KADRİ BAĞDU: Em ji bîr nakin
SPOT
haber vs. dergisi
sayı: 9
kasım-aralık 2014
5 TL
KOBANÊ: Devlete karşı savaş KOBANÊ DIRENIŞI ve nefretle büyüyen düşmanlık REAKSİYON: Yeni Türkiye’ye yeni Kurtlar Vadisi ÖZDİL VAKASI: Bir ifade özgürlüğü ve nefret söylemi örneği olarak Yılmaz Özdil çıkmazı
ZEKİ SÖZER: 12 Mart’tan sonra TRT hiç tarafsız olamadı n CEM PEKMAN: TRT’nin herkesin sesini duyurma görevi var
içindekiler 2 Havadis 4 Kadri Bağdu: Em ji bir nakin 5 Kobane direnişi ve nefretle büyüyen
düşmanlık 6 Dünya Suriye’deki devrimci Kürtleri neden görmezden geliyor? 7 Kobane: Devlete karşı savaş 8 Zeki Sözer: “TRT 12 Mart’tan sonra hiç tarafsız ve objektif olamadı” 12 Müjgan Tekin “TRT sadece iktidarın borazanı değil küresel sermayenin istediği zaman kulağını çekebileceği bir kurumdu” 15 Cem Pekman’la söyleşi: “Yüzde 50’nin TRT’si” 17 Tayyip Erdoğan’ı seviyorum çünkü o iyi birisi 18 Medyada nefret en çok Ermenileri hedef aldı 21 Bir ifade özgürlüğü ve nefret söylemi örneği olarak Yılmaz Özdil çıkmazı 22 Kieerkegaard’dan sevgilerle 24 Cinsel suçlar mevzuu: Muhafazakar tahakküm için bir fırsat 26 Yeni Türkiye’ye yeni Kurtlar Vadisi: Reaksiyon 28 Medya ve sol üzerine bazı değiniler 30 Şevket Karakuş’la söyleşi: Unutul(a)mayan hafıza 12 Eylül 1980 33 Anlatılan senin hikayen midir? 35 Yeni toplumsal hareketler ve sınıf 37 Sivas ve kötülük hiyerarşisi 39 Spot kitap 41 Bir idam mahkumunun son günü 42 Olay İzmir’de geçiyor 43 İktidar ağlarına karşı isyan ve umut ağları 46 Sinema-siyaset ilişkisi üzerine 47 Politikleşen Fenerbahçeli kimliği
SPOT Yerel Süreli Yayın
www.spotdergi.net
yönetim yeri: Perpa Ticaret Merkezi 12. Kat A Blok No: 1770 Okmeydanı / Şişli - Tel: 0212 243 28 71
“ B
SPOT - 9
Oğlum yüzme de bilmezdi suyun içinde ne yaptı?” u cümle ikiyüzlü ana akım medya ile AKP aklama timi havuz medyası tarafından -farklı kaygılarla- aynı amaçla kullanıldı. Bu amaç, failleri belli bir iş cinayetini doğal afetmişçesine kabul ettirmek, “insanlar acılıyken siyaset yapmayın” riyakarlığını yeniden hakim kılmaktı. Oysa bu cümleyi şu cümleyle yan yana koymak lazım: “O zeytini nasıl yiyeceksiniz?” Soma’nın, termik santral yapılması amacıyla zeytin ağaçları kesilen Yırca Köyü muhtarının bu serzenişini yine Soma’da ambulansa binerken “ayakkabılarımı çıkarayım mı?” diyen madencinin sözleriyle yan yana okumak lazım. Bu cümlelerin yanına Ali İsmail Korkmaz’ın, Berkin Elvan’ın, Abdullah Cömert’in annelerinin ağıtlarını, Adana’da 90’lar tarzı bir cinayetle katledilen Azadiya Welat çalışanı Kadri Bağdu’nun yakınlarının çığlıklarını, Kobane’yle dayanışmak amacıyla çıktığı sokakta polis ve linç kitlesi tarafından öldürülen gençlerin cinayetlerini eklemek gerek. Bütün bunları yan yana koyduğumuzda karşımıza sadece iki kelime çıkacaktır: Yeni Türkiye.
E
skisini savunduğumuz yok. Projelerine “Yeni” ismini koyanlar onlar ve bu proje neo-liberalizmin vahşetinin dinsel motiflerle kabul ettirilmesinden başka bir anlama gelmiyor. İşledikleri cinayetleri “fıtrat” ve “kader” kelimeleriyle rahatça unutturuyorlar. “Oğlum yüzme bilmezdi” diyen ananın sözlerini “hayat devam ediyor” pişkinliğiyle karşılıyorlar, 15 yaşındaki evladını polis terörüne kurban veren ananın acısını, kendisini meydanlarda yuhalatarak katmerlendiriyorlar. Aydınlığa kavuşturulmuş, şeffaf bir bilgilendirme süreciyle açıklanmış hiçbir tarafı olmayan olayların, yargıya dahi götürmeden polisleri
İmtiyaz Sahibi Özenç Kurt Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Emre Tansu Keten baskı: Ezgi Matbaası, Sanayi Cad. Altay Sok. No:10 Çobançeşme - Yenibosna / İstanbul
aracılığıyla “cezasını kesiyorlar”. İnsana, hukuka, yargıya, toprağa, ağaca, spora, bilime aynı anda dört koldan saldırıyorlar.
B
u sayımızda, bu Yeni Türkiye’nin resmi medyası olan TRT’yi mercek altına aldık. İlk önce cemaat elemanlarıyla çalışan yapısı değiştirilen TRT, eski kardeşlerin birbirine girmesinin ardından tamamen AKP’nin kanalı poziyonuna evrildi. TRT’nin, seçim dönemlerinde adaylara eşit yayın süreleri ayrılmadığı, Erdoğan ile muhalifleri arasında yüz katlara varan farklar olduğu neredeyse bütün AKP’li olmayan siyasetçiler tarafından dillendirildi. Ancak bu eleştiriyi bin kişi daha yapsa bir şey değişecek gibi görünmüyor. AKP, iktidarının ilk zamanlarında olduğu gibi “demokrat” görünmeye, işleri alttan alta halletmeye çalışmıyor. Artık her şey aleni. Yüzde yüzün vergisiyle finanse edilen TRT’yi kendi kanalı gibi kullandığını saklamıyor. Özel sektörde çalışan yandaşları TRT kanallarında programa çıkararak beslediğini gizlemiyor. TRT’de yayımlanan “Kızıl Elma” gibi dizilerle, TRT’yi algı operasyonu malzemesi olarak kullandığını açık açık ilan ediyor. Aslında bu sadece bir basın özgürlüğü sorunu değil, bir kamusal sorundur, bir anayasal sorundur, bir demokrasi sorunudur.
S
pot, mali sorunlar nedeniyle uzun bir ara vermek zorunda kaldı. Öncelikle okurlarımızdan özür dileriz. Bu süreçte kitapçılara dergimizin yeni sayısını soran dostlara da teşekkür ederiz. Bu işe başlarken dergiciliğin zor olduğunu belirtmiştik, bu zorluklar yola devam ettikçe daha da artıyor gördüğümüz kadarıyla. Ancak yola devam etmek niyetindeyiz, bizle birlikte bu dergiyi büyütmek isteyen dostlara da her daim kapımız açık. Bir dahaki sayıda görüşmek üzere.
SPOT ekibi: Aysun Eyrek, Bekir Avcı, Emre Tansu Keten, Ercan Yılmaz, Miray Özturan, Özenç Kurt, Reyhan Kayışlı, Taylan Kesanbilici, Uğur Yıldız, Umur Bedir, Vildan Tekin, Zeynep Günay
Elveda ‘yoldaş
Loukanikos’ Loukanikos, Yunanistan’daki isyanda en ön saflarda, polisin karşısındaydı... Yunanistan’da 2008’de 16 yaşındaki Alexis Grigoropulos’un polis tarafından vurulmasıyla patlak veren ve ülkenin ekonomik krize düşmesiyle devam eden protestolardan tanıdığımız ‘eylemci köpek’ Loukanikos geçtiğimiz günlerde hayatını kaybetti. Öldüğünde 10 yaşında olan Loukanikos›un adı Yunanca ‘sosis‘ anlamına geliyordu.
Faşist saldırı Loukanikos, 2010’da bir protesto sonrasında Altın Şafak adlı faşist partinin taraftarlarınca kaçırılarak bir köprüden atılmıştı. Ayakları kırılmış ve iç kanama geçirmişti.
Polis şiddeti sağlığını bozmuştu Loukanikos, polis şiddetine ve biber gazına maruz kalması nedeniyle sağlığı bozulmuş, iki yıl önce bir aile tarafından evlat edinilerek ‘emekliye ayrılmıştı‘. Loukanikos’un ölüm haberi, köpeğin meşhur olduğu eylemlerde başı çeken sosyalist SYRIZA partisine yakın Avgi gazetesi tarafından duyuruldu. Avgi gazetesine konuşan bakıcısı, önceki gün ölen Loukanikos için “Kanepede uyurken birden kalbi durdu ve huzur içinde öldü” dedi. TİME’a dosya konusu olmuştu 2010 yılında neredeyse her eylemde yer alan Loukanikos, TIME dergisinin her yıl düzenlediği ‘yılın kişisi‘ anketinde 2011’in en ünlü 100 kişisinden biri olarak gösterilmişti.
2
Çeviri Kooperatifi: Tutsaklar dilleri örgütlüyor
lar çevirmeye başladı.
Politik Tutsaklar Sendikası için ilk adım atıldı, ‘Çeviri Kooperatifi’ kuruldu... Cezaevlerindeki PKK’li tutsakların öncülüğünde kurulmaya çalışılan ‘Politik Tutsaklar Sendikası’ için ilk adımlar atıldı. İlk etapta Çeviri Kooparatifi olarak hayata geçirilen sendikan, Kürt Siyasal Hareketi›nin önerdiği komün, kolektif ve kooperatif örgütlenme biçiminin ülkede ilk örneklerinden biri olması açısından önemli bir deneyim olarak karşımıza çıkıyor. Farklı dillerden çeviri Almanca, Fransızca, Türkçe, Kürtçe, Farsça ve İngilizce’den çeviri yapmaya başlayan tutsaklar, cezaevlerinde çeviri grupları oluşturdu. Tutsaklar özellikle klasiklerden başlamak üzere kitap-
Kooperatif’in amacı Çeviri Kooperatifi aracılığıyla bir çok kitabın Kürtçeye kazandırılması amaçlanıyor. Ayrıca kooperatif, tutsakların hem cezaevindeki ihtiyaçları hem ailelerinin ihtiyaçları aynı zamanda da özgürlüklerine kavuştuklarında kendi ihtiyaçlarını karşılamak için ekonomik anlamda bir işlev de görecek. Dışarıyı da örgütlüyor Kooperatif, cezaevinde olmasına rağmen hem dışarıyı örgütleyebilme, hem de dışarıya örnek olabilme gücünü göstermesi açısından da önem arz ediyor; öz yönetimi savunan, kendi kararlarını almayı, hayata geçirmeyi savunan bir yapıya işaret ediyor. ve Kürtçe yazılı dövizler taşıdı.
Göçmen kadınları yalnız değildir! Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu, göçmen işçi Jesca Nankabirwa’nın öldürülmesini protesto etti. Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu, göçmen işçi olarak Türkiye’ye gelen katledilen Jesca Nankabirwa için yürüdü. Kadınlar, kadın katliamlarını, göçmen kadınlara yönelik baskı, şiddet ve sömürüyü kınadı, taleplerini haykırdı. Ugandalı Jesca Nankabirwa, yaklaşık bir yıldır Türkiye’de yaşıyordu. Sultangazi’de bir tekstil fabrikasında 900 TL karşılığı çalışan Nankabirwa,
aldığı parayı memleketine göndererek çocuklarının masraflarını karşılıyordu. Nankabirwa, 6 Eylül’de ortadan kayboldu. Cesedi, arkadaşlarının çabaları ile Yenibosna Hastanesi’nin morgunda bulundu. Savcılık, “şüpheli ölüm” olarak rapor hazırladı. Olay dolayısıyla bir kişi yakalandı, ancak ifadesi alındıktan sonra serbet bırakıldı. Jesca Nankabirwa, yaşadığı zor koşullara karşı, göçmen olarak geldiği Türkiye’den tabut içerisinde ülkesine yollandı. Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu, kadın cinayetlerini ve göçmen kadınlara yönelik baskı ve sömürüyü protesto etti, “Göçmen kadınlar yalnız değildir” dedi. Kurtuluş son durakta toplanan kadınlar, “Kadın cinayetlerine, tacize, tecavüze son. Göçmen kadınlar yalnız değildir” yazılı pankart açtı, taleplerinin yer aldığı İngilizce, Türkçe
Ruşen Çakır: “Gazetecilik Türkiye’de maalesef artık muteber bir meslek değil.” Gazeteci Ruşen Çakır, 12 yıldır köşe yazarlığı yaptığı Vatan gazetesinden istifa ettiğini duyurdu. “Hoşçakalın” başlıklı bir yazıyla okurlarına veda eden Çakır, veda yazısında şunları yazdı: “Hayır, yazmayı, gazeteciliği bırakıyor değilim. Şunu itiraf etmekte hiçbir sakınca yok: Bu 30 yıl boyunca sık sık bırakmayı düşündüm gazeteciliği. Hatta mesleğe adım atmaya
Kadınlar, İngilizce ve Türkçe açıklama yaptı. Türkçe açıklamayı okuyan Özgü Kaplan, yoksulluk ve savaşın göçe zorladığı, yolu Türkiye’ye düşen yüzbinlerce göçmenin, sadece göçmenlik konumu, cinsiyet ve tenlerinin renginden dolayı ayrımcılık ve kötü muameleye maruz kaldığını, ucuz ve güvencesiz çalışmaya, izbe mekanlarda fahiş miktarda kiralar ödemeye mahkum edildiklerini söyledi. Göçmen kadınların bir de erkeklerin cinsel şiddetine ve tacizine maruz kaldıklarını kaydeden Kaplan, kağıtsız yaşayan göçmen kadınların sınırdışı edilme korkusu nedeniyle, yaşadıkları cinsel taciz ve tecavüzü şikayet etmeye dahi cesaret edemediklerini kaydetti. Kaplan, zaten Türkiyeli kadınların maruz kaldıkları cinayet, şiddet, taciz, tecavüz, zorla evlendirme, çocuk yaşta evlendirilme gibi suçlarla mücadelede tam olarak işlemeyen adaletin, yeterli olmayan koruma ve destek mekanizmalarının söz konusu kağıtsız göçmen kadınlar olduğunda tamamen ortadan kalktığını vurguladı. “Jesca, bu ülke yasalarının değersizleştirdiği, sahipsizleştirdiği göçmen bir kadın olduğu için öldürüldü” diyen Kaplan, yüzlerce kadının her gün aynı baskı ve yaşam tehdidine karşı mücadele ettiğini söyledi.
niyetlenen pek çok genci, “başka iş bulun, mesela üniversitede kalın” gibi telkinlerle ayartmaya çalıştım. Umarım sözümü dinlemişlerdir zira gazetecilik Türkiye’de maalesef artık muteber bir meslek değil. Ama benim gibi birçokları için bir tür alın yazısı oldu bu meslek. Galiba gazetecilik mezara kadar yakamı(zı) bırakmayacak. Bakalım... Vatan Gazetesi’nde bu 12 yıl boyunca birlikte çalıştığım bütün arkadaşlarıma çok teşekkür ediyor ve haklarını helal etmelerini diliyorum. Vatan okurlarına da bana tahammül ettikleri için minnettarım.”
3
KADRİ BAĞDU:
Em ji bîr nakin* Boynu bükülmüş bisikletin sanki; yere devrilmiş, direksiyonu sağa doğru eğilmiş. Önündeki sepetten fırlamış, ortalığa savrulmuş gazeteler. Bir kaldırım kenarına yığılmış her şey, sanki o kenarda birikmiş zaman, sanki zaman durmuş. Taş kaldırımın dibinde yeşillikler bitmiş inatla, delip geçmişler kendinden sert olanları, orada bir renk oluvermişler. Belli; bir hayat gitmiş bu karede, bir yaşam bitmiş. Gidenin kendisi yok, görünmüyor, ama yok da var sanki: Bisikletin direksiyonu, pedalları, boşlukta sallanan tekerleği, sepetten savrulup yere düşen gazeteler... Bedeninden, bakışından birer parçalar sanki. Siyah şapkası ters dönmüş, onunla aynı renk bir poşet ise yanı başında; uçmuyor. Gazeteler de yere yapışmış sanki, kıpırdamıyorlar; rüzgar yok demek ki. Yas mı tutuyorlar yoksa ardından? Çünkü yas tutanlar, kımıltısız duranlardır. *** Eski filmlerdeki gibi işte, bisikletle dağıtırmış gazeteleri, gazetelerini. Yıllar yılıdır yaparmış bunu. Arkadaşları anlatıyor; biri diyor ki, «Sekiz çocuğuyla iki göz, yoksul bir evde yaşayan, her sabah kapımızın zilini çalıp gülümseyerek ‹rojbaş› diyen Kadri ağabey...» Ve bir diğeri ekliyor: «Dört gözle kapıda Kadri ağabeyi beklerdik, gelse de kahvaltıya yetişse ve canı gönülden bize ‹rojbaş› deyip tatlı sohbetine başlasa...»
Dedik ya, uzun yıllardır binermiş o bisiklete ve o eski filmlerdeki gibi dağıtırmış gazetelerini; gülerek ve korkmadan... *** Yukarıdaki fotoğraf, bir halkın, bir katliamın, bir dilin ve destansı bir direnişin fotoğrafıdır. Orada olmayan, görünmeyen ise hikayenin kahramanı Kadri Bağdu. 46 yaşında ve sekiz çocuk babası Bağdu’nun hikayesi tanıdık. Bağdu, Adana’da Özgür Gündem ve Azadiya Welat gazetelerinin dağıtımını yaparken katledildi. 90’larda katledilen bir çok meslektaşı gibi. Bu hikaye bizi 1990’lara, devlet eliyle yapılan katliamlara götürüyor ve bu katliamla beraber sıkça şu soru dillendiriliyor: “90›lara geri mi dönülüyor?”. Basın söz konusu edilecekse eğer bu soruyu
şöyle tartışmaya açmak gerekiyor belki de: “90’ardan hiç çıkıldı mı?” Keyfi yayın yasakları, sansür, gazetecilerin hapse atılması, polis şiddetine ve işkenceye maruz kalmaları... Unutulmamalıdır ki 90’lar, devletin baskı ve şiddet politikasının tavan yaptığı bir dönem olmakla beraber, devletin sistematik şiddet ve katliam politikalarına karşı Kürt halkının ve basınının da muazzam direniş sergilediği bir döneme işarettir. Ape Musa, Gurbetelli Ersöz, Hrant Dink, Metin Göktepe, Deniz Fırat, Kadri Bağdu ve onlarca basın şehidinden devralınan bu direniş geleneğinin süreceği, devlete karşı gerçekleri yazacak, taşıyacak basın emekçilerinin her daim varolacağı asla unutulmamalıdır. B.A. * Unutmayacağız
SUPHİ NEJAT AĞIRNASLI:
“Büyüsüz bir dünyayı büyülemek istedim o kadar” Komünist, devrimci, çevirmen ve sosyolog Suphi Nejat Ağırnaslı, enternasyonalist bir dayanışma ruhuyla katıldığı Kobanê direnişinde, IŞİD isimli gerici katil güruhuna karşı verdiği savaşta yaşamını yitirdi. Ağırnaslı’nın, direnişe katıldığı esnada kaleme aldığı son mektubunu yayımlıyoruz:
Ben bir hayat yaşadım ve hayatıma giren herkesten çok şey öğrendim; öğrendiklerimle bir tercih yaptım, hakikate veya hakikatlere şahit oldum ve hayatın diyalektiğinde öbür kutba geçtim, hayırlara vesile olmasını dilerim. Sıradan bir insan olarak doğdum, sıradan bir insan olaraktan da sizinle vedalaşıyorum. Sizi sıkça yarı yolda
4
bırakmış olduğumu, bazen hoyratça davranmış olduğumu ve üzdüğümü, üzmüş olduğumu biliyorum. Beni son kez affedin. Sıradan bir genç olarak sıradan çelişkilerden dolayı, sadece bir tercihte bulundum; her şeyden önce bu tercihi kendim için yaptım. Ulvi bir inanç için yola çıkmadım, ulvi olmayan insanlarla hayatı, büyüsüz bir dünyayı, şeyleşmiş bir dünyayı büyüklemek istedim o kadar. Çelişkilerimin aşılamayacağını, zira bunlar toplumsal oldukları için ancak insanın çelişkilerini örgütlemeyi, daha üst bir mertebede toplumsallaştırmaya çalışabileceğini öğrendim. Hayatımda hakikate vardığım en yakın nokta budur. Söke’de kaçak doğmuş, Türkiyeli bir Duisburglu, Claubergli; Türkiye’deyse her neysem işte o olaraktan hiçbir şeyden pişman değilim. Hayatta her musibet kazanımcı olduğunda insana katkılar sunan bir fırsatmış aslında. Tek derdim asla büyümemek, büyüklerin dünyasının bir parçası olmamaktı, hep çocuk kalmak yani... Şimdi tıpkı Peter Pan gibi Neverland’e gidiyorum, asla büyümemek üzere. Bundan daha çok beni mutlu eden bir şey olamazdı. Türkiye’nin batısında sıradan emekçi insanların hayatını büyüleyecek, sıradan kahramanlar çıkaracak büyük bir çıkışın tohumlarını, hakikat arayışçılığının öncü ve artçı örgütünü yaratmanız dileğiyle. Her yürek devrimci bir hücredir!!! Hayalgücü iktidara!!!
Kobane direnişi ve nefretle büyüyen düşmanlık IŞİD’in, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirişi güncel olmakla beraber elbette ki iki günlük bir mesele değil. Suriye’deki iç savaş sürecinden bu yana adını daha sık duyduğumuz IŞİD’in, Musul’u işgal etmesinin ardından Irak’ta çok sayıda Arap’ın, Türkmen’in, Kürt’ün, Ezidi’nin ve Şii’nin ölümüne neden olduğunu sürekli olarak takip etmek zorunda kaldık. Emperyalist güç odaklarının da taşeronluğunu üstlenen, Selefi/Vahabi anlayışa sahip bu radikal İslamcı örgütün güçlü bir ölüm makinesine nasıl dönüştüğünü ayrıca bir inceleme konusu olarak kenara bırakacak olursak, Kobane süreciyle birlikte Türkiye’de yaşananlardan biraz bahsedelim. Malumunuz IŞİD’in, Kobane’ye yönelik saldırılarını sıklaştırmasının ardından Kürt halkının sokağa çıkmasıyla birlikte OHAL uygulamaları başladı. Hükümetin Kobane’ye ilişkin tepkisizliğinin de eylemlerin örgütlenmesinde haliyle çok büyük payı var. Türkiye’nin sınırında yaşanan bu denli bir savaşın iç meseleye dönüşeceğini tahmin etmek o kadar da zor değildi. Kürt halkının PYD’yi ve Rojava deneyimini ne kadar önemsediğini hükümet de çok iyi biliyor. Hatta bu deneyimden rahatsız olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu nedenle Kürtlerin, yaşam alanlarında harekete geçmesi sürecin doğal bir sonucu. Türkiye’nin vereceği büyük sınav ise işte tam bu noktada başlamıştı. Fakat öyle gözüküyor ki bu sınavdan geçer not almak için daha çok vakit var. AKP politikası nefret üretiyor Gezi Parkı eylemleriyle başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan ‘Haziran Direnişi’ sırasında Türk ve Kürt halkının yan yana geldiğine dair umut veren bazı kareler
maalesef kısa sürede hafızalardan silindi. Ancak bunun birincil müsebbibi devletin kendisidir. Çünkü resmi ideolojiyle yıllardır pompalanan düşmanlık AKP döneminde de devam ediyor. Kürt halkının siyasal dinamikleri hala işlevsel olduğu için ise bu gerginlik daha çok Türk ve Kürt halkı arasında yaşanıyor. AKP iktidarı çıkarına uygun durumlarda Kürt halkına göz kırparken, farklı hedefleri gözettiği durumlarda zihinlere işlenmiş olan Kürt düşmanlığının altını kaşıyor. Bunu bazen polisi ve askeri kullanarak kendi eliyle, bazen de HÜDAPAR ya da MHP, BBP gibi tetikçilerle gerçekleştiriyor. Kobane direnişiyle birlikte yapılan eylemlerde de hükümet aynı politikayı uyguladı. Fakat kan donduran nokta, ortada bunca ölüm varken kamu malına dair dile getirilen hassasiyet oldu. Bu tutum zaman zaman eylemcilere saldıran gruplara alkış tutmaya kadar vardı. Türkiye sınırında, Kürt halkının yaşamakta olduğu özerk bölgeye, katliama hevesli bir örgütün saldırıda bulunması, çoluk çocuk demeden ölüm saçması ve saldırıların yayılarak devam edebilecek olması göz ardı edildi. Yakın tarihlerde birçok ülke metropollerde IŞİD’in saldırı düzenleyebileceğine dair Türkiye’ye uyarıda bulunmuştu. Bu emperyal odakların Ortadoğu’daki cehennemin aktörleri olduğunu biliyor olmakla birlikte yapılan uyarıların gerçekliğini de yabana atmamak gerekiyor. Tüm bunlara rağmen hükümetin IŞİD’e yönelik desteği de gözle görülür durumda. Böyle bir ortamda öfkenin asıl sorumlulara değil de katliama direniş gösteren güçlere yöneltilmesi ise tam bir akıl tutulması hali. Ancak Türkiye’nin IŞİD’in yaptığı katliamlara ilişkin tutumu yalnızca Kobane’de böyle olmadı. Irak’ta IŞİD’in zulmüne maruz kalan Türkmenlerle de dayanışma sergilemediğini seyrettik ve seyretmeye devam ediyoruz. Üstelik Türkiye’de bunu gündemleştirmek için yapılan birkaç cılız eylem dışında hiçbir hareketlilik de söz konusu olmadı. Hangi kamu? ya da Kimin Malı? Kobane’deki direnişe destek olmak isteyen
ve Türkiye devletinin savaşa kayıtsız kalışına tepki gösteren Kürt halkına ve ona bu süreçte destek olan demokratik kitle örgütlerine ya da bireylere yönelik bugün sergilenen nefret maalesef yeni değil. Birkaç yıl önce Van’da yaşanan depremin ardından gözlemlediğimiz tablo da şimdikinden farklı değildi. Depremde yakınlarını, evlerini, işlerini kaybeden insanlara buradan gönderilen kolilerin içerisinden taş, sopa ya da Türk bayrağı çıktığı günleri hala hatırlıyoruz. Bu nedenle ‘kamu malı’ zırvasının arkasına saklanarak yeniden üretilen nefret dili de aynı kökten besleniyor. Düzenlenen eylemlere ilişkin eleştirilerde sıkça rastlanan bu ‘kamu malı’ söylemine şaşırmamak elde değil. Tabi böylece iki temel soru çıkıyor karşımıza, birincisi “Hangi Kamu?”, ikinsici de, “Kimin malı?”. Eğer ‘kamu’dan söz ediyorsak sokağa çıkan insanların bunun bir parçası olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor. Kapitalist ekonomi anlayışının hakim olduğu devlet düzeninde parası cebimizden misliyle kesilen sözde hizmetin kendisine ne zamandan beri ‘kamu malı’ denir oldu. Üstelik bunu söylerken Gezi sürecinde halk tarafından yakılan polis araçlarının, belediye otobüslerinin ya da üzerine yazılama yapılmış otobüs duraklarının yanında çektirilen fotoğrafların unutulması ise oldukça hazin. Kobane’nin düşündürdükleri üzerinden vardığımız yere bakılırsa son bir soru geliyor aklımıza “Halklar ne zaman ‘barış’la buluşacak?”. Halklar elbette ki barışı görecek ve yaşacaklar. Fakat sanırım bu ancak acıda, öfkede, coşkuda ve barikatta birleşince mümkün olacak.
TAYLAN KESANBİLİCİ
5
Dünya Suriye’deki devrimci Kürtleri neden görmezden geliyor? DAVID GRAEBER Suriye Savaş Alanında demokratik bir deneyim IŞİD tarafından yok ediliyor. Dünya kamuoyunun bundan bihaber hâliyse tam anlamıyla skandal. Babam, İspanya Cumhuriyeti’ni savunmak için 1937’de Enternasyonel Tugay gönüllüsü oldu. Olası bir faşist darbe anarşistlerin ve sosyalistlerin öncülük ettiği işçi isyanı sayesinde geçici olarak durduruldu. Bunun sonucunda İspanya’nın önemli bir kısmında şehirlerin doğrudan demokratik yönetim altına girdiği, işletmelerin ve üretimin işçilerin kontrolüne geçtiği ve kadınların radikal bir şekilde özgürleşmesini mümkün kılacak hakiki bir toplumsal devrim meydana geldi. İspanyol devrimciler bütün dünyanın peşinden gitmek isteyeceği bir özgür toplum hayali yaratmayı umut ettiler. Bunun karşısında, dünyadaki büyük güçler ise “müdahalesizlik” politikası ilan ettiler ve cumhuriyet üzerinde katı bir abluka uyguladılar. Mussolini ve Hitler’den sonra dahi, görünürdeki imzacılar faşist tarafı güçlendirmek için silahlar ve askerler yolladılar. Sonuç, devrimin yok edildiği ve yüzyılın en kanlı katliamlarından bazılarının yaşandığı, yıllarca sürecek olan bir iç savaş oldu. Hiçbir zaman aynı şeyin tekrar yaşanacağını göreceğimi düşünmemiştim. Hiçbir tarihsel olayın bir daha tam olarak tekrarlanmadığını biliyoruz. 1936’da İspanya’da olanlarla şu an Rojava’da –Kuzey Suriye’nin üç büyük Kürt kentiolanlar arasında binlerce fark var. Ancak bazı benzerlikler o kadar çarpıcı ve sinir bozucu ki, ailesinin siyasetle ilişkisi birçok şekilde İspanya devrimi tarafından tanımlanmış birisi olarak şunu söylemek zorunda hissediyorum: Bu defa da aynı şekilde sona ermesine izin veremeyiz. Rojava Özerk Bölgesi, bugünkü hâliyle, Suriye Devrimi trajedisinden sonra ortaya çıkan birkaç tane parlak bölgeden bir tanesi –hatta en parlaklarından. Esad rejiminin temsilcilerini 2011’de uzaklaştırdıktan sonra ve neredeyse bütün komşularının düşmanlığına rağmen, Rojava sadece bağımsızlığını koruyan bir bölge olmadı, aynı zamanda tarihe geçecek bir demokratik deneyimi de hayata geçirdi. Halk meclisleri oluşturuldu ve bunlar karar alıcı organlar hâline getirildi; etnik dağılıma özen gösterilen konseyler seçildi (her belediyede en üst düzey üç görevin bir Kürt, bir Arap ve bir Süryani ya da Hıristiyan Ermeniye verildiği ve bu üç görevliden en az birisinin kadın olduğu),
6
kadın ve gençlik konseyleri kuruldu. Ve İspanya’nın silahlı kadın güçleri olan Mujeres Libres (Özgür Kadınları) hatırlatan kayda değer tarihi bir yankıyla, “YJA Star” milislerinden oluşan (“Özgür Kadınlar Birliği”, buradaki “Star” kadim Mezopotamya tanrıçası İştar’a gönderme yapmaktadır) ve İslam Devleti güçlerine karşı yürütülen savaşın önemli bir kısmını üstlenen feminist bir ordu kuruldu. Nasıl olur da böylesi bir deneyim uluslararası kamuoyunun neredeyse tamamı ve uluslararası solun büyük bir kısmı tarafından ısrarla yok sayılabilir, görmezden gelinebilir? Bunun en önemli sebebi, öyle gözüküyor ki, Rojava’nın devrimci partisi PYD’nin Türkiye’deki Kürdistan İşçi Partisi’yle (PKK) işbirliği içinde olmasıdır. PKK, Türk Devleti’yle kökleri 1970’lere dayanan uzun bir savaş geçmişi olan Marxist bir gerilla hareketidir. NATO, ABD ve AB PKK’yi resmi olarak “terörist” bir örgütlenme olarak sınıflamaktadır. Solcularsa Stalinist olduklarını söylemektedir. Ancak işin aslı şu ki, PKK artık eskiden olduğu gibi o tepeden aşağı örgütlenen Leninist bir parti değil. Örgüt kendi iç değişiminin ve 1999’dan bu yana Türkiye’de bir ada-cezaevinde tutulan kurucusu Abdullah Öcalan’ın entelektüel müdahaleleri sonucunda amaçlarını ve taktiklerini bütünüyle değiştirmiştir. PKK, mücadelesinin amacının Kürt devleti olmadığını açıklamıştır. Bunun yerine, kısmen sosyal ekolojist ve anarşist Murray Bookchin’in vizyonundan da etkilenerek, Kürtlere “özgürlükçü belediyecilik”/“demokratik özerklik” temelinde doğrudan demokrasi ilkelerine yaslanan, özgür ve kendini yöneten toplulukların kurulması yönünde çağrılar yapmıştır. Özgür ve kendini yöneten bu demokratik toplulukların bir süre sonra ulusal sınırları aşarak bir araya geleceği gelmesi ve bu sınırları anlamsızlaştıracağı umut edilmektedir. PKK, Kürt mücadelesinin ancak bu sayede hakiki demokrasi, katılımcı ekonomi ve bürokratik ulusdevletin aşamalı çözülmesini hedefleyen bir uluslararası hareketin modeli hâline gelebileceğini savunuyor. 2005’ten bu yana, Chiapas’taki Zapatista isyancılarının stratejisini de göz önünde bulunduran PKK, Türk Devleti’yle tek taraflı ateşkes ilan etti ve hâli hazırda kontrol ettiği bölgelerde demokratik yapılar geliştirmeye başladı. Bazıları bu konudaki ciddiyetlerini sorguladı. Örgüt
içindeki bazı otoriter unsurlar varlıklarını açıkça sürdürdü. Ancak Suriye Devrimi’nin Kürt radikallere bu tarz toplumsal deneyleri daha geniş bir komşu bölgede gerçekleştirme şansı verdiği Rojava deneyimi, bu yaşananların bir vitrin süsleme durumu olmadığını çok açık bir şekilde gösterdi. Konseyler, halk meclisleri ve milisleri oluşturuldu, rejimin mülkleri işçiler tarafından işlenen ve yönetilen kooperatiflere dönüştürüldü –ve bütün bunlar aşırı sağcı IŞİD güçlerinin sürekli saldırılarına rağmen gerçekleştirildi. Sonuçlar toplumsal devrimin bütün şartlarını yerine getiriyor. En azından Orta Doğu’da herkes bu çabaların farkında, özellikle de PKK ve Rojava güçlerinin yereldeki Peşmerge güçlerinin terk ettiği Şengal Dağı’nda mahsur kalan binlerce Êzidi mülteciyi kurtarmak için Irak’taki IŞİD bölgesine müdahale etmesi ve bu bölgede başarılı bir şekilde savaşmasından sonra. Bu çabalar bölgede çok ciddi bir başarı sayılırken, Avrupa ve Kuzey Amerika basınından neredeyse hiç yer bulmadı. Şimdi IŞİD, Irak ordusundan aldığı Amerikan yapımı tankların ve ağır silahların yardımıyla Kobanê’deki devrimci milislerden intikam almak amacıyla geri döndü. Niyetlerinin bütün sivil halkı katletmek ve köleleştirmek –evet kelimenin tam anlamıyla köleleştirmek- olduğunu açıkladılar. Bu sırada, sınırda bekleyen Türk ordusu cephane ve mühimmatın direnişçilere geçmesini engelliyor. Dünyanın en önemli ve büyük demokratik deneyimlerinden birisini savunanları baskı altında tutanlarla savaşta olduğunu söyleyen Amerika’nın uçaklarıysa görünüşe bakılırsa sadece ilerde bir şeyler yaptıklarını söyleyebilmek için havada vızıldıyor, ara sıra sembolik, sinir bozucu ve önemsiz bombardımanlar yapıyor. Eğer bugün Franko’nun yüzeysel dindarlığına, katliamcı Falanjistlere benzer birileri varsa o IŞİD değil de kim olacak? Eğer bugün İspanya’nın özgür kadınlarına benzer birileri varsa Kobanê’deki barikatları savunan cesur kadınlar değil de kim olacak? Dünya kamuoyu – ve bu sefer en vahimi de uluslararası sol- gerçekten de tarihin kendini tekrarına izin vererek bu suçun ortağı mı olacak? Kaynak: The Guardian, 8 Ekim 2014 Onur Günay tarafından Zan Enstitüsü için çevrilmiştir.
Kobanê: Devlete karşı savaş!
“Düşünün, kendine ‘İslâm Devleti’ diyebilen bir örgütün elinden bu ismi almaya kalkışan dahi yok.” Ümit Kıvanç Kendini ‘Irak Şam İslam Devleti’ (IŞİD) olarak adlandıran, ilkin hudutlarını Irak ve Şam arasında çizen, ama sonradan bu sınırları aşacağını deklare ederek isminde de değişikliğe giden ve adını ‘İslam Devleti’ yapan örgütün, adından eksik etmediği tek şey ‘devlet’. IŞİD gibi tüm ‘kuralları’ askıya alan bir örgüt, ilanında, neden ‘devlet’ isimlendirmesini ortaya koyuyor? Şayet ‘halifelik’ gibi bir kurumu yeniden var etmeye çalışan ve istila ettiği yerlere ‘emirlikler’ atfeden bu örgütün devlet değil de ‘imparatorluk’ ya da ‘krallık’ ilan etmesi daha akla yatkın değil midir? IŞİD’in bütün bu kendine atfettiği fetihçi özellikleri onu modern devlet kategorisinin dışına itebilir mi ya da Ortadoğu’da daha önceki devlet deneyimlerinden farkı ne olabilir? Ortadoğu’da ulus-devletin motor gücü olarak ‘dini milliyetçilik-mezhepçilik’ Suriye iç savaşı sırasında güçlenerek ortaya çıkan bu örgüt, Sünni Arap Milliyetçiliği’nin kalesi olarak kabul edilen Musul’u işgali sonrasında Ortadoğu’nun ve dünyanın gündemine oturdu. Bunun nedeni örgütün bu işgali kolaylıkla yapması ve Ortadoğu’daki mezhepçi çatışma içerisinde bir zemin bulmasıdır. IŞİD kendini fetihçi ve yayılmacı bir güç olarak kurgulamaktadır. Her ne kadar böyle olsa da IŞİD’i cihadçı bir örgüt olmaktan ‘İslam Devleti’ olmaya götüren süreç, Ortadoğu’da varlığını sürdüren ve onu dizayn etmeye çalışan güçler açısından kullanışlı ya da kabul edilebilir bir ‘devlet’ olup olamayacağına dair yaşanan bir süreçtir. Kısacası IŞİD kendini Ortadoğu düzeni
içerisinde jeopolitiği belirlenmiş bir devlet olarak kabul ettirebildiği oranda varlığını kalıcılaştırabilir; ama ‘devlet’. IŞİD, bildiğimiz devletler ya da ‘modern’ devletler gibi bir forma sahip değil henüz. Ancak IŞİD’in hareket hali ve reflekslerinin devletlerden ve özellikle Ortadoğu’daki devletlerinkinden farklı olmadığını söylemek gerek. Ortadoğu’da devletlerin mezhepli oluşu, IŞİD’in ilan ettiği ve sınırları belli olmayan ‘devlet’te de kendini göstermekte. Öyle ki IŞİD, bu mezhepçiliği üzerinden kendini var edebilmekte. Çünkü bildiğimiz ulus-devletleri var eden en önemli unsur olan ‘milliyetçilik’, Ortadoğu’da mezhepçilik-dini milliyetçilik olarak karşılık bulmaktadır. Yani Ortadoğu’da din, bir milliyetçilik türü olarak işlev görür. Bu yüzden IŞİD’in Ortadoğu’daki hareketliliği milliyetçilikdin koşutluğu bağlamında dolaylı olarak Ortadoğu’daki ‘modern’ devletlerle de benzerlik sergilemektedir ve IŞİD, nihai olarak, varolabilmek için kendini ‘modern bir devlet’ haline getirmek zorundadır ya da mevcut devletler için kullanışlı olmak zorundadır. Rojava’nın savaşı: Devlet aklına karşı mücadele IŞİD’in yönünü Kobanê’ye çevirmesi ve buraya saldırması bazı şeyleri görünür kılmıştır. Örgütün Suriye sınırında bulunan Kobanê’yi kuşatması ve Türkiye’nin bunun karşısında kuşatmayı kaldırmaktan öte kuşatmanın başarıyla sonuçlanmasını bekliyor gibi bir görüntü çizmesi bir gerçekliği ortaya koymaktadır. Bölgedeki mevcut ulus-devletlerden biri olarak Türkiye, yayılmacı bir görüntü ortaya koymaya çalışan IŞİD’i sınırlandırma ya da ortadan kaldırma refleksi göstermezken, kuşatmaya karşı direnen Kobanê Kantonu’nu izole etmeye çalışmaktadır. Aslında bu sadece Türkiye’ye özgü de değildir. Örneğin ABD’nin “Kobanê bizim stratejik önceliğimiz değil” açıklaması ya da IŞİD-karşıtı koalisyona üye diğer ülkelerin IŞİD’in Kobanê kuşatması karşısında müdahaleyi ağırdan alması ya da geciktirmesindeki temel motivasyon da benzer bir duruma işarettir. Bu durum şöyle özetlenebilir: 19 Temmuz
2012’den itibaren mücadele yürüttüğü alanlarda halkın kendi gücünü esas alarak ‘özsavunma’ ve ‘demokratik örgütlenme’ inşası yürüten ve 2014 yılı itibariyle ‘kanton’ sistemi şeklinde kendini yapılandıran Rojava, Türkiye ve uluslararası güçler tarafından görmezden gelinmektedir. Lakin ‘görmezden gelmek’ yok saymakla eşdeğerdir. Öyle ki yok saymak, yok etmenin bir önkoşulu olarak da görülebilir. Buradan bakıldığında IŞİD’in Kobanê özelinde Rojava’ya dönük saldırısı ve onu ‘yok etme’ gayesi, onu görmezden gelen uluslararası güçlerin ya da devletlerinkiyle örtük bir koşutluk sergilemektedir. Birinin amacı -ki bu IŞİD’dir- Rojava’yı yok etmek, imha etmekken; diğerlerinin amacı -bu da uluslararası yapılardır- yok olmasına seyirci kalmaktır. Bu seyirci olma durumu ise bir ‘saldıran’ olmaktan farksızdır. Bu, Rojava’ya yönelik bir konsept olduğunun göstergesidir; yani ‘devleti yok sayana’ karşı devletlerarası sistemin uyguladığı bir konsept. Abdullah Öcalan’ın, Rojava’da ‘kanton’lar şeklinde uygulamaya konulan demokratik özerklik sisteminin mevcut devletli sistem karşısındaki konumunu izahı tüm bu çok boyutlu, Rojava’yı görünmez kılmaya çalışan konseptin nedenini açıklar niteliktedir: “Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik projesi etnisiteye ve coğrafi sınırlara dayanmıyor. Bizim demokratik özerklik anlayışımızda tek etnisite anlayışı, tek coğrafya anlayışı yok. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik modeli tek başına Kürtlüğe, Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Bizim demokratik özerklik anlayışımız tek bir inanca da dayanmıyor. Halklara dayanıyor, hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır. Değişik toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır.” Kobanê direnişi: Halkın savaşı Bu açıdan şöyle özetlenebilir: Kobanê’de yaşanan savaş, gerçek anlamda ideolojileri çatışan güçlerin savaşıdır. IŞİD şahsında Rojava’ya karşı yürütülen savaş, Ortadoğu’da egemen olan devletli yapı ile halkın öz örgütlülüğüne dayalı iki gücün savaşıdır. Kobanê şahsında Rojava’nın savaşı, sadece IŞİD’e ya da kendine ‘İslam Devleti’ diyene karşı bir savaş değildir. Bu savaş, devlete ve devlet aklına, devletli odaklı iktidar perspektifine karşı bir direniş ve savaştır.
