında içine hapsolduğumuz bir zindandan öte bir şey olmadığının farkındaydık; iktidarın o iğrenç kibriyle dayatılan yasaklar, baskılar, inkarlar, asimilasyonlar, gasplar, talanlar, işgaller,… isyanımızın temel nedeniydi. Ben bir Kürt olarak, her Kürt gibi henüz doğumumda başlayan isyanımı Gezi’yle sürdürmek için oradaydım. Ve elbet isyanım yine devlete ve onun talancı kurumları ile mekanizmalarınaydı. Gezi’nin en mühim hadisesi ise kuşkusuz ulus-devletin mimarlarının da -farkında olarak ya da olmayarak- AKP iktidarı nezdinde ‘devlet’e ve kurumlarına isyan ediyor oluşuydu. Tam da bu tarihsel kırılma an’ıyla kesişmek için oradaydık. Gerçekten de ‘bunun daha başlangıç olması ve mücadeleye devam edilmesi’ tek temennimiz. Zaten önemli olan da bu an’ları daimileşmesi… Bekir Avcı Mevcut iktidarın kendi etiği ve ideolojisi açısından karşısında bulunan toplumdaki hiçbir yaşamsal öğeye, muhalefete, öteki olan yaşam biçimine saygı duymamasından ve herhangi bir yasa, mahkeme kararı çıksa dahi kendi fikrini dayatacağını ve hayata geçirecebileceğini zannetmesinden dolayı Gezi’deydim. Gezi parkına yapılması planlanan avm bozuntusu kışlaya karşıydık. Çünkü sermaye sınıfının gölgesini hissetmeye başkaldırıyorduk. Sermaye sınıfının, burjuva partilerinin ve devletin tüm aygıtlarıyla aşıladığı militarizmi ve avm kültürünü ne Taksim’de, ne de hiçbir yerde istiyorduk. Taksim meydanının toplumdaki bir çok kesimin ulaşabildiği bir yapıya sahip oluşundan, kitlelerin yaşam alanı üretebildiği ve onbinlerin, yüzbinlerin sesini çıkarabildiği bir alan olarak kalmasını istiyordum. Her türlü basın açıklamasına, 1 Mayıs’lara ve sol, sosyalist, devrimci parti ve örgütlere gün aşırı polis müdehalesinin olmasını reddediyordum. Gezi direnişi sırasında olayların,barikatların kurulduğu ilk günler bazı burjuva partileri tarafından desteklenilmiş ve sahiplenilmişti ancak bu partiler sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde konumlandıkları için kitlelerin neler yapabileceğini ve olayın nereye varacağını kestirememekle beraber yine yeniden düzenin yanında konumlandılar. Belki de darbe sonrası üzerindeki toprağı böyle bir direnişle ilk defa atan bir kitleydik. Mücadele etmeyi,devletin aygıtına karşı barikat kurmayı öğrendik .Umarım bu daha başlangıç olur, mücadele azmi içerisindeki herkese selam olsun. Miray Özturan

Ülkedeki ekonomik ve siyasal gündemi ve yaşadığım kentteki değişimleri hava durumu izler gibi takip etmeye başladığımı fark ettiğim için sokaktaydım. Nasıl ki hava olayları insani-toplumsal denetime, iradeye tabi olmadan gerçekleşiyorsa, gündelik yaşamımı, özgürlüklerimi, geleceğimi, eğitim, sağlık ve kent hakkımı doğrudan etkileyen kararlar, uygulamalar ve hukuksal düzenlemeler de ülkede çoktandır aynı pervasızlıkla gerçekleştiriliyordu. Tüm gündem ve tüm önemli kararlar, karşı geldiğinizde sizi darbeci zihniyetin tezahürü, dış güçlerin maşası olmakla suçlayan, çivisi çıkmış bir yargının eline teslim etmekle, polisle, copla biber gazıyla tehdit eden ‘kutsal baba’nın iradesince belirleniyordu. Gezi parkı eylemleri başladığında, yurttaş olarak kendi demokratik irademi yansıtabileceğim, giderek tüm hayatı kuşatmaya başlayan bu belirlenmişlikten kurtulabileceğim en doğru kanalın açıldığı, en doğru zamanın geldiği kanaatindeydim. Sokağa çıktığımda yüzbinlerce insanın da benimle aynı fikirde olduğunu gördüm ve bir daha eve girmedim. Medya, siyaset, sermaye, meclis, yargı, polis, asker ve daha pek çok başat kuruma karşı zaten uzun süredir yoğun bir güvensizlik beslediğim için eylemlere katıldım. Tabii ki eylem süreci söz konusu güvensizliği daha da arttırdı ve bu tutumun sağlamasını yapmama imkan tanıdı. Birebir şahit olduğum gerçekleri saptıran, görmeyen ve ağzından yalandan başka hiçbir şey çıkmayan medya ve siyasilerle, siyasi talimatları uygulayarak cadı avına çıkan yargıyla, halkı değil muktedirleri koruyan, inşaat bekçiliği yapan, güvenlik sorununu bizzat kendisi yaratan güvenlik güçleriyle karşı karşıya gelmek, günümüz ekonomik sisteminin ve parlamenter demokratik rejimin üzerinde temellendiği yeterince sorgulanmamış meşruiyet alanını yeniden gözden geçirmenin ve daha radikal alternatiflere yönelik arayışların ilhamını verdi. Ne yalan söyleyeyim, biraz da doksanlarda çocukluğunu yaşayan bizim kuşağın namını kurtarmak için eylemlere katıldım. Bizi apolitik kuşak ve bilgisayar başından kalmayan gençlik olarak ‘tag’leyen yaşlıların, gösterdiğimiz cesaret ve tüm yerleşik kalıpları sarsan yaratıcılık karşısında yaşadığı şaşkınlığı görmek gerçekten keyif vericiydi. Umur Bedir

Yıllar evvel izlediğim Dondurmam Gaymak filminde dondurma tekellerine karşı mücadele eden dondurma üreticisi Ege’li amcanın haykırışıydı “bir cinnet her şeyi çözer” sözü. Bugün halkın bir çok kesiminin yıllardır uğradığı baskılara karşı, bir cinnet geçirme halini gördük gezi parkına yapılan şafak operasyonu sonrası. Bir cinnet her şeyi çözer diyerek, aile boyu 31 Mayıs günü itibariyle ağaçlarımıza, yaşam alanlarımıza ve yaşam tarzımıza müdahale edilmesine karşı sokaklara çıktık. Gaz yedik, tazyikli su yedik, plastik mermi yedik ama yılmadık daha da güçlü çıktık bir sonraki gün düşmanın karşısında. Sokakta olduğumuz her günün bizi daha özgür, daha cesur yaptığını gördük. Bencil, asosyal, apolitik denilen 90 kuşağı, birlikte yaşamanın, paylaşımın, dayanışmanın ne demek olduğunu yıllarca kendilerini eleştirenlere göstermiş oldu. Sokakta mücadelenin ve direnişin hazzını alan bizler, bundan sonra sokakların ve alanların boş bırakılmayacağının mesajını verdik diye düşünüyorum. Umarım “mesajı aldık” diyen AKP doğru mesajı almıştır. Özenç Kurt

SPOT

5


Gezi terör örgütü ve felce uğrayan devlet aklı “Muazzam bir kitlenin Gezi Parkı’na aktığını gördük. Semtte yaşayanlar destek verdi, yoldan geçen otomobiller korna çalarak desteklerini gösterdi. İETT şoförleri bile korna çaldı. İçerdeki yolcular zaten alkışlıyordu. Hepimiz sokaklardaydık ve bir coşku hali vardı. (...) Taksim dayanışması ve soldan kişilerin dışında da insanlar gelmeye başladı. Kendilerine dayatılan baskı rejiminden hoşnut olmayan insanlar, milliyetçisi, ulusalcısı... Ama en önemlisi büyük bir gençlik kesimi ve taraftar grupları, özellikle de Çarşı belirleyici oldu. İnanılmaz bir dayanışma içindeydi insanlar. (…) İnsanlar sürekli sokaklarda, neresinden tutarlarsa, nerede durabilirlerse, orada varolmaya çalışıyordu. Herkeste bir şok hali vardı, bu kadar insanın nereden çıktığını anlama çabası vardı. (…) Korku eşiği aşılmıştı. Binlerce insan gelmeye devam etti. Gümüşsuyu’nda, Harbiye’de çatışmalar tam gaz devam ediyordu. Dört bir yandan insanlar akın ediyordu. (…) Akşam yediye doğru Sıraselviler’e indim ve inanılmaz bir sahneyle karşılaştım. Halk sokağa inmişti. Taksim’de yaşayanlar, Cihangir’de oturanlar, taraftar grupları ile Sıraselviler’de müthiş bir topluluk olduk. Tam bir halk ayaklanması ve dayanışması! (…) Polisin anlamsız şiddetinin dozu Taksim’de ve İstiklal Caddesi’nin çevre sokaklarında artarken, bölgeye gelenlerin sayısı azalmıyor, artıyordu. İstanbul’da ulaşım hakkı engellenen Kadıköylüler dâhil tüm ilçeler, tamamen gaz bulutu altında kalan Taksime yürüyordu. Geceyarısı İstanbul’un bazı semtlerinde evlerden tencere tava sesleri yükselmeye başlarken, Çarşı’nın çağrısı üzerine bütün futbol taraftarları biraraya geliyordu.”(1) *** 31 Mayıs günü öğle saatlerinde, İstiklal Caddesi’nde süren birkaç saatlik kovalamacanın ardından, koca yürekli arkadaşım Kerem Can’ın Balmumcu’da kalp krizinden –27 Mayıs’tan beri yaşanan polis zulmünün onun yorgun kalbini daha da sıkıştırdığından kuşkum yok– hayatını kaybettiğini öğrenmenin de şokuyla, başka bir arkadaşımın çalıştığı sanat galerisine sığınmıştım. Balkonundan gördüğüm manzara muazzamdı: Atılan biber gazları ve sıkılan tazyikli su yüz kişilik bir direnişçi grubunu dağıtıp caddeyi boşaltıyorsa, on dakika sonra dağılan grup bu kez beş yüz kişi olarak caddeye çıkıyordu. Sonra yine

6

SPOT

polis saldırısı, cadde boşalıyor, sonrasında bin kişi, sonra iki bin, ardından beş bin. Ben de tekrar kitleye katıldım ve gecesinde artık yüz binler olduk. Yalnız Taksim’de değil, Beşiktaş’ta, Şişli’de, Kadıkıöy’de, Gazi’de, Kocaeli’de, İzmir’de, Ankara’da, Antakya’da, Adana’da, Gezi Parkı’nın yok edilmek istenen yetmiş küsür yıllık ağaçlarının ve polis şiddeti mağdurlarının çığlığının ulaşabildiği vicdanlar sokakları doldurmuştu. Birarada, omuz omuza olmanın, dayanışmanın coşkusu bizi bu korkunç saldırıya karşı daha da cesaretlendirirken herkes birbirine aynı soruyu soruyordu: Nereden çıktı bu kadar insan? Aynı saatlerde “tasmalı medya” tasması henüz salınmadığı için olanları görmezken, yurttaşlar bir Norveç televizyonundan gösterileri takip ediyordu. Direnişçiler Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım ağlarında haberleşiyor, toplanma yerleri, tıbbi yardım talepleri, sığınılacak mekânlar bu ortamlarda duyuruluyordu. Livestream ve Ustream gibi canlı etkinlik paylaşım ağları aracılığıyla ise sokak sokak, meydan meydan tüm gösteriler ve polis şiddeti direnişçiler tarafından yayınlanıyordu. Etkileşimli çevrimiçi haritalarda polis saldırısının yaşandığı sokaklar, caddeler anbean işaretlenerek direnişçiler bilgilendiriliyordu. Olası internet kesintilerine karşı uluslararası hacker grupları VPN bağlantıları paylaşıyor, olay yerlerindeki mekânlar Wi-Fi bağlantılarını şifrelerini kaldırarak direnişçilerin kullanımına sunuyordu. 2011’de Kuzey Afrika’nın kavurucu sıcağında mazlum Arap halkının yüreğini ferahlatan Arap Baharı’na da sosyal paylaşım ağlarının yoğun kullanımı damgasını vurmuş, yıkılmanın eşiğindeki diktatörlükler internete ve cep telefonu şebekeleri-

ne müdahalede bulunmuş, halkların yoksulluğa, yolsuzluklara ve diktatörlüğe karşı başkaldırısı, kullandıkları iletişim ortamlarına ithafen Facebook ya da Twitter devrimi olarak adlandırılmaya çalışılmıştı. Ama Julian Assange’ın dediği gibi, “Mısır’da olanlar Twitter Devrimi filan değildi, Fransız İhtilali’nin bir baskı makinesi ve politik el ilanları devrimi olmadığı gibi; ama her ikisi de, mevcut teknolojiyi kullanarak düşüncelerini ve bilgilerini paylaşan ve kendilerini kamusal alanda ifade eden halkın devrimlerini temsil ediyordu”. (2) İki yıl sonra Türkiye’de “tarihi yaşayarak yazarken” de işin böyle olmadığı, iktidarın iletişim araçları üzerindeki hegemonyasının halk tarafından alternatif ortamlar olan sosyal ağlar aracılığıyla kırıldığı görüldü. Devletin bu ortamlara müdahale girişimi ise gecikmedi. Yetkililerin Facebook ve Twitter’dan kullanıcı bilgilerini talep ettiği öğrenildi. Talepler reddedilince bu ortamlar vergi cezalarıyla tehdit edildi. Çeşitli illerde yapılan operasyonlarda sosyal ağ kullanıcıları gözaltına alındı. Bu başarısız olmaya mahkûm girişimlere halkın tepkisi yine internet aracılığıyla örgütlenerek protesto gösterileri düzenlemek oldu. İnternetin getirdiği en önemli organizasyon özellikleri gayrimerkezi yapısı, yatay koordinasyon özelliği ve bunların sağladığı derin katılım imkânlarıdır. Karakteristik özellikleri, temel yapısını oluşturan ağ mantığından dolayı küresel, merkeziyetçiolmayan, açık, sınırsız, etkileşimli, kullanıcı denetimli ve altyapıdan bağımsız gibi ifadelerle anlatılabilir. İnternet, milyonlarca enformasyon kaynağına anında erişim imkânı sunmakta, özellikle merkeziyetçi olmayan bir biçimde tasarlanmış olduğu için coğrafi sınırları etkisiz kılmakta, do-


ise gösterilerin yönlendi”...liderlik ve biçimsel örgütlenmenin yokricisi olarak küresel faiz luğu, şimdi önemli bir değer haline gelmişlobisini işaret ediyordu. Ertem’e göre Türkiye’nin ti. Kaotik gruplar yerleşik gruplara meydan ekonomik büyümesini okuyor ve onları bozguna uğratıyordu. Oyuçekemeyen finans olinun kuralları değişmişti.” garşisi iç mihrakların da desteğiyle bir iç kalkışma şarısıix adlı kitaplarında belirttikleri üzere sonucunda 28 Şubat benzeri postmodern bir darbe için son kozları- “Bu gösterilerin sorumlusu kim?” diye soruyordu. Ama ortada hiyerarşi diye bir şey nı oynuyordu.vii Faiz lobisi söylemini kamuoyu karşısında bulunmadığı gibi bu durum düzensizliğe aynen devralan devlet öncelikle, işaret edi- ve kaosa da yol açmıyordu. “Geleneksel len sermaye çevrelerinin aksine sosyalistler liderlik mekanizmasının yokluğu, endüstarasında cadı avı başlattı. Direniş esnasın- riyi ve toplumu ters yüz eden güçlü grupda gözaltına alınarak izinsiz gösteri ve poli- ların yükselmesine yol açmıştı. Binlerce yılse mukavemet gibi gerekçelerle tutuklanan dır uyuyan gayrimerkezileşmenin gücünü direnişçiler ve şafak operasyonlarıyla evle- internet serbest bırakmıştı ve birbirimizle ri basılarak gözaltına alınan, direnişte bir kurduğumuz ilişkileri belirleyerek dünya fiil yer almış sosyalist parti üyeleri ve dergi politikasını etkilemekteydi. Bir zamanlar çevrelerinin yanısıra, direnişin asıl lideri zayıflık olduğu düşünülen bu yapı, liderlik bulunmuştu: Taksim Dayanışması. Bölge- ve biçimsel örgütlenmenin yokluğu, şimdi de kentsel dönüşüm adıyla yürütülen rant önemli bir değer haline gelmişti. Kaotik çalışmalarına itirazı olan meslek odaları ta- gruplar yerleşik gruplara meydan okuyor rafından kurulan, sonrasında birçok sendi- ve onları bozguna uğratıyordu. Oyunun ka, siyasi parti ve derneğin katılımıyla bü- kuralları değişmişti.”(10) Merkezileşmiş bir hayvan olan örümceyüyen dayanışma, Gezi Parkı’nın yıkımına karşı ilk günden itibaren direnmiş, yaptığı ğin bacakları gövdesinden uzar, kollarını eylemler, basın açıklamaları ve çağrılarla kesildiğinde ölmez, gücü zayıflar, ama başı koparılırsa ölür. Gayrimerkezi bir hayvan olan denizyıldızının ise temel organları her bir kolda tekrarlanır; kopartabilecek bir başı olmadığı gibi, kolları kesilmeye başlandığında çoğalır ve daha güçlü hale gelir. Bu yüzden bir denizyıldızına örümcek muamelesi yapmak ölümcül bir hatadır.xi Gezi direnişi, kolları başat iletişim ortamı olan internet ağlarıyla Türkiye’nin her bir köşesine uzanan bir denizyıldızı ve devlet ona örümcek muamelesi yaparak kendisi için en ölümcül hatayı işliyor. Polis şiddeti sokağa çıkan kalabalıkları dağıtmak yerine Gezi Parkı direnişinin meşru temsilcilerin- daha da artırıyor; katledilen direnişçilerin den biri olmuştu. Meselenin çözümüne iliş- acısı cesaret veriyor; gözaltına alınarak, tukin başbakanla yürütülen görüşmelere de tuklanarak tutsak edilenlerin misliyle yurtkatılan dayanışma üyeleri, İstanbul valisi taş meydanları doldurmaya devam ediyor. ve belediye başkanı tarafından resmen açıl- Devletin felce uğrayan aklı, bu yaşlı örümdığı gün Gezi Parkı’na girmek istedikleri ceğin kollarını birer birer gövdesinden ayıiçin gözaltına alındılar. Gözaltı sebebi yine rıyor. izinsiz gösteri ve polise mukavemet olsa da savcılığın talebiyle evleri arandı, eşyaları1 Express, 2013 Haziran-Temmuz, Sayı 136 na el konuldu, ek gözaltı süreleriyle gün2 Assange, J. (2011). Julian Assange: Onaylerce tutsak edildiler. Mahkemeye sunulan emniyet fezlekesinde dayanışma, Twitter, lanmamış Otobiyografi. İstanbul: Alfa. 3 Uçkan, Ö., & Ertem, C. (2011). Wikileaks: Facebook ve internet sitesi üzerinden halkı sokağa dökmekle, Gezi Parkı’nı işgal edip Yeni Dünya Düzenine Hoşgeldiniz. İstanbul: kamusal alan olarak kullanılmasının önüne Etkileşim. 4 Uçkan, Ö., & Ertem, C. age. geçmekle, polisi kötülemekle, esnafı maddi 5 http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/houszarar uğratmakla ve yaralamalara neden olmakla suçlandı.viii Finans oligarşisi ve tondan-olum-emri-06.06.2013-529835 6 http://www.ahaber.com.tr/webtv/videoizle/ küresel faiz lobisinin yönlendirdiği Gezi Terör Örgütü’nün liderliği bir grup mimar, gezinin-ardindaki-orgut-otpor 7 http://haber.stargazete.com/yazar/finansşehir plancısı ve sendikacı olarak ilan ediloligarsisinin-hortumunu-kesince-ne-olur/yazimek isteniyordu. Oysa Taksim Dayanışması Gezi Parkı 759163 8 http://www.radikal.com.tr/turkiye/taksim_ direnişinin lideri değil bir sembolüydü. Tıpkı kırmızılı kadın gibi; Lobna Allami, dayanismasi_yasa_disi_orgut_oldu-1141348 9 Brafman, O., & Rod, A. B. (2006). The StarSırrı Süreyya Önder gibi; Gümüşsuyu bafish and the Spider: The Unstoppable Power of rikatları, Bezmiâlem Valide Sultan Camisi, POMA gibi. Devlet, Ori Brafman ve Rod A. Leaderless Organizations. Penguin. 10 aktaran Uçkan, Ö., & Ertem, C. age. Beckstrom’un Deniz Yıldızı ve Örümcek: 11 Uçkan, Ö., & Ertem, C. age. Lidersiz Organizasyonların Önlenemez Ba-

SPOT

7

Behlül Çalışkan

layısıyla da hükümetlerin denetimini güçleştirmektedir. Görece kolay ve ucuz erişim imkânı taşımakta, sınırsız enformasyon barındırma potansiyeli bulunmakta, tüm kullanıcıların enformasyon almak kadar iletmesine de izin vererek etkileşim boyutunu güçlendirmekte, yine etkileşim imkânı sayesinde kullanıcıların başka iletişim ortamlarına kıyasla çok daha fazla denetim sahibi olmalarını sağlamakta, belirli bir teknik altyapıdan ya da iletişim platformundan bağımsız olarak işlevini yürütebilmektedir.iii İnterneti meydana getiren ağlar kendini örgütleyen, dolayısıyla otonom ve özyönetime sahip, kendi politikalarını ve çevre ilişkilerini kendileri oluşturma eğiliminde olan, örgütlenmeler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisiyle karakterize edilen yapılanmalardır. Bu temel özellikleriyle ağlar, bürokrasi tarzı hiyerarşik örgütlenmelere alternatif oluşturan bir sosyal koordinasyon biçimidir ve yeni bir yönetsel model olarak “lidersiz organizasyonları” haber vermektedir. Bir ağa bir düğüm eklendiğinde veya bir ağdan bir düğüm çıkarıldığında, artık o ağın işlevi değişmiştir. Düğümler aktörler olarak davranır, ağın değeri ona bağlı düğümlerin sayısı oranında üstel olarak artar, tüm düğümleri ortadan kaldırmadıkça ağı “kapatmak” imkânsızdır. Ağ, merkezi olarak yönetilemez, aynı şekilde merkezi olarak kontrol de edilemez.iv 100 yıla yaklaşan devlet aklına göre, merkeziyetçi, sevk ve idareye dayanan bir örgütlenme olmayan, lidersiz bir organizma olan Gezi direnişinin bir lideri olmalıydı. Liderliğin aldığı kararlar, emirler, enformasyon ve dezenformasyonlar sosyal paylaşım ağları aracılığıyla marjinal gruplara ulaştırılıyor, onlar da “samimi çevreciler”i örgütün amaçları doğrultusunda yönlendiriyordu. Direniş boyunca yaptığı haberlerle gazeteciliğin yüzkarası Yeni Akit’i kıskandıran Yeni Şafak gazetesine göre “kitleleri eşzamanlı olarak yönlendiren marjinal gruplar, anlık iletişim için telsiz mantığıyla çalışan ‘Zello’ uygulamasıyla ABD’deki bir adresten emir alıyorlar ve bu provokatörler, eylem için meydana inenlere ‘Ölseniz de çekilmeyin, bir şey yapamazlar. Dağılmayacaksınız!’ şeklinde talimat gönderiyorlardı.”v Başbakanın damadının CEO’luğunu yaptığı Çalık Holding’e bağlı Turkuvaz Medya Grubu’ndan A Haber ise büyük bir habercilik başarısına imza atarak Gezi direnişinin ardındaki örgütü bulmuştu: OTPOR.vi CIA destekli, Sırbistan menşeili bu örgüt, sosyal medyayı kullanarak birçok ülkede sivil darbeler gerçekleştirmekte uzmanlaşmıştı. Kafkasya’daki turuncu devrimlerden Occupy Wall Street hareketine ve Arap Baharı’na kadar tüm toplumsal kalkışmalar bu örgütün düğmeye basmasıyla gerçekleşiyordu. Aynı senaryo Türkiye’de de sahneye konularak, başarısızlıkla sonuçlanan ODTÜ öğrenci gösterilerinin ardından Gezi direnişi başlatılmıştı. Gayrimerkezi ağ örgütlenmelerine ilişkin yukarıdaki satırların, Türkiye’de hacktivizm üzerine yapmış olduğu çalışmalarla bilinen akademisyen Özgür Uçkan’la birlikte yazarı olan Cemil Ertem


‘Katip Bartleby’nin askerleriyiz’ Gezi Parkı’nda bir yanda ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ sloganları atılırken aynı anda ‘orantısız zekâ’nın ürünü ‘Mustafa Keser’in askerleriyiz’ yazılamaları gözüme ilişiyor. Üzerine bir de sosyal medyadan Emrah Serbes’in ‘Turgut Uyar’ın askerleriyiz’ açıklamasını okuyunca duramam artık diyorum, mademki ille birinin askeri olunacak Bartleby’den iyisini mi bulacağım? Yine de bu sloganımı kendime saklamaya karar veriyorum, belki de yandaş bulamayacağımı düşünmemin verdiği çekingenlikle. Yavaş yavaş kütüphanenin olduğu tarafa doğru yürüyorum Bartleby’yi orada bulmak umuduyla. İç sesimdeyse hep aynı slogan; ‘Katip Bartleby’nin askerleriyiz!’ Kuşkusuz ki; Katip Bartleby bu sloganımı duysa ‘askerim olmamanızı tercih ederim’ diye yanıt verirdi bana. Katip Bartleby, Herman Melville’nin 1853 yılında yazmış olduğu ‘Bartleby, the Scrivener’ öyküsünün baş karakteridir. Bartleby, çokları gibi bir öykü kahramanı değil, yalnızca ‘karakteridir.’ Çünkü O’nun kahraman olmak gibi bir derdi yoktur. Katip Bartleby o meşhur ‘yapmamayı tercih ederim’ cümlesiyle kendi varoluş biçimini ortaya koyar. Bartleby, Wall Street’in ilk işgalcisidir. Yükselen borsa uygarlığının merkezi, şaşalı ve bir o kadar soğuk duvarlı Wall Street’de çalışmaya başladığı avukatlık bürosunda birdenbire kendisine verilen emirleri ‘yapmamayı tercih eder.’ Sonrasında sadece ihtiyacı olan şeylerle, örneğin; bir minder, bir battaniye, bir sabun, lime lime bir havlu, biraz çörek ve bir parça peynir ile büroyu kendi yaşam alanına çevirir Katip Bartleby. Ve büroyu boşaltması istendiğinde ‘çıkmamayı tercih ederim’ diyerek sergilediği pasif direnişe büro sahibi daha fazla dayanamaz, en nihayetinde de iş yerini bir ‘işgalciye’ terk ederek başka bir büroya taşınır. Kaya Genç, kitaba yazdığı ön sözde; ‘Tek bir dilsel tercih yapmamayı tercih ediş, tek bir ifade, tek bir üç kelime, efendi-köle ikili karşıtlığı üzerine kurulu sistemi yıkabilir. Bu yüzden bu ikiliğin doğallığı, tarihsizliği her sabah yeniden üretilmeli’ der. Gezi Parkı’nda bana Katip Bartleby’yi düşündüren de Genç’in tarif ettiği ‘her sabah yeniden üretimin’ kitap sayfalarından çıkıp hayatın içinde vuku bulması. ‘Efendi’ tarafından Gezi Parkı’nı işgal eden ‘köleler’ olarak görülen insanlar giderek çoğaldılar ve birdenbire Katip Bartleby gibi ‘çıkmamayı tercih ederiz’ dediler. Kuşkusuz bu ‘birdenbirelik’ halinin arkasında devrimci yapıların mücadele geçmişinin ve -Mu-

rathan Mungan’ın tanımıyla- İstanbul’un Kürt halkından serhildanı öğrenmiş olmasının payı büyük. Ancak nasıl ki Melville, Katip Bartleby’nin geçmişini okuyucunun hayal gücüne bırakarak Bartleby’nin ‘yapmamayı tercih ederim’ cümlesini kurduğu ana taşıyorsa bizi, isyana dönüşen bu direnişte de anın kendine odaklandığımızda Bartleby’ninkine benzer bir sivil itaatsizlik örneği çıkıyor karşımıza. Özellikle her daim apolitikliğinden şikayet edilen ve ‘bunlar bilgisayar başından kalkıp mutfaktan bir bardak su bile alamaz’ denilen 90 kuşağının tıpkı Bartleby’ninki gibi bir pasif direnişle Taksim’i kendileri için yaşam alanı ilan etmesi dikkate değer. Bu noktadan hareketle bir eylem biçimi olarak ‘sivil itaatsizlik’ kavramı yeniden tartışılmayı hak ediyor. Kavram ilk olarak, 1846 yılında Amerika’da bir vergi memurunun, Henry David Thoreau’dan dört yıldır ödemediği kelle vergisini(poll tax) istemesiyle ortaya çıkmıştır. Thoreau vergiyi ödemeyi ilkesel nedenlerle reddeder ve bu nedenle bir gece kasaba hapishanesinde tutulur. Bu pasif direnişin henüz adını koymamış olsa da Henry David Thoreau için yaptığı eylem bir sivil itaatsizlik deneyidir. Daha sonra Thoreau bu deneyimini kavramsallaştırmış ve sivil itaatsizliği şöyle tanımlamıştır: Yönetim siyasetinin ya da yasaların değişmesini isteyen, aleni, şiddetsiz, vicdani, fakat aynı zamanda siyasi olan, yasa dışı bir eylem. Bu tanımdan yola çıkarak daha sonra yapılan bütün tanımlarda sivil itaatsizlik eyleminin taşıdığı unsurlar; yasaya aykırı ancak meşru bir eylem olma, şiddet içermeme, kamuya açık, aleni bir eylem olma ve çiğnenen hukuk normunun yaptırımına katlanma şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Sivil itaatsizlik eylemi, meşru olanın neden yasal olmadığını sorarken diğer yandan yaptırımlar karşısında eylemin inkar edilmemesi unsuruna önem atfeder. Sivil itaatsizlik denilince Gandhi ile birlikte akla gelen ilk isimlerden biri olan Martin Luter King, 1963 yılında Birmingham Hapishanesi’nden bir rahip dostuna yazdığı mektupta, sivil itaatsizlik Mesele yalnızca ‘üç-beş ağacı koruma’ eylemi için önemli dört temel adımdan bahseder. Bu dört meselesi olmasa da her şeyi başlatan temel adım; adaletsizlikleri Gezi Parkı’ndaki bu ‘üç-beş ağaç’tır aslın- devam ettirmek değil keyfilikleri sona erdirmek, müzakere da. yapmak, tartışmak, kendini

8

SPOT

eğitmek ve doğrudan harekettir. Gezi Parkı eylemlerinin bu dört temel adımı içinde barındırdığını söylemek yanlış olmayacaktır. ‘Sivil İtaatsizlik’ adlı kitabında Hayrettin Ökçesiz, çeşitli ülkelerde gerçekleştirilmiş olan sivil itaatsizlik eylemlerinde kullanılan yöntemlere yer verir. Bu yöntemlerin arasında yer alan; oturma, işgal, genel greve çağrı, imza toplama, yayınla kendini ihbar, çadır kurma, barış kampları kurma, ağaçların kesilmesini engelleme, ağaçlara sarılma yöntemleri Gezi Parkı eylemlerinde de kullanılan sivil itaatsizlik yöntemlerinden. Mesele yalnızca ‘üç-beş ağacı koruma’ meselesi olmasa da her şeyi başlatan Gezi Parkı’ndaki bu ‘üç-beş ağaç’tır aslında. Çevreci bir grubun Gezi Parkı’na çadır kurarak nöbet tutup ağaçları korumak istemesi karşısında maruz kaldığı polis şiddeti isyanın fitilini ateşleyen unsur olmuştur. Bu noktadan sonra mesele artık kamusal alana sahip çıkma, iktidar mekanizmasının hayatın her alanına müdahalesine karşı çıkma, alkol, kürtaj yasakları, kentsel dönüşüm, HES’ler ve daha nice konuda birikmiş öfkenin dışavurumu şekline dönüşmüştür. Korku eşiği aşılmış ve daha önce politik bir duruş sergilemeyen ‘yurttaşlar’ kendi yaşamları ve yaşam alanları hakkında söz sahibi olduklarının farkına varmıştır. Dünyada sivil itaatsizlik örneklerine baktığımızda yine ‘üç-beş ağaç’ meselesi yüzünden başlayan eylemlere rastlamak mümkün. Örnekse; Almanya’da 1975 yılında atom enerjisi santrali kurma gerekçesiyle ormandan yer açma çalışmalarının engellenmesi için Whyl’de ilk alan işgali gerçekleşmiştir. Tıpkı Gezi Parkı’nda olduğu gibi Whyl’de farklı sosyal sınıfları ve kimlikleri temsil eden, farklı ideolojik gruplardan insanlar yan yana ağaçların kesilmesine ve nükleer santrale karşı birlik oluşturmuşlardı. Sonuçta sivil itaatsizlik eylemleri galip gelmiş ve hükümet santral kurmaktan vazgeçmişti. Ya da Avusturya’da 1983 yılında liman yapımı için gerekli ağaç kesimini engellemek adına insanların ağaçlara sarılması çevre odaklı sivil itaatsizlik eylemlerinin örneklerindendir. İşte tüm bu sivil itaatsizlik yöntemleri Gezi Parkı’nda da pratiğe dökülmüş ve Katip Bartleby gibi pek çok insan yaşam alanları olarak kabul ettikleri Gezi Parkı’nda ağaçlara sarılarak buradan ‘çıkmamayı tercih etmiştir.’ Katip Bartleby’yi tanımayanlar sonunda O’na ne olduğunu merak edebilir. Bartleby, Wall Street’deki bürodan polis zoruyla çıkarılıp hapse gönderildiğinde sivil itaatsizliğine devam eder ve ‘yememeyi tercih ederim’ diyerek açlık grevine başlar. Sonrası, kimilerince Bartleby’nin özgürlüğünü bir başkasına bırakmayıp kendi eliyle sonlandırması, kimilerince


David Thoreau’ya bırakmakta fayda var. ‘Haksız bir takım yasalar vardır. Onlara boyun eğmekle yetinelim mi? Yoksa onları değiştirmeye mi çalışalım? İnsanlar böyle bir durum karşısında genel olarak şöyle düşünürler: Yasaların değiştirilmesi fikrine çoğunluğun katılmasına kadar bekleyelim. Yasaya karşı gelirsek, ortaya çıkan sonuç, düşünülen yarardan daha tehlikeli olabilir. …Ben şunu bilir, şunu söylerim; bir tek namuslu insan, Massachussets Eyaletinde köle kullanmaktan vazgeçse ve bu nedenle hapse atılsaydı; Amerika’da köleliğin köküne çoktan kibrit suyu dökülmüş olurdu. Atılan adım ne denli küçük olursa olsun, bir kere bir iş iyi yapıldı mı, dünya durdukça yapılmış demektir.’ Atılan adım ne denli küçük olursa olsun, bir kere bir iş iyi yapıldı mı, dünya durdukça yapılmış demektir…

Kaynakça Melville, Herman; Katip Bartleby, çev. Kaya Genç, Helikopter Yayınları,İstanbul 2010 Ökçesiz, Hayrettin; Sivil İtaatsizlik, Afa Yayınları, İstanbul 1994, akt. Murat Aksoy,;Sivil İtaatsizlik, Kavram Sözlüğü II Söylem ve Gerçek, sf. 513-527, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Basın Yayın, Ankara 2006 Thoreau, Henry David; Haksız Yönetime Karşı, İstanbul 1968, akt. Murat Aksoy; Sivil İtaatsizlik, Kavram Sözlüğü II Söylem ve Gerçek, sf. 513-527, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Basın Yayın, Ankara 2006 Almanya’da Nükleer Enerjiden Vazgeçiş; http://www.ankara.diplo.de/Vertretung/ankara/tr/03__Presse/Medienseminar/dehmer.html

SPOT

9

Vildan Tekin

ise yeni bir özgürlük alanı olarak ölümün ‘tercih edilmesi.’ Ama her iki durumda da mutsuz, umutsuz bir son değil, tercih edilmiş bir son… Gezi Parkı direnişinin/isyanının Katip Bartleby’ninki gibi bir son ‘tercih etmeyeceği’ açık. Hem söz konusu ‘tercih etmeme’ durumunun bireysel olandan çıkıp kolektif bir ‘tercih etmeme’ durumuna dönüşmesi hem de Bartleby’ninkilerin dışında isyanın kendi dinamiğinde yaşamsal amaçlar edinmesi böylesi bir sonu hiçleştirmiş oluyor. Bu direnişten/isyandan bir devrim bekleyenler olduğu kadar ‘ne de olsa sönümlenip gidecek ve sonra hiçbir şey olmamış gibi hayat devam edecek’ diye küçümseyenlerin de varlığı mevcut. Gezi Parkı direnişinin/isyanının sonu nereye varır? Sorunun cevabı için son sözü yine sivil itaatsizlik kavramını ilk kullanan Henry


Ankara’nın en uzun haziranı I. Her söz eksiktir. Yazılan hiçbir şeyin yerini tutamayacağı o büyük öykü. Bizim haziranımız. Hayatın kırıldığı fay, ömürlerimizin depremi, isyandan insana yürüdüğümüz delirtici yolculuk. Bitmeyen ve asla bitmeyecek olan o kadim yürüyüş.

barikata. Yozgatlı, Çorumlu kenar mahalle çocukları sımsıkı tutuyor direnen kardeşlerin ellerini. Pazar gece… Revirler basıldı. Halkın üzerine araçlar sürüldü. Akreplerden yakın mesafe atışlarıyla halka kast eden üniformalılar.

II. Mayısın son gecesini not düştüler. Ankara Metin Hoca için salladığı gövdesini bir daha dikleştirdi. Mayısın 31. gününde İstanbul sokaklarında 30 saattir barikat başlarında olan on binlerce kardeş için yola çıktı kafile. Ankara’nın sokakları değişti. Cuma sabaha değin süren o ısrar ve cesaret… 1 Haziran’ı hayata armağan etti.

VII. Tuzluçayır ile Oran arasındaki bağ… Hakikat. Aleviler sokakta. İncinmiş, yara almış tarihleriyle gelmişler kardeşlerinin yanına. Mutlaklaşmış kibrin kırdığı kalpler çoktan onarılmış çünkü artık direnmek var. Kırgınlık yok. Kırıklık yok. Sokaklarda, caddelerde barikat savaşı başlamış… Her gün binlerce insan evlerine bir çatışma öyküsüyle gidiyor. Evlerin ve kalplerin arasında büyüyor o öykü. İsyan, kalkışma, ayağa kalkma… Çünkü dizlerinde kırılan halk ayağa kalkacak bir dayanak buldu. Kendine yaslanıyor direniş. Kendini ayağa kaldırıyor.

III. Kentin ortasında. 70 bin yürek şaşkın. Kendi cesaretinden şaşkın, zulme karşı direnişin ona kattığı anlamdan şaşkın. Kardeşleşmeden, bir olmaktan, direnmekten ve direnirken güzelleşmekten… Şaşkınlık geçince süpürülen paralı askerlerin kalıntılarını sildi. Kapitalin merkezinde Kızıl ve Ay tutuldu. Kızılay Meydanı bir kucaklaşma, bayramlaşma yeriydi. İsyandan insana bir muştu. Yaralılarını omuzlarında taşıyan, aç olana ekmek bulan, duvarları dünyanın en güçlü medyası kılan irade ve gencecik öfke. Ankara’da haziran bir bayram yeriydi. 1150 yaralı. Ve Ethem. IV. Akşam inince 20 saati geçen çatışmadan yorulanların kentin orta yerine uzandığını gördük. Uzandığını… Onlara anlatılan tüm yalanları kırarken hayat, fısıldadı; “yalnız değilsiniz. Bir kökünüz var bu toprakta… binlerce kardeşiniz ki o kök olup düştüler toprağa”. Bir günde bir şehir büyür mü? Büyüdü. Yalansız, dolansız, rekabetsiz bir dünyanın ilk ritimleri. En az 500 gözaltı ve 35 ağır yaralı.

VI. Gencecik kadınlar. Bedenleri, ruhları, varoluşları iktidarın cenderesinde olanlar… En önde, en yaman… Bayramlaşmaya gelmiş gibiler. Yüzler örtük. Yüzler yok. Artık her birimizi aynı yüzü paylaşıyoruz. Kardeş, gardaş, yoldaş, arkadaş… Bozkır en yaman esmer çocuklarını da sürüyor

10 SPOT

IX. Söz kurmak ve söz yaymak ne denli önemli öğrendik. Sansür denen o körleşmeyi. O iktidara köleleşmiş medya patronlarını gördük. Çektikleri görüntüleri yayımlanmaya mahcup basın emekçilerini de… Biz kendimiz medya kurduk. Bir anlatım, bir üslupla büyüttük mütevazi araçlarımızı. Bu haziran günlerinde “dövüşen anlattı…” X. Gece ve gündüz arasında işine, okuluna gidip akşam barikatlara inen, haber takip eden, hastane ziyaretleri yapan bir kentten söz ediyoruz. Bozkır. İnsan atlasında bir Anadolu. İnsan bir atlas olunca bütün dünyayı üstlenen büyük ruh. Mahallelerde binler yürüyor her gece. Beklenti büyüyor belirsizlik de. İstanbul’daki rehavet. Hükümetten günde 7 açıklama. Korkuyor ve hiç dinlemiyoruz. Hiç bilmiyoruz ne diyorlar. Dün kapısından kovuldukları saraylar için halka saldıran riyakarı hiç dinlemiyoruz. Çarşamba geldi. 20 bin kişi sokakta ama artık kürsüler, bildik sloganlar, alışılmış seremoni… Nasıl da sakil durdu. Nasıl da uymadı notası direncin senfonisine. Not ettik. Bildiğimizi sandığımız, gelenek sandığımız ‘öğretilmiş isyanı’ da yeneceğiz! XI. Devlet alana girdi. Büyük polis ablukası. Yüzlerce gözaltı. Yüzlerce yaralı. 1300 yaralıya ulaştı sayı. Kayıt edilenler

XII. Ethem yumdu gözlerini. Gözleri büyüdü Ankara’nın. Akdere’nin, Nato Yolu’nun, Batıkent’in gözleri büyüdü. Keçiören’e koştular. Adli Tıp önünde mumlar. Cenaze Kızılay’dan kalkacak. İstanbu’dan kötü haberler geliyor. Elerde telefonlar. Ama hiçbir telefon artık eskisi gibi açılmıyor. Sokaklardan kuş ölülerini topluyor, korkmuş köpeklere su veriyorlar. O kuşlarında hesabı sorulur. O attığınız cinayet gazlarının… Kurtuluş Parkı. Akrepler’den içeriye sıkılan cümle nevale. Ağaçlar koruyor çocukları…. XIII. İsyan bir duruştur. Biriktirmiş bu şehir. Ulucanlar’da, 19 aralık’ta direnen bir Ankara vardı. Sokaklarında gurbet kumruları, dalgın kediler, cefakar köpekler… Ağaçlar. Kent dövüşenlerinden öğrenmiş, Karşıyaka Mezarlığı’nda yatan canlarından. Deniz’den Mahir’e, Erdal’dan hepinize… Sivas ateşiyle bilenen, daha nice nice.. XIV. Pazar. Sabah. Devlet duvar örmüş. Kızılay Meydanı’da 15 bin kişi direniyor ve Ethem’i çağırıyor. Büyük saldırıyı göğüslerken halk Ethem’İn ailesi çağırıyor gelebilenleri Batıkent’e. Çok yaralı var. Çok gözaltına alınan. Çok. Batıkent’e 300 kişi varıyor… Kafile yürürken Ethem’i sayı 25 bin. Binler göğsüne bastırıyor isyanı. XVI. Bazı şeyler anlatılır, bazı şeyler ise hayatındır artık. Sonsuz yolculuktur. 20 günü aşkın süredir devam eden bir diretme, direnme, dik durma çabasının adıdır. Aynalarda kendimizi tanıyamıyoruz. O biz değiliz artık. İsyanın bıraktığı izler, açtığı yollar, sorduğu sorular… Gözlerimizi ufkuna gerdiğimiz o bozkırın içinde bir uğultudur yaşadıklarımız. XV. Ethem, Abdullah ve Mehmet. Selam söyleyin orada sizi kucaklayacak, alınlarınızı öpecek kardeşlerimize… Benden Hasan’a ayrıca selam edin…

Evren Barış Yavuz

V. Ethem ölümle boğuşuyordu. Barikatların en önündeydi. Osman’ların Fatih’lerin yol arkadaşı ve her birimizin kardeşi. Ankara’nın orta yerinde Güvenpark. Vurdular onu. O kardeşimizdi. Zulmün karargahına 2 günü aşkın süredir taş yağıyor. Plastik mermi, ses bombası, kimyasal gazlar… Halkın üzerine sürülen savaş araçları. Kürt isyanını bastırmak için temin edilen cümle alçaklık şimdi Anadolu isyanının üzerine sürülüyor. Ama korku yok. Elleriyle, tırnaklarıyla durduruyorlar her saldırıyı. “Panzerler Üstümüze Kalkar Armut Çiçeğindeyiz…”*

VIII. En karanlık zamanlardı. En umutsuz belki. En yorgun. Ama devrimciler için daha fazlası… Onlar uzun zamandır direnişin ekmeğine, suyuna maya taşıyorlardı. Tutuklamalar, katliamlar, yoksulluk… Devrimciler sokakları alan, direnen en binlerce kardeşleriyle yürüdüler düşmanın üzerine ve birikimlerini kattılar sokaklara… Onlarcası hedef alınarak yaralandı. Direniş İstanbul, İzmir, Antakya, Adana, Mersin ve Eskişehir’de can ile baş ile sürüyorken.

ki yarasını kardeşleriyle iyileştirenleri sayamayacak sayılar. Kent gergin. Her otobüs bir forum her ev bir meclis. Devlet yalan kusuyor günlerdir. Yorgunluk yerini bekleyişe bırakırken, kentin isyanı az bilen mahallerinde binler haykırıyor. İyi haberler.


Demokratik Özerklik, Gezi Parkı Direnişi ve Forumlar Demokratik Toplum Kongresi (DTK) tarafından 14 Temmuz 2011’de ilan edilen “Demokratik Özerklik”, Türkiye kamuoyunun telaffuzuna dahi hazır olmadığı olgulardan birisi olarak karşımıza çıktı. Gezi Parkı Direnişi sürecinde maskesi ayan olan ana akım medyanın ve iktidarın bu tahammülsüzlük konusundaki katkısı büyük. Bizzat “Kürt tarafının” icadı olması sebebiyle izahını önceleyen reddin müsebbibi olan “demokratik özerklik” nedir, nasıl anlaşılmalıdır? BDP İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder şöyle özetledi: “Demokratik özerklik dediğimiz şey halkın Gezi Parkı’nda yaptığıdır”. ‘Direnişçiler, devlet ve demokrasi’ üçgeninde vücuda gelen Gezi Parkı Direnişi’nin AKP hükümetine karşı bir “isyan”a dönüşmesi ve temel motivasyonunun “demokrasi” olması, Önder’in değerlendirmesi üzerine düşünmeyi anlamlı kılıyor. Bir başka deyişle, halkın hakkı olan şeyi “temsili demokrasi” ile değil “doğrudan” talep etmesi. Alkol yasağından AVM projelerine, “en az üç çocuk” ısrarından kısa bir süre önce gündeme oturan kürtaj yasağına pek çok konuda karar süreçlerinden dışlanmış ve ötelenmiş kitlelerin Gezi Parkı Direnişi’yle gösterdikleri şey bizatihi “karar mekanizmalarında yer alma arzusu”dur. Türkiye sosyalistleri için bu bağlamda karşımıza çıkan başlıca sorun ise, AKP’ye ve Başbakan Erdoğan’a yönelik öfkeyi sahiplenen eylemcilerin içerisinde yer alan “ulusalcı” kesimlerin “devletli” (şüphesiz burada söz konusu olan “Türk Devleti geleneğidir”) söylemdeki ısrarıdır. Direniş alanlarında sesini gür biçimde duyurma çabasındaki bu “devlet” fetişizmi, demokratik özerklik yapısının “devlet”i reddiyle çelişmektedir. Bu konuyu biraz daha açmakta fayda var belki de.

“demokrasi ancak devletsizlikle ifade bulur” öğretisi esas alınıp ve “bir şeyin demokratik olması demek, onun devletsiz olması demektir” iddiası benimsenir. Bu sebeple, demokratik özerklik bağlamında önem ihtiva eden temel ilişki biçimi devlet ve demokrasi arasındaki yapısal ilişkiye dair olup sürekli mücadeleyi öngörmektedir. Öyle ki, sürekli demokrasi mücadelesinin devlet karşısında kazanacağı zafer kaçınılmazdır.

