SPOT
haber vs. dergisi sayı: 1 mayıs 2012 fiyatı: 5 TL
Hüsnü Arkan:
“Kaderini elinde tutabileceğin bir dünya mümkün” Cengiz Bozkurt:
“Korkarak ve kendini saklayarak yaşamak bize yakışmayan kavramlardır.” Umur Talu:
“Herkes sesini çıkarabilse gazetecilerin gücü artar.”
Yeni bir toplumsal
mühendislik projesi: 4+4+4 pGüncel bir kara ütopya: Black Mirror pDijital aktivizm mi, aktivizm mi? pGoogle insanı aptal mı yapıyor?
5 4+4+4’e Üniversitelerden Sıfır 29 Yaklaşan İsyan: Öfkelenmek not
Yetmez Harekete Geç
6 4+4+4 mü yoksa 4+(4-4) mü? 30 Google bizi aptallaştırıyor 10 Umur Talu: “Herkes sesinin çı-
karabilirse gazetecilerin gücü artar”
12 Esra Arsan: “Medyada ya sev ya terk et anlayışı hakim”
16 Hayri Kozanoğlu: “AKP Ekonomisinde dikişler patlıyor”
20 Kıbrıs-Kürdistan Kongresi 22 Oslo görüşmeleri neyi ifade ediyor?
24 Suriye’de yaşananlar, yansıtılanlar, gerçekler
26 Özgür Uçkan: Dijital aktivizmi mi, aktivizm mi?
SPOT Yerel Süreli Yayın
yönetim yeri: Perpa Ticaret Merkezi 12. Kat A Blok No: 1770 Okmeydanı / Şişli Tel: 0212 243 28 71
baskı: Kuzenler Matbaa, Mart Plaza, Merkez Mah., Ceylan Sk. No:24 Kağıthane/ İstanbul
mu?
34 Cengiz Bozkurt: “Korkarak
yaşamak ve saklanmak bize yakışmayan kavramlardır”
37 Hüsnü Arkan: “Kaderini elin-
de tutabileceğin bir dünya mümkün”
39 Kamusal sanat ve ksansist 41 Doğan Hızlan: “Edebiyat yeni bir dünya yaratmak için var”
43 Kim makinalaşmak ister? 47 Güncel bir kara-ütopya: Black Mirror
50 Futbol ve polis şiddeti
İmtiyaz Sahibi Özenç Kurt Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Emre Tansu Keten SPOT Ekibi Ayhan Yıldız, Bekir Avcı, Emre Tansu Keten, Ercan Yılmaz, Esra Cesur, Eylem Arslan, Ezgi Güneş,
Özenç Kurt, Uğur Yıldız, Umur Bedir, Taylan Kesanbilici, Zeynep Günay Emeği Geçenler Murat Şaka, Rıza Oylum, Hakan Karakoca, Kutlu Dane, Özdeniz Pektaş spotdergi@gmail.com
SPOT - 1
AKP’nin ustalık dönemi, adına yaraşır şekilde
devam ediyor. Artık alışıldık bir vaka haline gelen operasyonlarla, ev baskınlarıyla her ay birçok Kürt siyasetçisi, öğrenci, gazeteci, akademisyen gözaltına alınıyor. Teknolojik olanaklarla hayatın her alanına hakim olan polis, savcılara pek iş bırakmayarak, neredeyse iddianameleri kendisi yazıyor. Ergenekon, Balyoz ve darbe soruşturmalarında, her türlü muhalefetin aynı torbaya sıkıştırılmak istenmesi nedeniyle, düzenin pisliğine dibine kadar bulaşanlarla, AKP’nin hıncınının hedefi olanların ayrıştırılması zorlaşıyor. Bundan beş-altı sene evvel, gözaltına alınırlarsa iktidarın tepesinde büyük çatışmalar olur, denilen insanların aylardır hapiste tutulması, ne eski iktidar sahiplerini, ne de ona saygıda kusur etmeyenleri rahatsız etmiyor. Büyük bir ideolojik yeniden yapılanma kendisini her alanda gösteriyor. Yeni iktidarı ve onun faaliyetlerini meşrulaştırma işi tabii ki kitle iletişim araçları eliyle yapılıyor. İddianameler hazırlanmadan, sanıklar hakkındaki iddialar manşetlerden veriliyor, mahkeme daha karar açıklamadan ilgili karar televizyonlardan duyuruluyor. Başbakanın mitinglerde yaptığı manipülatif konuşmalar günler öncesinden bu gazete ve televizyonlarda pişiriliyor. Dünya hala Embedded (iliştirilmiş) gazeteciliğin etiğini tartışırken, Türkiye’de ortaya çıkan tetikçi gazetecilik, olması gereken olarak sunuluyor. Mehmet Baransu’nun, derin bağlantılarından gelen belgeleri gazete sayfasına dizmekten ibaret olan “gazeteciliği”, geçer akçe olarak kabul ediliyor. Geçmişin tarafsızlık ve profesyonellikle övünen NTV gibi kanalları, sessiz sedasız akıntıya kapılıp gidiyor. Yazılı ve görsel medyada gün geçtikçe daha fazla tek sesleşme yaşanırken, bu bloğun dışındaki medya organları ise, patronlarının ekonomik çıkarlarının peşinde bir oraya bir buraya sürükleniyor. Kısacası eskiden insanların sadece kafasını bulandıran ana akım medya, şimdi midelerini de bulandırıyor.
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrenci-
si Mikail Boz, Ekşisözlük’e (anonim kimlikle) yazdığı, yeni dekanın önlenemez yükselişi hakkında mesajlar nedeniyle, dekanın başkanlığındaki yönetim kurulu tarafından altı aylık uzaklaştırmayla cezalandırılıyor. Bu da yetmiyor, okulda istemediği asistan ve öğretim görevlileri hakkında soruşturmalar başlatıyor. Kendisini eleştiren öğrencilerin isimlerini, kendisine yakın öğrencilerin Facebook grubunda teşhir ediyor. “Bilim yuvası”nda Kurtlar
Vadisi oyuncuları krallar gibi ağırlanmaya, evrim teorisinin saçmalığını anlatan paneller düzenlenmeye, kutlu doğum haftası için çılgın etkinlikler yapılmaya başlanıyor. Medyada ayyuka çıkan çürüme, iletişim fakültelerine iniyor. Dört yıllık eğitimin ve yıllarca yapılan bedava stajyerliğin ardından iletişim fakültesi öğrencileri derin bir çelişkiyle karşı karşıya bırakılıyor. Tanınmış medya organlarında çalışmak için, binbir torpil araya sokmak ve çeşitli taklalar atmak zorunda bırakılan genç iletişimci, en azından bir işi olması için asgari ücretin yarısına, tüm aşağılamalara göz yumarak senelerini geçiriyor. Çok az şanslı gazetecilik mezunu hariç, bu iletişim mezunları, ürettikleri ürüne başından itibaren yabancılaşıyor. Medya sektörünün ve şirket politikasının çizdiği bantın basit bir işçisi olmanın dışına çıkamıyorlar. Tekelci medya düzeni, entelektüel/fikri emeği öldürerek, medyada sendikasızlığın da önünü açıyor. İşini kaybetme korkusuyla yaşayan gazeteci, bütün haberlerini otosansür süzgecinden geçirmek zorunda kalıyor.