EDİP ALPATA / BEKİR AVCI
7
GAZETECİ-YAZAR ZEKİ SÖZER:
“12 Mart’tan sonra TRT hiç tarafsız ve objektif olamadı.” Zeki Sözer, televizyon haberciliği konusunda eğitim almak için Türkiye’den BBC’ye gönderilen ilk gazeteci. TRT’nin televizyon yayıncılığına geçiş aşamasında görev almış, 12 Mart gibi pek çok çalkantılı dönemde TRT’de bulunmuş bir gazeteci olarak ‘Halkın Sesinden İktidarın Borazanına’ isimli bir kitap yazan Zeki Sözer ile hem kitabını hem de TRT’nin günümüzdeki durumunu konuştuk. Yaşadığınız tanıklıklara, gözlemlere dayanarak ‘Halkın Sesinden İktidarın Borazanına’ isimli bir kitap hazırladınız ve TRT’yi anlattınız. Önce niye böyle bir kitap hazırlama ihtiyacı duydunuz? Buradan başlayalım isterseniz. 1968’den bu yana hatta televizyon yayınlarının başladığı yıllardan bu yana diyelim çeşitli yüksekokul ve fakültelerde dersler verdim. Bunun sebebi de; ben gazeteci olarak BBC’ye gidip televizyon haberciliği kursuna katılıp oradan mezun olan ilk gazeteciyim. Tabi radyo- televizyon ve habercilik konusunda ders verince bu kara tahtada olacak bir şey değildi, yani bir kitap ihtiyacı böyle çıktı ortaya. Ben önce bunu öğrencilere bir eğitim kitabı amacıyla düşündüm. Fakat yola çıktığım zaman televizyon ve radyo haberciliği Türkiye’de nasıl başladıyı da içine koyayım istedim. Böyle olunca da 1927’ye gittim. Sırf TRT ile başlamıyor kitap. TRT’ye nasıl gelindiğinin de öyküsü var. Bu konuda da bilgi eksikliği vardı. Ve birçok kaynaktan da yararlanarak birkaç senede bu kitabı hazırladım. 1927’den bu yana çıkmış olan gazeteler ve dergileri taradım, meclis zabıtlarına baktım. Ve bu kitabın bir boşluk dolduracağını düşündüm. İkincisi de günümüzde, 2014 dünyasında gazeteciliğin baskı altında olması, ifade özgürlüğü konusunda bazı engellerin ortaya çıkarılmak istenmesi ve bunun şiddetinin giderek artması karşısında, ‘bu durum geçmişte na-
sıldı?’ sorusunun cevabını ortaya koymak açısından da yararlı olacağını düşündüm.
BBC’de eğitim gören ilk gazeteci olduğunuzdan bahsettiniz. Oradaki kamu yayıncılık anlayışı ne kadar model alınabildi TRT için? Kısmen alınabildi, BBC kağıt üzerinde yasal olarak bizden daha liberal değil. Kraliçe tarafından atanıyor bizim RTÜK denilen kurum üyeleri yahut Genel Müdür falan. Ama İngiltere’de BBC o hale gelmiş ki İngiliz halkı o kurumla gurur duyuyor. Ve halen de öyle. Bütün dünyada iletişim fakültelerinde BBC’nin yayın politikaları ders olarak okutulur. BBC’ye bir ara kısıtlamalar getirilmek istendi. Üstelik bunu İşçi Partisi yapmak istedi. Ama Muhafazakar Parti muhalefet etti, bununla kalmadı İşçi Partili gazeteler muhalefet etti. Yani iktidardaki partinin gazeteleri bile buna muhalefet etti; BBC’ye dokunmayın dediler ve dokunulmadı. Neredeyse İngiliz kamuoyu tarafından BBC mukaddes bir organ gibi ortada duruyor. Dünyada da başka bir örneği yok doğrusu. O nedenle bizim BBC’den bu 1965’ten 71’e kadar devam eden ruhu yahut İngiliz halkının bu sürede TRT özerk kalmayı başarabildi. ruhunu almamız söz konusu Ama bu bizi politikacılardan, onların değildi ama kamu hizmeti yapan özerk bir kuruluşta nasıl bir tasallutundan da kurtarmadı. yayın politikası izlenmeli, bunu
8
BBC’den, İtalya’da RAI’den, Almanya’da ZDF ve ARD’den aldık. Kamu hizmeti yayıncılığında bu adını saydığım radyo ve televizyonların yayın politikalarından esinlendik. Kitabınızın adından hareketle, ‘İktidarın Borazanı’ kısmı için söyleyecek çok şey var sanırım. Ama TRT’nin ‘halkın sesi’ olduğu bir dönem vardı demek mümkün mü sizce? Mümkün, TRT için özellikle. TRT’nin şöyle bir şansı oldu. Hem anayasada bir hüküm var; TRT özerk bir kuruluştur diyor. Ve özerk bir kuruluşa uygun olarak 359 sayılı bir yasa çıkarılmış. Genel Müdürün atanmasında onun özerkliğini sağlayacak bir sistem uygulanmış, tarafsız sayılabilecek bir kurul tarafından aday gösteriliyor, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanıyor. Ve ancak aynı yolla görevden alınabiliyor. TRT’nin bir şansı da Genel Müdürlüğe getirilen Adnan Öztırak. CHP’li bir aileden gelmiş olmasına rağmen, bizim yahut Türkiye’nin şansı diyeyim, Adnan Öztırak partili olmayı bir tarafa iterek, özerklik felsefesine çok inanmış biridir. İlk yayınladığı bildiri vardır, o bildiriyi biz TRT’de duvarlara asmıştık, özerkliğin önemini ve mutlaka savunulması gereken bir uygulama olduğunu söylerdi ve buna çok iman etmişti. Bu nedenle çok rahat ettik. Çünkü
TRT’nin kuruluşunda görev alan, özellikle haberler açısından söylüyorum, ilk ekip Ankaralı gazetecilerdir aralarında benim de olduğum. Tarafsız kalmaya, objektif kalmaya gayret ettiler. Bunu bütün konuşmalarımda söylüyorum; ben ve arkadaşlarım gayret ettik, çaba gösterdik. Yaptık demek çok büyük bir iddia. Bu yapılması mümkün olmayan bir şey neredeyse. Ama buna çabaladık. Özerk olması bize bir rahatlık da getirdi. Çünkü serbest hayattan geliyoruz. Bir devlet kurumunda çalışacağız. Devlet kurumunda çalışınca bizim aklımıza ‘Tapu dairesinde çalışan bir memur gibi mi olacağız?’ sorusu geliyordu. Çünkü daha önce uygulama öyle, Basın Yayın Genel Müdürlüğünün elemanları tarafından radyo haberleri hazırlanıyor. Öyle mi olacaktı? Hayır, öyle olmayacağını bildiğimiz için de biz fevkalade rahat çalışma imkanı bulduk. Bu 12 Mart muhtırası verilinceye kadar böyle oldu. Yani 1965’ten 71’e kadar devam eden sürede TRT özerk kalmayı başarabildi. Ama bu bizi politikacılardan, onların tasallutundan da kurtarmadı. Zaten uygulamada özerk olduğunu söylemek mümkün değil sanırım. Burada benim gücüme giden; kamu hizmeti yayıncılığı yapmakla görevlendirilmiş olan bu kurumun kaynaklarının halk tarafından sağlanması. Halkın vergileriyle tüm bu kanallar açılıyor, istasyonlar yapılıyor, orada binlerce insan çalışıyor, ama siz bir mevcut siyasi partinin hizmetindesiniz. Bu olacak bir şey değil. Tamam yüzde elli oy almış olmak önemli bir şey. Ama geri kalan yüzde elli var. Onlar TRT’de temsil edilmiyorsa, bunu siyasi yayınlar bakımından söylüyorum, haberler bakımından söylüyorum. Yoksa onun dışında özel kanalların yapmaya cesaret edemediği yahut gereksiz gördüklerini TRT’de görmek mümkün. TRT’de fevkalade belgeseller yapılıyor. Müzik yayınları, eğlence yayınları yapılıyor. Özellikle belgeseller, yahut da senfonik müzik diğer kanallarda pek göremezsiniz. TRT’nin halen daha; eski, TRT öncesinden de devam eden bir okul görevini görme konusunda da bazı hizmetleri var. Unutmayın ki; Türkiye’de yüz binlerce türkü uçup gidecekti. TRT öncesi Muzaffer Sarısözen’ler falan tarafından derlendi, notaya döküldü ve kazanıldı. Saz şairleri TRT bünyesine alınıp, kendilerine maaş bağlandı, müzisyen kadrosuna alındı. Böyle hizmetleri olan bir kurum şu anda itibarsızlaştırıldı. TRT’nin yaptıklarını hiçbir zaman küçümsemiyorum. Ama iktidarın emrinde olmak, hatta o kelimeyi provokatif olarak koydum, iktidarın borazanı olmak TRT’ye yakışmaz. Onun itibarını zedeler. Halk tarafından da çok fazla itibar edilen bir kanal olmaz. Nitekim de öyle. Açın bakın reyting listelerine, siyasi programlar ve haberler ilk yüze bile girmiyor. Yazık değil mi? Yoksa orada çok de-
“TRT’nin özerk olmasını emreden madde muhtemelen değiştirilecek veya kaldırılacak.” Örneğin; o dönemin tapeleri sayılabilecek bir konuşma yer alıyor kitabınızda. Demirel hükümetinin Devlet Bakanı Seyfi Öztürk, TRT Haber Müdürü Kasaroğlu’nu arıyor ve ‘nedir bu radyonun, televizyonun hali? Milleti isyana teşvik ediyorsunuz’ diye azarlamaya kalkıyor. Ve konuşmasında sık sık beş milyon oy aldıklarından bahsediyor. Malum şimdi ise ‘halkın yüzde ellisi beni destekliyor’ savıyla yapılıyor her şey. O konuşmada Kasaroğlu’nun tutumu ne oldu? Şimdi neden benzer tepkiler veremiyor medya çalışanları? İşte o tamamen özerklik statüsünün verdiği bir güçtü. Biz arkadaşlar bütün bir grup olarak Kasaroğlu da öyle, Genel Müdürümüz, Daire Başkanımız da öyle. Bütün arkadaşlar o görüşteydik. Zaten o yılların çok zevkli geçmesi gazetecilik açısından bu nedenledir. Bir devlet bakanının o yaptığı baskıya, münasebetsizliğe karşı bir kamu personelinin direnebildiği günlerdi onlar. Şimdi öyle bir şey mümkün değil. Aslında bugün de mümkün olması gerekir. Çünkü anayasa halen bu kurumun özerk olacağını emrediyor. Madde orada duruyor. Ama özerk hale getirecek yasal uygulama bir türlü yapılmıyor. Şimdi bir taraftan anayasada değişiklikler yapılması söz konusu. Daha liberal, daha demokratik bir anayasa yapılacak. Oysa orada tam demokratik olan bir madde var ve bu uygulanmıyor. O zaman anayasada değişiklik yapmak isteyen politikacıların samimi olduklarına ben inanmıyorum. Siz mevcut olarak zaten anayasanın verdiği bir emri yerine getirmezken nasıl daha demokratik bir anayasa bize sunacaksınız? Bu mümkün değil gibi görünüyor. Ve korkum; yapılacak anayasa değişikliğinde TRT’nin özerk olmasını emreden madde muhtemelen değiştirilecek veya kaldırılacak. ğerli arkadaşlar var. Çok önemli bir örgüt var. Hangi televizyonun var bütün dünyaya yayılmış bu kadar bürosu, elemanı? Ne kadar güzel. Çok iyi habercilik yapılabilir. Ama bunu siz iktidarın emrinde ve ona yaranmak için yaparsanız ne orada çalışanlar mutlu olur ne de onları seyredenler gerçek habere ulaşabilir. İktidarların her dönem TRT’ye müdahale etme isteğini kitabınızdaki örneklerde görmek mümkün. Mesela; öğrenci hareketlerinin damgasını vurduğu 68 yılında Başbakan Süleyman Demirel adına TRT’ye gönderilen bir uyarı yazısı da var kitapta. Bu bir nevi sansür değil mi? Peki yazı sonrası haberlerin içeriğinde bir değişme olmuş muydu? Değiştirmemeye çalıştık. Ancak mevcut hükümet bizi idari bakımdan hizaya getiremeyince bu defa mali bakımdan zorlamaya başladı. Diyelim ki TRT bir yatırım yapacak, bir istasyon açacak. Yahut da cihazlarını yenileyecek, bunların ithali konusunda güçlükler çıkmaya başladı. Hatta hatta giderek TRT personelinin maaş ödemelerinde sıkıntılar olmaya başladı. Çünkü mali şeyi harekete geçirdi iktidar. Oradan baskı yaparak önümüze bir takım engeller koymaya çalıştı. Ama bütün bunlara rağmen 12 Mart muhtırasına kadar geçen dönemde biz, bunu rahatlıkla söylüyorum kitapta da örneklerini verdim, direndik. 12 Mart döneminde de direndik. Nihat Erim zamanında da direndik. Nihat Erim’le yapılan açık oturumda yapılmak istenen değişiklikleri Doğan Kasaroğlu rahmetli, ‘biz bir kuşuz, siz bizim kolumuzu kanadımızı makasla kesiyorsunuz ve bizim uçmamızı
bekliyorsunuz. Bu yapacağınız değişikliklerle biz tarafsız, objektif yayın yapamayız Başbakan, bunu lütfen yapmayın.’ dedi televizyonda. Ama yapıldı ve özerklik kaldırıldı. Zaten 12 Mart’tan sonra artık TRT hiçbir zaman objektif ve tarafsız olamadı. Günümüzün medyası darbe dönemlerindeki medya ile çok kıyaslanıyor biliyorsunuz. Siz 12 Mart’ı TRT’de yaşamış bir isimsiniz. Şu andaki durum medya açısından daha iyi ya da daha kötü gibi bir kıyaslamanız var mı? Şu anda daha kötü. Musa Öğün bir Tümgeneral olarak geldi Korgeneral olarak ayrıldı TRT’den. Ama o Genel Müdürün bile, elbette o günkü askeri rejime, yönetime karşı bir şey yapılmıyordu ama, bir ölçüde bugünkünden daha anlayışlı bir Genel Müdür olduğunu söyleyebilirim özgürlükler açısından. Kaldı ki teknik açıdan da pek çok gelişme o dönemde oldu. Elbette o askerdi ve ordunun ve o günkü mevcut rejimin sesi olmasını istiyordu. Ama biz bütün bunlara rağmen aradan daha objektif haberler vermeye gayret ettik. Yine gayret ettik kelimesinin altını çizerek söylüyorum. Olabildiğince, ama bugün öyle değil. Bugün çok rahatsız edici. Şubat 69’daki Kanlı Pazar olayını haberlerde objektif ölçülerde verdiğinizi ama Panorama isimli programda ölçünün kaçtığını ve bundan sonra yayın yasağı geldiğini söylüyorsunuz kitabınızda ve ‘bazı arkadaşların nitelikli program yerine yürekli program yapma düşüncesinde’ olduğunu belirtiyorsunuz. Yürekli program yapmak yanlış bir şey mi sizce?
9
Hayır, ama özerklik kurumun özerkliği mi yoksa orada çalışan prodüktörlerin, muhabirlerin özerkliği mi? Bu ikisi birbirine karıştığı zaman sorun çıkıyor. Benim aksi görüşümde olanlar da vardı o sırada ve tartışıldı bu mesele; hayır muhabirlerin de prodüktörlerin de radyoda olsun televizyonda olsun onların da özerkliği vardır gibi. Şimdi ben kamu hizmeti yayıncılığı yapan bir kurumda bunun çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Saygı duymakla beraber, ortak bir anlayış içinde olunmasının daha uygun olacağını düşünüyorum. Yoksa tek başına ben şu siyasi olayı şöyle görüyorum dediğiniz zaman peki o programı yapacak olan prodüktör veya o haberi verecek olan muhabirin karşı görüşünde yer alan biri haber yapacaksa… Burada dengeyi nasıl sağlayacaksınız? O tür programlar ve haberler zaten özerkliği sona erdirmek isteyen politikacıların eline çok önemli argüman ve silah verdiler. ‘Gördünüz mü? Bakın bunlar kızılcıklar, komünistler’ falan gibi. Her şeye rağmen bundan korkmadan, çekinmeden devam mı etmeliydi? Yoksa özerkliğinin ortadan kaldırılmamasını sağlayacak bir yayın politikası mı? Yani ne diyelim buna; bir otokontrol içinde mi olmalı muhabirler ve prodüktörler? Bu belirli ölçüler içinde bence olmalıydı. Burada nedir? Anayasa var, Türk Ceza Hukuku var, Medeni Hukuk var. O hukuki çerçevenin dışına çıkmadan. Eğer bugün Türk Ceza sisteminde herhangi bir olay, herhangi bir haber, herhangi bir görüş suç sayılmışsa bunu zaten yapamazsınız. O çerçeveyi zorladığınız zaman bir takım sıkıntılar olabilir. Ben bugün mevcut anayasayı özgürlükler açısından beğenmiyor olabilirim ama ben TRT kurumunda çalışıyorsam mevcut anayasada emredilen hükümlerin içinde kalmak zorunda hissederim kendimi. Onların içinde kalmak koşulu ile bir özgürlük anlayışından yanayım. Silahlı kuvvetlerin ne zaman iktidara el koymak istese önce radyoyu ele geçirdiğinden bahsediyorsunuz ve ‘artık silahlı kuvvetler iktidara el koyarsa, binden fazla radyo, 250 TV şirketi, milyonlarca internet var, hangisine el koyacak? (…) tüm yayınlar denetlenebilir mi?’ sorusunu yöneltiyorsunuz okuyucuya. Sivil bir iktidar şu anda tüm yayınları denetleyemiyor mu sizce? Bu teknolojiyi denetlemek çok fazla mümkün değil. Mesela internet yasası çıktı. Bu
10
diktatoryal rejimlerde bu uygulanmaya kalkıldı. Ama delindi hep. Halkın haber alma arzusunun önüne geçmek mümkün değildir gibi geliyor bana.
yasanın sağından solundan delinmesi için yeni seçenekler ortaya çıkacaktır. Yurt dışından yayınlar yapılmaya başlanacaktır. Nitekim kitapta eski örnekleri de var. İnsanlar Türk radyolarından ve televizyonundan doğru haber alamayınca bu defa komşu ülkelerin radyolarından haber alıyorlardı. Hele bugün kırk milyon internet kullanıcısı var. İnternette istediğiniz kadar yasa koyun, bu yasakların delinmesiyle de ilgili teknoloji aynı ölçüde hızla ilerliyor. O nedenle ben çok etkili olacağı kanısında değilim. Kaldı ki bizden daha gelişmiş ülkelerde özellikle genç nüfusun beyin ve öğrenme sisteminde bazı değişiklikler olduğu söyleniyor. Obama sırf bunun için büyük bir para ayırarak İngilizce beyin anlamına gelen ‘Brain’ diye bir merkez kurdu. Bu merkezde internet ve bilgisayar aracılığıyla bilgi edinen gençlerin beyinlerinde nasıl bir değişim olduğu, algılamadaki sistemin nasıl değiştiği, bunun sonuçlarının ne olacağı konusunda araştırmalar yapılıyor. Çünkü artık belki düz, büyük, uzun konuşmalar dinlemek yerine, uzun yazıları okumak yerine kısa mesajlara benzeyen, spot bilgi alma ve bilgi verme dönemine doğru acaba gidiliyor mu? Diye bir şey var. Onun için de mevcut hükümetlerin yasaklar koyması, radyoların, televizyonların özerk olup olmamasının da önümüzdeki yıllarda önemi kalmayacak gibi görünüyor. Böyle bir dünyada yasakların işleyeceği kanısında değilim. Nitekim bunun uygulandığı Çin veya eskiden Sovyetler Birliği’nde ve işte bazı Arap ülkelerinde, İran’da vesaire
Değişen her iktidarla beraber TRT’nin Genel Müdürü’nün de değiştiğini görüyoruz. Böyle bir durumda da özerklik yalnızca soyut bir kavram olarak kalıyor sanki değil mi? Buna; anayasada uygulanmayan maddelere, beyaz madde deniyor. Yalnızca özerklik değil, birkaç tane madde daha var. Yazılı kanun var ama uygulanmıyor. Ama özerklik özellikle kamu hizmeti yayıncılığındaki bu yasaklama, özerkliğin kaldırılması diğer kurumlardan daha önemli bence. Ben kitabımın ön sözünde maalesef kolay anlaşılsın diye bir yanlış karşılaştırma yapmışım. Kamu hizmeti veren hastanelerden ya da devlet demir yollarından nasıl yararlanıyorsak kamu hizmetleri açısından bunda da eşit olarak sizin siyasi görüşünüz dikkate alınmaksızın hizmet sunulması gerekir dedim. Oysa orada biraz TRT’ye haksızlık ettim. TRT bu bahsettiğim kurumlardan da önde. Çünkü kamuoyunun serbestçe oluşmasına yardım edecek bir kurum. Bu kurumu diğer kamu kurumlarıyla karşılaştırmak benim bir yanlışlığım. Onlardan da öte insanların haber alma hakkının önüne engel koyuyorsunuz. Anayasanın da verdiği bir hak bu, evrensel hukukta da bu var, İnsan Hakları Beyannamesi’nde de var. Yani ben Türkiye’de ne olup bittiğini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunların önünde bir engel olursa bende nasıl mevcut iktidar veya muhalefet ya da kamu yönetimi hakkında kanaat uyanacak? Acaba yapılanlar doğru mu değil mi? Ben bu konuda nasıl kanaate ulaşacağım? Kanaate ulaşmazsam, tek açıdan bakmaya zorlanırsam, ben yarın çok güvendikleri ve bunu bir mit haline getirdikleri seçmen sandığında oy verirken nasıl özgür irademle vereceğim? Veremeyeceğim. Yani koşullanmış belirli bir tip olacağım ve gidip oy vereceğim. Neredeyse bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz robotlaşmış mekanik insanlar gibi. Mevcut hükümet bir çip koyacak kafama ondan sonra ben onun gibi düşüneceğim. Onların her yaptıklarını beğeneceğim ve sandığa gidip onlara oy vereceğim. Böyle bir ülke düşünülebilir mi? Ama komik gibi gelen demin anlattıklarım uygulamaya baktığımız zaman sanki yapılmak isteniyor gibi. Hiçbir muhalif sese tahammül göstermeyen bir iktidar var şu anda. Şimdi burada TRT ne yapacak? TRT eğer benim çok önem verdiğim, hayatımın en güzel günlerinin geçtiği 65 senesiyle 12 Mart arası dönemde olsa serbestçe bunu tartıştırıyorduk biz. Aynı masanın etrafında
Behice Boran’ı da koyuyorduk, en liberal Turhan Feyzioğlu’nu da koyuyorduk, sosyal demokrat birisi de oluyordu falan. Her seçimden önce siyasi parti liderleri TRT’de bir masanın etrafında toplanıp görüşlerini söylüyorlardı. Bu yapılabiliyordu. Şu anda Çankaya Köşkü’nde bile siyasi parti liderlerini Cumhurbaşkanı toplayamıyor, bir araya getiremiyor. TRT’nin stüdyolarına genel başkanlar gelip tartışıyorlardı. Niye yapıyorlardı? Çünkü TRT’ye güveniyorlardı. Ama şimdi böyle bir güven ortamı yok. Tek kurtuluş kamu hizmeti yayıncılığı yapan TRT’ye yeniden özerkliğini sağlamak. Bugün mevcut iktidarın yaptığı binlerce eser var, ben bunları yadsımıyorum. Teşekkür ediyoruz yani yol yaptı, hastaneler, düzenlemeler… Bunlara diyecek bir şey yok. Ama benim serbestçe oyumu verebileceğim bir ortamı yaratmazsanız o zaman demokrasiden nasıl söz edebiliriz? Bunun da en önemli unsuru kamu hizmeti yayıncılığı. TRT’nin 50. yılına geliyoruz. Bu elli yıl içinde geldiğimiz noktaya bakın. Ne kadar büyük umutlarla bu iş başladı. Kitabınızı okurken ister istemez hep günümüzden örneklerle kıyaslamalar geliyor insanın aklına. Geçtiğimiz günlerde TRT Diyanet kanalı bir programa katılmak üzere Gıda Mühendisleri Odası’ndan ‘bir bay mühendis’ talebinde bulundu ve kadınlar bu cinsiyetçi uygu-
lamayı protesto etti. Kitabınızda İsmail Cem-Mehmet Barlas döneminde kadın spikerlere ekran yasağı konduğunu öğreniyoruz; haberlerin televizyonda erkek spikerler tarafından sunulması isteniyor. Sonra bu karar tepki görünce araya Bülent Ecevit’in girmesiyle iptal ediliyor. Farklı saiklerle de olsa bu iki örnek medyada erkek egemen zihniyetin değişmediğini gösteriyor gibi. Şu anda fiziki olarak değişmiş gibi görünüyor bana. Yani genç meslektaşlarım arasında çok sayıda kadın görüyorum. Ama orada benim garibime giden İsmail Cem ve Mehmet Barlas gibi iki aydının böyle bir karar alması. Çünkü radyonun tarihi de var burada. İlk spiker 1927’lerde Emel Gazimihal, ve ilk Londra’ya gönderilip spikerlik konusunda kurs alan hanım. İsmail Cem ve Mehmet Barlas yönetici olarak geldiklerinde de çok sayıda hanım spiker vardı. Tamam Amerika’da ve BBC’de o yıllarda en ünlü anchormanlar erkeklerdi. Walter Cronkite gibi. Ama şu anda CNN’e baktığımızda veya Amerikan kanallarına baktığımız zaman çok iyi kadın gazeteciler var. Şu anda öyle bir sorunumuz yok gibi geliyor bana. Bugün bırakın muhabiri kadın kameraman meslektaşlarımı görüyorum ben. Bu memnuniyet verici bir şey. Belki dinleyenlere de daha sıcak, daha inandırıcı geliyor bir kadının anlatması. Verdiğiniz örnek belki şu yüzden olabilir; hani mütedeyyin diyelim ki meslektaşları-
mız var, başörtüsü takıyorlar, televizyona çıkamıyorlar, ama şimdi çıkıyorlar. Belki o sebeptir. Ama o dönemde öyle bir kaygı da yoktu, niye böyle bir uygulama yapıldı ona bir eleştiri getirdim kitapta. Yalnız ben değildim eleştiri getiren, zaten Jülide’nin kitabından da aldım o bölümü. TRT’nin özerkliğinin korunması için ve tam olarak kamu yayıncılığı yapılabilmesi için çözüm önerileriniz nelerdir? Ne yapılmalı? Kamuoyunda tarafsız olduğu kabul edilmiş sivil toplum örgütleri, işverenler, işçiler, tüccarlar, esnaflar, sporcular, basın, üniversiteler… Onlardan kırk-elli kişi toplayalım. Var bunun uygulaması; Almanya’da eyaletlerde böyle kurullar var. Onlar seçiyorlar Genel Müdürü, görevden de alabiliyorlar. İçinde din adamı da var, asker de var. Toplumun bütün kesimleri var. Böyle olunca da diyelim ki o üyelerden bir tanesi işçi ise diğeri işveren olduğu için orada denge sağlanıyor. Birisi reklam veren ise diğeri reklam alan da oluyor. Bu kadar incelikle düşünülmüş bir uygulama. Bu zor bir şey değil. Ama yeter ki seçilmiş insanlara güven duygusu kamuoyunda yerleşebilsin. Bu uygulamayı yaptığınız zaman TRT’nin en itibarlı yayın organı haline geleceğine inanıyorum. Söyleşi: VİLDAN TEKİN
KİTAPÇILARDA! 11
YAZAR MÜJGAN TEKİN:
‘TRT sadece iktidarın borazanı değil, küresel sermayenin de istediği zaman kulağını çekebileceği bir kurumdu.’ Yayımlandığı dönemde olumlu ve olumsuz pek çok eleştiri alan ve adından sıkça söz ettiren ‘Sınırlar Arasında’ haber-belgesel programı ekibinden eski bir TRT çalışanı Müjgan Tekin. Onunla hem TRT’de programın uğradığı sansürü hem de program ekibinin, programın yapımcısı ve sunucusu ile bir tutulup, daha sonra meslek hayatlarına yapılan müdahaleyi konuştuk. TRT’de gerek yayımlandığı bölümlerle gerek de yayından kaldırılış öyküsüyle çok konuşulan ‘Sınırlar Arasında’ belgeselini hazırlayan ekiptendiniz. Önce kısaca bahseder misiniz TRT ile yolunuz nasıl kesişti? 2002 yılında İletişim Fakültesi’nden mezun olduğumda büyük bir kaygı yaşıyordum. Arkadaşlarımın büyük çoğunluğu bir yılın sonunda gerek maddi zorunluluklardan, gerek toplumsal baskılardan dolayı tek tek vazgeçmeye başlamıştı, diretmenin anlamı kalmamıştı birçoğumuz için. Ya ilaç mümessili olunacaktı ya bankacı. İletişim Fakültesi mezunlarının gerçeğiydi bu, şimdi de farksız ya. Böyle bir zamanda direndim. İlk kitabım ‘Çöldeki Balıklar’ı yazmaya başladım. TV8’den 2003 yılında bir arkadaşım aracılığıyla haber geldi. Belgesel Departmanı’nda bir şeyler yapmak ister miydim? İstemez miyim? Hem de belgesel. Kanala gittiğimde Banu Avar, Haydar Aliyev belgeseli yapmak için hazırlanıyormuş. Ben bir kaç metin denemesi yaptım Avar’a ilettim. Banu Avar’dan önce bana kanalda çalışan arkadaşımdan telefon geldi; metnin, belgesel departmanında elden ele dolaşıyor, örnek gösteriliyor diye. Bendeki mutluluğu siz düşünün. Okuduğum, çok istediğim mesleğimden vazgeçmek zorunda kalmayacaktım, öyle gibi gözüküyordu. Aliyev belgeselinde yönetmen yardımcısı ve metin yazarı olarak çalışmaya başladım. Daha sonra Banu Avar’a TRT’den Şenol Demiröz zamanında bir teklif geldi. Banu Avar; ‘benimle TRT’de bir haber-belgesel programında çalışmak ister misin?’ Dedi. TV8’de devam edeme-
12
yecektim, kanalda bir değişim yaşanmaya başlamıştı. Kabul ettim. TRT macerası ‘Sınırlar Arasında’ programı ile başladı. Dış yapım şeklinde sözleşmeli personel olarak başladık. Sınırlar Arasında programı TRT’de bir süre sonra hayli gürültüler kopardı. Nasıl bir sürece tanıklık ettiniz? Başlangıçta iki kişiydik biz, teknik ekip hariç. İlk dönem haftada bir gün yurt dışında çekimlerin yapılıp gelindiği bir proje şeklindeydi. İlk zamanlar Balkanlar ağırlıklı gitti program. Daha kültür ağırlıklıydı. Ancak farklı olmasını istiyorduk. TRT’de ‘Gezelim Görelim’ vardı ve kendi alanında da gayet başarılıydı. Bir süre sonra ‘Sınırlar Arasında’ daha politik bir hal almaya başladı. Biz bu süreç içerisinde ekip olarak çoğaldık ve kendi içimizde her program öncesi ciddi çatışmalı beyin
fırtınaları yaşamaya başladık. Çünkü program politikleşmeye başladıkça bizlerin de fikir ayrılıkları su yüzüne çıkar oldu. Ben ilk başlarda sadece mesleğin çaylağı olarak pişmeyi isterken belli bir süre sonra artık daha çok kendi değerlerime sarılır olmuştum. Bizim kendi içimizdeki tartışmaların hala çok olumlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü program yavaş yavaş Ankara’da sansür dairesine gönderilip, kesilip biçilip acemice İstanbul’a yollanmaya başladığı vakitlerde bile biz kendi içimizde özgürce neysek oyduk. Tabiî ki son söz Banu Avar’daydı. Ama ben kendi adıma daha sonra iyiden iyiye ayrışacağımız noktalarda bile, neydi o noktalar; Ermeni soykırımı ve Kürt sorununa bakış açısı, özgürce fikirlerimi savunabiliyordum. Türkiye dışındaki her türlü soykırımda, katliamda, emperyalist güçlerin savaşında ortaktı fikirler ancak
Müjgan Tekin
konu Türkiye olunca, çoğu kendini solda tanımlayan aydının görüşündedir Banu Avar. Biz bunun kavgasını programın üçüncü yılında iyiden iyiye vermeye başladık birbirimizle. Hatta ara ara programdan ayrılıyor, başka işler yapıyordum. Fakat bir iki ay içinde ekibi özlüyordum. Bu kadar birbirimize ayrı düşüp, kavga edip neden birbirimize katlandık sorusunun benim adıma cevabı budur. Kavga edebiliyordum, ekip içinde fikirleri söylemek özgürdü.Bir de sansüre uğradıkça program, ekibin yanında olma isteğim artıyordu. İlk zamanlar İstanbul›da denetim dairesi izliyordu programın yayın bandını ancak daha sonra bu değişti. Şenol Demiröz, 2005 yılının yaz ayıydı sanırım; program tatildeydi çünkü, hükümet ile derinleşen ayrılığından dolayı emekli oldu yerine kimin geleceği çok önemliydi. Hafızanızı zorlarsanız iki isim sürekli gündemdeydi. Mehmet Barlas ve İbrahim Şahin. Ancak atama gerçekleşene kadar Ali Güney vekaleten TRT›nin Genel Müdürü görevine getirilmişti. Cumhurbaşkanı Necdet Sezer›in iki ismi de onaylamadığı basına sızmıştı. 2005 yılı biz de ilk kez ciddi olarak sansürle karşılaştık. Suriye programıydı. Tesadüfen Hariri suikastının olduğu döneme denk gelmişti çekimler. Biz her zamanki gibi metni yazıp, kurguya girdik ve denetime gönderdik kaseti. Arap ülkeleri ile Türkiye›nin arasının neden açık olduğu da aktarılıyordu. Biz yayında görüyoruz ki program kesilip biçilmiş ve işin ilginç yanı arada boşluklar var, havada kalmış. Ertesi gün bir hayli mesele olmuştu. Hani eskiden sansür daha açık yapılırmış ya sansürlenecek yerin üstü çizilip yayımlanırmış onun gibi bir durum. Aleni bir sansür yani. Peki daha sonra kaç kez sansüre maruz kaldı program? Evet o kadar aleni, ekran kararıyor, görüntü kaydırılmış kurguda. Düşünün; TRT 1 ekranlarında ve prime time kuşağında. Tabi doğal olarak izleyici anlıyordu sansürü, bizim bir açıklama yapmamıza bile gerek kalmıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam seksen iki bölüm yayımlandı program ve dört sezon yayında kaldı. İkinci sezondan sonra hemen hemen birçok bölüm az ya da çok sansürleniyordu. Önceleri TRT yapıyordu bu işi. Yani denetim masası kendisi sansür uyguluyordu. Fakat daha sonra işin içine elçilikler ve dış işleri girmeye başladı. Mesela; yıl olarak tam hatırlamıyorum Avrupa bölümlerimizin yayında olduğu sezondu, 2007 sanırım, yani İbrahim Şahin›in Genel Müdür olduğu yıl, Fransa bölümünde Ramirez’in -dünyanın Çakal Carlos diye tanıdığı Ramirez- karısı, Fransa›nın sevmediği Avukat Isabelle Peyre ile yapılan röportaj yine ekibe bilgi verilmeden yayın bandından çıkarılmış.