Gezi Parkı Direnişi ve “Demokrasi” Gezi Parkı Direnişi, yerel düzeyde başlayan ve gün be gün farklı merkezlerde kitleselleşen protestolar aracılığıyla “devletli demokrasi sorunu”nu gündeme taşıyarak demokratik özerkliğin temsil krizine dair fiili vaatlerini görünür kılmıştır. Önder’in ifade ettiği gibi, bu direnişle beraber halk, “toplumun muhafazakârlaştırılmasına, alkol yasaklarına vb. tüm baskılara karşı çıkmıştır; özünde bir kadın hareketi duruDevlet ve Demokrasi İlişkisi Bağlamında munda olan direniş diğer taraftan da bir gençlik hareketidir ve direniş, kibre tahamDemokratik Özerklik mülsüzlüğün son noktasıdır”. Demokratik özerklik, “devlet ve demokraBir isyana dönüşen direnişin bu bağlamtik konfederalizm arasındaki ilişki biçimi daki analizi, onu demokratik özerkliğin ya da hukuku” olma niteliğindedir. Bu temel unsur ve şiarlarıyla uyumlu kılmakbağlamda temel itiraz, “devletçi” yaklaşıtadır. Halkın doğanın tahribine karşı sermın demokratik yerel alana dair kısıtlayıcı gilediği tutum ve siyasallaşmış öznelerin ve yüzeysel yaklaşımıdır. Dolayısıyla yaşam alanları üzeDireniş deneyiminin, ulus-devlet paradigmasının rindeki planlarda söz hakkı talebi de etkisindeki ulusalcıları kısa süre içerisinde döbu açıdan önemlidir. nüştüreceği inancı şüphesiz gerçek dışıdır, ancak Demokratik özerkliortak taleplerin kitlelerin lehinde şekillendirilğin uygulandığı bir sistemin tüm bunlamesi bu tarz bir dönüşümü mümkün kılabilir.

rı kapsaması gerekmektedir. Şöyle ki: “Üretime dayalı, katılımcı bir ekonomik model üzerine şekillenen; sınıflar ve sosyal katmanlar arasındaki farkın giderek azaldığı; küresel gelişmenin yerel kültürleri, doğayı tahrip etmediği; farklı kültürel varlıkların ve sınırların belli tüm toplumsal kesimlerin örgütlenerek başta üretim, yönetim olmak üzere, tüm parametrelerde yaşama katıldıkları; sorunların demokratik yöntemlerle çözüldüğü, şiddetin tüm biçimlerinin ortadan kalktığı; küresel ve yerel değerlerin uyumlu bütünlüğüne ilerleyen ilişki sistematiğinin oluştuğu; tüm ilişki düzlem ve biçimlerinin demokratikleştiği; sanat ve felsefenin insan yaşamında daha fazla yer aldığı; bölgesel birliklere ve giderek dünya halklar konfederasyonuna ulaşmayı hedeflemek ve onun mücadelesini yürütecek demokratik hareketleri çoğaltmak gerektiğine inanan bir sistemdir.”1 Eylem Alanının Ulusu, Cinsiyeti? Demokratik özerklik odaklı demokrasi mücadelesinin nihai amacı milliyetçilik, neoliberalizm, şiddet, cinsiyetçilik, inkâr gibi baskı ve sömürü mekanizmalarını bünyesinde barındıran devlet yapısının tamamen dışlanmasıdır. Bu noktada, Gezi Parkı Direnişi’nde azımsanmaması gereken bir katılımı sergileyen “ulusalcı” kesimin beyanları dikkate alınmalıdır. Türkiye’deki “devlet” geleneğinin mimarı olan [orta sınıf, beyaz yakalı] bu kesimin benimsediği sloganlar (“Mustafa Kemal’in Askerleriyiz!”) ve ellerindeki “bayraklar” üzerine yapılacak yüzeysel bir okuma,

SPOT

11


direnişin demokratik özerklikle paralellik sergileyen yönlerinden beslenmesi muhtemel ruhuna düşürdüğü gölgeyi fark edecektir. Ulusalcı kesimlerin söz konusu beyanları ve üslupları, katı devletçi zihniyetin ya da ulus-devlet mantığının alanlara sızmasına neden olmaktadır; beraberinde bir yığın soruyla birlikte: *Ulus-devletçi anlayışın alanlardaki siyasi tezahürleri, bu anlayışın karşısında duran ya da alternatif arayışındaki kesimleri alanlardan dışlayarak direnişin tüm toplumsal kesimleri kucaklamasını engellemez mi? *Bu tarz bir devletçi zehirlenmenin bagajı olan cinsiyetçilik, atılan sloganlar ve duvar yazılamalarıyla görünürlük kazanırken, sosyalist feministler ve LGBT bireyleriyle mücadele zeminini aşındırmıyor mu? *Ve son olarak AKP iktidarının baskı ve zulüm siyasetinden mustarip kitlelere reva görülen, alanlarda başka bir kitlenin tahakkümü müdür?

Forumlar Bu bağlamda, Gezi Parkı direnişiyle beraber Kadıköy’de Yoğurtçu Parkı’nda oluşturulan Forum’un Dış İlişkiler Komisyonu’nda yer alan Zeki Özkorkmaz’ın söylediklerine kulak verirsek eğer, sosyalistlerin ve demokrasi güçlerinin üzerine düşen görevi yerine getirdiğini de görmüş olacağız: “Ulusalcıların ‘alan hakimiyeti’ gibi bir sevdaları, bir arzuları var. Bunu daha da ilerletip parklarda kürsü işgal etme noktasına kadar bir çabaları da oldu. Önce bayrakları yakıyorlar diye bir söylem yaydılar, sonra gelip kürsüyü işgal etmeye çalıştılar. Hatta Yoğurtçu parkındaki forumları aşağılayan yazılar da yazdılar. Ancak buradaki insanlar onlara izin vermedi. Çünkü biz burada doğrudan demokrasiyi işletmeye çalışıyoruz, katılımcı demokrasiyi inşa etmeye çalışıyoruz. Bunu halk istiyor. (…)Biz burada sözlü olarak insanlara sataşmıyoruz, farklı bir fikrin varsa sen çıkıp mikrofonu alıyorsun ve konuşmanı yapıyorsun. Zıtları bir araya getirmenin çabasındayız zaten. Ama bu arkadaşlarda özellikle böyle bir tahammülsüzlük söz konusu. Ben onları da ötelemiyorum, öyle bir duruş içerisinde hareket etmek istemem. Şu anda burada artık yoklar, çekildiler. Kadıköy halkı onlara bu cevabı verdi.” Deneyimin ve Umut Katılımcılar temelinde Türkiye siyasi tarihinin belki de en heterojen kitlesiyle karşı karşıya olduğumuz bu yeni direniş, aynı kederi ya da kaderi paylaşan grupların müttefikliği temelinde şekillenmiştir.

Tarihsel özgüllüğü ise zamanlama başarısıdır. Bu zamansal çakışmanın başarılı olmasının tek yolu, mevcut direnişin bir “halk hareketi” olarak alanlarda konumlanmasıdır. Bu tarihi misyonun taşıyıcıları ise alandaki Türkiye sosyalistleri, feministler ve anarşistlerdir. Direniş deneyiminin, ulus-devlet paradigmasının etkisindeki ulusalcıları kısa süre içerisinde dönüştüreceği inancı şüphesiz gerçek dışıdır, ancak ortak taleplerin kitlelerin lehinde şekillendirilmesi bu tarz bir dönüşümü mümkün kılabilir. Örnek vermek gerekirse, ana akım medyanın maskesinin düşüşü, kemikleşmiş yargıları kıracak güçlü bir ortaklıktır. Bu gibi ortak deneyimlerin eseri olması muhtemel farkındalık, “demokratik özerklik” türünde bir sistemin kuruluşuna öncülük edebilir. Ve hatta Gezi’yle beraber boy gösteren forumlarla birlikte, etmeye başladığı da söylenebilir. Foti Benlisoy’un “Gezi’deki üç beş ağaç” başlıklı yazısında da dikkati çektiği üzere, Gezi’de temel itiraz “Kentsel dönüşüme, el koyma yoluyla birikime, müştereklerin metalaştırılmasına, ortak alanların özelleşmesine, yani neoliberal kapitalizmin temel dinamiklerine”dir ve AKP iktidarını “buradaki direnişte asıl korkutan şey de ‘Mustafa Kemal’in askerleri’ değil Gezi’deki üç beş ağaç”tır.

Şu anda Türkiye’de yaşanan olaylar, mümkün olan en güçlü desteği hak eden bir fırsat ve umut ışığıdır. Bu mücadelede ön saflarda yer alanlara insan ancak hayranlık duyabilir ve kendilerinin bu son derece haklı ve anlamlı mücadelelerinde mutlaka başarıya ulaşmalarını temenni edebilir. Ben de bir çapulcuyum. Her yer Taksim, her yer direniş! Noam Chomsky

12 SPOT

Bekir Avcı

‘Afallayan Milliyetçiler’ Prof. Büşra Ersanlı, Gezi direnişine ilişkin bir değerlendirmesinde, ‘kutuplaşma’ konusuna dair, “Eski kutuplaşma taraftarlarının, mesela milliyetçilerin biraz afalladığını düşünüyorum,” demişti. Gerçekten de Immanuel Wallerstein’ın da belirttiği üzere, bu tip büyük hareketleri bekleyen en büyük tehlikelerden biri alanlarda sağcı bir örgütlenmenin boy göstermesidir. Konuya buradan bakıldığında, aslında direnişin başından itibaren Wallerstein’ın işaret ettiği bu ‘sağcı milliyetçiler’in alanlarda hiç de azımsanmayacak düzeyde boy gösterdiği görülmekte. Yani Wallerstein’ın ‘tehlike’ diye belirttiği kitlelerin büyük bir kısmı, yıllarca düşmanlık beslediği kesimlerle -Kürtler, komünistler, eşcinseller, vd.- bir arada aynı alanda yer aldı; ancak Ersanlı’nın da belirttiği üzere ciddi bir ‘kafa karışıklığı’yla. Bunların içinde alanlarda hakimiyet kurmak isteyen, ‘darbeci’ bir zihniyetle

alanlara nüfuz edenlerin sayısı kuşkusuz ki az değil; ancak ‘İP, TGB’ gibi fraksiyonların yanısıra alanlara daha makul gerekçelerle çıkan ve Gezi’yle beraber ‘ulus’ vurgusundan ziyade ‘demokratikleşmeyi’ arzular hale gelen bu ‘kutuplaşmanın eski taraftarlarının’ sayısı da azımsanacak türden değil.


Beyoğlu Eğlence Yerleri Derneği’yle Taksim’in dönüşümü üzerine:

Elitist bir projenin kıskacında Beyoğlu Türkiye çapında yürütülen kentsel dönüşüm projesinin İstanbul kanadının en önemli noktası olan Taksim’de, BEYDER (Beyoğlu Eğlence Yerleri Derneği) Başkanı Tarkan Konar ile bir araya geldik. Masa ve sandalye yasaklarını, Emek Sineması’nın kapatılmasını, eğlence mekanlarına dair belediyenin uyguladığı ekonomik yaptırımları ve son olarak İstiklal Caddesi’nde yürürlüğe konulan Yürüyüş ve Basın Açıklaması yasakları ile iktidarın Beyoğlu üzerindeki asıl hedefinin ne olduğunu, bu süreçte Beyoğlu esnafının ne gibi sıkıntılar çektiğini konuştuk. BEYDER’in ne amaçla kurulduğundan ve ne zamandan beri faaliyet gösterdiğinden kısaca bahsedebilir misiniz? BEYDER, kuruluş çalışmaları 1995-1996 yıllarında başlamış ve esas itibariyle 2000 yılında resmiyet kazanmış ve 13 yıldır resmi olarak faaliyet gösteren bir dernek. Kuruluş nedeni ise temelde şu: 1995 yılında, o dönemin yerel belediyesini almış olan Refah Partisi’nin Beyoğlu’nda yapmak istediği uygulamaların esnafta yarattığı rahatsızlık bir takım protestolara ve gösterilere neden oldu. Belediye, bütün içkili mekanların dış cephe pencerelerini perdeyle kapattırmak istiyordu. Nevizade başta olmak üzere, o dönem bütün esnaf buna isyan etti. Ondan sonra işte toplantılar, buluşmalar, eylemler, basın açıklamaları derken artık böyle resmi bir derneğin varlığı ihtiyaç haline geldi ve ardından zaten 2000 yılı itibariyle resmi bir dernek vücut buldu. Kurulduğu günden bugüne kadar BEYDER’in, zaman zaman yerel yönetimlerle ortak yürüttüğü çalışmalar da oldu. Beyoğlu’nda otopark mafyasının ortadan kalkmasından tutun müşteri memnuniyetinin arttırılmasına kadar… Tabi bunlar hiçbir yerde tam anlamıyla başarıya ulaşamaz, eğlence sektörünün olduğu dünyanın hiçbir yerinde bu gibi sorunlar tam anlamıyla ortadan kaldırılamaz. Bunun yanında, Emniyetle de ortak yürüttüğü çalışmalar oldu asayişe dair. Tabi işin sosyolojik boyutunu göz ardı etmeden yani tinerciyi, baliciyi döverek uzaklaştırmak değil de rehabilitasyon şeklinde. Böylelikle insanların Beyoğlu’nda daha güvenli bir şekilde dolaşmasını sağlayan

çalışmalarda bulunuldu. Aslında BEYDER tam anlamıyla kim iyi bir iş yapmaya niyetliyse onun yanında durmuş bir dernek. Mesela, bu sandalye ve masaların kaldırılması öncesinde, bunun makul bir şekilde yapılması, makul bir sayıda tutulması için Belediye ile görüşmelerimiz, çalışmalarımız olmuştu; ama tabi, sonuç itibariyle yanlış bir şey olduğunda da bunu belirten buna karşı bir duruş sergileyen, eylemini yapan bir dernektir BEYDER. Bugüne kadar BEYDER çatısı altında ne gibi çalışmalar gerçekleştirdiniz? Sektördeki arkadaşları, işletmeleri bilgilendirmeye çalışıyoruz. Yani, günü kurtarmayı değil de meseleye daha uzun vadeli bakmalarını sağlamaya çalışıyoruz. Mesela bir müşteri bir kere geldiğinde ondan “ne kadar çok para kazanabiliriz” i değil de, onu “nasıl devamlı müşteriye dönüştürebiliriz” i anlatmaya çalışıyoruz. Dünya genelinde eğlence sektörünü, trendleri takip etmeye çalışıyoruz. Tabi asıl olarak her ne yapıyorsan iyisini yap, türkü bar da işletiyorsan iyi işlet, başka bir şey de yapıyorsan iyisini yap. Özellikle hijyen önemsenmesi ve çevreye rahatsızlık verilmemesi konusunda hep bir şeyler anlatdeğimiyle bu maya çalıştık.

“İki yıl önce, Belediye Başkanının ‘operasyon’ başladığında biz şunu söyledik, dedik ki: ‘Esasında kentsel dönüşümün startıdır. Bu sadece bir alkol yasağı, masa sandalye yasağı değildir!’, hep büyük fotoğrafı işaret ettik.”

Derneğin, Beyoğlu’ndaki işletme sahipleri üzerindeki etkisi ne durumda?

Kısmen tabi. Kamu kurumunun bile, yeri geldiğinde hakim olamadığı bir alan sonuç itibariyle. Ama şunu yapıyoruz örneğin: Bir üyemiz bir şey yapmış yani, bizim de kabul edemeyeceğimiz bir şey; mesela aşırı gürültü yapılmış ya da bir kavga çıkmış ve işletmecinin bunda bir hatası var diyelim -bu tür şeyler geliyor önümüze- işte biz bu kişinin arkasında durmayız, hakkını savunmayız, çünkü işletmeci hatalı. Sağdan soldan esnafa da danışıyoruz, ve olay az çok ortaya çıkıyor zaten. Yani eğlence sektörünün her ne olursa olsun biz arkasındayız diye bir şey yok. Devlet tarafından Beyoğlu’ndaki eğlence mekanlarına dair yapılan olumsuz düzenlemelere dair mekan işletmecilerinin, çalışanlarının ya da bu mekanlara gelip giden insanların tutumu nasıl? Geçmişte Emniyet tarafından mekan basmalar çok fazlaydı. Bir mekana paldır küldür girip, “Uygulama var!” deyip, “Herkes kimlikleri çıkarsın, ışığı aç, müziği kapat” gibi, bu tip baskınlar olabiliyordu. Bunları da görüşmeler neticesinde minimuma indirdik, denetimin daha farklı yöntemlerle yapılabileceğini anlatmaya çalıştık; çünkü bir hafta sonu, bir kulübe bu şekilde baskın yapıldığında o esnada içeride bulunan herkes tedirgin oluyor, kulüp bir anda boşalıyor. Hafta sonu iyi iş yapacakken böyle bir baskın olunca mekan büyük zarar görüyor. Zaten ayda iki kere böyle bir baskın demek, o mekanın

SPOT

13


gelince biz dedik ki “Tamam artık. Meydanda olacak şey bir Başkanlık ya da Başbakanlık Sarayı’dır”. Aslında bunu da net olarak ilan eden ilk derneğiz. Çünkü oraya bir şey yapacaksınız ve eğlence sektörünü buradan aşağıya itecek, sürükleyeceksiniz; dolayısıyla gençliği, üniversiteliyi oraya doğru sürmek isteyeceksiniz ve bunu da lüksleştirerek yapacaksınız. Yayayı yer altına alacaksın, güvenliği en üst düzeye çıkaracaksın, Tarlabaşı’nda bambaşka yeni bir dünya kuruyor olacaksın, Okmeydanı’nda projen hazır, Tophane’ye düzenlemen hazır, Pazar esnafını oradan göndermeye çalışacaksın, işte o zaman burada yapılacak olan şey budur. Onun için de günlerdir burada gaz soluyoruz.

“Dernek olarak biz Taksim Gezi Parkı’ndan tutun da, Emek Sineması’na kadar bir çok olayla ilgili çalışma yürütüyor, görüş ve destek veriyoruz; çünkü biz tüm bunları bütünlüklü bir projenin parçaları olarak görüyoruz.” ekonomik olarak çökmesi demek oluyor. Nihayetinde, eğlencenin de bir insan hakkı olduğunu anlatmaya çalıştık. İnsanlar bütün hafta sırf hafta sonu dışarı çıkmak için çalışıyor, bir de o günü zehir olursa o insan için bütün hafta cehennem demek.

14 SPOT

Beyoğlu’nda aynı zamanda muhalif bir kültür var ve bu muhalif kültürü oluşturan insanların toplandığı belirli yerler var. Beyoğlu’na yapılan müdahalelerin burada oluşmuş olan muhalif kültürü de hedef aldığını düşünüyor musunuz? Zaten bu dönüşümde fiziki bir müdahaleye gerek duymadan insanları buralardan uzaklaştırıyorlar. Ekonomik olarak burada yaşanan bir dönüşüm var, bir haksız rant sağlama söz konusu. İnci Pastanesi boşaltıldığında biz dernek olarak bir basın açıklaması yaptık ve Beyoğlu’nda neoliberal bir 6-7 Eylül yaşandığını söyledik. Ekonomi ile yaşanıyor bu 6-7 Eylül, mülkiyet el değiştiriyor, 1 lira olan şey artık 10 liraysa otomatik olarak kiralar da ona göre demektir. Bir kültür merkezinin, vakfın, sendikanın, sosyal bir yapının, dergi bürosunun burada bulunması mümkün olamayacak. Çünkü bu kurumlar aman aman para kazanan kurumlar değil biliyoruz, bir şekilde kirasını ödemeye çalışan kurumlar. Sonuçta bütün bu kurumlar yavaş yavaş taşınacak bu bölgeden. Kentsel dönüşümün uygulanma alanı genişledikçe haliyle söylentiler de artmaya başlıyor. Örneğin, Emek Sineması’nın da yıkılmasının ardından bazı tarihi pasajların, hanların yıkılarak yerlerine otel yapılacağı konuşuluyor. Bu gibi söylentilerin yayılmasıyla ilgili fikriniz nedir? Bu aslında merkezi bir projenin parçaları, bu projeyi yürüten akıl ortak bir akıl. Bunun bir kısmını Büyükşehir yapıyormuş gibi duruyor, bir kısmını yerel belediye yapıyormuş gibi duruyor, bir kısmını da Turizm Bakanlığı yapıyormuş gibi. Bir şeye karşı durduğunuzda, muhataplarınız farklı olduğundan sizi bölmüş oluyorlar. Dolayısıyla, tek olan projede siz 50 ayrı muhatapla karşılaşıyorsunuz. Bu ve benzeri uygulamalara karşı olan çalışmaların da kendi içinde bir birlik beraberliği olmadığı için, haliyle bütünlüklü bir projeye bütünlüklü bir karşı duruş sergilenemiyor. Gördüğüm kadarıyla böyle bütünlüklü bir karşı duruş da bu süreçte pek mümkün

değil; çünkü herkes başka bir perspektiften yaklaşıyor olaya. Dernek olarak biz, Taksim Gezi Parkı’ndan tutun da Emek Sineması’na kadar birçok olayla ilgili çalışma yürütüyor, görüş ve destek veriyoruz; çünkü biz tüm bunları bütünlüklü bir projenin parçaları olarak görüyoruz. Aslında projenin karşısına konulabilecek bütünlüklü bir cevap da yok. İktidar zaten karşısındakinin neye muhalefet edeceğini de önceden belirleyip dizayn ederek hareket ediyor. Neye karşı olacağımızı tespit ederek cevapları önceden cebine koyuyor, soruları öyle bırakıyor önümüze. Yaşanan sorunların tamamını düşünürsek yakın dönemde önünüze koyduğunuz bir çalışma programı var mı? Neler yapmayı düşünüyorsunuz? Her gün onlarca, yüzlerce turist kafilesi geliyor Beyoğlu’na, özellikle de Arap halkları Beyoğlu’nda dolaşıyor. Bu kadar turist neden Beyoğlu’nu tercih ediyor? İşte algılamadıkları kısım bu. O Müslüman halklar bile Beyoğlu’nu eğlence sektörü var diye biliyor, öyle tanıyor, onun için geliyor buraya. Çünkü yirmi dört saat canlı olan, dünyadaki ender yerlerden biri burası. Bugün Avrupa’daki merkezlere, başkentlere gittiğinizde bile hafta içinde, özellikle gece 12’den sonra hayat bitiyor. İnsanlar da onun için burayı tercih ediyor. Eğlence sektörünü buradan kaldırdığınız zaman o insanların buraya gelip konaklaması için bütün sebepler ortadan kalkacak. Bu insanları “Ne güzel binalarımız var” diye mi çağıracaksın buraya? Bugün Dünya Olimpiyatları’na talip oluyoruz, o videolarda gösterilen tarihi binaların kaç tanesini biz yapmışız, kaçı bizim eserimiz ki? En çok gösterilen Galata Kulesi’ni bile Cenevizliler yapmış. Kız Kulesi’ni gösteriyorsun sen yapmadın, surları gösteriyorsun yine büyük bir kısmı Bizans’tan kalma. İyi ki bir Mimar Sinan’ımız var, O da olmasa gerçekten durum oldukça vahim. Bizim sahip çıktığımız, direttiğimiz, “Buradan gitmeyeceğiz!” deme noktamız şu: Beyoğlu, evet, bir inanç merkezidir; bir kültür merkezidir; bir sanat, mimarlık, tarih, ticaret, alışveriş merkezidir. Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan tüm bunların bir arada olmasıdır. Pahalı olmak, kaliteli olmak değildir. Beyoğlu’nun bu havası, kültürü, tarihi bozulmamalı!

Söyleşi: Devrim Karadağ - Meriç Bucak

En çok tepki gören uygulamalardan biri de eğlence mekanlarının önlerine konulan masa ve sandalyelerin kaldırılması oldu. Sizce sokaklardaki masaların kaldırılması, belli bir saatten sonra müziğin kısılması gibi düzenlemelerle amaçlanan nedir? Bu uygulama başlayalı nerdeyse iki yıl olacak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece bir ilçesinde, yani Beyoğlu’nda olan bir uygulama. İki yıl önce Belediye Başkanının deyimiyle bu ‘operasyon’ başladığında biz şunu söyledik, dedik ki: “Esasında kentsel dönüşümün startıdır. Bu sadece bir alkol yasağı, masa sandalye yasağı değildir!”. Hep büyük fotoğrafı işaret ettik. Şunu da söyledik: “bakın yarın bir gün” -daha o zaman başlamamıştı- “Tarlabaşı, Okmeydanı, akabinde Taksim Meydanı ile ilgili de bir şeyler yapılacak ve eğlence sektöründe yapılanlar bu bütünün bir parçasıdır.” dedik. Puzzle’ı birleştirirseniz, Beyoğlu ilçe sınırları içerisinde yapılmak istenenin daha net görülebileceğini anlatmaya çalıştık. Söylediklerimizin hepsi bir bir gerçekleşti. Eğlence sektörünü küçültüp, daraltıp, lüksleştirerek yani bir elitist projeyle Kuledibi’nden Karaköy’e doğru sürmek, oraya kaydırmak istiyorlar. İstiklal Caddesi ve çevresindeki eğlence sektörünü tamamen küçültmek istiyorlar. Bunun için de yasalar olsun ekonomik yaptırımlar olsun her şeyi kullanıyorlar. Aslında, Beyoğlu’nda mülklerin değeriyle dahi oynayarak burayı bir turizm ve konaklama bölgesi haline dönüştürmeyi, eğlence sektöründen ayırmayı, Taksim’i insansızlaştırmayı amaçlıyorlar. Taksim Gezi Parkına, tam olarak açıklayamadıkları enteresan bir yapı yapıyorlar. Bence orada bir alışveriş merkezi olmayacak, o bir geçiştirme yöntemi. Çünkü aylardır ne yapılacağını söylemiyorlardı, birden mi belli oldu. ‘‘Buz pisti mi yapsak? Geceleri de konser salonuna mı dönüştürsek? Acaba sosyal tesisler ve restoranlar mı yapsak?’’. Şimdi orada şantiyeyi kurmuşsun, makinelerin çalışıyor, binlerce imzaya rağmen sen “O projeyi yapacağım!” diye diretiyorsun. Ama basına, kamuoyuna diyorsun ki “Ben burada ne yapacağımı bilmiyorum”. Yani bu dalga geçmek gibi bir şeydir. Artık, baskı çok artınca “Tamam, AVM yapacağız” demek durumunda kaldılar. Ama biz evvelki hafta bir basın açıklaması yaptık, 1 Mayıs’tan sonra İstiklal Caddesi’ne yürüyüş yapma, basın açıklaması yapma yasağı


Beybin Kejanlıoğlu:

“Akademide dönülmez akşamın ufkundayız” Temel bir soruyla başlayalım: Akademi kavramı neyi ifade ediyor? Tarihi deneyimlere bakıldığında, toplumun hangi ihtiyaçlarını karşılamıştır akademi? “Akademi”, hepimizin bildiği gibi, Akademia’dan, Plato’nun İ.Ö. 385 civarında oluşturduğu felsefe okulundan geliyor; Çiçero, bunu Plato öncesine de götürüyor ama şimdi bu ayrıntılara girmeye çok gerek yok. Bugün eski Tatbiki’lileri düşünürsek sanat akademileri, Fransız Akademisi gibi dil akademileri, polis akademileri, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) gibi ulusal akademiler ya da Oscar/Akademi ödüllerinde olduğu gibi bu sözcüğün birçok alanda kullanıldığını görüyoruz. Biz ne anlamda kullanıyoruz burada, o önemli herhalde: Düşünce, bilim ve sanatta yüksek öğrenim. Akademi; merak etme, soru sorma, yanıt arama, yol ve yordam bulma, açıklama getirme, icat etme, yenilik sunma, savaşa malzeme sağlama, doğa ve insan üstünde tahakküm kurma, olanı anlama, isyan etme, karşı çıkma, olması gerekeni düşünme, daha iyiyi arama, değiştirme vb. kimi yoldaş kimi çelişik birçok edimi içerir. Sonuçta, su, ekmek, giysi, barınak gibi temel ihtiyaçlarla değil, onları sağlama yollarını geliştiren ve/veya zorlaştıran “akıl”la, uslamlamayla ilgilidir. İhtiyaç karşılamaktan ziyade neye hizmet etmiştir sorusuyla düşünüyorum nedense. Bir: gelişmeye, ilerlemeye, iki: ilerlemenin sorgulanmasına –barbarlık olabilme gücüne ve onun sorgulanmasına... Tarihsel ve toplumsal olarak en genel anlamda bu ikisine hizmet etti. “Akademik özgürlük” son yıllarda çokça dillendirilen bir talep oldu. Akademiyle özgürlük ilişkisini nasıl tanımlamak gerekir? Akademik özgürlük... On yıllarca “üniversitenin özerkliği” dedik, değil mi? Yayın kuruluşu TRT’nin ve üniversitelerin özerkliği en önemli meselelerdendi “Anayasanın bolluğu”nun tartışıldığı zamanlarda... Dar Anayasa döneminde ne demeli? Akademik özgürlük; hem kurumsal özerkliği içeriyor hem de bireysel haklar ve özgürlükler bütününden düşünce, ifade, toplanma özgürlüklerinin uzantısını... Böyle tanımlamaktan yanayım, diyelim. Öğrenme ve öğretme özgürlüğünü temeline koyan akademik özgürlük-üniversitenin özerkliği kavram çiftiyle iş görmeli. Araştırma, sorgulama, yaratıcı bilgi üretme ve yayma düşünsel açıdan bağımsızlığı öngerektirir; iktisadi, politik ve idari baskılardan azade olmayı gerektirir. Düşünce, bilim ve sanatta üretim ya da her türlü yaratıcı etkinlik; “sınırları zorlayan” özgürlükleri davet eder. Bu çerçevede de “akademik gelenekler” oluşturulur. Derste ve ders dışında, kısıtlama olmaksızın yazma, konuşma,

sınama, sorgulama, çatışmalı da olsa düşünce üretip ifade etme ve yayma özgürlüğüdür akademik özgürlük... Kurumlar bu özgürlüğü kısıtlama hakkına sahip olmamalı. Tersine, olanaklı kılmalı... Tabii ki “özgürlükçü”, yazılı ve yazılı olmayan kurallar olacaktır. Kısacası, ifade özgürlüğü ve kurumsal olarak hem yazılı kurallarla hem de gelenek ve akademik teamülle korunan/güvence altına alınan bir akademik özgürlük kavramından söz etmeye ve bunu savunmaya çalışmaktayım. Fransız sosyolog Razmig Keucheyan, 20. yüzyılın başlarında akademinin yarattığı “entelektüel bir karşı-toplum” olgusundan bugün bahsedilemeyeceğini söylüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 1987 olmalı. Ünsal Oskay, kendisinin peşinden İstanbul’a gelip sınava girdiğim üniversitede ortamı beğenmediğimi ve Ankara’dan taşınıp gelmeyi düşünmediğimi söylediğimde, “okuyacak, yazacak, çizeceksen, bu işi yapacaksan, başka yolu yok, bir üniversiteye gireceksin, işte sen de buraya gel, ben buradayım” demişti. O dönem tuttuğum günlüğe yazdıklarım gülünç ama anlamlı. Hocalarımı karşılaştırmışım ve “Ünsal Hoca sadece akademisyen değil, edebiyatla, sinemayla, popüler kültürle ilgili okuyor, yazıyor. Onunla çalışmalıyım,” diye kendimce tercih yapmışım. Bu aslında, çok naif düzeyde de olsa, entelektüel ile akademisyen arasında açılan gediği gösteriyor bence. Tercih, aslında bir yaşam biçimi tercihi: Eleştirel bir entelektüel etkinliğe adanan bir yaşam... Günümüzdeki “kariyerist akademi kuşları”nı tanıdıkça, bu gediğin artık kapanamaz hale geldiği düşüncesindeyim. Bizim nesille bir dönem kapandı. Yayın sayısı ve yayın puanı üzerinden aşırı nicelikleştirilmiş ve hayli niteliksizleştirilmiş bir bolluk yaşıyoruz. Sahte bir bolluk bu; kendini yineleyen, çoğu saçma laflardan oluşuyor. “Akademi”dekiler birbirlerine fayda sağlama aracı gibi bakıyorlar: Şu hocanın çevresi geniş, yabancılarla arası iyi, sayesinde indeksli yayın yaparız diye bakıyorlar ve utanmadan bunu dillendirebiliyorlar. Bir de projecilik var, ucunda da para... Bırakınız “entelektüel bir karşıtoplum”u, araçsal akılla yaklaşanlar bile daha edepliydi galiba. Nesli tükenenlerden bir arkadaşımla 2005 olmalı, “Bu Yazı 0 Puan” başlıklı bir makale yazıyorduk; bir de nicelikleştirmeyi eleştiren İngilizce bir makaleyi de indeksli bir dergiye gönderip onun puanıyla Doçentliğe başvurmayı planlamıştık. İroni olsun diye... Tam o sıralarda Erol Mutlu’yu kaybettik; elimiz gitmedi yazmaya... Neyse ki, o yazmıştı. Erol Mutlu bir makalesinde akademide yıldızlaşma sistemini eleştirerek “geç kapitalist toplumlarda yönünü iş haya-

tına çevirmiş, girişimci bir kurum halini almış ve istihdam ettiği akademisyenlere ‘insan sermayesi’ olarak bakan üniversite tarzının yükselişi”nden söz ediyor. Akademide yaşanan sorunların bir nedeni de bu ticarileşme yönelişidir diyebilir miyiz? Erol Hocamın o makalesi çok iyi, çok doğru ve tam zamanındadır. Gelin görün ki dönülmez akşamın ufkundayız artık. Sorunların bir nedeninden ziyade, sıkı bir modernist olarak temel nedenidir demek isterim. Dünyada çok ciddi bir sorun bu. İngiltere’de bizim alanımızda eleştirel ekonomi politiğin yükseldiği Leicester gibi, kültürel çalışmaların zenginleştiği Birmingham gibi merkezler, ülkenin yeni akademik değerlendirme-ölçme sistemine (RAE) uyamadıkları için kapatıldılar. Dergi sayısı arttı, dergilerde bu değerlendirme öncesi yazı yığılması oluyor. Bu yazılar, herhalde dünyayı yeniden keşfetmiyorlar, etselerdi bilirdik. Yüzlerce, binlerce yayın yapılıyor, mecburen. Tezler yazılıyor, öğrenci çekmeye çalışılıyor, ulusaşırı yayılma isteniyor vs. Akademi ortamı, yayın kültürü çok değişti. Misyon, vizyon mu vardı? Belki örtük olarak vardı da, eblehçe yazılıp bunlar üzerinden tanıtım mı yapılırdı? Kantitatif “kalite ölçümü” (oksimoron) ve ticaret kilit hale geldi. İşletme anlayışı, başat örgütlenme kültürünün kurucusu olunca, yapacak bir şey kalmıyor. Fabrika işletir gibi, üniversite işletiyorsunuz. Türkiye’de yaşadıklarımızdan örnekler

SPOT

15


16 SPOT

mik ve idari iş yapması beklenen öğretim elemanlarından, dersi seçen öğrenci sayısı dersin giderini karşılamadığı için açılmayan seçmeli ders konusunda başka bahaneler dinleyen müşteri öğrencilere kadar... “Seni kim koruyacak?” ya da “bu politik görüşle nereye gidiyorsun, seni kim alır?” diye bağırarak soran, “iyiliğimi” isteyen “büyüklerim” de oldu elbette. Oysa, ben artık pür liberalim. Birazdan anlatacağım gibi, sadece ifade özgürlüğünü ve akademik özgürlüğü savunuyorum.“Yazık bu üniversitelerdeki gençlere,” diyemiyorum; onların da hayatı meslek edinmeye ve para kazanmaya endeksli; düşünmeye, sorgulamaya, yaratıcılığa değil. Kim ne yapsın bu sistemde? Çıkarsa iyi 3 kişi, 5 kişi... Türkiye’deki akademik ortamı ve çalışma düzeyini düşündüğümüzde, neler söyleyebiliriz? Komünist Manifesto’nun derste okutulmasının soruşturma nedeni olduğu üniversite ortamında, bu soruşturmaları açanların kafasında nasıl bir üniversite/akademi tahayyülü var? Tahayyül yok ki tahammül de olsun ya da muhayyilesi çok zayıf, izlediği 3 muhafazakar diziyle sınırlı... Bugün Türkiye’de politik açıdan liberal olmak, iyi bir şeydir. Başka türlü özgürlükçü olamayacağımız anlaşıldı. Muhafazakar gözlüklü neo-liberal ekonomi politikalarına tam da aynı ideolojinin politik ögeleriyle geçici uzlaşmalar kurarak yanıt verebiliriz. Gramsci kaynaklı stratejik bir nokta bu. Tıpkı devlet-birey yurttaş önceliği tartışmasındaki gibi aslında. John Stuart Mill’den uyarlarsak, bir kurum olarak yüksek öğrenim ve üniversiteler, tüm organ ve çalışanlarıyla, bir tek öğretim elemanı dahi farklı düşüncede olsa, onun düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlamamalıdır. “Hakikat”e böyle ulaşılacak. Ancak, bugün Türkiye’de iletişim fakültesi dekanı olabilen bir öğretim üyesi, siyasal iletişimin önemli düşünürleri J. S. Mill ile babası faydacı James Mill’i aynı kişi sanıyorsa ve sizin bunun yanlış olduğunu ifade etme araç ve ortamınız yoksa; ifade edecek mecra bulduğunuzda bu ve diğer her eleştiri ve hatta şaka “hakaret” sayılıp idari ve hukuki soruşturmaya konu oluyorsa, akademik özgürlükten ve dolayısıyla onun yaratacağı toplumsal gelişkinlikten söz edemeyeceksiniz demektir. Araçsallaşmış bungun akıllar, özellikle de şaka kaldırmaz; o yüzden, onu bir kenara bırakalım. Gerçi eleştiri de yasak. Olgusal bir hatayı düzeltmek bile, kişisel bir saldırı olarak görülürse, nasıl etkileşime ve akılcı tartışmalara girecek, bilgi üretecek ve doğru bilgiyi yayacaksınız? Barbarlık böyle başlıyor. Hal, savaş gecesi halidir; eleştirel akıl sabahı bekler. Bir yandan da polisiye gibi... Kurumun yönetiminde şeffaflık olacağına, tersine şeffaf olanlar; gözetim teknolojileriyle gözetlenme, baskı ve tehdide maruz kalanlar, sürekli hak ihlaline uğrayan ama hakkını arama yol ve yordamları kısıtlanmış olan öğrenciler ve öğretim elemanları... Muktedir zatlar, açıkça tehdit etmenin ötesinde kendi düzeylerinde de özel güvenlik görevlileri aracılığında po-

lisiye tedbirlerle ve ihbar mektuplarıyla iş görüyorlar. Liberalmiş gibiyim bu yüzden. Takiyye demeyelim, hakaret sayarlar, korkarım. Pardon, şaka da yoktu. “Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar” demişti Adorno, peki bilim başka nelere ihtiyaç duyar? Frankfurt Okulu mensupları bu konuda nasıl bir yol açtılar? “Bilim itaat ister” de demiş olabilir Adorno; maksat, olumsuzlama olsun, maksat diyalektik olsun. Nereden başlasam? Okul üyelerinin her biri bir başka alem biliyorsunuz. Özellikle Adorno’nun bilimle arası yoktur; bakmayın bilimsel araştırmalar yapmak zorunda kalmış olmasına, o felsefecidir. Horkheimer ise, bir zamanlar (1930’ların başında) bilim ve toplum felsefesinin bir araya gelebileceği bir disiplinlerarasılık peşindeyken 1940’larda Adorno’yla birlikte araçsallaşmış akıldan, ona tabi dilden, bilimden, ahlaktan, teknolojiden söz ediyor. O da hep diyalektik üzerine çalışmak istemiş olan bir felsefeci... Marcuse de öyle. Edebiyat sosyolojisi, iletişim çalışmaları vb. ile anılan Löwenthal de Fransız aydınlanmacılarını çalışmış bir felsefeci... Onlar hep felsefe yaptılar. Hiç uzatmayacağım. Yoksa, saatlerce tartışırım bu konuda. Burada açılan yolu gayet kurumsal olarak düşünmek en iyisi. Frankfurt Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün yapılanması, mali özerkliği, kendi dergisini çıkarması örnek olarak düşünülmeli. Şunu unutmadan: Düşünsel kısıtlamalara onlar da maruz kaldı. Adorno’nun Wiesengrund soyadını kullanmaması, Horkheimer’in örneğin “sınıflı toplum”dan “sınıflı” sözcüğünü atması gibi ABD’de oto-sansür uyguladılar. Ve elbette izleniyorlardı. Yıllar sonra FBI kayıtları açıldığında açıkça görüldü: Örneğin, Horkheimer’ın 1941’de California’ya giderken yolda Pollock’a çektiği telgraf, oradaki memurun şüphesi yüzünden FBI’ya iletilmiş, uzun uzun incelenmiş, şifreli olduğu düşünülmüş mesela. Ne demeli? Mücadele yolu bulmalı... Öneri yaptım galiba. Farklı oluşumlar lazım artık. Son olarak Türkiye’deki iletişim fakülteleri ve iletişim eğitimi hakkında ne söylemek istersiniz? Gözlemlediğimiz kadarıyla, medya araçlarını çözümlemeye, deşifre etmeye ve eleştirmeye yönelik bir yaklaşımdan, sermaye grupları için daha satılabilir ürünler üretmeye yönelik bir yaklaşıma doğru bir geçiş var. Medyanın anlamlarından biri araç zaten; o yüzden “medya araçlarını” demeyip “medyayı” diye düzeltelim mi sorunuzdaki ifadeyi? Bunu yazan içimdeki editör) Ardarda iki işyerinden ayrıldım. Söylersem, Türkiye’de iş bulamam. Yukarıdaki örnekler yeter aslında. Löwenthal’in “biz praksisten uzaklaşmadık, praksis bizden uzaklaştı” lafının tersine, şöyle diyeyim: “Ben akademiyi bıraktım ama akademi beni bırakmıyor.” Parasız iş görmeye devam: Hakemlikler var elimde bugün teslim edilmesi gereken... Onları bitirmek üzere, burada bitirsem... Hoşçakalın.

Söyleşi: Emre Tansu Keten

vereyim. Önce devlet üniversiteleri... Kendilerine ‘solcu’ diyen fakülte yönetimlerinin şen şakrak neo-liberal hedefler saptamalarına, strateji geliştirme toplantıları yapmalarına tanık olduk mesela. Devlet üniversitesindeki son yılımda rektörlükte bilimsel politikalarla ilgili bir kurula fakülte temsilcisi olarak atanmıştım. Katıldığım ilk toplantıda yaptığım konuşmadan sonra kuruldakiler, ya “protest arkadaşımız” olarak andılar beni –adım değişik, akıllarında tutamadılar herhalde– ya da müstehzi bir gülümsemeyle dinleyip sorularıma yanıt ver(e)mediler. Kurulun delisi olarak (“marjinali” desem, vali duymasa) muamele görüyordum. Düşünsenize, kocaman bir Tıp Fakültesi, 3 temsilcisi mi ne var, bir başka büyük fakülte, Ziraat... Siz orada, rektör seçimlerinde bazen kritik hale geldiği için ilgi gören, en az sayıda öğretim üyesine sahip bir fakültenin temsilcisisiniz. “Sanayiyle işbirliği, buluş, patent, proje” deyip duruyorlar. Siz “bu üniversite, sosyal bilimler alanında eleştirelliğiyle tanınır; derslerde üniversite-sanayi işbirliğini eleştiren Marcuse’yi de okutur,” diyorsunuz. Kimse sizi ciddiye almıyor, argümanınız para etmiyor çünkü. Uyarlarsam, bir tür “marjinalsin sen, marjinal kal” bakışıyla dışarı sürülüyorsunuz. Zaten, başından beri toplantılarda kapıya en yakın sandalyeye ilişmişsiniz. Dışarısı bir adım... Vakıf üniversitelerinin büyük bir kısmı, hatta birkaç büyük ve kurumsallaşmış örnek dışında sanırım hepsi, vakıf gibi değil, şirket gibi işliyor. Çok çok kötü yönetilen birer şirket gibi. Son üç yılda çalıştığım, dışarıdan ders verdiğim ya da sadece görüşmekle yetindiğim 6-7 üniversiteyle bağlantım oldu. Öyle bağlantılar ki, maaş yatmadığı için toplanan olağanüstü akademik kurulda ilk kez ortaya çıkan, mütevelli heyetinde olmayan ve “ben CEO’yum” diye zıplayan genç bir adamdan, “hayalim üniversite kurmaktı... kaç gün isterseniz o kadar gelin, yazalım 2000 TL, atın şuraya bir imza, formalite gereği” diyen başka bir zıpır adama, “işe gelmenize ve ders programı hazırlamanıza gerek yok, belli bir miktar para öderiz size, maksat bölüm kurulsun” diyen zengin kolejlilere kadar... Sizi işe alan hoca, dekan, rektör değil de, patron olunca, ortam da korkunç oluyor. “O buna tehdit, bu şuna tehdit, gerçek bu” diye diye akademik kadronun zenginleşmesini ve iyileşmesini kendi zararına gören, iş güvencesinden yoksunlukla terbiye edilerek çocuksulaştırılmış, güçsüzlükten adeta çırpınan ama kendinde en ufak bir güçlenme emaresi sezdiği anda, başkasının iradesini gasp edebileceğini sanan “otoriter kişilikler”e sahip öğretim elemanlarından, kadronun ilanı ve başvurulardan sonra, jüri raporlarını üniversite yönetim kuruluna sokmayarak jürinin akademik görüşünü ve adayın başarısını hiçe sayan yönetimlere kadar... Başarılı araştırma önerisiyle TÜBİTAK’tan kazandığı desteği, çalıştığı yerin borcu yüzünden alamayan, dolayısıyla da araştırma yapamayan ya da müşterileşmiş öğrencilerin hepsine dizüstü bilgisayar dağıtılırken, bilgisayarsız akade-


Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı ve asistan mücadelesi

ÖYP bir nimet midir? 18 Nisan günü Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi asistanlarından Murat Elbay, evinde bir ip aracılığıyla yaşamına son verdi. Cansız bedeninin yanında bulunan kısa bir notta şunlar yazıyordu: “Hayattan zevk almıyorum. İşyerinde de mutlu değilim. Başarılı olduğumu düşünmüyorum”. Elbay’ın intiharının ardından haber siteleri, akademisyenlik gibi “seçkin” bir mesleğe sahip genç bir insanın intihar haberini, biraz şaşkınlık içinde veriyorlardı. Önünde doçentlik ve profesörlük yolları açık olan bir insan, bu yolu en başında bırakmanın yanında, hayatından da vazgeçiyordu. Olayın ardından internette kısa bir açıklama yayınlayan, aynı fakülteden Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz şunları söylüyordu: “Murat Elbay ÖYP’den çalışma arkadaşımızdı. Çalışkandı, efendiydi, duyarlıydı. ‘Asistan mutsuzluğu’ belli ki onun da yakasına yapışmıştı. O kendini öldürdü. O mu kendini öldürdü? Bir insan niye kıyar canına? Bilimsel çalışmalar sayar, döker, açıklar bunun nedenlerini. İstatistik olur, sayı olur, rakam olur, soluklaşır gider kitapların sayfalarında, gazete kağıtlarında. Bir katlin nedenini aslında bir ölen, bir de öldüren biliyordur, aynı hikayenin içinde bulunanlardan tam olarak… Bu durumda Murat yalnızca, biliyordu diyebilir miyiz? Hayır, biz de biliyoruz. Biz de aynı hikayenin içindeyiz. Suçluluk duygusundan, üzülmeye yer yok içimizde. Kampüse Onbeşbin kişilik stadyum, sekizbin kişilik cami yapılıyorken, en pahalasından makam arabaları alınıyorken, onca israf, onca lüks, milletin onca parası har vurup harman savruluyorken bu çocuklara yüzbinlerce liralık borç ve kefalet senetleri imzalatıp, bundan ancak ölüm ya da hastalık durumunda muaf kılınırlarken, onurlusunu seçen bu genç adam bir merdivenden aşağıya bıraktı kendisini: insanları kendisine ve birbirine yabancılaştıran ve bir uçuruma açılan kariyer merdiveninden… Bu yana sıçrama, sağ kalanı duyarsız, duyunçsuz kılan; keyfilik içerisinde çürümüş bir sosyal, siyasal, iktisadi hiyerarşiye acı bir isyandı bu.” Ökçesiz’in bu açıklamasından sonra

gözler Elbay’ın da dahil olduğu Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı’na (ÖYP) çevrildi. Murat Elbay bu program çerçevesinde Malatya İnönü Üniversitesi’ne atanmış, ancak lisansüstü eğitimini sürdürmek için bulunduğu Akdeniz Üniversitesi’nde 35. maddeyle görevlendirilmiş bir asistandı. Ökçesiz’in açıklamasının ardından, internet ortamında anonim kimliklerle başlayan tartışmalarda, Elbay’ın maddi durumunun iyi olduğu, bu nedenle senet meselesinin çok önemli olmadığı, onu bu duruma sürükleyenin, ÖYP’li olduğu için kendisine yapılan baskı ve ayrımcılık olduğu iddia ediliyordu. ÖYP nedir? 2002 yılında ilk olarak ODTÜ’de başlatılan Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı’nın ortaya çıkış gerekçesi YÖK tarafından şöyle sunulmakta: “Türkiye’de yükseköğretim sisteminin yüksek düzeyde öğretim üyesi açığı gösterdiği, çok sayıda yükseköğretim kurumunun açılmasıyla nitelikli öğretim üyesi ihtiyacının ortaya çıktığı ve bu nedenle yüksek lisans, doktora ve doktora sonrası eğitim programlarının genişletilmesi gereği Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından hazırlanmış raporlarda belirtilmektedir (“Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu”, Kasım 2005, YÖK)”. Tek bir üniversiteyle başlayan bu sisteme daha sonra birkaç büyük üniversite daha eklenirken, ilerleyen senelerde üniversite kısıtlaması kaldırılacak, ÖYP üsulu atamalar binlerle ifade edilmeye başlanacaktır. Güncel ÖYP işleyişine göre, YÖK senede iki defa (temmuz ve aralık aylarında) kadroları kendi sitesinden duyurmaktadır. Bir lisans programından mezun olmuş herkesin başvurabileceği bu kadrolar, adayların ALES, yabancı dil ve lisans not ortalamalarından çıkartılan ÖYP puanı esas alınarak doldurulmaktadır. Kadroların dağılımı anadolu şehirlerindeki yeni üniversitelere ağırlık verse de, son dönemde büyük şehirlerdeki üniversiteler de bu usülle araştırma görevlisi almaya başlamıştır. Bu programla bir üniversiteye yerleşen kişi, eğer yabancı dil puanı 65’in altında

#direnasistan Devlet üniversitelerindeki, 50/D maddesine dayanılarak, gerçekleştirilen asistan kıyımı sürerken ve buna karşı ortaya çıkan mücadele günden güne büyürken, vakıf üniversiteleri asistanları da örgütlenmelerini büyütüyorlar. Devlet üniversitelerindeki sınırlı güvencenin dahi bulunmadığı vakıf üniversitelerinde, asistanlar “burslu öğrenci” tanımı altında çalıştırılıyorlar. İktidarın bütün üniversitelerde gerçekleştirmek hayalinde olduğu bu modelle, özlük haklarından mahrum bırakılan asistanların

ise, YÖK tarafından belirlenen dil eğitim merkezlerinde 6 aylık dil eğitimine gönderilir. Mevzuata göre, bir yıl içinde 50, iki yıl içinde 65 dil puanına ulaşamayanlar kadrodan atılır. ÖYP’nin insanlar üzerinde yarattığı baskının bir bölümü burada başlar. Başarıyı belli bir zamana mecbur kılan bu işleyişin yarattığı stres nedeniyle birçok kişinin yeterli dil puanına erişemeyerek işten atıldığı bilinmektedir. Belirtilen süre içerisinde, istenen dil puanını alamamanın cezası sadece işini kaybetmek değil, bunun yanında dil eğitimine başlamadan önce size imzalatılan 20 bin liralık kefalet senetleri nedeniyle, devlete bu miktarı ödemek zorunda kalmanızdır. İşsizlik ve 20 bin liralık ceza tehditiyle dil eğitimine gönderilen asistanların, 6 ay içerisinde yeterli bir seviyeye gelmeleri istenmektedir. Bu süre içerisinde dil puanını yükselten ya da kadroyu kazandığı dönem 65 üstü bir dil puanına sahip olan ÖYP’li asistanlar, YÖK tarafından açıklanan yüksek lisans ve doktora kontenjanlarına başvururlar. Bu başvurular sonucu bir lisansüstü programa yerleşen asistan, eğitim süresi boyunca, lisansüstü kontenjanına yerleştiği üniversitede (ki genellikle büyük üniversitelerdir) 35. maddeyle görevlendirilecek, yani asistan olarak bu üniversitede çalışacaktır. Hayrettin Ökçesiz’in, açıklamasında bahsettiği senetler burada devreye girmektedir. Yüksek lisans ya da doktora eğitimine başlayacak olan ÖYP’li asistan, 200 bin TL’lik kefalet senedi-

gelecekleri, yöneticilerin iki dudağı arasına emanet ediliyor. Vakıf üniversitelerindeki asistan mücadelesinin en yoğun olduğu okullardan birisi olan Yeditepe Üniversitesi’nde, Asistan Dayanışması örgütlenmesini yürüten üç asistan, 31 Temmuz itibariyle işlerine son verildiğini öğrendi. Dayanışma faaliyetinin yanında Gezi Direnişi’ne de aktif olarak katılan bu asistanların işten çıkarılma kararlarının rektörlük tarafından verildiği, asistanlara herhangi bir gerekçe sunulmadığı öğrenildi. Üç asistanın işten çıkarılması üzerine bir açıklama yayınlayan Yeditepe Asistan Dayanışması, arkadaşlarının işe iadesi ve asistanların burslu öğrenci değil bilim emekçisi olarak kabul edilmesi için mücadelelerini sürdüreceğini duyurdu.