Elinizdeki dergi bütün bu sorunları çözme
iddiasıyla çıkmıyor tabii ki. Bu dergi, Çoğunluğu Marmara İletişim öğrencisi veya mezunu olan bir grup tarafından çıkartılıyor. Amacı ise son sürat akan gündemden (aynı hızla giden haber akışından) veya bu gündemin akışına hiç girememiş olaylardan, önemli, üzerinde durulması ve kısa sürede unutulmaması gereken noktaları alıp elli iki sayfa içinde sunmak. Bunu yaparken medyayı ve gazeteciliği de sürekli tartışmak. “Neden internet sitesi kurmuyorsunuz, bu zamanda dergi mi kaldı” diyenleri anlıyoruz, ancak geldiğimiz noktada, herkesin konuşup kimsenin dinlemediği bir ortam haline gelme riski barındıran internetin biraz eleştirel yaklaşıma ihtiyaç duyduğunu düşünüyoruz. Ayrıca, haber ve metin sunumu açısından, internetin hızlı akışına nazaran derginin derli topluluğunun da değerli olduğunu düşünüyoruz. (Bu sözlerimizden interneti hiç kullanmayacağımız anlaşılmasın, internetin olanaklarını da sonuna kadar kullanacağız.)
S
on olarak, dergiyi besleyen ekibin sürekli genişlemesini umduğumuzu söylemeliyiz. İletişim öğrencisi veya değil, alternatif metinler üretmek niyetindeki herkese sayfalarımız açık. Amacımız bir grup insanın kendi görüşlerini yüz sayı boyunca tekrarlaması değil, isteyenin emeğini sunabildiği alternatif bir platform yaratmak. Dergimizin 1 Mayıs’ta çıkması bir tesadüf değil. Bu dünyada hakkıyla habercilik yapılacaksa bunun yolunun emekçilerin cephesinden bakmaktan geçtiğini biliyoruz. 2012 1 Mayıs’ı dünya işçi sınıfı ve Spot için umarız hayırlı olur!
SPOT
3
haber
Olur böyle vakalar Türk polisi yakalar
Kızıl Hackerların eylem birliği RedHack’in son dönem etkinliklerini arttırması ve son olarak Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün sistemine girip, birçok önemli yazışmaya ulaşması, bunları da internet üzerinden teşhir etmesi üzerine, emniyet güçleri harekete geçti. Geçmişte olduğu gibi, bu tür, sanıklarına ulaşmanın zor olduğu olaylarda 6-7 saat içinde birçok sanığı mahkemeye çıkarma “yeteneğine” sahip bulunan Türk polisi, yine çok geçmeden RedHack “silahlı terör örgütü”nü çökerttiklerini duyurdu (Sitelere siber saldırı yapmanın dışında herhangi bir eylemleri bulunmayan RedHack üyelerinin nasıl bir silahlı terör örgütü kurduklarını anlamak için iddianamenin hazırlanmasını beklemek zorundayız). Polisin operasyon sonrası verdiği bilgilere göre, tutuklanan yedi kişinin evlerinde yapılan aramalarda ele geçirilen en önemli delil Playstation CD’leriydi. Üstelik tutuklananların bir kısmı-
nın evinde bilgisayar dahi yoktu. RedHack’in Twitter hesabından yapılan açıklamada, tutuklananların RedHack üyesi olmadığı, grubun çökertilmediği açıklandı. Operasyonun olduğu tarihten bugüne, İç İşleri Bakanlığı, İl Emniyet Müdürlükleri ve Fettullah Cemaati’nin de aralarında olduğu birçok siteyi çökerten RedHack, her eyleminde “cezaevinden...” başlıklı bir grafik kullandı.
İTÜ’de Katliam Müzesi Mahir Çayan'ın son fotoğrafı Habertürk Tv ve Yaban Tv’nin kurucusu “gazeteci” Ufuk Güldemir’in, bugüne kadar yaban hayvanları üzerinde yaptığı katliamın sergilenmesi için İTÜ tarafından bir müze açılıyor. İTÜ Ayazağa Kampüsü’nün ormanlık alanı içine yapılacak “Ufuk Güldemir Yaban Hayatı Müzesi”nde, Güldemir’in bugüne kadar öldürdüğü içi doldurulmuş hayvanlar sergilenecek. Sadece eğlenmek amacıyla hayvanları katletme etkinliği olan avın üniversite gibi bir kurumda böyle şereflendirilmesi akıllara durgunluk verici. İTÜ Maden Mühendisliği Bölüm Başkanı Orhan Kural, Taraf’a yaptığı açıklamada müze hakkında şunları söylemiş: “Öldürülmüş hayvanları orada sergilemek, avcılığı desteklemek yanlış. Bu tip müzeler katillerin ‘ben bu hayvanları öldürdüm’ diye teşhir ettikleri çağdışı bir davranış biçimidir. Hayvan öldürmenin bir adım ilerisi, insan öldürmektir.” İTÜ akademisyen ve öğrencileri müzenin açılmasına karşı çalışmalara başladı.
4
SPOT
Aylık Kültür ve Aktüalite Dergisi Mostar geçtiğimiz sayısında, Mahir Çayan'ın Kızıldere'de öldürülmesinin hemen ardından çekilen bir fotoğrafını yayınladı. Kısa sürede internette yayılan bu fotoğraf üzerinden birçok haber sitesi, “Mahir Çayan'ın son fotoğrafı” başlıklı haberler ürettiler. Ancak, asıl mesele fotoğraftan çok içerikteydi. Derginin tarih sayfasını hazırlayan Alper Çeker, “Yabancı gizli servisler ve Türkiye uzantıları” başlıklı yazıda, Mahir Çayan'ın İsrail büyükelçisi Ephraim Elrom'u öldürmesinin, yabancı servislerin bir işi olduğunu iddia etti. Bu öldürme kararının, olaydan bir yıl önce Ürdün'de alındığını “tahmin ettiğini” yazan Çeker, bu olayın, halkın ordunun arkasına geçmesini sağladığını da söylüyor. Buna delil olarak da, Çayan’ların Kızıldere’de katledilmelerinin ardından, ABD’li gazetelerin “büyükelçiyi öldüren teröristler ölü ele geçirildi derken”, Türk gazetelerinin Elrom’dan hiç bahsetmemelerini öne sürüyor. Toplam iki paragrafta anlatılan bu büyük iddialar, akıl yürütme dışında hiçbir belgeye dayandırılmıyor. Akıl yürütme bile inandırıcı bir şekilde kurulamıyor. Komplo teorilerinin itibarsızlaştırıcı gücü, Mahir'in son fotoğrafı başlıklı haberin ilgi çekiciliği eşliğinde devrimcileri karalamak için kullanılıyor.