Ne söylüyordu hatırlıyor musunuz Peyre? Birebir hatırlamıyorum ama genel anlamıyla Fransa›yı eleştiriyordu. Hapishanelerin durumunun kötülüğünden bahsediyor, Fransa›nın Kuzey Afrika›da gerçekleştirdiği katliamları anlatıyordu. O dönemde Fransa›da soykırım inkar yasası çıkmıştı, bu yasanın baskıcı bir yasa olduğunu söylüyordu. Fransa›yı ırkçı olmakla eleştiriyordu. Sanırım program içerisinde toplam dört beş dakikalık bir röportajı vardı ve tamamı kesilerek ekrana geldi. Sansürün nedenini sorduğumuzda ilk başta ‘Türkiye›nin çıkarlarına aykırı’ yanıtını aldık. Fakat daha sonra öğrendik ki bizim metinler artık Dışişleri’ne oradan da program hangi ülke ile ilgiliyse o ülkenin elçiliğine bilgi gidiyormuş. Carlos›un karısı Peyre ile röportaj Fransa›nın çıkarlarına uymadığı için, elçiliğin ricası üstüne olduğu gibi yayın bandından çıkarılmıştı. İşin aslı buydu. Yani TRT’de sansür sadece devletin resmi kurumlarından değil, Türkiye’deki yabancı temsilciliklerden de geliyordu öyle mi? Buna benzer başka örnekler geldi mi programın başına? Aynen öyle. Elçilikler de TRT’ye müdahale ediyordu. Çok fazla benzer durum geldi programın başına ama ben kamuoyuna da yansıyan bir kaç örneği şu anda daha net hatırlıyorum. Hatta Evrensel gazetesi o dönem bu konu ile ilgili haberde yapmıştı. ‘İsrail isteği ile sansür’ diye, evet başlığı buydu haberin. İsrail’in ördüğü utanç duvarı, annesi babası duvarın öteki tarafında kalan Filistinli çocuk, Muhammed’in hayatı vardı. İki bölüm olarak hazırlamıştık. Programın tekrarları oluyordu TRT2’de, TRT INT’te. İsrail, yayınları izledikten sonra bizim Dışişleri’ni aramış, tekrarlar yayımlanmayacak demiş. İsrail’in talimatı yerine getirildi. Tekrarlar yayımlanmadı. TRT sadece iktidarın borazanı değil, küresel sermayenin de istediği zaman kulağını çekebileceği bir kurumdu. Üçüncü sezon; yani 2007 yılında İbrahim Şahin’le birlikte zor ilerlemeye başlamıştı program. Avrupa bölümlerinde sansür iyice artmıştı. İsveç’in Nobel’i bölümünde, Nobel Ödülleri’nin gerçek yüzü anlatılıyordu. Bilinmedik şeyler değildi aslında da programda söylenenler ama TRT ekranlarında söylenince devlet üstüne vazife kabul ediyordu. İşin özü; savaş sanayinden beslenen ülkelerin barış ödülü vermesi çelişkisini anlatıyordu program. İşte bu bölüm nasıl oluyorsa yine yayımlanmadan İsveç Büyükelçiliği’ne gidiyor. İsveç Büyükelçisi programın yayımlanmaması için TRT’ye mektup yolluyor. Önce TRT yayımlamama kararı alıyor sonra basında sansür duyulunca
yayınlamaya karar veriyor. Yayımlandıktan sonra olay büyüyor. Hangi ülkeye gidileceği, kimlerle röportaj yapılacağı, yayın bandından önce metin denetimi, yayın bandı denetimi derken program bir bakmışsınız yayında yamalı bohça. Bu arada biz sadece programa uygulanan sansürle değil özel hayatlarımıza yapılan müdahale ile de uğraşıyorduk. TRT mi özel hayatınıza müdahale ediyordu? Daha dinlemeler bu kadar meşrulaşmamış, herkesi dinleme paranoyası sarmamıştı. Bir gün Banu Avar şehir dışında bir konferansta ben de TRT’nin Ulus’taki binasında odadayım. Telefon çaldı açtım, Banu Avar ile on dakika falan konuştuk. O cebinden aramıştı odayı. Telefonu kapattım annem panik halde beni arıyor. Bizim evin telefonu çalmış, annem kaldırmış ahizeyi Banu ile ben telefonda konuşuyorum. Bütün konuşmayı olduğu gibi dinlemiş. Tek tek konuştuğumuzu anlatıyor bana. Dinlemedeyiz belli ki ve hatları karıştırmışlar. O gün dinlendiğimizden emin olduk. Bir kez daha yinelendi bu olay. İkinci bir dinleme krizi 24 Kasım Öğretmenler Günü. Bir pazara denk geldiği gün, liseden çok sevdiğim bir öğretmenimi ziyarete gittim ve daha sonrası için ailemle plan yaptım. Ancak sohbet çok uzadı ve benim ziyaret saatler sürdü. Bu esnada evde olanlardan haberim yok tabi. Ev halkı beni arıyor ama karşılarına Gazi Mahallesi’nden bir kadın çıkıyor. Oğlunun telefonuymuş, oğlu evde unutmuş. Kadın da panik oluyor. Bir kaç kez böyle telefonda konuşuyorlar. Tabi bu arada benim telefon hiç çalmıyor. TRT değil elbette özel hayatımıza müdahale eden ama TRT’ye müdahale edenler bizi dinliyor. Peki bu müdahaleler nasıl devam etti? Programlar sansüre uğrarken yayın çıkarmak zor olmuyor muydu? Zaten bir süre sonra sürekli programın günü ve saati ile oynanmaya başlandı. Ve sonunda TRT1’deyken TRT2’ye kaydırıldı. Bazı bölümler, olduğu gibi yayımlanmamaya başladı. Yani bakın bir bölümü sansürlendi demiyorum. İki haftalık emeğimiz boşa gidiyordu. Artık ayda iki kere değil bir kere yayınlanır olmaya başlamıştık neredeyse. 2007 yılından sonrası yayında gördüğümüz her bölüm bizim için son bölümdü. Bekliyorduk yani. 2007 yılının Aralık ayında bir sözleşme imzalanmıştı; on sekiz bölümdü anlaşma. Ama
Önceleri TRT yapıyordu bu işi. Yani denetim masası kendisi sansür uyguluyordu. Fakat daha sonra işin içine elçilikler ve dış işleri girmeye başladı. 13
Hangi ülkeye gidileceği, kimlerle röportaj yapılacağı, yayın bandından önce metin denetimi, yayın bandı denetimi derken program bir bakmışsınız yayında yamalı bohça. artık tam bir savaşa dönmüştü. Ankara gönderdiğimiz bantları kendi sansürleyince ekranda uygulanan sansür apaçık belli oluyordu. Bir süre sonra seyirciden tepkiler artınca, bize sansürledikleri yerleri göndermeyi ve yeniden kurguya girip bandı öyle teslim etmemizi istemeye başladılar. Bunu yapmayı reddediyorduk. Niçin kendi kendimizi sansürleyelim? Eğer yayına devam edecekseniz siz sansürleyin, öyle ekrana gelsin diyorduk. Böylesi bir ortamda gidiyordu program. Ben bu süreçte görüş ayrılıklarımız derinleştiği için son çalışmamı ‘Gürcistan’ bölümünde yapmıştım. Gürcistan’dan önce zaten “Sohum” bölümü de kriz yaratmıştı yine. Mart ayıydı galiba. Bölümün metni on beş gün önce denetime yollanmıştı ama yayın günü geldiğinde son anda Haber Dairesi bize bölüm hakkında Dışişleri’ne danışılacağını ve akşam yayına koymayacağını söyledi. Ancak çok büyük tepkiler gitti TRT’nin aktif hattına o dönem izleyiciden. İzleyici baskısı sonucunda bir hafta gecikmeli yayımlandı. Ardından “Gürcistan” bölümü geliyordu. O benim son çalışmamdı. İyi ayrılmak istiyordum programdan ama kaldığım sürece Banu Abla ile fikir çatışmalarımız artık kavga boyutlarını geçmeye başlamıştı. Bir söz vererek bırakmıştım Sınırlar Arasında’yı, eğer desteğime ihtiyaç duyarlarsa sezon sonuna kadar destek verecektim. Sezon sonunu göremedi o ayrı mesele. Ekip, Büyük Ortadoğu Projesi üstüne bir kolaj hazırlamıştı. Daha da on sekiz bölümlük sözleşme içinden yedi bölüm yayımlanmıştı. Bölümün yayına girmesini bekliyorlardı ki bana yapım yardımcısı arkadaşımızdan bir telefon geldi. Odayı boşaltıyorlar, kimsenin haberi yok dedi. Hafta sonu apar topar programın yapımcısına haber vermeden oda boşaltılıyordu. Program yayından böyle; haber verme gereği duymadan kaldırıldı. Program kaldırıldıktan sonra neler oldu? TRT ile çalışmaya devam ettiniz mi? Hayır, TRT zaten 2008 yılından itibaren iyice iktidarın sözcüsü olmaya başladı. Değişim çok hızlıydı. Birçok insan emekliliğe zorlanıyordu. İçeride, Amasralı bir müteahhit firmasının çalışanları televizyoncu olarak görevlendiriliyordu. Işık bilmeyen insanlar ışıkçı, yönetmen gibi görevlere getiriliyordu. Dışarıda bir sürü İletişim Fakültesi mezunu işsizlikle boğu-
14
şurken, TRT böyle bir hale gelmişti işte. Sanırım 2010 başıydı. Sınırlar Arasında programından tanıdığım bir arkadaşım ekonomi programı hazırlıyordu TRT Haber’e. O sırada üçüncü romanım ‘Ağıt: Ararat’tan Ağrı’ya Yükselen Çığlık’ çıkmıştı. Hem onun tanıtımı için hem de ikinci roman ‘Raman Petrol Kartalları’ ile ilgili, petrol ekonomisini konuşmak için benimle bir röportaj ayarlamış. Röportaj derken programın içine küçük bir vtr. Yoksa konuk olarak alabileceklerini sanmıyorum. Piyerloti’de gerçekleşen röportajın üstünden bir hafta geçmişti ki yapımcısı programın editörlüğünü yapmak isteyip istemediğimi sormuş yönetmenine. Yönetmeni de bana söyledi. İki yıl işsizlikten sonra kabul etmek istedim ama tedirgindim. İki yıl boyunca gittiğim her görüşmede biraz daha emindim. Bir tarafa ait olmak gibi bir durum yaratılmıştı. Başladım editörlüğe, çok da iyi gidiyordu. Çok fazla Ulus’taki binaya gitmiyordum. Ne olur ne olmaz diye kendi aramızda bir tedbirdi bu. Ancak bir gün Ulus’tayım, yapımcıya bir telefon geldi. Ahmet Böken editörünüzün cv’sini istiyor dendi. Düğün değil bayram değil, Ahmet Böken ne diye editörün cv’sini ister? Tabi bu arada program sonunda roll captionda adım geçmiyor, görüp işime engel olacaklarını hissettiğimiz için biz kendimizce böyle bir önlem almıştık ama o da yaramadı. Neyse TRT Haber’in başındaki isim cv istiyor. Bir süre düşündük, hemen bir başka isim bulup uydurma bir cv atalım dedik. Sonra olmaz dedim. Neden ve nereye kadar böyle sürebilirdi ki? Kimsem, neysem o gidecekti Ankara’ya. Ben mesleğime ‘Sınırlar Arasında’ ile başlamıştım. Programın her aşamasında çalışmıştım. Üstelik seksene yakın ülkenin siyasi tarihi hakkında bir birikim elde etmiştim. Programda inanmadığım şeyler için de sonuna kadar fikirlerimi söylemiş, savunmuştum. O anda var olan ve birbiri ile savaşan iki taraftan da değildim. İktidar ve ulusalcıların kavgası o sıralar gittikçe şiddetleniyordu. Böylesi bir dönemdi işte. Ve ben Müjgan Tekin olarak cv’yi yolladım. Cevap belliydi. Aksi olursa şaşıracaktım. Yapımcımın benle çalışmak istemesine, bir aylık emeğime, bir ayda programa getirdiğim yeniliklere rağmen programda çalışamazdım. Bir gün dahi bile çalışamazdım. Yerime hemen başka editör bulunacaktı ve bulundu. Artık programa sansür yoktu isimlere de sansür vardı. Peki bu durumu kimseyle paylaştınız mı? TRT’ye geç kalmış teşekkür isimli bir yazı yazdım ve medyada bugün işsiz kalan bir çok büyük ismin özelden maillerine yolladım, biri hariç hiç biri ilgilenmedi. Nasıl gitgide gazetecilerin taraf kavgası içine
sokulmak istenildiğini yazdım, sansürün çok daha büyüyerek devleşerek üstümüze geldiğini yazdım o yazıda. O yazıda iktidardan yana olmadığımı, hiç bir zaman güçlünün yanında olmayacağımı, Banu Avar ulusalcı olabilir ama yanında çalışan insanları ulusalcı olarak yaftalanıp cezalandırılmaya çalışılmasının yanlış olduğunu yazdım. Gerçekten ulusalcı olsam bu yazıyı yazmaya gerek duymazdım ki insanın bence en dürüstü ne olduğunu saklamayandır. Ama sosyalizme inanmış biri olarak bu olanlar bana çok dokunur olmuştu artık. O teşekkür yazısında şunu belirtmiştim; iyi ki beni yolladınız TRT’den diye yazmıştım. Çünkü o gün bir kez daha karar verdim, medyanın kirli düzeni içinde gazetecilik yapmak çok zordu. Şunu da belirtmek istiyorum ki ben Sınırlar Arasında ile anılıp, özdeşleşmiş bir isim olmak istemiyorum. Ben o programda meslek hayatıma başladım, meslek hakkında çok şey öğrendim fakat program sonuçta Banu Avar’ın programıydı ve ben orada bir çalışandım. Bugünlerin geleceği yedi-sekiz yıl önce belliydi. TRT böyle bir süreçti, sansürlerle doluydu. Son iki-üç yılda artık daha çok dillendirilir oldu. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? TRT’de daha nice insan ya okudukları gazeteden dolayı, hatta inanır mısın üstlerine giydikleri yeşil parkadan dolayı işten çıkarılmıştır. Kadrolulardan bahsetmiyorum tabi. İnsana sansürü konuştuğumuz bir dönemde devlet televizyonunda sansürü konuşmak tuhaf kaçıyor değil mi?Televizyon kanallarının, gazetelerin tepe isimleri eğer haberlerine müdahale karşısında “peki efendim” diyor, görmezden geliyorsa gazetecilik suçu işliyor demektir. Medyanın şöhretli isimleri dediğimiz kişilerin çoğunun işsizlik karşısında beli bükülmez. Yaşam biçimlerinden belki biraz ödün verebilirler ama geçim kaygısı yaşamayacakları bir gerçek. Şimdi eylemlerde polis için söylenen bir slogan var ya; “ simit sat onurlu yaşa” diye, emin olun göz önünde yer alan, tartışmadan tartışmaya bilirkişi gibi koşturan gazetecilerin kovulması ya da istifa etmesi durumunda o gazetecinin ne simit satmasına ne simit yemesine gerek kalır. Medya çalışanları şunu unutmasın ki keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner. Şimdi hesap döndü bakın artık dokunulmaz dediğimiz isimler işten atılıyor. Hangi görüşten olursa olsun sansürün de faşizm gibi dili, dini olmaz. Kime yapılıyorsa ses çıkarmalı gazeteciler. Yoksa bir gün işte böyle bir bakmışız; liberali, sağcısı, solcusu gazetecilik yapacak yer bulamaz hale gelmiş.
SÖYLEŞİ: GÜNEŞ TEZER
PROF. DR. CEM PEKMAN’LA TRT VE KAMU YAYINCILIĞI ÜZERİNE:
Yüzde 50’nin TRT’si Özel kanalların ve web tabanlı yayıncılığın gelişmesiyle özellikle genç kuşakların neredeyse tamamıyla unuttuğu bir devlet kuruluşu TRT. Kamu Yayıncılığı ilkesi temelinde yayın yaptığı iddiasını taşıyor, vergilerimizle fonlanıyor, elektrik faturalarımız yüzde bilmem kaçı TRT için ayrılıyor. Ancak her dönemde olduğu gibi AKP iktidarında da kurum sürekli siyasallaşma, sansür, kadrolaşma ve tasfiye iddialarıyla gündeme geliyor. Özellikle Gezi Parkı Direnişi sürecinde TRT, açıkça taraflı bir tutum sergileyerek ve hatta direnişe destek veren personellerini kurumdan tasfiye ederek yandaş medyaya yöneltilen öfkeden nasibini aldı. Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyalarında da Erdoğan haricinde bütün adayları görmezden geldiği için sıkça eleştirildi. Bunun dışında, farklı dil ve lehçelerde yayın, bazı dizilerin yayından kaldırılması, Meclis TV’de muhalefet partilerinin sansürlenmesi, dini programlara ağırlık verilmesi, popülerleşme gibi konularda TRT hep tartışma konusu olageldi. Tartışmaların gelip dayandığı argüman hep aynı; “TRT pratikte özerk değil ve tüm toplumsal kesimleri kucaklamak yerine, belirli bir siyasal görüşün, dinsel ve ahlaki tutumun sözcülüğünü yapıyor”. Biz de Spot dergisi olarak konuyu uzmanına danışalım dedik. Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cem Pekman ile Kamu Yayıncılığı kavramı çerçevesinde TRT’nin bugünkü durumunu ve söz konusu tartışmalar üzerine görüşlerini sorduk. Siz kamu yayıncılığı kavramından ne anlıyorsunuz? Kavram sizin için ne gibi ilke, kural, norm veya teamüllere gönderme yapıyor? Sizce iletişim ortamlarının çeşitlendiği, bireysel yayıncılık olanaklarının geliştiği, devletin düzenleyici-denetleyici rolünün minimuma indiği günümüz koşullarında kavram nasıl bir önem taşımaktadır?
Kamu hizmeti yayıncılığı Avrupa’da şekillenen, 2. Dünya Savaşı ertesinde Batı Avrupa’da hakim olan, Türkiye’nin de 1964’te özerk TRT’nin kurulmasıyla birlikte dahil olduğu bir yayıncılık modelidir. Yurttaşlarla yayın kurumunu doğrudan ilişkilendiren, doğrudan halka hizmeti misyon edinen, bilgilendirmeeğitme-eğlendirme ilkelerinin üzerinde şekillenen bir yayın anlayışını benimser. Ticaret ve sermayeye de, siyasi otorite yahut iktidarlara da mesafeli durmalıdır; bu mesafelilik anayasal ve yasal düzenlemelerle belirlenir. Bağımsızlık ve tarafsızlık modelin temel taşıdır; dolayısıyla yayıncı kuruluş özerk bir yapı olarak tasarlanır ve yasal düzenlemeyle özerkliği güvence altına alınır. Kamu hizmeti yayıncılığının 1980’lere kadar Avrupa’daki egemen yayıncılık modeli olduğu söylenebilir. Bu tarihten sonra yayıncılıktaki ticarileşme,
küreselleşme, ardından sayısallaşma ve yöndeşme gibi değişimlerle yayıncılık alanı ticari kuruluşlara ve rekabete açılmıştır. Türkiye’de de bu değişim 1990 yılından bu yana yaşanmaktadır. Böylesi bir değişim ortamında kamu hizmeti yayıncılığının gerek bizde gerekse diğer Avrupa ülkelerinde ciddi bir sarsıntı hatta çöküş yaşadığı doğrudur. Rekabet ortamında modelin ve kavramın sorgulandığı da doğrudur. Ancak, kamu hizmeti yayıncılığının, özerklik temelinde, sermaye-iktidar çıkarları ve ilişkileri dışında bir bağlamda asli görevi olan kamuya hizmeti yerine getirebilmesi de hala önem taşımaktadır. Bir zamanlar yayıncılıkta “misyon” olarak benimsenmiş bu işlevin şimdi neredeyse “alternatif” bir yayıncılık modeli gibi durması belki acıdır ama bir gereklilik/gereksinimdir de.
15
herkesin sesini duyma-duyurma görevidir. O veya şu parti, inanç, yüzde, demografinin TRT’si değil, kamunun tarafsız ve bağımsız TRT’sinden söz ediyoruz. Kurum hepimize aittir, hepimizin de kurumdan beklentisi vardır. Bu anlamda TRT’nin işi cidden zor ama kamu hizmeti yayıncılığının, tabi genel anlamda gazetecilik, basın ve yayıncılığın kadim ilkeleri de ona rehber.
Burada asıl olan TRT’nin bütün bir kamuya mal olma, herkesin ama herkesin sesini duyma-duyurma görevidir. O veya şu parti, inanç, yüzde, demografinin TRT’si değil, kamunun tarafsız ve bağımsız TRT’sinden söz ediyoruz. Genel olarak TRT Televizyonunun tarihine baktığımızda, farklı dönemlerde kurum ile iktidar arasındaki ilişkiler nasıl şekillendi? Bu bağlamda Türkiye’deki kamu yayıncılığı uygulamalarını diğer ülkelerdekilerle kıyaslarsak nasıl bir tablo karşımıza çıkar? Bu sadece TRT ile, yayıncılık ile yahut yasal düzenlemelerle ile sınırlanabilecek bir tartışma değil. Kurumlarla iktidarların ilişkisi, yahut kurum içi ilişkiler ve politikalar, bir ülkedeki demokrasinin genel işleyişi ve demokrasi kültürü ile bağlantılı her şeyden önce. 1964-1970 arası özerk TRT modeline en uygun yıllar olarak değerlendirilebilir. Daha sonra hepimizin bildiği gibi 12 Mart, 12 Eylül geliyor ve TRT’nin elindeki özerkliğin yasal zemini aşama aşama kayıyor. Bu dönemlerde iktidarların TRT’ye etki etme çabasının da giderek arttığını görüyoruz. Yine de ortada tek bir yayıncı kuruluş olduğu için bütün gözler onun üzerinde ve bu TRT’nin sözünü ettiğim misyonunun hiçbir zaman unutulmamasını, gerek kurum içinden gerek dışından, gerekse de toplumun tümü tarafından önemsenmesini beraberinde getiriyor. 1990 sonrasında ise tablo bambaşka, çünkü bu kez onlarca-yüzlerce-binlerce yayın kuruluşundan oluşan bir “rakip” güruh, kontrolsüz bir yayın patlaması, alabildiğine ticaret ve siyasete açık yeni şirketler vs. geliyor. 1990’larda TRT’nin toplum tarafından unutulmaya başladığını, siyaset ve sermaye çevrelerinin ilgilerini diğer tarafa yönelttiğini görüyoruz. Bu karmaşada anayasal anlamda TRT’nin yeniden kazandığı özerkliği de güme gidiyor ve gerek RTÜK gerekse iktidarların TRT üzerindeki tasarrufları adeta olağan ve sıradanlaşıyor. Avrupa’da özellikle Akdeniz kuşağı ülkelerinde bizdekine çok benzer, hatta bazen daha vahim durumlar yaşandığı vakidir; Kuzey Avrupa ülkeleri, İngiltere, Hollanda vs. ise bu anlamda daha demokratik, misyonuna daha fazla ve sıkı sahip çıkan modelleri yürütebilmiştir. Özerklik, tarafsızlık, çalışanların özlük hakları (tepeden gelen baskılara direnç gösterebilme yetisi), sansür ve oto-sansür gibi başlıklar temel alındığında, TRT’nin son 10 yılını nasıl görüyorsunuz? Bir önceki sorunun cevabında anlatmaya çalıştığım çerçeve içinde bütün saymış olduğunuz konularda sorun yaşandığı söylenebilir. Burada asıl olan TRT’nin bütün bir kamuya malolma, herkesin ama
16
Meclis TV müdürü Nihat Bük’ün iktidar baskısıyla istifaya zorlandığını ve Meclis TV’nin yönetimine yasalara aykırı olarak iktidara yakın kişilerin getirildiğini okuduk. Meclis TV’nin görevi nedir? Bugünkü yayın politikası bu göreve uygun mu? Meclis TV’nin görevi ilgili mevzuatta belirtilmiştir. Neticede halkı meclis çalışmalarından haberdar etmek, bilgilendirmektir asıl görev. Bu konuda yaklaşımlar farklı, örneğin İngiltere bir zamanlar parlamento içinden yahut mahkemelerin içinden görüntü verilmesini engelliyordu, sanırım fotoğraf çekilmesini de. Kameraların varlığı çalışmaları, tarafsızlığı vs. olumsuz etkiler gerekçesiyle. Dolayısıyla bu yaklaşım farklarını irdelemek lazım. Şahsen Meclis TV benzeri yayınların olumlu işlev göreceğini düşünürüm, vatandaşların yasama ve yürütme hakkında bilgi alma ve kanaat oluşturma hakları bakımından. Buna uygun bir yayın yapılıyor mu, onu değerlendirecek bir çalışma yapmadım doğrusu. Son günlerde TRT’nin adının sıkça kadrolaşma iddialarıyla birlikte anılması hususunda görüşleriniz nedir? Tasfiyeler, kadrolaşmalar oldum olası TRT’nin problemlerinden. Hangi kurumun değil ki? Bu dönemde de ciddi biçimde yaşanılan bir problem. Yayıncılıkta kadroların niteliği ve niceliğinin ne denli önemli ve hayati olduğu aşikar. Burada ölçüt yine ilkeler ve misyon. Özerklik dediğimizde kastettiklerimizden biri de idari özerkliktir; kurumun kendi personelini kendisinin belirlemesi ve idare etmesi manasında. TRT’nin içinde nice değerli yayıncı var; onların pasifize edilmesi kadrolaşmanın görünmeyen bir yüzü. Görünür tarafta belli isimlerin programları domine ederek kamu kaynaklarından yararlandırılması var ki bu da ayrı bir kadrolaşma. Bazı TRT personellerinin Gezi Parkı direnişine katıldığı için kurumdan ihraç edilmesi hususunda neler düşünüyorsunuz?
TRT dışında ticari yayıncılar da benzer tasarruflarda bulundu. Yayıncılığın yahut medyanın genel durumu açısından Gezi olayları çok açıklayıcı bir örnek oluşturdu esasında. Halen yansımalarını görüyoruz, görmeye de devam edeceğiz. Bu konuda akademik araştırmalar da yapılıyor, yapılacak. 2013’ün medya panoraması net biçimde çıktı ortaya; buradan yayıncılık adına, kamu yayıncılığı adına, gelecek adına iyi sonuçlar çıkar kanısındayım. TRT’nin Türkçe dışında farklı dillerde yayın uygulamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Önemli ve olumlu bir değişimdir ve kamu hizmeti yayıncılığının ilke ve politikaları bakımından yerindedir. TRT’nin son yıllarda özel televizyonlarla rekabet halinde popüler içerikler üretmesi konusunda neler söylemek istersiniz? Bu konu oldukça tartışmalı, popülarizmi kamu hizmetinden saymayan yaklaşımla, rekabetçi yaklaşım çelişiyor. TRT’nin birincil görevlerinden biri halkı kuşatmaksa eğer, izleyicisini kazanmak adına ticari kurumlarla rekabet de edebilmeli. Nitekim, kamu hizmetinin ilkelerinden biri de eğlendirmektir. Ama burada da alternatifliği üretebilir TRT gibi kurumlar. Yani rekabet adına kopyacılık değil yenilikçilik, alternatiflik popüler yapımlar ve eğlence alanında da üretilebilir. Nitekim bunun bazı örneklerini verdi TRT. TRT’nin kurumsal, idari ve içerik açısından çağın gereklerine uygun, demokratik, şeffaf, katılımcı ve çoğulcu bir perspektiften yeniden şekillendirilmesi gerektiği görüşüne katılıyor musunuz? Eğer öyleyse, bu anlamda atılması gereken en temel adımlar hangileridir? Bu “yeniden yapılandırma” meselesi biraz sorunlu bir yaklaşım, herkesin kendi meşrebine göre yeniden yapılandırmaya kalkışması doğru değil. Model bellidir, zaten bahsettiğiniz unsurlar o modelin içinde vardır. Bunu rekabetçi, piyasacı medya ortamına nasıl uyarlayacağız bir, iktidarların oyun alanı olmaktan nasıl çıkaracağız iki, kamunun kurumunu sahiplenmesini nasıl sağlayacağız üç, sanırım asıl meselelerimiz bunlar. Düzenlemelerimizi iyi yapmalıyız, kağıt üzerinde kalmamalı; kurumun özerkliğini gerçek anlamıyla iade etmeliyiz, editoryal bağımsızlığını güvence altına almalıyız; politik baskılarından arındırmalıyız. Genel anlamda TRT’nin kültür ve demokrasi kültürü bakımından rolü ve önemi üzerine vurgu yapmalı, bunu anlatmaya ve yerleştirmeye çalışmalıyız.
SÖYLEŞİ: UMUR BEDİR
“Tayyip Erdoğan’ı seviyorum çünkü o iyi biri!”
“Tayyip Erdoğan’ı seviyorum çünkü o iyi biri!” Bu cümle 18 yaşlarında down sendromlu bir gence ait. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesiydi. Bize babasından yadigar Mustafa, her bayram olduğu gibi ablası ve annesiyle ziyaretimize gelmişti. Bu ülkede engelli bir birey olmanın zorluklarını belirtme hakkkımı saklı tutarak, annesi ve ablasının olağanüstü çabalarıyla eve kapanmak zorunda kalmayan, mutlu ve sosyal bir çocuktu Mustafa. Seçim öncesi çoğu evde yaşanan durumdan farksızdı elbette bizimki de. Bayramlaşma faslı kısa sürede tamamlanıp hal hatır sorulduktan sonra arka fonda açık olan televizyon eşliğinde hararetli seçim tartışmalarına geçildiği günlerdi o günler... İktidara ve Tayyip Erdoğan’a eleştirilerin yoğunlaştığı, sohbetinse koyulaştığı bir anda Mustafa hepimizi susturarak ‘”Tayyip Erdoğan’ı seviyorum, o seçilsin, ben ona vereceğim oyumu...” deyiverdi. Annesinden ve bizimkilerden “Aaaa! O da nereden çıktı?” sesleri yükselirken Mustafa’yla ikili bir sohbete başladım. Ona neden Tayyip Erdoğan’ı sevdiğini sordum, “Çünkü o iyi biri...” cevabını aldım (Mustafa’nın ailesinin AKP’li olmadığını belirtmeliyim. Bunu belirtmemin tek nedeni; ailesinden, evde konuşulanlardan etkilenebileceği şıkkını elemek). Tayyip Erdoğan’ın iyi biri olduğuna nasıl karar verdiğini merak ettiğimi söyledim. Aldığım cevapsa bu yazıyı yazmama sebep olmaya yetecekti. Eliyle açık olan televizyonu göstererek; “İyi biri çünkü televizyonda hep o var!” Seçim boyunca üç aday arasında haksız
rekabet çok konuşuldu, çok yazıldı çizildi. Adayların devletin kanalı olan TRT’de yer bulma süreleri bu haksız rekabeti ortaya koyan sayısal veriler olarak önümüzde duruyordu. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Başkan Vekili Hasan Tahsin Fendoğlu’nun rakamlarına göre TRT Haber 29 Haziran-10 Temmuz tarihleri arasında: * Adalet ve Kalkınma Partisi’nin cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan’a 559 dakika * Çatı aday Ekmeleddin İhsanoğlu’na 137 dakika * Halkların Demokratik Partisi’nin cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’a 19 dakika yer vermişti. RTÜK’te BDP kontenjanından üye Doç. Dr.Ahmet Yıldırım’ın raporuna göre ise 4, 5 ve 6 Temmuz tarihlerinde üç TRT kanalında Erdoğan’a 533 dakika, İhsanoğlu’na 3 dakika 25 saniye ve Demirtaş’a ise 45 saniye yer ayrılmıştı.[1] İşte Mustafa’nın “Erdoğan iyi biri çünkü televizyonda hep o var!” cevabı bütün bu haksız rekabet verilerinin ne anlama geldiğini somutlayan cümleydi bana kalırsa. Mustafa’nın annesi iktidara yakın olan kanalları çok da izlemediklerinden bahsediyordu ama iktidara yakın olmayan kanal bulmanın çölde su bulmak kadar zor olduğu hepimizin malumu! Mustafa’ya seçimlerinde özgür olduğunu fakat televizyonda görünen her şeyin doğru olmayabileceğini anlatmaya çalışıyoruz. Biz ne söylesek nafile! O devam ediyor anlatmaya; “Tayyip Erdoğan
böyle (yumruğu masaya vurma hareketi yaparak) bağırarak konuşuyor, o güçlü, Eklemeddin, o kötü o kazanamaz!” Selahattin Demirtaş ise hiç yer bulamamıştı Mustafa’nın zihninde. Mustafa da haksız sayılmaz hani! Çok bağıranın haklı kabul edildiği, güçlünün iyi zannedildiği bir toplumda yaşadığının farkında. Hele ki televizyonu her açtığında bağıran adamlara -adamlar burada cinsiyet belirtmek için kullanılmıştır, fikrimce zaten televizyonun kendi, erkek bir aygıttır- rastlaması muhtemel Mustafa için, sesi en çok çıkanın ve televizyonda en çok görünenin iyi kabul edilmesinden daha doğal ne olabilirdi aslında? Kim ne kadar dil dökerse döksün Mustafa’nın fikrinin değişmeyeceği aşikardı. Tam o sırada onun sıkı bir Beşiktaş taraftarı olduğu aklımıza geldi. Çarşı grubunun başına gelenlerden bahsettim Mustafa’ya, haksız yere hapse atılan Beşiktaş taraftarlarına çok üzüldü. “Ben gidip hepsini kurtarırım, olmaz böyle derim.” derken yine yumruğu masaya vurma haraketini yapıyordu. Öfkelenmişti, bu sefer güç Mustafa’daydı. Üstündeki Beşiktaş formasını öptü ve “Beşiktaş iyi, Beşiktaş iyi!” diye tekrarladı. Mustafa’nın oyunun rengi belli olmuştu ve bu sefer kararlıydı: Siyah- Beyaz! Notlar [1] http://www.bianet.org/biamag/ medya/157163-rtuk-basbakan-ile-digeradaylar-esit-olabilir-mi
VİLDAN TEKİN
17
Medyada nefret en çok Ermenileri hedef aldı Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Dil 2014 yılı Ocak-Nisan Raporu yayımlandı. Rapora göre yerel basının çeşitlenmesiyle orantılı olarak nefret söylemi daha da arttı. Medya yine en çok Ermenileri hedef alırken, 24 Nisan Ermeni Soykırımı, Erdoğan’ın ‘Taziye’ mesajının gölgesinde kaldı. Hrant Dink Vakfı’nın nefret söylemi odaklı medya tarama çalışması kapsamında hazırladığı “Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Dil” çalışmasının Ocak - Nisan 2014 raporu yayımlandı. Eleştirel söylem analizi yöntemi ve buna bağlı tekniklerin kullanımıyla oluşturulan iki bölümlük raporun, 2014 yılının ilk dönemi olan dosya konusu ise 1915 Ermeni Soykırımı’nı anma günü olan 24 Nisan. Raporun İdil Engindeniz Şahan tarafından hazırlanan “Yazılı Basında Nefret Söylemi” başlıklı ilk bölümünde bu tarih temel alınarak gazeteler taranıp analiz edilirken, ikinci bölümünde ise Derya Fırat, Barış Şansan ve tarama ekibinin hazırladığı “Yazılı Basında Ayrımcı Söylem” başlığıyla aynı konu işlendi. Yerel yayınlar çeşitlendi, nefret söylemi arttı Rapora göre Ocak-Nisan 2014 döneminde, nefret söylemi içerdiği tespit edilen yazıların çoğu ulusal basında yer alırken, önceki dönemlere göre azalma söz konusu. Analiz kapsamında değerlendirilen 188 içerikten 96’sı (%51.07) 17 farklı ulusal yayında yer aldı. Kalan 92 yazı (%48.93) ise, 63 farklı yerel gazetede yer aldı. Raporda yerel yayınların çeşitlenmesinin nefret söyleminin yerelde giderek daha sıklıkla kullanılmasında belirleyici rol oynadığı belirtilirken, söz konusu artışın tehlikeli bir duruma işaret ettiği belirtildi ve şu veriler aktarıldı: Yerel gazetelerin bölgesel / illere göre dağılımına bakıldığında Karadeniz bölgesinin 12 farklı yerel yayınla ilk sırada olduğu görüldü. Yerel basında yayımlanan yazılar oransal olarak da (%40-%48.9) içerik sayısı açısından da (56-92) bir önceki döneme göre önemli ölçüde artış gösterdi. Ulusal basındaysa bu artışın çok daha az olduğu (81-96 içerik sayısı), hatta oransal olarak düşüş yaşandığı (%60-%51) görüldü. Nefret söylemi yine en çok köşe yazılarında
18
Raporda önceki dönemlerde olduğu gibi bu dönem de nefret söyleminin özellikle köşe yazılarında üretildiğinin gözlemlendiği aktarıldı. İncelenen içeriklerden 113’ünü köşe yazıları, 62’sini haberler oluşturdu. Farklı başlıklar altında okur ya da uzman katılımını hedefleyen altı içerikte nefret söylemi görüldü. En çok Ermeniler hakkında nefret söylemi üretildi Türkiye basınında hakkında en çok nefret söylemi üretilen, düşmanlaştırılan, ötekileştirilen gruplar bu dönemde de değişiklik göstermedi. Raporda yılın ilk dört aylık döneminde, en çok Ermeniler hakkında, 75 içerikte, nefret söylemine rastlandığı belirtildi. İkinci sırada 66 içerikle Yahudiler gelirken, Hıristiyanlar 45 içerikle üçüncü sırada yer aldı. Onların ardından 21 içerikle Rumlar, 10 içerikle Kürtler ve sekiz içerikle İngilizler nefret söylemine maruz kalan gruplar arasında bulundu. En çok nefret söylemi üreten gazeteler Ulusal basında en çok nefret söylemi üreten gazeteler: Nefret söylemine en fazla rastlanan ulusal gazeteler arasında 22 yayınla Yeni Akit ilk sırada. Gazetede yayımlanan nefret söylemi içeriğinde yüzde 7’lik bir artış söz konusu. Yeni Akit’i takiben 16 yayınla Milli Gazete, 10’ar yazıyla Takvim ve Yeni Mesaj gazeteleri geliyor. Nefret söylemi üreten diğer yayınlar ise devamla şöyle: 8 içerikteki nefret söylemiyle Yeni Çağ gazetesi, 7 yayınla Ortadoğu gazetesi , 6 yayınla Önce Vatan, 5 yayınla Anayurt gazetesi, 3 yayınla Milat gazetesi, 2 yayınla Zaman gazetesi ve birer içerikle
de Akşam, Bizim Anadolu, Bugün, Sabah, Sözcü, Türkiye ve Yeni Şafak. Rapora göre, geçtiğimiz dönemde nefret söylemi içeren 13 yazıya yer veren Yeni Şafak gazetesinde çok ciddi bir düşüş var. Aynı şekilde Ortadoğu’da yayımlanan yazıların da yaklaşık yüzde 50 oranında azaldığı ve Yeni Çağ gazetesinde ise 3 içerikten 8 içeriğe yükseldiği gözlemlendi. Bu dönemde, birer içerikle de olsa, Sabah, Zaman, Akşam gibi bilinen ulusal yayınların da listeye girdiği aktarıldı. Yerel basında en çok nefret söylemi üreten gazeteler: Dört içerikle İstanbul Gazetesi; üçer içerikle Antalya Hilal, Çorum Hakimiyet, Konya Hakimiyet, Taka gazeteleri; ikişer içerikle de Adana Ekspres Gazetesi, Çorum Gazetesi, Çorum Haber, Erzurum Yeni Gün, Gazette Adana, İzmir Haber Ekspres, İzmir Son Dakika, Kayseri Gündem, Kayseri Star Haber, Konya Postası, Konya Yeni Haber, Lüleburgaz Hürfikir, Samsun Yenises gazeteleri en çok nefret söylemi üreten yayınlar oldu. Yazılı Basında Ayrımcı Söylem: 24 Nisan Dosyası * 24 Nisan tarihi temel alınarak 22-26 Nisan arasında Aydınlık, Birgün, Habertürk, Hürriyet, Radikal, Sabah, Türkiye ve Zaman olmak üzere sekiz gazetede yer alan içerikler incelendi. * Yayınlarda Ermeni Soykırımı’na ilişkin haber ve köşe yazılarında 24 Nisan haberlerine nasıl ve ne şekilde yer verildiği analiz edildi; haber ve yazılara eşlik eden
görseller analiz edildi. * 24 Nisan Ermeni Soykırımı’nı anma günüyle ilgili toplam 219 haber, köşe yazısı ve diğer içerik türleri yer aldı. 62 içerikle Aydınlık 24 Nisan anma günü üzerine en çok haber-yazı yayımlayan gazete oldu. 33 içerikle Habertürk ikinci, 29 içerikle Hürriyet ise üçüncü oldu. Türkiye, Birgün ve Zaman ise söz konusu dönemde 24 Nisan ile ilgili en az yayın yapan gazeteler oldu. * Rapora göre Soykırım’ın 100. yılından bir yıl önceki 24 Nisan anmasında yazılı bir açıklama yaparak taziye mesajı yayımlayan Recep Tayyip Erdoğan gündeme damgasını vurdu. “Erdoğan” kelimesi 22-26 Nisan 2014 tarihleri arasında ele alınan gazetelerde yayımlanan içerik başlıklarında “Soykırım” kelimesi ile aynı sıklıkla geçti; “Ermeni” kelimesinin ise sıklık açısından önüne geçti. * Toplam 219 içeriğin 89’u taziye haberlerine ayrıldı. Bu kategoride en az yayın yapan gazete Birgün (1) en fazla yayın yapan gazeteler ise Hürriyet, Habertürk ve Sabah oldu. * 219 içeriğin sadece 48’i bilgi verici/ tarihsel olarak sınıflandırıldı.
* Taziye içeriklerine Birgün gazetesinde çok az oranda rastlandı. Yayımladığı içerik türleri içinde oransal olarak geçmişle hesaplaşma/sosyal sorumluluk kategorisinde de en fazla haber yayımlayan Birgün oldu. Taziye içeriğine hem sayısal hem de oransal olarak en az yer ayıran gazete de Birgün oldu. * Aydınlık ve Habertürk gazeteleri yayınladıkları provakatif/kutuplaştırıcı içeriklerle ayrımcı söylemi medyada en fazla üreten gazeteler oldu. * 219 içeriğin sadece 12’si geçmişle hesaplaşma/sosyal sorumluluk olarak belirlendi. * Gazeteler, tehcir/katliam görüntüsüne çok nadir olarak yer verdi. Katliam görüntüsüne Radikal’de ve Sabah’ta yer verildi. * 1915 Ermeni Soykırımı’na ilişkin taranan gazetelerde sayısal veri, 219 yayın üzerinden 202’sinde kullanılmadı. 8 içerikte ölenlerin sayısı 1,5 milyon olarak belirtildi. Hiçbir içerikte kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı türünden detaylı bir sayı aktarımına rastlanmadı. İçerikler hazırlanırken çoğunlukla bir kaynağa da başvurulmadı.