SPOT

17


“Anlatılan senin hikayendir!” Araştırma görevlileri olarak bugüne kadar hep “güvenceli gelecek” istedik; “iş güvencesi olmadan akademik özgürlük, akademik özgürlük olmadan bilim olmaz” dedik. Ama bugün “güvenceli iş – güvenceli gelecek” talebimize “güvenceli yaşam” talebini de eklememiz gerektiğini görüyoruz. Bugünün üniversite yapısı sadece geleceğimizi güvencesizleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda yaşama dair umutlarımızı da elimizden alıyor. Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi araştırma görevlisi Murat Elbay arkadaşımız, 18 nisan 2013 tarihinde, arkasında “hayattan zevk almıyorum. işyerinde de mutlu değilim. başarılı olduğumu düşünmüyorum” ifadelerini içeren bir not bırakarak aramızdan ayrıldı.

ni imzalamadan eğitimine ve görevine başlayamamaktadır. Lisansüstü eğitiminde başarılı olamayan ya da akademiden ayrılmak isteyenler bu meblağı ödemek durumundadır. ÖYP’li bir asistan, lisansüstü eğitim gördüğü üniversitede çalıştığı zamanın, aynı miktarını kadrosunun olduğu üniversitede, zorunlu görev olarak tamamlamadığı sürece görevini -ölüm ve ölümcül hastalık dışında- bırakamaz. Bu sözleşme, asistanlara, ya çalışmayı ya da ölmeyi seçenek olarak sunmaktadır.

Biz meselenin arkadaşımızın başarısızlığıyla hiçbir ilgisi olmadığını biliyoruz. Sorun, bizleri açık ve net bir iş tanımı olmadan, mobbing’e maruz bırakarak, senet baskısı altında, güvencesizlik tehdidiyle çalışmaya zorlayan; sadece emeğimizi değil, varlığımızı da görünmez kılan, en tepedeki YÖK’ten, en alttaki birime kadar katı bir hiyerarşi içinde örgütlenmiş bir akademik yapıda ve onun ürettiği bireyselleşmiş, rekabetçi ve baskıcı akademik kültürde yatmaktadır. Oysa bilimsel üretim denilen faaliyetin kendisi kolektiftir; dayanışmacı ve özgürlükçü bir kültürü gerektirir.

Emre Tansu Keten

olan üniversiteyi, basit bir meslek okulu haline getirmiştir. Cahil ve niteliksiz insanların köklü üniversitelerde dekan olabilmesinin de, Elbay gibi parlak akademisyenleİşte, Murat arkadaşımız aslında tam da rin dünyasının karartılabilmesinin bunlara itiraz ediyordu. bu itirazı paylaşan de temel nedenleri genel olarak bizler; o’nun anısını yaşatarak, bizleri maruz üniversitenin geldiği bu hâldir. kaldığımız sorunlarla bireysel olarak yüzleşGeçmişte “torpil” meselesi nedemek zorunda bırakan bu yapının karşısında niyle herkesin şüpheyle yaklaştığı dayanışmamızı ve mücadelemizi ilan ediyor akademik personel alımları, ÖYP ve üniversitelerdeki tüm araştırma görevlilerigibi merkezi bir sistemle “güvenini 18 mayıs’ta Ankara’da yapacağımız asistan lirliğe” kavuşturulmuş gözükse de, eylemi’ne davet ediyoruz. Çünkü anlatılan Akademik yozlaşma cemaat vb. örgütlenmelerin ALES, sadece Murat’ın değil; hepimizin hikayesidir! Türkiye’deki akademik nitelik göz önüne KPDS gibi merkezi sınavlardaki alındığında, Elbay gibi ÖYP’li asistanların işgüzarlığı akıldan çıkartılmamalı. ODTÜ, İTÜ, Yüzüncü Yıl, Ankamobbing ve ayrımcılığa maruz kaldığı Bunların yanı sıra, akademisyenlik ra, Hacettepe, Yeditepe, İstanbul iddiaları inandırıcı gelmektedir. 1970’lerin bir entelektüel açlık duygusuyla Üniversiteleri’nden Araştırma Görevlileri mücadeleci ve muhalif akademik dünyası, beslenmediği sürece güdük kala80 darbesiyle paramparça edilmiş, binlerce cak bir meslektir. ÖYP sistemi ise, onurlu bilim insanı istifaya zorlanmış ve adayların kendi bilim alanlarındade heyecanını kolayca öldüren üniversite sonuç olarak bugünkü rekabetçi, piyasacı ki birikimlerini hiçbir şekilde ölçmemekte, ortamı, yönetici ve ünvanlı akademisyenve niteliksiz akademik dünya doğmuşALES gibi genel yeteneği ölçen sınavlarla lerin astlarına yönelik baskısı ve bütün tur. Mesleki dayanışmanın yerini haset, akademisyen seçmektedir. Bu durum bunların üzerine gelen, başarıyı bir zaman bilimsel heyecanın yerini para kazanma yorumlama ve eleştirme yeteneğiyle dilimine mecbur eden, başarısızlığı bir arzusu almış, böylece üniversite, her yeni değerlendirilen akademisyen profilinden, asistanın yüz aylık maaşıyla cezalandıran siyasi iktidarın keyfince düzenlediği bir yalnızca ölçme ve sunma “yeteneği” ile bir yerleştirme sistemi. Elbay, bütün bunla“bürokratik kurum” niteliğine bürünmüşdeğerlendirilen (teknik) akademisyen prorın sonunda hayatından vazgeçmeyi seçti. tür. Bunların yanı sıra AKP’nin her ile bir filine bir geçişin göstergesidir (Bu karşıtlık Ancak bu baskılar Türkiye’nin dört bir üniversite projesiyle, her yerde pıtrak gibi Avrupa ve ABD akademi anlayışı arasınyanında devam ediyor. Elbay gibi binlerce biten devlet üniversiteleri ve neredeyse iki daki eski bir tartışmaya dayanmaktadır). asistan hayattan zevk almıyor, baskılar katlı dükkanlara açılan vakıf üniversiteleri, altında eziliyor, önüne konulan hedefleri akademik ve entelektüel faaliyet mekanı Murat Elbay ne gerçekleştirememe stresinden başarılı ilk ne de son... olamıyor, yaptığı işe yabancılaşıyor. Bütün Elbay gibi binlerce asistan hayattan zevk alMurat Elbay’ı bunların karşısında asistanların önünde mıyor, baskılar altında eziliyor, önüne konulan ölüme götüren bir seçenek daha var; o da mücadele! Gerhedefleri gerçekleştirememe stresinden başarılı süreç kısaca böyle çek bir akademi için, toplum için yararlı özetlenebilir. bir bilim için, üniversite emekçilerinin olamıyor, yaptığı işe yabancılaşıyor. Bütün bun- Artık bir heyecan güvenceli iş hakkı için, kadrolaşmaların ların karşısında asistanların önünde bir seçenek barındırmayan, önüne geçmek için mücadele. Üniversite yeni gelen genç daha var; o da mücadele! için mücadele! akademisyenlerin

18 SPOT


Dün veya şimdi: üniversitenin değişmeyen sorunu rulmuştur. Buna göre, üniversite alt ve üst fakülteler şeklinde birbirinden ayrılır. Üst fakülteler; tıp, teoloji ve hukuk, alt fakülteler ise felsefe ve diğer tin bilimleridir. Üst fakülteler için neden tıp, teoloji ve hukuk gibi bölümlerin seçildiği konusunda cevap açıktır. Bu bölümler tebaa açısından (Prusya hükümetinin toplumu halk veya halklar olarak gördüğü konusu şüphelidir.) makul bölümlerdir. Aynı zamanda söz konusu bölümlerin tebaa açısından işlevsellik bakımından karşılıkları vardır. Özel mülkiyetin güvencesini sağlayan,

SPOT

19

Felsefe)

hazır anlam dünyasını sunan son olarak da paket olarak sunulmuş hayatı sağlıkla yaşamasını sağlayacak başta gelen bölümler yukarıda adı geçenlerdir. Bununla birlikte üst fakültelerin müfredatları yine Prusya hükümetinin elindedir. Dolayısıyla söz konusu bölümün müfredatından geçenler statükonun birer memuru olurlar. Üniversitede tekniğin öne çıkarılması Prusya’daki sert toplum mühendisliğinin bir karşılığıdır. August Comte’un tebaayı nasıl yöneteceğine ilişkin kuramı, Prusya’da kuramın içinden dahi geçmeden en sert şekliyle pratik tezahürlerde kendini gösterir. Sonuç olarak hiyerarşik yapısıyla üniversite bir mekanizm içine dahil edilir. Söz konusu mekanizm içinde, müfredatla etkinliği sınırlandırılmış bir üniversitede eleştirellikten söz etmek mümkün olamaz; devletin aklı burada mutlaklaştırılmaya çalışılır. Bu açıdan, üniversite için bilimsellik onu tüm alanlarıyla özgür kılacak bir nitelik değildir. Eğer eleştirel düşünce üniversite için hakim kılınabilirse akademinin bilim yapılan alanları da ancak o zaman gerçek anlamıyla bilim yapabilir hale gelir. Dolayısıyla üniversite için esas sorun özerklik sorunu olmaktadır. Üniversitede otonominin nasıl işleyeceği, fakültelere nasıl sirayet edeceği elbette başka ve olması gereken tartışmaları gündeme getiriyor. Fakat karşımızda sopa gibi

bir kurum olan YÖK ve yeni YÖK yasa tasarısı bulunurken söz konusu tartışmayı detaylarıyla açmak şu an için pek de elzem olmayacaktır. Endoktrinasyonu müfredatla ve yeri geldiğinde (sık sık) fiziksel alana çeşitli müdahalelerle sağlayan YÖK, yakın zamandan beri yeni bir güncellemeyle gündemde. Yeni yasa tasarısıyla birlikte yüksek öğretim kurumunun dışarıdan ve yüksekten gelen buyrukları artık içeriden gelmeye; zihinsel bir örüntü olmaya başlayacak. Zaten genel kabul gereği altın bilezik takma, mesleği eline alma imkanı şeklinde algılanan üniversite, söz konusu yasa tasarısıyla birlikte en büyük darbelerden birini alma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu noktada, üzerinde durmak gerekir; hali hazırda bir darbe kurumu olan YÖK’ün yeni yasayla birlikte işlevselliği de kalmayacaktır. Çünkü yeni yasanın geçişi ile birlikte yukarıdan ve zorla dayatılan müfredatlara, normlara ya da yaptırımlara da ihtiyaç duyulmayacaktır. Çünkü yeni yasa tasarısı tam da neoliberal ruha uygun olarak, üniversitede sermayenin özerkliğini öne çıkarmakla birlikte aynı zamanda bir zihniyet ve olağan kimlikleri yaratma projesidir. Bu noktada kimlik yaratma konusunda güvenlik kameralarını yine tüm olan bitenin küçük bir metaforu şeklinde okumak faydalı belki de söz konusu durumu olanca açıklığıyla göz önüne serecektir: Güvenlik kameralarının kuşatmasıyla birlikte özneler bir süre sonra izlenip izlenmedikleri fark etmeksizin kameralara uygun şekilde davranırlar. Metaforu genişletirsek yeni tasarı da öznelerin piyasa koşullarına tam anlamıyla adapte edilmesi anlamına gelmekte... Performans, esneklik, bireysel başarı gibi kavramlarla gelen zihni şekillenme ile birlikte var olan koşulların sorgulanamayacak olması aşikardır. Sonuç olarak yukarıdan dayatılan yaptırımlardan daha belalı bir durum olarak “egemenle aynı şekilde dudaklarını kıpırdatan insan” zihniyetinin yerleşmesi söz konudur. Tüm bu koşullar için ise çözüm adına gelecek cevap bilindik ve basit: Mücadele etmek. Fakat burada bahsi geçen mücadeleler üniversite için uygun görülen olağan kimliklerin belirlediği sınırların dışından konuşan tüm mikro mücadeleleri de kapsamakta. Üniversitelerin özgürleşmesi, tahakküm ilişkilerine eklemlenebilecek dudak kıpırdatmalarla değil, yeni ifade ve söylemlerle mümkün olacaktır.

Mustafa Berkan Yetiş (Ege Üniversitesi -

Bugün, genellikle hak mücadelesi içerikli üniversite eylemlerine baktığımızda ‘’bilimsel üniversite’’ pankartları dikkatimizi çeker. Üniversite muhalefetindeki söylem üzerinden ortaya çıkan noktalardan biri de söz konusu bilimsel üniversite isteğidir. Bu pankartlar veya dövizler elbette üniversitede ‘’bilim yapmayı’’ ketleyen birtakım yetersizlikler ve/veya müfredatlar sonucunda ortaya çıkmış olabilir. Fakat esas olarak üzerinde durulması gereken sorunlardan biri üniversiteye ‘’bilimsel’’ hüviyeti kazandırarak gerçekten de istediğimiz akademik tarza ve üniversiteye yaklaşabilir miyiz? Yani akademinin tam anlamıyla akademi olamamasının nedeni bilimsel olmaması mıdır yoksa bilim de akademinin tahakküm altına alınması için alet çantasından sıklıkla çıkarılıp kullanılagelmiş bir etkinlik midir? Akademinin nasıl olması gerektiği ya da nasıl olabileceğine ilişkin sorgulamayı Türkiye’deki üniversiteler üzerinden yürüttüğümüzde, üniversitenin tarihsel seyrine kabaca aşina olanlar için dahi tanıdık bir gözlem ortaya çıkacaktır. Üniversite, başlı başına titrinden dolayı zaten egemen yapı için pastanın tatlı dilimlerinden biri olmuştur. Hemen söylemek gerekir ki akademi, zaten egemen olan tarafından, politik ya da kültürel karakteri fark etmeksizin, tahakküm ilişkileriyle mevcut yapının söylem ve etkinlik olarak devamlılığını sürdürecek bir karakterle sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Akademinin ne türden bir sınırlandırılmaya tabii olduğuna ilişkin ise güç ilişkilerinden söz etmek doğru olacaktır. Bu noktada Thomas Hobbes’un Leviathan’ında geçen “İnsanların ne istediklerine inanmaları için egemenle aynı hareket içinde dudaklarını ‘kıpırdatmaları’nın yeterli olduğu.” cümlesi, akademinin söz konusu durumu için de açıklayıcıdır. Akademi; biçim verilmiş bu haliyle, egemen düşüncenin teknik başarıyla ve/veya söylemle meşrulaştırılma, onun düzlemini sağlamlaştırma amacındadır. İzlediği süreçler bakımından Türkiye modernleşmesine oldukça benzerlik gösteren Alman modernleşmesi ile birlikte bugün de içeriğini koruyan akademi tartışmasıyla da yüz yüze geliriz. ‘Teknik bakımdan’ geride kalmış dönemin Prusya’sı söz konusu açığını yeni uygulamalarla kapatmak ister. Bu uygulamalardan biri ise yeni üniversite yapısıdır. Kant’ın Fakülteler Çatışması adlı eserinde belirttiği şekliyle bu yeni üniversite; fakültelerin hiyerarşik yapılanmasıyla oluştu-


20 SPOT


Kocaeli Üniversitesi’nden Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu:

‘Bundan sonra tamamen havasız, nefessiz bir alan isteniyor.

Tek kıyafet, tek düşünme, tek adım, komuta uyum…’ Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürütürken 2009 yılında, Dilovası ve Kandıra ilçelerindeki hava kirliliği üzerine bir araştırmanın yürütücülüğünü üstlendi. 5 Ocak 2011 tarihinde bir gazete röportajı sırasında Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, yürütmekte olduğu araştırmanın bulgularına dayanarak ‘Havada ağır metallerin bulunduğu, anne sütü ile bebeklerin kakasında da bu ağır metallerin saptandığı’ bilgisini kamuoyu ile paylaştı. Bundan sonraki süreçte bakanlık önce böyle bir kirliliğin bulunmadığını iddia etmiş sonrasında ise Prof. Dr. Hamzaoğlu henüz yayınlanmamış bir araştırmayı açıkladığı için ‘etik özensizlik’ ile suçlanmıştı. Sonrasında Hamzaoğlu hakkında adeta bir karalama kampanyası başlatıldı. Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı tarafından ‘Halkta korku ve panik yaratmak’ suçlamasıyla hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü ise Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu hakkında cezai soruşturma başlattı ve disiplin soruşturması açtı. Eş zamanlı olarak Sağlık Bakanlığı tarafından YÖK’e şikayet edildi. Tüm bunlar yaşanırken akademik özgürlük adına ‘Onurumuzu Savunuyoruz Hareketi’ başlatıldı. Ve Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu akademik özgürlüklerin sembolü haline geldi. Onur Hoca ile tüm bu süreci, hakkında ortaya atılan iddiaları ve ‘akademik özgürlük’ kavramından ne anlam çıkarılması gerektiğini konuştuk. 2009 yılında ekibinizle birlikte Dilovası ve Kandıra ilçelerinde hava kirliliği ve havadaki tozlarda ağır metal varlığının araştırılması projesine başladınız ve projenin yürütücülüğünü yaptınız. Sonrasında bu bölgedeki kanser riskini, araştırma bulgularına dayanarak kamuoyu ile paylaştınız. Ve ardından hem idari soruşturma hem de ceza soruşturması ile karşı karşıya kaldınız. Öncelikle bu noktaya nasıl gelindi anlatabilir misiniz?

Tabi şöyle; biliyorsunuz sanayi kentinde yaşıyoruz. Kocaeli, Türkiye’nin önemli sanayi havzalarından bir tanesi. Benim ve Anabilim Dalı’ndaki ekip arkadaşlarımın 2000’lerin ilk yıllarından beri ki ben 2001’de Kocaeli’nde göreve başladım, temel hedefimiz bölgedeki yaşanan sanayi kaynaklı sorunların neler olduğunu boyutları ve özellikleriyle birlikte ortaya çıkarmaktı. Çünkü uzmanlık alanımız halk sağlığı. İşçi sağlığı, epidemiyoloji, okul sağlığı, sağlık ekonomisi vb. yanı sıra çevre sağlığı da çalışma alanlarımızdan birisi. Bu alanlarda hem tıp eğitimi kapsamında hem de uygulama ve araştırma alanlarında yer alıyoruz. Biz bütün alanlardaki çalışmalarımızda yöntem olarak öncelikle durum saptaması yaparız. Sözünü ettiğiniz çalışmada da ilk talebimiz Kocaeli Sanayi Odası’na birinci sınıf gayrisıhhi müesseselerin, yani sanayideki fabrikaların öncelikle hammaddelerini, üretim süreçlerini, ürünlerini öğrenmek için girişimde bulunmak oldu. Bunun için yazılı başvuruda bulunduk, 2002’nin Şubat ayında. Oda’nın Genel Sekreteri sözlü olarak bu bilgilerin ticari sır olduğunu ve veremeyeceklerini söyledi. Dolayısıyla böyle kuramsal bir çalışmayla Kocaeli’nde sanayi kaynaklı tehlikelerin saptanmasıyla ilgili projemizi askıdan düşürmüş olduk. Onun yerine o dönemki adıyla Çevre ve Orman İl Müdürlüğü’nün ilimizde yapmış olduğu gayrisıhhi müesseselerle ilgili denetimlerin sonuçlarını inceledik. Orada da şunu gördük; çok az bir boyutunu incelemekle beraber %95’inde mevzuata aykırı-

lık bulunduğunu ve ceza yazıldığını ama incelenenlerin de % 1’i aşmadığını gördük. Bu, bölgemizde sanayinin, topluma ve doğaya karşı denetimsiz olduğu ipuçlarını bize veriyordu. Ve bu durumda ölçeği küçültme hedefini önümüze koyduk. Eğitimimizde de yararlandığımız Kentte Sağlık başlığı altında öğrencilerimizi de götürdüğümüz Dilovası beldesinde 2000’li yılların başı için söylüyorum 2010’da biliyorsunuz seçim bölgeleri dikkate alınarak Dilovası ilçe haline getirildi. Dönemin belediye başkanı öğrencilerimize bir sanayi kentinin o ölçekteki, ne gibi sorunlar yaşadığını, nelerle uğraşmak zorunda kaldıklarını anlatıyordu. Bu ilişki kapsamında 2004 yılında o bölgedeki ölüm kayıtlarının olup olmadığını varsa kullanıp kullanamayacağımızı sorduğumuzda 2004 Eylül itibarıyla bizimle 1995 yılında başlayıp söylediğimiz tarihe kadar tuttukları defin ruhsatlarını paylaştılar. O verileri incelediğimizde şunu gördük; Dilovası beldesinde 100 ölümden yaklaşık 32,3’ü kanser nedenli ölümdü. Biz bunu hem Belediyeye hem Dekanlığımız üzerinden Rektörlüğümüze rapor ettik. Neden? Çünkü Türkiye’de, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre 100 ölümden 12,9’u, dünyada da Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre de 12,5’i kanser nedeniyle ölümken biz de böyle bir sayının olması, üç katına yakın bir farklılığa denk geliyor olması önemliydi. Bu nedenle kayıtlar üzerinden yürüttüğümüz çalışmayı bir alan araştırması ile desteklemek istedik. Daha ayrıntılı ve güvenilir veriler üzerinden araştırma yap-

SPOT

21


ma gereksinimi duyduk. 2005 yılının Ocak ayında sahaya indik, Dilovası’na. Hedefimiz şuydu; 2004 yılında ölenlerin tam listesini çıkarmak. Dilovası’nda ikamet edip Dilovası’nda ölmüş olanların hepsini, dört kamu kurumunun sekiz ayrı kaydından, tek tek belirledik. Bu kişilerin evlerine ulaşıp ayrıntılı bilgi ve belge topladık. Bu ölenler kimler? Buraya ne zaman gelmişler? Burada ne kadar yaşamışlar? Burada fabrikalarda çalışmışlar mı? Evlerinde ne yiyip ne içiyorlar? Ne ile ısınıyorlar? Bunlar her şeyi belirleyecek özellikler. Ayrıca ölüm nedenlerini kanıtlayacak bilgiler ailelerde var mı? Özellikle kanser nedenli ölümler için hastane raporları, patoloji raporları var mı? Bunlar olmayanlar içinde Dünya Sağlık Örgütü’nün sözel otopsi dediğimiz bir araştırma ölçeği var, onu da hazırladık. Biz, üniversitemizden de ulaşım desteği alarak, bir hafta boyunca her gün Dilovası’na giderek araştırmamız için bire bir veri topladık. Kayıtlardaki her bir kişinin evini tek tek ziyaret ettik. Ölenlerin okur-yazar olan birinci derecede yakınlarıyla görüştük. Ölümler yeni olduğu için doğrudan doğruya ölen kişilerle ilgili sosyo-demografik özelliklerini, yaşam koşullarıyla ilgili özelliklerini, sigara içme durumlarıyla özelliklerini öğrenmiş olduk. Ve bu çalışmamızın sonucunda da gördük ki; 100 ölümden 33,3’ü kanser nedenli ölüm. İşte o bulgular bize burada bir sorun olduğunu gösteriyordu. Ayrıca bununla da yetinmeyip çevre kirliliğinin kaynaklarının tespitine ve insanların durumuna yönelik yeni araştırmalara yelken açmaya yönlendiriyordu. Yaptığımız araştırmada topladığımız veriler üzerinden ileri analizler de yapıp şuna ulaştık; Dilovası’nda 10 yıl ve daha üzeri süre yaşayanların kanserden ölme riski daha kısa süre yaşayanlara göre 4.4 kat daha fazlaydı. Ve hemen akla şu gelir; O zaman bunlar sigara içiyordur ya da bunlar yaşlıdır. Biz bunların da bu sonuca etkisi olup olmadığını ileri analizlerle araştırdık. Ve sigara içme durumuyla, ölen kişilerin yaşının araştırmamızda ortaya çıkan bu durumla etkisi olmadığını ortaya koyduk. Dilovası’nda kanser nedeniyle ölümlerin ilk sırada yer aldığı Sağlık Bakanlığı’nın içinde olduğu çalışmalarda da raporlara geçiyor değil mi? Hatta 2006 yılında Meclis’te Dilovası Araştırma Komisyonu kuruluyor… Bu bahsettiğim çalışmamızı 2005 yılında Halk Sağlığı Ulusal Kongresi’nde paylaştık, Gülhane Tıp Akademisi tarafından Kızılcahamam’da yapılan Çevre Kongresi’nde. Orada da tartıştık bu çalışmayı ve kamuoyuna da mal oldu. Kocaeli’nde büyük bir tartışma yarattı Dilovası sorunu. Çünkü gidip gelen yoldaki insanlarında aslında nesnel olarak gördüğü bazı sorunlar var, havadaki kokulardan, tozlardan, dumanlardan. Bize sadece onun bilimsel ölçütlerle görünebilirliğini sağlamak düşüyordu. Ve bu gündeme gelince 2006 yılında da Meclis’te Araştırma Komisyonu kuruldu. Sağlık Bakanlığı,

22 SPOT

Çevre ve Orman Bakanlığı o “Her şeyi ama her şeyi konuşabileceğizaman ki adıyla, TÜBİTAK niz, ifade edebileceğiniz yer olması lazım MAM Gebze’de bulunan, Kocaeli Üniversitesi gibi pek üniversitenin. Bilimi bilim için yapanın da çok kamu kurumu ve oradabilimi toplum için yapanın da bir arada ki sanayiciler, Dilovası Orgaama o kaygılarla bulunması lazım.” nize Sanayi Bölgesi Yönetimi başta olmak üzere Meclis Araştırma Komisyonu’na verilerini Kanserle Savaş Daire Başkanlığı davet edildi, ben de davet edildim Anaile yeniden paylaştık. Ve Dilovası ilçesinbilim Dalımız adına şahsen. Bu bulgular deki bütün hanelerin kapsadığı bir çalışma ile bu sonucun sigara ve yaş itibariyle yapmaya karar verdik. Onları da ben her bir etkiye sahip olmadığını, o bakımdan zaman belgeleriyle sunuyorum. Kanserle önemli bir mesele olduğunu ve çözülmeye Savaş Daire Başkanlığı, Sağlık Bakanlığı muhtaç olduğunu paylaştık. Aynı dönemadına Valilik’e ve Rektörlüğe yazı yazde maalesef Kanser Savaş Daire Başkanı dılar. Kocaeli İl Sağlık Müdürlüğü ve ki şimdi Hacettepe Üniversitesi RektörüKocaeli Üniversitesi ve Bakanlık üçümüz dür, Dilovası’nda sigara içmeyi engellerDilovası’nda 2007 Ekim’de başlayıp Ağuslerse bu sorunların ortadan kalkacağını tos 2008’de biten bir çalışma gerçekleştirKomisyon’a anlattığını Komisyon üyeleri dik. Bu 2000 yılından 2007 yılının Ekim bana söyledi. Ben de onlara bu ölçümleayına kadar ki ölümlerin ve ölüm nedenrin net ve kesin olduğunu söyledim. Ve lerinin saptanmasına yönelik bir çalışmayKomisyon Kasım 2006 tarihinde raporunu dı. Ve 2000 ila 2006 yılında Dilovası’nda tamamladı, 29 sorun ve 29 çözüm önerisi gerçekleşen 100 ölümden yaklaşık getirdi. 2007 yılının Şubat ayında da bu 30.5’inin kanser nedeniyle olduğunu bir rapor Meclis Genel Kurulu’nda görüşülkez daha ortaya koymuş olduk. Bu Sağlık dü. Aynı dönemde Kocaeli Rektörlüğü’nü Bakanlığı’nın resmi araştırmasıdır. Ben dönemin Çevre Bakanı, Kocaeli ilinin bu verileri 2008 Ağustos ayında Kanserle milletvekiliydi kendisi, ziyaret etti. Ben de Savaş Dairesi Başkanlığı’yla paylaştım. o toplantıya brifing vermek üzere davet Fakat o dönemde fark ettim ki maalesef edildim. Biraz önce paylaştığım bulguları Dilovası’nın hep üzerine bir şeyler çekilpaylaştıktan sonra kendilerine bu konumek isteniyor. Organize Sanayi Bölgesi’nin nun Üniversite ve Bakanlık tarafından ele kuruluşunda yapılması gereken arıtma alınmasının ve bunun Kocaeli genelinde tesisleri 2008 yılı itibariyle daha yapılmaolmasının önemini anlattım. Rektörümüz mıştı, Meclis Araştırma Komisyonu’nun önemli bir destek sundu, şu andaki Rekyapılsın demesine rağmen. Onun üzerine törümüz aynı kişiydi o zaman da. Bakan bu tarihsel birikimimle küçük ölçekte onayladı orada sözlü olarak ve yanındaki yeni bir proje yazma ihtiyacını duydum. müsteşarına böyle bir proje olursa yapalım O da şudur; biz 2005 yılında bu verileri diye talimatı verdi. Ertesi günden itibaren toplarken bir ara İl Sağlık MüdürlüğümüTıp Fakültesi Dekanımızla ben bu işi gözün web sayfasında Kocaeli genelindeki rüştüm. Benim koordinatörlüğümde yakölüm nedenlerini gören bir istatistiğe laşık dokuz ila 10 klinik hep beraber yedi, rastladık. Ve gördük ki Türkiye ortalaması sekiz toplantı yaptık, proje koordinatörü 12.9 olmasına rağmen Kocaeli’ndeki 100 olarak ben bir ön proje hazırlığı yaptım. ölümden 19’unun kanser nedenli olduğu Kasım 2007 yılında, o zaman 2007 yılından İl Sağlık Müdürlüğü’nün verisinde vardı. sonra Bakan değişmişti biliyorsunuz, buna Ve hiçbir fabrika olmayan Gölcük’te 100 rağmen Rektörlüğümüz, Bakanlık’tan ölümden 21’inin kanser nedenli olduğu randevu aldı. Ben o görüşmelere gittim. görülüyordu. Tam bir gün Çevre Bakanlığı’nda Müsteşar Yardımcısı ve ilgili Genel Müdürlük ile Yani sadece sanayi bölgesi olan görüştükten sonra şu yanıtı aldım: Evet bu Dilovası’nda değil Kocaeli genelinde iyi bir proje ama biz bunu Avrupa Birliği kanser riski söz konusu. ile kendimiz yapacağız, Üniversite bunu Evet, bu ne demek? Esasında hava yapmayacak diye. sirkülâsyonu meselesi nedeniyle bir havzada, bütün risk faktörleri varsa eğer Bakanlık neden böyle bir çalışma yapdolaşabilir. En temiz yer 100 ölümden mak istediğini söylediği halde üniversi7’sinin kanser nedenli olduğu Kandıra’ydı. teyi devre dışı bırakarak Avrupa Birliği Şunu planladım; öyle yapmalıyız ki herkeile çalışmak istedi? sin gözünde en temiz olduğu düşünülen Çünkü yüksek bir meblağ. Ama burada Kandıra ile en kirli olduğu düşünülen araştırmacılara para verilmesi üzerine Dilovası’nı karşılaştırmalıyız. Bunun için yüksek bir meblağ değil. Kullanılacak uygun evrensel ve akademik parametrelerteknoloji ve izlem süreleri nedeniyle yükle hava kirliliğini ölçmeliyiz. Hava kirliliği sek bir meblağ. O proje yapılmadı. Ama var mı yok mu belirledikten sonra, bu kir2007’nin Mart ayında, biraz geriye dönüliliğin içinde neler var sanayi ile ilişkilenyorum, Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş direbileceğimiz ona bakmalıyız. Bir tanesi Daire Başkanlığı beni toplantıya davet bu. İkincisi bunlar insanlarımızda var etti. Çünkü Meclis’te görüşülen raporda mı yok mu diye. Ama benim hipotezim şöyle bir ibare geçiyor; ‘ilgili Bakanlıkşuydu; en temiz diye düşünülen yer de en lar konuyla ilgili daha geniş araştırma kirli diye düşünülen yer de uluslararası yapsınlar’ diye. Elimizdeki 2005 araştırma standartlara göre kirlidir. Görece olarak


aralarında fark olabilir ve vardır da zaten, birisi çünkü kirliliğin kaynağı. Görüşlerimi yazılı hale getirdikten sonra Genetik ve Çocuk Sağlığı Hastalıkları’ndan iki arkadaşımla bu konuyu paylaştım. Onlarında katkıları oldu. Örneğin Genetik’teki arkadaşım dedi ki; oradaki çocuklardaki kanları da daha sonra alalım, bir genetik farklılık var mı ona bakabiliriz. Çocuk Sağlığı’ndan bu projeye katılan arkadaşım da şu öneride bulundu; çocukların kakalarını da alırsak çok daha uygun analizler yapabiliriz diye. Ve ben 2008 Ağustos ayında bir projeyi yazmaya başladım proje yürütücüsü olarak, arkadaşlarımın da desteği ile. Beş aşamalıydı bu proje. Bir tanesi her iki ilçede hava ölçümü yapacaktık, havadaki tozları ölçerek kirlilik olup olmadığına karar verecektik. O tozun içindeki ağır metallere bakacaktık. Sonra o bölgede gebeliklerin 4. ayında araştırmaya katılmayı kabul eden gebeleri doğumlarına kadar izleyecektik. İzleme aşamasının sonunda doğumlarında ilk sütlerinden örnekler alacaktık, ilk bebek kakalarından örnekler alacaktık. Onlarda da havadaki tozlarda baktığımız ağır metallere bakacaktık ve karşılaştıracaktık. Beraberinde bebekleri de bir buçuk yaşlarına kadar izleyecektik. Son olarak da genetik olarak bir sorun var mı yok mu bebeklerde bakacaktık. Projenin bütçesi nasıl karşılandı? Bu projeyi yaklaşık 180 bin liralık bütçeyle hazırlamıştım. Üniversitemiz 150 bin lirasını vermeyi kabul etti. 150 bin lirayı Proje Araştırma Birimi karşıladı. Bu proje tabi ki oraya verildiğinde hem bilimsel olarak heyetten geçti, akademisyenlerin değerlendirdiği bir heyetimiz var BAB’lar da bütün üniversitelerde var, ayrıca Etik Kurullardan da geçti. Konunun önemi ve içeriği itibarıyla yapılmaya değer bulunduğu ifade edildi. Bir de benim o dönem tez konusu vermem gereken asistan arkadaşlarımdan birinin de bu projede araştırmacı olarak katılmasını ben istedim. Çünkü beş ayrı alanda çalışma yapacağız, bu alanlardan bir tanesine de onun için uygun olacak alanlardan birisi de O’nun tez konusu olabilirdi. Böylece biz dört kişi bir proje hazırladık. Ben projenin yürütücüsü oldum. İki doçent arkadaşım ve benim asistanım

araştırmacı oldular. Biz bu bağlamda bu projeyi verdik, proje kabul edildi. Ve Mayıs ayında bildirildi bize kabul edildiği. Biz, o tarihten itibaren gebelerimizi toparlamak adına bölgede girişimler yaptık asistanımla beraber. Ve de hizmet satın alma yoluyla hava ölçümlerinin TÜBİTAK MAM’ın Çevre Enstitüsü’nde yaptırmamız uygun olacaktı. Çünkü uluslararası akredite laboratuarlar. Annelerin sütü ve bebeklerinin kakasındaki analizleri de Bursa’da yine TÜBİTAK’ın BUTAL adlı laboratuvarında yaptırmamız gerekiyordu. Önce TÜBİTAK MAM ile görüştük. Onlar teknolojik donanım itibarıyla araç parklarını yenilemenin uygun olacağını söylediler. O nedenle biz Mayıs’tan Kasım 2009’a kadar onları bekledik. İlk ölçümlerimizi Dilovası’ndaki bir mahalle ile Kandıra’daki bir mahallede yapmaya başladık, hep aynı yerde yapılmıştır. Süreç böyle başladı. Biz hava ölçümlerini yaparken bir yandan da gebelerin sağlık durumlarını izliyorduk. Sigara içmemeleri gerekiyor, ilaç kullanmamaları gerekiyor gibi özellikler vardı. Bu aşama doğrudan doğruya Anabilim Dalımız tarafından yürütüldü. Seyahatler yapılıyordu ister istemez, aldığımız numuneler biriktikçe peyderpey Bursa’daki BUTAL laboratuarına gönderiyorduk. TÜBİTAK MAM tarafından, her iki ilçede, her ay eş zamanlı ve düzenli olarak tam 24 saatlik hava ölçümleri yapılıyor ve yapılan ölçümlerin sonuçları bize resmi raporlarla bildiriliyordu. Bu raporlar hem bizde hem de o kuruluşlarda hem de üniversitemizde bulunuyor. Biz bu projemizi yürütürken, 2010 yılının sonbahar aylarında kentimize yeni bir demir çelik fabrikası kurulması gündeme geldi. Şehirdeki dördüncü demir çelik fabrikası… Evet, iki tanesi Dilovası’nda bir tanesi Gebze’deydi. Bu sefer kentimizin doğu tarafına kurulacağını öğrenmiş olduk. Diğer üçü batıdaydı çünkü. Kentte ciddi bir tartışma ortamı oluştu. Biz o tarihlerde tartışmaya hiç dahil değildik. Bu veriler elimizde birikiyordu. Ve görüyorduk ki en temiz denilen Kandıra’da da uluslararası standartların üzerinde bir kirlilik yaşanıyor. Dilovası’nda hava kirliliği zaten tah-

min ettiğimiz gibi çok yüksek. Aldığımız anne sütü ve bebek kakaları örnekleri üzerinde yapılmakta olan analizlerin sonuçlarında da benzer bir durumla karşılaşamaya başladık. Her bir numune için kesin ve değişmez olan bu sonuçların önemli bir bölümünde anne sütü ve bebek kakalarında da hakikaten beklenenin, özellikle de Dünya Sağlık Örgütü’nün standartlarının üzerindeki seviyelerde ağır metal tespit edilmeye başlandı. İşte bu çalışma olurken daha önce 2004-2005’deki çalışmalarımızla ilgilenen gazeteci bir arkadaşımız bu projeden de haberdar olduğu için kentte bu yeni emisyon artışının nelere neden olacağı konusunda bilgi paylaşmak istedi. Söyleşi sırasında, o zamana kadar resmi raporlarla elimize ulaşmış olan bulguları kendisiyle paylaştım. Bunlar araştırma sonucu değildir. Bu sadece o zamana kadar üretilmiş, ulaşılmış ve değişmeyecek, uluslararası akredite laboratuarlarının sonuçlarıdır. Yani ulaşılmış bulgulardır. Araştırma sürecinde toplanmış olan verilerdir. Kısaca; şu tarihten şu tarihe kadar şu kadar ölçüm yapıldı, ölçüm sonuçlarına göre havadaki kirlilik durumu budur, şu kadar kişi de anne sütü ölçümü ve bebek kakası ölçümü yapıldı, durum budur; anlamına gelmektedir. Ayrıca, bunlar zaten araştırma bittiğinde değişmeyecek sonuçlardır. Paylaştığımın tümü bunlardır. Bu söyleşiyi hafızam beni yanıltmıyorsa, 5 Ocak 2011 günü gerçekleştirdik. Ve birkaç gün içinde de maalesef, maalesef derken, olumlu yönü de şudur; kamuoyu yeniden duyarlı hale geldi Dilovası’na. Maalesef derken çok çarpıtıldığı anlamında maalesef diyorum. Bu projemiz, son hava ölçümlerimizin de tarihi olan 2012’nin Şubat ayında tamamlandı. Ama ondan önce bebeklerin kakaları ve annelerin sütündeki çalışmalarımızı tamamlamıştık. Bebeklerimizin izlem süresini de 2012’nin Ekim ayı itibarıyla tamamladık. Aynı aşamada aldığımız kan örneklerinden, yeniden izin istedik annelerden, bebeklerimizin genetik araştırmasını da ayni bir laboratuvar bağışı alarak tamamladık. Biz, bu projede, toplam 150 bin liralık bütçemizin 109 bin lirasını kullanmış olduk. 41 bin lirasını iade ettik. Niye iade ettik? Öngördüğümüz sayıda katılımcı olmadı. Bir kısmı ayrıldı çalışmadan, dolayısıyla onların sütleri ve bebeklerinin kakalarının analizleri olmadı. Hem TÜBİTAK MAM hem TÜBİTAK BUTAL laboratuvarlarından yaklaşık 68 bin lira karşılığında hizmet satın aldık. Birinden hava ölçümü ve analizleri diğerinden de bebeklerin kakası ve annelerin sütüyle ilgili ölçümler. Onun dışında yaklaşık 11 bin liralık bir seyahat gideri oldu. Şöyle bir şey var BAB’da gidilecek mesafeler kilometre olarak veriliyor. Bizimki sabit. Dilovası’ndaki bir mahalle, Kandıra’daki bir mahalle. Üniversite’den oralara kaç kilometrelik bir mesafe kat edilecek şoförler odası bununla ilgili tasdikli bir belge veriyor. Ayrıca kullanacağınız aracınızın kilometrede ne kadar yakıt yaktığının belgesini de yetkili bayisinden yine onaylı bir belgeyle alıp üniversiteye bildiriyorsu-

SPOT

23


nuz. Dolayısıyla her bir izlem ziyaretinde kaç litre benzin harcanacağı ile ilgili bilgi sahibi oluyorlar. Siz proje önerisinde de sunduğunuz izlem ziyaretlerini yapıp bunu belgeledikçe bunun bedeli, benzin parası bu işlemle görevli araştırmacı arkadaşımızın hesabına yatırılıyor. Bu bütçelendirme ve bütçedeki hangi kaleme ne kadar harcandığı belgelendirildiyse bu belgelere ulaşmak çok da zor olmasa gerek. Bütün hepsinin orijinal faturaları, fişleri, yol güzergâhları, biraz önce söylediğim Şoförler Odası’nın, ildeki sorumlu bayiinin yakıt gideri nedeniyle vermiş olduğu belgelerin hepsi sizin de ifade ettiğiniz gibi BAB’da var, üniversitemizin belgeleri arasında var. Çok şeffaf bir uygulama bu. Biz 180 bin TL bütçe istemiştik. Tahmin ettiğim katılımcı sayısı nedeniyle. Üniversite bize 150 bin TL vermeyi uygun buldu. Onun da tamamını kullanamadık. Gerekçemizde belirttiğimiz gibi araştırmaya katılan gebeler konusunda hedeflediğimiz sayıya ulaşamadığımız için. Harcadıklarımızın hepsi faturalarıyla belgelidir. Hepsinin orijinal hali resmi yazıyla üniversitemizin BAB birimine gönderilmiştir ve bunların tümü denetimden geçmiştir. Bugüne kadar inanın bana bu konuda herhangi bir geribildirimle bir olumsuzluk bildirilmedi. Bu belgeler elimizde. Ve verdiğim raporun bir kopyası da burada. Her bir sayfasını imzalayarak sundum. Ve sunuş tarihi de 13 Haziran 2012. Anabilim Dalı’ndaki sayı numarası 103. Konusu da proje sonuç raporu. Her ay harcamalarımızla ilgili raporları da BAB’a gönderdik. Onlar evet doğrudur dedikten sonra bize çünkü öbür ayın harcamaları karşılığında para verdiler. Peki bu araştırmalar, raporlar hazırlanıyor. Sağlık Bakanlığı’nın kayıtlarına da geçiyor bu bölgede kanser nedeniyle ölümlerin ilk sırada yer aldığı. Fakat ne zaman ki siz konuyu asıl muhataplarıyla yani yöre halkıyla paylaşıyorsunuz bu durum o zaman problem teşkil etmeye başlıyor. Çok haklısınız. 2007’de Kanserle Savaş Dairesi Başkanı, toplantıdan sonra bana ‘Türkiye’de Kanser’ başlıklı bir kitap yazılacağını söyledi ve Dilovası bölümünü yazmamı istedi. Ben kitabın içeriğine baktım, Türkiye’de kanser meselesiyle ilgili değil benim onaylamayacağım biçimde sırf kitap yazmak için kitap yazmak olacağı düşüncesiyle o bölümü reddettim. Kendileri bizim verilerimizi kullanarak o kitaba Dilovası bölümünü yazdılar. Kitap 2008 yılında İngilizceye de çevrildi, tekrar basıldı. Her ikisinde de Dilovası’ndaki birinci önceliğin Dünya’da olduğu gibi kalp ve dolaşım sistemi hastalıkları değil kanser nedenli ölümler olduğu ortaya kondu. Dediğiniz gibi onlar söyleyince bir şey olmuyor. Ama kamuoyunun kendisiyle bilgileri paylaşınca sorun oluyor. Çünkü Türkiye’de uluslararası bir yatırım, POSCO dediğiniz şey Kibar Holding demek.