4+4+4’e Üniversitelerden Sıfır not
Hemen her üniversitenin ilgili fakültesinin 4+4+4’e dair endişesi ortak; hepsi de yeni düzenlemenin çocukların gelişimine, bilimselliğe ve çağdaş eğitim anlayışına engel olacağına inanıyor ve hemen hepsi bu fikir etrafında birleşiyor. Zorunlu eğitimi 4+4+4 olarak kademelendirerek 12 yıla çıkartan “222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” adlı düzenlemenin, beraberinde yığınla problem getirdiği ortada. Eğitimde cinsiyetçiliğin üretimi, kız çocuklarına negatif ayrımcılık, çocuk işçiliği, çocukları küçük yaşta mesleki tercihlere itme, çocukların yaşamlarını ve psikolojilerini olumsuz etkileme ve zorunlu eğitim süresini kısaltma gibi sorunlar bunlardan yalnızca birkaçını temsil etmekte. Tüm bu tartışmalar arasında, bazı üniversitelerin Eğitim Fakülteleri ve akademisyenleri 4+4+4’ün zarar ve ziyanına dair açıklamalar yapıyor ve bunları tartışıyorlar. Bu tartışmalarda, özü itibariyle yukarıda sıralanan problemler kapsamlı bir şekilde ele alınarak, üniversitelerin Eğitim Fakültesi Kurulları’nın neden 4+4+4’e karşı oldukları kapsamlı bir şekilde açıklanmaya çalışılıyor. Yeni düzenlemeye karşı çıkanlar arasında ODTÜ, Ankara Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Ege Üniversitesi ve Mersin Üniversitesi’nin Eğitim Fakültesi Kurulları ve bazı akademisyenler yer almakta. Üniversitelerin açıklamasındaki temel amaç ise TBMM tarafından kabul edilen yeni düzenlemeye ‘neden’ ve ‘ne için’ karşı olduklarını anlatabilmek. Açıklamalar doğrultusunda ortaya çıkan sonuç ise şu: Hemen her üniversitenin ilgili fakültesinin 4+4+4’e dair endişesi ortak; hepsi de yeni düzenlemenin, çocukların gelişimine, bilimselliğe ve çağdaş eğitim anlayışına engel olacağına inanıyor ve hemen hepsi bu fikir etrafında birleşiyor. Kısaca, üniversitelerin açıklamaları ise şöyle: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’ne göre yeni düzenleme ile farklı toplumsal grup ve tabakalardan çocukların eğitim hakkı engelleniyor, bu durum da eğitimde eşitlik ilkesini zedeliyor. Üniversitenin bazı endişeleri ise şöyle: “Kanun teklifi, 8 yıllık temel eğitimi fiilen 4 yıla indirerek kız çocuklarının, yoksul çocukların, köy çocuklarının ve engelli çocukların üst öğrenime devam etme olanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Tasarı, çocuk işçiliğini, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini
ve ayrımcılığı, sınıfsal ayrışmayı, köykent kutuplaşmasını teşvik etmekte, çocukların toplumsallaşarak bütünsel ve çok yönlü gelişiminin önünü kapatmaktadır. Zorunlu ilköğretime başlama yaşının 1 yıl erkene alınması ve bunun sonucu olarak okulöncesi eğitimin zorunlu eğitimin dışına çıkarılması çocuğun gelişim ve eğitimine ilişkin bilimsel verilere uygun değildir. Erken mesleki yönlendirme çocukların temel eğitim ile hedeflenen bütünsel gelişimini engelleyicidir.” Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi ise okulöncesi eğitimin önemine dikkati çekerek, neden yeni düzenlemeye karşı olduğunu şöyle açıklıyor: “Okulöncesi eğitimin tüm çağ nüfusuna zorunlu olarak iletilmemesi, okullaşma süreçlerine hazırlık açısından alt sosyo-ekonomik düzeyden gelen çocuklar aleyhine, ona-
rılması güç eşitsizlikler oluşturacaktır.” 4+4+4 modelinin ilk kademesi olan 4 yıllık eğitimin hiçbir işe yaramadığını söyleyen fakülte kurulu, İlköğretim birinci kademeden sonra, öğrencilerin açık öğretim ve evde eğitim gibi olanaklarla öğretim görebilme önerisinin de eşitsizlik ve insan hakları problemlerini doğurmakta olduğuna dikkati çekiyor. Önerideki ikinci 4 yılın mesleki ve teknik yönlendirmeyi içermesinin, bilimsel açıdan kabul edilemeyeceğini belirten fakülte, 10 yaşındaki bir çocuğun ilgi, yeti, bilgi ve becerisinin oturmadığını ve bu yaşta bir çocuktan mesleki tercih yapmasını istemenin sağlıksız bir durum olacağını söylüyor. Ege Üniversitesi Eğitim Fakültesi ise yeni düzenlemenin, dördüncü sınıfın sonunda ilgi ve becerisi henüz oturma-
mış çocuğu yönlendirdiğini, 4+4+4’ün ikinci 4 yılında çocukların çırak vs. olarak yönlendirilebileceğini ve okul öncesi eğitim için harcanan bütçeye rağmen okul öncesi eğitimin es geçildiğini söyleyerek, kanunun yeniden yapılandırılması gerektiğine dikkati çekiyor. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi de 4+4+4 ile beraber çocukların sınav kaygısını daha erken yaşlarda yaşayacağına ve çocukların sağlıklı meslek tercihinin önünün erken yaşta tıkanacağına dikkati çekiyor. Okul öncesi eğitimin önemi üzerinde duran üniversite, “bilimsel temellerden uzak ve çocukların gelişim özelliklerine uygun görünmeyen, fırsat eşitliğine ve kamu yararına aykırı görünen söz konusu yasa teklifinin geri çekilmesi gerektiğini” söylüyor. Üniversite “bunun yerine, eğitimin temel sorunlarının çözülmesi için daha çağdaş, daha demokratik, insan odaklı bir eğitim sisteminin yapılandırılması” gerektiğine vurguyu yapıyor. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Kurulu da yaptığı açıklamayla yeni düzenlemenin eğitbilimsel gerçekliklerle bağdaşmadığını, bu tasarıyla okul öncesi eğitimin zorunlu eğitimin kapsamı dışında tutulduğunu ve 4+4+4 modelindeki mesleki yöneltmenin erken yaşta başlamasının sakıncalı olduğunu belirtiyor. ODTÜ Eğitim Fakültesi ise kapsamlı ve gerekçeli açıklamasında, temel olarak, okul öncesi eğitimin zorunlu eğitim kapsamına alınması ve ilkokula başlama yaşının 6 yaş olması gerekliliğine eğiliyor. İlköğretimin ilk kademesinin en az 5 yıl olmasını öneren fakülte, “ilköğretim dokuz yıl olup 6+3 veya 5+4 şeklinde düzenlenmelidir ve ortaöğretim üst düzey akademik eğitim sağlayan 3 yıllık kurum olarak yeniden organize edilmelidir” diyor. Mesleki eğitimin ise ortaöğretimin ikinci yarısı ya da sonrasında olması gerektiği üzerinde duran fakülte, Ortaöğretim kurumlarının genel liseler, çok amaçlı liseler (mesleki ve teknik eğitimi kapsayan) ve fen liseleri biçiminde üç kategori altında yeniden yapılandırılması” gerektiğine dikkati çekiyor. Son olarak eğitimde niteliğin arttırılması konusunun önemine vurgu yapılıyor. Maltepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden Prof. Dr. Ayla Oktay ise daha çok okul yaşının indirilmesi ile ilgili görüşlerini dile getirerek, “okul öncesi eğitimin zorunlu olması uygulamasının devam ettirilmesini” gerekliliğine dikkati çekiyor.