*Ermeni Soykırımı gazetelerde genel olarak “1915 olayları” ve “sözde soykırım” (53’er içerikle) olarak tanımlandı. 40 içerikte herhangi bir adlandırmadan kaçınıldı, 25 içerikte “tehcir” kullanıldı, 17 içerikte doğrudan adlandırma olmaksızın metaforlara başvuruldu, “soykırım” ise sadece 15 içerikte kullanıldı. Aydınlık gazetesi “Sözde Soykırım” ifadesini ağırlıklı olarak kullanırken; Birgün gazetesinde ise tersine “Soykırım” ifadesi ağırlıklı olarak kullanıldı. Birgün’de “Sözde soykırım”, “Ermeni meselesi”, “tehcir” adlandırmalarına yer verilmedi. Birgün dışında “sözde soykırım” ifadesini hiç kullanmayan bir diğer gazete ise Radikal oldu. Habertürk ve Hürriyet içeriklerinde ağırlıklı olarak “1915 olayları” ifadesi kullandı. Zaman ve Sabah’ta ise “soykırım” ifadesi geçmekle birlikte bu ifadenin kullanımı 2’şer içerikle sınırlı kaldı. NOT: ‘Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Dil Ocak-Nisan 2014 Raporu’nun tamamına www.hrantdink.org adresinden bakabilirsiniz
BEKİR AVCI
KİTAPÇILARDA! 19
Bir ifade özgürlüğü ve nefret söylemi örneği olarak Yılmaz Özdil çıkmazı
Kuşkusuz Türkiye medyasında nefret söylemi denince akla ilk gelen isimlerden biridir Yılmaz Özdil. Irkçı, ayrımcı, cinsiyetçi üslubuyla Yılmaz Özdil,Türkiye tarihinin nefret söylemi soyağacında köklü bir yeri hak etmiştir. Ancak bu durumda Yılmaz Özdil’in ifade özgürlüğü iktidar tarafından ortadan kaldırıldığında ne yapmak gerekir? Bu sorunun sorulmasına sebep Özdil’in ‘Başbakan Kim Olsun?’ başlıklı yazısının sansüre uğrayarak Hürriyet gazetesinde yayımlanmamasıyla ortaya çıkan tartışmadır. Sansüre uğrayan bu yazısında Yılmaz Özdil, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle boşalan Başbakanlık koltuğuna kimin oturması gerektiğiyle ilgili önerilerini, yolsuzluklara da göndermeler yaparak yazmıştı. Sonrasında Hürriyet gazetesi twitter üzerinden, yazıdaki bazı ifadeler Doğan Yayın İlkeleri’ne aykırı bulunduğu için yazının yayımlanmadığını duyurdu. Hangi ifadelerin, hangi ilkeyi ihlal ettiğinin açıklanmasına ise lüzum görülmedi. Bu Doğan Yayın İlkeleri ne menem ilkelerdi ki Özdil’in nefretten beslenen ve nefreti besleyen yazıları için bir kez bile devreye girmemişti? Örnekse; 2010 yılında Samsun’da Ahmet Türk’e gerçekleştirilen saldırıyı meşrulaştıran ‘Yumruk’ başlıklı Yılmaz Özdil yazısını yayımlamakta Hürriyet gazetesi bir beis görmemiştir. Ya da Hrant Dink cinayetinin ardından -tam da Hrant Dink cinayeti davasının 19. duruşmasının olduğu gün- ‘Benim Neslim’ başlıklı yazısında, ‘Benim neslim ‘Hepimiz Ermeniyiz’ diye sokaklarda yürüdü’ şeklinde ifadelerle donatılmış ayrımcı bir yazıyı yayımlarken ilkelere olan hassasiyet neden akla gelmemiştir?
20
Ve tabi ki Roboski katliamının ardından Yılmaz Özdil’in kaleminden kan damlayarak yazdığı ‘Sayın Kaçakçı’ başlıklı yazıyı yayımlarken Doğan Yayın İlkeleri niçin devreye girmemiştir? Cevabı basit; sözü edilen ırkçı, ayrımcı ve toplumda kutuplaşmayı artırıcı yazılar iktidarlar için tehlikeli değildir. Aksine gücü elinde bulunduranlar, toplumda yaratılan bu düşmanlaşmadan beslenerek iktidarlarını sağlama alırlar. Bu nedenledir ki Özdil’in bu tür nefret söylemi içeren yazıları gerek Doğan Yayın İlkeleri’ni gerekse de Tayyip Erdoğan’ı rahatsız etmez. Kişisel düşüncem; sansürlenen yazısı da dahil olmak üzere, Yılmaz Özdil’in yazılarının herhangi bir fikir üretmeyen, var olan fikirleri de tartışmaya açmak gibi bir amacı olmayan, yalnızca popülist bir tüketim ürünü olduğu yönünde. Buna rağmen sırf iktidarın hoşuna gitmiyor diye bir yazının sansürlenmesi ‘Nedeni ne olursa olsun, zaten Yılmaz Özdil çoktan hak etmişti bunu.’ denilemeyecek kadar önemli bir mevzudur. Çünkü Yılmaz Özdil eğer bugün yazı yazacak mecra bulamayacaksa bunun nedeni; gerek meslek örgütlerinde gerekse de okuyucuda oluşan nefret söylemine karşı tepkiler olmalıdır. Yoksa Hürriyet gazetesi Yılmaz Özdil’in ne ilk ne de son durağıdır. Nefret söylemiyle kendini var eden bir gazeteci Özdil’in kışkırtıcı yazılarının tarihi onun meslek hayatı kadar eskidir. İzmir’de 1992 yılında 1 Mayıs kutlamalarının polis şiddetiyle son bulmasının ardından, Yeni Asır gazetesi ‘Bölücüler Konak’ta Meydan Dayağı Yedi’ manşetiyle çıktığında bu başlığı atan ekibin başındaki isim yine Yılmaz Özdil’dir.[1] Demek ki Gezi Direnişi’nden sonra sık sık polis şiddetini eleştirirken gördüğümüz Özdil, o dönem polis şiddetine karşı değildir. Ya da Özdil’in karşı olduğu, polis şiddetinin kendisi değil, şiddet emrini kimin verdiğidir. Takvimleri ileri sarıp 2000 yılına geldiğimizde Yılmaz Özdil bu kez Star Gazetesi Yazı İşleri Müdürü olarak çıkar karşımıza. Leeds United ile Galatasaray’ın maçında 2 Leeds United taraftarı öldürülür, maçı ise 2-0 Galatasaray kazanır. Star Gazetesi ertesi gün Özdil’in kelime oyunları ve ironi ile süslediği gazetecilik/ ırkçılık kariyerine yaraşır bir başlık atar: ‘Two Size’.[2] Yapılan sözcük oyununun anlaşılmayacağından endişe edilmiş olmalı ki haberin spotu şu şekilde yazıl-
mıştır: ‘Holiganların sokakta da, sahada da ağzını burnunu kırdık... Biz Türkler Avrupalı rakiplerimizi çiçeklerle karşılar, alkışlarla uğurlarız... Ama sizi suratınıza TÜKÜREREK gönderiyoruz. Two... Two... İngiltere’ye kadar yolunuz var...’ Bu ırkçı, şiddet dolu ifadelerin yanı sıra haberde kullanılan fotoğrafta; üstteki karede bir İngiliz taraftar sokak ortasında uğradığı şiddet sonucu yere kapanmış bir şekilde görülürken, alt fotoğrafta sahada bir Leeds United futbolcusu benzer şekilde yere kapanmıştır. Fotoğraf altı yazısı ise nefret suçunun en somut örneklerinden biridir: ‘Leedsli holiganlara Taksim’de kafasına vura vura toprağı öptürdüler... Leedsli futbolculara Ali Sami Yen’in çimlerinde cenaze namazı kıldırdılar. Hem de two rekat!’ Görüldüğü gibi Yılmaz Özdil’in meslek hayatında bu tür vakalar oldukça sıktır. Yılmaz Özdil ve türevleri bu tür yazılarından dolayı hukuksal yaptırımlara maruz kalmalı ve yazıları yayımlanmayacaksa nefret söylemine karşı durmak için yayımlanmamalıdır. Yoksa editöründen muhabirine, genel yayın yönetmeninden kj operatörüne tüm medya çalışanlarının görevlerini üstlenerek tek sesli medyanın ‘tek sesi’ haline gelen Recep Tayyip Erdoğan’ın hoşuna gitmeyecek bir yazı yazdığı için yazısı sansürlenerek değil. Bu nedenle Yılmaz Özdil’in Hürriyet gazetesinden ayrılışı -kimine göre istifası kimine göre kovuluşu- içinde bulunduğumuz medya-iktidar ilişkisinden bağımsız ele alınmamalıdır. Yılmaz Özdil nefret söylemiyle bezenmiş gazeteciliğinin yanı sıra iktidar tarafından ifade özgürlüğü kısıtlanmış ve işinden edilmiş bir kişidir aynı zamanda. Peki bir yazının ifade özgürlüğünün mü yoksa nefret söyleminin mi kapsamına girdiğine karar vermek ne kadar mümkündür? Bir Karşıtlık İlişkisi: Nefret Söylemiİfade Özgürlüğü Ragıp Duran, Türkiye dahil bütün ülkelerin Ceza Yasaları ve Basın-Yayın Meslek Ahlak Kuralları’nın ifade özgürlüğü alanında iki konuya açık bir kısıtlama getirdiğinden bahseder. ‘Medyada, kamuda, akademide, sokakta her konuda her fikir, her görüş, her bilgi serbestçe yayınlanmalı, tartışılmalı ama sadece iki konu ifade özgürlüğü kapsamına girmediği gibi suç teşkil ediyor. Bunların birincisi şiddet övgüsü ötekisi de ayrımcılık.’[3] Medyada kulanılan ayrımcı dil, herhangi bir kişinin sınırlı ortamında kullandığı ayrımcı ve ötekileştirici dilden
daha tehlikelidir. Toplumsal iktidarın söyleminin yeniden üretildiği bir alan olan medya, kültürel iletim aracı olarak dikkate alınır ve medya söylemi çok daha geniş kesimlere yayılır. Toplum, kanaat önderi olarak gördüğü kişilerin söylemlerinden etkilenir ve nefret söylemi kısa sürede nefret suçuna dönüşebilir. Yasemin İnceoğlu’na göre; ‘nefret söylemini, nefret suçunun önünü açan, onu teşvik eden, tahammülsüzlüğün ve hoşgörüsüzlüğün bir dışavurumu olarak açıklamak mümkündür.’[4] Nefret söylemini, nefret suçuna giden suçun çıkış noktası olarak tanımlayan görüşlerin aksine düşüncenin her türlü biçiminin ceza konusu olmasına karşı çıkan görüşler de mevcuttur. Bu görüşün savunucuları; ‘söz konusu bir nefret suçu dahi olsa burada ceza konusu olacak olanın düşünce/niyet değil eylem olması gerektiğini sözgelimi nefret saikiyle işlenmiş olsa dahi yalnızca fiilin kendisinin ve doğurduğu sonucun suç konusu olması gerektiğini savunmaktadır.’[5] Hiçbir filtre olmadan her düşüncenin medya aracılığı ile -mutlak ifade özgürlüğü adına- açıklanmasının toplumda doğurabileceği sonuçlarının en somut örneği Ogün Samast’ın işlediği cinayetten sonra Hrant Dink ile ilgili haberlerden etkilendiğini söylemesi ve duruşmaya gönderdiği bir mektupta ‘Beni tahrik ettiler, ben buradayım peki o manşetleri atan medya nerede?’[6] şeklinde aslında hepimize yönelttiği sorusudur. Kuşkusuz Hrant Dink cinayetinde medyanın sorumluluğuna dikkat çekerken asıl faillerden -devlet, devletin kurumları, tekçi devlet zihniyeti vs.- uzaklaşmamak gerekir. Ancak medyanın kimi zaman nefretin üreticisi kimi zamansa dağıtıcısı olduğu unutulmamalıdır. Nefret söylemi ve ifade özgürlüğü bir terazinin iki kefesi gibi hassas ama aynı zamanda karşıt bir ilişkiye sahiptir. Bu nedenle diğer bütün özgürlüklerin temelini teşkil eden ifade özgürlüğü, tek başına mutlak bir hak olmanın ötesinde; inanç özgürlüğü, mahremiyet, eşitlik ve ayrımcılık yasakları ile dengelenmesi gereken bir özgürlük olarak düşünülmüştür.[7] Bu noktada nefret söylemi içeren ifadelerin bu özgürlüğün neresinde yer alacağı ya da ne kadar dışında tutulacağı sorusu akıllara gelmektedir. Nefret söyleminin evrensel bir tanımı olmamakla birlikte 1997 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin nefret söylemiyle ilgili Tavsiye Kararı yol gösterici olmuştur. Bu Karar’da nefret söylemi şöyle tanımlanmıştır:’ırkçı nefret, yabancı düşmanlığı, anti-Semitizm ve hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı gösteren her tür ifade biçimi. Hoşgörüsüzlüğe dayalı nefret, saldırgan milliyetçilik ve etnik merkeziyetçilik, ayrımcılık ve azınlıklara, göçmenlere
ve göçmen kökenli kişilere karşı düşmanlık yoluyla ifade edilen hoşgörüsüzlüğü içermektedir.’ [8] Bu tanımdan yola çıkarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının kabul edilir olup olmadığını belirlerken iki temel kıstası göz önünde bulundurmaktadır. Bu kıstaslardan ilki; açıklamayı yapan kişinin asıl amacının ne olduğudur. İkincisi ise; kamu yararıdır. ‘Yani açıklamayı yapan kişinin nefret söylemi kullanarak ırkçı ve hoşgörüsüz fikirleri kasıtlı olarak yaymaya mı çalıştığı, yoksa kamu yararına bir konu hakkında halkı bilgilendirmeye mi çalıştığıdır.’[9] İfade özgürlüğü ve nefret söylemi arasında bir denge sağlanmaya çalışılsa da bu oldukça kaygan bir zeminde gerçekleştirilir. Farklı dönemlerde, farklı iktidar odakları bu kavramları kendi çıkarları adına kullanagelmiştir. İktidarların kendi egemenliğini korumak için nefret söylemi adı altında ifade özgürlüğüne kısıtlamalar getirebileceği, tartışmalarda yer verilmesi gereken önemli bir husustur. Ülkemizde ‘Türk milletini aşağılamak’ ile ilgili 301. Madde ifade özgürlüğünün kısıtlanmasında ve her türlü eleştirel düşüncenin bastırılmasında bir araç olarak kullanılmıştır. Ya da 3984 sayılı Radyo Televizyon Kuruluş ve Yayın Kanunu’nun “Toplumu şiddete, teröre, etnik ayrımcılığa sevk eden veya halkı sınıf, ırk, dil, din, mezhep ve bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik eden veya toplumda nefret duyguları oluşturan yayınlara imkân verilmemesi...’ gibi kağıt üstünde nefret söylemine karşı oldukça olumlu görünen kanunların, uygulamada farklı saiklerle eleştirel yayınları engellemede devreye sokulduğu ve sansür mekanizmasının bir aracı haline getirildiği bilinen bir gerçektir. İktidar Sansürüne Karşı Çıkan, Fakat Kendi Yazarına Sansür Uygulayan Bir Garip Gazete: Cumhuriyet Ancak sansür, yalnızca yasa yapıcılardan ya da muktedirlerden gelmeyebilir. Var olan iktidara muhalif bir gazete olan Cumhuriyet, iktidara karşı ifade özgürlüğü mücadelesi verirken, kendi iktidar alanında ifade özgürlüğünün bir kısıtlayıcısı konumunda olabilir. Ve iktidarın medya üzerindeki baskısına, sansürüne karşı çıkarken kendi yazarına sansür uygulamakta bir sakınca görmeyebilir. Hürriyet gazetesinde Yılmaz Özdil’in yazısının yayımlanmamasının ardından, birkaç gün sonra Bedri Baykam’ın ‘Başkanlığı bırakmanız için 11 gerekçe Sn. Kılıçdaroğlu’ başlıklı yazısı Cumhuriyet gazetesi tarafından sansüre uğramıştır. Tartışmalı CHP Kurultayı öncesi Cumhuriyet gazetesi Kılıçdaroğlu’nu eleştiren bir yazıya yer vermek istememiş ve ifade özgürlüğünün sınırlarını kendi yayın politikası olarak çizmiştir. Gazete daha sonra bir açıklama
ve özür notu ile ‘uygulamanın, eleştiri özgürlüğüne müdahale niteliğinde olduğunu’ kabul etmiştir. Ancak sansür kaleme değmiştir bir kere... Hürriyet gazetesinin Yılmaz Özdil’e uyguladığı sansür ile Cumhuriyet gazetesinin Bedri Baykam’a uyguladığı sansür arasında herhangi bir fark yoktur. Özgür İfade, Nefretsiz Dil Okuyucu olarak bir yazı hoşunuza gitmeyebilir, nefret söylemi içeren ifadelere yer vermediği takdirde katılmadığınız görüşleri savunuyor olsa bile o yazının sansüre uğraması karşısında, yazarın kişiliğine değil ama, yazıya ve ifade özgürlüğüne sahip çıkmak hem okuyucunun hem de gazetecilerin görevidir. Bedri Baykam’ın Kılıçdaroğlu’nu istifaya davet ettiği yazısı ‘O koltuğa kim oturursa otursun, CHP’nin ebedi şefi, Atatürk’tür.’ şeklinde son bulmaktadır. Bana kalırsa, ‘Yeni Türkiye’nin ebedi şefi Tayyip Erdoğan’dır.’ demekle ‘CHP’nin ebedi şefi Atatürk’tür.’ demek arasında öz itibarıyla bir fark yoktur. Buna rağmen Bedri Baykam’ın ifade özgürlüğü hepimizin savunması gereken bir noktayı işaret etmektedir. İfade özgürlüğü ve nefret söylemi arasındaki sınırlar keskin, köşeli ve kalın değildir. Aksine iç içe geçmiş durumdadır. Yine de temel amacımız bu sınırları belirlemeye çalışmak yerine, akademisyen Mahmut Çınar’ın belirttiği gibi; ‘özgür bırakıldığında nefret söylemi üretmeyen bir bilince kavuşmak’ [10] olmalıdır. Notlar [1] http://www.yurtsuz.net/News. aspx?newsid=129#.VBW_GpR_uSr [2] http://galeri4.uludagsozluk. com/110/two-size_181772.jpg [3] http://apoletlimedya.blogspot. com.tr/2010/04/ulusal-ozdil-vakasi.html [4] http://www.bianet.org/bianet/ ifade-ozgurlugu/134159-nefret-soylemiyaygin-yasa-hala-yok [5] Elif Çelik, Nefret Söylemi İfade Özgürlüğünün neresinde?, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt: 4 Sayı: 2 Yıl 2013, http://cms.inonu.edu.tr/panel/uploads/21/255/elifcelik-4-2-tam.pdf [6] http://www.bbc.co.uk/turkce/ haberler/2011/04/110405_dink_lawyer. shtml [7] http://cms.inonu.edu.tr/panel/uploads/21/255/elifcelik-4-2-tam.pdf [8] http://www.nefretsoylemi.org/ detay.asp?id=21&bolum=makale [9] http://www.nefretsoylemi.org/ detay.asp?id=21&bolum=makale [10] http://www.nefretsoylemi.org/ detay.asp?id=605&bolum=makale VİLDAN TEKİN
21
Kierkegaard’dan Sevgilerle...
“Nefret, başarısızlığa uğramış sevgidir.” der, Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard. Güzel olduğu kadar yanlış bir tanı. Her filozof gibi, onun da yanıldığı bir nokta vardı elbet. Filozof diye insani hatalar yapmayacak değil ya hem. Türkiye’yi veya Türk insanını görmemiş olacak ki, böylesine erken bir kanıya varmış Kierkegaard. Zira birçok kadim halka ev sahipliği yapmış bu ‘cennet toprağa’ adım atsaydı, nefretin burada nasıl da yaygın bir ata sporu olduğunu ve nefret etmek için tanımanın yeterliliğini görecekti. 1855’te hayatını kaybettiği için, günümüz Türk insanına da yetişemedi ünlü filozof. O dönem, “Osmanlı’da bunlar kardeş kardeş yaşıyorlardır herhalde ya” diye düşünmüş olmalı, yoksa dönemin en önemli filozoflarından biri böylesine basit bir yanılsama yaşamazdı. Nefret öylesine içimize işlemiş ki burada, birbirine iyi davranan insanları sadece, Coca-Cola’nın Ramazan Bayramı için hazırladığı reklamlarda görür olduk. Herkes, mütemadiyen, herkesten nefret ediyor. Ana akım ve yerel
22
medyada da nefret söylemleriyle sıkça karşılaşıyoruz. Üstelik bu nefret, şiddeti de beraberinde getiriyor. Şiddet de nefretin ikiz kardeşi gibi. O da içimize öyle işlemiş ki, bir olayı veya sözü kınarken bile bunu ‘şiddetle’ yapıyoruz. Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmadığı, herkese küçük yaşta öğretiliyor artık. Çünkü bu ülke insanına göre her Kürt ‘bölücü’, her Ermeni ‘piç’, her Rum ‘papaz’, her Yahudi ‘Siyonist’, her Alevi de ‘kafir’... Anadilinde eğitim görmek istediği, asimilasyonu reddettiği için bölücü oluyor Kürtler. 6-7 Eylül’de yalan haber üzerine binlerce ev ve dükkan yağmalandı, ardından da hakaretmiş gibi ‘papaz’ dendi Rumlara. Yahudi düşmanlığıysa özellikle son yıllarda, Filistin savaşıyla hortladı. Oysa Londra’nın ortasında, ‘Ottolenghi’ adlı dünyaca ünlü restoranın sahibi Yahudi ve Filistinli iki ortak. Bu iki ortak, dünyaya en güzel mesajı vermişken, size mi kaldı Yahudi düşmanlığı yapmak? Türklerin belki de yegâne haklı oldukları konu, Ermenilerin piçliği. Zira sağ olsunlar, birçoğu-
muzu piç bıraktılar bu ülkede. Oysa piç olmak bizim tercihimiz değil ama, ırkçılık en aşağılık tercihtir; unutuyorlar. Gelgelelim, nefret Türk insanının suyu olmuş neredeyse. Her gün herhangi bir gazetede saydığım ırk veya dine mensup insana hakaret edildiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Ekümenik Patrik Bartholomeos Türkiye’yi eleştirince ‘Rum Patrik!’ diye yapıştırıyorlar, ancak aynı gazeteler İstiklal Marşı’nı en iyi okuyan Rum öğrencinin önüne ‘Türk asıllı’ diye ekliyorlar da anında. Koskoca Ekümenik Patriğe ‘Fener Rum Patriği’ demek de ayrı bir eziklik ya, neyse... Bunca zamandan sonra Türklerden tek bir beklentimiz olabilir, önce Danimarkalı filozofa bir kulak verin, sevmeyi deneyin. Sonra başaramazsanız, gelin nefret edin bizden, başımız üstüne. Ama önce deneyin, deneyin ki “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” diye ağlamayın sonra. VARTAN ESTUKYAN
23
Cinsel suçlar mevzuu: muhafazakâr tahakküm için bir fırsat Özellikle çocuklara yönelik suçların basında geniş yer bulmasıyla gündeme gelen cinsel suçlarla ilgili düzenlemeler geçtiğimiz Haziran ayında meclisten geçerek kanunlaştı. “Cinsel suçlara ağır cezalar geliyor!” bombardımanı ile sunulan; hâkim ve savcıların özlük haklarından, sulh ceza hâkimliğinin ve bölge idare mahkemelerinin görevlerine, uyuşturucu madde kullanımından, ihale suçlarının yargılanma usulüne kadar yine birbirinden bağımsız konuların düzenlendiği 105 maddelik torba kanunda cinsel suçlarla ilgili düzenlemeler 5 maddelik yer tutuyor hepi topu. Konuyla ilgili iki maddede yapılan değişiklik, hükümetin temel amacını ve samimiyetini ortaya koymak bakımından önem taşıyor. Bunlardan birincisi, çocuğa yönelik cinsel suçların kategorize edilerek uygulamada cezasının hafifletilme yolunun açılmış olması. Ceza Kanunu’nun 103. maddesiyle çocukların cinsel istismarı başlığı altında düzenlenen suçun yaptırımı üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası iken; yeni düzenleme ile bu ceza sekiz yıldan on beş yıla çıkarılıyor. Ancak Ceza Kanunu’nun önceki halinde çocukların cinsel istismarından ayrı bulunan ‘taciz’ suçu maddesine (105) yapılan bir ekleme ile bu suçun çocuğa karşı işlenmesi durumu düzenleniyor. Böylece çocuğa yönelik cinsel suçlara, istismardan ayrı ve muğlâk bir başlık açılmış oluyor. Bu durumda, uygulamada çocuğa yönelik cinsel davranış taciz olarak nitelendiğinde bunun karşılığı, erteleme sınırları içerisinde kalan altı aydan üç yıla kadar hapis cezası oluyor. Yani suçun cezası görünürde artarken, daha geniş uygulama alanı bulacak yeni suç tanımıyla neredeyse bir cezasızlık halinin düzenlendiği gözlerden kaçırılmış oluyor. İkinci olarak 2005 yılında Ceza Kanunu’na eklenmesinden bu yana başa bela olan ‘reşit olmayanla cinsel ilişki’ suçunun altı aydan iki yıla kadar hapis olan cezası, iki yıldan beş yıla çıkarılıyor. “Çocuk gelin” vakalarının önlenmesi kisvesi altında oluşturulmuş olan bu suç, herhangi bir ayrım getirmediği için, esasında reşit olmayan gençlerin istekli cinsel birlikteliğinin yani popüler ifadeyle flörtün cezalandırılmasına yol açıyor, son değişiklikle artık daha da ağır olarak. Cinsel suçlarla ilgili yargıdaki çarpık, etkisiz, mağduru korumaktan aciz uygulamalar da dikkate alındığında cinsel saldırının serbest, gençlerin istekli birlikteliğinin ise suç sayıldığı bir ceza sisteminden söz
24
edebiliriz neredeyse. Hükümetin cinsel özgürlükler alanına genel yaklaşımını dikkate almadan, bu düzenlemelerin temel amacını anlayabilmek mümkün olmaz. Hatırlanacağı gibi Bülent Arınç, yasa tasarısının hazırlandığı dönemde yaptığı açıklamalarda, çocuklara yönelik cinsel suçların artmasında faturayı, kısa etekli kızların bulunduğu ve cinsel özgürlükte sınır tanımayan (kadının bedeninin neredeyse tamamen buzlanma noktasına gelindiği, “sevişme” sözcüğünün bile sansürlendiği!) dizilere kesmişti. Kendisinin yakın zamanda yaptığı, topluluk içinde kahkaha atan ve “direğe tırmanan” kadınlar açıklaması hala zihinlerdeki tazeliğini koruyor. Hükümet bu minvaldeki açıklamalarla sembolize olan muhafazakar anlayışla, toplumun iliklerine kadar işlemiş erkek egemen algılara yaslanarak durmadan cinsel politika üretiyor. Kürtaj hakkına getirilen kısıtlamalar, okulların haremlik selamlık düzene dönüştürülme çabaları, kızlı-erkekli öğrenci evlerine karşı çıkışların yanında, başbakan, bakan ve belediye başkanları vs. partililer ağzıyla gelen “kişisel görüş” açıklamaları ve
hatta “yaşam tarzına müdahale” şeklinde formüle edilen fiili içki yasağı gibi uygulamalar da bu politikaların birer ürünü. Peki, bütünsel bir politikanın parçaları bu şekilde karşımızda dururken, artan cinsel suçları her şeyden soyutlayıp, çözüm olarak tek başına “cezalar arttırılsın” talebi mi yükseltilmeli? Son zamanlarda kadın hareketinin bazı bileşenleri ve bu alanla ilgilenen bazı meslek birlikleri, dernekler vs. gibi kurumların da dikkat çektiği gibi, aslında belki de başlıca handikap hukuksal alana hapsolup, her problemin çözümünü suç – ceza bağlamında aramak. Bu handikap, mücadele edilmesi gereken asıl alanın iktidarın baskıcı politikalarına bırakılmasına yol açıyor. Özünde temelde kadınların cinsel özgürlüğünü ve genel olarak kız-erkek tüm çocukların sağlıklı cinsel gelişimini hedef alan bu politikalar, her ne kadar cinsel suçlarla mücadele kılıfı altında sunulsa da, tam tersine cinsel suçları ve genel olarak şiddet eğilimini arttıran sonuçlar ortaya çıkarıyor.[1] AKP’nin tamamıyla muhafazakâr ve ahlakçı anlayışıyla toplumu dizayn etmedeki en önemli aracını cinsel politikaları oluşturuyor. “Çocuklara yönelik suçların
hakkı idam cezasıdır.” hamaseti karşısında, erkek egemen yapının temelindeki muhafazakâr anlayışın derinleşmesi ile kadına yönelik şiddetin önceki yıllara göre kat be kat artması; 14 yaşındaki çocuğa asker - memur devletin her kademesinin tecavüz edip, “çocuğun rızası vardır” diye hepsinin cezasız bırakılması; 14-15 yaşındaki çocukların “terörist” diye
“CANİ ANNE” DAVASI
Henüz zanlı iken, hakkındaki çarşaf çarşaf bilgiler kondu önümüze. O kadın önce evli bir polis memuru ile (kişilik haklarına saygı nedeniyle adı uzun süre yazılmayan) gayrı meşru (!) ilişkiye girmiş, sonra ondan çocuk peydahlamış, sonra o çocuğu canavarca hislerle aç bırakarak öldürmüştü. Üstelik basında yer alan, gözaltına alınma sırasındaki fotoğraflarında üzerinde bulunan kırmızı pantolonu, göğüs dekolteli dar gömleği ve sapsarı saçları da kutsal anne rolünü büsbütün parçalıyor ve “böyle anne mi olur” imajını tamamlıyordu. Sosyal medyadaki küfür ve beddua kampanyaları, büyük ihtimalle en çok da içinde bir canlıyı öldürmeye yetecek kadar kin ve öfke taşıyan insanların yeni bir kurban bulmalarının heyecanıyla günlerce basına eşlik etti. Yaşasa, ileride kim bilir ne muamele gösterecekleri, nüfusta baba hanesi boş olan “piç” bebeğin cenazesi, talihsiz yavru olarak sanal sanal sarmalandı sevgiyle. Sonra şükürler olsun, yargı alelacele üzerine düşeni yaptı. Daha dava dosyasında bir sürü aydınlanmamış nokta, bir sürü itiraz varken kararını verdi. Erkek egemen sistemde, kadına asli kimlik olarak dayatılan, kutsal ve fedakâr
katledilmesi; çocuk cezaevlerindeki onca tecavüzün ve işkencenin meşru sayılması AKP’nin çocuklara yönelik suçlar konusundaki gerçek anlayışını ortaya koyan tabloyu gösteriyor. Sonuç olarak; hukuki mücadeleyi de dışlamamak üzere, toplumsal ve karmaşık birçok boyutu olan her problemin çözümünü bu alanda arama yanılgısına
anne kimliğini lekelemenin bedelini, müebbet ağır hapis cezası olarak kesti. Bir bakıma bütün kadınlara ibretlik olarak… Hem gerek “gayrı meşru” ilişkide, gerek çocuk bakımında hiçbir sorumluluğu ve yükümü bulunmayan erkekler, hem çocuk yaptıktan sonra sadece ve sadece “annelik” kimliğine hapsolup kalmış ve çaresizce buna sarılmış olan (ne yazık ki) kadınlar rahat bir nefes almış oldular. Hem toplumsal hem teknik yargılamadaki basit tablo şöyleydi aslında: Yargılama makamında erkek egemen hükümler; Şikâyetçi - davacı tarafında, çocuk hayattayken hiçbir sorumluluk almamış, kadının ve bebeğin yüzüne bile bakmamış ama yargılama sürecinde “bu kadından şikayetçiyim, çocuğumu öldürdü, cezalandırın onu” diyen adam (biyolojik ve toplumsal normlara göre tartışmasız baba…) Sanık sandalyesinde gayrı meşru addedilen ilişkisini, hamileliğini ve bebeğini ailesinden, komşularından ve çalıştığı okuldan yani tüm çevresinden gizlemek zorunda kalıp, tüm bu baskı sürecinde akıl sağlığını korumuş olmasına neredeyse imkân olmayan ve olayda da bu durumun açık göstergeleri bulunan kadın (biyolojik olarak tartışmasız ancak toplumsal normlara göre “cani” olan anne…)
Kemalist bir Facebook sayfasının hazırladığı grafik.
düşememek lazım. Cinsel politika alanı, cesaretli ve kelimenin tam anlamıyla devrimci olunması gereken bir alan. Muhafazakar kaygıların törpülediği utangaç çıkışlarla karşı koymaya çalışmak, bu alanı AKP’nin muhafazakar tahakküm politikalarına terk etmek ve hatta elini güçlendirmek sonucunu doğurur. Hükümetin bu alandaki özgürlükleri daraltan her girişimine karşı, asıl bu tahakkümün gerek kadınlara gerekse de çocuklara karşı işlenen cinsel suçların koşullarını yarattığını ve beslediğini ortaya koyan politik çıkışlar yapmak gerekiyor. Kızlı-erkekli öğrenci evleri meselesinde olduğu gibi “Onlar sevişmiyor, ders çalışıyor, paraları olmadığından aynı evde kalıyor.” riyakârlığına sığınmadan cinsel özgürlüğü savunma cesaretini göstermek gerekiyor. Yoğun bir saldırı altında olan özgürlük alanımızı koruyabilmek ve daha fazlası için… Notlar [1] Başka bir yazının konusu olmak üzere, cinsel politikaların sistemin ihtiyaç duyduğu itaatkar ve aynı zamanda şiddet eğilimli insan modelinin yaratımındaki işlevini Reich “Çok kaba anlamıyla maddesel gereksinimlerin bastırılması, cinsel gereksinimlerin baskı altına alınmasının doğurduğu etkiyi yaratmaz. Birinci baskı insanları başkaldırmaya iter, ikincisiyse, cinsel arzuları bilinçaltına ittiği, bilincin denetiminden çıkardığı, kişinin beynine ahlak yasağı biçiminde çakıldığı için, baskı altına almanın iki biçiminde de başkaldırmayı önler. Bu arada şunu da belirtelim ki, başkaldırmaya ket vurulması da bilinçdışıdır. Siyasetle ilgilenmeyen sıradan insan bu ket vurmanın ilk oluşumlarını bile duymaz. Sonuç, tutuculuk, özgürlükten korkma, gerici anlayıştır… Cinsel arzuların bilinçaltına itilmesi, yukarıda anlattığımız süreçle, kitle düzeyinde çakılıp kalmış bireyi edilgin, siyasetten uzak biri yaparak siyasal gericiliği güçlendirmekle kalmaz; ayrıca, insanın kişilik yapısında ikinci dereceden bir güçle yapay bir çıkar yaratır, bunlar da buyurgan düzeni etkin bir biçimde destekler. Çünkü bilinçaltına itmenin doğanın istediği doyumlardan yoksun bıraktığı cinsel yaşam, onların yerini tutan başka doyumlara yönelir. Böylece doğal saldırganlık kaba sadizme – kitle ruh bilimi açısından – birkaç büyük devlet buyuruculuğu çıkarının sahneye koyduğu savaşların temel taşlarından biri olan başkasına eziyet etme hastalığına dönüşür.” şeklinde açıklar. Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yayınları, 3. Baskı, sf:64
REYHAN KAYIŞLI
25
Yeni Türkiye’ye Yeni Kurtlar Vadisi: Reaksiyon Türkiye’nin, medya düzeni açısından diğer ülkelerden bir takım farklılıkları olduğu söylenebilir. Örneğin, Batı ülkelerinde, gazete ve televizyonların temel amacı patronlarına kâr sağlamakken ve bu kuruluşlar tamamiyle ticari bir mantıkla yönetilirken, Türkiye’nin medya kuruluşlarının büyük bir kısmının temel işlevi siyasi ve ekonomik (medya sektöründen ziyade diğer sektörler) rekabet ortamında el güçlendiren bir silah olarak kullanılmasıdır. Aksi takdirde, tirajları yerlerde dolaşan birçok gazetenin ve hiç izlenmeyen haber kanallarının yıllarca (havuzdan) beslenmesini, Ethem Sancak gibi sermayedarların birden medya patronu olmasını açıklamak zorlaşırdı. Daha teorik düzlemde bakarsak Türkiye’nin medya düzeninin, Batı medyasını tanımlamak için oldukça yaygın bir şekilde kullanılan medyada tekelleşme teorilerine de bir aykırılık teşkil ettiğini kolayca söyleyebiliriz. Böyle bir ortamda, Türkiye medyası içerisindeki en ticari alan olarak dizi sektörü gösterilebilir. 2014-2015 sezonu için 90 televizyon dizisinin yayımlanmaya başlanması, ünlü dizi oyuncularının bölüm başına aldıkları uçuk fiyatlar ve bu dizilerin yarattığı büyük reklam potansiyeli, bu sektörün ekonomik çapını ortaya koyuyor. Ancak bütün bunlara rağmen, televizyon dizileri de, medyayı aparatlaştıran siyaset alanının müdahalelerinden tamamen ırak bir noktada durmuyor. İktidar ya da siyasi odaklar, ya kendilerinden bağımsız bir şekilde kurgulanan dizilere siyasi ya da ahlaki gerekçelerle müdahale ediyor (“Muhteşem Yüzyıl”ın Başbakan tarafından hedef alınması ve “Bir Kadın Bir Erkek” dizisinin “Bir Erkek Bir Kadın Bir Çocuk” haline gelmesi) ya da kendi medya kuruluşlarında yayımlamak üzere, belli bir siyasi misyon taşıyan diziler sipariş ediyor (TRT’de yayımlanan “Kızılelma”, STV’de yayımlanan “Şefkat Tepe” ve “Kollama”). Kurtlar Vadisi gibi bazı “uzun soluklu” diziler ise, bu uzun soluk içerisinde değişen siyasi şartlara göre kendi pozisyonunu belirliyor, siyasi kullanışlılığı sürekli güncelleniyor. Bu yazının asıl konusu olan ve yoğun bir reklam kampanyasıyla yayına başlayan Reaksiyon dizisinin de bu bağlam dışında değerlendirilmesi zor. “Ne yaptın be amirim?” Özellikle Behzat Ç. karakteriyle kayda
26
gözüküyor. Dizi hakkındaki eleştirilere Twitter hesabından herhangi bir cevap vermeyen Başaran’ın, iş arkadaşlarının eski yapımı Kurtlar Vadisi hakkında 2008 yılında yazdıkları da ilginç: “Tüyler ürpertmesi gereken bu hadiseleri biz gayet kanıksamış bir şekilde, senelerden beri her Perşembe akşamı Kurtlar Vadisi’nde çoluk çocuk çekirdek çıtlayıp çay içerek izliyoruz. Derin devletin, eskiden sadece cesur gazeteciler ve akademisyenlerce yazılabilen ve kanımız donarak okuduğumuz her türlü dehşet verici hedef, yöntem ve ilişkileri bugün deyim yerindeyse tüm yeniyetmelerce maruf durumda.”[1] Başaran’ı o noktadan bu noktaya, Beşikçioğlu’nu Behzat Ç.’den Dayı’ya taşıyan şeyin ne olduğunu bilmiyoruz ama, Yeni Türkiye’de böyle şeylere hazır olmalıyız sanırım.