24 SPOT

Kayserili bir sanayi grubu biliyorsunuz. Pek çok ilişkiler var, pek çok şeyler var. İstanbul Çevre Mühendisleri Odası’nın bize sunduğu bilgilere göre Hindistan’a yapmak üzere bir yatırım başlatmışlar ama kasaba halkının tepkisi üzerine orada yapamamışlar. Onun üzerine Türkiye’yi tercih etmek durumunda kalmışlar. Zaten onlar da söylüyor; biz oradaki üretimin % 61’ini Avrupa’ya satacaktık diye. Yani biz üretimin kalorifer kazanı olacağız. Çamuru, pisliği, sağlık zararları, doğa zararları burada olacak. Ürünleri Avrupa’ya satacağız. Halkı uyandırıyordu bu bilgiler tabi ki. Fakat ne ilginçtir ki bu kitabın editörü Sağlık Bakanlığı Kanser Savaş Daire Başkanı Mart 2011 tarihinde YÖK’e ‘halkı kanser konusunda yanlış bilgilendirdiğim ve halkta korku ve paniğe neden olduğumla ilgili’ dilekçe sunmuş bir yazıyla. YÖK bunu Rektörlüğümüze gönderdi. Ve Rektörlük bu konuda disiplin soruşturması başlattı. İlginçtir aynı Daire Başkanı aynı yılın Haziran ayında yani üç ay sonra 8 Haziran 2011 tarihinde Sanayi Bakanlığı ile Çevre Orman Bakanlığı’na, Sağlık Bakanı namına bir yazı gönderdi. Bölgenizde yeni kurulacak sanayi alanlarınızı çok dikkatli inceleyin. Çünkü o bölge hava, toprak ve su olarak doygunluk düzeyine ulaşmıştır. Emisyonları yüksek kapasitede olacak yeni fabrika kurulmasına ve kapasite arttırılmasına müsaade etmeyin, diye yazı var. Şimdi böyle bir ikilem var. Demek ki bir yerden düğmeye basılıyor. Aynı dönemde Büyükşehir Belediye Başkanı’nın hakaretine maruz kaldım. Onun üzerine kendisi hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundum. Savcılık kendisiyle ilgili bir soruşturma başlattı ve soruşturma sonucunda dava açmaya karar verdi ve Asliye Hukuk Mahkemesi’nde kendisiyle ilgili hakaret davası açtı Cumhuriyet Savcılığı. Ben açmadım. Kamu davası olarak başladı. Çünkü Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın yapmış olduğu işlemin görevinden kaynaklı olmadığı kanıtlanmıştı savcılık tarafından. Benim başvurumdan bir süre sonra, bu sefer Büyükşehir Belediye Başkanı ve Dilovası Belediye Başkanı aleyhimde halkı korku ve paniğe sevk etmekten ötürü şikayette bulundular. Savcı benim yapmış olduğum basın açıklamalarının, kamuyu bilgilendirmemin mesleğimden, görevimden kaynaklanan bir durum olduğu öngörüşüyle dosyayı üniversiteye gönderdi. Önce siz şikayette bulunuyorsunuz ve onun üzerine Belediye Başkanlığı bir şikayette bulunuyor yani. Arada bir hafta var, artık herhalde onun üzerinedir diye düşünüyorum. Ardından üniversitemiz bir ön görüşme falan yapmadan hakkımda doğrudan doğruya bir ceza soruşturması başlattı, 2011’in Nisan ayında açılmış olan ceza soruşturması hala sonuçlanmadı. Aynı dönem üniversitenin Etik Kurulu’na da şikayet ediliyorsunuz. Disiplin soruşturması Ekim 2011’de sonuçlandı. Aynı dönemde ilk duruşmayı 31

Mayıs 2011’de gerçekleştirildi ve hakaret davasıyla ilgili bu mahkemenin duruşması 15 Eylül’e ertelendi. Ve Eylül ayının ilk haftasında Etik Kurul raportörü beni aradı. Ve hakkımda bir dosya olduğunu söyledi, ben bir kongrede görevliyken. Sonra baktık ki başvuru tarihi Haziran. Tabi bu tarih hiç inandırıcı gelmedi önce onu söyleyelim. Ağustos ayı itibarıyla yeni şeyler olduğu ve Eylül ayındaki mahkemeye bir hazırlık olduğu öngörüsü bizde hakim oldu. Çünkü duruşmadan bir gün önce Etik Kurul toplandı ve benim etik bir kabahat yapmış olduğuma karar verdiler. Muhatap ben olmama rağmen ve konudan haberdar olmamama rağmen ertesi gün mahkemede Büyükşehir Belediye Başkanı avukatı benimle ilgili aleyhimde Etik Kurul’un bir karar verdiğini, bunun mahkeme tarafından üniversiteden istenmesi gerektiğini talep edebilecek kadar rahatlık içindeydi. Önemli bir durumdu bizim için. Dolayısıyla üniversite içinde yaşananların da önemli bir göstergesi oldu. Disiplin cezası da bu Etik Kurul’un kararı gerekçe alınarak verilmişti. Daha sonra Etik Kurul kararını ve disiplin cezasını İdari Mahkeme’ye başvurarak işlemin bozulmasını talep ettik. İdare Mahkeme, Etik Kurul kararını bozdu, ama Etik Kurul kararına bağlı olarak verilen disiplin cezasını onadı. Üniversite, Etik Kurul’la ilgili verilen kararı iptal ettirmek için Danıştay’a başvurdu. Diğer disiplin cezası ile ilgili üst mahkeme Danıştay yerine Bölge İdare Mahkemesi. Avukatlarım da Sakarya Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurdular. Dava Mayıs 2013 sonu itibariyle karara bağlandı. Mahkeme; Üniversitenin beni suçlarken, hangi davranışımın hangi disiplin suçunu oluşturduğunu, suçlamasını hangi delillere dayandırdığını belirtmediğini, suç oluşturduğunu ileri sürdüğü davranışların hukuki nitelendirmesini yapmadığını, bütün bunlarla bağlantılı olarak hangi suçun oluştuğunu bildirmediğini, yöntemine uygun olarak savunma hakkının kullanılmasına olanak sağlamadığını, oysa Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Uyarınca herkesin kendisine yöneltilen isnadın nedeninden ve niteliğinden haberdar olma hakkı olduğunu, bu olmadan savunma hakkının kullanılamayacağını belirterek disiplin cezası verilmesinin hukuka aykırı olduğuna ve cezanın oybirliği ile iptaline karar verdi. Sırada Etik Kurul’un davası var. Bekliyoruz. O dava devam ediyor ama Büyükşehir Belediye Başkanı’na açılmış olan ve kamu davası niteliğindeki hakaret davası 2012’de sonuçlandı ve o davayı kazandınız. Evet, Mart 2012’de o davayı kazandım, beşinci duruşmada sonuçlanabildi. Türkiye tarihinde, süresi ve duruşma sayısı itibariyle ender görülen bir hakaret davası olduğu ifade ediliyor. Büyükşehir Belediye Başkanı suçlu bulundu. Ancak indirim vesileleri ortaya çıktı. O da yine Etik Kurul kararına dayandırıldı. Bir tahrik unsuru olarak görüldü. Bu süreç tabi çok uzun…


Ama görünen şu ki; bir üniversite içinde bulunduğu kente karşı mı sorumlu olacak, kenti yönetenlere karşı mı sorumlu olacak konusunda önemli bir olgu olarak önümüze çıktı bu durum. Bu dönemde üniversitelerimizin, hükümetlerle konsolidasyonu, dolayısıyla onun yerel ayakları olan yerel yönetimlerle konsolidasyonu bence birer vaka olarak önümüze çıktı. Ben ilk verileri, yani hava ölçüm sonuçları, anne sütü ve bebek kakalarındaki ilk ölçümündeki ağır metalleri, bu verileri kullanarak bir makaleyi kaleme aldım. Benim asistan arkadaşım ve diğer araştırmacı arkadaşlarımın adlarıyla beraber uluslararası bir dergide yayınlanmak üzere geçtiğimiz yıl 2012 yılı itibarıyla Kasım ayında kabul edildi. Onun dışında şimdi asistan arkadaşım da kendisinin tez konusu olan bebeklerin büyüme ve gelişimleriyle ilgili bölümünü bir makale haline getirmeye çalışıyor. O da yapıldıktan sonra birde genetik sonuçlarını paylaşabileceğimiz bir makaleyi daha yazacağız bu çalışma üzerinden. Tabi konu şudur; biz bu makaleleri yazmak için bu çalışmaları yapmadık. Bizim hedefimiz sorunu yaşayanların, yaşadıkları sorun konusunda bilgilenmeleriydi. O bakımdan Dilovası’nda ilk çalışmayı yapan biz değiliz. Ama verileri akademik dosyalarına kaldırmayıp, verileri sahipleriyle paylaşan ilkleriz ben ve arkadaşlarım. Bu yüzden belki de simge haline dönüştü sizin yapmış olduğunuz çalışma. Etik Kurulu’nun kararına karşı Türk Tabipleri Birliği de ayrı bir heyet kurarak durumu inceledi. Ve sizin görevinizi yerine getirmiş olduğunuz yönünde bir rapor hazırladı. Bu iki kurul arasındaki farkın nedeni ne sizce? Esasında üniversitenin Etik Kurulu atanmışlardan oluşuyor. Atanmışlar, onları atayanın oraya uygun bulduğu dosyayı göndermesi üzerinden, gönderilmiş dosya üzerine karar veriyor. Bakın sizin bir birey olarak yapmış olduğunuz başvurunuzun Kocaeli Üniversitesi Etik Kurulu’nda görüşülme durumu söz konusu değil. İdare, Rektörlük makamı, o dosyanın Etik Kurul tarafından görüşülmesini uygun bulursa o dosya görüşülüyor. Benimle ilgili meselede de Etik Kurulu’na başvuran, başvuru cümlelerini falan okumak istemiyorum, doğrudan doğruya bir hükümle yazılmış bir yazı üzerine yapılmış bir başvurudur. Rektör, Etik Kurulu’na başvuruyor konunun incelenmesiyle ilgili. Kim bu Etik Kurulu üyeleri? Tümüyle kendisinin atadığı üyeler. Türk Tabipleri Birliği’nin uzmanlardan oluşan heyetinde ise Türkiye’nin en önemli felsefecileri var. Bu kişilerin vermiş olduğu kararsa benim açıklamamın yapılmamasının bir hata olacağı. O dönemde biliyorsunuz Van depremi söz konusuydu. Van depremiyle ilgili önceden uyarılar yapılmış olsaydı benzer bir şekilde ölümler olmayacağıyla da benzerleştirilen bir durum vardı. Yani eldeki veriler ışığında bir tehlike öngörülüyor bu tehlikeyle ilgili haberdar ediliyor, bu haberdar etme durumu olmazsa insanlar daha kötü

mağdur olacaklarını, zarar göreceklerini açıklamaya çalışan bir karardı o. Kaldı ki akademik özgürlük anlamında tabi şunu söyleyelim; Türkiye’de ifade özgürlüğü var mı ki üniversitede akademik özgürlük olsun? Bu bakımdan ben akademik özgürlük meselesini tartışmak istemiyorum. Bu memlekette ifade özgürlüğünün olmadığını zindanlardan biliyoruz. Düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı yerde akademik özgürlükten söz edilemez diyorsunuz. Düşünceyi de birlikte söyleyelim. Çok doğru söylüyorsunuz, o tanımlamanız çok yerinde. Düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede akademik özgürlüğün tartışılmaması lazım. Abesle iştigal olur. Bir akademisyen yapmış olduğu çalışmaların nesnel sonuçlarının ötesinde yılların birikimi ve öngörüleriyle de açıklamalar yapabilir. Akademik özgürlük budur. Ama dediğim gibi onu tartışamıyoruz. Tartışmayacağız da. Daha öncelikle düşünce ve ifade özgürlüğünü sağlayalım bu memlekette ondan sonra. Size yönelik en büyük eleştirilerden biri “yayınlanmamış bir araştırmanın sonuçlarını açıklamanın etik özensizlik’ olduğu şeklindeydi. Ve bu eleştiri akademik çevrelerde de destek buldu. Halk sağlığının risk altında olduğu bir durumda bilimin ve bilim insanının ‘beklemek’ ten yana tavır alması mümkün müdür? Bu suç işlemek olur. Bu ülkede yaşayan, bu bölgede yaşayan herkese karşı, doğaya karşı bir sorumluluğumuz var. Dolayısıyla sorunları büyümeden en erken şekilde engelleyebilirsek o kadar çok kazanımımız olacak. Bu bakımdan böyle bir saptamaya katılmıyorum. Kaldı ki bu projenin bilimsel olup olmadığı baştan denetlendi. Etik uygunluk olup olmadığı baştan denetlendi. Tek mesele elde edilmiş bulgular. Bu açıklamış olduğumuz veriler izlem verileri değil, kesitsel veriler. 2009’un Kasım’ında Aralık’ında hava kirliliği neydi, 2010’un Ocak’ında, Şubat’ında, Mart’ında, Nisan’ında, Mayıs’ında neydi? Yani bunlar sonradan değişemeyecek veriler… Bunlar değişmeyecek. Dolayısıyla bunlarla ilgili bir şeyi beklemekle ilgili hiçbir gerekçe kabul edilemez. Kaldı ki doğumunu yapmış, ilk sütü gelmiş annenin süt örneğini almışsınız. Bebeği hiçbir şeyle beslenmemiş, sadece göbek kordonu üzerinden annenin kanıyla beslenmiş. Ondan oluşmuş ilk kakaları alıyorsunuz, bunlarda olması gerekenin üzerinde ağır metaller buluyorsunuz. Ve bunu açıklamayacaksınız. Bir daha bu çalışmayı yapacak olursam bir daha açıklarım. Açıklamamak suçtur. Ben öncelikle toplumsal sorumluluğu olan alanda çalışıyorum. Peki böyle bir prosedür var mı? Yani çalışmaya başlanırken rektörlük ile böyle bir sözleşme imzalanıyor mu yayınlanmadan açıklanamaz diye?

Hayır. Burada proje ara raporlarının bile verilmediği üniversitede çalışıyorum. Daha önceki aldığım projelerde gönderdiğimiz ara raporlar için sen niye bunlarla uğraşıyorsun gibi sözlü eleştiriler alıyordum. Bu çalışmada da yine ara raporları gönderdik, harcamalarımız mali bütçe üzerinden özellikle, en son bu çalışmalar sonunda da 2011’in Ağustos ayında Rektörlük; BAB’ın finanse ettiği bütün proje yürütücülerine, bir yazı göndererek ara raporların hemen gönderilmesini istedi. Üniversitemizin kurumsallığının da bir örneğidir bu. İdari anlamda bir mahkeme süreci olunca diğer taraftan da prosedürü dört dörtlük yürütüyorlarmış gibi göstermek adına olsa gerek ara rapor istemeye başladılar. Projenin başında, Rektörlük proje bütçesinin büyük bir kısmını karşılıyor, bu projeye destek veriyor. Ve sonra yeni demir-çelik fabrikasının kurulması gündeme gelince… Çünkü hükümet taraftı bunda. Çünkü buraya yatırım yapılması konusunda karar vericiler çok büyük yerlerde. Üniversitenin özerkliği açısından da hayli manidar bir örnek değil mi? Burada da tabi üniversiteniz nerede diye bakıyorsunuz. Üniversiteniz akademik anlamda üretimler ve toplumsal sorumluluktan mı yana yoksa üniversitelerimiz yaratmış oldukları konsolidasyonların içinde kendilerine bir statü mü arıyorlar? Üniversite yönetimlerimizin daha doğrusu, bunu tartışabiliriz. Bu noktada akla Durkheim’ın 20. yüzyılın başlarında ‘tüm ortaçağ kurumlarından bugün de eski haline en çok benzeyen kurumlar üniversitelerdir’ şeklindeki sözü geliyor. Sizce günümüzde üniversiteler demokrasi ve özgürlükler açısından dönüştürücü bir role mi yoksa içinde yer aldığı toplumsal düzenin korunmasına yönelik bir role mi sahip? Biliyorsunuz üniversitelerin temelinde loncalar var. Loncalar da varlıkları döneminde ortaçağda bağımsızlıklarını hep en öne çıkarmışlar, biz bağımsız eğitim vereceğiz, bağımsız eğitim yapacağız diye. Böylece aristokrasiden kopmayı da öngören bir faaliyet alanı. O zaman da bir sistemi üretmeye yönelikti tabi ki. Ama bir bağımsızlık meselesi var. Çünkü burjuvaziyle aristokrasinin çatıştığı döneme denk geliyor. Şimdi ise bir konsolidasyon dönemi. Üniversite yönetimleri, erkle ciddi anlamda konsolide olmuş durumdular. Bu bağlamda bir dönemler için bizim için de alternatifin üretilebildiği, daha korunaklı, bütünüyle sistemin içinde olmakla beraber daha korunaklı, alternatif üretilmesine olanak sağlayan alanlar olmak dönemi bitti. Dünyada bu bizden daha erken başlamıştı. Türkiye’de bu iş 80’lerle beraber hız aldı. Günümüzde artık doğrudan doğruya üniversiteler birer artı değer yaratma alanı. Yani ticarileşme falan aşamasını aştık. Onlar bitti. Piyasada bir aktör artık üniver-

SPOT

25


siteler. Hepsi hükümete bağımlı bir piyasa. En büyük patronlarımız da dahil nasıl ki ihale alabilmek için sıraya giriyorlar, üniversitelerimiz de aynı boyutuyla sıraya giriyor. Böyle bir özellik var. Temel noktayı şöyle özetleyebilir miyiz o zaman? Amerika kaynaklı bir model olan ‘Market Model University’ modeli 1994 yılında TÜSİAD raporuyla da ülkemiz için önerilmişti. Ve yeni YÖK yasa tasarısında da gördüğümüz gibi üniversiteler daha çok özel şirket mantığıyla yönetilmek isteniyor. Yani burada temel mesele; üniversitelerin piyasaya katma değer yaratan kurumlara dönüştürülmesi mi? Tümüyle katılıyorum. Ama üniversiteler özel şirket mantığıyla yönetilmiyor, altını çizeyim. Üniversiteler artık özel şirket oldu. Şimdi bakın herkesin Teknopark’ı var, öğretim üyelerinin kartvizitleri var ticarethaneleriyle ilgili, ticari sicil numaraları var. Şirketleştiriyorlar bireyleri. Bunu kaynak aktarma olarak algılayın, bir sürü şeyler söyleyebilirsiniz. Artık üniversiteler ortaklar pek çok ticari yatırım içinde. Piyasa koşullarının temel aktörleri olmaya başladılar. Bu uygulamayla, bir dönem devlet üniversitelerinde kamu kaynaklarıyla yaratılmış olan altyapıyı ve eğitimli emek gücünü, piyasaya kolaylıkla aktarmanın olanağını yarattılar. AR-GE faaliyetlerini de bu bağlamda ele almamız gerekir. Şimdi onu da aştık, dediğim gibi üniversitelerin tümü şirket haline geldi. Kendileri kazanıyorlar ve kendileri harcıyorlar. Buna da özerk üniversite diyorlar. Bizim anladığımız özerk üniversite bu değil. Yeri gelmişken sormak isterim o halde, akademik özgürlükler sizce nasıl bir üniversite yapılanmasıyla sağlanabilir? Bir kere koşullarının sağlanması için ekonomik anlamda hiçbir kaygısı olmaması gerekir. Bu ne demektir? Genel bütçeden finansmanı olacak ama bu bütçe Rektörlüğe değil üniversitenin her bir fakültesine ve her bir enstitüsüne verilecek. Oralarda oluşmuş katılımcı yapılarla harcamalara karar verilecek bir mekanizma lazım. Mali faaliyet belirleyici en önemli işlerden bir tanesi. Diğer boyut; bakın üniversitelerde hemen herkes atanıyor. Seçimle gelinecek birkaç yer var. Onlar da zaman içinde törpülenip zaten işaret edilenler seçiliyor. Böyle bir durumda özerklik, özgürlük gibi bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Ama tabii ki buralar özgürlük alanları olmalı. Neyi kastediyorum? İnanın düşüncenizde ve ifadenizde, alanınız olsun olmasın, aykırı olabilir, farklı olabilir, hatalı bile olabilir. Her şeyi ama her şeyi konuşabileceğiniz, ifade edebileceğiniz yer olması lazım üniversitenin. Bilimi bilim için yapanın da bilimi toplum için yapanın da bir arada ama o kaygılarla bulunması lazım. Şimdi bilimi toplum için yapanları zaten ayırıyoruz, artık bir

26 SPOT

elin parmağı kadarlar. Bilimi bilim için yapanlar da kalmadı. Bilimi ya iktidar için yapıyorlar ya da para için yapıyorlar. İşte o son ikisini çıkarmadan buralarda söylediğiniz anlamda bir özgürlüğü ifade etmek mümkün değil.. Son dönemde izliyorsunuzdur, bir üniversitede bir sorun olduğunda, herhangi bir akademisyen bir sorun yaşadığında başka üniversitelerden arkadaşlar o sorunu görünür kılmaya ve sorunun çözümü için girişimlerde bulunuyorlar. Sorunu yaşayan arkadaşımızın üniversitesinden katılımlar çok cılız oluyor. Başka bir üniversite olduğunda o ses çıkarmayan üniversitede birden insanlar coşuyorlar ve ortalıkta görülmeyen pek çok insan öbür tarafa destek vermeye başlıyor. Bu şu demek; üniversitede ciddi anlamda bir sulta var demektir, Rektörlük sultaları. Üniversitelerimizin yönetimleri artık birer memur haline dönüşmüşlerdir, hükümetin memurları ve kendilerinden

istenilenleri yapmaktadırlar. Muhalif sesler çıkmayacak. Hemen göze batanların gerekli işlemini yapıyorlar. Huzursuzluk veriyorlar, tecritler oluyor, mobbingler oluyor, atamalarını geciktiriyorlar, insanlarla görüşmelerini engelliyorlar. Kadro gereksinmelerini karşılanmıyor. Bölümün tümü cezalandırılıyor. Bunun gibi pek çok uygulamayı söylemek mümkün. Akademi üzerinde artan bu baskılar mücadele anlamında bir ivme yaratmadı mı son dönemlerde? ODTÜ direnişi, Dicle Üniversitesi’nde yaşananlar, İTÜ Asistanlar dayanışması gibi örnekleri düşünürsek üniversiteler kendi iç bileşenleri açısından ne durumda? Şöyle söyleyeyim, ben ODTÜ’deki öğrenci direnişinin, bir kırılma yaratma potansiyeli taşıdığını öngörmüştüm. Çünkü ortaya çıkış gerekçesi tüm toplum kesimlerini ilgilendiren, duyarlılığımızın yüksek olduğu bir konuydu. Biliyorsunuz Hükümet, uzaya uydu göndermek olarak konuyu dile getirdi. Hâlbuki uzaya uydu değil, savaş uydusu göndereceklerdi. Bir çoğumuz bu özelliği atladık, eksik kullandık. Uzaya uydu göndermekle akla gelen; teknolojik gelişmeleri izlemek, dünyada hava nasıl gidiyor, kirlilikler nasıl gidiyor vb. gözlemlerde bulunmak olarak düşünülebilir, halbuki öyle değil.

Zaten karşı çıkılan nokta da bu değildi. Ama kamuoyunda buna yeterince yer verilemedi, savaş uydusu gönderiliyordu yukarıya. Bundan daha meşru ne olabilir üniversite öğrencisi için. Savaş bir halk sağlığı sorunudur. İnsanları öldürür, yaralandırır, sakat bırakır. Buna karşı çıkmak üniversite için bir ödevdir. Ben ODTÜ direnişini bir kırılma potansiyeli olarak değerlendirmiştim. Ama çok kısa sürede biz üniversiteliler bunu görünür kılmaktan uzaklaştırdık. ODTÜ’de bütün Türkiye üniversitelileri olarak bunun görünür kılınması, üniversitelere yapılanların deşifre edilmesi bu olay özelinde görünür hale gelmesi bir şekilde el altından engellendi. Bu boyut üzerinden ele almamız lazım. Evet üniversitelere sıra sonradan geldi. Bir YÖK kurdular, bir kalıba oturttular. Buna rağmen üniversiteler yeniden kendine geldi. Üniversiteler biterse artık bir toplumda her şey bitmiş olur. Ama buna rağmen görüyoruz ki kendiliğinden de olsa, nasıl ki bugün THY’de önemli bir direniş var. Birbiriyle bağlantı kuramayan, pek çok alana dağılmış direnişler var esasında. O medyadaki egemenlik, o araçlara ulaşamamamız haberdar olmamızı engelliyor. Bunu organize edip yek bir vücut haline getirmekle ilgili bir örgütlenme sorunumuz var. Bu sorunu aşarsak umutluyum ben üniversitelerden yeniden bir direniş çıkacağına. İşçi sınıfı ve üniversite öğrencileri, akademisyenleri kastetmiyorum, yine bir önderlik yapabilirler Türkiye için. 70’li yıllar onların önderliğiyle geçmişti çünkü. Benim umudum var. Burada akademik özgürlüklerle beraber basın özgürlüğünün önemi de çıkıyor karşımıza. Siz de ilk bulguları bir gazete röportajında kamuoyuyla paylaşmıştınız. Ve tepkiler biraz da bu durumun basına yansımasınaydı. Bu özgürlük alanlarını birbirinden ayrı düşünmemek gerekiyor diyebilir miyiz? Haklısınız, Pek çok kocaman haber sunucuları davet ettiler beni sonrada iptal ettiler, onları saymaya gerek yok şimdi. Burada çekimler yapıldı, kendileri aradılar. Cesaretle konuya yer verenler birkaç ay içinde zaten işlerinden oldular. Bunlardan bir tanesi de Banu Güven’dir. Başka olaylar da üst üste geldi. Orada Onur Hamzaoğlu olayı olduğu için değil Onur Hamzaoğlu olayı gibi toplumsal muhalefete mal olan olayları ele aldığınızda, size ‘yeter, siz dışarı çıkacaksınız bu alandan’ diyorlar. Biliyorsunuz Banu Güven’de seçime yönelik faaliyetlerde konuklarının beğenilmemesi üzerinden bu olaylar başat hale geldi. Ama Banu Güven’i benimle ilk canlı bağlantıyı yapıp kamuoyunda bu konunun haklılığını dile getiren önemli bir televizyonculuk örneği olarak önümüze koymamız gerekir. Geçtiğimiz günlerde, halk sağlığı ve


tesislere. Yanıt verilmedi. Şimdi bunu nasıl değerlendireceğiz? Üniversite Rektörlüğü ve Dekanlık bu konuyu önüne almıyor. Ne yapıyor onun yerine öğrencilere burs almak için sanayicilerden katkı bekliyor. Dilovası halkının Ocak 2013’de miting yapıp, biz burada istemiyoruz, havamız ve sağlığımız daha da bozulacak dediği Kömürcüler Organize Sanayi Bölgesi 80 öğrencimize ayda 200 liradan burs veriyor. Değer mi? Dilovası Organize Sanayi Bölgesi, kuruluşu aşamasında tamamlaması gereken altyapısını, yaklaşık 11 yıla rağmen tamamlamamışken öğrencilerimize burs vermeye başladı. Üniversite ve Tıp Fakültesi özel kampanya yaptı. Kimle? İl Yönetimi ile beraber. 500 burs hedeflediler. Ancak 220 burs toplayabildiler. Peki böyle bir kentte sorunun kaynağı olarak bilinen alanlardan öğrencileriniz için, hem de sağlık alanının öğrencileri, tıp öğrencileri için burs talep etmek ne anlama geliyor? Bu öğrenciler meslekleri gereği toplumun sağlığını korumakla ödevliler. Bunun için yemin edecekler. Buna sosyal rüşvette diyebiliriz. Çanakkale Çevre Platformu bu tür ilişkileri sosyal rüşvet olarak tanımlıyor. Ben de onu çok beğendim. Kurum bu türden ilişkiler içinde olduğu zaman bundan sonraki dönemlerde bizim yaptığımız kapsamda çalışmalar yapılamaz, yapılanlara müsaade edilmez, yapılanlar iyi karşılanmaz.

2009 yılında başlayan süreçten bu yana bütün bu yaşananlardan sonra sizin yapacağınız yeni çalışmalarda bir kısıtlama oldu mu? Ya da idari görevlendirmelerde üniversite içinde sorunlarla karşılaştınız mı? Adım yok artık. Anabilim Dalımıza yıllardır kadro bekliyoruz kadro açılmıyor. Öncelik tanımlanmasına rağmen yazılı olarak… Süreçte destek verenler, imza atanlar tek tek çağrılıp uyarıldı. Dolayısıyla artık eskisi gibi ziyaretçiler de yok. Bir tecrit var. İnsanlarda bir korku var beraber gözükmek üzerinden bu akademik ortamda. Bu koca koca profesörler için, doçentler için geçerli. Düşünün siz başka yerleri. Tecrit var, mobbing var, yerel gazetelerde o gazetecilerin yazamayacakları bilgileri içeren bir sürü yazılar var, hakaretler var. Bir yalnızlaştırma süreci, işinizi yapacak pozisyonun engellenmesi vb. pek çok şey var. 2002’in başından beri Tıp Fakültesi öğrencileriyle Halk Sağlığı ile ilgili alan dersleri yapıyoruz. Büyükşehir Belediyesi’nin, sanayinin pek çok kuruluşunu geziyoruz. 2012’nin Eylül ayında on iki yıldır gittiğimiz kurumun eğitim için uygun olmadığı, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanı yönünden sorunlu olduğu yazısı geldi, kabul edilmedik Büyükşehir Belediyesi tarafından. İmzayı atan kişi üçüncü kez imza atıyordu. Ondan önceki iki yıl aynı kişi aynı yerler için bize uygundur yazısı göndermişti. Geçtiğimiz Mart ayında yine aynı yerlere Dekanlık üzerinden yazı gönderdik. Tıp öğrencileri eğitim için sadece ziyarette bulunacaklar evsel atıklarla ilgili

Yeni çalışmalarınız var mı? Araştırma sonucunda ortaya çıkarılan, tanımlanan sorunlar için ne düşünüyorsunuz? Daha kendimizi toparlayıp yeni bir proje yapma takati bulamıyoruz. O kadar enerji soğuran bir süreç ki yaşatılanlar. Umutla, kararlılıkla ilgili sorun yok. Ama enerji bulamıyorsunuz. Bizim ortaya koyduğumuz sorunların hepsinin çözümü var. Ama çözüm bir maliyete dayalı. Bu nedir? Karın maksimize edilmesi yerine kardan bu alana para harcamaktır. İşte ters gelen bu esasında… Dilovası’ndaki son durum nedir? Çözüm önerilerinin hiçbiri uygulanmadı mı? Raporlar açık, en son Çalışma Bakanlığı çalışma koşullarını-fabrikaların içerisini değerlendirdi. Çevre Bakanlığı çevre üzerinden değerlendirildi. Hepsinde sorun var. Çalışma Bakanlığı’nın düzelteceksin demesine rağmen patronların % 70’i fabrikalarındaki olumsuzlukları düzeltmemiş. 2012 Haziran’ın da denetlenmişlerdi. 2013’ün Ocak ayında karşılaştırma yapmak için yeniden denetlendiler. Bu bilgilere de ancak Meclis’te verilen soru önergeleri üzerinden ulaşabiliyoruz. Ona göre %70’i söylenilenleri yapmamış. Tablo bu. Onun yerine yeni yeni Organize Sanayi Bölgeleri açılıyor Dilovası’nda ve Dilovası insansızlaştırılmaya çalışılıyor. Unutulmamalı, bu yapılanlar mevzuata da aykırı. Dilovası’nın ortasından Dil Deresi geçiyor. O bölge arkeolojik alan dolu, sit alanı esasında pek çok yer. O nitelikteki yerlere yapılamaz. Ama birileri görmüyor,

duymuyor. Üç maymun devam. Üniversite de üç maymunun içinde olmak istiyor. Üç maymunun içinde olursa destek alıyor çünkü. Geçmişten günümüze baktığımız zaman üniversitelerin özellikle belli konularda üç maymunun içinde yer aldığını görebiliyoruz. İsmail Beşikçi’den, Büşra Ersanlı’ya, Pınar Selek’e varıncaya pek çok akademisyenin Kürt sorunuyla ilgili çalışmalar yaptıkları için kriminalize edildiğine de tanıklık ettik. Doğru söylüyorsunuz, Türkiye’de Kürt sorunu çalışıyorum diyenlerin de ne çalıştıkları menkul biliyorsunuz ama üniversite için bir yasaklı konudur tabi. Ve bununla ilgili bir başkaldırı sergilenememiştir. Çok haklısınız o konuda, şimdi teknik konulara kadar geldi mesele. Yani sosyal-toplumsal konulardı şimdi teknik konulara kadar geldi mesele. Bundan sonra tamamen havasız, nefessiz bir alan isteniyor. Tek kıyafet, tek düşünme, tek adım, komuta uyum… Onun dışında bir şey olmayacak. Son olarak; daha öncede Danıştay’ın sivil polislerin daimi olarak üniversitelerde bulunamayacağı gibi bir kararı olmasına rağmen hâlihazırda zaten üniversitelerde varlık gösteren polislerin üniversitelerde kalıcılaştırılması söz konusu. Üniversitelerde polis varlığı ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Üniversite öğrencileri de, üniversite kadroları da kendilerini idare edebilecek nitelikte insanlar. Ne bir özel güvenliğe ne de onun yerine başka alanlardan getirilecek güvenlik modellerine gereksinimimiz yok. Dolayısıyla bir nicelik tartışması yapmayalım. Tümünü reddetmemiz lazım. Üniversiteler bizimse, biz üniversitedeysek burada güvenlik falan olmaz. Tümü bize karşı çünkü. Bu model de uygun değil, gelecek model de uygun değil. Var olanı yetersiz buldukları için yenisini, daha kötüsünü getirecekler. Dolayısıyla baştan reddetmemiz gerekiyor. İncelediğimizde de bunu görebiliyoruz zaten. Daha kolay müdahale edecekler, yetersizlikler giderilecek deniyor. Bu ne demek daha çok cop yemek demek. Muhtemelen biber gazı sıkma yetkisini de verecekler onlara. Öngörmek mümkün. Gerçi biliyorsunuz akademik olarak öngöremeyiz. Öngörülerinizi ifade edemezsiniz. Raporumuz bir bilimsel dergide yani indeksli bir dergide yayınlandıktan sonra bunu açıklayabilirdim affedersiniz! Son olarak eklemek istediğiniz bir nokta var mı? Böyle bir olanak tanıdığınız için çok teşekkür ediyorum. Özellikle bu şekilde amatörce; tırnak içinde amatörce; finansal olarak bir yere bağlı olmadan bir yayıncılık alanı içinde uğraşmak benim adıma takdire şayan. Şahsınızda bütün ekip arkadaşlarınıza kolaylıklar diliyorum. Dilerim bu enerji devam eder. Bu umut ve bu ışığı görerek ben de umudumu ve enerjimi yükselteceğim. Var olun...

Söyleşi: Vildan Tekin

akademik özgürlük açısından sizin durumunuzla benzerlik gösteren bir olay yaşandı. İTÜ Rektörlüğü Amerika’dan ithal edilen pirinçlerde ‘GDO vardır’ şeklindeki raporunu geri çekti. Bakan Mehdi Eker’de olayı ‘Savcının pirinci inceleme için İTÜ’ye göndermesi de, İTÜ’nün “Ben bu işten anlamam” demeyip incelemesi de tam bir skandal’ şeklinde değerlendirdi. Bu noktada aslında akademik özgürlüğün dar bir çerçevede yalnızca akademik çevrelerin değil toplumun tamamını ilgilendiren bir konu olduğu söylenebilir mi? Akademi özgür olmazsa halk zarar görür demek istiyoruz değil mi? Evet. Öyleyse GDO’lu olduğu düşünülen pirincin üniversite laboratuvarına gönderilmesi doğrudur. Gönderilmiş ve analiz yapılmıştır zaten. Rapor yayınlanmıştır, raporda patronların ve hükümetin istemediği sonuçlar çıkmıştır. Bakan’ın açıklaması şöyle; onların yetkisi yok. Onun üzerine Rektör Bey, emri almıştır. Laboratuvar sorumlusunu görevden almıştır. Yapılmış analizi ve ortaya çıkan raporu yok hükmünde kabul etmiştir, biz geri çekiliyoruz demiştir. Bu akademik bir skandaldır bir yönüyle. Bir yönüyle de kamu yönetimi adına bir skandaldır. Kamu yönetimi adına nasıl skandaldır? Üniversite ile hükümet arasındaki bağlantıyı gösteriyor. Bakan işaret ediyor, rektör gereğini yapıyor, bu anlamda tarihsel bir olay.

SPOT

27


Akademik ruhsuzluk ve yürüyen ölüler

28 SPOT

kadar da çok ölülerin sokaklarda ‘özgürce’ dolaştığı kabuslarımıza karşılık geliyor. Artık üniversite nekrofililerle (ölü sevici) şekilleniyor ama mezar kazıcılarına gün geçtikçe daha fazla ihtiyaç duyuyor. Peki bu günlere nasıl ulaşıldı? Ulus devlet üniversitesinden “vizyon” üniversitesine Aslında üniversitelerin tarihi göstermektedir ki üniversite her zaman yaşamın nasıl yaşanması gerektiğinin veya onun ne yöne doğru dönüştürüleceğinin tartışıldığı ve insan olmanın temel niteliklerinin öğrenildiği, aktarıldığı ya da sorgulandığı bir kurum ol(a)mamıştır. Ancak yine de 12. yüzyıldan beri, insanlığa yönelik arayışların aracılığını da temsil etmiş ve zamanla kendisine ilişkin bir idealar kümesi oluşturabilmiştir. Özerk bir kurum olma yolunda döşenen taşlar; gerek yerel halkla, gerek yönetimlerle ya da monarşilerin kendileriyle girişilen mücadelelerle şekillenmiştir. Tüm bu mücadeleler sonunda, özerk olma talebi, yaşamsal bir gereklilikten, üniversite hakkındaki idealara taşınmıştır. Mesela Oxford Üniversitesi’nin yerel halkla girdiği kanlı mücadele bunun bir örneğidir... Kiralar pahalı, yemek pahalı, kent ahalisi öğrencilerin barlardaki davranışlarından rahatsız derken bu tür eski üniversitelerde özerklik talepleri ortaya çıkmaya başlıyor. Ancak asıl olarak üniversite ideasının şekillenişi Aydınlanma fikrinin üniversiteye yüklediği anlamlarla gerçekleşmiştir. Bu süreç içersinde üniversite, aynı zamanda ulus devlet inşasının önemli bir aktörü olarak da konumlanmıştır. Özellikle Almanya’da Humboldt Üniversitesi’nin kuruluş ideası, ulus devletin ihtiyaçlarına göre oluşturulmuş ve Kant’ın Akıl ilkesi ile de tamamlanmıştır. Aklın özerkliğine yüklenen anlam ve değer, bu üniversitenin oluşturulmasında önemli bir rol oynamıştır. Diğer bir ifade ile aklın zincirlerinden kurtarılması gerektiği ilkesinden hareketle üniversitenin otonomluğu arasında bir bağlantı kurulmuştur. Ancak bu sayede bir üniversite ulusa hizmet edebilirdi. Böylece üniversite ulusun iyiliğini, kamunun iyi yurttaşa sahip olma misyonunu üstlenen bir konuma yükselmişti. Üniversite artık kamusallaşmıştı. Bu kamusallık fikri ise zamanla üniversitenin ulus-devlete yönelik misyonunu da tartışılır hale getirecekti. 1960’lara gelindiğinde dünyada ve Türkiye’de üniversite ulus-devlet üstü fikirlerin cirit attığı mekanlardı. Öte yandan günümüz üniversitesi, kamusal rolünden soyundurulmaya başlayan süreçlerle de karşı karşıya kalmaktadır. Özellikle yakın geçmişte üniversite, önce disiplinler-arası ve savaş-güç-teknoloji merkezli operasyonel kampus üniversitelerine (2. Dünya Savaşı sonrası araştırma üniversitelerine) dönüşmüş, daha sonra ise piyasa işleyişi içersinde önemli roller üstelenen ve hatta piyasa aktörlerinden

biri haline gelen girişimci üniversiteye evrilmiştir. Sonuçta geçmişten günümüze kadar biriken üniversite algıları, günümüz üniversiteleri için birbiriyle mücadele halinde olan üçlü bir dinamik ortaya çıkarmıştır. Bunlardan ilki, ulus-devlet üniversitesi, ikincisi kamusal üniversite, üçüncüsü ise piyasacı/girişimci üniversitelerdir. Her bir dinamiğin, günümüz üniversitelerinde mücadele içersinde olduğunu ve hatta kimi zaman aralarında varılan sentezlerle üniversiter tarzların belirlendiğini söylemek mümkündür. Ancak bu sentezin hegemonik yapısının, günümüzde, sanayi-üniversite işbirliğine, piyasada var olmaya, bilgiyi araçsallaştırmaya ve bilginin meta olarak değer kazandığı bir sürece karşılık gelen piyasacı üniversite üzerinde tesis edildiği gözlemlenmektedir. Ulusallık veya kamusallık fikirleri bu hegemonik inşanın alt dinamiklerini oluşturur hale gelmişlerdir: güçlü bir bilim politikası güçlü ulus-devlet söylemleri ya da sosyal sorumluluğa önem veren üniversite fikri bu alt dinamiklerin bir uzantısı olarak okunabilir. Sonuçta günümüz üniversitesinin ruhsuzlaşmış, içeriğini yitirmiş, insansızlaşmış suretleri anlaşılır hale gelmektedir: tüm bunların benzerleri şey benzeri metalarda da görülüyor çünkü. İlişkiler metalar arası ilişkilere indirgendikçe üniversitede insanlar arası ilişkiler ve bu ilişkilerin bir ürünü olan bilim de şey benzeri bir niteliğe dönüşüyor. Üniversite ölülerle doluyor. İşte tam da bu noktada neo-muhafazakar bir üniversite modeli de gerçekleşmiş oluyor. Üniversiteler meta bilimi, öğrencisi ve akademik anlayışı ile yeni zenginleşen sınıfların taleplerini yansıtıyor. Geleneksel sağın kalkınmacılık söylemi piyasa ile iyi ilişkiler kurmaya, üniversitelerin denetim altında tutma talebi teknokratizme dönüşürken, kampusler sterilize edilmiş öngörülebilir ilişkilere, eğlencelere açılıyor, modern alışveriş merkezlerinin benzeri binaları ile yenileniyor ama sol-fobia ya da eleştiriye tahammülsüzlük, hiyerarşik yapı, emir-komuta zinciri, aynı düzlemde kalmaya devam ediyor. Taşra üniversitesi ile piyasa üniversitesi bir araya gelerek yeni üniversite modelimizi temsil eden dinamikler haline geliyor; milliyetçilik, mukaddesatçılık, ümmetçilik ile piyasacılık ve girişimci ruh bir arada bulunabiliyor. Dolayısıyla artık, ölüm ile girişim, piyasa ile cenaze sırt sırta vermiş bizi geleceğimize götürüyor.

Mesut Yücebaş

Şeyleşmiş bir dünyanın ürünüdür yürüyen ölüler... Bir popüler kültür teması olarak yürüyen ölüler bize çok şey anlatır. İnsanın insana yabancılaşmasının en uç noktası olarak korkularımızı ve endişelerimizi temsil eden bir sahneden müteşekkildir ölülerin yürüdüğü caddeler, sokaklar, şehirler... İnsanın insana uzaklaştığı, biraradalığın hırıltılı ve anlaşılmaz seslerle ifade olunabildiği ve doğanın ve toplumun tüm dengesinin bozulduğu anda tek kurtuluşun kafaya sıkılan kurşunla gerçekleşebildiği bir dünya. Bir tür yamyamlık çağında yaşıyoruz. Piyasa mantığının toplumun her alanına yayılmasıyla hepimiz, diğerini şey benzeri nesneler olarak gören ölülerden başka bir şey değiliz. Akademinin yamyamlaşması veya ruhsuzlaşması da bu sürecin bir uzantısı. Sanıldığının aksine eskiden akademide ruh gibi bir soyutluk vardı ve yaşamın kendisinden üretilirdi. Ancak günümüzde ruhsuz bir dünyanın ruhsuz ama yürüyebilen ölülerinden müteşekkildir akademinin tüm koridorları. Burada bilim, meta değeri taşıdıkça değerlidir, bu koridorda ilişkiler çıkar ve iktidar kavgaları ile şekillenir, entrika, jurnalcilik ve komitacılık akademisyenin gündelik yaşam biçimini oluşturur, duvarlar kariyer basamaklarını tırmanma yol ve yöntemlerini içeren, afiş, duyuru vs ile kaplanmıştır, bilgi paylaşınca değil saklanınca değerlenir, bilgi yaşama temas etmenin değil araçsal-amaçların aracıdır... Bu akademi günümüz neo-liberal ulus devletinin stereotipidir aynı zamanda. Bilginin metalaşma süreçlerinin serbest işleyişini güvence altına alan güvenlikçileri, kameraları ve sivil polisleri ile kuşatılmıştır piyasa üniversitesi. Tüm bir güvenlik ordusu neyi, ne zaman ve nasıl ifade edeceğinizin kanallarını göstermektedir aslında bizlere. En güvenli yol, piyasa için güzel güzel çalışmak, üretmek, sanayi ile işbirliğini kollamak, imaj dünyasında bir rol kapmaktır artık. Böylece uygar dünyadaymışız gibi de görünmemiz mümkündür üstelik. Dolayısıyla modernleşme ve Batılılaşma sorunu da hallolunmuştur. Üniversite country’(de)dir günümüz Türkiye’sinde. Üniversite taşradadır, taşradaki kadardır veyahut da taşralaşmıştır. Yanlış anlaşılmasın bu taşralaşma bildiğimiz eskinin taşrası da değildir. Tüm ekonomik ilişkilerin, mübadele yasalarının ve piyasalaşma bencilliklerinin belirleyiciliği ile şekillenmiş, görünüşün, gösterinin ve öz-beğeninin ve bütün bunların yanında kendiliğine ait korunan, korunması hedeflenen değerlerin, kalıpların, ön yargıların, farklılıklara tahammülsüzlüğün egemen olduğu kasabavari şehirlerin üniversitesidir, Türkiye’de üniversite. Hayalin, gelecek fikrinin, merakın, aşkın kapı dışarı edildiği, yüzlerden umudun çekildiği, tüm bir gençliğin gelecek kaygılarıyla tutsak edildiği bu üniversite ne


Metin Yeğin ‘Neoliberal zamanlarda öğrenciliği’ anlattı:

“Kapı eşiğinde beklemek” Neoliberalizm o kadar çok şeyi değiştirdi ki; çalışma saatleri, güvencesizlik, özelleştirme... Ve hatta şimdi kenti yıkıyor, neoliberal bir kent inşa ediyor. Tüm bu değişimlerden, daha doğrusu yıkımlardan, öğrenci de nasibini aldı. Artık öğrenci bir ‘kapı eşiğinde bekliyor’. Bu sayı için ‘ne yapalım sizce’ diye konuşurken, siz de “Öğrenciyi işleyin bence, çünkü öğrenci değişti, ‘kapı eşiğinde beklemek’ diye tanımlanabilir artık.” demiştiniz. Nasıl değişti öğrenci? Ne demek ‘kapı eşiğinde beklemek’ açıklar mısınız? Neoliberalizm o kadar çok şeyi değiştirdi ki; çalışma saatleri, güvencesizlik, özelleştirme... Ve hatta şimdi kenti yıkıyor, neoliberal bir kent inşa ediyor. Tabi bu hep çift yönlü bir şey, her seferinde yeniden kendini inşa ediyor. İşte bütün bu değişimlerden, daha doğrusu yıkımlardan, öğrenci de nasibini aldı. Bana göre başka bir kategoride tanımlanmalı artık. ‘Öğrenci ne yapıyor?’ derseniz ‘kapı eşiğinde bekliyor’ artık. Koca bir bekleme odası bana göre üniversiteler, yüksek okullar, master, doktora ve ne bileyim sertifika programları, bir biri üstüne sınavlar... Hepsi öncelikle bir duygu olarak, ‘kapı eşiğinde bekleme’ duygusu. Bir türlü dahil olunamıyor oyuna. Diş hekimi odalarında beklerken sıkıntıdan okunan tarihi geçmiş dergiler gibi ha bire eğitimin bir başka merhalesinde oyalanıp duranlar kütlesi ortaya çıktı. Kütle kelimesi ağzımdan kaçmadı, bilinçli olarak kullanıyorum. Birbirine geçmiş ama birbiri ile ilişkisiz manasında. Eh tabi ‘Neoliberlizme dahil olmak iyi bir şey mi?’ dersen o anlamda demiyorum. Neoliberalizme zaten dahil ‘öğrenci’, ama bir türlü ‘Ben de oynuyorum!’ diyemiyor ve böyle giderse uzun süre de oynayamayacak. Bu, politik bir aktör olarak rol almıyor manasında mı? Yok, yok... Oraya daha gelmeden. Öncelikle öğrenci olmaktan kurtulamıyor bir türlü. Neoliberalizm ile üretim dışına düşen o kadar çok alan var ki; buraya dahil olabilecek olanlar, klasik eğitimde bu nedenle yetiştiriliyor olanlar. Bu alanlar daraldığından o kadar az emiliyor ki,

herkes işsiz olarak görünmektense öğrenci olarak görünüp koca bekleme odasında kendisini rahat hissediyor. Mesela; ziraat mühendisleri eskiden devlet işletmelerinde, bakanlıklarda, yerel yönetimlerde çalışabilirken özelleştirilen devlet işletmeleri, küçültülen Çukobirlik, Tariş, Tigem, şeker fabrikaları nerede çalışacaklar? Kaç tanesi, ulus-ötesi tarım tekellerinin sadece pazarlamadan mütevellit işinde istihdam edilecek? Şimdi önceki yıllarla karşılaştırın. Baktığım için söylemiyorum, sadece tahmin ediyorum, ama bunun böyle olduğuna eminim, karşılaştırın; master, doktora vb. yapan ziraat mühendisi sayısı en az 3 katıdır. Bekleme odasında yerlerini aldılar. Ne bileyim, Tekel satıldı, artık tütün eksperleri nerede çalışıyorlar? Durmadan internette kampanyalar görüyorsunuz şu mühendislere kadro açılsın diye... Neoliberalizm bütün dünyada sadece büyük tekellerin hakimiyetidir ve bu da eskiden kapitalist de olsa en azından yaygın olarak gerçekleştirilen üretime dahil olabilme şansını ortadan kaldırdı. Her geçen gün monopolleşen üretim, dağıtım, tüketim ağında ücretli köle olarak bile yer almak o kadar zor ki. Carrefour’un, Migros’un olduğu yerde bakkal dükkanı bile açamazsın. Eskiden aç kalırsan pazarda limon sat denirdi. Limon satamazsın ki; artık Monsanto’nun, Cargill’in oluyor bütün limonlar… İşte bu durumda koca bir bekleme odasında öğrenci olmakla geçiyor ömür.

Yunanistan’da isyanın dinamiği öğrencilerdir. Her kesimi birbirine bağlayan üniversite öğrenci hareketleridir. Tabi ki bu Avrupa’nın tek özelleşmemiş üniversitesine sahip olduğundan ve faşist cuntayı kovanların politeknik üniversitesi olduğundandır.

Bu, dünyanın bütün ülkelerinde benzer mi gelişti? Evet, tabii ki. Ben Neoliberalizmi anlatırken Arjantin’den bir örnek veriyordum. 2001

isyan günlerinde gittiğimde bir Profesör arkadaş bizi havaalanından alıp kalacağımız yere götürüyordu. Araba kırmızı ışıkta durduğunda 3 kişi kola satıyor, 2 kişi börek satıyor, 2 kişi lobut atarak gösteri yapıyor, birisi ateş yutuyordu. Bir başka ışıkta duruyoruz, orada bu sefer 3 kişi börek satıyor, 2 kişi cola, işte birisi alev yutuyor filan... Bizim arkadaş Miguel, “Arjantin Hükümeti işsizliğe çare bulmuş, trafik lambalarını artıracaklarmış.” diyordu. İşte budur Neoliberalizm. Hiçbir şey üretmez; her şeymiş gibidir. Öğrencilik durumları da o kırmızı ışıklarda beklemek gibi. Yine Brezilya’da Metro çıkışlarında yüzlerce ayaklı ilan karşılar sizi. İnternet bir real, cafe 0.50 real… Yüzlerce insan çalışır(!) burada. Bazısının elinde çanlar, palyaçolar… Buradan biri görecek internetin saati bir real olan bir yere gidecek, orası para kazanacak, onlara ödeyecek. Bütün bunlar hayatımızı, elimizden sürekli uçup giden zamanımızı çalmaktan başka bir şey değil mi? Hayat mı bu bekleme odalarında tarihi geçmiş dersleri okumak? Bu bekleme öğrencilerde bir isyan potansiyeli ortaya çıkarmıyor mu peki? Bu konuda öğrencilere bir haksızlık yapıldı bence. İsyan tarihlerinde hep ön planlarda olmalarına rağmen adları hep sonra anıldı. Mesela Küba devriminin öncü kadrosunda hiç işçi yoktur. Nikaragua devrimi keza öyle. Çin’de ne kadar işçi vardı? Türkiye de öyle değil mi? Denizler, Mahirler mesela, yine Kürt hareketinin öncü kadrosu öğrencilikten gelmiyor mu? Ne biliyim 1968 Paris, ABD’de Kara panterler, İran devrimi... Hepsinde öğrenciler çok önemli işlevler taşısalar bile teori mahcubiyetlerinden başkalarının adına konuşmaktan kendi adlarına konuşamadılar. Ancak neoliberalizm, bu isyan damarını da yıktı.

SPOT

29


dığı bir öğrenci hareketi olabilir mi? Buralar özel üniversite değil, eğitimin piyasa tuzağına takılmış eğitim ticarethaneleridir. Hızla, bir şekilde öğrenciler tarafından işgal edilerek, hükümet tarafından kamulaştırılması talep edilebilir bence. 82 cunta Anayasası bile bunu söylüyor. 42. Maddesi “Kimse eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.” der. Öğrencilerin bunu talep etmesi anayasal haklarıdır.

30 SPOT

etkiliyor tabii ki. Bunun nedeni özel üniversiteler, piyasalaştırılmış eğitim mi sizce? Kesinlikle. Ancak özel üniversite durumunu da ayrıca incelemek gerekiyor. Mesela eski özel üniversite gibi değil buralar. Geçmişte özel üniversitelere neredeyse sadece zengin çocukları giderdi. Şimdi birkaçı dışında, özel üniversiteler de çok değişti. Gittiğinizde bakıyorsunuz, buraya gidenler daha orta sınıf, taşra zengini ya da anne babanın yıllardır yaptıkları birikimle çocuklarını zorlukla okutabildikleri okullar haline gelmiş. Yani taşra üniversitelerinin paralı hale getirilmesinden başka bir şey değil buralar. Mesela bu öğrencilerin dışlandığı, sorunlarının hesaba katılma-

Söyleşi: Bekir Avcı

Bunu da piyasalaştırarak, eğitimi pahalı bir meta haline getirerek yaptı. Düşünsene yıllarca üniversite üniversite diye yetiştiriliyorsun, adam seni öldürmekle filan korkutamıyor, ama üniversiteden atarım dediğinde korkuyorsun aslında. Bir başka manada da üniversitelerde yoksul çocukları neredeyse kalmadı. Yani mesela 80 öncesi aynı üniversitede, hem çok zengin hem de yoksul çocukları birlikte olabilirdi. Şimdi ise “Sen bana üniversiteyi söyle, ben sana aşağı yukarı öğrencilerin sınıfsal kökenini söyleyebilirim” durumuna geldi. Bu durum devrimci hareketleri de etkiledi. Eskiden bir sol hareket içinde belki de her sınıftan insan varken, şimdi davranışlarıyla tepkileriyle farklı kökenlerin hareketi söz konusu. Bu hareketin karakterini de

Böyle bir şey olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Neden olmasın? Bekleme odaları sıkıcıdır ve pencereleri, kapıları kırılmaya çok müsaittir. Yunanistan’da isyanın dinamiği öğrencilerdir. Her kesimi birbirine bağlayan üniversite öğrenci hareketleridir. Tabi ki bu Avrupa’nın tek özelleşmemiş üniversitesine sahip olduğundan ve faşist cuntayı kovanların politeknik üniversitesi olduğundandır. Bizdeki gibi cunta kenara çekilip resim yapmadı, kovuldu Yunanistan’da. Ancak Şili’de dünyanın en kanlı, en uzun diktatörlüğünün birinin yaşandığı Şili’de öğrenciler yine ayakta ve tam bizimkine benzeyen bir duruma isyan ediyor. Siz Şili’de devlet üniversitesinde mesela hukuk okuyorsanız, her ay, en az 1000 dolar ödemek zorundasınız ve bunu 12 ay ödemek durumundasınız. Hem de devlet üniversitesinde. Orada 1973 yılında, Pinochet diktatörlüğü ile başladı; neoliberalizm bizden çok daha önce. Bunun için çok şükür ki insan fizik kurallarına tabi değildir. Bir taraftan itilince her zaman öbür tarafa gitmez ve öğrencilik hala insanın kısmen de olsa düşünebilme zamanına sahip olabildiği yerlerdir. Ben size sormalıyım sıkılmadınız mı bekleme odalarından?