Bekir Avcı SPOT
5
4+4+4 mü yoksa 4+ (4-4) mü? Birçok tartışmayı ve soru işaretlerini beraberinde getiren 4+4+4 yasa değişikliği hem mecliste hem de meydanlarda büyük bir hareketlilik meydana getirdi. Öğretmenlerin bütün çabalarına rağmen oy çokluğuyla meclisten geçen yasa teklifi ile ilgili bilinmeyenleri Eğitim-Sen İstanbul 1. No’lu Şube Başkanı Barış Uluocak’la konuştuk. 4+4+4 Eğitim sistemini, 28 Şubat sürecinin bir rövanşı olarak mı yoksa eğitim sistemimize yeni bir soluk olarak mı değerlendirmeliyiz? Hükümetin böyle bir hesaplaşma peşinde olduğunu AKP genel siyasi anlayışı içinde düşünülebiliriz. Fakat 4+4+4’ün gündeme getiriliş biçimi, bizim bu diyaloğu anlayış biçimimiz AKP’nin piyasacı içeriğini gözden kaçırmamıza neden oldu. Tabi ki AKP hükümeti iktidara geldiğinden beri 28 Şubat’ta, orduyla yaşamış olduğu hesaplaşmayı bir rövanş olarak gördü ama eğitim sistemine dönük politikasına baktığımızda AKP’nin iki yönü vardır. Birincisi piyasacı yönü ki bu çok açık, çünkü AKP iktidara geldiğinden bu yana velilerin eğitim için cebinden çıkan para günden güne artıyor. Bir veli eğitime 2002’den bugüne kadar 4.5 kat daha fazla para harcamış. Dağıtılan tabletler, kitaplar v.s gözönüne alındığında, eğitimin parasız olduğu söylenmiş olmasına rağmen velilerin cebinden çıkan para günden güne artıyor. İkincisi AKP eğitimi, ticari bir meta olarak görüp bunun
6
SPOT
İmam-Hatip Liselerinden mezun olan öğrencilerin istihdam olanaklarından ne ölçüde yararlanabildikleri tartışma konusu olmaya devam ediyor. Yeni eğitim sistemiyle birlikte üniversiteye girişte katsayıların bütün bölümler için 0.12 olmasıyla birlikte İmam-Hatip Liseleri meslek lisesi olmanın dışına mı çıkıyor? O zaman meslek lisesi anlayışının biraz dışına çıkmış oluyoruz. Madem başından beri mesleğe yönlendirmeyi amaçladılar ki yeni sistemle ikinci 4 yıl, mesleki eğitime yönlendirmeyi amaçlıyor. Görünürde ülkenin meslek lisesi mezunu yani ara eleman ihtiyacı var mı? Meslek lisesi seçimindeki bilinç önemli. AKP, herkes üniversiteye
gitmese de olur diyor, bir yandan da İmam-Hatip Liseleri’nin ülkedeki her alanda çalışmasının önünü açıyor. Burada AKP’nin göstermeye çalıştığı ile işaret ettiği arasında farklı bir plan işlediği ortada. İmam-Hatip Lisesi’ne giden öğrenci sayısı giderek artıyor. En son ÖSYM Başkanı’nın yaptığı açıklamayla İmam-hatip lisesi mezunlarının üniversite sınavındaki başarıları artmış denilerek bu liseler teşvik ediliyor. Böyle bir durumda imam-hatip lisesi mezunlarının meslek liseleri kapsamında değerlendirilmesi ve genel bir meslek lisesi politikasının bir parçasıymış gibi değerlendirmesi aslında “gerçeği görememek”diye düşünüyorum. Çünkü elektrik alanında, torna alanında, ahşap alanında ara eleman ihtiyacı olabilir, teknik eleman ihtiyacı olabilir, meslek liseleri bu açığı kapatıyor olabilir, bu doğru bir yönlendirme olabilir. Ama imam-hatip liselerinin nereye gidecekleri, ne iş yapacakları belli değil. Şu anda imam açığı yok. Zaten birçoğu AKP Hükümeti’nin istihdam politikaları çerçevesinde bürokraside gayet güzel işler edindiler. Eğitim-Sen olarak imamhatip liselerine karşımıyız? İsteyen her
(Fotoğraflar: Emre Tansu Keten)
Söyleşi: Zeynep Günay
üzerinden para kazanmak gibi temel bir amaç güdüyor. Çünkü AKP hükümeti toplumun biraz ılımlı İslamcı, yeni frekanslarla şekillenmiş bir ideolojik amaç doğrultusunda hareket etmesine rağmen neoliberal bir partidir. Bu partinin asıl amacı kamusal hizmetleri satın alınabilir hale getirip üzerinden para kazanmaktır.
Şimdi en basit pedagoji kitabını ya da çocuk psikolojisi kitabını açtığınızda bu çocukların henüz somut işlevler devresinde olduğunu, soyut düşünme kapasitelerinin olmadığını ve geleceklerini yönlendirecekleri meslekler konusunda düşünme, karar verme kabiliyet ve kapasitelerinin de gelişmediğini görebiliriz. anne-baba çocuğunu imam-hatip lisesine yollayabilir. Ama ülkedeki eğitim polikası, istihdam politikaları olarak değerlendirdiğimizde imam-hatip liselerinin hükümetin çok da fazla önümüze sürmüş olduğu gibi meslek lisesi, pedagojiye yöneltme, yönlendirme gibi kavramlarla ötüşmediğini görüyoruz. İmam-hatiplerle ilgili Eğitim-Sen’in yıllardır savunduğu bir şey var, bu dönem belki bunu söylemek gündemi boğabilir fakat, imam-hatipler’in orta kısımlarının açılması bu liselerinin içeriğinin tartışılmasını da beraberinde getiriyor. Son dönem hiç söylenmiyor ama bu okullara kızlar neden gider? Eğitim-Sen geçmişte bu konu ile ilgili açıklamalar yaptı. Birincisi İmam-hatipten mezun olan bir kız öğrenci hangi meslekte iştirak edecek. İkincisi madem meslek liselerine teşvik amaç, meslek kazandırmak gibi bir amacınız var; imam-hatip liselerinden mezun olan erkek öğrencilerin bile istihdam edilecekleri imam ve hatip kadro ihtiyacı yokken kız öğrenciler ne olacak? 4 yıllık eğitim sürecinden sonraki 4 yılda çocuk nasıl bir sürecin içine girecek. Mesleki seçim yapabilecek konuma gelebilecek mi yoksa çocuk sömürüsü, çocuk işçiliği, çocuk gelin sayısında ciddi bir artış mı olacak? Yasanın en önemli maddelerinden birisi bu. Biliyorsunuz ki Torba Kanunu’yla birlikte stajyer öğrencilere verilen ücret düşürülmüştü. Yani hükümet yemeyip, içmeyip Torba Kanunu’nun içine böyle bir madde atarak bu çocukları ucuz işgücü olarak sermayenin kollarına bırakmıştı. Şimdi 4 yılın sonunda çocuklara mesleki yönlendirme yapılması planlanıyor. Şimdi en basit pedagoji kitabını ya da çocuk psikolojisi kitabını açtığınızda bu çocukların henüz somut işlevler devresinde olduğunu, soyut düşünme kapasitelerinin olmadığını ve
geleceklerini yönlendirecekleri meslekler konusunda düşünme, karar verme kabiliyet ve kapasitelerinin de gelişmediğini görebiliriz. Çocuklar 11-12 yaşından sonra soyut düşünebilirler ve meslekler arası bağlantıları görebilirler. Böyle bir şey Birleşmiş Milletler Çocuk Sözleşmesi’ne de aykırı. Çünkü anne -baba çocuğuna ne dini eğitim konusunda ne de mesleki eğitim konusunda bir bilgilendirme yapamaz. Ancak onun yetenekleri doğrultusunda önünü açabilir. Biz burada hem dini eğitim konusunda, hem de mesleki eğitim konusunda çocukların üstünde bir tahakküm kuruyoruz. Burada amaç çocukların küçük yaşta mesleki eğitime yönlendirilemesi değil, çocuk istismarıdır. 