değer bir sempati kazanan, elinde birayla Gezi Direnişi’nde boy gösteren Erdal Beşikçioğlu ve aynı dizide Akbaba karakterini canlandıran Berkan Şal’ın da Reaksiyon dizisinde yer alacağının duyurulması, ana akım dışı yapımları takip eden insanlarda belli bir umut yaratmıştı. Ancak dizinin ilk üç bölümü bu umutların yerini haklı bir öfkeye bıraktı. Sosyal medya mecralarında Reaksiyon hakkında eleştirilerini sunan birçok insan, diziyi AKP yandaşlığı ile itham etti. Aslında Beşikçioğlu ve Şal dışındaki kadroya bakıldığında bunda şaşırılacak bir şey yok. Dizinin yönetmeni Onur Tan Kurtlar Vadisi’nin bir dönem yönetmenliğini yaparken, senarist Ozan Aksungur ve proje danışmanı Bahadır Özdener de yine Kurtlar Vadisi’nin senaryo ekibinde yer almış. Siyaseti en üst katmanda, genel olarak komplo teorileriyle gerçekleşen bir oyun/kumar olarak anlatan ve geçmişin derin devletini olumlayan Vadi’nin, devran döndüğüne göre AKP’yi ambalajlamasında şaşılacak herhangi bir şey yok. Ancak, Reaksiyon’da Behzat Ç.ciler dışında bizi şaşırtan başka bir isim daha var: Başar Başaran. Uzun yıllar Yeni Harman’ın editörlüğünü yapan, Bianet ve Birgün gibi sol mecralarda yazılar yazan Başaran, dizinin internet sitesinde proje danışmanı, jeneriğinde ise yapımcı olarak
Devlet içinde iktidar mücadelesi Reaksiyon’un kurgusu, Türkiye’nin son 12 yılında gerçekleşen açık ve kapalı siyasi mücadelelere dayanıyor diyebiliriz. Bu hikayenin odak noktasını üç siyasi odağın devlet üzerinde hakimiyet kurma savaşı oluştururken, dizi ekibi gerçekle kurgu arasında kurdukları analojinin belirgin ipuçları taşıması için özel bir çaba harcıyor. Dizide karşımıza çıkan istihbarat teşkilatı başkanı Gürkan ve yine teşkilatın önemli isimlerinden Öktem AKP’yi ve dolayısıyla “Yeni Türkiye”yi, Erdal Beşikçioğlu’nun canlandırdığı Dayı (Yavuz) karakteri eski (derin) devleti ve Başkomiser Ferhat ise Gülen Cemaati’ni temsil ediyor. Bunları şu ipuçlarından anlıyoruz: İstihbarat Başkanı Gürkan’a, KCK ile ilişkileri üzerinden, Başkomiser Ferhat’ın çabalarıyla bir soruşturma açılıyor ve ifade vermesi için hakkında yakalama kararı çıkartılıyor. Dayı karakteri, sürekli bir şekilde onyıllardır devletin asıl koruyucusu olduğunu, yeni yetmelerin kendisini yok edemeyeceğini, devletin başlı başına kendisi olduğunu söylüyor (Bazı yazarlar bu karakterin Yeşil’i temsil ettiğini iddia ediyorlar). Başkomiser Ferhat ise, çeşitli kişiler tarafından açık şekilde “F Tipi” ve “Yeşil Gladio” olmakla suçlanırken, “abi” diye hitap ettiği kişilerden sürekli emirler alıyor. İlk iki bölümde bu açık ayrışma tam olarak görülmüyor ve Dayı ile Ferhat’ın aynı tarafta olduğu düşünülebiliyorken, üçüncü bölümde Cemaat’in, yine yargı yoluyla Dayı’yı hedef alması safları
netleştiriyor. Zaten dizinin “gerçek”i aktarma iddiasının patladığı yerde burada başlıyor. Çok iyi bilindiği gibi, bu üç güç aynı zamanda hiçbir zaman bir araya gelmedi. Cemaat’in düzenlediği birçok operasyon (Balyoz, Ergenekon, Şike vs.) AKP’nin onayıyla ve desteğiyle gerçekleşirken, AKP ile Cemaat arasındaki çatışma, eski devletin bu kurumlarda oldukça güçsüzleştirildiği bir dönemde başladı. Şu an, AKP’nin arka bahçesi olarak anılan MİT’te bırakın ulusalcıyı, cemaatçi etkili bir kadro bulmak mümkün mü? Bu nedenle Reaksiyon, tarafsız bir şekilde Türkiye “derin siyaseti”ni anlatma şansını (eğer böyle bir niyeti varsa) en baştan kurgusu nedeniyle kaybediyor ve bu saflaşmanın sadece bir tarafına yarayacak sipariş bir kurgu ortaya koyuyor. Reaksiyon’un gerçeği bu şekilde eğip bükerken, tehlikeli ve kestirilemez senaryo oyunları oynadığı da söylenebilir. Örneğin, Hakan Fidan’ın ifadeye çağrıldığı günlerde Başbakan’ın ameliyat olmasına gönderme yapılarak, dizide de Gürkan’ın ifade vermeye gittiği gün önemli bir bakan ameliyat masasında öldürülüyor. Aynı anda Öktem ise arabasında suikast girişimine maruz kalıyor. Türkiye’de yaşanan bu iç savaş ne kadar sert geçerse geçsin, bilindiği kadarıyla, (AKP’lilerin fantastik suikast ihbarları dışında) hiçbir silahlı çatışmaya yol açmadı. Dizinin bu senaryo oyunları, en basitinden, bütün bu siyasi çatışmaları akşam haberlerinden takip eden “sıradan vatandaş”a olayın ciddiyetini, aslında “millet olarak” ne büyük tehlikeleri atlattığımızı göstermeyi amaçlıyor. Reaksiyon, ilk üç bölümüne yönelik yapılan eleştirilerin söylediği gibi yanlı
bir yapım. Dizinin bütün ekibinin ismi gizlense ve bütün oyuncular yerlerini hiç tanınmamış oyunculara bıraksa bunu izleyen herhangi bir vatandaş diziyi AKP virali olarak rahatlıkla tanımlayabilir. Biraz ilgili bir vatandaş ise dizinin senaryosunu Yiğit Bulut ve Fatih Tezcan ikilisinin yazmış olabileceğini söyleyebilir. Çok ileri gittiğimiz düşünülüyorsa, gelin diziyi biraz daha irdeleyelim. İlk olarak, film ve dizi gibi yapımlarda kamera kullanımı, müzik ve retorik gibi araçlar, ideolojik olarak, büyük bir önem teşkil etmektedir. Bu dizide gördüğümüz, bütün bu araçların AKP’yi temsil eden istihbaratçılar lehine bol keseden kullanıldığıdır. Örneğin, Gürkan’ın her konuşması bir vatan-millet retoriğiyken, arka fonda verilen müzik bu retoriği güçlendirmektedir. Diğer cephelerin yaptıkları vatan-millet retoriği ise yine bu araçlar kullanılarak samimiyetsizleştirilmektedir. İkinci olarak, Gürkan ve ekibi, sürekli saldırıya uğrayan ve bütün bu hukuksuzluklara karşı yine de devlet teamüllerinden çıkmamak için çaba harcayan ve demokrasiye önem veren bir çizgideyken, eski devlet ve cemaat, kendi çıkarları için her şeyi yapabilecek kötülüktedir. Mossad ve CIA ile işbirliği yapan, devletin güvenliğini hedef alan, KCK’nın çeşitli unsurlarıyla yeni devlete karşı işbirliği yapan, doktor olan karısını hapse tıkmaya çalışan, askerlerin uçağını düşüren, masum anne-babaları havaya uçaran hep bu iki odaktır. AKP ise pirüpak şekilde bütün bunlara karşı kendisini ve devleti savunmaktadır. Üçüncü olarak, Gürkan ve ekibi, AKP’nin bütün iddialarını üzerlerinde taşır bir şekilde politik bir odak olarak resmedilmektedir. Adı anılmasa da devletin yeni muktedirlerinin amacı, devleti demokratikleştirmek, derin devleti ortadan kaldırmak ve ülkeyi bağımsızlaştırmaktır (Gürkan, Oğuz Yüzbaşı’ya “NATO konseptinden çıkıyoruz der örneğin). Bu uğurda, kaçak dövüşmek zorunda kalan bu ekibin fedailiğini yapacak olan Oğuz Yüzbaşı’yı, “Fetih 1453” filminde Ulubatlı Hasan’ı canlandıran İbrahim Çelikkol’un oynaması bir tesadüf değil elbette. Devlet yeniden fethedilmek zorundadır. Buradaki diğer bir ayrıntı, eski devletin temsilcilerinin aşırı bir lüks içinde yaşamasına karşılık, Gürkan’ın ekmek bandırarak esnaf lokantasında çorba içmesidir. Yeni
Türkiye’nin sahipleri gücünü milletten almaktadır, seçkinler milletin gücüyle mağlup edilecektir. AKP’nin Reaksiyon’u Michael Ryan ve Douglas Kellner nesnellik ve gerçeklik gibi mefhumlarla kafaları bulanmış zihinleri şu satırlarla kendine getirir: “Toplumsal dünyanın temsil edilişi politiktir ve bunun için seçilen temsil tarzları, dünyaya karşı farklı politik duruşları ifade eder. Her kamera konumu, her görüntü düzenlemesi, her montaj kararı ve her anlatısal seçim, türlü çıkar ve arzular barındıran bir temsil stratejisiyle ilişkilidir. Sinemanın yalnızca “gerçekliği” ortaya koyan ya da betimleyen hiçbir cephesi yoktur.”[2] Bu açıdan bakıldığında, Reaksiyon dizisinin politik bir tavır alıştan azade olmasının imkansızlığı bir yana, yukarıda aktardıklarımız da göz önünde bulundurulduğunda onun bir proje dizi olduğu açık bir şekilde söylenebilir. Dizinin yayımlanmasından önce yapılan bunca reklam, simgesel değerleri olan oyuncuların özenle seçilmesi, helikopterden uçak gemisine devletin bütün imkanlarının diziye sunulması ve sonunda ortaya çıkanın, AKP’nin Gezi Direnişi sonrası hazırlattığı videoların biraz daha kaliteli versiyonu olması bazı şeyleri iyi bir şekilde açıklıyor. Türkiye Gazetesi’nin, “Türkiye çok değişti, biz kayıtsız kalamazdık” sloganıyla Taraf’tan boşalan operasyonel gazetecilik alanına kaymasına benzer bir şekilde Kurtlar Vadisi ekibi de değişen Türkiye’ye kayıtsız kalamamış. Üstelik ekip dönüşürken yanında birkaç kişiyi de götürmüş. Dizinin “solcu” yapımcısı Başar Başaran bile “oyun kurucu Türkiye”den bahsetmeye başlamış:“Bu dizide güncel politika içinde anlatılmayan yerlere gireceğiz. Bugüne kadar Türkiye’ye kurulan oyunları izledik. Bizim dizimizde Türkiye’yi pasif bir ülkeden aktif bir ülkeye çeviriyoruz. Biz oyun kuran Türkiye’yi anlatıyoruz”[3] Türkiye’ye kurulan bu oyunlar arasında Gezi Direnişi de var mı? Türkiye’nin kurduğu oyunlar arasında, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren IŞİD’in desteklenmesi de var mı? Dizinin ilerleyen bölümlerinde göreceğiz. Notlar [1]Başar Başaran, Muro, Kurtlar Vadisi ve İnsel’in Beklentisi, http://www.radikal. com.tr/radikal2/muro_kurtlar_vadisi_ ve_inselin_beklentisi-912868 [2]Michael Ryan ve Douglas Kellner, Politik Kamera, Ayrıntı Yayınları, 2010, s.419 [3]Oya Doğan, Reaksiyon Ne Anlatıyor?, http://www.gazetevatan.com/oyadogan-669967-yazar-yazisi-reaksiyon-neanlatiyor
EMRE TANSU KETEN
27
Medya ve sol medya üzerine bazı değiniler “Genel” medya üzerine biraz veri Türkiye’de medyanın genel olarak büyük sorunlarla boğuştuğu mâlum, sırf ortaya çıkan tapelerden dâhi medyaya düzenin direkt baskısının nasıl akıl almaz boyutlara vardığı gözlemlenebiliyor. Kaldı ki medya çalışanları özelinde bakıldığında bir “çaresizlik sarmalı” boyutuna evrilmiş problemler “sansür”ün altına eklenebilecek bir iki maddeden de ibaret değil; düşük ücretler, güvencesiz/ sendikasız çalışma, özellikle gazetelerde uzun süre yok parasına çalışıp, yaptığı haberlere adını dâhi yazdıramama, her daim olası olan işten çıkarılma riski, işini sokakta ya da savaş alanında yapan muhabirlerin genel can güvenliği sorunları, otosansür, makûl olandan çok daha uzun çalışma saatleri, görece daha güvenceli çalışma şartları sunan devlet kurumlarındaki makus torpil gerçekliği... Makalemizin birincil konusu olan Türkiye’de sol medya meseline geçmeden önce hayli “zenginlik” ihtiva eden ülke medyasına dâir bir takım verileri paylaşmak istiyorum. Türkiye’de TÜİK’in 2011 verilerine göre 2905 gazete, 3873 dergi yayımlanıyor. Gazetelerin % 93,2’si, dergilerinse % 42.2’si yerel ya da bölgesel. İncelendiği vakit her geçen sene aşağıya doğru düştüğü gözlemlenen tirajlarda ise % 94’lük ezici pay gazetelerde, bunun da % 88,2’sini günlük gazeteler karşılıyor. Gazetelerin % 31’inin haftalık, % 14,2’sinin günlük yayın yaptığı görülürken, bu gazetelerin % 86,3’ünün de siyasi içerikli çıktığı bildiriliyor. Dergilerde ise şampiyon % 55,5’lik dilimle aylık olanlar, dergiler ilgi alanlarına göre sıralandığındaysa ipi en önde sektörel yayınlar göğüslüyor. Yine 2011 verilerine göre ülkede 1.125 radyo ve televizyon var, bunların % 79,4’ü radyo ve radyo ile televizyonların % 88,9’u karasal ortamda yayınını sürdürüyor. Karasal ortamda yayın yapanların % 88’i yerel, % 7,3’ü bölgesel, yalnızca 4,7’si ulusal. Lâkin toplam istihdamın % 62’si karasal ortamlı ulusal kurumlarda ve ekmeğin % 84,8’i ise televizyondan. Radyo ve televizyonlarda açık ara en çok müzik yayını yapılırken, yayında en az pay haberlerde. Türkiye’deki haber ajansı sayısına gelirsek, o da 2008’de 24’müş. Tüm bunların yanı sıra ülkede yine 2008’de 33 İletişim Fakültesi’nde 5 bin öğrenci okuyordu. İletişim mezunlarının müzmin problemi ise işsizlik, öyle ki mezunların işsizlikleri ya da kendi alanları dışında herhangi bir işte çalışıyor olmaları “olağan” durum olarak algılanıyor. Zaten, örneğin en iyi ihtimalle dizi setlerinde hiçbir garantisi/güvencesi olmayan işlerde çalışan RTS mezunu işçiler de “günde
28
kırk sekiz saat” çalışmaktan muzdaripler. Bilinir, Türkiye’de örgütlenme mevzuu zaten başlı başına problemli bir alandır, fakat bu, patronun baskı yapabilme araçları daha çeşitli ve işlevli, işçinin direnme şansı ise daha kısıtlı olduğu basın sahasında daha yoğun müşkülatlı bir çerçeve sunuyor. Türkiye’de çoğu kaçak ve yoksulluk sınırının altında çalıştırılan gazetecilerin sadece % 1’i sendikalı. Üstelik memleket, AKP’nin ustalık dönemiyle birlikte görülmemiş gazeteci işten çıkarmalarının yaşandığı bu dönemde, CPJ listesine göre mahpus gazetici sayısında da İran ve Çin önünde hemen her yıl birinci! Peki ya sol medya? Nasıl ki Türkiye’de bir Kürt’ün, bir Alevi’nin ya da bir kadının, sıradan bir Türk-Sünni erkeğe göre düzence ezilmesi daha katmerliyse, ülkemizin sol medyası da medyanın problemlerini kuşkusuz ki daha ağır bir biçimde tecrübe ediyor. Üstelik burada çoğunlukla hiçbir biçimde para kazanılamayan, tersine işi yapabilmek için genelde kısıtlı imkânlarla cepteki paranın harcandığı ve yine ekseriyetle yapılan işin büyük ölçüde karşılıksız kalabildiği bir alandan da söz ediyoruz. Türkiye’de sol medyayı şöyle sınıflandırabiliriz; yazılı basın, televizyon, radyo ve internet siteleri. Solun radyodaki varlığı pek güçlü değil, Anadolu’nun Sesi Radyosu ve Özgür Radyo gibi bir siyasi hareketle bağlantılı olan benim bildiğim iki örnek dışında, daha çok özgün müzik ve Alevi hassasiyeti ağırlıklı radyolar söz konusu (Yön FM, Munzur, Barış vb.). O hâlde Rize-Pazar’dan yayın yapan Karadeniz Umut Radyo gibi çok az sayıda yerel sol radyo örneğini de atlamadan yazının bu durağını fazla irdelemeksizin geçebiliriz. Mevzunun televizyon ayağına gelirsek Hayat TV ve İMC var, bunlar da Hayat TV’de daha belirgin olmakla birlikte belli bir siyasi yapıyla ilişkili. Solcuların televizyon kanalı sayısındaki azlık, medyanın bu ayağının hem çok daha pahalı olması; hem de daha çok organize olmak gerektirmesi ile rahatlıkla açıklanabilir, mâlum solcuların parası yok. Bu iki kanal dışında daha çok Kürt halkı tarafından takip edilen, yurtdışından uydu üzerinden yayın yapan PKK destekli kanallar ile birlikte tabii Avrupa merkezli Alevi kanalları (Yol, Su,Dem) ve zaman zaman baktığımız ulusalcı ya da “sol Kemalist” Sokak TV, Halk TV’yi sayabiliriz. İP’in Ulusal Kanal’ına ise solun doğal olarak herhamgi bir şekilde
teveccühü yok. Bir de yeni kurulan, çizgi olarak Sokak TV’ye daha yakın, fakat bilindik, tecrübeli gazetecilerle çalıştığı için daha bir “kanal” havası veren + 1 TV var az çok sola yakın. Sol medyanın kalbinin attığı asıl yerler ise tabii ki dijital alan ve yazılı basın. Önce sol basına bakalım, burada BirGün, Evrensel, soL (*) ve Özgür Gündem ulusal ölçekte ve günlük yayın yapan dört gazete. Tirajları hayli düşük olan bu gazetelerin her biri bir partiyle ilişkili (sırasıyla ÖDP, EMEP, TKP ve BDP). Kendilerini “alternatif medya” diye koyan bu gazetelerin editoryal eksiklikleri ve solun klasik sloganik kalıplarını aşamayan zayıf habercilik anlayışları sebebiyle sürekli bir bunalım ve arayış hâlinde yayın hayatlarına devam ettiklerini üzülerek gözlemliyoruz. Habercilik anlamında burjuva medyayla rekabeti imkânsızlaştıran zayıflığın elbette ki maddi olanaksızlıklarla da bağı göz ardı edilemez. Fakat burjuva medyayla açılmış olan bu farkı yazar kadrosuna sürekli popüler yazarlar -hele ki BirGün’ün yaptığı gibi çoğu aslında “hiçbir şey söylemeyen” ve basit esprilerle yazılarını dolduran twitter troll’lerinieklemeye çabalayarak kapatmaya çalışmak da sol basındaki “ne yapacağını şaşırmış umarsızlığı” bize özetliyor. Bir yandan da elinde sonsuz olanak bulunan ve bir şekilde sola hitap eden Radikal’in bile tirajlarındaki düşüklüğü görünce, sol yazılı basındaki “kadersizlik” daha bir belirginleşiyor gibi. Burada çarpıcı olan nokta az satan sol günlük gazetelerin facebook ve twitter sayfalarındaki takipçi sayılarının tirajlarıyla mukayese kaldırmaz şekilde farklı olması. Aşağıda gazetelerin sırasıyla tiraj, facebook beğeni ve twitter takipçi sayılarını sunduğumuz veriler bize sol okurun büyük ölçüde matbudan, sanala yöneldiğini sârih bir biçimde gösteriyor sanırım: 10.02.2014-16.02.2014 arası ortalama gazete tirajı ve 20.02.2014 sosyal medya bilgileri:
Farkın dramatik olduğu görülüyor. Diyebilirsiniz ki “ne var bunda canım bilişim çağı, her şey dijitale kayıyor”. Aslında o kadar basit değil, isterseniz gelin bu rakamları burjuva ve sağ medyadan birkaç örnekle de karşılaştıralım. Örneğin 480 bin küsür satan Posta’nın, facebook’ta 172 bin, twiter’da 40 bin takipçisi var. Aynı rakamlar sırasyla Zaman’da 1.156.012/300 bin/625 bin; Sabah’ta 329.825/8.700/294 bin; Türkiye’de 184.224/80 bin/86 bin; Milli Gazete’de 24.123/17 bin/29 bin. Görüldüğü üzere hâkim ya da sağ medyada durum sol medyayla aynı değil -fakat benzer örneklerin de olduğunu belirtelim-. Sol yazılı basında günlük gazeteler haricinde oldukça geniş ve geleneksel olarak mühim bir alanı ise haftalık, aylık ya da başka periyotlarla yayımlanan dergi ve gazetler tutuyor. Sol medyanın bu bölüğü iki ana parçada rahatlıkla tasnif edilebilir; örgütlü yayın organları (Yürüyüş, Atılım, Kızıl Bayrak, Mücadele Birliği, Alınteri, Barikat... sayısız yayın) ve herhangi bir örgütle bağı olmayan periyodikler (bu satırları okuduğunuz Spot, Praksis, Express, Mesele, Teori ve Politika, Red...). Örgütlerin yayın organları, eğer örgüt illegalse illegal merkezi organ, “popüler” yayın, teorik yayın kültür-sanat, kadın yayını olmak üzere belli alanlara ayrılmakta -bir iki bilim dergisi ve Kürdistan’a yönelik dergi de var-. Örgütsel bağı olmayan ve genellikle aylık, üç aylık gibi aralıklarla yayımlanan dergilerin çoğu ise haber-yorum-tartışma tarzında ortalama uzunlukta makâleler barındıran yayınlar. Fakat elbette ki bu çalışma alanında da teorikten, kültür-sanata kadar tematik alanlara yönelik emekler de mevcut. Tüm bunların yanı sıra, Türkiye’de edebiyat dergiciliği de sol ve muhafazakâr olmak üzere iki büyük kümeye kesin olarak ayrılıyor fakat bu edebiyat dergilerini “sol medya” içinde değerlendirmek abes olacaktır, tıpkı solcu akademisyenlerin yürüttüğü birkaç sinema dergisini buraya atmakla olacağı gibi. Sol haftalık, aylık, iki-üç aylık dergi ve gazetelere yeniden dönecek olursak, örgütlü olan yayınlar örgütleri için “propaganda kaleleri” olarak çok büyük bir öneme sâhip. Bu dergilerle ilgili bir tiraj/satış yoklaması yapmaya çalıştığımı; fakat verilere ulaşmak -matbaa matbaa dolaşmak ya da tek tek onlarca insanla iletişim kurmak gerektirdiğinden- daha çok zaman ve uğraşı istediği için bunda muvaffak olamadığımı üzülerek belirtmek isterim. Fakat haftalık Yürüyüş dergisiyle ilgili olarak bir yayıncı arkadaşımdan derginin 2012’deki satış raka-
mının 10 bin olduğu bilgisini alabildim -2004-2008 arasında bu derginin satışının “20 bin bandında” olduğu söylenirdi-. Yine de elimizde somut veriler olmasa da Yürüyüş’ün her iki rakamının da diğer sol yayınların tiraj ve satışlarından epey yüksek olduğunu tahmin edebiliriz. Zira rakamlar her zaman doğal olarak ilgili örgütlerin hacimleriyle doğru orantılı olacaktır, meseleye bu açıdan bakıldığında da muhtemelen Atılım dışındaki periyodiklerin tirajlarının üç aşağı beş yukarı birbirleriyle aynı olacağı tahmin edilebilir, bu sayı da genel olarak 1000 ve biraz üstüdür (örneğin Mesele ve Proleter Devrimci Duruş’un tirajlarının 1000 olduğunu biliyorum. Tavır dergisinin 2012 için tirajıysa yine aynı yayıncı arkadaştan öğrenebildiğim kadarıyla 2600). Yazının son durağında sol internet sitelerine geçebiliriz. Bugün artık bu alan sol okurun da okuma tercihlerindeki genel eğilim eğrisinin yüksek ölçüde bu yana kaymasıyla sol medyanın behemehal en önemli mevzii. Solun tartıştığı, kavga yaptığı, kendini ve meseleleri anlattığı, eski tüfek, yeni kuşak, popüler, az bilinen, her eğilimden yazarın arz-ı endam ettiği ve “solun matbusunu bitireceği/hatta bitirmesi gerektiği” bile tartışılan bu dijital dünya, solun ses alıp, ses verdiği başat karargâhtır. Günlük gazetelerin web adreslerini bir kenara koyarsak burada çok sayıda site var ama öne çıkan, solun genelince bilinirliği olan yalnızca birkaç mecradan söz edilebilir: sendika.org, bianet.org, fraksiyon.org, jiyan.org ve demokrathaber.net ve yayın hayatına yeni başlayan gezite.org, siyasol.org. Genel kanıya göre en çok takip edilen sol site sendika.org, bu site, Halkevleri’yle bağı mâlum olmasına karşın -bir forum olmasa da- farklı geleneklerden yazarlara da açık. Bianet’le ilgili edindiğim izlenim ise eskisi kadar takip edilmediğinin düşünüldüğü yönünde, fakat bu “bağımsız ağ”ın hâlâ popüler bir site olduğu da açık. Bu iki siteyle ilgili elimizde tıklanma verileri ne yazık ki yok. Fraksiyon.org ve jiyan.org ise genç yazarların yürüttüğü iki site, jiyan’ın HDP’ye yakınlığı belliyken, fraksiyon’un bu tip bir örgütsel ilintisi bulunmuyor. Sol siteler içinde “popüler” sayılabilir iki site de yandex. metrica verilerine göre genel sıralamada 200’lü sıralarda birbirlerine yakın günlük tıklanma sayılarına sahipler. İki siteyi haber siteleri klasmanında değerlendirdiğimizde ise jiyan.org 34. fraksiyon.org 40. çıkıyor. Ancak pek çok sayfanın değerlendirme dışı olduğu bu listelerin ne kadar güvenilir olduğunu bilemediğimi de belirtmeliyim. Adını andığımız dört sitenin twitter takipçi sayılarını art arda koyarsak muhtemelen daha işlevsel veriler elde etmiş oluruz: sendika.org 85 bin, bianet.org 79 bin, fraksiyon.org 15.243, jiyan.org 3.843.
Bu iki site dışında SYKP/HDP çizgisinde siyasihaber.org, yine HDP hattından turnusol.biz ile özellikle de yeni bir yazar kolektifi olan baslangicdergi.com’un da önemli oranda tâkip edilen mecralar olduğunu söyleyebilirim. Çeşitli siyasetlerin sesi olan ya da bağımsız birçok site dışında baskahaber.com, dagmedya.net, yuksekovahaber.com, otekilerinpostasi. org gibi önemli sol haber sitelerini ve son dönemde “yaptığı haberlerle” epey gündem olan Etkin Haber Ajansı-ETHA’nın da adını anmadan geçmeyelim. Böylece çeşitli sorunlarla boğuşarak çetin bir varlık mücadelesi veren sol medyanın genel ahvâlini bu şekil özetleyebilmiş olduk gibi. Teşhir ve fenomen heyulasının öğütücü sarmalında kendine yer arayan sosyalist genç yazarlar için durumun pek de iç açıcı olduğu söylenemez. Özellikle sol günlük gazetelerin burjuva medya alışkanlıklarının kötü bir tekrarıyla ilerleyişi, dergilerin az satması ve üstelik içlerine doğru cemaatsel kapalılıkları, internet sitelerinde ise hitap edilen kesimin eninde sonunda belli bir cenâh olması... Ve bununla birlikte, yapılan işin kalıcılığına ve sanal ortamın gerçekleri sebebiyle “ciddiyeti”ne hiçbir biçimde güvenilmezlikten mütevellit bu ülkede gerilla yazarlık sanatını sürdürmek, buna motive olabilmek oldukça güç. Bir de dışarıda yaşam kavgasını, “gerçek hayat”ı sürdürmeye çalışırken, yani çalışma odanda ya da şezlong üzerinde değil, onca işin gücün arasında veya işsizliğin buhranında yazmaya çabalamak... zor. Son söz: Kolay gelsin... Yazıya destek notları: Reklam yapıyormuşuz gibi algılanmasın lâkin bu yazının “’Gerilla Yazarlık’ Üzerine Birikmiş Notlar” yazımız ve bilhassa buradaki meselelerimizle ilgili tablolar sunduğumuz “Türkiye Gazete Envanteri” ve “’Sol’ Okura Hitap Eden Sayfaların Kaç Takipçisi Var?” başlıklı basit fakat işlevsel olduğunu düşündüğümüz çalışmalarımızla birlikte okunması tavsiye edilir, zira o tabloları alan darlığından buraya koyamazdık. Son iki listeye fikirkarargahi. com’dan, “Gerilla Yazarlık”a ise ister Fikir Karargahı’ndan; ister Bianet’ten bakılabilir. Bir de Türkiye’de genel medya ve sol medya üzerine ilgili olan okurlarımıza hocamızın gulserenadakli.wordpress.com adresini de önerelim. (*) Yazıyı soL kapanmadan önce yazmıştım. Spot’un çıkacağı bugünlere göre yeniden rotuşlamaları yaparken soL’u bilerek kaldırmadım, zira sol basının ne gibi zorluklarla boğuştuğunu en iyi gösteren delillerden biri soL örnek olayı olsa gerek.
İSMAIL GÜNEY YILMAZ
29
ŞEVKET KARAKUŞ’LA “DEVRİMCİ YÜKSELİŞ YILLARI” ÜZERİNE:
Unutul(a)mayan Hafıza: 12 Eylül 1980 12 Eylül Askeri Darbesi’nin üzerinden tam 34 yıl geçti. Kenan Evren’in ulusa sesleniş konuşmasını televizyondan, radyodan can kulağı ile dinleyenler, bu dönemin Türkiye yakın tarihine kara harflerle yazılacağını bilmiyorlardı kuşkusuz. O günden sonra siyasi partiler kapatıldı, sokağa çıkma yasağı getirildi, binlerce kitap yakıldı, insanların evlerine zorla girilerek aramalar yapıldı. O dönem toplam 650 bin kişi gözaltına alındı, 517 kişiye idam cezası verildi, 50 kişi idam edilerek, katledildi, yaklaşık 300 bin kişi şüpheli bir şekilde öldü, 171 kişinin gözaltında işkence ile öldürüldüğü kanıtlandı… Gözaltına alınarak, devletten işkence gören, arkadaşlarının ölümünü izleyen insanların hafızalarından o günler hiç silin(e)medi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde okurken, devrim ve sosyalizme inandığı için okulu bırakarak, işçi mahallesi örgütlenmesine katılan, 12 Eylül sonrasında gözaltına alınarak işkence gören, o döneme tanıklık eden Şevket Karakuş ile 12 Eylül öncesindeki Türkiye’yi ve sonrasında yaşananlar üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. 12 Eylül öncesinde nasıl bir siyasi atmosfer vardı? 12 Eylül Darbesi’nin yapılmasında etkin olan durum neydi? 12 Eylül öncesinde sadece gençlik hareketi açısından değil, işçi, köylü hareketi açısından da ciddi bir siyasi faaliyetin olduğu ve bununla beraber çatışmaların da yaşandığı, basının sağ-sol çatışması, faşistler-anti-faşistler olarak lanse ettiği bir ortam vardı. O zaman her mahallede, fabrikada, üniversitelerde, kırsalın en ücra köşesinde bile sol insanlara ulaşmıştı. 1 Mayıs 1977’de (Kanlı 1 Mayıs) düzenlenen saldıra da kimilerine göre 34 kimilerine göre ise 36 işçi öldürüldü. Devlet içindeki bir takım güçler düğmeye bastı. Devletin bizzat-i organize ettiği olaylar arka arkaya geldi.16 Mart Katliamı, İstanbul Üniversitesi Beyazıt Meydanı’nda öldürülen 6-7 arkadaş. Malatya’da, Çorum’da, Kahramanmaraş’ta Alevi-Sun-
30
ni çatışması yaratılarak, kadın, çocuk binlerce insan öldürülmesi, sol-sağ çatışmalarında mahallelerde, üniversitelerde günde 8-10 kişinin ölmesi… Bunların büyük olanlarını devlet organize ediyordu, sağcılara da silah temin ettiğini biliyorduk ki sonradan bu eylemlerde devletin eli olduğu da ortaya çıktı. Solcular, devrimciler de ölüyordu, faşistler de ölüyordu. Örgütlü olmayan sıradan günlük yaşantısına devam eden vatandaş da ölüyordu. Bir kahve taraması yapılıyordu. Kahvede kim varsa ölüyordu. Siyasi olarak bir bölünmüşlük söz konusuydu. İşte bu olaylar 12 Eylül Darbesi’ni getirdi. Devlet bilinçli olarak bu zemini hazırlamıştı. Gençlik hareketinin sol harekete yön verdiğini söyleyebilir miyiz? Gençlik hareketi sadece üniversitelerde mi sınırlıydı? Gençlik hareketi, 76-77 dönemlerinde çok hızlı gelişti. Hem fikirsel hem de hareket olarak. Ben Cerrahpaşa Tıp’ta okuyordum. Sadece üniversitede örgütleme yapmıyorduk. Memlekete gittiğimde oradaki insanlara anlatıyordum, konuşuyordum. Gençlik hareketi üniversite binaları içinde sınırlı değildi o günlerde. Örgütlenme ve etki alanı çok daha genişti. O zaman siyasi tartışmalara da sosyalist harekete de yön veren üniversite gençliğiydi. Bunlar, 68 kuşağından gelen Deniz Gezmiş, Mahir Çayanların arkadaşları idi. Üniversite gençliği, topluma göre daha ileri, sözü geçen, okumuş insanlardı. Kısa zamanda etkili olabiliyorlardı. Devrimcilik fikri de böylelikle yayıldı. Üniversiteyi okuduktan sonra gidip bir işçi mahallesinde yaşıyor, fabrikalarda çalışıyorduk. Ben de Tıp Fakültesi’nde 6 sene okuduktan sonra, işçi sınıfı örgütlenmesine gidiyorum dedim. Göçmen işçi mahallesi olan Alibeyköy’e gittim.
hallelerine giderek, bizzat-i fabrikada çalışıyorduk. Mesela eşim Filiz, o zaman fabrikaya işçi olarak girdi. Ben “profesyonel devrimciydim.” Yani kadrodaydım. O yüzden ben çalışmıyordum. Mahallelere, işçi kahvehanelerine, fabrika önlerine gidiyorduk. Toplantılar yapıp, eğitim çalışmaları düzenliyorduk. Alibeyköy’ün özelliği; İstanbul’da hangi işçi mahallesinde hangi fabrikada ne yaşanıyorsa, akşama bilgi geliyordu. İşçi önderlerinin takıldığı bir kahvehane vardı. Benim görevim işçileri örgütlemekti. İşçileri örgütleyeceksin, sendika olmayan yere sendika girmesi için çalışma yürüteceksin. O dönem Apikoğlu Sucuk Fabrikası vardı. Halen var mı bilmem. O zaman işçi ilişkileri geliştirerek, sendikaya üye yapıldı. Bazı kazanımlar elde ettik o fabrikada. Sadece kahvelerde de görüşmüyorduk işçiler ile. İşçilerin evlerine gidip, ev ziyaretleri yapıyorduk. Onlar ile bir bütün olmuştuk. Bunu salt örgütlemek için de değil biz de onlar gibi fabrikalarda çalışıyorduk. Onlar gibiydik işte. İç içe yaşıyorduk ama bizler okumuştuk onların gözünde. Üniversiteliydik onlar ise işçilerdi. Onun yaratmış olduğu bir takım sıkıntılar, problemler oluyordu. Dışarıdan gelen insanlardık yine de.
İşçi mahallesi örgütlenmesinde işçiler ile nasıl iletişim kuruyordunuz? Nasıl çalışma yürütüyordunuz gittiğiniz mahallelerde? Üniversiteyi bıraktıktan sonra işçi ma-
Mahalle örgütlenmelerinde başka siyasi hareketler de vardır muhakkak. Diğer hareketler ile nasıl temas ediyordunuz? Sol içi rekabet denilen bir durum yaşanıyor muydu o dönem?