Fikret Başkaya’yla Türkiye ekonomisi üzerine

“Övünmeye değer bir ekonomik başarı yok” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin IMF’ye olan borcunun bittiğini iddia etti. Böylece 19 yıl sonra ilk kez IMF’ye olan borç sıfıra inmiş oldu. Bu da AKP hükümetinin “istikrar” ile “başarı” hanesine yazıldı ve önümüzdeki seçimler için de kuşkusuz iyi bir yatırım oldu. IMF’ye olan borcun bitmesi mümkün mü? RTE’nin ve ana akım medyanın borç bitti söylemi gerçek verilerle ne denli örtüşüyor? Söz konusu “bitiş”e hangi aşamalarla gelindi? Ülkenin iktisadi koşulları bu borcu kapatmaya müsait mi? Bu söylemin arka planı nedir? Ve elbette rakamların nesnel gerçeklik üzerinde yarattığı manipülsayon nasıl açıklanmalı? Türkiye’nin iktisadi hayatı üzerine önemli çalışmalar yapan Fikret Başkaya bittiği iddia olunan borca ve Türkiye’nin şimdiki iktisadi vaziyetine dair dergimiz Spot’un sorularını yanıtladı. IMF’ye borcun bittiğine dair söylem ne denli gerçek? Borcun bittiğini iddia eden Başbakan hangi somut verilere dayanarak dile getiriyor bunu? Ve aslı nedir? Eğer IMF sadece borç veren sıradan bir banka olsaydı borcun ödenmesi bir anlam ifade edebilirdi. Bir de tabii borcu nasıl ödediğiniz de önemlidir. Ülkenin varını yoğunu satarak, sermayeye peşkeş çekerek ödediyseniz ki, öyle olduğunu biliyoruz, o zaman ortada öğünmeye değer bir şey de yok demektir. Oysa IMF sıradan bir banka değil. Başta ABD olmak üzere kollektif emperyalizmin dünyayı şekillendirmek üzere oluşturduğu bir finans kurumu. Dünya ekonomisini emperyalizmin çıkarları doğrultusunda biçimlendirmenin bir aracı. Türkiye Bir ABD uydusu ve bir NATO üyesi. Yani emperyalist bir militer paktın üyesi. IMF’ye borcunu ödedi diye düzlüğe çıkması mümkün değil. Türkiye 1980’de 24 Ocak-12 Eylül dönemeciyle yeniden kompradorlaşma “tercihi” yaptı. Bu “tercih”in dayatılmasının arkasındaki odakların başında IMF geliyordu ve IMF demek emperyalizm demektir. O gün

bugündür Türkiye o rotada yoluna devam ediyor. Dolayısıyla borcun ödenmesinin veya ödenmemesinin bir kıymet- i harbiyesi yok. Giderek rejimin komprador niteliği derinleşirken IMF’ye olan borcun ödenmesi asla düzlüğe çıkıldığı anlamına gelmiyor. Kaldı ki, sadece soruna dış borçlar açısından bakıldığında da asla öğünmeye, böbürlenmeye uygun bir durum söz konusu değil. Dış borçlar çığ gibi büyümeye devam ediyor. AKP hükümet olduğunda Türkiye’nin dış borcu 130 milyar dolar kadardı. 2013 yılında 340 milyar dolar çivarında. Bu ne demek? IMF’ye borcu kapattık diyenler dış borcu 210 milyar dolar artırdılar… Bu tür söylemler aslında insanları aldatma amaçlı bir manipülasyon. Velhasıl söylediklerinin reel bir karşılığı yok…

Türkiye ekonomisinin mevcut durumu göz önüne alındığında IMF’ye borcun bitmesinin koşulları var mıdır? En azından borcun bitmesine dair bir hedef bile olsa bu ne kadar zamanda ve hangi koşullarda gerçekleşir? Önemli olan bir ekonominin kendi ayakları üstünde durabilme yeteneğinin gelişipgelişmediğidir. Oysa kompradorlaşma tercihi yapmış bir rejim söz konusuyken, her gecen gün ekonomik kırılganlığın büyümesi kaçınılmazdır. Bilindiği gibi kompradorlaşmış ekonomi Giderek rejimin komprador niteliği derinleşirken demek, içeIMF’ye olan borcun ödenmesi asla düzlüğe çıkıldığı riyi dışarının anlamına gelmiyor. Kaldı ki, sadece soruna dış borçlar ihtiyaçlarıyla uyumlandıraçısından bakıldığında da asla öğünmeye, böbürlenmak demekmeye uygun bir durum söz konusu değil. Dış borçlar tir. İceriyi dışarıya çığ gibi büyümeye devam ediyor. tabi kılmak

demektir. Oysa sağlıklı bir ekonomide bunun tam tersinin yapılması gerekirdi. Yani dışarıyı içerinin ihtiyaçlarıyla uyumlandırmak. Kaldı ki, dış borçları azaltmak, kendi ayakları üstünde durmak gibi bir niyet söz konusu değil. Tam tersine “ne kadar borçlanırsam o kadar iyi” anlayışı geçerli. Öyle ki borçlanabilirlik bir başarı olarak görülüyor… Borçlanıyorlar ama aldıkları kredilerle borç faizi ödüyorlar. Borçlanıyorar ama aldıkları krediyi lüks tüketime harcıyorlar… Tuhaf bir şekilde borç ödemek için borçlanma paradoksu geçerli. Velhasıl ülke emperyalist dünyanın finans sermayesinin yağma ve talan alanına çevrilmiş durumda. Ve bu sürdürülebilir bir durum değil. Sonunda daha büyük fatura emekçi sınıflara çıkar. Lâkin o faturayı ödememek de mümkün ama onun için açıkça kapitalizmin, emperyalizmin dışında bir çözümün mümkün olduğuna inanmak gerekiyor… Son dönemde özellikle yabancı sermaye akışı ve inşaat sektörü üzerinden şişirilen ekonomiyi nasıl bir akıbet bekliyor? Söz konusu iki kaynak bütçe açığının ne kadarını kapatabiliyor? İstersen önce neden inşaat, konut, emlak alanına bu kadar çok yüklenildiğinden başlayalım. Bilindiği gibi “1980” sadece Türkiye için değil, bir bütün olarak, dünya için de bir kırılma noktası veya ânıydı. Neoliberal politikaların dayatıldığı dönemin başlangıcıydı. Sermaye o tarihten sonra müthiş bir saldırı başlattı ve II. Emperyalistler arası savaş sonrası yaklaşık 30 yılda işçiler başta olmak üzere mütevazı toplum kesimleri lehine elde edilen kazanımlar bir bir geri alında. Ücretlere, kamu hizmetleri, sosyal amaçlı harcamalara savaş açıldı. Sendikalar ve örgütlü kesimler püskürtül-

SPOT

31


dü. Sonuçta kârlar büyüdü, gelir dağlımı dengesizliği daha da derinleşti, yoksulluk ve sefalet büyüdü, emekci kesimin satın alma gücü düştü. Bunun sonucunda da değerlenme sıkıntısı çeken devasa bir sermaye fazlası ortaya çıktı. Ailelerin geliri düştüğü veya yeterli düzeyde artmadığı durumda sermaye değersizlişme riskiyle yüz yüze geldi. Mesela daha çok dayanıklı tüketim malı, daha çok otomobil, daha çok başka şey üretmek zorundalar. Zira kapitalizm başka türlü yapamaz. Her ileri aşamada daha fazla üretmeye mahkûmdur. İşte belirli sektörlerde üretim artışının yavaşlaması yeni alan arayışlarını dayattı. Finans sektöründeki cümbüşün nedeni bu. Sermayenin değersizleşme riskini bertaraf etmesi gerekiyor… İşte böyle bir kriz söz konusuyken, inşaat, emlâk, konut, sermayeye bir çıkış yolu olarak görüldü. Zira bunların önemli bir bir bölümünün finansmanı vergilerle yani bütçeden yapılıyor. Böylece bütçeyi ve hazineyi yağmalanın yolunu buldular… Fakat bir sorun var. Bu sektör döviz yaratan bir sektör değildir. Borçlanıyor ve yaptığı borçla iç piyasaya yönelik mal üretiyor ve patlaması kaçınılmaz balon büyümeye devam ediyor. Olay bundan ibaret ve bu kepazelik de müthiş bir başarı olarak sunuluyor… Üçüncü köprü, üçüncü hava limanı, bilmem nerdeki otoyol, onca konut, “kentsel dönüşüm” kepazeliği tam du bunun sonucu. Öyle ki canlı hiç bir şey bırakmamaya yeminliler… Zaten burjuva medeniyeti bir kadavra medeniyetidir… Hükumetin olası bir Suriye harekatı için uyguladığı / uygulamaya çalıştığı bir savaş paketi var mı? Bunun mali kaynağı nedir? Bu neo-Osmanlıcı, Amerikan islamcısı hükümetin Suriye’yi çökertmek yönünde abartılı bir hevesi olduğu kesin. Tek başına bu işi kotarma şansı yok. Onun için NATO’cu emperyalist kampın açık saldırısı için didinip duruyor. Hesabı yanlış yaptılar. Libya senaryosunun Suriye’de de tekrarlanacağını sanıyorlardı. Ve sert kayaya çarptıklarını anladılar ama anlamamış gibi yapıyorlar. Son birkaç yılda dünya jeopoliğinde önemli bir değişiklik ortaya

çıktı. Aslında Suriye Aslında “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey yok”. savaşı bu bakımdan 1980’de içine girilen yolda devam ediliyor. Her bir kırılma noktası. NATO cephesi açık bir seferinde neoliberal politikalar derinleştirilerek saldırıyı göze alamıdayatılmaya devam ediliyor. Uygulanan bu poliyor. Saldırırsa başına tikalar kısa ve uzun vadede tam bir yıkım demek gelecekleri biliyor. Zira açık bir saldırı, ama işte Türkiye büyüyor, kalkınıyor, bölgesel anında bölgesel savaş güç oluyor türü söylemlerle meşrulaştırılıp demeye gelecek. Zira şimdilik dayatılabiliyor. hemen İran ve Lübnan Hizbullahı savaşa dahil ekonomik yük var? Ve sermaye sınıfına olacak, belki Irak da… son dönemde getirilen ayrıcalıklar nelerBu, bölgesel savaş demek. Rusya’nın da dir? Bunlar temelde ne ifade ediyor? dahil olmasıyla bir dünya savaşı kaçınılAslında “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey maz. Zira Rusya’nın geri adam atması mümkün değil. Ve tabii böyle bir savaşı da yok”. 1980’de içine girilen yolda devam ediliyor. Her seferinde neoliberal politikaemperyalist kampın kazanması asla mümlar derinleştirilerek dayatılmaya devam kün değil. AKP iktidarının bir savaş planı ediliyor. Uygulanan bu politikalar kısa ve olduğunu, öyle bir pakete sahip olduğunu uzun vadede tam bir yıkım demek ama işte Türkiye büyüyor, kalkınıyor, bölgesel güç oluyor türü söylemlerle meşrulaştırılıp şimdilik dayatılabiliyor. Kimse de çıkıp, iyi de ne nasıl büyüyor, bu büyüme kimin için ne anlama geliyor, ne tür sorunlar ortaya çıkarıyor, ne tür sorunlar yaratıyor sorularını sormuyor. Ortada şeylerin seyri üzerinde etkili olacak bir muhalefet, bir karşı hareket, kredibl bir alternatif proje yok. Her geçen gün yağma ve talanı derinleştiriyorlar ve üstelik bu kepazelik bir de büyük bir başarı olarak sunuluyor. Elbette senin akademin böyleyse, sendikaların böyleyse, medyan böyleyse, kendi kendilerini “aydın” ilan eden diplomalı taife böyleyse… bu “köpeksiz köyle değneksiz gezmenin” mümkün olmadığı bir durum demektir. Oysa acilen bu saldırının püstürtülmesi gerekiyor. Zira yangın büyük ve hızla yaklaşıyor… Bütün ışıklar kırmızıya dönmekte… Velhasıl radikal anti-kapitalizmi gerektiren bir tabloyla karşı karşıyayız. Lâkin son derece rahatsız edici bir dusanmıyorum. Eğer öyle bir maceraya girişirlerse, bu, sadece AKP için değil, Türkiye yarsızlık ve umursamazlık hala baskın… Oysa saldırının vakitlice püskürtülmesi için de müthiş yıkım demeye gelecektir ki, zorunlu. Aksi halde geriye kurtarılacak altından kalkmak kolay olmaz… pek bir şey kalmayabilir… Zira “bunak Genel anlamda hükumetin bugün çizdiği kapitalizm” sadece sosyal kötülükler üretmiyor, ekolojik yıkımı da derinleştiriyor. ekonomik tablonun gerçeği nedir? Sınıfsal bir değerlendirmeye gitmeye kalkışır- Velhasıl Marx’ın dediği gibi “ insana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyor”… sak çalışan kesimlerin üzerinde nasıl bir

Polis devleti Aralarında liberallerin ve kimi “eski-solcuların” da bulunduğu bir kesim, devlet aygıtı içindeki güç dengelerini değiştirmekle, rejimin demokratikleşmesi arasında doğru yönde bir ilişki olduğunu sanıyor. Askeri kanadın, dolayısıyla askeri vesayetin etkisizleştirilmesini demokrasinin zaferi sayıyorlar... Sanki AKP’nin gerçekten demokratikleşme diye bir derdi varmış gibi... Demokrasi aşkına mı askeri etkisizleştirmek istediler, yoksa ranta daha kolay el koymak için mi? Elbette askeri etkisizleştirme bahsinde emperyalizmin [ABD’nin dahlini de hatırlamak kaydıyla...] AKP askeri 2 adım geri çekip, polisi 3 adım öne çıkarınca rejim demokratikleşmiş mi olacaktı? Oligarşik burjuva egemenliği yerli yerinde kaldıkça, devlet aygıtı içi güç dengelerini değiştirmek, o aygıtı yeni dönemin ihtiyaçlarıyla uyumlandırmak,

32 SPOT

devleti takviye etmek içindir. Dolayısıyla güçlendirilen demokrasi değil, oligarşinin iktidarıdır. Velhasıl demokratikleşmeyle bir ilişkisi olması gerekmiyor... Toplumsal eşitsizliğin çığ gibi büyüdüğü, insanların “yüksek büyüme” oranlarıyla aldatıldığı, toplumun ortak kullanımına sunulması gereken ne varsa yağmalandığı, birlikte yaşamanın temelinin hızla aşındırıldığı, kentsel ranta el koymak için her türlü gayri-insani ve gayri ahlâki uygulamanın kural haline geldiği, özelleştirilmedik hiç bir şeyin kalmadığı, dolayısıyla ortak yaşam alanlarının bir bir yok edildiği, ekolojik tahribatın derinleştiği, polis devletinin her türlü asgari insan hakkını ve özgürlüğünü yok ettiği... koşullarda hâla demokrasiden, demokratikleşmeden söz edilmesi abesle iştigal etmek değil mi?

Fikret Başkaya (ozguruniversite.org)


‘Yeni’ süreç ‘eski’ medya: dile ve göstergelere nüfuz eden tetikçilik Savaş, göstergeler üzerinden yürür kuşkusuz; tıpkı barışın da göstergeler üzerinden yürüdüğü gibi. Türkiye’deki ana akım medya ise ‘barış’ı konuşurken ‘savaş’ın dilini ve göstergelerini kullanma gibi bir çelişkiyi barındırıyor bünyesinde. Gösterge, burada gerçeğin yerini alan, onu karşılayan, ona denk düşen ya da düşürülendir. Medya ise, PKK ile devlet arasında süren savaş boyunca kurguladığı bu gerçekliğini hemen her zaman örgütün ‘adaletsiz olduğu’ argümanı üzerine oturtmuştur. PKK’yi “adaletin olmadığı, iç çekişmenin yaşandığı” bir kurum olarak lanse etmek yalnız haberlerin de değil; konuya ilişkin çekilen televizyon dizilerinin, hazırlanan tartışma programlarının ve televizyondaki hemen her anlatı türünün bir parçası olmuştur. Belki, Türkiye’deki ana akım medya için bu durumu bir ‘alışkanlık’ diye tabir etmek yanlış olmayacaktır. Çünkü savaş; göstergeleri sınırlandıran, söylemleri standartlaştıran ve kullanılan dili ketumlaştıran bir olgudur. Ve PKK ile devlet arasındaki savaşta da medyanın, bu her türlü standartlaşmadan nasibini aldığı açıktır. Medya, savaşa alışmış veya alıştırılmıştır. Bu savaşta ‘gösteren’ olarak ana akım medya, bir savaşçı titizliğiyle; anlamı zedeleyen, onu hırpalayan ve gerçeği çarpıtarak yeni bir gerçeklik olarak sunan bir özenle bu işi yapmıştır. Bertaraf edilen: söz ‘Söz’ün önemli ve değerli olduğu, adına ‘çözüm süreci’ denilen bir dönemde, savaşın göstergelerine yaslanan bir medyanın niyetinin iyi olduğunu söylemek mümkün değil. Barışın ‘dillendirildiği’ konuşmaları görmeyip, ‘savaşçı’ bir göstergeler saçmalığı oluşturmak da bu kötü niyetin bir parçası zaten. Medya, sözü ve kelamı bertaraf etmektedir. Peki, neden PKK ile devlet arasındaki -belki de bitmek üzere olan- uzun savaşta, silahların sustuğu bir döneme girildiği halde, medya halen daha savaş yanlısı göstergelerini devreye sokmakta? Bu bir alışkanlık mı, ana akım medya için içselleştirilmiş bir durum mu, yoksa medyanın bilinçaltına zuhur eden bir unsur mu?

Birkaç örnek Haber Türk gazetesinin, BDP’lilerin Abdullah Öcalan’ın ‘çekilme’ konusuna ilişkin mektubunu Kandil’e götürdüğü esnada, PKK’nin lider kadrosuyla çektirdiği fotoğrafı ve görüşmeyi, “BDP-Kandil Fotoğrafının Şifreleri” başlığıyla vermesi ‘gösterge’ mevzuunu izah edebilmek açısından önemli bir örnektir. Haberde, gerillaların giyindiği ‘ayakkabılar’ üzerinden bir ‘şifre’ çözümlemesi yapılması ve “PKK militanlarının mekap marka ayakkabı giydiği örgütte yöneticilerin tercihinin ise Jack Wolfskin olduğu ortaya çıktı.” denilmesi savaşçı bir göstergeler yığınağı kurmanın da bir yolu aslında. Yine, Haber Türk’ün aynı haberini referans göstererek, haberi “BDP-Kandil Fotoğrafında Öyle Bir Detay Gizli Ki” başlığıyla yayınlayan Samanyolu Haber’in de ‘ayakkabılar’a dikkati çekmesi; Milliyet’in ise aynı fotoğraf karesi için “Kandil Hatırası!” başlığını atması ve haberin içeriğinde de oturma düzeneği üzerinden “örgüt içi hiyerarşiye” dair birtakım analizler öne sürmesi farklı bir amaca hizmet etmiyor. Bu örneklerdeki ‘alışılmış’ ya da ‘alıştırılmış’ tetikçi medyacılık durumunun, göstergeler üzerinden yürütülen ve geçmiştekinden farklı olmayan bir ‘anlam zedelemesi’ne yol açtığı aşikar. “Kürtfobi” Türkiye’de ana akım medyanın da

yardımıyla oluşturulan ‘Kürtfobi’ algısı, neredeyse 100 yıllık bir geçmişe sahip. Bu algı ise temelini ‘Kürt eşittir terör’ gibi bir denklem üzerine oturtmuş durumda. “Kürt” deyince akla ‘terör-bölücü-hain’ imgesinin gelmesini sağlayan bir ideolojinin yansıtıcısı olan olarak medyanın yarattığı bu algıyı yıkmak güç elbet; ancak yaratılan bu ‘Kürtfobi’ algısını yıkabilmek de yine büyük oranda medyanın elinde. ”Dizilerin yarattığı tahribatı yüz tane akil insanla iyi edemezsiniz” Geçtiğimiz günlerde medyanın ‘süreç’teki rolüne ilişkin değerlendirmelerde bulunan Nuray Mert, “Terör, terörist gibi kavramlarla kurulan bir barış sürecine milliyetçi kitlelerin tepki göstermesi doğal bir sonuç. Bu kültürü yaratan ve kamuoyunu hurafelerle zehirleyen bir gelenek var. Şimdi aynı zihinsel gelenek dağı ‘şeytanlaştırma’ işini üstlenmiş durumda. Dağdaki insanları bütün kötülüklerin müsebbibi gibi gösteren şeytanlaştıran diziler hala yayınlanıyor. Bu dizilerin yarattığı tahribatı yüz tane akil insanla iyi edemezsiniz” diye belirtmişti. ‘Kürt eşittir terör’ algısının yaratılmasında öncü bir rol üstlenen olarak ana akım medyanın birden bire ‘Kürt eşittir: Kürt, kardeşlik, barış vb.’ gibi güzellemelere gitmesi şaşırtıcı olur kuşkusuz, ancak imkansız değil. Yıllardır Kürtlerin diline pelesenk olmuş olan “PKK halktır...” sloganı düşünülürse şayet, önce devlet yetkililerinin, sonra da ana akım medyanın, şu anda ‘barış’ için görüşmelerin yapıldığı PKK’ye “terörist” demekten vazgeçmesi olmazsa olmaz koşullardan biri ve en önemlisi. Çünkü, eğer PKK’nin Türkiye Kürtlerindeki büyük orandaki eşiti “Kürt”e karşılık geliyorsa, ona yakıştırılan ve yapıştırılan “terör” kelimesi de haliyle Kürt’e yüklenmektedir. Yani ‘barış’ sürecinin taraflarından olan iktidar ve ana akım medya ‘yeni’ süreçte halen daha ‘eski’ bir söylemi derinleştirmektedir; oysa bu söylemi defetmek barış için ilk şartlardan biri. Çünkü Kürt’ün güvenini kazanmanın en önemli yolu bu -ki bu da savaşın bitmesi için temel koşullardan biri.

SPOT

33

Bekir Avcı

Kendisi de bir ‘gösterge’ olan medya Muhtemelen hepsi. Ama bunlardan daha baskın gelen unsur, ana akım medyanın, ‘alıcısının’ talebini göz ardı etmeyişi ve iktidarın baskın ‘dilini’ es geçmeyişi, geçemeyişidir. Şayet bu, altın kuraldır da. Yani yamuk bir bakışla, savaşçı göstergeleri kullanan medyanın aslında kendisi de başlı başına bir ‘gösterge’dir; hem toplumun hem de iktidarın göstergesidir med-

ya. Medyanın kurduğu ‘arztalep’ dengesi de buralardan beslenir; yani onların -iktidar ve toplumneyi arzulayıp, neyin çelişkisini yaşadığını bizlere gösterir. Bu ‘süreç’te henüz ana akım medyanın içselleştiremediği barış dilini, aslında iktidar ve toplum da içselleştirmemiştir. Ama bu demek değildir ki ‘medyanın bu göbek bağı koparılamaz’ durumda ya da ‘imkansız’dır. Ana akım medyanın ‘yeni’ süreçte, bu zamana kadar kullandığı dilini ‘eskitmesi’; savaşçı göstergesel dizgelerini bir tarafa koyması şart. Sadece tartışma programlarında konuşulan bir ‘barış süreci’, barış dilinin inşa edildiği ya da edileceği anlamına gelmez; bunu, haberlerdeki gösterge nesnelerine, televizyonlardaki dizi ve programlara, kısacası medyanın her alanına yaymak ‘barış’ için bir zorunluluktur.


Muhafazakarlık ve feminizm: AKP’nin ‘kutsal aile’si Muhafazakar ideolojinin AKP’nin uygulamaya koyduğu neoliberal politikalar ile birleşmesi ile derinleşen sömürü düzeninde; muhafazakarlık kendini temel kurumlarından olan ailede bulmuş, kadınlar bu alana itilmeye zorlanmıştır. ‘Her kürtaj bir Uludere’dir’, ‘Üç çocuk yetmez beş çocuk’, ‘Kız mıdır kadın mıdır belli değil’ ve daha niceleri. Bu sözler, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ait. AKP, iktidara geldiği 10 yılı aşkın süredir, neoliberal politikalar ile kendini tanımladığı ‘ılımlı İslam’ veya ‘muhafazakar-demokrat’ çizgisiyle siyasal ve toplumsal alanda pek çok değişikliğe imza attı ve atmaya da devam ediyor. Kürtaj tartışmaları, üç çocuk yetmez beş çocuk şiarları ile özellikle kadınları ‘kuluçka makinesi’ gibi gören AKP’yi ve yeni muhafazakarlık politikalarını anlamak ve onun bu politikalarını tahlil etmeye çalışmak, son on yılda kadın hak ve özgürlük mücadelesi bakımından göz ardı edilemez bir konu. Feminizmin söylem üretmedeki yetersizliği Mayıs ayı içinde, bu konunun derinlikli ele alınması ve tartışılması için Sosyal Araştırma Vakfı tarafından, Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nde “Muhafazakarlık ve Feminizm” başlıklı bir çalıştay düzenledi. Çalıştaya; Sosyalist Feminist Kolektif üyesi Deniz Ulusoy, feminist yazar Handan Koç, Yrd. Doç. Dr. Melda Yaman Öztürk ve BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel katıldı. Muhafazakarlığın kadın bedeni üzerinde tahakkümünün analizini içeren konuşmalarda, feminizmin bununla nasıl baş etmesi gerektiği ve nasıl bir söylem üzerinden hareket etmesi üzerine tartışmalar yürütülerek, ortak bir paydada buluşulmaya

Muhafazakarlık nedir? Kadınların başına bela olan muhafazakarlık nedir peki? Elbette muhafazakarlığın derin analizi bu yazının konusu değil. O yüzden yazıda kullanılan anlamı ile muhafazakarlığın kısa bir tanımını yapmak yerinde olacaktır. Muhafazakarlık, Türkiye’de din ile ilişkilendirilmiş olsa da yeniyi reddederek geleneği savunan, süreklilik ve değişim ekseninde sürekliği, gelecekten ziyade geçmişi birinci sıraya oturtan bir ideolojidir. Yani muhafazakarlığı, salt din ekseninde ele almamak gerekir; her ne kadar kendini sağda ve dindarlıkta gösterse de, sol ve liberalizmde de görülebilir. Bu ideolojide insan zayıftır ve bu nedenle onu kontrol eden bir otoriteye ihtiyaç duymaktadır. Temel kurumları ise; devlet, aile ve dindir. Muhafazakarlığın asıl alanı: aile Muhafazakar ideolojinin AKP’nin uygulamaya koyduğu neoliberal politikalar ile birleşmesi ile derinleşen sömürü düzeninde; muhafazakarlık kendini temel kurumlarından olan ailede bulmuş, kadınlar bu alana itilmeye zorlanmıştır. Neoliberal ekonomi-politikalar sonucu emekçilerin haklarına saldırılar artarken,

Aile dışında hayat var AKP’nin politikaları, muhafazakarlığın kurumlarından olan ailenin merkezileşmesine hizmet ediyor. Kadın ve erkek arasında eşitsizliklerin derinlemesine arttığı, kadınların erkeğe bağımlı kılındığı anlayış, kadın mücadelesinin ana konularından olmalıdır. Bu noktada Sosyalist Feminist Kollektif’in, ‘Aile Dışında Hayat Var’ sloganı, yine ‘Kürtaj Haktır Platformu’ tarafından yürütülen mücadele, AKP’nin ve yeni muhafazakar ideolojinin uygulamak istedikleri politikalara çok da kolay hayata geçiremeyeceğinin göstergesi. Bugün, kadın özgürleşmesinin önünde yatan engellerin kaldırılması için dünden yarına uzanacak daha çok ses çıkarmaya ihtiyaç vardır.

Aysun Eyrek

34 SPOT

çalışıldı. Konuşmalarda en dikkat çeken ise Handan Koç’un muhafazakarlığın kadınlar karşısında bir düşman olduğu ve mücadelenin, düşmanı iyi tanımaktan geçtiğini belirtmesi ile bugün feminizmin bu konuda söylem üretmedeki yetersizliği vurgusu oldu.

taşeron ve güvencesiz çalıştırma, sosyal devlet anlayışından uzaklaşarak yoksulluğun yapısallaşması ve kadınlaşması, muhafazakarlaşma politikaları ile birleşince kadın emeği gözle görülmez hale gelmiş ve ucuzlatılmıştır. Bu sonuçlar kadın emeği ve bedeni üzerindeki erkek egemen tahakkümün derinleşmesine neden olmaktadır. Kadının, iktisadi, sosyal, siyasal alandan dışlanarak, özel alana terk edilmesi, kadınların kazanılmış haklarının geri alınmasına ve kadınların güçsüz bırakılarak patriyarkanın elini güçlendirmesi anlamına gelmektedir. AKP’nin iktidara geldiği zaman ilk icraatlarından olan Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adının “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” olarak değiştirilmesi de, AKP’nin gözünde kadının yerinin aile olduğuna işaret eder. ‘Cennet annelerin ayaklarının altındadır’ sözlerini sıklıkla duyuyoruz. Anneliğin kutsandığı, kadın olmanın çocuk doğurmak ve aile içinde karşılıksız bakım hizmetlerini yerine getirmenin olduğu muhafazakar düşünce, böylelikle her gün kadını ikincil konuma itmektedir. Yukarıda bahsini ettiğim Muhafazakarlık ve Feminizm çalıştayına katılan SFK’tan Deniz Ulusoy, klasik muhafazakarlıktan farklı olarak ılımlı muhafazakarlığın kadının ücretli çalışan olmasına izin vermesi olduğunu söyledi. Bilindiği üzere, kadın istihdamı ve girişimciliğinden sık sık söz ediliyor. Ancak mikrokrediler sayesinde kadın girişimciliğin desteklendiği sanıldığı kadar başarı sağlayamamıştır. Kadınlar, aldıkları krediler ile bakım hizmetleri, reçel yapımı gibi işlere hapsolmuş durumdırlar.


“Dinime küfreden Müslüman olsa” Her fırsatta konuştuğu iki lafın arasına muhakkak bir atasözü iliştiren insanlar vardır. İşte ben de o insanlardan biriyim ne yazık ki… Sanıldığının aksine biz atasözü kullanmadan cümle kuramayanlar (en azından benim de dahil olduğum bir kısmı), bu atasözlerini ne atalarımıza duyduğumuz derin saygıdan ne de sürekli kıssadan hisse verme merakımızdan kullanırız. Çoğu zaman bu durum bir tür doğal reflekse dönüşmüştür bizim gibiler için. Hatta bazen ne söylediğimizin bile farkında olmayacak kadar doğal ve anlamlarından yoksun bir hal almıştır atasözleri, biz ‘sadık kullanıcılarının’ dilinde. Bu durum bir şekilde fark edildiğinde ise ‘doğal olmayanın’ nasıl ‘doğallaştığını’ sorgulamaya başlar atasözlerini dilinden düşürmeyen insan (bkz. ben). Kişisel sorgulama deneyimim bundan on yıl kadar önce üniversite kapısından ilk girdiğim zamanlarda gerçekleşti. Müslümanlık da dahil bütün dinlere eşit mesafeden bakan biri olarak Hıristiyan bir arkadaşımı, atasözleri aracılığıyla incittiğimde fark ettim durumun vahametini. Özellikle yapmadığıma göre, tamamen tesadüfi bir şekilde ne zaman bu arkadaşla yan yana gelsem sohbetin bir yerinde ‘dinime küfreden Müslüman olsa’ deyiveriyormuşum. ‘deyiveriyormuşum’ diyorum çünkü bu durumun farkında bile değildim. Demek ki konuya en uygun atasözü olarak beynim, iki lafın arasına bu atasözünü yerleştirmemi komut veriyor fakat her ne hikmetse sonra aynı beynim verdiği komutun anlamını sorgulamayı akıl edemiyordu! Hıristiyan bir Ermeni olan arkadaşım bu topraklarda -bilinçli ya da bilinçsiz- yeterince incitildiğinden; ‘sen beni bilmiyor musun, o niyetle söylemedim’ şeklindeki her açıklamamın yalnızca anlamsız bir savunma hali olacağını çok iyi biliyordum. Neyse ki arkadaşım gerçekten ‘beni biliyordu’da gülümseyerek konuyu kapatmayı tercih etti. Peki ya ben, ‘Beni biliyor muydum?’ Hiç de öyle düşünmezken neydi bana bunları söyleten? Sanki arkadaşımın elinde bir camera obscura vardı ve oradan kendime bakınca baş aşağı görünüyordum! Oysa içerdiği ayrımcılığın farkına bile varmadan dil aracılığı ile nefret söylemini yeniden ve yeniden üretenlerden biriydim ben de nihayetinde! Bana bu atasözlerini söyleten de ‘toplumsal bilincin’ bir parçası olmamdan başka bir şey değildi. Marx, Alman İdeolojisi’nde; ‘insanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki camera obscura’daymış gibi baş aşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün ağ tabakası üzerinde ters durmalarının onların dolaysız fiziksel yaşam

süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olgu da, insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir.’ der. Aynı eserinde bilincin yaşamı değil, yaşamın bilinci belirlediğini ortaya koyar. Bütün bunların sonucunda Marx’a göre; toplumsal bilincin oluşumu da ideoloji ile toplumsal sınıflar arasındaki ilişkinin niteliğine sıkı sıkıya bağlıdır. Yani; “Yöneten sınıfın düşünceleri her dönemde yöneten düşüncelerdir.” Atasözleri için yapılan tanımlardan biri; ‘eski nesillerin uzun denemelere dayanan hükümlerini, genel kural, bilgece düşünce veya öğüt olarak düstur haline getiren ve kalıplaşmış söz biçimleri bulunan, herkesçe benimsenmiş özlü söz’ şeklindedir. Bu ‘bilgece düşünceler’ de kendi döneminin yöneten sınıfından ve yöneten düşüncesinden etkilenecektir elbet. Kültürün bilinç üzerindeki etkileriyle ilgili çalışmaları da bulunan tarihçi Walter Ong; atasözleri ve deyişlerin rastgele bulunmuş araçlar olmadığına işaret eder ve onların geçmişten geleceğe aktarılarak düşüncenin özünü oluşturduğunu söyleyecek kadar atasözlerine önem atfeder. Ong’a göre; ‘Genişletilmiş biçimdeki düşünce, bunlar olmadan ortaya çıkamaz; çünkü düşünce, atasözleriyle deyişlerden oluşmaktadır.’ Yukarıdaki tanımlardan yola çıkarak atasözlerinin bir nevi toplumun aynası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Toplumsal bilincimize yer eden bu atasözlerinin temelinde tam da Marx’ın bahsettiği gibi yaşamsal gerçekler mevcuttur. Rohat Alakom; kültürel çoğulculuk, çok kültürlülük ve mozaik toplum anlayışlarının cesaretlendirilmediği toplumlarda, çoğunluk kültürünün yarattığı hakimiyetin, azınlık kültürü karşısında kaçınıl-

maz olarak bir tehdit oluşturacağından bahseder. Ve bunun sonucunda ‘azınlık kültürü prestij kaybına uğrayacak, bu “altkültürlerin” rütbeleri tek tek sökülecek, kısacası bu kültürlerle birlikte halkların kendisi de ister-istemez aşağılanacaktır.’ Böylelikle yöneten sınıfın siyaseti yönetilenlerin düşüncesini de etkileyecek, toplumun bilincinde genellemelere ve önyargılara neden olacaktır. Dil-toplum ilişkisinin dinamikliği düşünüldüğünde bu önyargıların dile de yansıması kaçınılmazdır. Atasözleri aracılığıyla nesilden nesile aktarılan bu tür ayrımcı yaklaşımların zamanla bağlamından koparılıp ‘doğal refleks’ olarak kullanıldığı sanılsa da, söz; bağlamına sarsılmaz bağlarla bağlıdır aslında. Ve doğal sandığımız refleks toplumsal bilincimiz tarafından şartlandırılmış refleksimizdir en nihayetinde, tıpkı ‘dinime küfreden Müslüman olsa’ atasözünde olduğu gibi. Taaa on yıl öncesinde, tek bir atasözüyle konu kapanmış olsa belki bu kadar farkına varmayabilirdim atasözleri aracılığı ile birbirimizi nasıl ötekileştirdiğimizin. Fakat ‘bir musibet bin nasihatten iyidir’ dercesine bu sefer de bir başka arkadaş, bavulunu taşımaya yardım ettiği benim daha önce incitmiş olduğum arkadaşa -ağır bulduğu için- ‘bu ne böyle gavur ölüsü gibi’ deyince gerçekle yüzleşmek bizim için kaçınılmaz oldu. Kimilerimizin sadece eşyanın ağırlığını tanımlamak için kullandığı bu deyim; gerçekte günahı bol olduğu için oldukça ağır anlamına gelmekte ve gayriMüslimleri aşağılama amacı gütmektedir. Fakat sözü bağlamından kopardığımızı düşündüğümüzden ya da bağlamını hiç düşünmediğimizden bu amacı tümden yok sayarız ve toplumsal pratik ile üretil-

SPOT

35


36 SPOT

Kürt eşeğinde dener kendini’ şeklinde de karşımıza çıkar. Yukarıdaki ayrımcı atasözü ve deyişlere yazının içinde bilinçli bir tercih olarak yer verilmiştir. Çünkü nefret söylemi içeren bu tür atasözlerini yok saymak ya da sözlüklerden çıkarmak toplumsal pratikte var olan ayrımcılığı ortadan kaldırmayacaktır. Eğer tersi bir durum söz konusu olsaydı 2010 yılında Türk Dil Kurumu, özellikle cinsiyet ayrımcılığı olmak üzere ayrımcı atasözleri ve deyimlerin bir kısmını sözlüklerden çıkardığında bunun toplumsal pratiğe de yansıması gerekirdi. Değil toplumsal pratiğe yansımak, TDK gibi bir devlet kurumu olan Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün onayıyla geçtiğimiz ocak ayında düzenlenen ‘Atasözleri ve Deyimler Yarışması’ devlet nezdinde de değişen hiçbir şey olmadığının adeta bir kanıtı niteliğindedir. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin katıldığı yarışma için hazırlanan kitapçıkta; ‘Yerine düşmeyen gelin yerine yerine, boyuna düşmeyen esvap sürüne sürüne eskir’, ‘Pekmezi küpten kadını kökten al’ gibi cinsiyetçi ve ayrımcı atasözleri de kendine yer bulabilmişti. Bu nedenle dilbilimci ve yazar Oya Adalı’nın belirttiği gibi; ‘sözcükleri ayıklamak değil açıklamak’ daha doğru olacaktır. Çünkü Adalı’nın da dediği gibi dili belirleyen yaşam koşullarıdır, bir toplum neyi yaşıyorsa, nasıl yaşıyorsa dili de onu yansıtır. Yaşamı değiştirmeden toplumsal bilinci ve dili değiştirmek mümkün olmasa bile nefret söylemi ve ayrımcılık içeren atasözleri, tanımlamalarıyla birlikte yeterince teşhir edilirse en azından ‘doğal refleks’ olarak kullanımının önüne geçilebilir. Bu sayede sözün bağlamından koparılamayacağı fark edilebilir. Yoksa düşünülmeden kullanılan atasözleri aracılığıyla ayrımcılık yeniden ve yeniden üretilir. Ne de olsa atalarımızın da söylediği gibi ‘dilin kemiği yoktur.’

Kaynakça Marx, K. ve F. Engels (1975); Alman İdeolojisi, Çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, Nisan 2004 Postman, Neil(1985); Televizyon: Öldüren Eğlence-Gösteri Çağında Kamusal Söylem, çev: Osman Akınhan, Ayrıntı Yayınları, Ocak 1994 Sancar Üşür, Serpil; İdeolojinin Serüveni, Yanlış Bilinç ve Hegemonyadan Söyleme, İmge Kitabevi, 1997 Topaloğlu, Ahmet; Dilbilgisi Terimleri Sözlüğü, Akt. Özkan, Bülent; Gündoğdu, Ayşe Eda; Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Türkçede Atasözleri ve Deyimler. http://turkishstudies.net/Makaleler/15007 59129_71_b%C3%BClent_%C3%B6zkan.pdf Alakom, Rohat; Atasözleri ve Etnik Sataşmalar: Ayrımcı Retorik Üzerine. http:// www.kovarabir.com/rohat-alakomatasozleri-ve-etnik-satasmalar-ayrimciretorik-uzerine/ Durukan, Ayşe; Sözlüklere Ayıklama Değil Açıklama Gerek. http://www.bianet.org/kadin/ kultur/82139-sozluklere-ayiklama-degilaciklama-gerek Ayrımcı Sözlük; http://ayrimcisozluk. blogspot.com/2012/02/gayri-muslimlerekars-ayrmc-deyis-deyim.html Nor Zartonk; http://www.norzartonk. org/2013/03/07/gayri-muslimlere-karsiayrimci-deyis-deyim-ve-atasozleri/ http://gundem.milliyet.com.tr/ milli-egitim-den-tartisma-yaratanatasozu-yarismasi/gundem/gundemdetay/08.01.2013/1652547/default.htm

Vildan Tekin

miş ayrımcı söylemi yeniden ve yeniden üretiriz. Jorge Larrain’ e göre toplumsal pratik; öznenin eyleminin bir ürünüdür. Ama bu pratik maddi bir gerçeklik haline dönüşerek öznenin bilincinde zorunlu bir çarpıklık yaratan bir pratiktir. Larrain; ‘Gerçeklik, toplumsal pratiğin kendisidir, insanoğlu toplumsal pratiği kendi edimleri ile üretir ve dönüştürürken aynı zamanda onun bilgisine de sahip olur. Her türlü bilinç toplumsal pratiğin üretimi ve dönüşümü ile ilgilidir ve ondan çıkar.’ derken bilinci doğuranın yaşam olduğunu vurgular. Türkçe atasözleri incelendiğinde ilk göze çarpan, egemen olan eril dildir. Toplumsal pratikteki ataerkil yapı atasözlerinde de yansımasını bulur ve cinsiyet ayrımcılığı yaşamdan bilince doğru kök salar. ‘Ersiz avrat, yularsız at’, ‘Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin’, ‘Oğlanı her karı doğurmaz, er karı doğurur’, ‘Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün’, ‘Ağustostan sonra ekilen darıdan, kocasından sonra kalkan karıdan hayır gelmez’ gibi atasözleri cinsiyetçiliğin boyutunu gözler önüne sermek için ‘iyi’ birer örnektir. Türkçe söylenen atasözleri incelendiğinde cinsiyet ayrımcılığının yanı sıra; ‘yöneten sınıfın’ hegemonyasıyla toplumsal pratikte hayat bulan din-mezhep ayrımcılığı ve etnik ayrımcılık sıkça karşımıza çıkar. ‘Gavurun ekmeğini yiyen, gavurun kılıcını çalar’, ‘Kürt’e bir verme iki ister, yatmaya da yer ister’, ‘Kürt’ten evliya koma avluya, ya samı çalar ya saman bağı’, ‘Çingene çalar, Kürt oynar’ gibi kalıplaşmış atasözlerine karşılık isteğe göre zaman zaman değiştirilerek her tür ayrımcılığa uygun hale getirilen ‘çok amaçlı’ atasözleri de mevcuttur. Örneğin, atalarımızın üşengeçliğinden mi yoksa pratikliğinden midir bilinmez; ‘Acemi nalbant gavur eşeğinde dener kendini’ atasözü aynı zamanda ‘Acemi nalbant


Göçmenler ve sosyalist mücadele

Sosyal Bilimler literatüründe iş tasnifinde kullanılan 3 D kavramı vardır. Yani söz konusu olan işler, pis (dirty), tehlikeli (dangerous) ve nitelik gerektirmeyen (demeaning) işler olarak adlandırılır. 3 D kavramına göre en kirli işler genellikle göçmenlere yaptırılır. Geldikleri ülkeler açısından da aralarında bir hiyerarşi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Mesela Meksikalılar ABD’nin en kirli, güvencesiz işlerinde çalıştırılırlar. Keza ülkemizde özellikle de – pek fazla araştırma olmasa da – inşaat sektöründe bir zamanların “iş gücü” kaynağı Kürtlerin yerini zamanla düzensiz emek göçü ile gelen göçmenler almıştır. Hem “kaçak” olduğu için sınır dışı edilme korkusu ile hem de yabancı bir ülkede yaşama zorluğunun verdiği ruh hali ile hiçbir haksızlığa karşı koyacak güçleri yoktur. Sosyalizm fikriyatı ile tanıştığım yıllarda – akrabalarım arasında yurt dışına çalışmaya gidenler olduğu için – niçin göçmenler arasında örgütlenme yapmı-

yoruz sorusunu çokça sormuşumdur. Ama nedense üzerinde durmamış ya da Türkiye’den gidenlerin – özellikle Avrupa’da – hemşerilik, siyaset vb. ilişkileri sayesinde rahat olduklarını düşündüğüm için bu meselenin Türkiye’ye gelen göçmenler arasında da yaşandığını hissettiğim içindir. Geçtiğimiz senelerde katıldığım bir çalışmada göçmenlerle tanıştım. İstanbul’un belki de en eski yerleşim yerlerinde yaşayan; adeta yanı başından geçmemize rağmen hiç algılayamadığım biçimde “çok” sayıda olan göçmenlerle.Bu yazıda başlıktan da anlaşılabileceği üzere emek göçü ve sosyalistlerin göçmenlerle kur(ma)dığı ilişki üzerinden bir değerlendirme yapma gayretinde olacağım.

Burası neresi? Çeşitli nedenlerden kaynaklı olarak yüzyıllardır dünya üzerinde bir “göç” sirkülasyonu yaşanmaktadır. Genel olarak göç; toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, politik vb. tüm yapısıyla yakından ilişkili bir olaydır. Kavramsal düzeyde Göçmen işçilerin Türkiye’de yürütülecek işçi sınıfı göç kavramını hareketinin önemli bir bileşeni olarak ele alınıp, ele aldığımızda örgütlenmesi aynı zamanda kriz dönemlerinde temel olarak kendi içinde “iç” ve açığa çıkan milliyetçi-ırkçı süreci de muhafazakar “dış” göç olarak sarmalı da engelleyecektir.

ikiye ayırabiliriz: Dış göç olarak tariflediğimiz kavram “uluslararası göç” anlamını taşımaktadır. Dolayısı ile yazıda anlattığımız veyahut tartıştığımız “göçmenler” dış göç ile gelenlerdir. Uluslararası göç kavramı; kalmak, çalışmak ya da yerleşmek amacıyla, bir ülkeden başka bir ülkeye yapılan nüfus hareketlerini ifade etmektedir. Türkiye, yakın geçmişi ele alırsak, 1980’lere kadar “göç veren” ülke konumunda iken bu tarihlerden sonra “göç alan” ülke konumuna gelmiştir. Bu tespiti yapabilmek için çok sayıda araştırma yapılmıştır. Türkiye niçin göç alan ülke olmuştur sorusu konunun önemi ve güncel siyaset ile arasındaki bağın kurulması açısından cevaplandırılması önem arzeden bir sual olarak karşımızda durmaktadır. 1970’li yıllarda küresel kapitalizmin içinde bulunduğu kriz halini aşabilmek için neoliberal politikalar uygulanmaya başlandı. Her şeyin hızla özelleştirildiği bu dönemlerde emekçi sınıfların sahip oldukları bütün sosyal haklar gasp edilmiş ve ucuz, güvencesiz çalışmaya mahkûm edilmişlerdi. Bu da Türkiye’yi hızlı bir biçimde “ucuz iş gücü ajeopolitik konumu hem de “iş imkânlarının” oluşu nedeni ile “göçmenlerin” rüyasındaki ülke halini almıştır. Bir parantez açmak gerekirse

SPOT

37


reel sosyalizm deneyiminin çöküşü ile birlikte dağılan Sovyetler Birliği’ndeki ülke vatandaşları hızlı bir biçimde kapitalizmle tanışmış ve göç etmeye başlamıştır. Özellikle Karadenizlilerin aşina olduğu biçimi ile ‘Nataşalar’, Rus pazarları hemen herkesin bildiği kavramlar halini almıştır. Ülkelerini özellikle de savaş, ekonomik kaygılar nedeni ile terk eden ve “güneşi aramaya çıkan” göçmenler gittikleri ülkelerde –kapitalizmin krizleri nedeni ile – ötekileştirilmiş ve milliyetçi hezeyanların karşısında yer almıştır. İşçi Sınıfının Yeni Üyeleri Sınıf kavramı özellikle reel sosyalizm deneyiminin çöküşü ile birlikte kimilerince tarihin çöplüğüne atılmıştı. Tarihin sonu tezleri ile birlikte “yeni dünyanın” doğuşu ilan edilmişti. Ancak çok geçmeden kapitalizmin krizleri ve yoksulluğun her yanı sarması ile birlikte “başka bir dünya” umudu boy vermişti, yeniden. Burada “sınıf” kavramı açık ve net bir biçimde “devrimci dönüşümün” temel paradigması olarak yeniden ele alınmıştı. Sınıf kavramı üzerine yürütülen bir çok tartışmada; kapitalizmin “işçi-sermaye” ayrımından farklı olarak değişik zeminlerde farklı “ezilmişlikler” ortaya çıkardığı, bu nedenle “temele” herhangi birisinin alınmasının doğru olmadığı gibi Weberci sınıf paradigmasından etkilenen liberal bir söylemde açığa çıkmıştı. Elbette ki kapitalizm doğası gereği sömürecek alanlar-katmanlar yaratacaktır. Ancak devrimci dönüşümün temel noktası işçi sınıfı olacaktır. Bu söylem ve tespit ne kadar eski olursa olsun “eskimeyecektir.” Bugün de işçi sınıfının yeni kompozisyonunu değerlendirmek ve yeni emek örgütlenmelerini gerçekleştirmek zorunluluğu ortadadır. İşçi sınıfının bugünkü kompozisyonuna baktığımızda karşımıza çıkan olgulardan birisi de göçmenlerdir. Göçmenlerin çalışma koşulları ve “mülkiyet” meselelerini değerlendirdiğimizde işçi sınıfının görünmeyen ama gittikçe büyüyen yeni üyeleri olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır.