4+4+4 yasa değişikliği ile işletmelerdeki stajyer öğrenci sınırlaması kaldırılıyor. Yani 10 kişilik bir işletmede sınırsız sayıda stajer çalıştırabilir. Bunun işletmeye maliyeti çok düşüktür. Böylelikle Türkiye adeta Avrupa’nın Çin’i olacak gibi görülüyor. Ucuz iş gücü yaratmak için çocuklar çalıştırılacak. İşletme patronlarının ara eleman istihdamını karşılamaya yönelik “güzel” bir proje. Yeni sistemle hem dini eğitim konusunda, hem de mesleki eğitim konusunda çocukların üstünde bir tahakküm kuruyoruz. Burada amaç çocukların küçük yaşta mesleki eğitime yönlendirilmesi değil, çocuk istismarıdır. Okula başlayan çocuklarda öğrenme güçlüğü nedeniyle kliniğe gitme vakalarında son dönem ciddi bir artış görülüyor. Çocuklar okula adapte olma konusunda zorluklar yaşamakla birlikte aynı zamanda var olan müfredatın çocukların öğrenme sürecine uygun olmadığı, ezber sistemine dayandırıldığı yıllardır tartışılan konular arasında. Yeni sistemle birlikte ise okula başlama yaşının 6’ya düşmesi yeni bir müfredatı mı beraberinde mi getirecek (ezbere dayalı olmayan) yoksa aynı müfredat içinde mi düzenlemeler yapılacak? Kliniklere gelen çocuk sayısında artış devam edecek mi? Ben rehber öğretmeniyim. İlkokula başlayan çocuklarda kalem tutma, yazı yazma, harfleri birleştirme konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Yaş ilerledikçe yaşlar arasında yılların yaratacağı fark gittikçe düşüyor. Ben 36 yaşındayım, 45 yaşındaki biriyle benim beyinsel kapasitem açısından bir fark olmaz. Üç aşağı beş yukarı aynı düşünebiliriz. Ama gelişim devresinin ilk dönemlerinde nasıl yeni doğan bebek günden güne fark ediyorsa 72 aylık bir çocuk ile 60 aylık bir çocuk arasında da ciddi kapasite farkları olacaktır. O dönemde
1 ay, 2 ay bile bilişsel öğrenme seviyesinde ciddi farklılıklar yaratıyor. 60-70 aylık çocukları alacağız deyip, eğitim sisteminde böyle ciddi bir oynama yapmak, ilkokul birinci sınıfta yaşanan uyum problemlerini daha da artıracaktır. Kaldı ki burada anasınıfı öğretmeninin istihdamı ne olacak. Bunlar ilkokul öğretmeni mi olacak ya da 72 aylık bebeklere eğitim vermek için pedegolojik eğitim almış bir öğretmenin tekrardan müfredat eğitiminden geçmesi gerekecek. Çünkü o yaşlardaki asıl amaç okula uyum problemi. Okul öncesi çocuk gelecek, orada kalem tutmayı öğrenecek, kendi kapasitesini artıracak etkinlikler yapacak ama çok formel, öğrenmeye dönük, kavramaya yönelik değil; daha çok uyumla ilgili çalışmalar yapması gerekecek. Fakat ilkokul birinci sınıf öğretmenleri bu konuda yeterli bilgiye sahip değiller. Tekrardan bir müfredat değişikliğine gerek duyulacak fakat tüm bu değişikliklerin üç ay içinde yapılması planlanıyor. Üstelik okula başlayacak öğrenci sayısında da bir artışa yol açacak. Okulların fiziksel şartları da bu duruma pek müsait değil. Başbakan bu konuyla ilgili açıklamasında “Okulların fiziksel şartları müsait değilse biz de dershaneleri kaldıralım onlar özel okul açsınlar” şeklinde bir proje sundu. Aslında dershanelere aba altından sopa gösteriyor ama eğitim üzerinden para kazanan yine para kazanmaya devam edecek. Aslında ‘Dershaneler özel okul açsın ki, biz de teşvik edelim, özel okullara yönlendirelim. Hem devletin üzerinde eğitime ayrılan kaynak açısından bir hafifleme yaratalım hem de bu sorunu özelleştirme vasıtasıyla çözelim’ derdindeler. Bu durumda anasınıflarının durumu ne olacak? 18. Milli Eğitim Şurası’nda bu 4’lerin başında bir de ‘1’ vardı. Bu ‘1’ okul öncesi eğitime tekabül ediyordu. Fakat okul öncesi eğitimi ülke çapında yaygınlaştırmak, eğitime mümkün olduğunca az kaynak ayırma hedefindeki hükümet için çok da etkili bir yöntem değil. Bu nedenle kanun teklifinden çıkardılar. “4+4+4” yaptılar. Gelen tepkiler üzerine de madem biz ana sınıfı kuramıyoruz bari okula başlama yaşını biraz geri çekelim diyerek böyle kurnazca bir yönteme başvurdular. Kız çocukları okusun diye eğitimi 12 yıl yapıyoruz gibi sloganlar dolaşıyor. Sekiz yıllık eğitimin tartışılacak yönleri var ama istatiksel olarak kız çocuklarının okullaşma oranını arttırdığı kanıtlanmış durumda. İçeriğini tartışabilir-
SPOT
7
siniz ama kız çocuklarının okullaşma oranını birçok yerde yüzde 90-95’lere çıkardığı ortada. Şimdi siz böyle bir sistem getirirseniz, bu oran ortaokulda düşüyor ciddi şekilde düşer. Bu kızlar ortaokula gönderilmez zorunlu olmadığı için. Ya erken yaşta evlendirilirler ya da ucuz iş gücü olarak sermayenin kollarına bırakılırlar. Şimdi siz 8 yıllık eğitimden sonra okula gelmenize gerek yok derseniz, siz bu işi dışarıdan bitirebilirsiniz derseniz kız çocuklarının okula gitmesine engel olursunuz. Hükümetin bu konuda 28 Şubat’ın mirasını gündeme getirip eğitim hakkından bahsetmesi, ama diğer yandan da kız çocuklarının okula gitmesinde böyle gevşeklikler yaratması bir çelişki aslında. Yeni mezun olan öğretmenlerin, atanamayan öğretmenlerin durumu yeni eğitim sistemiyle nasıl şekillenecek? Başbakan geçtiğimiz günlerde öğretmenlerin az çalıştığı ile ilgili olarak çarpıtılmış bir OSD bilgisi verdi. Fakat öğretmenler OSD uygulamasının en az 200 saat üzerinde çalışıyorlar. O verilerde bir başka şey daha söyleniyor: Türkiye’deki öğretmen açığının dünyada ilk üçe girdiği (yarıştığı ülkelerde çok geri kalmış ülkeler). Ama bu ülkelerden bizim farkımız var. Diğer ülkeler eğitimli öğretmen bulamazken, biz sadece öğretmenlerin atamasını yapmıyoruz. Çünkü ataması yapılan her öğretmen hükümetin üstünde bir yük olarak gösteriliyor. Şimdi bunların kesintileri olacak, sağlık harcamaları olacak ve daha fazla maaş alacaklar. Ücretli öğretmenle
8
SPOT
bu işi yapmak daha kolay, çünkü saati 7 liraya bir öğretmeni derse sokabiliyorsunuz. Bunun külfeti hükümete çok fazla değil. Şimdi 300 bin öğretmen atama bekliyor, resmi rakamlara göre 150 bin civarında öğretmen açığımız var. Üstelik bu 50-60 kişilik sınıflara göre hesaplanmış. Müfredatın planladığı 2030 kişilik sınıflara indirirseniz öğretmen açığının bunun kat kat üzerinde olduğunu göreceksiniz. Öğretmen açığı var evet, öğretmen var mı var. Eeee bunları niye atamıyorsunuz, çünkü bunların ekonomik külfeti var. Sadece bu hükümetle ilgili değil. 80’lerde başlayan neoliberal uyum çerçevesinde oluşacak bütçeyle eğitime ayrılan kaynakların azaltılması planlanıyordu. Bu hükümette kendinden önceki hükümetlere göre biraz daha dizginsizce, tek başına iktidar olmanın verdiği güçle eğitimde özelleştirme konusunda ciddi adımlar atılıyor. Şimdi kadrolu öğretmen istihdamı demek hükümetin üstünde artı bir yük demek ki hükümet bunu iki yönden aşmaya çalışıyor. Birincisi ücretli öğretmenler, ikincisi Milli Eğitim Bakanı’nın, öğretmenlerin çalışma saatleri ile ilgili verdiği manipülatif bilgiler üzerinden esnek bir çalışma modeli getirmek, yani “sermayenin tipik tutumu ile daha az işçi ile daha fazla iş yaptırmak” anlayışını eğitime de uygulamak. Hükümetin temel bakışı; daha az öğretmenle, daha uzun mesai ile, daha az para ödeyerek eğitimi idame ettirmek. Mesleki eğitimin yaygınlaşması ile birlikte diplomalı işsiz sayısında azalma öngörülüyor mu?