Yaşanmaz mı hiç… Mesela diyelim Maden-İş Sendikası’nda TKP örgütlenmiş. Sen oraya gittiğinde hoş karşılanmıyordu. Fabrika önlerinde sana bildiri dağıttırmıyorlardı. O fabrikada çalışan farklı siyasi hareketten biri olduğu zaman da seni işten attırıyordu. Bölgede kim etkinse orada başka bir hareketin çalışmasına müsaade ettirmiyorlardı. Özgürlükçü, demokratik bir ortam yoktu anlayacağın. Solcuyum, devrimciyim diyordun, antifaşit bir mücadele yürütüyorsun, devlete, adaletsizliğe, sömürüye, düzene karşısında gerektiğinde omuz omuza mücadele ediyorsun ama iş örgütlenmeye ya da kendi sahana gelince birden sol içinde bir çelişme yaşıyorsun. Bu devrimcilik ve sol açısından ciddi bir çelişme ve bölünmeye yol açtı. Maalesef çok üzücü olaylar da yaşandı. O dönem sol içi çatışmalardan, çelişkilerden çok arkadaşımızı kaybettik. Bunun izahı yok. Devrimcilik ya da solculuğun kendisi şu ya da bu hareketin tekelinde olan bir şey değildir. Sol içi çatışmaların, çelişmelerin bizim kendi içimizden bir takım yerlerimizi alıp götürdüğünü düşünüyorum. Ben sol içi şiddete karşı çıktığım için örgüt tarafından cezalandırıldım. Örgütün bir kararını yapmadığım için yetkilerimi aldılar. 79 yılında sokağa çıkma yasağı vardı. Bana sokağa çıkarak kendini yakalatacaksın dediler. O zaman Davutpaşa Cezaevi’nde 1 ay kaldım. Evlenecektik, içeri girdiğim için 1 ay ertelemek zorunda kaldık. 12 Eylül günü neredeydiniz? Darbeyi siz de Kenan Evren’nin televizyondan ulusa seslenişinden mi öğrendiniz? 12 Eylül’de örgüt toplantısı yapacaktık biz. Yine bir işçi semtinde evde kalıyorduk, Filiz’le. Öncesinde bir darbe girişimi olacağını sezinliyorduk. “Araba yokuş aşağıda gidiyor” diye haberler çıkıyordu. Ama ne zaman olur bilemiyorduk tabi. Bizde kalan arkadaş bir gidip baktı. Televizyondan marşlar geliyor dedi. Pencereden baktık, sokağa çıkma yasağı olduğunu gördük. Radyodan dinledik sonra. Televizyonumuz yoktu. Evdeki dergileri, bildirileri, notları ortadan kaldıralım dedik hemen. Apartman dairesinde yaşıyorduk. Bahçeli evde olmadığımız için yakamadık. Tuvalete attık, o panikle Tuvalet tıkandı tabi… Darbeyi biliyorsun da kafan hazır değil ki. Sakinleştik sonra. Bundan sonra toplantı yapamadık. Bir arkadaş gelecekti gelemedi. 12 Eylül sırasında gözaltına alınmadınız o zaman. Sizce sol hareket darbenin olacağını bilerek önlemini almış mıydı? 12 Eylül’de göz altına alınmadım. 83 yılında alındık biz. 12 Eylül’den sonra ilişkilerimize randevular üzerinden devam ettik. Biz, işçi bölgesinde olduğumuz için ilişkileri sürdürmeye devam
ettik. Örgütler buna hazırlıklı değillerdi. Tüm örgütler o zaman darbeye direnecek gücü olduğunu söylüyorlardı. Neticede örgütlerin darbeye uygun olmadığı görüldü. Çünkü bir anda siyasi faaliyetler yasaklandı, dergiler kapatıldı, suç unsuru sayıldı, bildiri dağıtamıyorsun, afiş asamıyorsun, sendikalar, siyasi partiler kapatıldı. Her yerden elimizi kolumuzu bağladılar… Kaldığımız evler biliniyordu. Hele küçük yerlerde olan arkadaşlar zaten göz önündeydiler. Onları büyük kentlere çağırdık. Küçük yerlerden gelen arkadaşlara yeni evler lazımdı. Evler tuttuk ama bunun için de para lazımdı. Bazı arkadaşlar dağa çıktılar. Dağda bir hazırlık yoktu ki… 12 Eylül sonrasındaki çalışmalarınıza devam edebildiniz mi? Gözaltına alınan, sorguda kaybolan arkadaşlarınızdan haber geldikçe kendinizi nasıl koruyabildiniz ya da sizin saklamak zorunda olduğunuz arkadaşlarınız olduğunda ne yapıyordunuz? 83 Haziran ayında gözaltına alındık Filiz’le. O zamana kadar gizli çalışma yürüttük. Devlet, o kadar bilgi sahibi değildi. Gözaltına alındığımda anladım ki polisin ne bizim ne de örgüt hakkında önceden bilgisi vardı. Polis insanlara işkence yaparak, onları konuşturarak, elde ettiği bilgiler ile operasyon düzenliyordu sadece. İnsanları işkencelerden geçirerek, ev adresi vermelerini istiyordu, isim istiyordu. Beni de benim evimde kalan bir arkadaş söylemişti. Bunu sonradan öğrendik. Eşi ile kalmıştı bizde. Bir odası vardı evin sadece. Ortadan perde gerdik. Öyle kalıyorduk. O arkadaş işte söylemiş bizim evimizi. 12 Eylül sonrasında insanlar çözüldükçe gözaltılar oluyor, takipler oluyordu. Ben takip edildiğimi hissetmedim. Gelen arkadaşlara ev buluyorduk, yerleştiriyorduk onları bir yere. Sonra başka yerlere. İşçilerin evlerinde kalıyorlardı. Ama korkuyorlardı işçiler. Anlıyorduk bunu. Hayata bizim gibi bakmıyorlardı. Şu da bir gerçektir ki o kadar sınıf çalışması yapmamıza rağmen sınıf içerisinden çıkan kadroların sayısı çok sınırlıydı. Üst yönetimlerde mesela hiç yoktur işçiler. Ev tutmamız lazım diyerek, işçilerden aidatlar topluyorduk. Gerçekten insanlar o konuda çok fedakardı. Bir işçi tazminat almıştı. Çok ciddi kısmını bize bağış olarak verdi. Tekelde çalışan kadın arkadaşlar 1.000 lira alıyorsa 100 lirasını bize veriyorlardı. Bu insanlar tek gözlü evlerde ailecek kalıyorlardı. Güveniyorlardı bize. 12 Eylül olunca örgüt yoktu, sen vardın, seni biliyor, güveniyorlardı. 12 Eylül’den sonra maddi sıkıntılara girince ben de çalışmaya başladım. 3 senede 7 ev değiştirdik. Filiz’le evde soba yakmazdık. Kağıt filan tutuştururduk
sadece. Para gitmesin diye. Altta ve üstte soba yanıyor diyorduk. Atıyorduk bir şey ısınırız diyorduk işte. Bir gün parayı topladık işçilerden. Bunun harcanmaması lazım. Harcamamaya dikkat ediyorduk. Kendimiz çalışıyorduk ama bizde kalanların ihtiyacını karşılaşıyorduk. Filiz, Nestle gofreti çok severdi… Yediği zaman kızardım çok. Deliydim o zaman. Bunlar işçi paraları ile kazanılıyor, yeme derdim. Kaçak, saklana sıkıla yerdi… İdamlık adam gelmiş ev tutmam lazım. Merkez komiteden diyorlar ki parayı bize aktarın.. Onların kararlarına rağmen ev tutuyorduk. İnsanların neler yaşadığını sen biliyorsun. Arkadaşın cebinde minibüs parası yok yolda yürürken enseleniyor, gözaltına alınıyor, işkenceden geçiyor. Üç kuruş para için. Tek odalı evlerde yaşıyorduk, yoldaşlarımız ile. Keyifliydi. Mutsuz değildik biz. Mutluyduk…Paylaşıyorduk…Çalışıyorduk…Bedavacı değildik. Öldürülen arkadaşlarımıza elbette üzülüyorduk. Gündelik hayatımızın kendi akışı içinde devam ediyordu. Gözaltındayken polis sizi konuşturmak için zor kullandı mı? Bizim hayatımızın hiç bir önemi yoktu. Kafamız, devrim ve sosyalizm, işçi, emekçiydi diyordu. Gayrettepe’ye götürdüler. Yedi-sekiz saat işkence yaptılar. Gözlerim bağlıydı. Konuşturmaya çalıştırıyorlardı, bize birinin ismini ver, adresi ver seni bırakalım diyorlardı. Konuşmadım sonra hücreye attılar beni. Ertesi gün yine gözüm bağlı yine sorguya aldılar. Elektrik verdiler. Dilimden, kulağımdan, ayak parmağımdan aklına neresi gelirse. Eşimi getirdiler. Öldürürüz, tecavüz ederiz diyorlardı. Direndik… İki tane elektrik makineleri vardı. Biri düğmeli diğeri manyetolu. Manyetolu olanda adam çevirmeye başlıyor makineyi sen diyorsun bana elektrik verecekler, tüm vücudun kaskatı kesiliyor. O zaman daha dirençli oluyorsun. O zaman keşfettik. Diyordum bana manyetolu olandan versinler. Diğerinde anlayamıyorsun tak diye veriyor. İşkence yapanları görmüyorsun ama sesinden tanıyordun. Sorgudan sonra hücreye götürenler ile aynı kişilerdi. Biliyorduk bunu. Sadece şunu diyordum bana bunu yaptılar, diğer arkadaşlara da yapacaklar. Bir insanın beyninin işkence esnasında çalışmasının hızı kadar hiçbir zaman yoktur. O zaman aklından ulan adını versem mi, vermesem mi herşey anlık saliselik olarak hızlıca geçiyor. Korkunç derecede beynin çalışıyor. Bütün fikirleri geçiriyor. Ama konuşmamam lazım diyorsun. Bu kadar basitti benim
Bizim hayatımızın hiç bir önemi yoktu. Kafamız, devrim ve sosyalizm, işçi, emekçiydi diyordu. 31
Mutluyduk mücadele ederken de, işkencede de, dayak yerken de, kapuska yerken de, soba yakmazken de zor koşullardı belki ama biz gülüyorduk… için. Üç-dört gün yoğun işkence yaptılar. Sonra bu adamdan bir şey çıkmaz dediler. İşkencehanede hangi hareketten olursa olsun direnen insanlardan etkileniyorsun. Birbirine omuz veriyorsun. Filistin askısından koltuk altında yaralar olurdu. Yeri geliyor sen ona pansuman yapıyorsun, o sana. Konuşmaması, işkenceye direnmesi için destek oluyorlar. Banyo filan yoktu. Ufacık odada üst üste yatıyorsun. Ama bundan da şikâyetçi değildik. Yemek vermişler, paslıymış, kirliymiş hiç umurumda değil. Tek düşündüğün şey konuşmamak. Gayrettepe’den sonra nereye götürüldünüz? Sonra beni Selimiye’ye götürdüler… Düzmeceden Haydarpaşa Hastanesi’nde işkence yoktur diye bir rapor alıp bizi götürdüler. İlk banyoyu orada yaptık. Burada işkence yoktu. Kaba dayak vardı. Sıraya dizip, marş söyletiyorlardı. Söylemeyince kaba dayak atıyorlardı. Rahatlıyorsun Selimiye’ye gidince. Gayrettepe’de ince işkence vardı, profesyoneldi onlar. Mahkemeye çıkınca arkadaşlarını görüyorsun. Mahkemede direnenler, direnmeyenler belli oluyor tabi.. Ona uygun davranıyorsun. Sertiz ya da direnmeyenlere hemen bir pozisyon alıyorduk. Daha gençtik. 29 yaşındaydım. Tecrübemiz yoktu. Aileniz ile ne zaman görüştünüz? Haber almışlar gözaltında olduğumu. Kardeşim gelmiş aramış. Görüşme olamıyor. Filiz’i de gözaltına alıp, mahkemeye çıkarttıktan sonra bırakmışlar onu. Mahkeme koridorunda aylar sonra gördüm onu. En son işkencehanede görmüştüm. Tutuklanmam karar verildi. Cezaevine götürdüler bizi. Sultanahmet’e geldik. Penceresinden Kız Kulesi’nin adalar kısmı görülüyordu. Metris’ten çok çok iyiydi. Direnince kendini bir şey sanıyorsun işte o zaman. Hemen temsilci atadılar bizi. Koğuşlara dağıttılar bizi. Bir grup diyordu ki haberler dışında televizyon izlemeyeceğiz biz. İzlemiyorlardı. Onlar yüzünden oradan oraya televizyon izlemek için giderdik. Sultanahmet’teki mutluluğumuz kısa sürdü. Operasyon çektiler. Kapıların arkasına ranzaları dayadık. Açlık grevi yaptık. Sadece su veriyorlardı. Daha sonradan temsilci olan ya da onlara göre tehlikeli gördüklerini Sağmancılar Cezaevi yeni yapılmıştı oraya naklettiler. İlk zaman tek kişilik hücrede kaldım. Sonra beni koğuşu verdiler. Bir gün görüş var. Heyecanla gidiyo-
32
rum… Bir baktım Filiz gelmiş. Ben ağladım o sıra. Ben sanmıştım ki anam gelecek. Üç-dört yıl olmuştu görmemiştim. İnsan cezaevinde olunca daha bir duygusal oluyor. Belki de en teml insani duyguların ile baş başka kalıyorsun. O gün anamı görmek istemişim demek. Cezaevi ortamında palavra da bol oluyor. Hesaptan devrimcisin, solcusun ya. Ne kadar ceza alacağımız belli değil, dışarıda Filiz var. Diyorlar ki bırak kadını yoluna gitsin, bunu söylemek devrimci bir duruş diyorlardı. Hiç kimse cezaevinde sevgilisini bırakmak istemez. Seni hayata bağlayan tek şey. Mektup gelsin diye bekliyorsun, görüş olsa diyorsun nasıl bırakılır. Ben bunu yapanlara da gerçekten kendini aşmış derim. Böyle bir gerçeklik yok. İçeride daha hassas oluyorsun, ince şeyler düşünüyorsun. Bırakacak mı seni? En ufak bir hareketinden seni bırakma emaresi gibi algılıyorsun. Yeri gelmiş yoldaş olmuşuz, arkadaş, dost olmuşuz. Ucuz diye üç gün kapuska yemişiz. Kar yağmış aldırış etmemiş, kadın cezaevine seni görmeye gelmiş. O dönemde kadın yoldaşlara nasıl bakı-
yordunuz? 12 Eylül dönemini yaşamış ve örgütlü mücadele etmiş kadınlar, kadın oldukları için kadrolarda yer almadıklarını söylüyorlar, eşit değildik diyorlar. Siz nasıl bakıyordunuz? Biz bilmiyorduk kadın sorunu ne, feminizm ne. Kadın sorunu bizler için emek sömürüsü üzerinden şekillenmişti. Kadın çalışırdı, örgütlü mücadele içinde yer alırdı. Ama şimdi düşündüğüm zaman toplantı yaptığımızda kadın yoldaşlar o toplantılara çayları yapar, dağıtırdı, kimsenin de buna itiraz ettiği yoktu. Silah kullanmayı bilen, afişe çıkan kadınlar da vardı. Kadınlar daha çok 12 Eylül zamanında cezaevi kapılarında bir araya geldiler. O zaman ortaklaştılar ve dayanışma gösterdiler, birbirlerini buldular. TAYAD, İHD gibi dernekler işte bu cezaevi kapılarından çıktı. Erkekler cezaevinde olunca kadınlar özgür oldular. Bunu kendilerini
tanıma anlamında söylüyorum. 87 yılında Yoğurtçu Parkı’nda düzenlenen dayağa karşı kadın yürüyüşünde 12 Eylül’ün etkisi vardı. Feminizme, kadın sorununun ayrıştırılmasına biz burjuva işi olarak bakıyorduk. Bilmiyorduk ki. Okumamıştık. Bu konu üzerinde de durmuyorduk açıkçası. Şu an hayatına baktığında o dönemde yaşadıklarının etkisini ve izlerini görebiliyor musun? Ya da şöyle sorayım; o dönemde daha paylaşımcı, dayanışmacı ve kendinden önce bir başkasını düşünme hayatının merkezinde oluyor. Ama şimdiki zamanda ki birey daha ön planda. Zaman zaman kendine, çevrene yabancılaştığını düşünüyor musun? Bizim hayata tutunmamamızda, kendi adıma işkencenin, cezaevinin izleri var ama bu sadece duygusallık anlamında var. Şu anki hayatım ile o zamanlarımı karşılaştırdığımda o zamanlar çok şeyler paylaştığımızı, insani şeyler olduğunu, paranın, pulun, mülkün senin için önemi olmadığını görüyorsun. Şimdi böyle bir şey yok. Mutluyduk mücadele ederken de, işkencede de, dayak yerken de, kapuska yerken de, soba yakmazken de zor koşullardı belki ama biz gülüyorduk… Gülüyorduk… Bizler devrimci olduk ama bunun teorisini bildiğimiz ya da uzun uzun tartışmalar yaparak olmadık. Biz bakıyorduk adaletsiz bir düzen var, insanlar sömürülüyor, bunlara sessiz kalmamak için devrimci olduk. 71 hareketinin yaratmış olduğu esen bir rüzgar vardı. Devrimci hareketin içine bu duygular ile katıldık. Biz sahici insanlardık. Devrime, sosyalizme çok inanmıştık. Mücadeleyi aile ilişkilerimizden, kendimizden üstün tutuyorduk. Üniversiteyi bırak, dediklerinde mücadele için bırakıyorduk işte… Sevgilimizin elini tutamıyorduk. Kol kola gezdiğimizde bile birisi gelse hemen bırakıyorduk. Bir yazarın dediği gibi “Yanlış zamanlar bütünüdür aşk...” Aşık olduğun zaman evlenmen gerekir diyorduk. Bizim için siyah vardı ya siyahtın ya beyazdın. Gri yoktu bizim için. En doğru hareket bizdik. Tek doğru bizdik, diyorduk. Her grup bunu söylüyordu bunu görmüyorduk. Devrimi her grup yapacaktı. 12 Eylül sonrasında cezaevine girdi çıktı en ücra köylere gitmişlerdi çıkanlar, ne yapıyor şimdi? Büyük bir kısmı sisteme entegre oldu. Çok az kısmı örgütlü yapılarda yer alıyor. Örgütlü yapılarda değiller. SODİD’i (Sosyal Yardımlaşma ve İletişim Derneği) kurduk. Yoldaşlarımız ile bir araya gelerek, birbirimize destek olmaya çalışıyoruz.
SÖYLEŞİ: AYSUN EYREK
Anlatılan senin hikayen midir? Kıbrıs’a dışarıdan atılan pek çok bakış, ister sağdan olsun ister soldan, çoğu zaman Kıbrıs’ta gerçek insanların yaşadığını unutur. Stratejik sömürge konumunda bulunan coğrafyaların -elbette değiştirilmeye müsait- kaderidir bu belki de. O kadar ki, Kıbrıs’ta yaşayan insanlar bile, kendi gerçekliklerini unuturlar bazen ya da o gerçekliği Kıbrıs adasının stratejik konumu ya da -yine ağırlığı bu konumdan kaynaklı- çözülmek bilmez sorunu dolayımıyla anlamlandırırlar. Özellikle Kıbrıs’ın kuzeyinin dört bir yanını, en ücra köylerine varıncaya kadar donatmış bulunan askeri birliklere, kapalı bölgelere, girişi yasak arazilere ve Kıbrıs’ın güneyindeki askeri üslere, dinleme tesislerine ve metre kareye düşen askeri araçların çoğunluğuna baktığımız zaman, sanki Kıbrıs bir askeri üsmüş de hasbelkader bu askeri üssün üzerinde bir grup insana yaşama izni verilmiş gibi hissedersiniz. Ekonomik sömürgelerin aksine, stratejik sömürgelerde insan faktörü tamamen önemsizdir, tabii o insan faktörü sorun çıkarmadığı ve kendi gerçekliğini, o coğrafyanın siyasetinin birincil ve temel gündem maddesi yapmadığı müddetçe. O yüzden Kıbrıs’ta verilecek en temel ideolojik mücadele, bu adada gerçekten de insanların yaşıyor olduğu bilgisidir. Bu basit bilgiye yaşamsal bir şekilde ihtiyaç duyar Kıbrıs’ın sakinleri; ve sakin kalmayı sürdürdükleri müddetçe de bu bilgiye ya hiç eriş(e)mezler ya da erişseler bile bunu praksisle dolayımlamazlar. Kıbrıs, tarihi boyunca -ve bugün dehep stratejik önemi vesilesiyle siyasi mülahazaların ve münakaşaların içinde yer almış, son 60 yıldır hep Kıbrıs sorunu başlığı altında tartışılmış ve son zamanlarda da ada etrafındaki doğalgaz vesilesiyle gündeme gelmiştir. Kıbrıs’taki gerçek insanların gerçek yaşamları ve bu yaşamın içindeki somut ve gerçek sorunlar zaten Kıbrıs’a bu gözlerle bakanları hiç ilgilendirmemiş, bu ilgisizlik öylesine hegemonik olmuştur ki, bizzat Kıbrıs’ın insanları tarafından bile içselleştirilmiştir. Bugün Kıbrıs’ta Göç Yasası adını verdiğimiz uygulamalar ve yasalar bütünü, 2011’den sonra kamuda işe giren insanları asgari ücrete, yoksulluğa ve kendi ailelerine maddi anlamda bağımlı kılarken (ki bu aileler, hem artık sonu gelmekte olan “hazır dağ” ganimetin, hem de stratejik sömürgelerde bir “kendi gerçekliğini unut payı” olarak dağıtılan ve yine sonu gelmekte olan nispi refahın taşıyıcısıdırlar; ancak kendi evlatlarına sundukları bu “nimetler”, kendi evlatları tarafından kendi torunlarına ancak kırıntı olarak aktarılabilecek, daha da sonraki kuşaklar ise bu kırıntıdan bile nasiplenemeyeceklerdir),
gittikçe daha çok işgücünü kendine çeken acımasız ve güvencesiz özel sektör ise literatürde “prekarya” diye adlandırılan (ve aslında klasik anlamdaki proletarya ile birinci dereceden akraba olan, hatta gittikçe tek yumurta ikizine dönüşen) alt sınıfı yaratmakta; öte yandan, özellikle 2000’li yıllarda ve Annan Planı sonrasında patlama evresine giren inşaat sektöründe kayıt dışı çalışan Türkiye’den, Suriye’den, Vietnam’dan ve her nerede ucuz işgücü varsa oradan gelen işçileri zaten kapitalist toplumlarda bir bataklık olan çalışma koşullarının/iş ilişkilerinin “boğazına kadar batmış” konumuna yerleştirmektedir (ki küçük nüfuslu Kıbrıs’ın kuzeyinde, sadece Eylül ayındaki bir hafta içinde, bir tanesi kayıt dışı olmak üzere iki işçi iş cinayetine kurban gitti). 2000’li yıllardan önce Kıbrıs’ın kuzeyine göç etmiş ve Kıbrıs’ta kendilerine hayat kurmuş / kurmaya çalışan Türkiyeli göçmenlerse, 2000 sonrası göçmenlere kıyasla görece biraz daha olumlu koşullarda çalışmaktaysalar da onların da “gerçek insanlar” olarak kabul edilmedikleri, Kıbrıs konusu bağlamında, nüfus meselesinin “74’ten sonra gelen kaç Türkiyeli gidecek kaçı kalacak?” söylemi çerçevesinde tartışılmasından anlaşılabilir; yani söz konusu olan “gerçek insanların gerçek hayatları” değil, kelle hesabıyla yapılan rakamsal tartışmalardır. Devam etmeden önce not etmek gerekir ki, Kıbrıs’ın kuzeyindeki emekçilerin hayatlarını yoksullaştıran ve yoksunlaştıran ve uygulayıcısı da AKP olan bu politikaların bir benzeri (hatta yer yer daha acımasızı) Kıbrıs’ın güneyinde Troyka (IMF, Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası) eliyle uygulanmakta, Kıbrıs’ın güneyinde de “kemer sıkılmakta” (elbette sadece emekçilerin bellerindeki kemerlerdir söz konusu olan, ve bu “kemer sıkması”, yılanların avlarını sıkıp boğarak öldürmesi biçiminde vuku bulmaktadır). Yeni bir paragrafa geçemememe sebep
olan bu birbiriyle ilişkili gelişmeler bütününün belki de en acımasız halkalarından bir tanesi de adlarından ve varlıklarından ancak öldürüldüklerinde haberdar olduğumuz Kıbrıs’ın kuzeyindeki seks köleleridir [yine Eylül ayı içerisinde “aşıktım öldürdüm” denilerek katledilen bir seks kölesi (ki bu caniliğinin kendini en doğru ifade ediş biçimi ancak “erkek egemen toplumun ve kendi erkeklik rolümün bana verdiği yetkiye dayanarak cinayetimin adını aşk koydum” olmalıydı) vardır] ... Pasaportlarına el konularak, borçlandırılarak ve bazen de yapacakları işin seks işçiliği olduğu dahi gizlenerek köle olarak çalıştırılan kadınlardan rakamsal olarak bile haberimiz olmayabilir. Kıbrıs’ın kuzeyi (ve de güneyi) günden güne yoksullaşmakta, yoksunlaşmakta; zaten Kıbrıs sorunu nedeniyle geleceksiz ve belirsiz bir ruh haliyle on yıllardır yaşayan (ki bunun en belirgin örneği, Omorfo adlı bölgede, bölge muhtemel bir çözümde Kıbrıslı Elen toplumuna devredilecek diye, Kıbrıslı Türklerin evlerine çivi çakarken bile iki kere düşünmeleri, sürekli bir göç etme ya da başka bir şehirden ev almaya çalışma girişiminde olmalarıdır) Kıbrıslı Türklerin, artık “bugünsüz” de yaşamaya başlamalarıdır. Tarihi, pek çok toplumun tarihi gibi, milliyetçiler tarafından icat edilmeye çalışılan Kıbrıslı Türk toplumunun bugünü ise neo-liberallerce keşfedilmekte, böylece belirsiz olan geleceği de mahvedilmekte... Kıbrıs’a dışarıdan bakanlar (ki bu dışarıdan bakmak coğrafi bir tanımlamadan ziyade, perspektifle ilgili bir meseledir biraz da) Kıbrıs’taki gerçek insanların gerçek hayatlarının hikayelerine kulak kabartmalılar daha fazla. Göç Yasası sonucu hazırlık ödenekleri kaldırıldığından dolayı sınıf içi eğitsel malzemeleri kendi maaşından karşılamak durumunda kalan -ve zaten asgari ücrete çalışan- öğretmenlerin hikayesi daha çok gündemimizde olmalı iki “toplum liderinin” görüşmelerinden; askeri üslerde değil cumartesi ak-
33
şamı işten yorgun argın dönen özel sektör çalışanları tarafından belirlenebilir ancak Kıbrıs’ın insanlarının geleceği; fonlanmış, prosedürel ve bürokratik “toplumlararası ilişkilerde” değil, Suriye’deki savaştan Kıbrıs’a kaçıp üç kuruş paraya kayıt dışı çalışıp iş cinayetinde hayatını kaybeden garibanın ölü gözlerinden ya da işsiz Kıbrıslı Elen gencin çaresiz gözlerinden okuyabiliriz halklar arasındaki kardeşlik ilişkisine duyulan ihtiyacı. Marksistler için her ne kadar “tarihe devinimini büyük insanlar değil kitleler verir” ön kabulü mevcut olsa da bunu gerçekten içselleştirmek meşakkatli
bir süreç. “Büyük İnsanlık”, Nazım Hikmet’in başka söze pek lüzum bırakmayacak biçimde ifade ettiği gibi güverte yolcusudur, trende üçüncü mevkidir, şosede yaşar, sekizinde işe gider, yirmisinde evlenir, kırkında ölür ve “ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter, pirinç de öyle, şeker de öyle, kumaş da öyle, kitap da öyle, büyük insanlıktan başka herkese yeter...” Elbette tüm bu “gündelik hayat hikayeleri” ve “gerçek insanların gerçek hayatları” meselesi, bizi dönüp dolaştırıp “toplum”un ya da “meta-sorunların” inkârına götürmemeli: diyalektiğin mikro
Biz gendi gendimizi yönetmek
isterik be gardaş! “Kardeşim, işte gene geldi yaz, yüreğin yazın mektubunu aldı mı, işte yaz geldi gene, kardeşim, barışı ne zaman yapacağız, ne zaman barışacağız önce kendi kendimizle sonra birbirimizle, ne zaman gidip gelecek sevgi suları aramızda, işte gene yaz geldi, barış buğdayını ne zaman ekeceğiz, yüreklerimiz ne zaman konuşacak,…” Kıbrıslı şair Fikret Demirağ, barışa olan özlemini kardeşlerine bu dizeler ile anlatıyor. Demirağ’ın barışında; insanın önce kendisi ile sonrasında insanlarla barışmasının temelinde, birliktelik ve dayanışma yatıyor. Barışın, tepeden inmeci değil, insanlar arasında yapıldığını biliyor. Bu yüzden ne zaman işleyeceğiz diyor, toprağı beraber, kardeşçe ne zaman… Müza(kere)ler Akdeniz’in incisi olan Kıbrıs, geçtiğimiz aylarda “iki liderli” müzakereleri ile gündemdeydi. Tayyip’in kuzey Kıbrıs başbakanına maaşını sorması ve daha da ileri giderek, ada halkına “beslemeler” demesi dışında, Türkiye medyasının gündemine, daha çok çözüm arayışları ve müzakereler ile giren Kıbrıs’ta, müzakereler ilk başta heyecan yaratmışsa da Türkiye’nin adanın güney tarafında izinsiz petrol araması sonrası güney tarafı müzakerelerden çekildiğini belirtti. Dalgalanan ülke bayraklarının altında, iki halkın “liderleri!” ki aslında halkların değil de ada üzerinde taşeron aktörler olan Yunanistan ve Türkiye’nin temsilcileri demek daha doğru olur, bir araya gelerek, toprak, mülkiyet gibi konularda kapalı kapılar ardında pazarlık masasına oturmuş, kameralara gülümseyen pozlar vererek, dünya basına “barış”! adı altında lanse edilen görüşmeler yapmışlardı. Türkiye Halkının kuzey Kıbrıs gerçeği ile tanışma vakti kktc kimi Türkiyeliler için bir vatan,
34
millet meselesi iken kimi Türkiyeliler için ise bütçeden ayrılan paralar ile refah ve mutlu insanların, sırtlarından geçindiği bir ülke. Türkiye medyasında hep “yavru vatan”, “kurtulan halk” olarak lanse edilen Kıbrıslı Türkler, 2011 yılında “Toplumsal Varoluş Mitingi”nde “Ankara Elinizi Yakamızdan Çek” pankartı ile Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyinde bu zamana kadar yürüttüğü neo-liberal politikaların artan baskının toplumsal patlamasıydı. Yine Tayyip’in cumhurbaşkanı olması sonrası ilk yurt dışı ziyaretini kktc’ye yapamış, “İstenmiyorsun Tayyip” pankartları ile karşılanmıştı. Türkiye halkları, bu zamana kadar kktc’yi bel kemiği olarak görürken, Kıbrıslı Türkler açtıkları pankartla, kktc’ye bütçeden ayrılan paranın, Kıbrıslılar tarafından istenmediğini, verilen paradan kat be kat kendilerinden alındığını da Ankara yönetimine söylerken, Türkiye halklarına da farklı bir bakış açısı getirdiklerini söylemek abartı olmaz. Türkiye’de “hem bizden besleniyorlar, hem de bizi beğenmiyorlar” diyenlerin yanında, “halen Türkiye askeri neden adada bulunuyor? Bağımsız olsunlar.” diyenler de var. Bunun yanında Türkiye meclisinde, ilk defa BDP’li milletvekilleri tarafından kktc’nin Türkiye tarafından işgal edildiği dile getirilmiştir. 7 Şubat 2011 tarihinde NTV’de açık oturuma konuk olan Arif Hasan Tahsin (Arif hoca), muhabirin “Paranızı, Türkiye veriyor.” demesine sinirlenerek, önce güzelce Türkiye’nin Kıbrıslı Türkleri nasıl üretimden kopardığını, neo-liberal politikalar sonucunda üretmez konuma geldiklerini anlatırken, para diyorsanız “biz gendi gendimizi yönetmek isterik, para yollama be gardaş, para yollama be yavvv” diyerek inceden ayar vermişti. Öyle ya gelen paranın hayrı değil zararı dokunmuştu bunca yıldır. Uluslararası masalar başında barış mümkün mü?
boyutunu makro boyutu lehine dikkate almamak ne kadar tehlikeliyse, tam tersi de bir o kadar tehlikelidir; parça yolda bütünü ararken, aynı yolda parçayı arayan bütünle rastlaşır hep (aralarına ekilen epistemolojik nifak tohumları sonucu selamı sabahı kesseler de, içten içe hep koşup sarılmak isterler birbirlerine). Bitirmeden önce önemle vurgulamak lazım ki, Gramsci’den mülhem, aklın sergilediği yukarıdaki karamsar tablo, iradenin iyimserliğinden hiçbir şey çalmamalıdır. CELAL ÖZKIZAN Suriye halkının, Kürt halkının, Kıbrıs halkının birileri ya da birbirleri ile barışması için uluslararası toplantılar düzenleniyor. Bugün Cenevre’de, Oslo’da, Kıbrıs’ta kapalı kapıların ardında, masa başında imzalara tabi olan bir barış, halkların istedikleri bir barış değildir. Egemenlerin sınırları çizerek var ettikleri ülkeler nasıl ki kurgu yalanından ibaretse onların barışı da yine kurgu yalanından ibaret olacaktır. Birbirlerinden bunca yıldır kelimenin her anlamında uzaklaştırılan Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Elen halklarının, ekonomik, siyasi ve kültürel ve hatta psikolojik anlamda bütünleştiği noktada barıştan söz edilebilir. Psikolojik de diyorum çünkü bilinçli olarak birbirinden koparılan, uzaklaştırılan iki halk arasında yaratılan güven sorunu çözülmedikçe, ekoloji, toplumsal cinsiyet, eğitim gibi insanların günlük hayatını daha fazla ilgilendiren meseleler müzakere edilmedikçe yapılan anlaşmaların hayatın pratiğe dönüşmeyeceği bir gerçektir. Bu zamana kadar Kıbrıs’ta barış, müzakere çerçevesinde ele alınan ve olması ancak buna bağlı olarak halklara sunuldu. 1948 yılında Lefkoşa’da düzenlenen 1 Mayıs mitingine katılan Elen ve Türk emekçileri de geçtiğimiz haftalarda İngiliz üslerine ortak grev kararı alan işçiler de ortak mücadelelere sahip oldukça egemenlere karşı direndikçe, nasıl bir barış inşa edeceklerini de bizlere göstermiş oldular. Kıbrıs’ta barış ancak Kıbrıslı Elen ve Kıbrıslı Türk emekçilerinin, işçilerin, kadınların, göçmenlerin kendi elleri ile kuracakları, neo-liberal politikalara direnerek, mücadele hattını büyüttükleri, egemenlerin ellerinden yönetimi devralarak, birlikte Zivaniya* içtikleri, portakal bahçelerinden geçerek, denizin maviliğinde, barış buğdayını kardeşçe ektikleri, güneşli pazartesilere doğru yürüdükleri yolda gerçekleşmiş olacaktır. *Kıbrıs içkisinin adıdır. Bu içkinin, ağrıyan yerlere sürüldüğü zaman ilaç etkisi yarattığı da bilinmektedir. AYSUN EYREK
Occupy’dan Gezi’ye:
Yeni toplumsal hareketler ve sınıf Geçtiğimiz günlerde 31 Mayıs’ta başlayan ve etkileri hala devam eden Gezi direnişinin yıldönümü idi. Direnişin yıldönümünde birçok kişi-kurum tarafından dönemin niteliği üzerine değerlendirmeler yapıldı. Bu yazıda belki de eksik bırakılan yan olan Gezi’nin 21. yy. direniş hareketleri ile olan bağı üzerine birkaç kelam laf etmek gerekir. Gezi direnişini ve etkilerini ele alırken 21. yy. direniş hareketleri ile olan “ortak” noktalarından bahsetmek mümkündür. Diğer türlüsü süreci anlamlandırmakta eksik kalır. Dolayısı ile bütün bu süreci esasında 1999 yılında Seattle’da başlayan küreselleşme karşıtı hareketlerin devamı olarak ele almak mümkündür. Bu dönem sonrası açığa çıkan ve küresel kapitalizmin krizinin faturasının emekçilere kesilmesine karşı mücadele yürüten ve ortak özelliği olarak antikapitalist bir muhtevaya sahip Occupy-İşgal Et hareketleri ile birlikte Gezi’de dönemin ruhuna uygun bir tarzda ortaya çıkmıştır. “Yıllardır siyaset üzerine düşünenlerin ve hatta siyaset bilimcilerin, apolitikleşmiş, siyasete ilgisiz ve kayıtsız kuşaklar olarak gördükleri büyük oranda gençleri içeren geniş bir halk kesimi, bu saptamaları yanlışlarcasına, sokaklarda, meydanlarda ve parklarda, yeni bir protesto ve muhalefet biçimi ile yeni bir politik dil oluşturdular. Ve şüphesiz Gezi direnişi, yıllardır sesi cılız bir biçimde çıkan ve neredeyse uykuda gibi görünen kitlelerin bu özgürlük mücadelesi, umudu ve geleceğe güveni diriltmesi açısından çok önemliydi.”[1] Sosyal medyanın kullanımından, mizahi bir dilin yaratılmasına kadar birçok noktada ortaklık içeren bu sürecin önemli yanlarından birisi de katılımcıların siyasi koşulları oldu. Ülkemiz özelinde, 12 Eylül’den bu yana depolitizasyon politikaları sonucu apolitikleşmiş ve “kısa yoldan köşe dönmecilik”le yetiştirilmiş bir kuşağın, AKP’nin baskıcı, piyasacı ve gerici politikaları karşısından kendi söylemi ve değerlendirmeleriyle birlikte yer alması bu noktada şaşırtıcı olmamalıdır. Özellikle isyan-kitle-örgütlü güçler üçgeni olarak ele alabileceğimiz genel direniş girdilerinde kitlenin önemli bir kısmını örgütsüz, apolitik gençlerin oluşturması ve aynı zamanda politikleşme sürecinin de pratik üzerinden şekillenmesi yeni bir gençlik kuşağının da habercisi
oldu. Burada eksik kalan nokta ise örgütlü güçlerin süreci yönlendirebilecek bir birikime ve hazırlığa sahip olmamaları olmuştur. Kitlelere politik önderlik edebilecek bir “örgütün” yokluğu esasında Gezi’nin “siyasetine” olan ihtiyacı da gözler önüne sermiştir. Bu noktada “Gezi siyasetini arıyor” demek mümkündür ve bu “siyasetin” örgütsel formları açığa çıkmıştır. Bütün bunlara karşı gerek Occupy hareketinin gerekse de Gezi direnişinin “kendiliğinden” açığa çıkmasını fetişleştiren düşünüş biçimlerinin karşısında “sınıfsal” bir tepkiyi de koymak gerekir. Yani örgütlülüğü! “Bu bize, işçi hareketinde kendiliğinden-gelmeliğin her türlü putlaştırılmasının, ‘bilinç unsurunun’ rolünün küçümsenmesinin, kaçınılmaz olarak – bunun istekle yapılıp yapılmaması hiç önemli değildir- işçiler üzerinde burjuva ideolojisinin etkisinin güçlenmesi sonucunu doğurduğunu bize gösterir.”[2] Ne yapmalı esasında “ne yapmamalı”yı da söyler. Gezi direnişi, bizlere, ne yapmamız gerektiğini de ne yapmamamız gerektiğini de hatırlattı. Bütün bu hareketleri ele alırken düşülen hata ise tam da Lenin’in ikaz ettiği yerden geldi. Kendiliğindenciliğin ve örgütsüzlüğün yüceltildiği, örgütlü olmanın küçük görüldüğü bir yerde hareketin yenilgisi kaçınılmaz olur. Elbette ki burada var olan örgütlü yapıların “çocukluk hastalıklarını” es geçmemek ve eleştirmek de yerinde olacaktır. “Yapılacak en kötü şey, örgütlü güçlerin Gezi potansiyelini ‘bizatihi bir siyaset öznesi’ olarak inşa etmeye çalışmak yerine, kendi örgütlenmelerine dahil etmeye-yedeklemeye çalışması olacaktı. Nitekim kimi istisnai, ancak mevzi girişimler dışında öyle de oldu.”[3] Yukarıda da belirtildiği ve hepimizin bir biçimiyle yaşadığımız ölçüde bir yanıyla “flama tartışmaları” ekseninde “örgütlülük” eleştiri konusu olurken; bir yanıyla da “örgütlerin” kendi bahçelerini
büyütme hevesi sürecin geleceği açısından önemli bir dönemeç oldu. Burada “örgütlerin” tutumunu eleştirirken meselenin esasında direnişin muhtevasının yorumlanmasında yattığını da belirtmek gerekiyor. Bu noktada ise özellikle Occupy-İşgal Et eylemleri sonrasında açığa çıkan bir tartışmayı yeniden ele almak ilerletici olacaktır. Keza bu tartışma esasında HDP çevresinin de politik inşa sürecinin temel tezi olan radikal demokrasi tezine ilişkin olması meseleyi daha ivedilikle tartışmak gerektiğini ortaya koyuyor. Nihayetinde buradaki temel tartışma konusu olması gereken bu tez üzerinden – bilinçli ya da bilinçsiz – bir okuma gerçekleştiriliyor. Öncelikle Gezi direnişini ve benzeri olarak Occupy hareketini, farklı kimlikleri içinde barındıran parçalı, dağınık, merkezsiz ve esnek bir örgütlenme modeline sahip olması nedeniyle küreselleşme sürecinde oluşan “yeni toplumsal hareketler” içinde değerlendirmek mümkündür. Buradaki temel tartışma da tam bu noktadan başlamaktadır. Yani bu kavramı nasıl ve nereden ele alacağız. Egemen söylemin kavram setini kullanan ve yeni sol söylemi hegemonik hale getiren post Marksist-liberal zevatın yeni toplumsal hareketler kavramını radikal demokrasi tezi üzerinden ele alıyor oluşu, tam da yukarıda değindiğimiz “örgütsüzlüğün” ön plana çıkarılmasına yol açıyor. “Gezi İsyanı’nın özellikle liberal kesimlerden aldığı övgülerin önemli bir bölümü ‘örgütsüz bireylerin özgür iradesi’ kavramı ekseninde şekillenmişti. Yalnızca durumu tespit etmekle
35