38 SPOT

Sosyalistler Nerede? Marx, Komünist Parti Manifestosu’nda şunları söylemişti: İşçilerin vatanı yok-

Akif Kara

Hepimiz Müslümanız Edebiyatı Özellikle 2002 yılı sonrası yani AKP iktidarı eli ile toplumun aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya muhafazakârlaştırıldığı dönemde ortak nokta olarak “ümmet-İslam” ön plana çıkarıldı. Milliyetçiliğin bir başka versiyonu olan ümmetçilik akımı ile birlikte yeni bir toplumsal mutabakat

oluşturulurken onun dışında kalanlar – Aleviler, Hristiyanlar, Müslüman olmayan göçmenler – ötekileştirildi. Konuya ilişkin olarak göçmenlerin yoğun yaşadığı bir semtin muhtarı şunları söylemektedir: “Türk ve İslam kökenli olanlar iyi insanlar. Ama gavurların ne yapacakları belli değil. Misyoner zaten çoğu. Uyuşturucu, fuhuş her türlü pislik bunlarda zaten…” Örnekten de görüldüğü gibi esasında “gavur” edebiyatı işin bir tarafında dururken kendi içinde de bir hiyerarşi var. İslamiyet-din meselesi de burada kilit bir noktada durmaktadır. Devlet eliyle ya da devlete sahip cemaatler eliyle gerçekleştirilen algıda da muhtar, STÖ çevrelerinin “yardımlarda” Müslüman olanları açıkça kayırdığı verilerle ortadadır. İş ve yaşam koşullarına karşı “isyanı” engellemenin en basit yollarından birisi olarak değerlendirebileceğimiz “şükretme” olgusunu düşündüğümüzde “İslamiyet – ümmet” fikrinin işçi sınıfını “sessizleştirdiğini” rahatlıkla ifade edebiliriz. Dolayısı ile farklı kültürlerden gelen bir göçmen topluluğunun “susturulması” ve koşullara “adapte” edilmesinin yolu olarak belli “ortak” noktaları öne çıkarmaları sermaye sınıfı açısından çok doğaldır. Özellikle de muhafazakar bir toplum isteyenler için.

tur. Dünyanın bütün işçileri birleşiniz. İşçi sınıfının iktidarı mücadelesi yürüten bir sosyalistin bu sınıfın belki de en alt tabakasında yer alan göçmenleri yok sayması neyin ürünüdür? Göç olgusu sınıf mücadelesinin başat öğelerinden birisidir. Özellikle, neoliberal dönemde bu başat öğe daha fazla ön plana çıkmıştır. Küresel kapitalizmin girdiği krizlerin neticesinde – özellikle yakın olması hasebiyle Yunanistan örneğinde – yerli halkın ilk tepkisini göçmenlere vermesi ortadadır. Tarihsel olarak ele aldığımızda göçmenlere dönük olarak işçi sınıfı içinde 2 değerlendirme biçiminin doğduğunu görmekteyiz. Farklı bağlamlarda oluşsalar da bu iki gelenek en temelde göçmen işçilerin sermayeye karşı mücadelede nerede konumlandırılacağına ilişkin olarak ayrışmaktadır. Bu şu anlama gelmektedir: Göçmen ve yerli işçiler arasındaki ayrım kimilerine göre sınıf mücadelesini bölen yapay bir ayrımdır. Dolayısı ile sermayeye dönük yürütülen mücadelede göçmenler ayrı ele alınamazlar. Diğer bakış açısına göre ise göçmenler, sermayenin lehine sınıf mücadelesini geriletmede kullanılan araçlardır. Dolayısı ile göçmenlerin karşısında bir konumda durmak gereklidir. Bu iki gelenek 19.yy ürünü olsa da hala daha devrimci hareketler içinde sürdürülmektedir. Örneğin Türkiye’de göçmen mücadelesinin işçi sınıfı mücadelesinde ayrı olarak ele alınıp, son tahlilde, dayanışma ve sosyal haklar mücadelesinde değerlendirilmesi bu akımlardan hangisinin kök saldığını da anlamamızı sağlayacaktır. Bugün meselenin kendisi ile ilgilenenlerin bazı üniversitelerde konuya duyarlı akademisyenler ve çok az sayıdaki sosyalistler olduğunu düşünürsek, olayın ciddiyetini daha iyi kavrayabiliriz. Göçmen işçilerin Türkiye’de yürütülecek işçi sınıfı hareketinin önemli bir bileşeni olarak ele alınıp, örgütlenmesi aynı zamanda kriz dönemlerinde açığa çıkan milliyetçi-ırkçı süreci de muhafazakar sarmalı da engelleyecektir. İşçi sınıfının koşullarının daha da berbat bir hale geldiği günümüzde temel problemi olarak devrimci bir dönüşümü ele alan bir sosyalist hareketin “göçmenlerle” politik-dayanışmacı bir ilişkiyi kurması mücadelenin geleceği açısından elzemdir. Yeniden bir manifesto yazılacaksa göçmenleri de bunun içinde düşünmek gereklidir.


Vegan ve LGBTT aktivisti Yeşim Başaran:

“Veganlık ideolojik bir yaklaşımdır, bireysel değil” Bağımsız Hayvan Hakları Aktivistleri’nin, 8 Mart bildirisinde yer alan; “kadına şiddete, tecavüze hayır da dişi hayvanlara şiddete tecavüze evet mi?” sorusu, dünyada sadece insanların zulme, baskıya, tecavüze uğramadığını, hayvanların da insanlar kadar hak ihlalleri ile karşı karşıya kaldıklarını hatırlatıyor bize. Bunun altında yatan nedeni de türcülük ile açıklıyorlar. Türcülük; cinsiyet ayrımcılığı, ırkçılık, heteroseksizm, yaşlılık ve engelli karşıtlığı gibi bir varlığın diğerinden daha üstün olmasına dayanıyor. Çiftlik sahiplerinin sadece üretimin sürekli olmasını ve az maliyetle kar elde etmeyi amaçlaması; dişi tavukların birer yumurta makinesi, inekler ise tecavüze uğrayarak, zorla hamile bırakılan ve sütünden faydalanılan üretim nesnesi olarak konumlanmasına neden olur. Hayvana uygulanan bu sömürü; insan dişisine uygulanan sömürünün ve tecavüzün de meşru kılmasını sağlar. Bu noktada ortaya çıkan veganizm de dişiye yapılan şiddete tümden karşı çıkar. Veganizmin ne demek olduğunu, hangi noktalardan feminizm ile buluştuğunu, vegan beslenmeye dair uzun yıllardır vegan olan ve LGBTT aktivisti Yeşim Başaran ile konuştuk.

“Sadece ‘ürünler elde edilirken onlara zulüm

Öncelikle söyleşiye ediliyor ve ben bunun parçası olmak istemi“vegan” ve “vejetaryorum› diye değil, onların varlığı benim ihtiyen” nedir diye sorarak başlamak istiyorum. yaçlarımı karşılamak için değil diye düşündüSanırım literatürümüzğümden vegan besleniyorum.” de çok eski olan vegan, Türkiye’de yeni yeni konu değildi. Türkiye’nin gündemine bir duyulmasıyla, veganlık ve vejeteryanlık şey diyemem ama benim gündemime, aynı kavramlar olarak algılanıyor. Nedir Vegan Kolektif’in çalışmaları ile girdi. burada temel olan ayrım? Vegan Kolektif, toplantılar ve etkinlikler Vejetaryenlik hayvanları yememek anlayapması ile çok değerli bilgiler paylaştı. mına, veganlık ise herhangi bir hayvansal Ben daha önceden veganlığı da vejetaryenürün kullanmama anlamına geliyor. Yani liği dw biliyordum. Ancak veganlığı veya veganlık sadece bir hayvanı öldürüp yevejetaryenliği daha çok romantizm olarak memek değil aynı zamanda sütünü içmealgılıyordum. Vegan olmam, karar vererek mek, yumurtasını yememek, derisinden olmadı. Kendiliğinden gelişen bir süreçti. yapılan eşyaları ve hayvanlar üzerinde Öğrendiğim düşünceler zihnimde şekildeney yapılarak test edilmiş ve onlara ezilendikçe; et, süt, yumurta benim için besin yet edilerek piyasaya sunulmuş ürünleri olmaktan çıkmıştı. Hayvanların varlıkları kullanmamak anlamına geliyor. Veganlık, ile başka bir iletişim kurmaya başladım ve vejetaryenliğe göre daha geniş bir kavram. bu sürecin sonunda vegan olduğumu fark Vejetaryenlik, “bir hayvanın yaşamı benim ettim. Öncesinde nasıl bakıyordum, bu için sonlandırılmasın” der. Veganlık ise bence hakikaten önemli. Vegan olduktan “hayvanlar benden tamamen bağımsız, sonra insan “Neden daha önceden vekendi yaşamları için burada olan, benden gan olmadım ki?” diye düşünüyor. Daha daha değersiz olmayan başka varlıklardır.” öncesinden, bütün iktidar ilişkilerine, diyerek kendini açıklar. Tıpkı insanlar gibi. eziyete, zulme, haksızlığa, eşitsizliğe karşı Hayvanlar da birlikte var olduğumuz yaolurken neden hayvanlar ile ilgili böyle şamı paylaştığımız varlıklardır. bakıyormuşum, diye düşündüğümde, vejetaryenliği romantik bir yaklaşım olarak Veganlığın Türkiye’de yeni yeni bilinmedeğerlendirdiğimi görüyorum. Veganlığı ye başlamasını neye bağlıyorsun? Vegan da biliyordum öncesinden, Türkiye’de olmaya nasıl karar verdin? değil ama yurt dışında tanıştığım veganlar Türkiye’de aslında nicedir veganlık vardı vardı. Bunlar genelde Avrupa’daki anarşist ancak medyada bu kadar tartışılan bir çevrelerdeki gençlerdi. Avrupa’da bu tip toplumsal hareketlerde, insanlar doğası gereği vegan oluyorlar. Veganlık ayrı bir toplumsal hareketlenme olarak gelişmiyor. Ben o zaman, Avrupa’da yaşam standartları zaten rahat, gençler neye karşı çıkacaklarını şaşırmışlar, o nedenle de bunu bir politik yaklaşım olarak gündemlerine almışlar, diye düşünüyordum. Onlarla o kadar iletişim halinde olmama rağmen ben veganlığa böyle bakıyordum. Böyle düşünmem de şunu gösteriyor ki bütün iktidar ilişkilerine karşı olduğumu zannederken aslında hayvanları işin içine katmadığımı, dolayısıyla türcülüğü bilmediğimi gösteriyor. Aslında veganlık ideolojik bir yaklaşımdır, bireysel bir yaklaşım değil. Veganlığı, popülist bir yaklaşım olarak görenler de var politik bir temele dayandırılamaz diyenler de. Sen bunu neye bağlıyorsun? İnsanlar birden bire hayatlarına veganlıkla ilgili tartışmalar, yazılar gördükçe; vegan olan insanlarla karşılaşmaya baş-

SPOT

39


“Türcülükle cinsiyetçilik birbiriyle bağlantılı. Kadın, erkeğin malı olmadığı gibi hayvanlar da insanların malı değil. “Bedenim benimdir.” diyoruz. Hayvanların bedenleri de kendilerine ait. Aslında bu kadar basit.” layınca bunun bir akım, bir moda olduğunu düşünüyorlar. Sizin eğer bir politik görüşünüz varsa, herhangi bir politik tutumdan bahsediyorsanız zaten işin doğası gereği bunun propagandasını yapmak istersiniz. Bu görüşleri, kendilerine yakın bulan insanlar sizinle iletişime geçer ve birlikte bunu yaymaya çalışırsınız. Birden çevremizde vegan insanların sayısı artınca moda mı oldu? Bu yaklaşım, benim zamanında Avrupa’daki gençlere yaklaşımım gibi. Onlar orada politik mücadele yürütürken, ben bunun bireysel bir şey olarak görüyordum. Türcülük karşıtı oldukları için, hayvanların kendilerinden aşağı görmedikleri için veganlar. Bunu görmek gerekiyor. Hayvan endüstrisinde neler uygulanıyor da vegan kavramı ortaya çıkıyor? Hayvanlardan ürünlerin nasıl üretildiğini gösteren pek çok kaynak mevcut. Üretim söz konusu olduğunda az maliyetle daha çok kar elde etmeye bakılır. Üretim koşullarında, insanlar bile değerli değilken, ki bunun için koskoca bir işçi hareketi var, hayvanları siz düşünün. Fabrikalarda hayvanlara neler yapılabilir diye tahmin etmek çok zor değil. Çünkü hayvanların arkasını koruyan kimse yok. Bütün insanlık, onların kendileri için var oldukları ve kendilerinden değersiz olduklarını düşünüyor. Böyle bir durumda insanların nasıl kötüleşebileceklerini biliyoruz. Sıralamak istemiyorum gerçekten merak eden herkes Youtube’a girip “animalcruelty in factories” yazarlarsa karşılarına görmek dahi istemeyecekleri görüntüler çıkacaktır. Türkçe sayfalar için vegan kelimesini yazsınlar, pek çok kaynağa ulaşacaklardır. Hayvanlar, bir kere kapatılmış durumdalar. Hapishanedeler. Bir aksiyonları nedeniyle değil, zaten onlar için uygun görünen yaşam alanı fabrikalar artık. Nedeni basit. Onlar fabrikaya hammadde olmak için giriyorlar ve zaten bunun için üretiliyorlar. Milyarlarca insan var bu dünyada. Hayvanların besin olduğu bir kültürel bir yaklaşım ile büyümüş ve yaşıyorlar. Hayvanlar bizim için; süt olsun, yumurta ve peynir olsun, yiyecek besin, et olsun diye üretilmişler ve var olma nedenleri gereği o hapishanelere kapatılmış olan varlıklar. Hapishanelerde onların rahatı için bir önlem alınmıyor. Hayvanlardan beklenen bize birtakım ürünleri vermeleri, ama bir yandan onların da kendi ihtiyaçları var. Hayvanlar hammadde ve bu hammaddelerin de bakıma ihtiyaçları var, mekana ihtiyaçları var. Örneğin; ne kadar az mekanda kıpırdamadan dururlarsa, mekan sahibi için o kadar iyi demek. Çünkü daha az para ödeyecek. Bu yüzden fabrikalarda küçük yerlerde ve çok sıkışık bir şekilde

40 SPOT

yaşıyorlar. Kapatıldıkları yerde küçük mekanlara bağlılar. Veganlara en çok şu soru sorulur, “Bir çiftlik düşünün, hayvanlar özgür, bütün koşullar onlara göre ve rahat rahat koşturuyorlar. Onlardan elde edilen yumurta, süt, peynir ve tereyağını yine de yemez misiniz?” Veganların kimisi bu tip ortamlardan gelen gıdaları tüketiyorlar. Ama oradan gelse de tüketmeyenler var. Ben çiftlik koşulları rahat olsa da hayvansal gıda tüketmiyorum. Ki öyle bir yer var mı, onu da bilmiyorum. Sanırım sadece reklamlarda var. Yani sadece “Ürünler elde edilirken onlara zulüm ediliyor ve ben bunun parçası olmak istemiyorum.” diye değil, onların varlığı benim ihtiyaçlarımı karşılamak için değil diye düşündüğümden vegan besleniyorum. Sütünü çocuğunu beslemek için üretiyor, yumurtası ise zaten onun çocuğu. Ayrıca milyarlarca insan hayvan yemek ve hayvanlardan alınan ürünlerle beslenmek isterken, birkaç hayali ve mutlu çiftlik bu ürünlerin üretilmesine yetmeyecek ve zaten bu durumda her zaman fabrikalar var olacak. Ancak insanlar hayvanların ürettiklerini yemenin, ilahi düzenin bir parçası olduğunu düşünüyorlar? Ben öyle düşünmüyorum. Zamanında köle sahibi insanlar, kölelerin kendileri için yaratıldığını düşünüyorlardı. Bu ideolojik bir yaklaşım. Yapılan pratiği meşrulaştırmak için ideolojik bir yaklaşım. Deniyor ki, doğamız gereği hayvansal ürün yiyeceğiz çünkü bu besinlere ihtiyacımız var. LGBTT bireyleri dışlamak için “insan doğasına aykırı” deniyor, kadın ve erkek arasında ayrı iş bölümün kadının emeğinin değersiz olması “kadının doğasına” indirgeniyor. “Kadınlar dışarıdaki işleri yapamaz, zaten aklı yetmez, doğası gereği kocasına evine ve ailesine hizmet eder”. Türcülük denen kavram cinsiyetçilik, heteroseksizm, milliyetçilik, yaşçılık gibi farklı bir şey değil.

Bunlar varlıkları ikiye bölüp bir grubun diğer gruptan daha üstün olduğunu söyleyen ideolojilerdir. Türcülük bir iktidar ilişkisidir. Kültürümüzün içine o kadar işlemiş ki bunu görmekte zorlanıyoruz. Sokağa çıktığınız an hayvansal gıda satılmayan yer yok. Sürekli burnunuza ceset kokuları geliyor. Dönerler, döndürülmüş tavuklar. Biz onları hayvan olarak değil et olarak algılıyoruz. İnsanların kafalarındaki paradigmayı değiştirmek kolay değil. “Onlar bizim için yaratıldı, bizim için varlar.” denilerek durum meşrulaştırılıyor. İnançlı olmayan insanlar da bu şekilde düşünüyor. Hayvan endüstrisinde dişi üyeler kendi bedenleri üzerinden bir saldırıya uğrarken, erkek üyeler de cinsel anlamda istismar ediliyor. Hayvanların zulme uğramasıyla kadınların ve diğer insanların ezilmesi arasındaki bağlantıyı nasıl bakıyorsun? Vegan olmayan bir feminizm sence eksik kalır mı? Akademisyen Angel Flinnvegan olmayan feminist tam anlamında feminist olmadığını ifade ediyor. Vegan yaşıyor olmanın, kişiyi diğer insanlardan etik anlamda üstün ve değerli bir insan yaptığını düşünmüyorum. Mertebe olarak görmüyorum. “Bir feminist nasıl vegan olmaz?” demiyorum. Türcülüğün, cinsiyetçilikle bağlantısı var. Öyle bağlantılar gördüğüm için de veganım. Çeşit çeşit feminizm var. Kimi feministler için bazı kadınlar diğerlerinden daha eşit. Kadınlar için özgürlük istemediklerinin farkında olmayan kadınlar var. Mesela başörtüsü yasağını destekleyen feministler de var. Bu nedenle feminist olmanın ardından vegan olmayı getirdiğini düşünmüyorum. Ama türcülükle cinsiyetçilik birbiriyle bağlantılı. Kadın, erkeğin malı olmadığı gibi hayvanlar da insanların malı değil.“Bedenim benimdir” diyoruz. Hayvanların bedenleri de kendilerine ait. Aslında bu kadar basit. Sen süt içmek istiyorsun diye onun sütü senin olmuyor. Bu onun bedensel bütünlüğüne dışarıdan müdahale. Hayvanlar


üzerinde iktidar kurmak da eril gücün bir parçası olarak yaşanıyor. PETA’nın cinsiyetçi bir “Vegan Ol” kampanyası vardı. Erkeklerin kadınlara göre daha az vegan olduğunu fark etmişler. Bir video kampanya düzenlemişler. Üstü başı perişan, gözü kaşı yara bere içinde kadınlar “Çok zor durumdayım, çünkü sevgilim/kocam vegan oldu.” diye anlatmaya başlıyorlar. Ama bu

Vegan restoranların açılması da başka bir sektörü üretmiyor mu sence? Herhangi bir endüstri ile ilişki kurmadan herhangi bir şey söyleyebilir misin? Bence bu mümkün değil. Kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Üzerinde oturduğumuz şu koltuk da eşitsizliğe dayalı bir sistemde ortaya çıktı. Bu koltuğun üzerinde oturmak zorundayız. Bunun üretiminde bir işçi iş kazası geçirdi mi, bilmiyoruz. Bu eşitsizliğe dayalı bir sistem. Vegan bir ürün alacağınız zaman farklı olmayabilir. Vegan endüstrisi, Türkiye’de henüz var diyemeyiz ama, olsa da yanlış bir şey değil. Yanlış olan kapitalizm.

Vegan yaşamaya başladığını fark ettiğinde yaşamında neler değişmişti? Yani yaşamına bunu nasıl uyarladın? Öncelikle bana bir yemek sunuluyor ise “Teşekkür ederim, almayayım.” diyorum. “Vegan besleniyorum, onun içinde büyük ihtimal yumurta veya süt vardır, bu yüzden yemiyorum.” diyerek insanlara açılıyorum. İnsanlara vegan olduğunuzu söylediğinizde, sanki kendilerine “Sen kötü birisin.” demişsiniz gibi savunmaya geçiyorlar. Neden yediklerini anlatma ihtiyacı duyuyorlar. Ben, insanlara neden yediklerini sormuyorum veya yedikleri için onlara yargılayıcı yaklaşmıyorum. Bireysel bir seçim olduğunu düşündüğümden değil. Ama birisine “Onu yememelisin.” dememin çözüm olduğunu düşünmüyorum. Milyarlarca insan bu şekilde beslenirken, bir kişiyi karşına alıp yargılamanın kimseye faydası olduğunu düşünmüyorum. Vegan yaşamak isteyen ya da buna karar veren insanlar için internette Türkçe çok fazla bilgi var. Markete ilk gidişimde reyonlara baktım, fark ettim ki bir daha bisküvi yiyemeyeceğim. Alacağım ürünleri kontrol ediyorum, içindekiler arasında

hayvansal ürün var mı, diye. Maalesef paketlerin üzerinde “bu vegan bir besindir” diye bir işaret yok. “Hayvanlar üzerinden test edilmemiştir.” diye ibare yok. İçindekileri tek tek okuyorum. İnsanlara vegan olursan yiyecek pek bir şey kalmıyormuş gibi geliyor, ama öyle değil. Sebzeler, meyveler, bakliyatlar, makarna, pilav vs... Yumurta ve süt pahalı ürünler. O nedenle yumurta veya süt ile yapılan pek çok ürünün yumurtasız ve sütsüzü de yapılıyor. Bunların kullanılmadığı makarnalar var. Ekmek ve simitte zaten yoklar. Ucuz olsun, insanlar rahatlıkla tüketebilsin diye. Vegan olsun diye değil ucuz olsun diye böyleler yani. İstanbul’da zorlanmıyorum ama Karadeniz’de çok zorlandım. İstanbul’da esnaf lokantalarında içinde et suyu, tereyağı olmayan birçok çorba ve sebze yemeği bulabilirsiniz. Karadeniz’de hangi lokantaya giderseniz gidin tereyağsız yemek yok. Menüsünde vegan yemekleri işaretleyen restoranlar var, bütün yiyecekleri vegan olan iki restoran da var İstanbul’da. Dışarıda yemek istediğiniz zaman zor durumda kalmazsınız. Bir yemeği vegan ürün haline getirmek de kolay. Peynir atmayın içine dersiniz, pidedeki tek hayvansal ürün margarin ise, onu sürmemelerini istersiniz. Makarna isterseniz sosunu ona göre seçersiniz. Yani vegan olduğunuzda aç kalmazsınız. Son olarak ne eklemek istersin? Et konusunda birkaç şey söylemek istiyorum. Aslında bu et değil. Bir varlığın vücudu. Biz onu yenilebilir bir şey olarak görmek için et diyoruz. Ceset yediğimizi fark etmek istemiyoruz.

SPOT

41

Söyleşi: Aysun Eyrek

Veganlar, protein ihtiyacını nasıl karşılıyor? Hayvanlardan beslenmezsek protein ihtiyacımızı karşılayamayacağımızı söyleyen bilim insanlarının yanı sıra, bitkilerde bizlere yetecek kadar protein olduğunu söyleyen bilim insanları da var. Önemli olan nokta çeşitli beslenmek, hep aynı şeyi yememek.

zor durumdan zevk aldıklarını belli ederek. Sevgilileri/kocaları vegan olduğu için cinsel güçleri çok artmış, o nedenle vücutları yara bere içerisinde, bunu anlatıyorlar. PETA; etçillik, erillik, vahşilik ve cinsel güç arasındaki bağlantıyı kırmak için kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran, eril gücü üstün tutan bu şekilde bir kampanya yapıyor. Türcülükle, cinsiyetçiliğin bağlantısı burada çok açık görünüyor. Hayvanlar üzerindeki egemenlikte eril bir ispat var.


Kıbrıs’ta neo-liberal politikalar ve emek hareketi süregelen bu fiili ayrılık durumundan dolayı bugün Kıbrıs’taki emek hareketini tartışırken maalesef sadece Kıbrıs’ın kuzeyini yani Kıbrıslı Türk emekçilerin mücadelelerini konuşabileceğiz.

Tarihsel süreç içerisinde birçok ülke ve coğrafya adını yaşadığı problemlerle duyurmuştur. Yanı başımızdaki Filistin bunun en iyi örneklerinden biri. Aynı durum bir ada ülkesi olan Kıbrıs için de geçerli. Yarım asırdan fazladır devam eden ve ‘Kıbrıs Sorunu’ diye ifade edilen problemler yumağı, bir yandan Ada’yı bugün dünyada bilinir kılarken, diğer taraftan da onu birçok ülkeden farklı bir seyir içine de sokmuş bulunmakta. Her ne kadar bugün tartışacağımız konu, bu sorunların hepsinden bahsetmemize müsait olmasa da neo-liberal politikalar ve emek hareketi bağlamında Kıbrıs’ı ve Kıbrıslı Türkleri tartışabilmemiz için tarihsel süreç içinde Kıbrıs’ın içinden geçtiği politik ortamdan kaba bir şekilde de olsa bahsetmemiz gerek. Sömürgelerin hedefindeki ada: Kıbrıs Kıbrıs, günümüzde, adanın güneyinde bulunan doğal gaz rezervleri sayesinde yavaş yavaş değişime başlayan bir durum olsa da bugüne değin stratejik sebeplerle sömürülmüş bir ada. Adayı sömürgeciler ve emperyalist devletlerin hedef tahtasına sokan da özellikle Ortadoğu’ya açılan stratejik konumu. 1950’li yılların sonunda Britanya İmparatorluğu’nun klasik sömürgeciliğinin ve ABD’nin yeni sömürgeciliğinin mücadele alanlarından bir olan Kıbrıs, 1960’ta ABD’nin galip geldiği bu mücadelede

42 SPOT

emperyalizmin (sözde bağımsız) stratejik bir yeni sömürgesi haline geldi. Ancak görünürde iki ortaklı olan bu devlet, dönemin politik atmosferi ve Kıbrıslı Türkler-Kıbrıslı Elenler arasında yaşanan çatışmalar sonucunda emperyalizmin çıkarlarını tehdit eder hale gelince ABD’nin taşeronu Türkiye 1974’te adanın kuzeyine askeri bir müdahale yaptı ve ada bugünkü hali ile ikiye bölündü. Kıbrıs kuzeyine yerleştirilen Kıbrıslı Türkler Türkiye’nin taşeronluğu aracılığıyla ABD emperyalizminin hegemonyasının, Kıbrıs’ın güneyine yerleşen Kıbrıslı Elenler ise Yunanistan’ın taşeronluğu ile AB emperyalizminin hegemonyası altına girdi.1 Sonuç olarak problemli yapısıyla emperyalizmin çıkarlarını tehlikeye sokan Kıbrıs, emperyalizmin iki taşeronunun politikaları aracılığıyla emperyalizmin çıkarlarına göre yeniden konumlandırıldı. 1974 yılından itibaren süregelen görüşmeler de, emperyalizmin fiili olarak garanti altına aldığı çıkarlarını yasal düzlemde de garanti altına almaya yönelik çabalardır. İşte 1974 yılından itibaren 1) Her ne kadar Kıbrıs’ın güneyi AB hegemonyasındır diyorsak da, Makarios döneminden buyana Kıbrıslı Elenlerin o dönem Bağlantısızlar diye adlandırılan ülkelerle ve Sovyetler Birliği üzerinden Ruslarla iyi ilişkileri olduğunu da vurgulamamız gerekiyor. Bu iyi ilişkiler, Makarios’un ideolojik görüşü üzerinden değil tamamı ile dönemin politik atmosferi üzerinden oluşmuş ilişkilerdir ve inişli çıkışlı bir grafik çizse de günümüze kadar sürmüştür.

1974 Sonrası Kıbrıslı Türkler Türkiye Kıbrıs’ın kuzeyini yani %38’lik bir bölümünü eline geçirdiği zaman Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sanayi üretimin %40’lık kadar bir bölümü kuzeyde kalmıştı. Hafif sanayi ve turizme dayalı bu sanayi birikimi uzunca bir süre devlet tarafından işletildi. Tabi bu durumda dünyada o dönem esen sosyal demokrat rüzgarların etkisi büyüktü. Ancak bu durum Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyinde oluşturduğu düzen için tehlike arz etmekteydi. Çünkü belli başlı üretim ortamı içerisinde Türkiye’nin Kıbrıslı Türkler üzerinde oluşturduğu tahakküme dayalı rejim halktan gelebilecek sürekli tepkilerle giderek kırılganlaşabilirdi. İşte bu yüzden Kıbrıslı Türkler üretimden koparılmalıydı ve 1980’lerin başından itibaren (12 Eylül faşist darbesinin de etkisiyle tabi) sistemli bir şekilde üretimden koparma politikaları yürürlüğü kondu. Fabrikaların teker teker kapatıldığı ortamda halk kamuda çalışmaya mahkum edilerek devlet memuru haline getiriliyordu. Dolayısıyla da Kıbrıslı Türk halkı, adına “kktc” denilen ve devlet diye yutturulmaya çalışılan bu traji-komik kuruma dolayısıyla da bu kurumun her yönüyle bağlı olduğu TC devletine bağımlı hale getiriliyordu. Üretimden koparılarak hizmet sektörüne hapsedilen halk giderek asalak bir hal almakta bağımlılık da giderek artmaktaydı. Çünkü neredeyse hiçbir üretimi olmadığı halde Türkiye’den yollanan ve nispi bir refah yaratacak miktarda olan para akışı egemenlere karşı tepkisiz ve asalak bir toplum yaratabilmenin koşullarını hazırlıyordu ve bu da büyük oranda başarıldı. Ancak içinde bulunduğumuz dönemde neoliberal politikaların yaygınlaşması ve üretimden koparılmanın büyük ölçüde başarılmasıyla bu nispi refah ortamı giderek yoksullaşmaya doğru bir seyir izlemektedir. Özal döneminde başlayan ekonomik paketler özellikle 2000’lerden itibaren


olan sendika yönetimlerinin böyle bir gündemi bile yok. Üretimin olmadığı koşullarda küçük ve orta büyüklükteki işletmeler arasında dağılmış olan özel sektör çalışanları, sendikal bir hareketin olmamasından ötürü kamu çalışanlarına ve daha iyi koşullara sahip çalışanlara öfke duyuyor ve sendikalardan adeta nefret eder duruma geliyor. Çünkü özel işletmelerde çalışanlarla hiçbir bağ kuramayan sendikalar kırılma noktalarında, gündemlerini tüm halkın ya da çalışanların gündemi yapamıyor. Örneğin öğretmenler ya da memurlar bir greve çıktığında özelde çalışanların öfkesini topluyor. Bu da tam olarak neo-liberal dönemin özelliklerinden biri olan ve giderek yaygınlaşan “işçi işçinin kurdudur” algısının örneği olarak karşımıza çıkıyor. Sermaye tarafından yaygınlaştırılmak istenen bu algı sermayeye yönelmesi gereken öfkeyi işçiler arasında çok usta bir şekilde eritiyor. Son yıllarda Göç yasası, KTHY ve belediye emekçileri, varoluş mitingleri gibi istisnai direnişler dışında güçlü bir karşı çıkışın olmaması sendikal hareketin krizine işaret ediyor. Zaten bu mücadeleler de önceki dönemin (sosyal devlet döneminin) mücadele anlayışla emek hareketinin ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Örneğin bir yasa geçirileceği ya da bir kurum özelleştirileceği zaman eski çalışanları kapsamaması ya da çalışanların başka bir kuruma aktarılması karşılığında sendikalar hemen “kabul” durumuna geçiliyor. Tüm bu sorunların arasında Türkiye’den gelen ve çalışan nüfus içinde büyük bir orana sahip göçmen işçilere yönelik yer yer ırkçılaşan bakış deseniz ayrı bir problem.2 Birçok solcu çevre Türkiye’den gelen göçmenlere

Neo-liberalizme karşı bir direniş hattı örmek yerine Kıbrıs sorununa endekslenen emek hareketi, Kıbrıs sorununu hallederek TC ile Kıbrıslı Türkler arasındaki asimetrik ilişkiyi ekarte edebileceği ve Kıbrıs Sorunu çözülünce tüm sorunların biteceği yanılgısına düşüyor. neo-liberal politikaların Türkiye’de hız kazanmasıyla Kıbrıs’ın kuzeyinde de yaygınlaştı. Bilhassa Türkiye’deki AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’ye IMFDünya Bankası gibi kurumlar tarafından TC’de uygulanan neo-liberal politikalar Kıbrıslı Türklere de AKP aracılığıyla dayatılmaya başlandı. Kıbrıs Türk Hava Yolları’nın(KTHY) batırılması, sahip olduğumuz tek havalimanı olan Ercan havalimanın özelleştirilmesi ve AKP’ye yakınlığı ile bilinen Taşyapı İnşaat’a peşkeş çekilmesi, hastanelerin piyasalaştırılarak sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi, hastanelerin temizlikgıda gibi birimlerinin özelleştirilerek taşeronlara verilmesi ve özel hastanelerin teşviklerle yaygınlaştırılması, elektriktelefon gibi dairelerin özelleştirilmek istenmesi, devlete ait Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) yavaş yavaş dağıtılmaya başlanması, okullarda karne, kağıt gibi gerekçelerle öğrencilerden para alınması, özel okulların yoğun bir şekilde teşvik edilmesi, yine devlete ait olan Doğu Akdeniz Koleji ve İlkokulu’nun Türkiye’deki Doğa Koleji’ne verilmesi, serbest bölgeler yaratılarak ekonomide kuralsızlaştırmanın artması, yol yapımı gibi hizmetlerin taşeronlaştırılması, sosyal güvenlik yasası gibi yasalarla emeklilik yaşının yükseltilmesi, kadınların hamilelik gibi durumlardan dolayı kazandıkları yıpranma payı gibi hakların kaldırılması, göç yasası ile beraber kamu çalışanlarının maaşlarının düşürülmesi, işçilerin kıdem tazminatının kaldırılması vb. uygulamalar neo-liberal saldırı dalgasının sonuçlarından sadece bazıları. Kıbrıslı Türk emek hareketinin durumu Daha önce bahsettiğimiz gibi Kıbrıs’ın kuzeyinde işletmeler çoğunlukla devlet tarafından yönetiliyordu. Diğer yandan halk çoğunlukla da kamu sektöründe memur olarak çalışıyor. Bu kurumlar parça parça tavsiye edilirken burada örgütlü birçok sendika da bu üretim koparılma politikalarını kavrayamamış ve büyük oranda güç kaybederek bugüne gelmiştir. Kamu çalışanları sendikaları arasında ise örgütlülük hala güçlü. Ancak ekonomist ve bürokratik bir sendikal anlayış üzerine kurulu bu sendikacılık neo-liberal dönemin koşullarında emek hareketinin ihtiyaçlarına cevap verememekte ve giderek güç kaybetmektedir. Hükümetin sendikalaşmayı engellemek için farklı istihdam modelleri yaratarak güvencesiz ve örgütsüz çalışanlar yaratması karşısında sendikalar adeta hiçbir şey yapmıyor. Öte yandan özel sektör çalışanlarında ise örgütlülük sıfır derecesine yakın. Zaten bürokratik ve masa başı çalışmaya alışmış

2) Bir “kurtarıcı” görüntüsü altında Kıbrıslı Tür-

kleri, emperyalizmin ve kendisinin ada üzerindeki mevcut çıkarları ve beklentileri için bir araç ve koz olarak kullanan Türkiye devleti, bu çıkarlara karşı herhangi bir karşı duruşu engellemek için Kıbrıslı Türkleri asimile etmeye ve üretmeden yaşayan asalak bir kültür içine hapsetmeye çalışmaktadır. Bu asimilasyon politikalarının bir parçası olarak da 1974’ten sonra sistematik bir şekilde Türkiye’den Kıbrıs’a çok geniş bir nüfus taşımış ve taşımaya da devam etmektedir. İşte Kıbrıs’ta göçmen tartışmalarını farklı kılan bu durumdur. Çünkü TC’nin, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden farklı farklı zamanlarda Kıbrıs’a getirdiği/yönlendirdiği bu göçmen kesimler belli başlı imtiyazlı bir kesim haricinde en zor şartlar altında yaşamaktadır. Adanın kuzey yarısındaki emekçi nüfusun belki de yarısından çoğunu bu kesim oluşturmaktadır. Bu, normal şartlardaki işgal eden ülkenin insanları ve işgal edilen ülkenin insanları durumunun tam tersi bir durumdur. Bu şunu göstermektedir ki; Kıbrıs’ta ne basit bir göç durumu ama ne de basit bir imtiyaz sahibi sömürgeci nüfus durumu vardır. Kısacası Kıbrıs’a gelen TC’li göçmen kesimlerin durumu bu kısa dipnota sığdırılamayacak kadar uzun ve komplike bir mesele.

bir gün muhakkak Türkiye’ye geri dönmesi gereken insanlar muamelesi yapmakta hatta yer yer Türkiye Devleti’ne gösteremediği tepkisini Türkiye’den gelen insanlardan çıkarmakta ve bu şekilde doğru bir politik hat izlediğini iddia etmektedir. Gözden kaçırılan nokta, bu anlayışın yanlışlığından ötürü sola ve emek hareketine bir şey kazandırmaması bir yana, göçmenlerin ister istemez sağ çevrelere kaymasına sebep olduğu ve sonuç olarak sağ çevrelere kazanç sağladığıdır. Tüm bu yaşananlar emek hareketinde mücadele anlayışı anlamında bir yenilenmenin şart olduğunun bariz göstergeleridir. Öte yandan Kıbrıslı Türk emek hareketin içine düştüğü yanlışlardan biri de dayatılan neo-liberal politikalara bakıştır. Kıbrıslı Türklerin TC Devleti’nin tahakkümü altında olması ve uygulanan politikaların TC tarafından dayatılması bu politikaların Kıbrıs’a özgü olduğu yanılgısını yaratıyor. Dolayısıyla neoliberalizme karşı bir direniş hattı örmek yerine Kıbrıs sorununa endekslenen emek hareketi Kıbrıs sorununu hallederek TC-Kıbrıslı Türkler arasındaki asimetrik ilişkiyi ekarte edebileceği ve Kıbrıs Sorunu çözülünce tüm sorunların biteceği yanılgısına düşüyor. Ancak kaçırılan nokta Kıbrıs’ta emperyal merkezlerin çıkarlarına göre kurgulanmış bir “barışın” emek hareketine çözüm getireceği ve iki halkın emekçilerini yakınlaştıracağı değil iki halkın emekçilerinin emek hareketini yükseltmesinin barışı yakınlaştıracağıdır. İşte tüm bu karamsar ortama rağmen mücadele sürmektedir. Yapılması gereken mücadelemizi yeni koşullara göre sürdürmektir. Nasıl ki egemenler yeni koşullara göre yeni saldırı mekanizmaları geliştiriyorsa ezilenler de yeni direniş araçları geliştirmek zorundadır. Bu yenilenme ihtiyacından Kıbrıslı Türkler de azade değil. Yaşadığımız neo-liberal döneme göre bir mücadele anlayışı bilhassa emeğin mücadelesinin farklı farklı nedenlerle doğru hedeflere doğru yönelemediği Kıbrıs’ta daha da elzem. Maalesef bu mücadelenin hazır reçetesi yok. Ancak dünyanın her yerindeki direnişler emek hareketine doğru araçları yaratma konusunda yardımcı olmaya devam ediyor. Kıbrıslı Türk emekçiler de kendi koşulları içinde yeni bir mücadele anlayışıyla saldırılara cevap vermek zorunda ve hiç kuşku yok ki ada halklarının geleceği de bu yeni mücadelelere bağlı. Ya iki halkın içinde yükselecek devrimci dinamikler toplumsal muhalefeti genişleterek halkların kardeşliği, adanın birleşmesi ve bağımsızlığı için bir yol açacak ya da Kıbrıs halkları emperyalizmin ve taşeronlarının yarattığı kısır döngü içinde geleceğinin belirlenmesini seyretmeye devam edecektir. Ali Şahin (Baraka Aktivisti)

SPOT

43


Taner Öngür’ün kaleminden:

“Hepimiz güneşin uzantısıyız…” Enerji: Enerji konusu bugün dünyamızın ve geleceğimizin kilit konusu... Demokrasi özgürlükler, insan hakları, hakça paylaşım gibi konular aslında enerji politikalarıyla gittikçe daha sıkı ilişkiler kuran konular. Dikkat ederseniz, Ortadoğu’da yaşananlar büyük ölçüde petrolle ilgili. Peki Kafkaslar, Rusya, Çin, ABD ilişkileri? Aslında hepiniz biliyor ve görüyorsunuz, devletleri ve yönetimleri. Dev şirketler ve uluslararası finans tamamen gizli enerji savaşlarına girmiş durumda... Peki enerjiyi kim üretir, kim satar, kim satın alır, kim kullanır? Bu sorulara cevap vermem gereksiz, tabii ki biliyorsunuz, çünkü siz de satın alıp kullananlardan birisiniz. Elektrik, doğalgaz, benzin, mazot, uçak bileti, otobüs bileti vs. hepsi enerjiyi satın alıp kullanmanın çeşitli yolları... Bu satın alan, kullanan milyonların tarafı, bir de üretip satanları düşünün; dünyanın başına bela olmuş, bazen darbe yapılmasına bile ön ayak olan, hükümetleri satın alan, kendi çıkarları uğruna entrikalar çeviren dev şirketler ve yerli işbirlikçileri. Peki biz kullandığımız enerjiyi bunlardan almak zorunda mıyız? Kendimiz enerji üretemez miyiz? Artık bu mümkün. Bırakın bu dev şirketleri, şebekeden bağımsız, enerji üretmek ve kullanmak mümkün (Yeryüzünde bulunan tüm kömür, petrol ve doğalgaz enerjisi sadece 20 günde yeryüzüne düşen güneş enerjisine eşittir!). Bağımsız ve

44 SPOT

bireysel olarak, 500 KW’lık güce kadar, lisans alma zorunluluğu olmadan, enerji üretmek çok basit. Bunun en iyi bilinen ve yaygınlaşıp, ucuzlayan yöntemi güneş enerjisi kullanımı... Tabii bireysel enerji üretmeden önce, alışkanlıklarımızı bir gözden geçirmemiz gerekiyor: 1. Enerjiyi nerede kullanıyoruz? 2. Enerjiyi ne kadar kullanıyoruz? 3. Enerjiyi daha verimli kullanabilir miyiz? gibi soruları sorup bir plan yapmamız gerekiyor. Aslında yapacağımız bu plan, bizim enerji tüketimiyle olan ilişkimizi de sorgulamamızı sağlayacaktır. 2013 yılına kadar gelmiş, bilinçli bir dünya vatandaşının yapması gereken bir şeydir, yaşadığımız gezegenle olan ilişkimizi de ortaya koyacaktır. Artık sorumsuz yönetimler ve sorumsuz vatandaşlar yerine, yaşadığı çevreye karşı sorumluluklarının bilincinde bir yaşam biçimi bizi bekliyor... Bu öyle sıkıcı ve baskıcı bir sorumluluk duygusu değildir. Eğlenceli, mizahi, zekice ve sevecen bir duygudur. Yaratıcılığınızı harekete geçirir, birçok konuda çözümler bulduğunuzu fark edersiniz. Aynı zamanda bulduğunuz çözümlerin başkalarını kazıklamak, başkalarının sırtından para kazanmak için olmadığını, maddi bir şeyler elde etmenin gereksiz olduğunu ve bunları paylaşmanın hepimize kazandırdığını da somut olarak

göreceksiniz. Yani yaşadığımız bütün bu karmaşadan sonra, başka bir dünya ve başka bir yaşam mümkün. Önce kullandığımız enerjide bağımsızlaşıp, köhnemiş enerji oligarşisinden kurtulmamız gerekiyor. Güneş: Güneşli bir havada, 15 dakika içinde, gezegenimize düşen güneş enerjisi, dünyanın 1 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabilecek kapasitededir. Böyle bir bilgiden sonra, dünyanın bugünkü durumuna bakınca, birçok şeyin özellikle enerji konusunda yanlış geliştirilmiş olduğu ve yanlış gitmekte olduğu düşünülebilir... Konumuz “Fotovoltaik Enerji” yani güneş enerjisinden elektrik üretmek... Fotovoltaik etkiyi ilk keşfeden 1839 yılında, 19 yaşındaki Fransız fizikçi Edmund Bacquerel’dir. Fotovoltaiklerin asıl keşfi, 1950’lerin başında Bell laboratuvarlarında taransistör teknolojisinin yan ürünü olarak başladı. 1954’ün Nisan ayında bir gazeteci şöyle yazıyordu: Birbirine elektriksel olarak bağlı Bell güneş hücreleri metrekare başına 42 Watt güç üretti, oysa RCA şirketinin bulduğu atom pili ancak 1 watt’ın milyonda biri kadar enerji sağladı. New York Times ise, “İnsanoğlunun en çok istediği hayallerden biri gerçekleşti. Güneşin sonsuz enerjisini uygarlık için kullanmaya başladık.” dedi. Bence kullanamadık, o yıllardan bu yana kömür santralleri, nükleer enerji, petrol gibi dünyamızı mahveden araçlarla


oyalandık ve düzeltilmesi çok zor olan tahribatlar yarattık. Son senelerde, küresel iklim değişikliği felaketinin ana nedenlerinden birinin enerji elde edebilmek için kullandığımız yöntemler olduğu iyice fark edildi. Güneş ve rüzgar enerjisi yeniden gündeme geldi, fakat dev boyutlara ulaşmış kömür, nükleer ve petrol şirketleri yenilenebilir enerji yöntemlerini hala ısrarla engellemeye çalışıyorlar. Yönetimleri, medyayı ve politikacıları manipüle edebilmek için hiçbir masraftan kaçınmıyorlar. Artık bu bir politik mücadeleye dönüştü. Bir tarafta dev şirketler, onların etkilediği yönetimler, medya; bir tarafta çevreciler, gezegenin ve çocuklarının geleceğini düşünen insanlar. Ama gerçekler ortaya çıktıkça her şey daha da netleşiyor, dönüşümler yaşanıyor. Gidişatın yenilenebilir enerji yönünde olduğunu fark eden akıllı sermaye yenilenebilir enerjiye yatırım yapmaya başladı. Halkının ve gezegeninin geleceğini düşünen yönetimler az da olsa bu konulara eğilmeye başladılar... Avrupa Birliği tarafından da olumlanıyor olmasının yanı sıra, ABD ve hatta Çin’de bile güneş enerjisi ile ilgili yönetmelikler çıkıyor ve güneş enerjisi üretimi destekleniyor. Avrupa Birliği standartlarına uyum sağlamaya çalışan Türkiye’de ise, 500 KW’a kadar bireysel enerji üretebilme kanunu kabul edildi fakat yönetmelik sanırım hala yayımlanmadı. İşte bu bireysel enerji üretebilme hakkı beni çok heyecanlandırıyor. Düşünün bu kanun, bu hak gerçekten işlediğinde ve yaygınlaştığında, dev enerji şirketlerinin, yönetimlerin enerji manipülasyonlarına bireysel olarak karşı durabileceğiz. Enerji konusunun aslında savaşlara neden olduğunu, dış politika oyunlarında hegemonya unsuru olduğunu hepimiz gayet iyi biliyoruz, hatta yaşıyoruz... İşte bunlara toplumlar olarak karşı durma olanağımız olacak. Tüm bu nedenlerden ötürü, 2008

Kasım ayından itibaren bir müzisyen olarak ben ne yapabilirim diye düşünmeye başlamıştım. Örneğin; “Kullandığım gitar amplifikatörünü güneş enerjisi ile çalıştırabilir miyim acaba?” derken internetten, 2009 Şubat ayında “2. Güneş Enerjisi Teknolojileri Fuarı” yapılacağını öğrendim. Fuar yöneticilerini arayıp, fuar sırasında güneş temalı şarkılardan oluşan bir repertuvarla, güneş enerjisiyle çalışan bir ses sistemiyle gönüllü olarak konser vermeyi önerdim. Çok ilginç buldular, araştırdılar ve bunun mümkün olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden şairlerin güneş temalı şiirlerinden bir seçme yaparak bu şiirleri besteledim ve “Güneş Şarkıları” ismi altında bir repertuvar oluşturdum. Sonra bu şarkıları Moğollar dışında faaliyette bulunduğum “Serap Yağız & Suların Uğultusu” isimli grubumla hazırladık ve fuarın açılış töreninin ardından tamamen güneş enerjisi ile çalışan 2000 Watt’lık bir ses sistemi ile icra ettik. Şubat ayından sonra da bu şarkıların stüdyo çalışmalarını gerçekleştirerek “Güneş Şarkıları” albümünü piyasaya çıkarttık. Bu aktivitedeki tüm amaç “Başka bir enerji mümkün!” sloganına bir müzisyen olarak uygun davranmaktı. Buradan yola çıkarak düşündüğümde; kültür, sanat ve eğlence dünyasının yoğun bir şekilde elektrik enerjisi tükettiğini görüyorum. TV stüdyoları, film platoları, tiyatro, konser sahneleri, festivaller... Acaba benim eylemim bir örnek olabilir mi? Bu konuyu duyanların, ilgilenenlerin konu üzerine düşündüğünü görüyorum ve biliyorum. Tabii ki güneş enerjisi sadece bir konserin ses sistemini beslemeye yaramıyor, elektrik enerjisi nerelerde kullanılıyorsa tüm bu alanlarda kullanılabilir. Sadece biraz merak, ilgi ve bilgilenme süreci gerekli. Teknolojisi hızla gelişiyor, maliyeti ucuzluyor, hatta küresel ekonomik kriz sırasında büyüyebilen birkaç sektörden biri… Yani hangi yönünden bakarsanız

bakın hayırlı bir konu. Bu zamanda karanlık bir yönü olmayan çok az konudan bir tanesi. Ülkemizde, şehirlerimize yüksek bir yerden baktığımızda ilk dikkatimizi çeken şeyler binaların çatılarındaki uydu antenleridir. Neredeyse toplumsal bir çılgınlık gibi. Ben de diyorum ki; bu uydu antenlerini binaların çatılarına koyanlar, bu çatılara güneş panellerini de rahatlıkla yerleştirebilirler. Elektrik faturalarını gördükleri zaman sonuçtan memnun olacaklarını rahatlıkla garanti edebilirim. Bir de çift taraflı elektrik sayaçları var. Yani şöyle, diyelim ki bütçenizin imkanı dahilinde evinize veya işyerinize bir güneş enerjisi sistemi kurdunuz, elektrik sayacınızı değiştirip çift taraflı sayaç da taktırdınız. Yerleştirdiğiniz güneş enerjisi sistemi (bütçeniz dahilinde!) tüm enerji ihtiyacınızı karşılamıyor. Tamam fakat, siz evde yokken, gündüz vakitleri vs. bu sistem sürekli çalışıyor ve enerji üretiyor. İşte bu üretilen ve sizin kullanmadığınız enerji çift taraflı sayacın kontrolünde şebeke enerjisine dahil oluyor ve siz bir şekilde üretilen enerjiyi bağlı olduğunuz şebekeye satmış oluyorsunuz. Yani kullandığınız şebeke enerjisine ödeyeceğiniz ücret düşüyor ya da fazlasını bağlı olduğunuz şebekeden tahsil ediyorsunuz, belki de para kazanıyorsunuz... Kısacası güneş öyle hayırlı bir varlık ki bize her şekilde yardımcı oluyor. Çocuklar ilk resim çizmeye başladıklarında güler yüzlü güneş çizmezler mi? Binlerce yıldır üstümüzde bize gülüyor ve sanırım şöyle düşünüyor, “Ben bu insanlara umut, güler yüz ve enerji veriyorum. Onlarsa yerin yüzlerce metre altından kötü kokan, vıcık vıcık, kara bir sıvıyı çıkartmak için savaşlar çıkartıyorlar, çocukları öldürüyorlar. Ne kadar akılsız bunlar.” Hepimiz güneşin uzantısıyız, asalak pozisyonundan kurtulmak ve evrenimizin muhteşem uyumuna katılmak için daha ne bekliyoruz?