Meslek liselerinin şu ana kadar yeterli istihdam sağladığı düşünülemez. Meslek liseleri ihmal edilmiş, okulların en başarısız öğrencilerinin gittiği, ailelerin genellikle çocuklarını meslek sahibi olsun diye gönderdikleri okullardır. Okula devam konusunda, meslek edinme konusunda ciddi sıkıntıların yaşandığı okullar. Meslek liselerinde önemli bir dönüşüm yaratmadan, eğitim sistemine bir yenilik getirmeden meslek liselerinin bir işe yarayacağını düşünmüyorum. Bir meslek lisesinin önünden geçtiğinizde o çocuklardan ümit kesilmiş, kendilerinden çok fazla bir şey beklenmeyen, sadece okula gidip bir diploma sahibi olmaları beklenen öğrenciler olduğunu görüyoruz. Hükümetin meslek liselerinin sayısını arttıralım da onlara ek bir istihdam sağlayalım gibi bir politikası olduğunu düşünmüyorum. Kaldı ki Türkiye’de meslek grupları arasındaki ücret farkları çok fazla. Türkiye’nin düzenin gelişiminden kaynaklı bir elektrik mezunu, bir turna mezunu usta ile bir yüksek okul mezunu arasında ciddi gelir farkları olabiliyor. Gelir farklarının bu kadar yoğun olduğu bir ülkede sınıfsal olarak siz meslek lisesine gidin, buradan mezun olun, parası olanlar üniversiteye gitsin, daha iyi meslekler edinsin gibi bir ikilem sunmak; aslında o insanların geleceği ile oynamak gibi geliyor bana. Koç gibi, meslek lisesi memleket meselesi diyen, sermaye grupları bu düzenlemeye nasıl bakıyor? TUSİAD desteklemediğini söyledi. Ama burada TUSİAD’ın ihtiyacı olan ucuz iş gücü, niteliksiz işgücü ya da meslek lisesi mezunu değil; çünkü sermaye bu tür ihtiyaçlarını küreselleşmeden kaynaklı olarak başka yerlerde giderebiliyor. Türkiye’de fabrikaları güneydoğuya kaydırıyorlar. Çünkü orada yaşam şartları daha düşük olduğu için daha ucuza işçi çalıştırabiliyor. Dünyada adamlar fabrikalarını Vieatnam’a, Bangdeleş’e taşıyor. Orada ucuz iş gücü temin edebiliyor. Son dönem yeni sermaye ilişkisine baktığımızda sermayenin asıl işi yetişmiş eleman. O yüzden de üniversite
açıyor. Sabancı o yüzden üniversite açıyor ki daha kaliteli, hizmet sektöründe çalıştırabileceği üniversite mezunlarını yetiştirebilsin. Bunların sirkülasyonu daha zayıf olduğu için ülke içinde bir istihdam açığı var, iş gücü açısındansa öyle bir sıkıntısı yok. İstediği zaman fabrikayı götürür Vietnam’a taşır ya da ucuz iş gücü olan başka bir ülkeye götürebilir. Son dönem özellikle sınav sisteminde ciddi sorunlar meydana geldi. Sınavlar iptal edildi, öğrenciler perişan oldu. Veliler hem okul, hem dershane ücretleri ödemekten yoruldu. Yeni eğitim sisteminin sınav sistemine de getireceği herhangi bir değişimden sözedebilir miyiz? Hükümet en son yaptığı açıklamada: “Dershaneyi kaldıracağız, üniversiteye girişi sınavsız yapacağız” dedi. Bitirme sınavı gibi bir şeydi sanırım akıllarından geçen. Ama üniversite sayısının bu kadar az, üniversite eğitim farklarının bu kadar yüksek olduğu, üniversiteler arası bilimsel şartların, bilimsel donanımın ya da akademik dünyadaki yer açısından bu kadar farklılık olan bir ülkede 1 milyon kişinin üniversiteye başvurduğu fakat 200.000 kişinin yerleştirildiği bir ülkede üniversiteye sınavsız girmekten bahsetmek dalga geçmek olur. Çünkü hükümetin temel eğitim paradigması söylediği şeye aykırı. Çünkü siz yarış atı yetiştirmeye ve sınava odaklı bir eğitim sistemini besliyorsunuz. Eğitimden elinizi, ayağınızı çekmek üzeresiniz. Eğitimi, eğitim alanlarının sırtına yüklüyorsunuz. Onların vereceği paralarla bu işi döndürmeye çalışıyorsunuz. Bir yandan da sistemi körükleyip, 2000 olan dershane sayısının 4000’e çıktığı bir hükümet dönemindeyiz. Geldiklerinde 600 bin tane dershane öğrencisi vardı, şimdi 1 milyon iki yüz bin dershane öğrencisi var. Bunlar birden bire artmıyor. Demek ki bir yaklaşım, bir politik yönelim sonucu bu dershane sayısı artıyor. Şimdi böyle bir yaklaşım varken hükümetin ‘dershaneler kalkacak, sınavsız geçiş gelecek’ söylemleri çok da akla yatkın gelmiyor. Çünkü AKP Hükümeti geldiğinden beri hangi sektörü yarattıysa o sektörde ek bir sınav sistemi de yarattı. Sınav sektörü yaratan hiçbir konuda değişiklik yapmadı. Dershanelere başlama yaşı düşürüldü. Eskiden sınav senesinde dershaneye giderlerdi şimdi 5.,6. sınıftan itibaren dershanelere, etütlere gidiyor çocuklar. Memur olmak için KPSS dershanelerine gidiyorsunuz. Müdür yardımcısı olmak için bile