yetinmeyip genelleştirmeye ve bu konuda çok önceden yazılıp çizilmiş teorileri yeniden ileri sürmeye başladılar. Hareketin olağanüstü etkili ve yaygın oluşunu yedekleyen bu ‘örgütsüzlük’ propagandası, gerçekten bu büyük halk hareketinin süreksiz ve sınırlı kılınmasının aletlerinden biri oldu.”[4] Buradaki farklılaşma ise yeni toplumsal hareketler kavramını nasıl ele almamız gerektiğidir. Yani, yeni toplumsal hareketler, son zamanlarda bazı siyasi çevrelerin temel proje olarak ele aldığı radikal demokrasinin temel tezi olarak, anti otoriter, anti kurumsal, feminist, ekolojik vb. gruplardan ve LGBTİ-etnik-dini azınlıklardan oluşan ve sınıf mücadelesinden ayrışmış olarak ele alınmasıdır. Laclau ve Mouffe’nin, “Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Bir Demokrasiye Doğru”[5] isimli kitapları ile birlikte radikal demokrasi kavramı yeni bir politik inşa projesi haline gelmiştir. Bu politik inşa ideoloji ve politikanın özerk olduğu ve hiçbir anlamda sınıf ilişkileri gibi herhangi bir toplumsal temelin ifadesi veya üretimi olmadığı varsayımından hareket eder. Dolayısıyla işçi sınıfı kapitalist toplum içinde, sosyalist stratejide kendisine ayrıcalıklı rol veren herhangi bir özel konum teşkil ediyor olarak görülmez. Ekonomik ilişkilerle politika arasındaki ilişki bütünüyle olasılığa bağlı hale gelir. Toplumsal hareketler sınıftan bağımsız bir şekilde oluşturulabildiği için sosyalizm mücadelesi, içlerinden hiçbirinin temel olarak diğerlerinden daha önemli olamayacağı bir demokratik mücadeleler çokluğu olarak yeniden tanımlanır. Sosyalizm bir kez daha maddi çıkarlar yerine evrensel insan hedefleri vasıtasıyla tanımlanmış olur. Böylece, sosyalizm gündemini tanımlama noktasında aydınlara kilit bir rol verilir.[6] Bahsi geçen kitabın yazarlarına ve radikal demokrasi düşüncesini savunanlara göre, içinde yaşadığımız toplumu kökten değiştirmek için merkezi, uzun vadeli ve toplumda köklü değişikliklere yol açacak hedeflere ihtiyaç yoktur. Yani devrim-iktidar perspektifi gündem dışındadır. Ayrıca kapitalist üretimi ilişkilerinde yaşanan değişimler, hizmet sektörünün genişlemesi ve sanayi işçilerinin sayısının azalması gibi “veriler” ile birlikte işçi sınıfının “öncü” rolü ortadan kalkmış, feministler, çevreciler, öğrenciler, eşcinseller gibi yeni toplumsal hareketler “merkezi” duruma gelmiştir. Bu “ezilmişlikler” ise “sınıfsal” çelişkilerle değil toplum içindeki konjonktürel konumları ile ele alınmaktadır. Yine bu anlayışa göre, “radikal demokrasi” özetle bireyin insani kapasitelerini gerçekleştirme özgürlüğünü savunan ahlaki bir ilke olarak liberalizmin günümüzde her zamankinden daha geçerli olduğunu
36
iddia etmektedir.[7] Bu noktada özellikle bu bakış açısı “emekçi ağırlığı” göz ardı edip yerine “yeni orta sınıf”ı koyuyor. “Yeni orta sınıftan kasıt olarak ise şirket yöneticileri, serbest meslek sahipleri, devlet memurlar. En geniş ifade ile üniversite mezunları. Eski, devlet himayesinde gelişmiş orta sınıftan farklılıkları ise özellikle global kültüre yakın, kendi alanlarını korumaya düşkün, hiyerarşiye karşı oluşlarında. Bu “yeni orta sınıf” ayrıca sol eğilimli değil.”[8] Buradaki orta sınıf tartışmaları ise özellikle Gezi’nin yıldönümünde haylice tartışıldı. Kısaca şunu söylemek mümkündür. Bütün bu bakış açısının kendisi proleterleşme sürecini göz ardı etmektedir. Geniş ifade ile üniversite mezunları dediği kesimin neoliberal ve piyasacı bir eğitim sisteminde akademik eğitim almaktan uzak ve statü olarak Weberci bakış açısı ile yüksek olsa bile, ekonomik olarak en iyimser ifadeyle yoksulluk sınırında olması bu yeni orta sınıfın yeni bir proleterleşme dalgasının ürünü olduğunu ve işçi sınıfının bileşeni olduğunu ortaya koymaktadır. Elbette ki işçi sınıfı içerisinde mülkiyet noktasında farklılıklar vardır. Hizmet iş kolunda çalışan bir memur ile merdiven altı bir işletmede çalışan bir işçi arasında fark vardır. Ancak bu sınıfsal ayrımları getirmez. Bilakis sınıfın derinleştiği ve genişlediğine veri oluşturur. Wallerstein’e göre kapitalizm, artı değeri artırmak için ücretli emekle çalışanların çoğalmasına neden olmakta ve buna bağlı olarak da emek gücünün değerini azaltmak için ücretli emek arasında tabakalaşma yaratmaktadır. Cinsiyetçilik ve ırk üzerinden yapılan ayrımlar, kapitalizmin lehine işleyen farklılaşmış bir ücretli emek ortaya koymaktadır. Yeni toplumsal hareketlerin yükselmesinde teknolojik gelişmeler, üretim yapısında esnek üretime doğru gerçekleşen değişimler ve hizmet sektörünün büyümesi etkili olmuştur. Buradan hareketle yeni toplumsal hareketlerin gelişme süreci, kapitalizmin gerçekleşme seyrinden ve gelişme alanlarından bağımsız bir yol izlememiştir. Kadınların, etnik azınlıkların ya da göçmenlerin ücretli emeğe katılması, yeni toplumsal hareketleri oluşturan unsurlar ile kapitalizm arasında çok güçlü bağlar olduğunu göstermektedir.[9] İşçi sınıfının ve kimliğinin, geç kapitalist toplumlarda bütün ayrışmalarına rağmen varlığını sürdürdüğünü ve işçi sınıfı kimliğinin cinsiyet ve ırktan daha belirleyici bir etken olduğunu savunan bu yaklaşıma göre, işçi sınıfının varlığını sürdürmesine yol açan çelişkiler, aslında yeni toplumsal hareketlerin üyelerini de kapsamaktadır. Bu nedenle, toplumsal
kimliklerin en önemli unsuru sınıfsal pozisyonlarıdır. İşçi sınıfı mücadeleleri, yeni toplumsal hareketlerin hedeflerinin birçoğunu içermektedir.[10] Sonuç Yerine Sonuç olarak, Gezi direnişinin seneyi devriyesinde, bir muhasebe çıkarırken, bütünlük ortaya koymak sürecin geleceği açısından önemlidir. Burada da gerek radikal demokrasi gerekse de orta sınıf tartışmalarını örgüt-siyaset tartışmaları bağlamından koparmadan ele almak önemlidir. Sonuçta Gezi direnişi bir biçimiyle devam ediyor. En saf haliyle “AKP karşıtlığı” olarak okuyabileceğimiz süreç Soma ve bugünlerde de Lice katliamlarısaldırıları ile birlikte “sermayenin partisi AKP’nin karşıtlığına” döndüğünü-dönmesi gerektiğini ifade etmek gerek. Bütün bunları ele alırken toplumu dönüştürecek çelişki “toplumun maddi üretici güçleri” ile “o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileri… ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileri..” arasında olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.[11] Notlar
[1] Hakkı Zapcı, http://anafikir.gen.tr/ yazarlar/48-hakki-zabci/830-yol-ayrimi-iiiangelopoulos-orgutlenme-hakki-zabci.html [2] V.İ. Lenin, Ne Yapmalı?, çev: M.Kabalıgil, Sol Yayınları, 1968, s.49. [3] Can Atalay, Gezi Örgütünü Değil Siyasetini Arıyor!, http://www.toplumsol. org/gezi-orgutunu-degil-siyasetini-ariyorcan-atalay/ [4] Aydın Çubukçu, Gezi’nin Aşılmasına Doğru, http://www.evrensel.net/haber/85973/gezinin-asilmasina-dogru.html#. U5X9Bvl_tbR [5] Ernesto Laclau, Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Bir Demokrasiye Doğru, İletişim Yayınları, 2008. [6] Andrew Gamble, Radikal Demokrasi ve Sınıf Mücadeleleri, Teori ve Politika, Sayı:19-20. [7] Serpil Güvenç, Şu Radikal Demokrasi Dedikleri, Sol, 2013. [8] Çağlar Keyder’den aktaran E.Ahmet Tonak, http://www.toplumsol.org/haziranisyani-vesilesiyle-orta-sinif-e-ahmet-tonak/ [9] I. Wallerstein, The Fantasic Success Of Occupy Wall Street”, http://www. iwallerstein.com/fantastic-success-occupywall-street [10] A. Fulya Şen http://globalmediajournaltr.yeditepe.edu.tr/makaleler/GMJ_4._ sayi_Bahar_2012/pdf/Sen.pdf [11] E. Ahmet Tonak, http://www.toplumsol.org/haziran-isyani-vesilesiyle-ortasinif-e-ahmet-tonak/
AKİF KARA
Sivas ve kötülüğün hiyerarşisi “Gene kaç kez bunca gözüpekliğe, sabıra, çabaya bir ödül olsun diye, iyi köpekler, yoksul köpekler, çamurlu, acılı köpekler için belki de bir yerlerde (kim bilir ki?) özel bir cennet bulunduğunu düşünmüşümdür.” Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı
Kaan Müjdeci’nin ilk uzun metrajlı filmi Sivas, yetişkinlerin kötücül dünyası tarafından örselenmiş, öfkeli bir çocuk (Aslan) ile insan kötücüllüğünün direkt olarak hedefi haline gelmiş bir dövüş köpeğinin (Sivas) hikayesi olarak özetlenebilir. Ancak baştan söylemek gerekir ki, bu klasik bir çocuk-köpek dostluğu hikayesi değil. Mesela filmin bir yerinde Aslan’ın stereoskop ile baktığı –bir çocuk ile köpeğinin arkadaşlığını konu alanLassie fotoğrafları bir imrenme ya da benzerlik ilişkisi koymuyor önümüze. Bir “benlik” olarak kabul edilmiş Lassie ile bir “mal”dan ötesi olamayacak Sivas’ın arasındaki bu ayrım Aslan’ın çocuk hayallerinin dahi aşamayacağı büyüklükte. Film, bir grup çocuğun kız kaçıran ateşlemesi sahnesiyle açılıyor. Aralarında didişen, hangisinin en iyi kız kaçıran ateşleyeceği konusunda tartışan bu çocukların arasında Aslan’ın öfkesi ve grupla uyuşamaması filmin devamı için önemli bir ipucu veriyor seyircilere. Sonradan muhtarın oğlu olduğunu öğrendiğimiz çocuğun, okulda Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler piyesi için prens, Aslan’ın sevdiği Ayşe’nin ise prenses rolüne seçilmesi çocuğun öfkesini daha da arttırıyor. Rolleri sınıfa dağıtan öğretmenin evine giden Aslan’ın, öğretmenin evinden gelen porno film sesleriyle karşılaşması, ona prens olmak istediğini söylemesinin ardından aldığı olumsuz ve ilgisiz cevap, kendi çocuk hayalleriyle yetişkinlerin eril, kirli ve acımasız dünyası arasındaki ayrımı görmesini sağlıyor (Ünsal Oskay pornonun metalaşmış cinsellik olduğunu söyler. Şeyleşmiş, büyüsünü kaybetmiş dünyanın cinselliğidir porno). Aslan, dışarısında kaldığı bu dünya tarafından kabul edilmek için herhangi bir güce (muhtarın oğlu olmak, erkek olmak, öğretmen otoritesi) sahip olmadığının da farkına varıyor. İşte bu süreçte karşısına Sivas çıkıyor. Abisiyle birlikte gittiği köpek dövüşünde, rakibine yenilen ve sahibi tarafından ölüme terk edilen bu Sivas Kangalı’nın yanında saatlerce bekleyen, abisini onu eve götürmek konusunda ikna eden Aslan, “Sivas, üşüdün mü oğlum”, “itimi boğuşturmayacağım” gibi sözler ve köpeğin üzerine kendi montunu örtmesi gibi eylemleriyle köpeğe bir
benlik atfeder gibi gözüküyor. Ancak kısa bir zaman sonra Sivas, Aslan’ın kayıp erk’ini ikame eden bir aktör olarak dövüş alanlarında yeniden yerini alıyor. Girdiği dövüşleri kazanan Sivas, hem bir güç simgesi olarak, hem de para kazandıran bir meta olarak sahibine yetişkinlerin kötücül dünyasında bir prestij sağlıyor. Aslan, yaralarını sardığı Sivas’ın bedeninde kendi eksiklerini gidermek için yeni yaralar açıyor. Film bu yönüyle, taşra ve erkeklik halleriyle açıklanmaya çalışılsa da, Sivas’ın daha genel bir bakış açısını hak ettiğini düşünüyorum. Bu bakış açısını daha felsefi bir yerden, “kötülük” mefhumu üzerinden kurmak çok daha yararlı olacaktır bence. Bu kötücül atmosferin erk’eklikle damgalı olduğuna şüphe yok. Erkekliğin paf takımında, Aslan ve muhtarın oğlunun uğruna mücadele ettiği Ayşe’yi saymaysak, film boyunca sadece üç yerde kadınla karşılaşıyoruz: Öğretmenin evinde bir sevişme sesi olarak, Aslan’ın
annesi bir çift göğüs olarak ve dövüşten köye dönen Toros’un içinde bir kahramanlık anlatısı olarak. Ancak bu kötücül dünyanın içerisinde herkesin bir rolü var. Erkeğin de, kadının da, çocuğun da. Bu hikayenin asıl “kaybedeni” diğer başrol oyuncusu Sivas aslında. Erkekten kadına, kadından çocuğa, çocuktan akranlarına ya da diğer canlılara yönelen şiddetin, yani kötülük hiyerarşisinin en alt basamağında yer alan insan olmayan hayvanlar ailesinin bir üyesi olarak Sivas. Film hakkında yazılan eleştirilerin birçoğunun filmi insan olmayan hayvanlar üzerinden değerlendirmemesi aslında bu kötülük hiyerarşisi dediğimiz şeyin öyle bizden uzak, çok radikal bir şey olmadığını da gösteriyor. Şehirli insanların duyarlılığı ancak çocuğa kadar uzanıyor. Kötülük dediğimiz sıradan bir kötülük. Arendt’in deyişiyle “kötülüğün sıradanlığı”. Nazi döneminde yaşanan Yahudi Soykırımı’nda aktif olarak yer alan Otto Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki duruşma-
37
larını izleyen Arendt, yazdığı yazılarda Eichmann’ın içinde bir şeytan yatmadığını, onun iyi bir Alman, iyi bir vatandaş olmak istediği için kör bir itaat sonucu bu suçları işlediğini söylemiş ve Yahudi toplumu tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştı.[1] Bu açıdan bakıldığında, iyi bir Alman olmak için kendisine verilen bütün emirleri yerine getiren Eichmann’la iki köpeği ölesiye dövüştürüp bundan zevk alan ve para kazanan insanların “it itliğini bilecek” düsturu arasında çok bir fark yok. Bu sıradanlık, Gaziantep’te Berkin’in annesini yuhalayan –kuşkusuz tek tek birey olarak birçok “iyiliği” olaninsanların içerisine dahil olduğu sıradanlık tam tamına (Çok merak ediyorum, acaba oradaki kitlenin başkanlarını alkışlamayı kesmesi için gereken ahlaki sınır ne? “Bize karşı çıkanları işte böyle mezara yollarız” şeklinde konuşsaydı malum şahıs yine alkışlanacak mıydı?). Soma’da işçilerin açık bir şekilde öldürülmesine duyarsız kalan, bunu ahlaki bir sorun olarak görmeyip “büyüyen Türkiye”den pay kapmaya çalışan sıradanlık. Filmin son bölümünde, Toros içerisinde geçen konuşmalar, atmosfer ve ilişki tarzı ister istemez akla bu “Yeni Türkiye”nin moti-
38
vasyonlarını getiriyor. Bahsettiğimiz kötülük hiyerarşisindeki çocukların rolünü de düşündürtüyor film. Daha ortalıkta Sivas yokken, Aslan’ın kazlara tekmeler sallaması, zincirle bağlı köpeklere taş atması çocuğun içerisinde biriken öfkenin nereye yöneldiğini gösteriyor. Ailesinin sahip olduğu atın, işe yaramaz duruma geldiği için doğaya serbest bırakılması görevini –istemeden de olsa- üstlenen Aslan, atı serbest bıraktığı sahnede, atın tavırlarından ve kamera açılarından dolayı beklenen duygusallığı atla kurmuyor, hatta taş atarak hayvanın “ölüme yatmasına” neden oluyor. Çocukların “kötülüğe yatkınlığı” birçok yazarı meşgul eden bir mesele aslında. Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı isimli romanı, çocukken bir linç olayına katılan Mürşit’in vicdan azabıyla daha da artan dünya ağrısını konu alıyor örneğin. Mürşit, kendisini bu olaya katan motivasyonu tam anlamıyla açıklayamıyor, kötülüğün sıradanlığı kendisini burada da hissettiriyor. Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme[2] başlıklı çalışmasının başlarında İngiltere’de iki küçük çocuğun bir bebeği öldürmesinin ardından doğan infialden ve bu cinayeti özellikle
çocukların işlemiş olmasının yarattığı dehşetten söz ediyor. Bu dehşetin sebebi ne? Çocukların doğuştan kötü olması mı, yoksa toplumsal olarak üretilen şiddetin çocuklarda zühur etmesi, toplumun kendi kirliliğini çocukların aynasında görmesi mi? Eagleton, kötülüğün varoluşa içkin bir özellik olduğu savının bütün bu suçları işleyenleri masum kılacağını, çocukları belirleyenin de toplumsal şartlar olacağını iddia ediyor. Film, Aslan’ın bu sıradanlıktan ve hiyerarşiden kopamamasıyla sonuçlanıyor. İtin itliğini, çocuğun çocukluğunu, kadının kadınlığını, erkeğin erkekliğini bildiği bu distopik dünya kendi dünyamız. Taşra filmi diyerek bu dünyayı özgülleştirmenin bir işe yarayacağını sanmıyorum. Sivas’ın yaşadığı cehennemin insanlara cennet olacağını da. [1] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, Metis Yayınları, 2009 [2] Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, İletişim Yayınları, 2011 EMRE TANSU KETEN
kitap Kısas
Sezgin Kaymaz
İletişim Yayınları, 2014, 438 s. “O kadar çirkin ve yassıydı ki, mecbur kalıyor, gözünün ötesiyle bakıyordun soytarıya. Zila’daki ışık aşkını falan görmeye başlıyordun. İnsan aşkını, muhabbet aşkını, temas, meşk, hayat, uyku aşkını falan. Gördüklerini görmeden bakıyordun mecbur, o zaman da Seher’i falan görüyordun; Seher’in rahmindeki İrfan aşkını, kalbindeki Berna aşkını, Berna’daki Veysel aşkını, Veysel’deki Bayram aşkını, Edip’teki Kenan aşkını, Hayri’deki Şengül Abla - Yılgör Abi aşkını, Deccal’daki intikam aşkını, Uğur’daki Deccal aşkını, Gıyas’taki acı, Beyazıt’taki oğlan, Ayvaz’daki para, Sermiyan’daki nedâmet aşkını görüyordun...”
Köpekler İçin Gece Müziği Faruk Duman
Can Yayınları, 2014, 136 s. Vaktin zamanın birinde bir adam tam işte bu yolda yürümeye başlamış. Evi de şurada bir yerdeymiş. Adam yürümüş, yürümüş, ormanda görülecek işleri varmış. Ne işi varmış da bütün günü bu koca ağaçların arasında geçirmiş de havanın karardığının farkına varamamış dersen, onu ben bilemem. Neticede adamın işi varmış; herif akşama kadar çalışmış. Hava iyice zifiri olunca da fenerimi yakayım da evime döneyim, demiş. Dönmüş de. Ama dönünce ne görmüş? Ev başka bir evmiş. Yani, ev aynı evmiş de, anlayacağın, kapıyı tanımadığı biri açmış.
Envai çeşit ürpertinin birbirine karıştığı bir roman.
“Hep denir: ‘Doğayı çok severim!..’ Tanımadan, doğayı uzaktan sevmek olası mı? Doğa ‘kimdir’? Doğa ‘sever’ mi? ‘Öç’ alır mı? ‘Başına buyruk’ mudur? Bir ‘avcı’ kimliğine bürünür mü doğa? Sonra ormanlar, sonra yağmurlar... Ürpererek okudum Köpekler İçin Gece Müziği’ni. Her sözcüğü özenle seçilmiş, dili, anlatımı yalın, duru; gerilimi yüksek; her an gerçekliğe dönüşebilecek bir kara masal!” Selim İleri
Belki Bir Gün Uçarız
Mesleğin incelikleri
İletişim Yayınları, 2014, 148 s.
Çev. Levent Ünsaldı, Şerife Geniş, Baran Öztürk, Gökçe Metin, Hatice Esra Mescioğlu Heretik Yayınları, 2014, 352 s.
Sezgin Kaymaz, Kısas’ta aslında en çok kötülüğü anlatıyor. En kötüsünden kötülüğü… Acımasızlığı, nefreti, intikamı… Kötülük karşısında bilenen bir iyiliği, fedakârlığı - ve işte aşkı… “Sevinç Kuşları”nın ilkinde olduğu gibi, yine Deccal’in varlığıyla, onun hatırıyla…
Aylin Balboa
O ağacın altında uzanmaya devam ettim. Yıldızlar aslında nedir size söyleyeyim: Yıldızlar, acıdan delirmiş insanların gökyüzüne sıktıkları kurşunların açtığı deliklerdir. Bilim adamları sürekli yenilerini keşfettiklerini söylüyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yok. Yukarısı bir gün dümdüz olacak. Şehir içinde dünya turu, kalbin içinde kapı zili, aklın içinde sergüzeştler... Kutu gibi evler, ebesinin örekesine çıkan sokaklar, yeteri kadar ölmüş insanlar. Dünya yalan, hatta adaletin bu mu ulan? Benim abim şampiyon! “Hayat, kitapta durduğu gibi dursaydı be Allahım.” Belki Bir Gün Uçarız, yeknesaklığa celalleniyor, huzursuz, şedit ve enerjik... Yeni bir yazarın ilk kitabı... Aylin Balboa, deşeliyor, haykırıyor, söyleniyor... Şah damarı atıyor tıp tıp, sokak taşıyor yanında.
Howard Becker
Sosyal bilimler alanında yayımlanan yöntem ve araştırma tekniklerine ilişkin alışılageldik eserlerdeki temel sorun çoğunlukla; bir araştırma sırasında karşılaşılması muhtemel olan her şeyi öngördükleri izlenimini uyandırmaları, araştırmayı tekdüze ve birbirini sıkı sıkıya takip eden safhalar şeklinde kurgulamaları, böylece de her tür yöntemsel melezlenmeye karşı kapıyı baştan kapatıyor oluşlarıdır. Amerikan sosyolojisinin en önemli ve üretken figürlerinden Howard S. Becker’in elinizdeki eseri ise; tam tersine, bu türden bir yaratıcılığa çağrıdır ?aynı zamanda çok güçlü bir zanaat savunusudur da. Ancak öyle bir zanaattır ki bu; sahadan, pratikten ve müşterek mesaiden ayrı düşünülemez. Edimi, yaptıkça; mesleği de icra ettikçe öğrenen bir zanaatkârın yetkin kendiliğindenliğini düşündürür elinizdeki kitap. İşin
39
inceliklerini iyi bilen ve paylaşan bir usta olarak karşımıza çıkar burada Becker. Bir araştırma esnasında hangi taşların altına bakılmasının faydalı olabileceğine, hangi patikaların düzlüğe çıkarabileceğine, hangi çıkmazlardan sakınılması gerektiğine; kısacası, bir araştırmanın o kaotik gelişiminde karşılaşılan güçlüklerin üstesinden nasıl gelinebileceğine ve “düzgün” bir iş çıkarılabileceğine ilişkin püf noktalarını, akademik dilin kuruluğundan uzak fakat buram buram tecrübe kokan bir dille sunar bizlere.
Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var McKenzie Wark
Çev. Arda Çiltepe Sel Yayıncılık, 2014, 226 s.
İsyanın şifrelerini ararken anayollardan sapıp arka sokaklarda dolanmanın vakti geldi. Sitüasyonist Enternasyonal tüm dünyada aktivist, sanatçı ve teorisyenleri etkilemeye devam etmesine rağmen ülkemizde henüz pek fazla tartışılmadı. Bu hareketin bıraktığı miras, giderek şiddetlenen kent mücadelesinin, burjuva kültür ve düzeninde çatlaklar yaratma arayışının beslenebileceği önemli kaynaklardan biri. Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var, Sitüasyonizmin zamana ve mekâna sıkışmış, arşive kaldırılmış nadide bir eser değil, dört dörtlük bir yaratıcı teori ve eylem rehberi olduğunu kanıtlıyor. Yazar ‘50’lerin bohem Paris’inden ‘68 Mayıs’ının çalkantılı günlerine kadar Sitüasyonistlerin izlerini iletişim, mimari ve gündelik hayat pratiklerinde sürüyor. Guy Debord’un yanı sıra Constant, Asger Jorn, Michèle Bernstein, Alexander Trocchi ve Jacqueline De Jong gibi isimlerin projeleri, hayalleri, eylemleri bugünü ve burayı kavramak için elli yıl öncesinden ışık tutuyor. “Mızrağı yel değirmenlerine doğrultmak mızrağı kaptırmaktan iyidir.”
Çağdaş Marksizm İçin Eleştirel Kılavuz Jacques Bidet - Stathis Kouvelakis Çev. Şükrü Alpagut Yordam Kitap, 2014, 752 s.
Çağdaş Marksizm İçin Eleştirel Kılavuz, ABD, Avrupa, Asya ve diğer yerlerde Marksist kuramda yaşanan yeni gelişmelerin geniş kapsamlı
40
ve tam bir panoramasını sunmayı amaçlayan, uluslararası ve disiplinler arası bir kitaptır. Alanın en yetkin isimlerinden otuz bilim insanının çalışmalarına dayanan Kılavuz, tüm beşeri ve toplumsal bilimleri kapsamaktadır. Kılavuz, yetkin bir çağdaş Marksizm rehberi olarak, kapsamı ve derinliğiyle yıllarca aşılamayacak bir çalışma ortaya koymaktadır. Kitaba makaleleriyle katkıda bulunanlar: Tony Andréani, Christopher Bertram, Jacques Bidet, Paul Blackledge, Alex Callinicos, Robert Carter, Vivek Chibber, Thomas Coutrot, François Matheron, Frédérick Guillaume Dufour, Gérard Duménil, Dominique Lévy, Fabio Frosini, Isabelle Garo, Jean-Marie Harribey, Rémy Herrera, Michael Husson, Bob Jessop, Jim Kincaid, Stathis Kouvelakis, Neil Lazarus, Rashmi Varma, Jean-Jacques Lecercle, Esther Leslie, Michael Löwy, Roberto Nigro, Gérard Raulet, Jason Smith, Alberto Toscano, André Tosel, Maria Turchetto, Jean-Marie Vincent
Marx Geri Döndü
Der: Vincent Mosco, Christian Fuchs, Funda Başaran Notabene Yayınları, 2014, 440 s.
Bu derleme kitap tripleC’nin, 2012 tarihli Marx Geri Döndü: Günümüz Eleştirel İletişim Çalışmaları Açısından Marksist Kuram ve Araştırmanın Önemi başlıklı özel sayısı temel alınarak hazırlandı. Özel sayının amacı, dosyayı hazırlayan Vincent Mosco ve Christian Fuchs tarafından özellikle de 2008 krizinin sonrasında sosyal bilimlerin tüm alanlarında olduğu kadar popüler medyada da kendisini gösteren Marx’ın geri dönüşünün iletişim araştırmaları alanındaki izlerini sürmek olarak tanımlanmaktadır. Mosco ve Fuchs bu izleri sürerken birkaç tespit üzerinden hareket etmektedirler. Mosco ve Fuchs’a göre iletişim her zaman sınıflı toplumlardaki eşitsizlik yapıları içerisine gömülmüştür ve bu nedenle Marksist medya ve iletişim çalışmalarının varlığı önem arz etmektedir. Ancak geçtiğimiz dönemde neoliberalizmin yükselişi ve dünyayı anlama yolu olarak postmodernizmin varlığı Marksist bilim insanlarına karşı bir tecridin uygulanmasına ve Marksist iletişim kuramının gerilemesine neden olmuştur. Kapitalizmin yeni küresel krizi ise, yeni Marksist zamanların başlangıcına işaret etmektedir. Bu kitapta yer alan makaleler, Marksist kuramın genelde sosyal bilimler, özelde ise iletişim alanında farklı disiplinleri/ yaklaşımları kendi özgün sorunsallarını koruyarak birleştiren bir konuma yerleşebileceğinin ya da tüm tehlikesine rağmen ‘paradigma değişimi’ analojisine başvurarak tanımlanabilecek bir dönüşümün göstergesi olarak kabul edilebilir.
19. Yüzyıl Fransa’sı ve Hugo Hümanizması:
Bir İdam mahkûmunun son günü
“Bütün ulusların, devrimlerin kökünden sökemediği tek ağaç, darağacı ...” Victor Hugo romanları, tartışmasız yazın tarihinin kilometre taşları arasında yer alır. Sefiller ve Notre Dame’ın Kamburu gibi yapıtlarıyla Fransa sınırlarını aşıp dünya çapında rastlaması güç bir başarı yakalayan ve daha çok romanlarıyla tanınan yazara ait birçok piyes ve şiir de mevcuttur. Hugo’nun gençlik yıllarında kaleme aldığı Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, tarihin en hümanist eserlerinden biri olarak kabul edilmesinin yanısıra, birinci tekil kişi ağzıyla yazılan ilk roman olma özelliği ve ilk iç monolog örneğiyle modern edebiyatta önemli bir rol üstlenen öncü bir roman niteliğindedir. 26 yaşındaki genç Hugo, Grève Meydanı’ndan geçerken gerçekleşmekte olan bir infazı görmesi üzerine bu romanı yazmaya karar verir. 19. yüzyıl Fransa’sının toplumsal yapısına ayna tutan yazar, bir gösteriye dönüşen infazları, herkesin bildiği fakat kimsenin yüksek sesle dile getirmeye cesaret edemediği ‘idam’ olgusunu bütün çıplaklığıyla, çarpıcı bir biçimde kaleme alır. Yaşadığı dönemde anlaşılamama korkusuyla belki de kendisine yöneltilecek eleştiri ve tepkileri yoklamayı tercih ettiğinden, siyasi ve toplumsal düşüncelerini yazıya dökmekte tereddüt eden yazar, kitabın ilk basımında önsöz yazmaz ve asıl adını kullanmaz. Anlaşıldığından emin olduktan ve toplumun nabzını tuttuktan sonra ise kitabın ikinci baskısını, bu kitabı yazmaya iten politik sebepleri belirttiği bir önsöz ekleyerek kendi adıyla çıkarır. Yazar, zekice bir manevrayla, önceki baskılarda kitabının maruz kaldığı ahlâki ve siyasi eleştirileri bertaraf etmek maksadıyla, ironik bir cevap niteliğindeki kısa bir komediyi ikinci bir önsöz olarak kitabın üçüncü baskısına dahil eder. Usta yazar, okuyucuyu yargıç konumuna sokmamak için, roman boyunca mahkûmun işlediği suçtan ve nedenlerinden bahsetmez. Suç ve ceza anatomisini çizmek yerine, bir arkeolog dikkatiyle, mahkûmun infaz gününü beklerken, içinde umutsuzluk ve çaresizlikle çarpıştığı iç dünyasını eşeleyerek, giyotinle infazın yarattığı psikolojik travmayı işaret ederken bize bambaşka bir pencere aralar. İdam cezasına çarptırıldığını öğrenen, ölüm gününü, saatini bilen mahkûmun içinde bulunduğu sancılı durumu derinlemesine çözümleyip bir nevi zihin otopsisi yaparak okuyucuyu mahkûmun his dünyasına davet eder. Romanın başında idam cezası alıp altı haftalık ömrünün kaldığını
öğrenen mahkûmun, ömür boyu kürek cezasına çarptırılmaktansa idam cezasını yeğlediğini ve avukatına “Ölmek yüz kere daha iyidir!” diye haykırdığını görürüz. Ancak, infaz günü yaklaştıkça giyotin dehşeti mahkûmun cesaretini kırar. Geride yaşlı bir anne, eş ve küçük bir kız çocuğu bırakacak olması gerçeğiyle yüzleşirken, yaşlı annesinin bu acıya çok fazla dayanamayıp kendisinin ardından ölecek olması fikri onu rahatlatır. Karısının da uzun süre akıl sağlığını koruyamayacağını düşünür. Fakat küçük kızına sıra geldiğinde içini derin bir sızı kaplar. Hugo, bizi adım adım ölüme yaklaşan bir adamın dünyasına tanıklık etmeye çağırır. “Şimdi tutsağım. Bedenim bir zindanda demirlere bağlı; zihnim korkunç, kanlı, karşı konulmaz bir düşüncenin esiri! Tek düşüncem, tek inancım, tek gerçekliğim var: Ölüm cezası! Ne yaparsam yapayım hep orada, kurşundan bir külçeyi andıran, zihnimdeki her şeyi kovalayan, başımı çevirdiğimde ya da gözlerimi kapadığımda beni buz kesmiş elleriyle sarsan bu katlanılmaz düşünce hep yanı başımda, hep karşımda. Zihnimin ondan kaçmak istediği bin bir kılığa girip bana söylenen her söze korkunç bir nakarat gibi karışıyor, benimle birlikte zindanımın iğrenç parmaklıklarına yapışıyor, uyanıkken yakamı bırakmıyor, çırpınışlarla dolu uykumda beni gözleyip rüyalarıma bir bıçak şeklinde giriyor.” Amacı, mahkûma sempati duymamızı sağlamak değil, insanlık dışı olan idam gerçeğine karşı farkındalık yaratmaktır. Yaşadığı dönemde, birlik duygusunun verdiği ateşli sarhoşlukla infazları bir şenlik havasında keyifle izleyen topluma göre; idam üzerine yazmak, idamın kendisinden daha rahatsız edicidir. Hugo’nun üçüncü baskıda yer verdiği önsözde ‘Trajedi Hakkında Bir Komedi’ adlı piyeste, Sıska Beyefendi tiplemesi şöyle der: “Artık ölüm cezasının kaldırılması isteniyor ve bunun için acımasız, ahlâksız, değersiz kitaplar yazılıyor, Bir İdam Mahkumunun Son Günü’ymüş...” İdam cezasına kayıtsız yürekleri kaplayan zırhı sıyırmak isteyen Hugo, infazlar karşısında ağızlarını köpürtüp coşkuyla haykıran seyircilere duyduğu nefreti dile getirir. Giyotinin bir insanı acımasızca yaşayanlar arasından koparıp yeryüzünden kazıyıp attığı hukuki infaz olan kamu cinayeti olgusuna dikkat çeker: “Bu insanlar, acaba ortadan kaldırılmasına karar verdikleri bir insanda bir aklın, yaşama
dört elle sarılmış bir aklın ölüme hazır bir canın olmadığı düşüncesini hiç mi akıllarına getirmiyorlar? Hayır, onlara göre bu yalnızca bir üçgenimsi bıçağın dümdüz aşağı düşmesinden başka bir şey değil!” Yazar, büyük bir devrim yaşamış olan Fransa’da, 19. yüzyılda ölüm cezalarının beklentilerin aksine kaldırılmamış olmasını, yasa koyucuların sürdürdüğü kan yasasını ve toplumun bu canavarca infazlara kayıtsız kalıp alkış tutmasını sert ve alaycı bir dille eleştirir. Yapıtlarını kendinden sonraki dönemlere taşımasında elbette zamanının politik, sosyal sorunlarına değinmesinin yanısıra saf gözlem gücünün ve ahlâkın ötesine geçen derin adalet duygusunun büyük bir payı vardır. Şüphesiz ki Hugo, düşündüklerini; insan haklarının savunulması, bütün ceza mahkemelerinin önünde o ilahi dava reddinin gelecekte bir gün gerçekleşmesi umuduyla, cellatların gerçekleştirdiği kanlı, çağdışı infazların kaldırılması için bir manifesto olarak yazıya dökmüştür. “1830 Ekim’inde Napoléon’un kolonun altına gömülmesinin gündemden düşmesinden birkaç gün sonra bütün meclis ağlamaya, bağırıp çağırmaya başlamıştı. O zaman bütün yasa koyucuların benliğini âdeta ani ve muhteşem bir merhamet kapladı. Herkes konuşuyor, inliyor, ellerini göğe doğru kaldırıyordu. Ölüm cezası, ulu Tanrım! Ne korkunç! Kırmızı cüppesinin içinde saçları ağaran, hayatı boyunca iddianamelerin kanına batırdığı ekmeği yiyen eski bir başsavcı aniden merhametli bir adama dönüşüp tanrıların giyotinden nefret ettiğine tanık olduğunu açıkladı. / Korkunun katlanarak artışı kan yasasını yeniden yürürlüğe koyan adamların cezasıdır. Kendi eserleriyle cezalandırılmalarını dileyelim. Yerinde olur.” NEZAKET ALTINTAŞ
41
Olay İzmir’de geçiyor! Bir rafta karşılaşırsanız, Efe Moral’ın yazdığı Dido “Bir İzmir Romanı”dikkatinizi çekmeyecek gibi değildir. Bir kadın, eli çenesinin altında, omuzlarında bembeyaz bir gömlekle ötelerden gelecek birinin yolunu umut ve endişe karışımıyla bekler gibi duruyor. Belki de bu duygularla birinin gidişini izliyordur. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme... Kapağını kaldırdığınızda, önce soluk mavi dolu iki sayfa sizi karşılar, sadece mavi, bu umuttur belki. Sonra içinizi dolduran umutla sayfaları açarken, simsiyah iki sayfa ve yine simsiyah bir gök altında bir fotoğraf karşılar sizi! Bu bir lekedir belki! Geçmişten bir leke, belki şimdi de yaşamını sürdüren bir leke! Belki sadece nostaljidir... Durup o siyah sayfayı düşündüm orada, sonraki sayfada bir zeytin dalı uzanmış sayfanın kenarından, büyüyor gibi... Demin mavi sayfaların orada bırakttığım umudu yeniden gördüm. Sonra hemen zeytin dalının kıyısında bir çift söz; “Yeni bir ülke bulamayacaksın, bulamayacaksın başka denizler. Daima izleyecek seni şehir. Aynı sokaklarda yürüyecek ve aynı mahallelerde yaşlanacaksın ve aynı evlerde kırlaşacak saçların.” Konstantinos P. Kavafis İşte dedim! Dışından içine yavaş yavaş akarken kitabın, kapağından ve işte dediğim yere varana kadar, bir dünya düşünce ve duygunun uyanmasını sağlayan ama bir belirsizliği de beraberinde getiren o sayfalar boyu kararsızlık/karmaşıklık anları, tam da burada çözülüyor... Çünkü bir büyük ozanın sözleriyle açılış yapan bir kitap/bir yazar size bir şey işaret ediyordur. Durduğu yahut varmak istediği yeri gösteriyordur. Siz o yere bakmaktan/
gitmekten tereddüt etmezsiniz! Olay İzmir’de geçiyor ama Dido bir aşk romanı değil, bir aşk romanı okumak düşüncesiyle sarılıcaksanız kitaba bu iyi bir seçim de olmaz hatta. Yazarı Efe Moral da katıldığı söyleşilerde bir aşk romanı olmadığını söylüyor. Bu bir İzmir tarihi, İzmir’de bir yaşamın, kültürün tarihi... Bir uzun geçmiş zaman hikayesi... Aşk yok değil elbet! Ama yazar bize dev bir aşkı değil, bize bambaşka bir şey anlatmaya çalışıyor! Yüzyıllardır kentin her caddesine, her sokağına, her hanesine, duvarlarına işlemiş bir hayatın, giderek yaklaşan bir tehlikenin altında nasıl bir değişme ve yokoluşa uğradığını anlatıyor. Bu yokoluş sonrasını anlatıyor. Siz olsaydınız ne yapardınız? İçinde yaşadığınız dünya yavaş yavaş değişiyorken, giderek bir fırtınanın yaklaştığını görüyorken, sırf kendinizin değil, bütün bir coğrafyanız ve o coğrafyadaki tüm toplum ve yaşamı bu fırtınanın tehdidi altındayken ne yapardınız? Fırtına sizi ve içinde yaşadığı dünyayı yok ettiğinde ne yaparsınız? İşte kitap an be an o yaklaşan fırtınayı gören, bunu yaşayan insanların hikayesini anlatıyor. Kitap bir tarihi belge değil elbet, ama bir gerçek hayat hikayesi, bir çok belge ve bilgi ışığında zamanın sosyolojisine, kültür ve geçekliğine dayanılarak işlenmiş bir özel kitap. Size edebi teknik ve niteklikleriyle ilgili detaylar vermeyeceğim. Çünkü okurken yaşadığınız duygular, yüzünüzün gerilip kasılan halleri, bir sonraki sayfada olacakları merak etme halleriniz size teknik düşündürmüyor!
Son söz, bir gün kitabın filmi yapılırsa, siz kitabı okuyanlar filmi çok daha önce izlemiş olacaksınız. Çünkü okurken her cümle bir film karesi gibi akıyor gözlerinizin önünden. Bir kırdan bahsediyorsa bir sayfada orada rüzgar gelip saçlarınızı okşuyor, rüzgarı duyumsuyorsunuz... Biri evden ayrılıp başka bir yere gidiyorsa, yol arkadaşıymışçasına, yaşadığı sıkıntılarla sizin de içiniz daralıyor, umutlarıyla gökyüzünüz genişliyor... Demem o ki, Efe Moral, Dido ile çok kimselerin yapmak isteyip de yapamadığı bir şey yapmış, varmak istediği yer burası mıydı bilmiyoruz ama varmak istediği yere vardığı ve ötesine geçeceği inancına vardım ben.
Manga, anime ve Miyazaki Anime artan popülerliği yanında, temas ettiği psikolojik ve sanatsal alanlar açısından da önemli bir kültürel form olarak araştırılmaya değerdir. Ünlü yönetmen Miyazaki Hayao, anime türünün en zengin ve yaratıcı örmneklerini sunmaktadır. Zengin fantezi dünyaları, güçlü dişi kahramanları ile Miyazaki animeleri, içerdiği ulusa özgü tarihsel ve kültürel referansların yanında, evrensel meseleleri ele almaktadır. Filmleri aracılığıyla gerçekleri tasvir etmekle kalmaz, fantazi bir evrende gerçekliği sorunsallaştırarak yeni bir dünya önerir. Genelde anime, özelde ise yönetmen Mi-
42
HAKAN TUNÇ Kayıp Keşif Yolculuk Japon Sineması, Manga ve Anime Aygün Şen Doğu Kitabevi, 2014, 364 s.
yazaki Hayao, tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de son yıllarda sanatsal ve toplumsal kökleri bakımından ilgi konusu olmuştur. Yetmişli yıllardan itibaren devlet televizyonu ve özel televizyon kanalları aracılığıyla anime ile tanışan insanlar hayran kulüpleri ve internet siteleri kurarak, akademik araştırmalar yaparak anime ve onunla bağlantılı türlerle daha yoğun olarak ilgilenmektedir. Animenin aurasına kapılanlara, meraklısına ve özellikle sinema öğrencilerine yönelik yararlı bir kaynak Kayıp Keşif Yolculuk.