SPOT

45


Yönetmen Ersin Kana ve yapımcı Hakan Alak ile ‘Hile Yolu’ üzerine:

Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından 6 yıl geçmesine rağmen cinayetin aydınlanmasına dair en ufak bir sonuç elde edilemedi. Cinayet sonrası olayın üzerinin kapatılması için çok uğraşıldığına tanık olduk. Cinayet günü olay yerinin etrafında çekim yapan güvenlik kamerası görüntülerinin ‘kaybedilmesi’ de bu çabanın bir parçası olsa gerek. Kaybolan o görüntülerin peşinden gidersek, hangi sonuçları alırız sorusuna cevap arayan Hile Yolu filminin yapımcısı Hakan Alak ve yönetmen Ersin Kana ile için bir araya geldik.

‘Kaybedilen’ görüntülerin ve hayatların hikayesi

Hile Yolu, Hrant Dink cinayetine dair bir film olarak bilinse de siz hep daha ötesini anlatan bir hikaye anlattığınızı belirttiniz. Ersin Kana: Evet, çünkü bizim hikayemiz Hrant Dink’in de dahil olduğu bir dizi cinayeti işleyen suç örgütünü anlatıyor. Ama filmin çıkış noktası Hrant Dink cinayetinde bir yerlerde silinip yokedilen iki saatlik görüntü. Biz şu soruyla çalışmaya başladık: O görüntüde ne vardı? Ve bütün iskeleti bu sorunun üzerine kurduk. Ama cinayetle ilgili bir noktayı da işaret ediyorsunuz... Ersin Kana: Çünkü her filmin bir sözü olmalı. İşaret ettiğimiz nokta bugüne kadar söylenmemiş bir şey değil. Biz bu cinayetler nasıl örgütleniyor diye kafa yormayı tercih ettik. Ve bir filmin içinde sadece bir noktayı anlatırsak film yapmış oluruz. Her şeyi anlatmaya çalışmak, politik olarak doğru olabilirdi ama kötü bir film olurdu. Bence biz iyi bir film yaptık. Seyircinin takdiri tabi ki başka bir şey. O da vizyonda belli olacak. Peki böylesine bilinen bir olayla ilgili film yapmak için altı yıl erken bir zaman değil mi? Hakan Alak: Düzeltiyorum, senaryo bittiğinde aradan dört yıl geçmişti. Sorun alışkanlıklarda. Biz hep böyle şeyleri, 20-30 yıl sonra film olarak izlemeye alıştırıldık. Halbuki sineması güçlü ülkelerde bu kadar beklenmez. Sözünü söyleyen filmler yapılır. Ardından başka başka filmler de yapılır. Bence Hrant Dink ile ilgili daha birçok film yapılacaktır, yapılmalıdır. Aslında anlatılacak yüzlerce, binlerce hikaye var. Sizi ve Pancard Filmi Çarşı Belgeseli Asi Ruh’tan tanıyoruz. Şimdi ikinci kez Hile Yolu ile Pancard ve Ersin Kana’nın yolları kesişiyor diyebilir miyiz? Hakan Alak: Diyemeyiz. Çünkü biz altı yıldır birçok kez birlikte çalıştık. Ömrümüz yeterse çalışmaya da devam edece-

46 SPOT

ğiz. Birlikte kafa yormayı seviyoruz. Bu sürdükçe farklı konularda farklı filmler yapacağız. Filme dönersek, Hile Yolu, Antalya Film Festivali’nde yarıştı. Yapılan yorumlarda çok beğenenler ve eleştirenler diye iki ayrı uç oluştu. Neden? Hakan Alak: Antalya, bizim bir anlamda görücüye çıktığımız yerdi, önemliydi. Her eleştiriyi dinledik, okuduk. Ama ordan döndükten altı ay sonra filmimiz gösterime giriyor ve tek bir karesine dokunmadık. İyi bir film bazen ayrıştırandır. Kimse aynı düşünmez, düşünmesin de.

Katillere şefkat duyan bir film olduğu söylendi. Ersin Kana: Bu çok sığ bir yorum. Hile Yolu’na benzer filmler dünyada da yapılıyor. Ve aynı kesimler, karakterlerin derinlikli işlendiği bu filmleri övgüye boğuyor. Ama konu buraya geldiğinde birden başka fikirlerimiz, önyargılarımız devreye giriyor. Uzaktakinin meselesinde soğukkanlıysak burda da olmalıyız. Hakan Alak: Biz bu adamlara acıyoruz ama üzülmüyoruz. Bu ikisi farklı şeylerdir. Acınacak halde olmak tiksindirici bir hal


Yani filmimizi izlemek için politik meselelerle ilgili olmaya gerek yok, gerilim tonlarında suç filmi seven herkes bu filmde bir şeyler bulacaktır. Ersin Kana: Hile Yolu politik bir film değil, bir suç filmidir. Yani filmimizi izlemek için politik meselelerle ilgili olmaya gerek yok, gerilim tonlarında suç filmi seven herkes bu filmde bir şeyler bulacaktır.

de taşır içinde. Ama evet, anti kahraman anlatıyorsanız, onu anlayacaksınız. Ama anlamak anlayışlı olmak demek değildir. Korhan karakteri üzerine kafa yorulması gereken bir karakter. Ve tüm karakterlerin buluştuğu o suç örgütü. Onu çözdüğümüzde bu ülke “daha yaşanılası bir ülke” olur. Öfke meselesi aklın önüne geçiyorsa orda bir sorun vardır. Bizim filmimizdeki karakterlere öfkelenmelisiniz ama anlamadan duyulan öfke mantıksızdır. Gariptir bu tip eleştiriler daha entelektüel kesimden geliyor. Muhtemelen bu hikayeyi anlatan bizden daha “akıllı” oldukları içindir. Ersin Kana: Daha iyisini yapmaları, yazmaları için kameralar, oyuncular ve film çekme imkanları var. Biz bu hikayeleri tekelimize almadık. Herkesin anlatacağı hikayeyi iştahla bekleyecek kadar da sinefiliz.

Hakan Alak: Biz bu adamlara acıyoruz ama üzülmüyoruz. Bu ikisi farklı şeylerdir. Acınacak halde olmak tiksindirici bir hal de taşır içinde. Ama evet anti kahraman

Hikayenin kötü karakteri Paşa. Haliyle bir Ergenekon göndermesi var. Ersin Kana: Ergenekon kim, ne? İsmini bile kimin koyduğunu bilmediğimiz bir örgüt. Şu anda yargılananlar Ergenekon’sa, Susurluk’takiler kimdi, neydi? Derin devlet, Ergenekon gibi tabirler bana çok plastik geliyor. Bunun evrensel bir adı var, kontrgerilla. Bülent Ecevit bile bunu böyle tanımlamış, yeni tabirler bulmaya gerek var mı? Bu cinayetleri de işleyen böyle bir yapı. Nasıl şekillendiği, bunun nasıl tasviye edileceği bizim sorunumuz değil, filmimizin de konusu değil. Hakan Alak: Ama tam da burda hikayeyi neden iki yıl sonra anlattığımız önemli bence. Ersin Kana: Evet evet... Çünkü 2009 yılının Şubat-Nisan arasında olan bitenlere bakınca bir şeylerin yeniden şekillendiğini göremesek de hissedebiliriz. Birçok siyasi intihar, kaza vs haberini hep bu dönemde duyduk. İşte o yüzden o kayıp görüntüler bize birçok filmsel durumu hazırladı. Sanat için hayatı yeniden yorumlama aracı dersek, biz de o görüntüleri yeniden yarattık. Ogün Samast cinayeti işlemeye giderken yanında kim vardı sorusunu cevaplamaya yönelik bir şeydi bu. Hakan Alak: Bu da filmin, yönetmenin iddiası olmaktan öte kaytlara geçmiş bir görgü tanığı ifadesi aslında. Cinayetten önce katili yanında iki kişiyle gören biri var. Bu da o görüntülerin niye silindiğine dair bir kuşku yaratıyor. Ersin Kana: Ancak bu kadar konuştuktan sonra bile ben ısrarla diyorum ki: Hile Yolu politik bir film değil, bir suç filmidir.

Antalya’daki gösterim sonrası filmin Fenerbahçe’ye ithamda bulunduğuna dair bir takım polemikler çıktı. Ersin Kana: Fazlaca alıngan ve abartılı bir konu olmuş o. Ben Antalya’da değildim, duyduğumda şaşırdım. Orada polemiği yapılacak şey bir kulüp değil, futbolun dönüştüğü şeydir. 1.5 yıla yakın Asi Ruh belgeselini çekmiş, tribünlerin havasını solumuş, birçok kişi gibi futbolu takip eden biri olarak, sevdiğimiz bir oyunun arkasında neler döndüğünü de görmeyecek değilim. Bence çok yumuşak bir replikti o. Değil mi yani, protokol tribünlerinin hali tam da bizim filmdeki Paşa’mız gibilerle dolup taşmıyor mu? Hakan Alak: İşin daha enteresan kısmı, sosyal medyada filmi insanların önüne bu meseleyle atan kişi Antalya’da bile değildi. Kötü huylu bir haberci refleksi diyebilirim.

SPOT

47

Söyleşi: Özenç Kurt

Hakan Alak: Katillere şefkat duysaydık, onları o sarmaldan çıkarırdık. Biz bambaşka bir son hazırlıyoruz. Antalya’da finali olan tek filmdiniz diye bir tepki aldık. Bence sinema yazarları bunlara daha çok kafa yormalı. Türkiye sinemasında kim, nereye gidiyor sorusunu açmalılar. Birçok iyi film neden salon bulamıyor, biz neden istediğimizden daha çok salonda yer alamıyoruz. Neden seyircilerle buluşmamız engellenmeye çalışılıyor, bunlar sadece sektörün tartışacağı sorunlar olmasa gerek. Yoksa katillere şefkatli bir filmse ona göre seyirci de karşılığını bulur ya da yarın bir başka film bizi ezer geçer, unutturur. Asıl mesele bu değil. Biz hep dedik, ölenlerin tarafındayız. Ama bunu alışıldığın aksine katillerin hikayesi üzerinden anlatıyoruz.

anlatıyorsanız, onu anlayacaksınız. Ama anlamak anlayışlı olmak demek değildir.

Hile Yolu, Antalya Film Festivali’nde yarıştı. Genelde olumlu eleştiriler almasına karşın ödülsüz döndü? Antalya’da neler oldu? Hakan Alak: Aslında hiçbir şey olmadı. Festivaller böyle bir şeydir, jüri subjektif bir kuruldur. Hele bu yılki jüri için bizim filmimiz fazlaca sert şeyler söylüyordu. Ancak festivalden ödülsüz dönmek bizi hiç bozmadı. Söylenecek çok şey olabilir ama üzerinden çok zaman geçti ve pek gereği de kalmadı zaten. Sadece şunu söyleyebilirim, Antalya’dan bizim gibi ödülsüz dönen Evdeki Yabancılar filmi, Ankara Film Festivali’nden üç ödülle döndü. Yani bir yerde takdir görmemek demek takdir edilecek bir iş yapmayacağınız anlamına gelmez. Ödül töreni öncesi, birkaç dalda favori gösteriliyorduk. Bunlar iyi ve yeterli şeyler. Ama Ersin’le de konuştuk ve filmi Türkiye’de festival ortamına sokmamaya karar verdik. Halimiz ne olacaksa vizyonda olsun istedik. Bir film izlenmeli, çok izlenmeli, iyi ve emek verilmiş filmler de izlenmek ister. Bunun için film yapıyoruz. Seyircide karşılığını nasıl bulacağı önemliydi bizim için.


İmre Azem’in “Ekümenopolis” filmi üzerine

İstanbul: Ucu nerede bu şehrin?

48 SPOT

buna yeterince cevap veriliyor zaten. Günümüz İstanbul’unu ve İstanbul planlarını yapan eller ve zihinlerin çok yanlış olduğu fikrine katılıyorum. Mantıken, İstanbul’a yapılacak üçüncü köprü ve çeşitli başka karayolları, yeditepeli şehir İstanbul’un ekolojik özelliklerini yok etmekten başka bir şeye yaramayacak. Çok basit bir örnek ve mantıkla bu tezi çürütebiliriz: Mevcut İstanbul’da, trafik kaygısından araç sahibi olmayan ve zor şartlar altında toplu taşımayla işini gören bir insan, varsayım olarak üçüncü köprü yapıldığında, trafikteki oluşan boşluktan yararlanıp, daha rahat seyahat için araç sahibi olacaktır. Çünkü araç sayısı da, yol imkanıyla birlikte doğru orantıda artacaktır. Birçok araştırmacı, şehir plancısı, uzman ve yazarların düşünceleri, belgesel süresince sık sık karşımıza çıkıyor ve istatistiksel verilerden yararlanarak bilinçlendirme ve çözüm önerileri ortaya atılıyor. Geliştiğini düşünen bir şehrin, örneğin Londra ve Tokyo yahut Berlin’in metro hatlarına bakıp, geliştiğini varsayan ve birçok şehirle kıyaslanan İstanbul’un metro hatlarına bakıldığında aradaki fark komik bir şekilde yüzümüze çarpıyor. Belgeselin anlatmak istediği fikirlerden biri de bu aslında. Neoliberal bir politikayla küreselleşmeye kurban giden bir şehrin, aslında hâlâ çözülmeyen birçok probleminin olduğu gerçeği. Bu denli göç alan bir şehrin, üzerinde yaşayan insanlarına verilmeyen değer bunlardan biri mesela. Ayazma’da, Ağaoğlu’nun Olimpiyat Stadı’nın hemen yanına kurduğu havuzlu, golf sahalı, balkonlarında ağaçlar olan konutların “kentsel dönüşüm” adı altında pek gündeme getirilmeyen mağdur ailelerinin olduğunu öğreniyoruz. Bir şekilde, yıllar önce toprak arazisi olarak devletin çok da önem vermeyip, göç eden halkını bir tür sürgün edercesine önce şehir

dışına kovması, ardından yıllar sonra ucu olmayan bir rant şehrine dönüştüğünde, o halkı oradan uzaklaştırmaya çalışmasını izliyoruz. Ali Ağaoğlu ve onun gibi müteahhitlerin, İstanbul’dan yedikleri rantları televizyonda ve medyada bir tür şirinlik abidesiymiş gibi “Yaptım, olacak!” şeklinde lanse etmeye çalışmasını hepimiz biliyoruz. Tarlabaşı da İstanbul’un bir başka gerçeği ve tabi ki belgeselde, Tarlabaşı’nda olan yıkımların orada yaşayan insanları nasıl etkilediği ve nasıl kandırdıkları da açık bir kanıtı. Orada yaşayan, hatta tapusuna dâhi sahip oldukları evleri ellerinden alıp sonra kurayla ve 15 bin lira peşinatla ev sahibi yapacağı kandırmacası, devletin aslında tam olarak, kendisine ait vatandaşlarına ne denli sahip çıktığını kanıtlıyor. Ağaoğlu’nun “Herkese eşitlik; sosyal devlet yan gelip yatmak değildir, nasıl otobüse binerken bile para ödeniyorsa, bedavaya ev olmaz.” sözü bile aslında nasıl bir fikirde olduğunu tamamiyle ortaya koyuyor. İşin kötüsü, Ağaoğlu ile günümüz devlet politikasının fikri, bire bir aynı. Buraya kadar yazdıklarım bir tür neoliberal devlet politikaları ve beton yığınlarının yapımcı ve satıcısı isimlerdi. Ancak, İstanbul’un ekolojik, ekonomik ve nüfus eşiklerini aşmadaki büyük kaynaklardan biri de üzerinde yaşayan insanlar olarak biziz. Bu denli bir özel araç sevdası, iş olanağıyla İstanbul’u bir iş sahası görmek bunlardan birkaçı. Belgesel, bir felaket habercisi gibi görünse de aslında bazı şeyleri tüm çıplaklığıyla görmek bu hatadan bir pay çıkarmak ve gelecek için önemli. Yönetmeni İmre Azem olan bu eşsiz belgeselin tek bir amacı var: Umarız ki değişime seyirci kalmayacak, onu sorgulayacaksınız. Sonuçta demokrasi bunu gerektirir.

Recep Çimen

Yapım yılı olarak, 2011 olmasına rağmen anlattığı sorun günümüz ve geleceğin büyük bir problemi olduğundan, bu belgesel film üzerinden bir şeyler yazmanın bir geç kalmışlık hissi yaratmayacağını düşünüyorum. Ucu olmayan bir şehir İstanbul’un yaşadığı niteliksel bir büyüme ve önlenemeyen bir niceliksel küçülme problemini, neoliberal bir siyasetin “metropol” adı verdiği bir tür betonlaşmış ve yeşilden uzaklaştırılmaya çalışılan bir politika olan “kentsel dönüşüm”ün özüne inilerek ve bunu yaparken de, mağdurları ve mağdurlarının direnişiyle; aynı zamanda bu konu hakkında derinliğe sahip olan araştırmacılar, uzman yorumlarıyla; istatistiksel bilgileri zaman zaman hareketli illüstrasyonlarla bu sorunu tüm çıplaklığıyla izleyiciye aktarmaya çalışan bir belgesel var: Ekümenopolis. “Ekümenopolis, 1967 yılında Yunanlı bir şehir plancısı Consantinos Doxiadis tarafından ortaya atılan, günümüzün kentleşme ve nüfus artışı hızları göz önüne alındığında, gelecekte dünyadaki bütün ketleşmiş alanların ve megapollerin kuşaklar halinde birbirleriyle birleşeceği ve tek bir şehir oluşturacağı fikrini temsil eden bir terimdir.” Bu belgeseli, kısa süreliğine girdiği vizyon kariyerinde izleme şansı bulamamıştım; ancak geçtiğimiz haftalarda DVD’sini edinme şansım oldu. Belgeselde, mevcut İstanbul’un bu denli hızla betonlaşmasının ve bir tür beton metropole çevrilmesinin baş mimarları RTE ve Ali Ağaoğlu’nun, gelecekteki ve zihinlerinde düşledikleri neoliberal bir düzende küreselleşmiş bir dev beton bloklardan oluşan bir şehri, kendi ağızlarından açıklamalarla izleyiciye hatırlatıyor. Düşüncem, mevcut hükümetin; İstanbul’un hızla artan ve sürekli göç alan nüfusunu, herhangi bir problem olarak görmemeleri, bu işin ne denli korkunç bir sona doğru gideceğinin en büyük kanıtı gibi görünüyor. Çünkü bahsettiğimiz şehir, “over capacity” limitini çoktan aşmış bir şehir. İlk olarak 1980’lerde yapılan megapol İstanbul planında nüfus sınırı 5 milyon olarak belirlenmişken, günümüzde bu sayının 15 milyona yaklaşmış olması bunun en büyük kanıtı. Amerikan fantastik filmlerindeki deneysel bir çalışma sırasında planda olmadan bir anda ortaya çıkan ve şehri talan eden ve yaratıcılarının “Durduramıyoruz efendim!” dediği bir canavara benzetiyorum İstanbul’u tam olarak. Bir çözüm önerisi sunacak tabii ki değilim ve belgesel de


“Anne ben insan mıyım?”

Barbarları Beklerken… “İnsan dediğin nice işler görür, generalim, Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin. Ama bir kusurcuğu var; Bilir düşünmesini de.” 1 bi·e·nal : 1. İki yıl süren; her iki yılda bir gerçekleşen 2.(bot.) Büyümesini iki mevsimde tamamlayan bitki. 3 (san.) İki yılda bir gerçekleşen, ulusal veya uluslararası nitelikteki güncel sanat sergisi.2 Uluslararası sergilerin başlangıcı, 1851 yılına, Londra’da Hyde Park’ta kurulan ilk dünya fuarına -Great Exhibition of the Works of Industry of all Nations- dek gider. Joseph Paxton’un kurduğu devasa boyutlarda, gösterişli yapı Kristal Saray, Sanayi Devrimi’nin simgesel malzemeleri cam ve demirin kullanıldığı binlerce prefabrike parçayla inşa edilmiş bir mühendislik harikası olarak tarihe geçer. Bu uluslararası fuarla ülkelerin sanayileşmede geldikleri son noktayı gösterebilecekleri ve bunu bir gövde gösterisine çevirecekleri bir alan yaratılır. Artık değerin birikmesi, elde kalan ürünler için yeni pazar arayışları da bu serginin ardındaki ana etkenlerdi. Bir başka deyişle uluslararası ilk sergi sermayenin aracı kullanmadan ve niyetini saklamadan doğrudan kendi eliyle gerçekleştirdiği bir organizasyondu. Henüz katı olan şeyler tam olarak buharlaşmamıştı. Sanat, Londra’yla başlayıp New York, Paris gibi metropol kentlerde devam eden bu sergilerin önemli bir parçasıydı. 1851’deki ilk serginin en prestijli bölümü sanata ve kolonyal hammaddelere ayrılmıştı. 1889 Paris Sergisinin konukları arasında Paul Gauguin ve Vincent van Gogh da bulunuyordu. Bu sanatla süslenmiş sanayi sergilerine bir alternatif olarak uluslararası düzeyde gerçekleştirilen sanat bienallerinin ilki ise, 1895 yılında düzenlenen ve o yıllarda dekoratif sanatlara ev sahipliği yapan Venedik Bienali’dir. Tomur Atagök bu bienalin hedefini şu sözlerle özetliyor: “[…]giderek yoksullaşmış soylu kentin kaybettiği imajın yeniden kazanılmasıydı. Kentin idarecileri daha evvel San Francisco, Londra gibi büyük kentlerde yapılmış mega endüstri ve destekleyici sanat sergilerinin bilincinde, kente prestij ve para kazandırma kadar İtalyan sanatının uluslararası boyuta taşınmasını da hedefliyorlardı”3. Türkiye’nin uluslararası sanat etkinlikleri gerçekleştirmesi ilk kez 1973 yılında İstanbul Festivalleri ile İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından başlatılır. Sanat bienallerine ev sahipliği yapması ise 1986 yılında Ankara’da düzenlenen ve

dört kez tekrarlandıktan sonra arkası gelmeyen Uluslararası Asya Avrupa Sanat Bienalleri ile gerçekleşir. Günümüze dek uzanan ve her geçen gün daha çok tartışma yaratan İstanbul Bienallerinin ilkiyse 1987 yılında düzenlenir. Peki nedir bu bienal, İstanbul’da nasıl bir dönemde ortaya çıkmıştır? Baş aktörleri arasında kimler vardır? 12 Eylül darbesi üzerinden kısa bir zaman geçmişti. “Bizim çocuklar” üzerlerine düşeni yapmışlardı. Serbest piyasa ekonomisine kesin dönüş yapılmıştı; Türkiye ekonomisi ‘dışa açılma’ sancıları ile boğuşmaktaydı. Artık sıra kenti ve ülkeyi daha rahat ‘sunabilmek’, küresel pazara açabilmek için biraz makyaja, cilaya gelmişti. Bienal de bu dönüşümün en önemli enstrümanlarından birini oluşturuyordu. İlkinde ‘Bienal’ ibaresine yer verilmeyen ‘Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri’, bugün de olduğu gibi İKSV tarafından düzenlenmiş, Genel Koordinatörlüğünü de Beral Madra üstlenmişti. Bienal öncesinde basın bülteni için hazırlanan metinde İstanbul Bienalleri’ne biçilen kaftan şöyle tarif ediliyordu: “Uluslararası sanat olgusu içinde yerimizi almalıyız. Kuşkusuz Türk ekonomisinin dışa açılması, uluslararası pazarda etkinliğini göstermesi ile ilişkilidir. Son yıllarda ekonomik alanda atılan adımlar, siyasal ilişkilerdeki yoğun gelişmeler, çok yakın bir gelecekte sanatı bu görüngünün içinde çok önemli bir tanıtım ve saygınlık öğesi olarak yerine oturtacaktır.4” İKSV, dönemin tablosunu oluşturan baş aktörleri de ‘Şeref Kurulu Üyeleri’ listesinde birinci sıraya oturtuyordu, Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve Başbakan Turgut Özal’ı. Bu koşullar dahilinde İstanbul Bienali’nin ülkedeki sanat camiasının bir talebi olarak ortaya çıktığını söylemek çok masumane kalacaktır. Bugüne kadarki süreçte bienale ev sahipliği yapan İstanbul’un köprüleri altından çok sular aktı. İstanbul bienallerinde kent, kimi zaman doğu ile batının, eski ile yeninin bir arada olduğu turistik bir cazibe merkezi, kimi zaman romantik, bireysel yalnızlığın şiirsel mekanı, bazen de politik bir eylem alanı olarak işaret ediliyordu. Sermayenin Sol Muhalif Söylemleri Bienalleri, sanat, sermaye, iktidar ve piyasa ilişkilerinin belki de en görünür olduğu, kültür endüstrisinin güzide alanları olarak nitelemek mümkün. Kentin uluslararası festivaller, fuarlar ve bienaller gibi etkinliklerle albenisinin arttırılması yoluyla bir yandan akışkan sermaye

için bir çekim merkezi haline gelmesi hedeflenirken, diğer taraftan neo-liberal politikaların kamunun kılcal damarlarına hissettirilmeden şırınga edildiği, kontrol altında, steril alanlar yaratılıyor. Sermaye, bir yandan sponsorluk ilişkileri ile göze batmasından hiç de haz etmediği marifetlerinin üzerini sanat jelatini ile kaplayıp kendisini hoş göstermeye girişiyor, diğer yandan karşıt söylemini kendi çizdiği bu steril alanlara hapsedip, ıslah etmeye çalışıyor. Guy Debord’un tarif ettiği gösteri her an kendini baştan yeniliyor. Önceki bienallerde daha çok kendini birkaç “iş” üzerinden gösteren sol muhalif söylem, özellikle son birkaç bienalde sermaye tarafından iyiden iyiye sahiplenilmiş görünüyor. Daha iki bienal önce, 11. Uluslararası İstanbul Bienali’nde Marksist olduklarının altını özenle çizme gereği duyan küratöryal ekip “WHW” (What, How & for Whom) Brecht’ten alıntıyla “İnsan Neyle Yaşar?” sorusunu kavramsal çerçevesinin üst başlığı olarak belirlemiş, Bienal’in açılış tarihi de çok manidar bir biçimde, özellikle 12 Eylül 2009 tarihine denk getirmişti. Acaba ne değişmişti de ilk organizasyonun şeref kurulu üyelerinden birinin marifetini hatırlatan bu tarih seçilmişti? 1929’dan sonra dünyanın en büyük ekonomik krizinin yaşandığı, ‘kapitalizmin ve neoliberal politikalarının sonu mu geliyor?’ tartışmalarının alevlendiği bir yıl olan 2009’da, WHW, bienalin kavramsal metninde “1929’daki ekonomik krizin ardından dünyayı dönüştüren değişimlerden pek de farklı olmayan, felaketle sonuçlanabilecek küresel değişimlerin yaklaştığı korkusuyla yaşamıyor muyuz?” diye soruyor ve ekliyordu: Alt metninde Marksizmi salt seyirlik bir nostalji olarak algılamayı öneren/dayatan, Brecht’in kemiklerini sızlatan bir bienalden bahsediyoruz. Kendilerine teklif edilen günlük ücret ile bekçiliğini yaptıkları bienal için iki tam bilet alacak parayı kazana-

SPOT

49


mayan ya da umut tacirlerince “gönüllü” çalıştırılan İKSV çalışanlarının durumu “Marksist” küratöryal ekibin hiç dikkatini çekmemişti. 2007 yılından itibaren 10 yılın üzerinde süreyle İstanbul Bienali’nin ana sponsorluğunu üstlenen Koç Holding’in savunma sanayine yaptığı yatırımlardan hiç rahatsız olmamışlardı. Dönemin kültür bakanı Ertuğrul Günay 11. İstanbul Bienali resmi açılışında “11 Eylül’ün eşiğinde, 12 Eylül’ün eşiğinde... 12 Eylül’de başlayan 11. Uluslararası İstanbul Bienali’nden 12 Eylül’ün 29. yıl dönümünde özgürlüğe ve barışa vurgu yapılması ve bu akşam buradan İstanbul’un oldukça seçkin insanlarının bulunduğu bir muhitte sosyalizm çağrısı yapılması bana tarihsel ironi gibi geldi. Demek ki tarihin hepimize öğreteceği güzel şeyler var” diye konuşuyordu. Bu konuşma ister istemez Aziz Nesin’in “Sosyalizm Geliyor Savulun” adlı öyküsünü akıllara getiriyordu: “[…]Bendeniz de bir miktar sosyalistimdir, dedi, ama buyurduğunuz gibi sosyalizmin de hududu var. Bir insan yüzde yirmi, yüzde otuz, hatta yüzde kırk sosyalist olabilir... Ama her şeyin fazlası haram... […] Baktılar ki, sosyalizmi başka türlü önleyemeyecekler, kendileri sosyalist olup sosyalizmi de bombok edecekler...”5 Söyleyecek başka sözü olanlar, at izi ile it izinin birbirinden ayrılması gerektiğini savunanlar da yok değildi. Direnistanbul grubu Koç Holding’in sponsorluğunu ve üstü kapalı evcilleştirme politikalarını protesto için bir açık mektup yayınladı. Bu açık çağrı mektubunda “Direniş günleri için sokağa çıkabilecek işler ve görseller (afiş, sticker, stencil, vs.) hazırlayalım. Üretimi dört duvar arasında değil, sokaklarda, meydanlarda, direniş haftasında, hep beraber gerçekleştirelim! Yaratıcılık, sponsorlara değil hepimize aittir. Yaşasın küresel isyan!” ifadelerine yer veriliyordu. 11. Bienal, Beğenal, Direnal ve Alternatif Platform eylemleri ile protesto edildi.

Bienal’de Kamusal Alan Kavramsal çerçevesini şair Lale Müldür’ün aynı adlı kitabından alarak

50 SPOT

Kamusal Simya’nın 2. etkinliği Kamuya Hitap Etmek, ”neoliberal bir kamusal alanda özgür ifade alanları bulmanın ve bu alanları sürekli hale getirmenin mümkün olup olmadığını sorguluyor” ifadeleriyle ziyaretçisini davet ediyordu. Fakat Bienal ekibi, beklemedikleri misafirleri nedeniyle 22-23 Mart tarihlerinde yapılacak etkinliğin tamamını 23 Mart’a kaydırmak zorunda kaldılar. Öğrencilerin, sanatçıların ve kentsel dönüşüm mağduru mahallelinin de konuyla ilgili edecekleri iki kelam vardı. Küratör Fulya Erdemci’nin açılış konuşmasına başlayacağı sırada, eylemciler ayağa kalkarak sahneye sırtlarını döndüler. Her birinin üzerinde birer harf vardı ve yan yana geldiklerinde ‘Barbarları Beklerken’ yazısı okunuyordu. Sahneye çıkardıkları boş bir pankart üzerine de “Anne Ben İnsan mıyım?” yazdılar. Eylemin altında ArtHack, Bağımsız Sanatçılar, Bağımsız Üniversite Öğrencileri, Emek Gençliği, Gündoğusu Sanat ve Düşün Topluluğu , Güney Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, Homur Mizah ve Karikatür Grubu, Halkevleri, Kamusal Sanat Laboratuvarı, Kent Hareketleri, Öğrenci Kolektifleri, Red Fotoğraf, Sosyalist Demokrasi Partisi imzaları vardı. Bildirinin

ardından, Kavafis’in ‘Barbarları Beklerken’ şiiri hep bir ağızdan okundu. Yaklaşan 13. İstanbul Bienali’nin ön etkinlikleri kapsamında, The Marmara Oteli’nde ‘Kamusal Sermaye’ başlıklı toplantıya da Kamusal Direniş Platformu’nun performans eylemi damgasını vurdu. Kentsel dönüşümden muzdarip semtlerin ve mekanların adlarının yazılı olduğu tişörtler giyen eylemciler, konuşmacıların önünde sessizce yere uzanıyor, üzerlerine de sermaye logolarının bulunduğu örtüler örtülüyordu. Yönetimin ‘hoşgörülü’ talimatıyla eylemciler otel güvenliği tarafından karga tulumba dışarı atıldı ve gece karakolda son buldu. 13. Uluslararası İstanbul Bienal’i daha ön etkinliklerinden ne kadar şenlikli geçeceğini hissettirmeye başladı. İlgiyle bekliyoruz… Notlar 1 Brecht, Bertold. “Generalim Tankınız Ne Güçlü” (Çev.) Asım Bezirci. 2 2YILDA1 9. Uluslararası İstanbul Bienali Gazetesi, 16 Eylül 2005 Cuma - Sayı: 01 s.1 3 Atagök, Tomur.(1998). “İstanbul Bienalinin Ardından”, Toplumbilim. S.8. Bağlam Yayınları, İstanbul. 4 Madra, Beral. (2003). “Uluslararası Sanat Olgusu İçinde Türkiye’nin Yeri” İki Yılda Bir Sanat. Norgunk Yayınları, İstanbul. s. 15. 5 “…Emrinize Amadeyim Paşam”, http:// kamusalsanatlaboratuvari.blogspot.com/p/ isimsiz-mektup-bienal.html 7 http://www.sendika.org/2013/02/bienaldeki-ikiyuzluluge-kolektiften-itiraz/

Not: Yazının kaleme alındığı tarihte henüz Gezi Direnişinin başlamamış olduğunu belirtmek gerek. ‘Siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri’nden yola çıktığını beyan eden 13. İstanbul Bienali resmi sayfasında, Gezi Direnişine şimdiye dek değinilmemiştir. Gezi Direnişi perspektifinden İstanbul Bienali farklı bir yazı konusu olsa da bu bilgi bir turnusol olarak değerlendirilebilir. Yapılan son açıklamada 13. İstanbul Bienali’nin, bu yıl ücretsiz olarak gezilebileceği ve 14 Eylül – 20 Ekim tarihleri arasında açık kalacağı belirtilmiştir.

F. Koray Sağlam

12. Uluslararası İstanbul Bienali için de durum çok farklı değildi. Kamusal Sanat Laboratuarı ana sponsorların gerçek yüzlerini, hazırladıkları davetiyelerle ifşa ettiler. Kamusal Sanat Laboratuarı “Sosyal devlet anlayışı gereği sanata, eğitime, sağlığa harcanması gereken paralar, şişirme operasyonlarla dağları taşları bombalayarak harcanırken devletin savunma ihalelerini alan bir firma neden biz sanatçılara sponsor olur?6” diye merak ediyordu. Bu alternatif davetiyelerin üzeri kazı kazan piyangosu gibi kazındığında, altından Koç Holding kurucusu Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yazdığı ve “Emrinize amadeyim” diyerek bitirdiği destek mektubu çıkıyordu. Sanatçı Niyazi Selçuk tarafından tasarlanan ve sergilenen “İsimsiz Mektup” adlı bu performans, sermayenin gerçek yüzünü bütün çıplaklığıyla tekrar ortaya koyuyordu.

“Anne Ben Barbar mıyım?” başlığı altında toplayan 13. Uluslararası İstanbul Bienali’nin, Fulya Erdemci küratörlüğünde gerçekleştirileceği ilan edildi. 14 Eylül – 10 Kasım 2013 tarihleri arasında gerçekleştirilecek bienalin odak noktasının “siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri” olacağı belirtiliyor. Aynı metinde kentsel dönüşüm, kamusal mekan vb. ifadelere sıklıkla başvuruluyor. Kavramsal metinde “Bienal için özel olarak üretilecek projelerin bir bölümü, İstanbul’u ve özellikle Tarlabaşı, Sulukule, Fener-Balat veya Başakşehir gibi bazı mahalleleri örnek vaka olarak ele alarak, aşağıdan-yukarıya müzakerelere neredeyse hiç yer bırakmayan bu tür dönüşüm süreçlerini inceleyecek “ deniyor. Bienal ön etkinlikleri de’ 13. İstanbul Bienali Kamusal Programı: Kamusal Simya’ başlığı altında gerçekleştirilmeye başlandı. 8-10 Şubat 2013 tarihleri arasında “Şehri Kamulaştırmak” alt başlığı altında programın ilk etkinliği gerçekleşti. Etkinlik sunumları sonunda Öğrenci Kolektifleri’nden yöneltilen bir soru hak ettiği tatmin edici cevabı alamadan geçilmişti: “İKSV’nin kurucusu olan Eczacıbaşı Holding’in Kartal’da 5500 metrekarelik bir alanı kentsel dönüşüm projeleri yapmak için satın almasını ve aynı zamanda İstanbul Bienali’nde şehrin kamusallaştırılması tartışmasını ahlaki buluyor musunuz? Eczacıbaşı Holding bir yandan kenti talan ederken bir yandan da burada sanki bu talana muhalifmiş gibi davranması ikiyüzlülük değil midir?”7


Feridun Andaç “yıldız” edebiyatçıları ve piyasalaşan edebiyatı anlattı

Popüler kültür edebiyatı öldürüyor mu? Yazar – Eleştirmen Feridun Andaç ile son dönem gelişmekte olan popüler edebiyatı, popüler edebiyatın tüketim kültürü ile ilişkisini ve bunların toplumdaki rolü üzerine konuştuk. İnsandan ve hayattan yola çıkan Andaç; popüler edebiyattan kültür endüstrisine, yazılı ve sözlü kültürden eğitime, yazar okur ilişkisinden “aydın” anlayışına, edebiyat – siyaset ilişkisinden yakın tarihe bu yüz yılın, bu yüzyıl insanının bir portresini çizdi. Elbette edebiyatla başladı edebiyatla bitirdi. Son dönemde Popüler Edebiyat denen bir yazın türünün oldukça revaçta olduğunu gözlemliyoruz. Özellikle Alacakaranlık, Şafak Vakti gibi kitaplar ile Dan Brown kitapları bilhassa gençler tarafından yoğun olarak tüketiliyor. Popüler Edebiyat denen bu yazın türünün bu denli hızlı yayılmasının koşulları nelerdir? Ve bu yazın türü Klasik Edebiyatı gölgede mi bırakıyor? Klasik bir deyim vardır. Siz bir yerde bir açık bırakırsanız başkaları gelip orayı doldurur diye. Günümüzde Küreselleşmeyle birlikte her şey daha hızlı yayılıyor. Örneğin savaşlara bakıyorsunuz, savaşlar bile siber savaşlar şeklinde gerçekliyor. Teknoloji ve Bilişim Çağı dediğimiz çağ, birçok şeyi değiştirdi. Zaman ve hız toplumları zihnen ve fikren işgal altına aldı. Küresel kapitalizm; özellikle ABD hegemonyası şunu gördü ki gidip bir yeri doğrudan işgal ederek; toprağını, petrolünü sahiplenerek bir şeyleri elde etmenin bedeli çok ağır. Ve bunun hem maddi hem itibar olarak bedelini, geri dönüşünü bildiği için bir “Obama Dönemi” yarattı. Sözünü ettiğiniz bu çok özel edebiyat ortamındaki duruma çok genel bakmak lazım. Artık Türkiye ve Türkiye gibi ülkeler üçüncü dünya ülkesi olarak nitelendirilmiyor. O geniş haritanın bir parçası durumuna geldi. Yalnız haritanın bir parçası değil, o küresel savaşın ya da küresel kapitalizmin yan aktörü yahut figüranı durumuna getirildi bu tür ülkeler. Ve o söz ettiğim kuşatma hayatın her alanında var. Nedir, bu tür ülkeler bir tüketim çöplüğüne dönüşüyor. Üretmeden tüketiyorsunuz; telefonu tüketiyorsunuz, bilgisayarı tüketiyorsunuz ve gündelik ihtiyacınız olan ne varsa üretmeyip dışarıdan alıyorsunuz. Bu, toplumda üretmeden tüketen bir güruhu oluşturmaya başladı. Eğitimde bile durum böyle. Bakıyorsunuz, intihaller çoğaldı akademisyenlerin çalışmalarında. Çünkü hazır bilgi var. Yani düşünmeden kopyala yapıştır yöntemiyle başkasının bilgisini kendi bilgisiymiş sunmak! Bu tür insanlar bu ülkede bakan bile oldu, biliyorsunuz.

Böyle bir iğretilik var toplumda. Şimdi, Türkiye’de bence iki önemli kırılma dönem var. Birincisi 24 Ocak Kararları, diğeriyse 12 Eylül Darbesi’nin ABD tarafından tezgahlanıp bilinçli bir şekilde Türkiye’ye enjekte edilmesi. Çünkü ABD şunu görüyordu; 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılma projesi soğuk savaşın ne zaman biteceği düşüncesinin Avrupa ve ABD tarafından altmışlı yıllarda düşünüldüğünü gösteriyor. Tabi bundan sonra ne olacak sorusu soruldu? O “ne olacak” sorusu o ülkelerin hem sosyo - ekonomik ve kültürel durumu; hem insanı, kaynakları ve inanç sistemi, bütün bunların doğuracağı kaosu da düşünerek “yeşil kuşak” projesinin o dönem tasarlandığını gösteriyor. Bakıyorsunuz, Bosna Savaşı’nın Balkanlar’da çıkması rastlantı değil. Kafkasya’da çıkan karışıklıklar ve savaş; sonuçta Ortadoğu’da yaşananlar… Bunlar aslında Doğu Bloku’nun çöküşüyle beraber ABD Yeni Yüzyılı Projesi’dir. Türkiye de ne yazık ki bu projenin uygulamadaki figüranlarından bir ülke. Bu süreç anlaşılmaksızın Edebiyattaki manzara da anlaşılamaz. Bir kere bu süreç Türkiye gibi ülkeleri çok derinden etkiledi. Çünkü nüfusunun yüzde altmışı genç bir ülke, üretim potansiyeli yüksek bir ülke. Siz böyle bir ülkeyi ancak uydu kılarak çökertirsiniz ya da nötrleştirirsiniz. Hep kötü senaryolar kurarak bunu anlatmak istemiyorum ama işte “Türkiye gelişiyor,” “Türkiye’nin kaynakları çoğaldı” falan deniliyor. Ama aynı oranda bakıyorsunuz ki Türkiye’de işsizlik oranı, yoksulluk oranı yüksek; gelirin en büyük payını çok küçük bir yüzdelik kesim paylaşıyor ve demin dediğim gibi üretim olanaklarını giderek kısıtlıyor, “üretme, ben dışarıdan getiriyorum” man-

tığıyla. Bir yandan rant ekonomisi pompalanıyor. Böyle bir tablo çerçevesinde küresel kapitalizm kuşatmayı kültürel alanda yapıyor. İşte TV kanallarının çoğalması ve medyaya baktığımızda değersizleştirme, itibarsızlaştırma, içini boşaltmanın had safhada olması gibi. Bu haliyle ülke tamamen pragmatist, günü birlik düşünen ve demagoji yanı çok yüksek birtakım siyasi aktörlerin yönettiği bir tiyatro sahnesi gibi. Bu verdiğim örneklerde kitapların toplumları kuşatması; kendi yaşadığı gerçeklere bakmak yerine kendi sorunlarından, kendi bireysel açmazlarından uzaklaştırılma bu kuşatmanın kültürel boyutunu ifade ediyor. Mesela Fantastik Edebiyatta insanın kendi güncel ya da bireysel sorunlarını dile getiren bir gerçeklik yok. Hayattan kopuk. Yani 1960’lı yıllardaki göç dalgasının büyük kentlerdeki yarattığı varoşlardaki arabesk kültürün bir başka boyutu. Çünkü orada da kendi geleneksel kökenlerinden kopmuş, aidiyetini yitirmiş. Sığınacağı ne var? İşte böyle bir kültürün kanalları açılıyor. İster istemez deyim yerindeyse kendi içinde yaşadığı “alacakaranlığı” görmeden “Alacakaranlık” olarak sunulan kitaplara sarılıyor. Bunların da çok fazla bir edebi birikimle, edebiyat tutkusuyla okunduğunu sanmıyorum. Bu, toplumun ne kadar travmatik bir durumda olduğunu gösteriyor. Bir doktor arkadaşım; “bedende ağrı iyidir. Çünkü o senin sağlıklı olduğunu gösterir” der. Saydığım objeler de toplumun derin ağrılarla yaşadığının göstergesi. Yani toplumun bir ağrısı var. Onu giderebilmek, pansuman edebilmek için o tür kitaplara sarılıyor. Eskiden görgü kurallarıyla ilgili kitaplar, nasıl kız tavlanır diye kitaplar vardı. Bugün de onun yerine geçen bebeğinize nasıl bakmalısınız, bahçenizi nasıl düzenlemelisiniz gibi kitaplar

SPOT

51


var. İnsanlar bunları okuyunca iyi gelecek diye düşünüyor. Ya da televizyonlarda evlenme programları vs var. İşte tüm bunlar toplumun ne kadar ağrılar içinde olduğunu ve alacakaranlığın toplumu kuşattığını görüyorsunuz. 1900’lü yılların başında James Joyce İrlanda’yı terk ettiğinde en temel sıkıntısı İrlanda’da yükselen milliyetçilik, şiddet, terör, yoksulluk ve toplumun içinde bulunduğu alacakaranlıktı. O kaotik dünyada var olmanın çok mümkün olamadığını gördü ve oradan kaçtı, uzaklaştı. Şimdi diyeceksiniz ki bunun farkına varan herkes alıp başını bir yere mi gidecek? Aslında zaten gidiyor. Anadolu’nun en büyük göç dalgası 1980’lerde yaşandı. 1990’larda bu göç hızlandı. Büyük şehirlere bakın büyük şehirlerdeki o göç 1950’lerden, 60’lardan çok daha fazla. Yani Anadolu’nun en büyük göçü yaşandı. Göç iyidir bir anlamda. Çok sesliliği, çok kültürlülüğü, çok kimlikliliği getiriyor. Ama yönetemediğiniz sürece toplum hem kaotik bir ortama sürükleniyor, hem de toplumun ağrıları artıyor. Tam bu nokta da siz küresel salgının ya da Yeni Dünya Düzeni’nin size biçtiği rolün bir figüranı olduğunuz için de büyük bir küresel pazara dönüşürsünüz. Türkiye de büyük bir av alanına dönüştü. Sokağa çıkıp insanlarla yurttaşlık, aidiyet gibi birtakım kavramlar hakkında ne düşündüğünü soralım ya da tarih bilincini. İnsanların kendi değerlerinden ne kadar uzaklaştığını göreceğiz. Yani o sözünü ettiğimiz açığı verdiğimiz sürece mutlaka birileri gelip doldurur. Tabi o kitapları küçümsemiyorum. Ki onlar Avrupa’da da var. Salt Türkiye için yazılmış değiller. Çünkü orada da o bunalımı insanlar çok yaşıyor. Bu biraz da okuma kültürüyle de ilgili bir sorun değil mi? Türkiye toplumu siz de takdir edersiniz ki bir sözlü kültür toplumudur. Kültürünü masallar, destanlar, söylenceler üzerinden var etmiş. Bizde yazılı kültürün var oluşu ve tarihsel – toplumsal misyonu yüklenmesi yakın dönemde mümkün oldu. Köklü bir yazılı bir kültürün olmayışı da söz konusu savrulmayı hızlandırmıyor mu? Aslında iyi bir noktaya değindiniz. Ben hep şunu savunurum; Türkiye henüz sözel toplum olma özelliğini yitirmedi. Sözlü kültür ya da sözlü edebiyata baktığımızda eğer edebi gelenekten söz ediyorsak yazılı edebiyatın yazılı kültürü çok besleyen yanları var. Ama demin dedim ki Anadolu’nun birçok yerleri göç alıyor. Ve 1940’lı 1950’li yıllarda nüfusun yüzde yetmiş beşi kırlarda yaşıyor. Yani köylü bir toplum. Tarımsal ekonomisi de tarımsal endüstrisi de gelişmemiş ama şimdi durum tam tersine dönüştü. Yüzde otuz bile değil kırsal nüfus. Yüzde 70 ve 80’e yakın

bir kesimi şehirde yaşıyor. Mesela İngiltere’yi ele alalım. İngiltere’de 18. yüzyılda endüstri devrimi yaşandığında köyler boşalmaya başlıyor. Çünkü iş gücü var. 18. yüzyıl başına kadar kadın toplum hayatında yok. Sadece şöyle var; ya genelevlerde çalışıyor ya da randevu evlerinde. Yani vücudunu satıyor ama toplum endüstrileşmeye başladığında iş gücü açığı başlıyor. İki tane en temel işgücü ortaya çıkıyor; kadınlar ve çocuklar. Kadınların ve çocukların çalışma hayatına girmesi daha ucuz emek demek ve o iş gücü açığını kaldırmak demek. Bakıyorsunuz küçük işletmeler büyümeye başlıyor ve tarımsal alanda üretilen ürünün değeri artmaya ve onun yan sanayisi gelişmeye başlıyor. Ama Türkiye’de böyle bir şey yok. Türkiye’de sağlıklı bir kentleşme bile bu yüzden olmuyor. Toprağından kopup gelen kimse toprağını nadasa bile bırakmıyor. Tamamen unutuyor. Yani topraksızlaşmaya kendini mahkum ediyor. Türkiye’de ekilebilir toprakların büyük bir bölümü ekilmiyor. Ekilebilir toprakların büyük bir bölümü devlete ait. Osmanlı döneminden gelen bir yapı olduğu için. Çok büyük bir bölümü de toprak reformu yapılamadığı için toprak sahiplerine ait. Ama bu göç olayı da yaşandığı için topraklar bırakılıp geliyor. Zaten dikkat ederseniz Cumhuriyet’in kuruluşunda Büyük Devlet Çiftçikleri’nin kurulma nedenlerinden birisi ileride yapılacak toprak reformunda köylüye modern tarım işletmeleri aracılığıyla modern tarım yapma kültürünü öğretmek. Ne yazık ki biz onu kamu kuruluşu olarak nitelendirip hepsini yozlaştırdık ya da kapattık. Tıpkı Köy Enstitüleri gibi. Köy Enstitüleri’nin de amacı yalnızca öğretmen yetiştirmek değil; köylüyü eğitmek, tarım endüstrisini geliştirmek. Böyle bir sürece baktığınızda çarpık bir kentleşmeyle beraber eğitim sistemi de çarpıklaşıyor. Ama Türkiye bölgesel eğitim modeli geliştirmek zorunda. Yörenin ekonomisi, coğrafyası, üretim olanakları göz önünde tutularak kurulacak üniversitelerin, meslek okullarının, yüksekokulların buna göre eğitim vermesiyle iş gücü göçü de olmayacaktır. Aksine istihdam olanağı olacaktır ve yatırım kapasitesini Türkiye’nin değişik bölgelerine yönlendirebileceksiniz. Ama şimdi metropollerde yoğun bir yatırım var. Örneğin Dilovası’nda 50 küsur fabrikaya çevreye ozon gazı yüksek atıklar saldığı için cezalar kesildi. Bunun gibi eğer belli bir havzaya yatırımları yığarsanız; ileride orada ne doğa, ne insan yaşayamayacaktır. İşte bütün bunlar insanın yetiştirilmesine yansıyor. İnsanın sosyal yönüne yansıyor. Yani insanın kendi bölgenin farkında olması, kendi bölgesel sorunlarını bilmeli. Kendi sorunlarıyla ilgilenmesi, bunların farkına varması insanın sosyal yönüyle

Fantastik Edebiyatta insanın kendi güncel ya da bireysel sorunlarını dile getiren bir gerçeklik yok. Hayattan kopuk. Yani 1960’lı yıllardaki göç dalgasının büyük kentlerdeki yarattığı varoşlardaki arabesk kültürün bir başka boyutu… 52 SPOT

ilgilidir. Bu yönümüz güçlü mü? Sorun bu. Buradan şuraya geleceğim. Kendi üretiminizi yapamadığınız zaman dışarıdan almak zorunda kalıyorsunuz. Bugün ise Globalleşme denen bir şeyden söz ediliyor. Yani kapılarınız sadece ekonomik ürünlere vs. değil; küresel kapitalizmin kültürel saldırılarına da açılıyor. Kendi ürününü üretmene izin vermediği gibi sözel kültürünün de yazılı kültürünün de gelişmesine mani oluyor. Aslında ekonomide olanla kültürel alanda olan paralel şeyler. Yani seni sözel kültüre mahkum ediyor ama kendi sözel kültürüne. Mesela televizyonlar bu sözel kültürün bir versiyonudur. Okuma, televizyon izle mantığını dayatıyor. Ama okuma bir sabır işi, eğitim işi. Ama televizyon izleme tam aksi. Düşünmeyi gerektirmeyen, an’lık bir iş. Yani biz sözel kültürden çıkamadık ama bu sözel kültürü de çok bir şekilde kullanıyoruz, tüketiyoruz. Bir sanal dünya yaratıldı. Bu sanal dünya içerisinde insanlar tanışıyor, sevişiyor., ayrılıyor, buluşuyor. Bu sanal dünyanı kuşatması dilinizi, kültürünüzü öldürüyor. Başkalaştırılan sözel dünyanın bir uydusuna dönüştürülüyorsunuz. Yazılı kültürün öznesi olan insanlar toplumda daha çok tutunan ve kendini bir dile, bir kültüre ait hisseden insanlardır. İyi edebiyat dediğimiz şey de oradan çıkıyor. Eğitim sistemine de tablet uygulaması getirilmeye çalışılıyor. Çok az olan, kısır olan okuma kültürü de tabletle öldürülecek gibi. Bu konuda neler söylenebilir? Teknolojiye karşım değilim ama tablet uygulaması son derece yanlış bir şey. Elbette gençleri teknolojinin olanaklarından yararlandırmak lazım. Fakat henüz eğitim aşamasındaki genç insanı kitaptan, yazmaktan, yazılı kültürden uzaklaştırdığınızda ona kolaycılığı sunmuş olacaksınız. Bu da gerçekten daha tehlikeli bir yere götürüyor insanı. Bu, ne yazılı kültürü ne de insan ilişkilerini asla geliştirmez. Bir süre sonra diyeceksiniz ki öğretmeni de aradan çıkaralım. Örneğin üniversitede bazı dersleri, maliyetleri yüksek olduğundan dolayı kaldıralım dediler. Öğrencinin zamanını da çalıyormuş. Bu yüzden internete girip hazırlanmış ders notlarını alsınlar dediler. Tabi bu bilginin hazırlanmasını benden de istediler. Ama kabul etmedim ve ayrıldım. Bu tabi tartışılmalı ama bence bu durum kendi toplumunun kültürel, sosyal ve hatta ekonomik kılcal damarlarını kesmektir. Yoksa teknolojiye karşı olmak asla değil. İnsanlar elbette teknolojiyi kullansın ama ne amaçla kullandığını bilmeli. Aksi durum toplumu kötürümleştirecek. Kötürümleştirme de körelmeyi getirecek. GDO’lu ürünler de yendiğinde hoşa gider. Yendiğinde ne etki yaptığı bilinmez ama etkisi bir süre sonra çıkar. Konfüçyüs, “bir toplumu işgal etmek istiyorsan önce diline egemen olmalısın” der. Bu yaşadığımız da bir anlamda budur. Çünkü toplumun kendisine ait olmayan kavramlar çıkacaktır, dil çıkacaktır. Son derece yanlış uygulama. Ama ne yazık ki ne sivil toplum örgütlerinden ne de aydınlardan herhangi


bir ses çıkmadı. Hazır televizyonun kitaplara tercih edildiğini söylemişken, birtakım klasiklerin sinemaya uyarlanması ya da klasiklerden esinlenerek hazırlanan senaryolarla sinema filmlerinin çekilmesi, sadece ticari amaçla yapılan uyarlamaları hariçte tutarak düşünürsek, söz konusu eserleri sinema yoluyla topluma taşımak gibi bir amaca hizmet etmiş oluyor mu sizce? Her sanatın ayrı bir işlevi vardır. Sinema okuma kültürünü geliştirir diye bir kaide yok. Öyle olsaydı eğitim modelinde onu öne alırsınız. Onunla okuma eğitimi verirsiniz. Sinemanın işlevi farklı, tiyatronun farklı, müziğin farklı. Sanata ilgi duymayan bir insan hiçbirine duymaz. İlgi duyan hepsine duyar. Okumayı seven bir insan tiyatrodan uzak kalamaz, sinemadan uzak kalamaz. Onu besleyen ne varsa ona doğru gider. O anlamda hepsinin kulvarı farklıdır. Sizin söylediğiniz sanatçının yaratıcılık sorunsalıdır. Ondan yararlanmıştır. Dostoyevski’yi dönüştürmüş başka şekilde işlemiştir. Ama sorun bence Türkiye’de sanat eğitiminin verilememesi.