dershanelere gidiyorsunuz. Ciddi bir sektör, ciddi paralar kazanılıyor. Böyle bir yönelim varken, yeni sınavlarla beslenen bir sistem varken kalkıp sınavsız sistemden bahsetmek, açıkçası çok akla yatkın gelmiyor. Eğitim-Sen olarak nasıl bir eğitim sistemi için mücadele ediyorsunuz? Eğitim-Sen olarak yıllardır ‘nasıl bir eğitim istiyoruz, eğitimin içeriği nasıl olmalı, bilimsel niteliği nasıl olmalı, eğitim bu ırkçı, şovenist kimliğinden, bu muhafazakar, tektipçi kimliğinden nasıl kurtulur’ sorularının tartışıldığı demokratik eğitim kurultayları topluyoruz. Bu demoktarik eğitim kurultaylarında fikirlerimizi açıklıyoruz ve onları yazıyoruz. İlgililere ulaştırmaya çalışıyoruz ama hükümetler kendi ideolojik yönelimleri doğrultusunda çalışmalarımızı çok ciddiye almıyorlar. Son dönemde de 18. Milli Eğitim Şurası’nda hükümet kendine yakın gördüğü sendika ile kafakafaya verip bazı kararlar aldı. O kararlarda öğretmenlerin özlük haklarına yönelik de bir çok şey vardı. Yılda bir ikramiyesi vardı. Eğitim ödeneklerinin, bütün eğitim çalışmalarına verilmesi vardı. Özlük haklarına dönük bazı haklar vardı fakat bunlar tavsiye kararlarıdır, uygulanması zorunlu değildir. Hatta bu kararlar alındığı zaman “öğretmene müjde”, “bir ek maaş” diye başlıklar atılır. Öğretmen arkadaşlar da bu haberleri ciddiye alırlar. Gerçekten hükümetin ek maaş vereceğini zannederler. Tavsiye kararları, hükümetin kendi idelojik kimliğine meşruyet sağlar. Biz 4+4+4’ü kendimiz yapmadık “Şura’da karar aldık; sendikalar geldi” derler. Halbuki orada eğitim sendikalarını, eğitim fakültelerini, bilim adamlarını, akademisyenlerini, bu konuda objektif davranacak olan insanları dikkate almazlar. Kendi ideolojik yönelimleri doğrultusunda karar alırlar; ama bunu ideolojik olarak değil de bilimsel gibiymiş gibi yutturmaya çalışırlar. Biz Eğitim-Sen olarak başından beri sürecin bu şekilde dayatılmasına karşı çıktık. Aynı zamanda okul öncesi eğitimle ilgili bakanımız sürekli Avrupa’dan örnekler veriyor: “Avrupa’da okul öncesi eğitim çok yaygın. Okul öncesi eğitim alan çocukların okul başarısı da çok yüksek.Türkiye’de hem öğrenciler, hem de öğretmenler sınav başarısında Macaristanın bile gerisinde” diye suçlamak çözüm değil. Biz Eğitim-Sen olarak, Çocukları 4 yaşından itibaren , okul öncesi eğitime tabii tutan, bunun ardından 9 yıllık bir temel ilköğretim müfredatından geçirip, ondan sonraki 4 yılda da bu çocukları ilgi ve yeteneklerine göre mes-
leki olarak yönlendiren ya da bir orta öğretime yerleştiren, bilimsel olarak da pedegojik eğitimle birebir örtüşen, çocukların gelişim devrelerine de üç aşağı beş yukarı tekabül eden, ülke şartlarını da gözeten bir sistem önerdik. Tabii ki buna kulak tıkandı. AKP hükümeti bütün siyasi sorunlarda eğitime dair, sağlığa dair bütün kamu politikalarında muhataplarıyla birebir ilişki kurmak yerine tek muhatabın kendisi olduğu fikrinden hareket ediyor. O tek başına iktidarın verdiği güç ve seçimlerden almış olduğu yüzde ellilik oyunda verdiği müktedirlik duygusuyla çok da fazla karşıt görüşleri dinlemiyor. Şura kararlarında olduğu gibi, bazen dinlemiş gibi yapıyor. Sonuçta elde kalan AKP’nin ideojik yanına uygun bir eğitim oluyor. Karar tasarısı açıklandığından itibaren biz görüşlerimizi bildirdik. Öğretmenlerimizi, velilerimizi bu konuda bilgilendirdik. 4+4+4’ün bir sermaye planı, eğitimde neoliberal bir dönüşüm planı olduğunu ve AKP’nin ülkeyi dini referanslarla yeniden şekillendirmesindeki eğitim ayağını oluşturduğunu söyledik. Sonuçta her gelen devlet, kendi ideolojik duruşu doğrultusunda okulları kullanmaya çalışır. “İdeolojik eğitim pedegojiktir” savından yola çıkarak hareket ederiz ama bu durumun gerçeklik payı yoktur. Her ülke kendi ideolojik yönelimi doğrultusunda öğrencilere eğitim vermeye çalışır. AKP’nin yaptığı da bugün budur. Ama bunu pedagojik, bilimsel gerekçeler arkasına saklanarak, sanki bunun bilimsel bir karşılığı varmış gibi yutturmaya çalışıyor. Biz EğitimSen olarak AKP’nin ne yapmak istediğinin çok iyi farkındayız. İdeolojisi ılmlı bir İslamcı bir toplum ama aynı zamanda uluslararası emperyalist güçlerle, kapitalizmle, neoliberal dönüşümle çok fazla derdi olmayan; bunlarla derdi olacak, düşünen kuşakla çok fazla karşılaşmak istemeyen, kapitalizme bir çeşit rıza gösteren, dünyadaki nimetlerin öbür dünyaya referans gösterildiği, güzelliklerin oralarda olduğunu düşünen, azla yetinmeyi bilen ruhani bir hava edinen, eşitsizlikleri görmek konusunda çok fazla kabiliyetleri olmayan bir nesil peşinde. Genel felsefesi “Hem dindar, hem uyumlu bir nesil olalım. ‘ Bizi de çok uğraştırmayın, verdiğimizle yetinin’ diyor.” AKP’nin projesi bu. Çünkü AKP hükümeti geldiğinden beri hem kadrolaşma, hem de eğitimin içeriği açısından gerçekten de bizim tespit ettiğimiz ilkeler doğrultusunda kendi angajmanı, kendi ideolojik yönelimi doğrultusunda bu politikaları yürüttü. Buna karşı da grevde dahil olmak üzere, bir çeşit mücadele hattı izledik.