İktidar ağlarına karşı isyan ve umut ağları “Tarihin sonu” tezlerinin revaçta olduğu, ideolojilerin artık işlevsizleştiğinin, siyasetin sokaktan salonlara/meclislere taşındığının her gün yeniden ilan edildiği dönemin üzerinden çok zaman geçmeden, dünya boydan boya isyanlarla çalkalanmaya başladı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki ayaklanmaların hangi isimle anılması gerektiği tartışmaları hararetini henüz yitirmemişken, bu kez Avrupa ve ABD’de yüzbinlerce insan meydanları işgal etti. 2008 ekonomik krizinin bu isyanlardaki etkisi artık inkar edilemezken, birçok liberal “Marx haklıydı” demeye başladı. Ortaya çıkış nedenleri diğerlerinden oldukça farklı olsa da, 2013 yılının Haziran’ında Taksim’de başlayıp tüm ülkeye yayılan Gezi Direnişi de yöntem ve “ruh” bakımından bu isyanların devamı olarak nitelendi. İsyanların ortaya çıktığı 2010 yılından bugüne, bu hareketlerin siyasi arkaplan ve potansiyellerinin yanında en çok tartışılan özellikleri, yeni medya ile olan ilişkileriydi. Özellikle web 2.0 ortamının, insanlara ulaşma, eylemleri organize etme ve eylemlere dair ana akım medyanın görmediği haberleri dolaşıma sokma noktalarında aktif olarak kullanıldığı bu hareketler sık sık “Twitter Devrimleri” gibi teknolojik determinist bir bakış açısıyla karşılandı. Bu süreçte azınlıkta kalan bazı kötümser araştırmacılar, sosyal medya ortamlarının kontrol amacıyla kullanılmasının daha elverişli olduğunu dile getirdiler. İnternet ve ağ teorileriyle tanıdığımız Manuel Castells İsyan ve Umut Ağları başlıklı kitabıyla bu tartışmaya dahil oluyor. Yaşananların akademik yorumlamasını yapmak için henüz çok erken bir safhada bulunduğumuzu belirten Castells, kitabının amacını, izlenim ve araştırmaları sonucu elde ettikleriyle bir tartışma başlatmak olarak sunuyor. İktidar ağları Castells, toplumdaki temel iktidar mücadelesinin, insanların zihinlerinde anlam yaratma savaşı olduğunu; bu savaşı kazanan egemenlerin kendi çıkar ve değerleri suretinde toplumsal yapıları inşa ettiğini, bu nedenle iktidar ilişkilerinin aslında toplumu oluşturduğunu savunmaktadır (20). İnsanların zihinlerinde anlam yaratma mücadelesinde, her bireysel zihin karşı karşıya kaldığı iletileri bir noktaya kadar öznel bir şekilde yorumlayarak alımlamaktadır. Ancak mesajın üretiminden, kodlanmasına ve nihayet alımlanmasına kadar geçen bu süreç tamamen iradi olarak işlememekte, iletişim ortamı tarafından koşullandırılmaktadır. Dolayısıyla
bu iletişim ortamının dönüşümü, iktidar ilişkilerini de etkilemektedir (21). Günümüzde iktidar, dönüşen iletişim ortamı sayesinde ağlar etrafında örgütlenmektedir. Küresel finans ağları, siyasi ağlar, medya ağları, kültürel üretim ağları, askeri/güvenlik ağı, küresel suç ağı, bilim/teknoloji ağı gibi çeşitli örgütlenmeler, kimi zaman işbirliği, kimi zaman ise rekabet içine girerek işlevlerini devam ettirirler. Hepsinin ortak bir amacı vardır: “Toplumun kuralları ve normlarını esasen kendi çıkarları ve değerlerine cevap veren bir siyasi sistem üzerinden tanımlama yetisini denetlemek. Castells’e göre, her iktidar karşı-iktidarın varlığını koşullar. Eski tür hiyerarşik, tepeden aşağıya örgütlenen iktidar kurumlarının karşısında varolan hiyerarşik örgütlenmeler (isyan orduları veya devrimci partiler), bugün yerlerini tıpkı iktidar gibi, ağlar etrafında örgütlenen, yatay ve merkezi olmayan örgütsel yapılara bırakmıştır (Castells, 2006:26). Ağ toplumunda siyaset medya siyasetidir. Siyaset sadece seçim dönemlerinde medyaya önem vermez, medya her zaman siyasi mücadelelerin zeminidir, algıların yönetilmeye çalışıldığı bir kamusal alandır (Castells, 2006:94). Ağlar etrafında örgütlenen ve meşruiyetini bunlar aracılığıyla sağlayan iktidar sahipliği yapısının yanı sıra, ağ toplumunda, geçmişin uluslararası güç dengesizliği, ekonomik ve siyasi olarak güçsüz ülkeler aleyhine devam etmektedir. Bir yapının esnek olması ve merkezsiz bir yapıya sahip olması, onun her katılımcı için eşit bir kullanıma ve söz hakkına sahip olduğu anlamına gelmemekte, ağ
üzerindeki düğüm noktaları bu eşitsizliği devam ettirmektedir (2006:29). Castells, kitabın konusu olan isyan dalgasını, işte bu iktidar ağlarının tahakkümüne küresel bir karşı çıkış olarak değerlendirmektedir. İsyan ağları Her şey 17 Aralık 2010 tarihinde Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin, kendisine yönelik zabıta baskısını protesto etmek amacıyla belediyenin önünde kendisini yakmasıyla başladı. Bu eylemin şehir çapında duyulmasıyla beraber düzenlenen eylemler, Youtube ve Facebook aracılığıyla internette dolaşıma sokuldu. Kısa sürede bütün ülkeyi kaplayan eylemler büyük bi isyana dönüşürken devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Sosyal medya araçlarıyla yaygınlaştırılan ve organize edilen bu isyanın başladığı tarihte Tunus’ta halkın yüzde 37’sinin internete erişim olanağı bulunmaktaydı. Bütün dünya Tunus ile ilgili haberleri Twitter üzerinden takip ediyor, çeşitli sosyal medya ortamlarında Tunus ile dayanışma grupları kurulmaktaydı. Tunus, geçmiş İran deneyimini de hesaba katarak, ilk başarılı ve özgün “sosyal medya devrimi” olarak anılmaya başlandığı sıralarda isyan dalgası yakın ve uzak birçok ülkede patlamaya hazırlanıyordu.1
1 Tunus Devrimi’nde yeni medyanın diğer bir
izi de Wikileaks’tir. Wikileaks’in yayınladığı belgeler arasında Tunus Başkanı Bin Ali’nin eşinin mensubu olduğu aşiretin kirli ilişkileri, yolsuzlukları ve lüks yaşamları da yer almış. Bu bilgilerin halkta yarattığı öfke eylemler sırasında sloganlara ve dövizlerdeki yazılara da yansımış-
43
Tunus’u izleyen ilk ülke İzlanda oldu. 2007 yılında ortalama gelir bakımından dünyanın beşinci ekonomisi konumunda olan İzlanda, türev piyasalara dayalı ekonomisi nedeniyle 2008 ekonomik krizinden en fazla etkilenen ülkelerden birisi oldu. Ülkenin en büyük üç bankası krize girdiklerini ve ödemelerini yapamayacaklarını açıklarken, ikisi devlet tarafından kamulaştırılarak kurtarılmaya çalışıldı. Yaşananlar karşısında öfkelenen halk, 2009’da gerçekleşen seçimlerde 1927’den bugüne ülkeyi yönetmekte olan muhafazakâr iki partiyi de hezimete uğratarak, hükümeti Sosyal Demokratların ve Yeşillerin koalisyonuna bıraktı. Castells, İzlanda’da büyük sokak gösterileriyle başlayıp, sandıkta devrim niteliğinde bir değişiklikle süren bu hareketin ortaya çıkmasında ve örgütlenmesinde sosyal medyanın büyük bir payı olduğunu, İzlanda nüfusunun yüzde 94’ünün internet olanağına sahip olmasının da bu savı desteklediğini ileri sürmektedir (44). Yeni hükümetin, yeni anayasa hazırlayacak bir komisyonun belirlenmesi için seçim yapması, bu seçimler sonucunda oluşturulan Anayasa Meclis Komisyonu’nun ise anayasa hazırlık sürecinde Twitter ve Facebook kanalıyla halkın bu sürece katılımını olanaklı kılması, kendilerine gelen 16 bine yakın önerinin anayasada dengeli bir şekilde temsil edilmesi Castells için siyaset ve yeni medya ilişkisinin olanakları bakımından heyecan verici bir deneyimdir2 (48). Tunus’ta başlayıp, İzlanda’da büyüyen isyan hareketinin bir sonraki durağı, hareketin belki de en kitlesel ve inatçı olacağı ülke Mısır’dır. Mısır, 2005 yılında başlayan ve ilerleyen yıllarda yaygınlaşan eylem ve grevlerle siyasi huzursuzluğun hakim olduğu bir ülke haline gelirken, devlet güçleri de muhaliflere yönelik şiddetini arttıyordu. Bu eylemler sonucunda ortaya çıkan ve bir Facebook örgütlenmesi olarak doğan “6 Haziran Gençlik Hareketi” Hüsnü Mübarek’i iktidardan indirecek isyan hareketinin önemli bir aktörü haline gelecekti. Mısır’daki kitlesel eylemlerin başlamasının en önemli etkenlerinden bir tanesi Tunus’taki isyanken, en önemli tetikleyicisi ise Halid Said isimli bir video-aktivistin, bir dizi bürokrat ve polisin yolsuzluklarını ifşa eden videoları internette dolaşıma sokması nedeniyle, 2010 yılında, bir internet kafede polis tarafından dövülerek öldürülmesidir. Said adına açılan bir Facebook sayfası ve 6 Haziran Hareketi’nden Esma Mahfuz’un Facebook sayfasında halkı Tahrir Meydanı’nda toplanmaya davet eden videosunun yaygın bir şekilde paytır.
2 Bu anayasa bazı gözlemciler tarafından “wikianayasa” olarak tanımlanmıştır.
44
laşılması, yüzbinlerce insanın çadırlarıyla Tahrir Meydanı’nı işgal etmesiyle sonuçlanacak isyanın başlamasında önemli araçlar olmuştur. İnternet üzerinden kendi propagandasını ve eylemini örgütleyen bu harekete karşı devlet bütün internet erişimini engelleyerek, yani fişi çekerek cevap verir. Sokağa çıkanların haberleşmesi ve ülke genelinde yaşanan polis şiddetinin gösterilememesi gibi karşılıkları olan bu engelleme girişimleri, Avrupa ve ABD’deki aktivist ve hackerların desteğiyle çeşitli yazılımlar vasıtasıyla aşılır. Twitter’dan bir grup mühendisin ürettiği bir yazılım sayesinde, belirlenen bir numaraya bırakılan tele-sekreter mesajları anında Twitter ortamında tweet olarak paylaşılır (69). Böylece Mısır örneği, sosyal medyanın toplumsal hareketlere yönelik olanaklarını göstermesinin yanında, internetin baskılara karşı esnekliğinin de test edildiği bir alan olmuştur. 3 Castells’in incelediği son iki ülke İspanya ve ABD’dir. 2008 ekonomik krizinin doğum yeri denilebilecek ABD ile bu krizden en şiddetli şekilde etkilenen ülkelerin başında gelen İspanya’da siyasi dengeleri altüst edecek hareketler ortaya
3 Castells kitabında yeni medyanın ve online
sosyal ağların, tamamen yeni toplumsal ağlar yaratmaktan ziyade, varolan offline sosyal ağların etkileşime geçtiği daha geniş ağlar oluşturduğunu söylemektedir (65). Bu isyanlardan önce, Fransa’daki anti-kapitalist bir komünün üyeleri tarafından yazılan ve özellikle Avrupa’da yankı uyandıran Yaklaşan İsyan’da da iktidar sahipleri tarafından arkadaşlığın sevgiden ibaret, politikadan bağımsız bir duygu durumu olarak gençlere kabul ettirildiği, oysa kurulan her tür yakınlığın doğrunun etrafında bir araya gelme çabasını barındırdığı yazılmıştır (Görünmez Komite, 2012:78). Gezi Direnişi dahil bütün bu isyan deneyimlerinde, arkadaşlık olarak kodlanmış politik sosyal ağlar, yeni medya dolayımıyla etkileşim içerisine girmiş, eylem alanında ise iç içe geçerek daha büyük ve yeni ağlar yaratmıştır.
çıkar. İspanya’da Democracia Real Ya! (Gerçek Demokrasi Şimdi) isimli Facebook grubunun, ABD’de ise bağımsız bir dergi olan Adbusters’ın internetten yaptıkları eylem çağrıları kitlesel bir şekilde yanıt bulur ve Tahrir’in ürettiği bir eylem şekli olan meydan işgalleri bu ülkelerde de çeşitli şehirlere yayılır. İspanya’daki hareket kendisini Fransız yazar Stephene Hessel’in Öfkelenin!4 İsimli kitabına atıfla Öfkeliler (Indignadas), ABD’deki hareket ise “Biz Yüzde 99’uz” başlıklı bir Tumblr sayfasının etkisiyle %99 olarak adlandırmıştır. Democracia Real Ya!’nın “Medyadan nefret etmeyin medya olun” çağrısı, yurttaş gazeteciliğinin yaygın olarak kullanılmasıyla karşılığını bulur. Ülkenin her yanından video ve fotoğraflar eşliğinde haberler paylaşılır. Öfkeliler ve Occupy hareketleri siberuzamı etkili şekilde kullanacak, eylemler bu uzamda planlanıp, alternatif medya kanalları yine bu uzamda hayata geçirilecektir.5 Castells, yeni dönem isyan dalgasının, insanların örgütlendiği ve eylemleri organize ettiği siberuzam ile pratiğe geçtiği, sokaklarında iktidar güçleriyle karşı karşıya geldiği, reel politika ürettiği kent uzamının melezleşmesiyle varlık kazanan, özgür bir kamusal alan olarak nitelenebilecek, özerklik uzamını ortaya çıkardığını savunmaktadır (192). Bu yeni deneyimler her iki uzamda da birçok dönüşüm yaratmış, iktidar sahiplerinin iletişim modellerinin karşısına kendi iletişim kanal ve biçemlerini çıkarmıştır. Örneğin, Occupy Wall Street hareketinin kalbi Zuccotti Park’ta ses cihazı kullanmak yasak olduğu için icat edilen halk mikrofonu6 tartışma kültürünü de değiştirmeye aday bir deneyimdir. Bernard E. Harcourt’a (2013: 83) göre, halk mikrofonu bir ifade biçimi olarak liderliği baltalar, konuşmacının sahne performansıyla oluşabilecek karizma bu yöntem sayesinde dağılır. Konuşmacı birkaç kelime konuşup, söylediklerinin tekrar edilmesini beklemek zorunda olduğundan retorik imkansızlaşır. Dinleyiciler ise bu yöntemle kabul etmedikleri görüşleri dahi dile getirmek zorunda kalırlar. Bu tamamen Occupy felsefesine uygun bir tartışma yöntemidir. Yeni medyanın insanlığa sağladığı ifade olanakları mevcut temsili demokrasi te-
4 Stephene Hessel, Öfkelenin!, Çev. İsmail Yerguz, İstanbul: Cumhuriyet Kitap, 2011
5 “Büyük bir şirket olarak Facebook”un yarat-
tığı güvensizlik, Occupy hareketinin N-1, Ning, Diaspora gibi alternatif ortamlara yönelik çağrı yapmasına neden olmuştur. Bunun yanı sıra, eylemlilik sürecinde dijital aktivistlerin ortaya attığı “Occupy Facebook” projesi ilgiyle karşılanmasına rağmen, sonuçlandırılamamıştır.
6 Halk mikrofonu, konuşmacının söylediklerinin dinleyiciler tarafından toplu bir şekilde tekrarlanmasına verilen isimdir.
amüllerini de sorgulanır bir noktaya getirmiştir. Negri ile Hardt (2012:25) tarafından, iktidar sahipleri ile komuta edilenler arasındaki hiyerarşik ayrımın bekası için kullanılan bir mekanizma olarak tanımlanan temsil, bu isyan dalgasının da gösterdiği gibi, artık demokrasi için bir yeterlilik olarak görülmemekte, temsilin karşısına ifade çıkarılmaktadır. Castells, ister demokratik olsun, isterse diktatörlük, bütün devletlerin kendilerine karşı gelişen bu tip isyan hareketlerine karşı hep aynı silahla, yani şiddet tekeliyle cevap verdiğini vurgulayarak, Arap İsyanları’na karşı geliştirilen oryantalist bakış açısından7 uzak olduğunu göstermektedir. Thomas Friedman tipi Amerikan liberallerinin teknolojik gelişmelerin otoriter rejimlere sahip ülkeleri kaçınılmaz bir şekilde demokratikleştireceği düşüncesinin (Morozov, 2011:94) aksine Castells’in çizdiği tablo tam tersi bir gelişmeyi göstermektedir: yeni medya olanakları sayesinde Batılı ülkelerde radikal hareketler ortaya çıkabilmekte ve bu hareketler ABD gibi ülkelerde “dahi” sert bir devlet şiddetiyle bastırılmaktadır. Sonuç İsyan ve Umut Ağları’nın son bölümünde, milenyumun ilk isyan dalgasına yönelik bazı çıkarımlar yer almaktadır. Bu bölümde Castells, ağlar etrafında örgütlenen bu hareketlerin yeni ve daha geniş ağlar meydana getirdiklerini ve böylece dirençli karşı-iktidar ağları oluşturduklarını söylemekte (191), özerklik uzamını yaratan bu hareketlerin siberuzam dahilinde küresel, kent uzamı çerçevesinde ise yerel hareketler olduğunu savunmakta (192), yine bu hareketlerin zamanın tarihselliğini aşarak kendi zaman biçimlerini yarattığını ileri sürmektedir (193). Bu hareketler viraldir, sanal ve reel anlamda internet ağlarının mantığını izlemektedir ve ortaya çıkışlarından, yükselişlerine ve sönümlenmelerine kadar özdüşünümsel bir şekilde varolmuşlardır (194). İktidar mücadelesinin temelde insanların zihinlerinde anlam yaratma savaşı olduğunu be-
7 Batı menşeli teknolojik yeniliklerin otoriter
ve baskıcı yönetimlerin iktidarda olduğu, halkın da eğitimsizlik nedeniyle buna karşı çıkamadığı ülkelerde kendiliğinden demokratikleştirici bir rol oynayacağını iddia eden görüşleri, Morozov “dijital oryantalizm” olarak adlandırmaktadır (2011:143). İsyan dalgası Avrupa ve ABD’ye sıçrayana kadar Batılı gözlemcilerin yorumları, bu isyanlarda halkın öznel koşullarından çok Batı tarafından üretilen teknolojilerin etkili olduğu yönündeydi.
lirten Castells, kitapta paylaştığı Occupy hareketinin etkileriyle ilgili bazı araştırma sonuçları ve grafiklerle, hareketin bu iktidar mücadelesinde bir karşı-iktidar odağı olarak başarılı olduğunu söylemek istemektedir. İnternetin tek başına demokrasiyi yaratamayacağını, herhangi bir teknolojinin kendi başına toplumsal nedensellik kaynağı olamayacağını ifade eden Castells, bu uyarılarına rağmen, “anlamsız” (197) olarak nitelediği güncel tartışmalara girmemek kaygısıyla yeni medya ve siberuzamın olumsuz yorumlarına değinmemiş, genel olarak iyimser bir anlatı kurmuştur.8 Ancak, yeni medya üzerine yazılan temkinli metinler ilgiyi hak etmektedir. Örneğin, yeni medyanın epistemolojisi, hızlı veri akışının sebebin sonuçla ilişkisini ortadan kaldırdığı, birbirini takip eden serilerin sonuç oluşturacak bir nedensellik zemininden yoksun olarak, bir yere bağlanmayıp sadece birbirini takip ettiği bir ortamdan üretilmektedir (Lapham’dan aktaran Ruskin, 2012:58). Bu ortamda yoğunlaşma, okuma ve anlamanın yerini, göz atma, tarama ve kısa süreli akılda tutma eylemleri almıştır. Neal Gabler (2011), yeni medyadan alınan enformasyon karşısındaki bireyin halini şaşkınlık ve oyalanma hali olarak açıklamakta ve bu bilgilenme sürecini “antidüşünce” kavramıyla nitelendirmektedir. Öğrenmenin anlık hale geldiği, akılda tutmanın zorlaştığı ve etraflı düşünme eyleminin bir kenara bırakıldığı yeni medya ortamının, bu teknolojileri kontrol ve baskı için kullanmak isteyecek iktidar sahipleri için de elverişli bir araç olarak kullanılabileceği en sık dillendirilen eleş-
8 Castells, Martin Ince’yle birlikte hazırladıkları söyleşi kitabında daha gerçekçi/objektif bir yaklaşım sergilemektedir: “Teknoloji kendi başına toplumların yararına ya da zararına olamaz. Ama toplumlarla ilgisiz de değildir. Öncelikle mevcut ya da potansiyel eğilimleri güçlendirir.” (Castells&Ince, 2006:70)
tirilerden birisidir. Mısır’dan kısa bir süre sonra eylemlerin başladığı Bahreyn’de eylemlere katılanların tespit edilebilmesi için Siemens-Nokia ortaklığı tarafından sağlanan yazılımlar, bu ülkede interneti iktidar için bir adeta şans konumuna getirmiştir.9 Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayıp, Avrupa ve ABD’de devam eden; 2013 yılında Türkiye ve Brezilya’daki büyük eylemlerde etkisini gösteren isyan dalgası, bundan sonraki siyaset yapma pratiği ve sokak eylemlerinin profilini çizmiş gibi görünüyor. Önümüzdeki yıllarda gerçekleşecek tartışmaların ve ortaya konulacak siyasi projelerin hatırı sayılır bir kısmı Castells’in özerklik uzamı olarak adlandırdığı ortamda gerçekleşecektir. Burada siberuzama olduğundan fazla pay verip bir siber ütopyacılığa da, gerçek mekana çok meyledip siber distopyacılığa da yönelmemek yaşananları hakkıyla yorumlayabilmenin anahtarı olacaktır. Kaynaklar
Castells, M. (2013). İsyan ve Umut Ağları, Çev. Ebru Kılıç, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları Castells, M. & Ince, M. (2006). Manuel Castells’le Söyleşiler, Çev. Ebru Kılıç, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları Gabler, N. (2011). The Elusive Big İdea, http://www.nytimes.com/2011/08/14/ opinion/sunday/the-elusive-big-idea. html?pagewanted=all, Erişim Tarihi: 27.12.2013 Görünmez Komite. (2012). Yaklaşan İsyan, Çev. R. Işık Güngör, İstanbul: Sel Yayıncılık Harcourt, B. E. (2013). Siyasi İtaatsizlik, (içinde) İşgal Et – İtaatsizlik Üzerine Üç Tez, Çev. Elif Ersavcı, İstanbul: Kolektif Kitap Hardt, M. & Negri, A. (2012). Duyuru, Çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları Morozov, E. (2011). The Net Delusion – How Not To Liberate The World, London: Penguin Ruskin, H. (2012). İnternet Nesli: Sosyal Ağlar Yükseliyor, Eleştirel Düşünce Düşüyor, (içinde) Hepimiz Globaliz, Hepimiz Yereliz, Ed. Edibe Sözen, Çev. Ferda Çiftçi Gürbüz, İstanbul: Alfa
EMRE TANSU KETEN
9 Torture in Bahrain Becomes Routine With
Help From Nokia Siemens, http://www.bloomberg.com/news/2011-08-22/torture-in-bahrainbecomes-routine-with-help-from-nokia-siemensnetworking.html, Erişim Tarihi: 25.12.2013
45
Sinema-siyaset ilişkisi üzerine Sinema, içinden çıktığı toplumu ilgilendiren siyasal, ekonomik ve ideolojik kuvvetlerin şekil vermiş olduğu meselelerin anlık birer portresi olarak tanımlanabilir. Bu durum iki şekilde gerçekleşebilmektedir. İlki sinema bir topluma kimlik veren birçok farklı davranış, gelenek, hiyerarşi gibi dünyaya ilişkin belirli bir vizyonu yeniden üretmektedir. İkinci olarak dünyayı ve belirli bir toplumu gösterirken sinema izleyicilere belirli bir bakış açısı vermektedir.[1] Bir film içerik olarak bir olaydan, bir anekdottan, bir anlatıdan ya da sansürden geçmiş bilgiden oluşmaktadır. Luc Godard ise sinemanın gerçeği kitlelerden saklamak için icat edildiğini söylemektedir. Sinemanın türü ne olursa olsun insanlara gösterdikleri izleyiciye gerçekmiş gibi görünmektedir. Sinema ilk olarak ortaya çıktığı zaman birçok kişi tarafından bilimsel gelişimin bir aracı olarak görülmüştür. Sinema zaman içinde bir sanat haline gelmesine rağmen bu özelliğini korumayı sürdürmüştür. Sanat haline geldiği zamandan itibaren sinema betimlemelerin ardından öğreti aşılayan filmlerle tarihe müdahil olmaya da başlamıştır.[2] 20. yy. başlarında sinema sahip olduğu kökenlerinden dolayı bilimsel bir araç olarak görülmeye devam ediyordu. O dönemde bir makinenin ürünü kabul edilen filmin bir sanat yapıtı ya da bir tarih belgesi olarak kabul görmesi mümkün olamazdı. Yine de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde haber filmleri ve röportaj filmleri sayesinde sinema yavaşta olsa tarih için bir belge olmaya başlıyordu. Marc Ferro’ya göre sinema tarihçiler açısından istenmeyen bir belgeydi. Ona göre tarihin sinematografik okunuşu tarihçinin geçmişi nasıl okuduğu sorunuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Birçok tarihçiye göre ise sinema istenmeyen değil yeterli bulunmayan bir belge olarak görülmektedir. Tarihle ilgilenen bir sinemanın “gerçekliğin bir temsili olmayıp tam tersine bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla ilişkilerinin hayali bir temsili ideolojiyle bireyin dünyası arasındaki ilişkinin ifadesiyle ilgisi olduğu hatta bazen beklenenden daha çok etki yarattığı bilinir.’’[3] Jean Baudrillard ise bu görüşe karşı çıkmaktadır. Baudrillard tarihin retro bir senaryo olarak kullanılmasını yanılsamadan ibaret görmektedir. Ona göre tarihin sinema aracılığıyla yeniden insanlara sunulması bilinçlenmeyle değil de geçmiş sistemlere duyulan özlemle açıklamaktadır. Sinemanın tarihin tasfiye edilmesinde önemli rol oynadığını savunmaktadır.[4] Bu görüşler ışığında sinemanın ilk çıktığı
46
dönemlerdeki gibi tarihe uzak kalamadığını zamanla tarihin edimcisi haline geldiğini söyleyebiliriz. Baudrillard’ın eleştirisi daha çok sinema ile tarihin gerçeklikten koparılıp insanlar için bir hipergerçeklik* haline getirilmesinedir. Politik sinema kavramı ilk kez Sovyet yönetmen Eisenstein’ın Potemkin Zırhlısı ve Dziga Vertov’un filmlerinde görülmektedir. Politik sinema ister istemez üretildiği ideoloji tarafından belirlenmesi nedeniyle politikanın sinemaya direkt etkisini göstermektedir. Frantz Gevaudan’a göre ise ‘”politik sinema kendiliklerinden siyasal olmaları yetmeyen ve özlerini siyasetin incelenmesinden oluşturan yapıtlar çıkarıyor ortaya. Biz bundan böyle, bireyin karşısındaki en somut görüşleriyle ordu, partiler, sendikalar ya da adalet olarak kavranan iktidarın yapısını incelemekte birleşen bu yapıtlara siyasal film adına vereceğiz”[5] İtalyan yönetmen Bellocchio ise siyasal sinemayı sınıf çatışması temeline oturtmaktadır. Ona göre toplumsal temele oturmayan tüm özel durumları bir kenara iterek çalışmak durumundadır. Sınıfsal çatışmaların sinemaya aktarılmasını siyasal olarak gördüğü için bunu konu edinen filmleri de siyasal sinema kapsamına sokmaktadır. Eisenstein ise her filmin politik olduğunu söylemektedir. Bu söylemi biraz açmamız gerekirse filmi üreten ya da içinde üretildiği toplumun ideolojisi tarafından şekillendirildiğini söyleyebiliriz. Aslında kameranın kaydettikleri egemen ideolojinin formüle edilmemiş dünyasıdır. Film yapımında da objeleri oldukları gibi değil egemen ideoloji tarafından görülen şekliyle göstermek gerekmektedir. Kullanılan nesneler, anlatım biçimleri, öyküleme geleneği egemen ideolojinin altını çizmektedir. Sistem ne olursa olsun ister kapitalist isterse komünist sinemayı kendi ideolojisine bir araç haline getirmektedir.[6] Terry Eagleton ise politik sinema hakkında şöyle demektedir: “Sorgulanan şey metinle bazı ayrılabilen gösterilenler arasındaki ilişki değil, metinsel anlamla ideoloji dediğimiz daha yaygın anlamlar arasındaki ilişkidir. Metin ne ideolojinin bir yan etkisidir ne de tamamen özerk bir unsurdur. Metnin gerçeği bir öz değil bir uygulamadır- ideoloji ile ilişkisinin ve ona dayanarak da tarihle ilişkisinin uy-
gulamasıdır.’’[7] Politik sinemanın en önemli aracı kamuoyu yaratmaktır. İletilmek istenen düşüncenin izleyicilerde bilinç yaratma ve o konu hakkında düşünmeye sevk etme gibi amaçları vardır. Sinemanın sahip olduğu yaygın ulaşım sayesinde film binlerce kişiye ulaşmakta ve bu kişilere konu hakkında istenen bilgileri vermektedir. Siyasal sinemanın bu mesaj kaygısı egemen ideoloji ile ters düşmesi durumunda sansür kurumu devreye girmektedir. Egemen ideoloji ile aynı doğrultuda olan filmlerde ise amaç bu konuya duyarlı insanları harekete geçirmektir. Sadece belgesel formatında değil drama ve kurgunun da ön planda olduğu filmler oluşturulmaktadır. Bunları yaparken politik sinemanın kullandığı temel araçlar, siyasal olaylar, kişilikler, simgeler, kuramlar ve en önemlisi ideolojidir. Tüm bu araçlar kullanılarak seyircinin ön yargılarını ve ilgi alanlarını harekete geçirecek filmler yaparak seyircileri politize hale getirmek ve bu sayede belli bir olaya ya da olaylar zincirine duyarlı hale getirmeye çalışmaktadır.[8] KEMAL SİVASLIOĞLU Notlar [1] Dominique Chansel, Beyaz Perdedeki Avrupa-Tarih Öğretimi ve Sinema, Çev. N. Elhüseyni, İstanbul, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 2003, s.3. [2] Marc Ferro, Sinema ve Tarih, Çev. H.Tufan, İstanbul, Kesit Yayıncılık, 1995 [3] Oğuz Makal, Sinemada Tarihin Görüntüsü, İstanbul, Beykent Üniversitesi Yayınevi, 2010, s.19. [4] Jean Baudrillard, op.cit., s.76. [5] Frantz Gevaudan, Siyasal Sinema Seyircisiyle Karşı Karşıya, Gerçek Sinema, Sayı 2, 1973, s. 22. [6] J.L.Comolli, Sinema, İdeoloji, Eleştiri, Seçil Büker, Gürhan Topçu, Sinema: Tarih/ Kuram/Eleştiri, Ankara, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, 2008, s.99. [7] Terry Eagleton, Criticism And Ideology, London, Verso, 1978, s75. [8] Battal Odabaş, Fransız Siyasal Sineması ve Jean-Luc Godard, Marmara Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Politikleşen Fenerbahçeli kimliği
Aslında Türkiye futboluna “siyasetin bulaşması” bahsedildiği gibi yeni bir şey değil. Tribünlerde kendisini muhalif olarak tanımlayan insanlar her zaman vardı. Avrupa’daki politik taraftar gruplarını imrenerek takip eden bu insanlar 2006 yılında Forzalivorno.org sitesinde bir araya gelerek bir yandan neler yapabilecekleri hakkında tartışırken, diğer yandan taraftarı oldukları takımların tribünlerinde yan yana gelmeye başladılar. Söyleşi, piknik gibi etkinlikler düzenleyen, “Sol Açık” isimli bir fanzin yayımlayan Forzalivorno bir süre sonra işlevini tamamlayıp sahneden çekilirken, birçok takımda oluşan muhalif taraftar grupları yürüyüşlerine devam ettiler. Bunlardan bir tanesi de Fenerbahçe taraftar grubu Vamos Bien. 2007 senesinde bu isimle tribünde yer almaya başlayan, aynı sene stadda İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısını protesto eden bir pankart açan VB, seneler içerisinde “solcu taraftar grubu” kimliğinden çıkarak bir Fenerbahçe taraftar grubu kimliğini kazanırken, “Cefakar Kanaryalar” ve “UNİFEB” gibi diğer etkili gruplarla da iyi bir ilişki yakaladı. Tribünlerinde yavaş yavaş politik figürlerin belirdiği Fenerbahçe ise, ilk olarak “3 Temmuz Süreci” olarak anılan şike davası ile birlikte kendisini politik bir mücadelenin tarafı olarak konumlandırmak zorunda kaldı. AKP ve onun -o zamanki ortağı- Cemaat tarafından saldırıya uğradıklarını düşünen Fenerbahçelilerin biriktir-
diği öfke 2012 yılında Galatasaray’la oynanan şampiyonluk maçında polisin stad içerisinde biber gazı kullanmasıyla patladı. Taraftarlar hükümetin polisine karşı futbol tarihinin unutulmaz direnişlerinden birisini sergiledi. AKP’ye karşı konumlanmaya başlayan Fenerbahçelilik kimliğinin sahneye çıktığı diğer bir olay ise Gezi İsyanı’ydı. Parkı korumak derdindeki insanlara yönelik uygulanan polis terörüne karşı parkı korumaya ilk koşanlardan birisi Fenerbahçe taraftarıydı. “Kimse bizsiz biber gazı yiyemez” diyerek Taksim’e koşan Fenerbahçeliler isyanın sonuna kadar sokaklardan ayrılmadı. İsyanın ardından ise polis tarafından katledilen Ali İsmail Korkmaz için yaptıkları beste Gezi’nin simgelerinden bir tanesi haline geldi (Bir maç sonrası Ali İsmail’in ailesinin stadda taraftarı selamlaması, bütün stadın hep bir ağızdan “Daha 19 Yaşında”yı haykırması unutulmazdır). Uzun lafın kısası Fenerbahçe tribünü bugün ülkenin en politik tribünlerinden bir tanesidir. Bu durumun nasıl oluştuğunu, nereden nereye gelindiğini başta uzunca sözünü ettiğimiz Vamos Bien grubundan Haluk Koşar’a sorduk. On sene öncesine kadar politik slogan ve pankartların duyulmasının/görülmesinin pek mümkün olmadığı Fenerbahçe tribünleri bugün Türkiye’nin en politik tribünü haline gelmiş durumda. Fenerbahçeliliğin politikleşme sürecinden bahsedebilir misiniz?
Gerçekte Fenerbahçe tribünleri en politik tribünlerin başında gelir. Özellikle 90’lı yılların ortasından itibaren Fenerbahçe tribünlerinde yoğun bir politikleşme görürüz. O dönem Fenerbahçe’ye başkan seçilen Güven Sazak ile birlikte tribünlerde bir MHP’lileşme operasyonu yaşanmış ve uzun bir dönem Fenerbahçe tribünleri MHP’lileştirilmeye çalışılmıştı. Daha sonra 2000’lerin başında Mesut Yılmaz’a karşı açılan pankart o yıllarda Türk tribünlerinde kolay kolay rastlanacak cinsten bir olay değildi. Keza Erdoğan’ın ilk seçildiğinde yine Fenerbahçe tribünlerinde açılan pankartlar da halen hafızalardadır. Bunun gibi pek fazla örneğe rastlamak mümkün, fakat 3 Temmuz 2011 sonrası Fenerbahçe tribünlerinin büyük bir bölümü topyekün hükümet karşıtı bir konumda kendini cepheleştirdi ki bu da Türk tribün tarihi için çok önemli bir olaydır. 3 Temmuz operasyonunun yapılış biçimi ve uygulama sahası Fenerbahçe camiası tarafından iddia edildiği gibi bir ‘şike davası’ şeklinde değil, Fenerbahçe’yi ele geçirme operasyonu şeklinde okunmuştur. İktidarın uzun zamandır yürüttüğü ve tonlarca tutarsızlığı içinde barındıran Ergenekon, Balyoz, KCK, Devrimci Karargah gibi dava süreçleri aynen 3 Temmuz sürecinde de işletilmiş ve camianın diğer davalardan açık olan duyargaları hükümet karşıtı refleksleri hemen devreye sokmuştur. Güvenlik güçlerinin 3 Temmuz davaları ve sonrasındaki (Örneğin 12 Mayıs 2012) pek çok olayda Fenerbahçelilere sert yaklaşımı da koca bir camianın cepheleşmesine neden oluşturmuştur. Kısa sürede net bir hükümet karşıtı konuma itilen Fenerbahçeliler her fırsatta tepkilerini dile getirmişler ve en son Gezi olaylarında yığınsal bir katılım göstererek geri dönülmez bir adım atmışlardır. Gezi’de bulunan Fenerbahçeli grupların yanısıra olayların yaşandığı yerlerden birinin Kadıköy olması aynı zamanda bu tepkinin yaşamsal karşılığını da göstermek açısından son
47
derece önemlidir. Gezi şehitlerinin bir kısmının Fenerbahçeliliği ve bu Fenerbahçeliliği yaşayış biçimleri ve Fenerbahçe camiasının bu gençlere sahiplenişi de ateşin bir türlü sönmemesini sağlamıştır. Bu tür şeyleri zorla, zorlamayla yaptıramazsınız. Ancak bir karşılığının olması gerekir ki bu karşılık da Kadıköy yakasında bulunmaktadır. Bugün Fenerbahçe taraftarlığını öncelikli kimliği olarak belirleyen birisinin AKP’li olması mümkün mü? Fenerbahçe gerçekte Türkiye neyse ondan farklı birşey değildir. 3 Temmuz sonrası taraftar yapısında ve düşüncesinde köklü değişiklikler olduğu bir gerçek ama Fenerbahçe’nin bu toprakların kulübü olduğu da kolay kolay yadsınamaz. Bu anlamla geçmişte olduğu gibi bugün de bu topraklarda yaşayan her dilden, ırktan, cinsten, dinden, sınıftan, katmandan, görüşten insanı içinde barındırır Fenerbahçe. Fenerbahçe içinde AKP yanlısı birey ve gruplar da vardır. Bugün bu görüşteki insanlar camianın büyük çoğunluğu tarafından tepkiyle karşılanmaktadırlar ama vardırlar. Bu ortam nasıl olanaklar ve handikaplar barındırıyor?
48
Bu ortam Fenerbahçe camiasından çok Türkiye spor ortamı için çok fazla olanak sunuyor esasında. Politikanın spordan bağımsızlaşmasını konuşturabilmek ve tartışabilmek için büyük bir fırsat bu ortam. Spora politika bulaştıkça saf bir yarışmadan bahsetmek güçleşiyor ve başta ortam olmak üzere sahada emeğini ortaya koyan insanlar boşa kürek çeker hale geliyorlar. 3 Temmuz bu anlamıyla spora politikanın vurduğu ağır darbelerden biridir. Ve bu darbenin etkilerinden kurtulmak ayrımsız tüm politik müdahalelerden sıyrılmak ile mümkün olabilir ki bu ortamda bunun mücadelesi verilmelidir. Handikap olarak ise yine spora bu şekilde siyaset bulaşması son derece tehlikelidir. Türkiye gibi patlamaya hazır kazan gibi bir ülkede tribünlerin ve kulüplerin bu derece siyasileşmesi istenmeyen olayların yaşanmasına neden olabilir ki bu da geçmişte örnekleri yaşanan tribün olaylarına hiç benzemeyebilir. Bunun önünü almak bu işe politika bulaştıranların en baş sorunu olmalıdır. Yugoslavya’da yaşanan iç savaşın kıvılcımlarının bir futbol maçında atıldığını hatırlayacak olursak olayın ne kadar vahim noktalara gidebileceğini de tahayyül edebiliriz diye düşünüyoruz. 3 Temmuz süreci ve Aziz Yıldırım hak-
kında diğer takımların alternatif taraftar gruplarından size yönelen eleştiriler hakkında ne söylemek istersiniz? Bu konuda çok fazla bir eleştiri aldığımız söylenemez. 3 Temmuz süreci bizim için Fenerbahçe’nin kurumsal yapısına vurulmaya çalışılan bir darbeydi. Bu anlamıyla süreci Fenerbahçe Kulübü’nün Başkanlık makamına sahip çıkma adına sahiplendik. Aziz Yıldırım o an başkandı ve bu makamı da o temsil ediyordu. Aziz Yıldırım’ı sevenimiz de vardır, sevmeyenimiz de ama hepimiz Başkanlık makamına sahip çıktık. Bizim için Aziz Yıldırım kutsallığı diye bir şey söz konusu değil. Kaldı ki her zaman bir mesafemiz olması gerektiğini düşünüyoruz ve ona göre davrandık. Bağımsız bir taraftar grubunun bu tür ilişkiler içinde olması çok doğru değil. Kendimizi hep Fenerbahçe’ye göre konumlandırdık. Diğer taraftar grupları içinde bu süreci bizim gibi okuyan da var okumayan da. Bizim gibi okuyan ile bir sıkıntımız yok, okuyamayanlar ise olayı fanatizm gözlüğü ile okumaya çalışıyorlar ama bu pek mümkün değil o yüzden onlara söyleyecek pek bir şeyimiz yok. Söyleşi: ETHEM YENİCE
Murat Sevinç*
“Bir yurttaş olarak sizin, ‘otobüsün metali, kaldırımın taşı, bankamatiğin tuşu’ kaygılarınızdan bıkkınım. ‘Kamu’ denildiğinde, onun ‘canını’ değil de yalnızca ‘malı’nı anlamanıza neden olan şu mülkiyetçiliğiniz midemi bulandırıyor. Sizleri hem aptal hem ahlaksız buluyorum. Çok mu sert oldu? Olmadı; emin olun daha ağırına layıksınız.”