Ama bütün bu popüler rüzgara karşı direnebilen yazarlar, aydınlar da var. Hem kendini var edebilme ve hem de okura ulaşabilme anlamında Örneğin Yaşar Kemal, siz, Feyza Hepçilingirler, Ahmet Cemal gibi. Bakın şu anda Hasan Ali Toptaş’ın Heba adlı romanını da okuyorum. Bu aslında iyi ve kötü edebiyata tipik bir örnektir. Hasan Ali oturup yazıyor. Ama Hasan Ali Toptaş’ın insanlar yazdıklarımı alkışlasınlar, bunun üzerinden bir şeyler gerçekleştireyim diye bir derdi yok. Toplumun, bu toplumdaki bireyin nasıl heba edildiğini anlatıyor. Heba’yı bu anlamda Kafka’nın Dava’sına benzettim. İlle de gidip bir ormanı katledenlerin o ormanı nasıl katlettiklerini anlatmak gerekmiyor. Siz bir dalın çıtırtısını da anlatarak o ormanın nasıl heba edildiğini anlatabilirsiniz. Bir tipik örnek olarak Emek Sineması. Diyor ki firma sahibi Emek Sineması’nı yıkmıyorum, sadece yukarıya taşıyorum. Neden aşağıda kalmıyor da yukarı taşınıyor? Çünkü aşağısı rant getiriyor, daha değerli. Aşağıda dükkan vs.. yapacaktır. İşte Emek Sineması’nın talan edilmesinin fotoğrafını çekmeniz gerekmiyor iyi bir yazar olarak. Sadece nasıl o hale getirildiğini küçük bir örnekle de anlatabilirsiniz. Emek Sineması’nı heba eden egemen zihniyeti anlatabilirsiniz. Hasan Ali Toptaş’ın da yaptığı bu. Bütün tabloyu anlatmıyor. Oradan bir olay, durum alıp bir oya gibi işleye işleye bunu yapıyor. Ama istese Ahmet Altan gibi çok cilalı laflar da yaza-

bilir. Ama bu okur avcılığı olur. O kişinin okurları da okuma kültürü, edebi belleği olmayan, sözel kültürden kurtulamamış tablet zihniyetindeki insanlar. İşte aydınların bunun panzehrini yaratması lazım geliyor. Oturup yazıp ve bunun kötü edebiyat örneği olduğunu göstermesi bence bir vicdan meselesi. Bir Hasan Ali gibi, Yaşar Kemal gibi ya da dil, zihniyet ve kültür kirlenmesini anlatan Feyza Hepçilingirler gibi bunları anlatmak, yazmak zorundayız. Öfke duymayan bir yazar olamaz. Yazıyorsa da yazdığı inandırıcı değil. Örneğin bundan birkaç yıl önce Hrant Dink ilk ödülünü alan İsrailli bir gazetecinin radyo konuşmasını dinlemiştim. Soruyorlardı neden muhalifsiniz? Yahudi olduğunuz halde Yahudileri de eleştiriyorsunuz. “Ben öfke duyduğum için yazıyorum. İsrail’e öfke duyuyorum bu kirli savaşı başlatıp sürdürdüğü için. Filistin’e de öfke duyuyorum. Onlara da bu savaşa su taşıdıkları için öfke duyuyorum.” Dedi. Bunu duyduğum zaman işte benim iklimimde, benim edebi akrabam olan bir yazar dedim. Ya da örneğim Alber Camus Veba’yı yazdı. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımına, katliama öfke duydu. Gelecekteki savaşları önlemek istediği için yazdı. Çünkü savaş bir veba gibidir. Her şeyi öldürür; insanı, doğayı… Velhasıl tepki duymayan bir edebiyata edebiyat demem ben. Ama işte Ahmet Altan kendi fantezilerini, söz oyunlarını yazmış. Hatta Ahmet Altan burjuva romancısı olabilir mi diye bir yazı yazmaya başladım.. Ahmet Altan burjuva romancısı bile olamaz. Örneğin Flaubert burjuva sınıfından çıkmış bir yazardı ama burjuvaziyi, burjuvazinin ahlak anlayışını eleştiriyordu. Ahmet Altan kimi anlatıyor peki? Adeta bir illüzyon yaratıyor ve insanların buna inanmasını istiyor. Ama hayat bu değil ki. Yazarın zihni çok önemli. Yazar zihninin işleyişini, ışıltısını yapıtına hayatı ve insanı birleştirerek yansıtamadığı sürece demin dediğim okur avcılığı çıkar ortaya. Yayınevleri de özellikle çok satanları basmaya özen göstererek bu işin bir başka ve önemli ayağını oluşturuyor olmalı? Bu konu zaten Türkiye’de başlı başına bir gerçeklik ve bu konuştuklarımızın bir parçası. Aslında çürüme ya da körleşme hayatın bir alanında başladı mı bu hayatın her katmanına yayılır. Ne yazık ki Türkiye’de, özellikle son yirmi yılda yayın dünyası bunu hem aktörü hem de vazgeçilmez bir parçasına dönüştü. Bu da söz ettiğimiz tarzda yazarların, kitap ve yayın kirlenmesini egemen kılan bir durum. Burada bir serbest piyasa anlayışı hakim. Ne denetimi ne de kontrolü yok. Sapla saman karışmış durumda. Tabi çok satanlar, popüler yayınlar tüm dünyada mevcut. Ama Türkiye’de iyi olanı gölgeliyor, iyi olanın önüne konuyor. Yayıncı için de iyi kötü yoktur. Çok satması önemli. Parayı veren düdüğü çalar anlayışı.

SPOT

53

Söyleşi: Uğur Yıldız

Bütün bu çizdiğiniz tabloda, bu söz konusu olumsuz durumda sanatçıların aydınların hiç kabahati yok mu? Aydınlar toplumdan çok fazla kopuk, topluma sırtını dönmüş durumda. Aydınlar bu süregiden gerileme karşısında ne yapmalı, ne yapabilir? Evet. Aydınlar toplumdan kopuk. Giderek daha fazla kopuyor, uzaklaşıyor ve kendisine bir kristal küre yaratıyor. Ben Anadolu’ya her gidişimde her şeye daha çok öfke duyuyorum. Hem kendi bulunduğumuz bu ortama öfke duyuyorum. Hem halkın bu kadar tepkisizliğine öfke duyuyorum. Ve giderek kendi varoluş değerlerinden uzak duruşuna ve onların talan edilişine karşı tepkisizliğine öfke duyuyorum. Tabi herkes, her aydın kendi yaşadığı bölgedeki çarpıklıkları işlemeli, yazmalı. Ama böyle olmuyor. Aydın kendi yaşadığı toplumdan, kültürden, çevreden uzaklaşıyor; bir kristal küre yaratıyoruz. Ve giderek birbirimiz için yazmaya başlıyoruz. Örneğin şu anda Ahmet Altan’ın Son Oyun romanını okuyorum. Okudukça ilerledikçe şunu soruyorum; Ahmet Altan bunu neden yazdı? Neyin karşılığı bu yazılanlar? Sürekli söz oyunları, parıltılı sözler. Bunu okuyan bir insan kadın avcılığı da yapabilir, erkek avcılığı da yapabilir. O sözleri birine mektup olarak da yazabilir. Ama tam anlamıyla bir sabun köpüğü. Kötü edebiyat örneği. Kötü edebiyatın pornografik edebiyattan hiçbir farkı yok. Örneğin pornografik bir metni okuduğunda duygularınızı uyarır, hazlandırır. Ama bu edebiyat değildir. Televizyonlardaki talk show’lar gibidir. O an seni gıdıklar. O an başlar o an biter. Dışarıya çıkıp birine anlatamazsınız. Ama ben size bir Dostoyevski, Camus romanından söz edebilirim. Bunu Ahmet Altan’ın Son Oyun’u için demem, diyemem. Kötü edebiyatı yaratan

da yazardır. Lüks cipine atlayıp Anadolu’ya gitmek ve orayı turist gibi gezmek, oradan malzemeler toplayıp ve sonra da gelip kristal kürende bunu yazmak. Bu, edebiyat değildir; okur avcılığıdır. Zaten hemen anlaşılır. Ama ne yazık ki şimdi Ahmet Altan gibi yazarlar çoğaldı. Ya da Elif Şafak’a bakıyorsunuz. O da uhrevi bir dünyanın dilini, anlayışını egemen kılarak okuru avlamaya çalıştı. Örneğin dini kitapların satıldığı bir kitabevinde Elif Şafak’ın Aşk romanını gördüm. İçeriye girip başka edebi kitaplar var mı diye sordum. Hayır, sadece Aşk romanı var burada dediler. Okur belki de o kitabın ilahi aşkı anlattığını sanıp alıyor ve okuyor. Ama bu okurun değil, yazarın sorunu. Çünkü önüne ne çıkarsanız okuyan “cahilleşmiş” “sürüleşmiş” bir okur var. Ahmet Altan’ın romanı 100 bin sattı, Aşk romanı 800 bin sattı. Ama bu, ‘Türkiye’ de 100 bin ya da 800 bin roman okuru var’ın ölçütü değil ki. O halde öteki kitaplar neden okunmuyor? Ama popüler kültür kendi aktörlerini kendi içinde yaratıyor. Ne yazık ki o aktörlere özenerek yazıyor insanlar. Deniyor ki Ahmet Altan nasıl başardı da romanı 100 bin sattı? Ben de onun gibi yazayım. Yabancı kitaplar da öyle. Dan Brown’un kitabının kopyaları çoğaldı. Bu tabi kültürel yozlaşmadır. Bunun önüne geçilecek diye bir şey yok. Bunun panzehri yaratılabilir. Bunu da ancak insanlara anlatarak, bu öfkeyi dile getirerek başarabilirsiniz.


Cinbaz’ın yazarı Ege Görgün:

“Bu öykülerin çoğunu ben yazmadım” Kitabın tümünü düşünürsek öykülerde dikkati çeken ortak noktalardan biri ölüm. Bazen bu bir intihar isteğiyle vurgulanıyor, bazen de yakınlarını öldüren karakterlerle... Bir gün ölecek olduğunun bilgisine sahip olmak insanın hayatındaki en büyük travma. Bu travma insanı çılgınlığın eşiğine getirebilir, sonra da o eşikten aşağı, delilik abisine atabilir. Neyse ki insana ölümü düşünmeme becerisini ihsan edilmiş. Öleceğimizi aklımıza getirmeden yaşıyoruz. Yetmezse dine veriyoruz kendimizi ve ölümün bir son olmadığı gerçeğine sarılıyoruz. Her şey o ölüm korkusunu yenebilmek için aslında. Bazen de ölüm son çare. Kaçış, kurtuluş, umuda yolculuk artık ne derseniz deyin. Saf kötülüğün sorumlusu insandır diyorsun. İnsanın kötü olmasının sebebi sadece insan olması mı, sahip olduğu zayıflıklar ve hırsları mı? Kötülükle nasıl savaşılır? Onu da ben demiyorum ya aslında… Ama diyebilirim de sanırım, evet, düşününce, kötülüğün kaynağı insan. Bana bir kötülük söyleyin size insan dahlini göstereyim. Kötülük, misal köpekbalığının içgüdüsel olarak sizi yemesi değil, sizin onu birkaç yüz gram et ve yüzgeçlerinin tozu yatakta performansınızı yükseltecek diye avlamanızdır. Kötülükle savaşmak çok basit. Herkes kendisiyle savaşacak. Tüm insanlık hırslarını bastırabildiğinde, doğru olanı yapacak gücü kendinde bulduğunda savaş kazanılmış demektir. Peki bu mümkün mü? Bana sormayın, dediğiniz gibi ben kötümserim. Bana kalsa dünyadaki diğer canlıların iyiliği için insanlığın fişini çoktan çekmiştim ben.

Yazdığın öyküler pek aydınlık sayılmaz Baskın renk siyah bu öykülerde. Kötümser biri misin? İyimser olmak için bir sebep görememekse kötümserlik, evet. Ayrıca her şey böylesine kötüye giderken iyimser olmanın bir fayda getireceğine de inanmıyorum. Bazı öykülerinde küçük şehirden gelip büyükşehrin keşmekeşliğinde yırtmaya çalışan karakterler dikkati çekiyor. Kü-

54 SPOT

çük bir şehirde doğdun sanırım. Bunun hayatında ne gibi bir etkisi oldu? Büyük şehir insanı olmamanın karakterimde olumlu, kariyerimde olumsuz etkileri oldu diyelim. Ama zaten bu ülkede “sağlam kariyerin sağlam karakterde” olması çok güç bizim gazetecilik mesleğinde. Daha pek çok başka meslekte de tabi… Öykülerinde karakterlerin birçoğu Beyaz Türklerden ya da ailesinin imkânlarıyla medyada çalışanlardan oldukça rahatsız. Sen de öykülerindeki kadar rahatsız mısın bu kesimlerden? Öykülerde yer aldıklarına göre beni de rahatsız ediyorlar demek ki. Meslek hayatım boyunca bunların ikiyüzlülükleri, torpilleri, haksızlıkları, menfaatçi ve egosantrik davranış biçimleriyle cebelleş olup durdum, nasıl etmesin.

Söyleşi: Rıza Oylum

Sinema ve futbol yazılarıyla tanınan Ege Görgün bu kez öyküleriyle çıktı okurlarının karşısına. Yazarın ilk kitabı olan Cinbaz Marjinal Kitaplar’dan çıktı. Cinbaz’da; korku, bilim-kurgu ve fantazya türleri arasında mekik dokuyan öyküler var.Ege Görgün’le Cinbaz’ı ve medyayı konuştuk.

Öykü ülkemizde pek rağbet görmeyen bir tür. Herkes bir roman yazmaya bakıyor, neden bir roman değil de öykü kitabı yazdın? Arkasından bir roman gelebilir mi? Ben öykü kitabı yazmadım. Öyküler yazdıkça birikti, bir yayıncı da gel basalım dedi. Yoksa böyle bir proje yoktu ortada. Zaten ne yalan söyleyeyim bu öykülerin çoğunu da ben yazmadım. 20’li yaşlardaki bir Ege Görgün’ün yazdığı öyküleri nasıl sahiplenebilirim ki. O Ege’nin üstünden yıllar geçti ve bambaşka bir adam oldu. O adamın yazdığı tek öykü Cinbaz sanırım. Ölümlerden Ölüm Beğen de nispeten yakın dönemde yazıldı. Roman yazabilecek sabıra ve konsantrasyon becerisine henüz sahip değilim. Gelecekte olabilir miyim de bilmiyorum. Hem kitap olmayı bekleyen onlarca futbol ve sinema yazım var sırada.


Kenan Başaran’la yeni kitabı “Arkadan Müdahale” ve şike davası üzerine:

Bir şike davasının anatomisi Türk spor tarihinin en büyük davası 3 Temmuz günü, birçok kulüp başkanına ve yetkililerine yönelik şike suçlaması ile yapılan operasyonla başladı. 3 Temmuz’dan beri ülke gündemini epeyce meşgul eden şike davasında neler yaşandığını en başından beri takip eden gazeteci Kenan Başaran hazırlamış olduğu “Arkadan Müdahale” kitabı ile süreci önemli bir kaynak haline getirdi. Biz de Arkadan Müdahale üzerine sohbet etmek için bir araya geldiğimiz Kenan Başaran ile süreci enine boyuna konuştuk. 3 Temmuz’dan bugüne kadar “şike süreci” ile ilgili tüm davaları takip ettiniz ve takip etmeye devam ediyorsunuz. Bu takibin sonucunda kamuoyuna belge niteliğinde bir kitap sundunuz. Bu kitabı yazmaya karar veriş aşamanızı ve aldığınız tepkileri paylaşmak ister misiniz? Türkiye futbolunda ilk kez, büyük kulüpleri suçlayan bir şike davası açıldı. Bu tarihi duruma bir gazeteci olarak kayıtsız kalamadım. Ve bu nedenle her aşamasına tanıklık etmek istedim. Bu davayı üzerinde forması olan ve kalemini de gönül verdiği takımın renginde oynatan bir gazeteci olarak değil, elverdiğince objektif olmaya çalışan formasız bir gazeteci olarak takip etmeye çalıştım. Sonuçta bütün duruşmalarını izlediğim bu davayı bir kitap olarak da değerlendirme ihtiyacı duydum. Gelecekte birileri bugünleri deşmek isterse ellerinde bir kaynak olsun istedim. Kitabı okuyup benimle konuşan herkesten çok olumlu yorumlar aldım. Hukuki mevzular genelde insanlara sıkıcı gelir öyle ki birçok konuda hakkımızı aramaya yeltendiğimizde sırf o hukuk cenderesine girmemek için vazgeçmez miyiz? Ben kitabı yazarken insanları sıkmamaya, ak bir üslup kullanmaya çalıştım. Kitabı okuyanların ilk tepkisi şu oluyor: “Hiç sıkılmadım, çok akıcı.” Bunun yanı sıra kitabın, süreci derli toplu verdiği için ve spor yargısı ile ceza yargısı süreçlerini paralel bir şekilde işleyip kıyas olanağı taşıdığı için de övgü aldığını söyleyebilirim. Duruşma günlükleri ve mahkeme salonundan alınan doğaçlama konuşmalar da ilgi görmüş okuyucudan. Türkiye’de 3 Temmuz süreci artık konuşulmuyor, konuşulması da istenmiyor gibi. Fakat Yargıtay’da dava süreci devam ediyor. Bu davadan beklentileriniz neler? Davada şu an Yargıtay’ın kararını bekliyoruz. Yargıtay ya son noktayı koyacak, yani verilen cezaları onaylayacak ya da bir virgül koyup “bu davayı bozuyorum” diyecek. Peki, nasıl bozabilir? İki türlü bozabilir: Esastan veya usulden. Usulen

bozması, davayı çok etkilemeyebilir. Fakat esastan bozması davayı yeniden şekillendirir. Esastan bozması, Fenerbahçe’nin işine gelebilecek bir durum. Çünkü Yargıtay bu sürecin örgütlü bir hareket olmadığına kanaat getirirse Fenerbahçe, süreci en hafif şekilde atlatmış olur. Başka bir ihtimal ise, Yargıtay’ın davayı Fenerbahçe aleyhinde bozması. Bu durumda Yargıtay: “Dava doğru yargılanmış, fakat bu suçların karşılığı olan cezalar verilmemiş.” diyebilir. Şu an Yargıtay’ın son sözünü beklememiz gerekecek. Bu aşamada kişisel görüşümü bildirmem çok doğru olmaz.

Ben, tamamen saha içine döndüğümüzü düşünmüyorum. Aykut Kocaman’ın bir maç sonrası basın toplantısında: “Artık Galatasaray’ın saha içinde ve saha dışında kaybedeceğini düşünmüyorum.” demeci akılları tekrardan saha dışına çevirerek bu sürecin bitmediğini gösterdi. Emenike olayından yola çıkarak şöyle bir sorundan bahsetmek gerek: Taraflı tarafsız kimse süreci bir bütün olarak değerlendirmiyor ve duyumlar üzerinden insanları mahkûm ediyoruz veya yargılıyoruz. Tek bir kişiye veya olaya bakarak davayı değerlendirmemiz son derece yanlış.

Emenike davada önemli bir unsurdu. Geçtiğimiz haftalarda Emenike beraat etti. Bu haber, davanın zamanla kamuoyunda önemini kaybedeceği izlenimi yarattı. Futbolda artık normalleşmeye başladık diyebilir miyiz? Tamamen saha içine dönebildik mi?

Yargılamada polis, savcı ve medyanın ortak tutum alışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Davanın fezleke aşamasını, Türkiye’deki birçok davada olduğu gibi, anlamak güç. Bu büyük dava süreçleri, normalde, po-

SPOT

55


3 Temmuz sürecinin başlangıcı, müthiş bir dezenformasyon ortamı yarattı. Buna en büyük örnek, operasyondan sadece 1–2 ay sonra, polis kayıtları ve iddianameleri ile çıkartılan “Ne şike bitti ne sevdam” kitabı. lisin dinlemeleri ve araştırmaları sonucu elde ettiği bir takım iddiaları savcılara gönderip savcıların da bu iddiaların bir kısmını veya tamamını kabul edip mahkemeye sunması, mahkemenin de kabul gördüğü iddialar ile davayı başlatması ve yargılaması ile oluşmalı. Ama Türkiye’de her şey birbirine karıştığı için, biz daha polisin ortaya attığı ilk iddialarla insanları mahkûm ediyoruz. O anlamda bu davada adı geçen herkesin, polisin fezlekesi ile yargısız infaza uğradığını kabul edelim. Bunu çanak tutan da medyamızdı. O dönem, her yerde Emenike’nin para sayma görüntüleri konuşuluyordu. 3 Temmuz sürecinin en çok konuşulan konularından biriydi bu görüntülerin varlığı. İddianame hazırlandıktan sonrası savcılığa gidip, Emenike’nin para sayma görüntülerini sorduğumuzda savcı: “Ara bakayım iddianamede öyle bir şey var mı” diyor. Arıyorsun, böyle bir şeyle karşılaşmıyorsun. Burada demek istediğim biz, hep işleyişi gözden kaçırıyoruz. Mesela, polis ortaya on tane iddia atabilir, mühim olan savcıların bu iddialardan hangilerini kabul edip iddianamede sunacağıdır. Savcı Berk’e “Ortaya atılan onca bilginin asılsız olduğunu söylüyoruz, peki buna, neden o zaman müdahale etmediniz?” diye sorunca buna cevap alamıyorsunuz. Herkes bu sürecin kendiliğinden oluşmasına göz yumdu diyebiliriz. Polis, Fenerbahçe gibi bir kulübe böyle bir operasyon gerçekleştirerek kendisi için çok ciddi bir işe kalkıştı. Operasyon sonrası, haklılığını kamuoyuna ispat edip desteği arkasına almak için bu tür dezenformasyonlara başvurdu. Ülkemizdeki birçok büyük davada polis, hep aynı yöntemi uygular. Bu süreçte cemaat sıkça gündeme geldi. Cemaat bu soruşturmanın neresindeydi? Öncelikle şunu soralım: Siz hiç Aziz Yıldırım’ın ağzından doğrudan cemaati vuran bir açıklama duydunuz mu? Ben duymadım. O dönem Aziz Yıldırım’ın imalı bir kaç sözünü, taraftarın alıp bayraklaştırdığını gördüm. Örneğin, Ertuğrul Özkök bir gün köşesinde, “Aziz Bey Fetullah Gülen’e çok kızgın” diye yazınca Fenerbahçe’den “hâşâ öyle şey olur mu?” dercesine yalanlama geldi. Burada, taraftarın aylarca sözünü ettiği “Cemaat bizimle başa çıkamaz!” tepkisinin boşa yapıldığını görüyoruz. Aziz Yıldırım’ın “Kimse, başbakanla aramızı bozamaz” sözü de bu söylediklerimizi doğrulayan bir söz olsa gerek. Bu şike sürecinde ortaya bir de örgüt çıktı. Onlarca insanı kapsayan bu operasyonda kimileri örgüt kurarak şike yapmaktan, kimileri de sadece şikeden alındı. Örgütlü şikeciler ile bireysel şikeciler nasıl ayrıldı birbirinden?

56 SPOT

Bu işin başlangıcı, Olgun Peker’le ilgili bir soruşturma başlatılırken Aziz Yıldırım’ın da dinlemeye takılmasına dayanıyor. Bu dinlemeler sonucu, bir şeylerin döndüğünü fark ediyorlar ve süreci başlatıyorlar. Savcı Zekeriya Öz, sadece Fenerbahçe’yi kapsayan bir dosya hazırlıyor. Ve sonrasında “Ben şimdi Galatasaraylıyım, bu davayı ben açarsam GS’li kimliğimden dolayı bu davaya şüphe ile bakarlar” deyip davadan çekiliyor. Yerine gelen savcı Mehmet Berk ise: “Bu davayı sadece Fenerbahçe üzerinden yürütürsek inandırıcılığını kaybeder; o sebeple ligde iddialı olan Trabzonspor ile kupada finale kalan Beşiktaş’ı da bir dinemeye alalım.” deyip davanın çevresini genişletiyorlar. Fenerbahçe’nin örgütten, diğer kulüp yöneticilerinin ise örgüt dışından yargılanmasına gelirsek; O dönem, Aziz Yıldırım, İlhan Ekşioğlu, Şekip Mosturoğlu ve Tamer Yelkovan’nın kendi aralarında sürekli bir şeyler konuşup planlar yaptıkları fark ediliyor. Bunları gizli gizli yapıyorlar, diğer yöneticileri işe karıştırmıyorlar. Bu durum, savcının dikkatini çekiyor. Ve savcı da yasalara dayanarak bu dört kişinin, bir araya gelip haksız kazanç ve çıkar sağlamak amacıyla bir örgüt kurduğunu iddia eden dosya hazırlıyor. Örgüt hikâyesinin buraya dayandığını söyleyebilirim. Buna itiraz eden Fenerbahçe yetkililerine ise, yasaların, 3 kişinin bir araya gelip çıkar amaçlı iş yapmalarını örgütlü suç olarak kabul ettiğini söyleyebiliriz. Bu süreçte Savunma mekanizmasının yeterli doneleri ortaya koyamadığını düşünüyorum. Aziz Yıldırım ve avukatları süreci tersine döndürecek, davayı boşa çıkartacak hiç bir done ortaya koyamadı. Ve 2 yıldır konuşacağını iddia eden Aziz Yıldırım hala konuşmadı. Bu süreci Türk Futbolu için bir dönüm noktası olarak görebilir miyiz? Gördüğüm kadarı ile böyle bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Çünkü caydırıcı kararlar alması gereken yargı kurumu bile pes etmiş durumda. Savcıların bundan sonra böyle toplara gireceğini pek tahmin etmiyorum. Futbol izleyicisinin, taraftarın, kulüplerinin adlarını kirletenlerden hesap sorması gerekirken onları kahramanlaştırdığı sürece, kimse iyi şeyler beklemesin. Şu süreç, futbolun başındaki insanlar için ders oldu. Nedir o ders? Bu işi yaparken örgütlü yapmamak. Örgütlü yapınca en azından bir sene falan da olsa içerde yatma riskiniz var. Örgütsüz bir model geliştirirseniz yürüyüp gidersiniz. 58. Maddenin değişimi... Türkiye yargısının kararlarına güvenmiyoruz diyelim. Cemaat var diyelim, siyasi bir operasyon var diyelim ve bu kararları bir kenara koyalım. Türkiye Futbol Federasyonunun yargılama sistemine bakalım.

Orada durum daha vahim. Apar topar federasyon başkanlığına “atanan” Yıldırım Demirören ile süreci sancısız ve cezasız bir şekilde atlatmanın yolları arandı. Teşebbüse dahi ceza gerektiren 58. Maddenin değişimi ile çalışmalara başlayan federasyon, delilleri yok etmeye kadar ilerleyen süreci başlattı. Bu dönem Aziz Yıldırım, 58. Maddenin değişmemesini, kendilerinin suçsuz olduğunu ısrarla dile getirirken Fenerbahçe başkan vekili Nihat Özdemir 58. Maddenin değişimi için çalışmalar halindeydi. Sormazlar mı Nihat Özdemir’e, “Başkanınız kendinden bu kadar eminken siz neden bu maddenin değişmesi için çabalıyorsunuz. Bir sıkıntı mı görüyorsunuz Fenerbahçe’de?” İyi polis-kötü polisi oynadıklarını düşünüyorum Nihat Özdemir ile Aziz Yıldırım’ın… 58. Maddenin değiştirilmek istenmesi, ortada bir suç olduğunun kanıtı değil midir? 58. Maddenin değişmesi gerekiyor muydu sizce? Ben mevcut talimat değişmeden Fenerbahçe’nin adil bir şekilde yargılanmasını isterdim. Yargılama sonucu Fenerbahçe’yi aklarsan dosyasını kapatırsın. Ve tüm Fenerbahçe camiasına başı dik bir şekilde şampiyonluğumuz tertemizdir dedirtirsin. Ya da suçlu bulur, madde ne gerektiriyorsa o ceza ile cezalandırırsın. Yargılama biter o zaman oturur uygulamanın değişip değişmeyeceğini tartışırsın. Ve o günü Türk Futbolunda milat kabul edersin.Bu talimatı (58. Madde) değiştirerek, Fenerbahçe’ye iyilik yaptıklarını düşünmüyorum. Fenerbahçe’yi kurtarıyoruz havası yaratıp, aslında yargılama şansı vermeden Fenerbahçe’yi mahkûm ettiklerini düşünüyorum. Savcıların ve yargılama makamının böyle büyük bir davaya iyi hazırlandığını düşünüyor musunuz? Şunu bir kez daha belirtmek istiyorum. 3 Temmuz sürecinin başlangıcı, müthiş bir dezenformasyon ortamı yarattı. Buna en büyük örnek, operasyondan sadece 1–2 ay sonra, polis kayıtları ve iddianameleri ile çıkartılan “Ne şike bitti ne sevdam” kitabı. Bu kitap, yargılanan herkese ve kulüplere ayıptır. Hazırlık konusuna gelirsek, Türkiye’de ne yazık ki, savcılık polisin yanında yer alıyor. Hâlbuki o üçlü ayakta savcılık ortada yer almalıdır. Bizde ise Polis operasyonu yapıp, iddianame formatındaki belgeleri savcılığa yolluyor; savcılık da şöyle bir göz atıp iddianameyi olduğu gibi kabul edip yargılamayı başlatıyor. Türkiye’de kendi hakkında dinleme kararı çıkaran savcıların olduğu söyleniyor. Polise olan bağlılık o kadar kuvvetli ki imzalaması için önüne gelen kâğıdı okuma gereği bile duymuyor. İddianamenin hazırlanış süreci... Savcılık, bu davanın iddianamesini 4–5 ay kadar kısa sürede hazırladı. Bu süre diğer büyük davalarla kıyasladığımızda epey kısa. Burada, konu futbol olunca yapılan


3 Temmuz sabahı yaşananlardan sonra biz, 4 Temmuz’da Fenerbahçe’yi bir alt ligde görmeyi beklerken 12 Mayıs’ta Galatasaray ile Şampiyonluk maçına çıkarken gördük. “Olacak iş mi bu?” diye soruyor insan kendi kendine; ama oluyor işte. pozitif ayrımcılığı gördük. Mesela, Ahmet Şık’ların davasında 3 ay sonraya gün veren mahkeme, burada hep 1 ay sonraya gün vererek hızlandırılmış mahkeme süreci izletti bize. Emsalleri ile kıyaslandığında çok kısa sürede sonuçlanan bu dava için farklı yorumlar ile karşılaştık. Bir yorum, yangından mal kaçırır gibi yargılamanın yanlış olduğunu söylerken; diğer bir yorum da yargının alacağı karar, spor yargısının vereceği kararı etkileyeceğinden mahkemenin biran evvel sonuçlanmasının futbolumuz için hayırlı olacağıdır. Ve nihayetinde istedikleri gibi bir yargılama süreci oldu. Göksel Gümüşdağ’ın ifadeye çağırılması AKP – Cemaat ayrışmasına yoğruldu. Bu konu hakkında ne diyeceksiniz? Siyasetin, bu davada çok aktif bir rol oynadığını gerçek. Mesela cemaatin bu süreçte ki tavrı 58. Maddenin değişmemesi yönündeydi. AKP ise oy kaygısından, talimatın değişmesi yönünde tavır aldı. Cemaat ile AKP arasındaki davaya dair ilk fikir ayrılıkları bu şekilde yaşandı. Bunların üzerine o dönemde Hakan Fidan ile yargı arasında patlak veren sorunlar şike davasında

adı geçen isimleri de etkiledi. Göksel Gümüşdağ’ın gözaltına alınmasını bununla açıklayabiliriz. Hakkında 21 yıl ceza istenen bir adamın o güne kadar ifadesine hiç başvurmayıp, sonra patlak veren krizden sonra apar topar Gümüşdağ’a gözaltı kararı çıkarılması, cemaatin devreye girdiğini gösteriyor. (Göksel Gümüşdağ, Emine Erdoğan’ın eniştesidir.) Şikenin sahaya yansıyıp yansımadığı çok tartışıldı. Yansımadıysa İbrahim Akın neden ceza aldı, yansıdıysa neden başka kimse ceza almadı? Spor yargısında şöyle bir sonuç çıktı: Herkes şike yaptı, ama kimin kiminle yaptığı belli değil. Şekip Mosturoğlu bir şeyler yapmış ve karşısında bir muhatap yok; İbrahim Akın şike yapıyor karşısında şike teklifinde bulunan yok. Yani kişiler arasında bağlantı yokmuş gibi yapıldı. Spor yargısı bu bağlantıları kurmak isteseydi, yeni çıkardıkları yasa bile Fenerbahçe’yi kurtaramayacaktı. Çünkü PFDK’nın verdiği kararda şike sahaya yansımıştır olacaktı. Tahkim kurulu bu bağlantıları bozarak Fenerbahçe’yi kurtarmış oldu.

Bu yaşanan şike sürecinin futbolda şiddeti körüklediğini düşünüyor musunuz? Sahalarda ırkçılığın yaşanması, bir taraftarın öldürülmesi bunlar yaratılan bir kutuplaşmanın sonuçları mı? Ben ona katılmıyorum. Bakın bu şiddet konusunda hafızalarımız biraz zayıf. Ben yanlış mı hatırlıyorum? 80’lerin ikinci yarısında taraftarların İnönü’de kapalının ortasını kapmak için verdikleri taşlı, sopalı kavgaları? Keza savaşa gider gibi hazırlanılan deplasman otobüsü görüntülerini? Ben eskiye oranla taraftarlar arasında yaşanan şiddetin azaldığını düşünüyorum. Belki saha içinde yaşanan şiddetin arttığını söyleyebiliriz; ama taraftarlar için değil. Bizde şiddete dayalı sahtekâr bir tutum var. Hep en son yaşanan olaya dair bir tutum oluyor. Daha önce yaşanan olaylar hatırlanmak istemiyor. Şiddetin sebeplerini araştırdığımızda, futbolun içindeki 3 unsurun hep birbirini suçladığını görüyoruz. Taraftar, medya ve kulübü suçluyor; medya, kulüp ve taraftarı suçluyor; kulüp de, taraftar ve medyayı hedef alıyor. Yaratılan bu şiddet ortamında kimsenin kendine “Ben ne yapıyorum acaba?” diye sorduğu yok! 3 Temmuz sonrasının, tribünler için daha vahim geçeceğini düşünüyordum; fakat statlarda şike gündemli sloganlara ve o tür gerginliklere pek rastlamadık. Trabzon - Fenerbahçe maçlarını saymazsak... En nihayetinde, Türkiye ve futbolu yönetenler 3 Temmuz sürecinden tereyağından kıl çeker

SPOT

57


gibi rahat bir şekilde sıyrıldılar. Kimse bir bedel ödemedi, ödemediği için de her hangi bir tepkiyle karşılaşmadı. Kâğıt üstünde kazanan gibi görünen Trabzonspor ise bir türlü o süreci atlatamayıp bedel ödeyen tek takım oldu. Bu dönemin kazananı Galatasaray oldu gibi? Ee tabi. Galatasaray kulübünün devlet ve futbol dünyasında sahip olduğu lobisi malumunuz… Mekteb- i Sultaniye’nin yüz yıllık tohumlarıdır Galatasaray’ı yönetenler. Bakın şu an Demirören yönetimi var Federasyonun başında ve GS yönetimi bu federasyona oy vermedi. Bunlara rağmen hala federasyonun yarışta Galatasaray’ı destekleyebileceğini düşünebiliyoruz.

türlü mümkün değildi. Fikret Orman’ın icraatlarına gelirsek: Fikret Orman, kulüpte hep sempati duyulan Süleyman Seba ile özdeşleştirilen birisi olarak yıllarca başkanlığı konuşulan biriydi. Şans yüzüne böyle sıkıntılı bir dönemde güldü ve başkanlık koltuğuna oturdu. Fikret Orman’ın stat işini nasıl çözdüğüne gelirsek, hükümet desteği ile çözdüğünü söylersek yanlış söylemiş olmayız. Hükümeti ikna etmek kararlılığını ortaya koydu. Ve işi profesyonel bir şekilde yürüteceğini göstermek

Öncelikle şunu belirtmek isterim, Fikret Orman’ın Beşiktaş’ın başkanlığına geçmesi de 3 Temmuz’un sonuçlarından biridir. Yıldırım Demirören’nin federasyon başkanlığına “atanması” sonucu Fikret Orman Beşiktaş’ın başkanlığına aday olabildi. Yıldırım Demirören’i bu kongre yapısı ile başkanlıktan indirmek başka

58 SPOT

için Dünyanın en büyük spor ve eğlence pazarlama şirketi ING ile anlaştı. Bu ortaklık, şimdiden stadın tüm planlamasını yapmış durumda. Bu çalışmalar hükümetin desteğini almak için önemliydi. Bir de başbakanı, Beşiktaş’ın iki büyük karşısında geride kaldığını ve bunun önüne geçmek için stat projesinin çok önemli olduğunu anlatarak ikna etmiş olabilirler. Olimpiyat adayı Türkiye’nin de böyle merkezi bir yerde kaliteli stada ihtiyacı olması da süreci desteklemiş olabilir. İnönü Stadı tarihi eser olmasından dolayı yıkılamıyordu yıllardır bu sorun nasıl aşıldı peki? Stat yapımı yarıda kalır mı? Stadın, başbakanda tarihi eser kaygısı yaratacağını düşünmüyorum. Çünkü başbakanın tarihi eserlere bakışı genelde 3–5 çanak çömlekten öte olmamasıdır. Taksim ve Yenikapı’daki inşaat devam ediyorsa İnönü projesinin durmasının bir anlamı yok. Ayrıca İnönü Stadı’nın etrafında yer alan plazalar, tarihi dokuya zarar vermiyorsa!.. Oraya yeni bir stadın da yapılmasının da bir sakıncası yoktur (!). Bu stadın yapımına karşı duran tek kişi Ertuğrul Günay’dı, o da şuan buna engel olabilecek bir görevde yer almıyor. Kazlıçeşme’ye stat yapılması, bir dönem

İki tane bakış açısı var. Birincisi, romantik bakış açısı. Romantik bakış açısı diyor ki “o stat kendiliğinden yıkılana kadar dokunma o haliyle kalsın, o stadı yaşat”. Fakat Şampiyonlar ligi denen şey olmasaydı bunu ben de desteklerdim. Futbol, önceden bu kadar paraya bağlı bir oyun değildi. Ligi şampiyon tamamlamanın anlamı, rakibini şampiyonluk sayısında yakalaman veya geçmen olarak görülürdü sadece. Fakat Şampiyonlar ligi gelirleri ve orada dönen pasta ile beraber Türkiye’de şampiyonluk demek akıl almaz paralar demek oldu. Şampiyon olamamak ise, sonraki seneler için rakiplerinin çok gerisinde kalmaktır. Bu mantıkla düşününce, şampiyonluk ve başarı için sana kaynak sağlayacak işlere kalkışman lazım. Stat da kulüpler için en önemli gelir kaynaklarından birisidir. Beşiktaş’ın endüstriyel futbol içerisinde yerini alabilmesi için stat projesini biran evvel bitirmesi lazım. Yoksa 100 yıllık bu koca camianın bir süre sonra tarihte bir anı olarak kalmasını istemeyiz. UEFA'nın Fenerbahçe ve Beşiktaş'a vermiş olduğu cezalardan sonra Türk futbolunda nasıl değişimler bekliyorsunuz? UEFA’nın onayı asla sürpriz değil. Biz kendi içimizdeki yargıyı ne kadar eleştirirsek eleştirelim nihayetinde dışardan bakanlar için ortada bir hükümler sonuçlanmış yargı kararı vardı. “Bu işi kapattık.” diyen Demirören federasyonu derhal istifa etmelidir; çünkü ürettikleri formül elde patlamıştır. Türkiye’de 3 Temmuz tartışması bir kez daha alevlenecek. İster istemez Trabzonspor TFF’den kupa talebinde bulunacak. Zaten yabancı futbolcu tartışmasında 17 kulübü karşısına alan TFF bir de TS’nin artacak baskısına karşılık vermek zorunda kalacak. Galatasaray’ın, Fenerbahçe’nin Avrupa’dan uzak kalacak olmasını iyi değerlendirmesi halinde dengenin GS’den yana kaymasını da beraberinde getirecektir. Ama her şeye karsın Fenerbahçe taraftarının takımını daha çok sahiplenmesi da bu süreçte kaçınılmaz olacaktır. Aziz Yıldırım’ın bir milyon üye projesini somutlaştırabilir.

Söyleşi: Özenç Kurt - Fatih Atlay

Şike gündemine bir virgül koyup tarihi stat İnönü hakkında konuşmak isteriz. Beşiktaş’ın ekonomik olarak sıkıntılı geçirdiği şu süreçte, Fikret Orman’ın stat işine kalkışması ne kadar mantıklı? Ve İnönü Stadı’nın çok tarihi bir havası vardır, yıkmadan çözüm mümkün değil miydi?

Kazlıçeşme’ye stat yapılması Beşiktaş’a resmi bir şekilde önerildi. Eski divan başkanlarından birinin ağzından duymuştum bunu. Fakat bu Beşiktaş taraftarlarınca pek kabul görecek bir öneri değildi. Akabinde 3 Temmuz sürecinde Türkiye’de futbol taraftarlarının tepkisinin hiç bir şeye benzemediği anlaşıldı. Ki Beşiktaş taraftarının kafa olarak daha kırık olduğunu düşünürsek Hükümetin böyle bir hareketi karşısına almak isteyeceğini düşünmüyorum. Peki, yapılacak yeni stat, Beşiktaş’ın “Halkın Takımı” havasının ne kadarını koruyabilecek?

Şike süreci, yayıncı kuruluşun ve futbol ekonomisinin isteği doğrulusunda yürütüldü sanırım? Mesela Play Off’ları yayıncı kuruluşu kurtarmak için çıkartılmış bir uygulama olarak gördük. 3 Temmuz sabahı yaşananlardan sonra biz, 4 Temmuz’da Fenerbahçe’yi bir alt ligde görmeyi beklerken 12 Mayıs’ta Galatasaray ile Şampiyonluk maçına çıkarken gördük. “Olacak iş mi bu?” diye soruyor insan kendi kendine; ama oluyor işte. Bakın Almanya’da yayıncı kuruluş battı ne oldu? Orhan Uluca’nın söylediği şu: “O yayıncı kuruluşun batması ile Alman Futbolu yükselişe geçti. Çünkü kulüplere öyle büyük paralar ödüyordu ki, kulüpler, hiç bir alt yapı yatırımına ihtiyaç duymayıp, bol keseden harcıyordu.” Yayıncı kuruluş batınca, kulüpler kendilerine bir çekidüzen verdiler, alt yapılarına yöneldiler ve Alman futbolu bugün ki seviyesine ulaşmasını sağladılar. Velhasıl yayıncı kuruluşun batması, Türk futbolunun sonu olmayacaktır. Bizim yayıncı kuruluşun sağladığı para, reel değil. Kesinlikle bu malın hakkı değil. Geçen sene uygulanan süper final uygulaması, Yayıncı kuruluşun zararını ortadan kaldırmak dışında, bir yandan da Mehmet Ali Aydınlar ile Fenerbahçe arasında geçen pazarlıkların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Fenerbahçe’ye verilmesi muhtemel puan silme cezasını bu şekilde telafi etmek istediler.

ciddi ciddi konuşulmaya başlanmıştı. Bir semt takımı olan Beşiktaş’ı oraya taşımak ne kadar mümkündü?




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.