SPOT
9
UMUR TALU:
Herkes sesini çıkarabilse gazetecilerin gücü artar Söyleşi: Umur Bedir Türkiye’de sansürün tarihsel bir devlet refleksi olduğu malum. Günümüzde de farklı yöntemlerle de olsa bu geleneğin devam ettirildiğini görmekteyiz. Peki bugün gazeteciler genel olarak hangi yöntemlerle baskı altına alınmaktadır? Süreç daha çok sansür mü, yoksa oto-sansür şeklinde mi işliyor? Geçmişte sansür olan bir çok şeyi bugün konuşmak bu gün serbest, öncelikle onu söyleyeyim. Fakat çok ciddi, koyu bir oto sansür var. Oto sansür de sadece oto’yu kullananın kabahati değil, genel bir sansür ikliminden dolayı oto sansür şeklinde tecelli ediyor. O da büyük ölçüde medyanın ya yandaş olarak veya güçsüz olarak iktidar karşısındaki bağımlılığından ya da güçsüz düşmüşlüğünden. Onun dışında da hala çok ciddi kanunlar var, bunların sonuçlarını da
görüyoruz, yani Terörle Mücadele Kanunu (TMK) özellikle. Yazdığınız çizdiğiniz bir çok şeyi, kurduğunuz temasları gazeteci kimliğiyle dahi yapsanız, bunları çok rahat terörle mücadele yasası kapsamına sokabiliyor. Buda aynı zamanda bir tehdit ve sansürdür tabi. Ayrıca tazminat davaları ve cezalar ve bunların çok ciddi boyutlara ulaşması, yani bizzat hükümet yetkililerinin veya diğer kişilerin açtığı ceza davaları. Medyanın tüm bunlar karşısında kendini aşırı mali yüklerle kuşatılmış hissetmesi, gazetecileri yalnız bırakabilmesi, bütün bunların hepsi sansür başlığı altında konuşulabilecek şeyler. Bize okulda medya içeriğini analiz ederken öncelikle, medyadaki aidiyet ilişkilerine göz atmamız gerektiği hep söylenirdi. Günümüzde medya alanındaki yatay ve dikey tekelleşmelerin ve medya kuruluşlarının iktidarla olan ekonomik ilişkilerinin medya içeriğine etkilerini nasıl değerlendirirsiniz? Tabii ki medyada sahiplik ilişkileri, öte yandan medya ve iktidar arasındaki ekonomik ilişkiler ciddi şekilde etkiliyor. Fakat bir de haberi yazanların kendi korkuları, kaygıları, ihtirasları ve bağımlılıkları da var, gazetecinin kendi iç sesinin de sansürleri veya manipülasyonları olabiliyor, dolayısıyla her metni sadece sahibi açıklamaz, bazen o metnin sahibine de bakmak lazım. Bir de hep yazılanlarla anlaşılmaz, yazılmayanlarla veya gösterilmeyenlerle de değerlendirmek lazım. Bu gazetecilerin birçoğu kovulana kadar susarken, kovulduktan sonra kendi gazeteleriyle ve karşı
10 SPOT
karşıya kaldıkları baskılarla ilgili gerçekleri ifşa ediyorlar. Siz bu tutumu samimi buluyor musunuz? Bunlar insanın yapısından kaynaklanan şeyler. Suçlayamam. Bir başkasının başına gelen şeyde duyarsız kalmak, duyarlı olup da tedirgin kalmak, kendi güçsüzlüğünü hissetmek, bunlar iyi şeyler değil ama mümkün şeyler. Ben bunu yapmamayı öğrendim, çünkü utanırım diye düşündüm, onun için birinin başına bir şey geldiğinde yazmaktan kaçınmıyorum. Çünkü bizim de başımıza geldiğinde inanılmaz bir sessizlik vardı, kendi çalıştığımız yerlerde, bu insana acayip koyuyor. Herkes sesini çıkarabilse gazetecilerin gücü artar. Siz Milliyet’te nasıl bir muameleye maruz kaldınız? Orası benim çok değişik kademelerinde çalıştığım, büyüme ve medya grubu olma zamanında başında bulunduğum gazete, doğru ya da yanlış yaptıklarımızla. Oradan da 28 Şubat sürecinde kovulmadık, kovulmamız için çok baskı oldu ama sanki kadermiş gibi 28 Şubat’ın yıldönümünde kovulduk. Bir kısmımız gazetenin iç işlerinden ötürü, bir kısmımız gazetenin patronu ve hükümet aleyhine yazılarımızdan ötürü kovulduk. Tabi çok zaman emek verdiğim bir gazete, insan üzülüyor. Bu gün nasıl görüyorsunuz Milliyet’in durumunu? Üzülüyorum yani, sanki sokak ortasına bırakılmış bir gazete gibi, yani sahibi var şimdi ama binası yok, o binayı ben taşımıştım Milliyet’te. Yoksa içinde hala bir sürü iyi gazeteci var, çok da önemli bir adı ve geçmişi var ama tabi giderek erozyona uğruyor. Tutuklu gazeteciler konusunda hükümet yetkilileri ve yandaş medya ağız birliği etmişçesine aynı savunmayı tekrarlıyor; hiçbir gazeteci, gazetecilik faaliyetlerinden dolayı tutuklu değil, adi ve siyasi suçlardan dolayı tutuklu. Siz bu ifadeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu söylem bu iktidardan önce tutuklu gazetecilere sahip çıkıyormuş gibi görünen basın konseyinin de söylemiydi, yani Oktay Ekşi’nin. Çünkü o zamanki
tutuklu gazetecilerin içinde ana akım medyadan pek kimse yoktu. Genellikle Kürt gazeteciler veya solcu gazeteciler. Tabi onların bir takım bağlantıları falan olmuş olabilir ama ilk sorun gazetecilik faaliyetinin özgür olmasıdır. Ondan sonra o faaliyetin birine bağımlı olarak yapılıp yapılmadığı, bir gazetecilik namusu tartışmasıdır. Fakat özgür olmayan insanların gazeteciliğini tartışamazsınız. Önce onun özgürlüğüdür önemli olan. Geçmişte maalesef ana akım medyanın duayenleri bu dili geliştirmişti, şimdi hükümet de aynı dili kullanıyor, tutuklu gazeteciler konusunda. Tabi niye şunu yazdın diye almıyorlar içeri, terörle mücadele kapsamında alıyorlar, onlardan daha sertini yazan ben, girmiyorum o kanunun kapsamında. Bu işler çok çifte standartlı işliyor zaten. Dolayısıyla bir gazetecilik faaliyetinden dolayı almıyorsunuz cezayı, ama demokrasiye ve hukuk felsefesine uygun bir biçimde de almıyorsunuz. Ayrıca şu da var, Pozantı Cezaevi’nin haberini yapan gazeteci cezaevine alınıyor, Newroz haberini yapanlar bu gün alınmış içeri, dolayısıyla haberle örgüt arasında da bağlantı kuruyorlar, yani gazetecilik faaliyetiyle. Siz bulunduğunuz konumda kendinizi baskı altında hissediyor musunuz? Kovulma ihtimalini göz önünde bulundurarak planlar yaptınız mı? İnsan bir kez damdan düşünce artık, her zaman hazırlıklı olur. Ama beni bu güne kadar rahatsız eden bir şey olmadı, bir yazıma müdahale edilmedi, herhangi bir şey ima edilmedi, konuşulmadı, ne kibarca ne de başka biçimde uyarı gelmedi, dolayısıyla şu anda öyle bir sorunum yok. Fakat her şey her zaman mümkün. Bu demek değil ki bu ülkede insanların başına bu gelmiyor ama şahsi sorduğunuz için bunu söylüyorum. Pek çok gazeteci günümüzde iş güvencesinden yoksun, en son Anadolu Ajansı örneğinde de görüldüğü üzere sendikalaşma haklarından da mahrum bırakılıyorlar. Bu durum basın özgürlüğüne ne ölçüde zarar veriyor ve medya içeriğini ne ölçüde etkiliyor? Medya gruplarının hiç birinde sendika yok, sadece Sabah veya Anadolu Ajansı değil. Zaten iki tane özgürlük meselesi var: biri kanun ve devlet karşısında özgürlük, biri medya içinde özgürlük. Yani birinciyi çokça önemseyenlerin pek çoğu, ikincisi konusunda tek kelime etmez mesela. Aslında özgürlük sorunu orada başlar, gazeteciler kendi çalıştığı yerlerde özgürlüklerinden yoksunsa, kamusal bağlamda da onların sıkıştırılması daha mümkün hale gelir. Her yıl birçok iletişimci ve gazete-
ci adayı okullardan mezun oluyor ve bunların birçoğu, iş imkanlarındaki kısıtlılıklar bir yana, son dönemde gazeteciler üzerindeki baskılardan dolayı bir hayli tedirgin. Bu ülkede dürüst gazetecilik yapmak mümkün mü? Siz bu insanlara ne önerirsiniz? Mümkün. Etik, zaten benim bir daha bir daha tartıştığım bir mesele, çok da sevememeye başladım bu etik lafını, çok cicili bicili bir şey gibi geliyor. Çünkü herkes etik oldu bir anda yani. Gazeteciliği idealize etmenin hiçbir mahsuru yok, çünkü bu ideallerle de yürüyen bir meslek aynı zamanda. On tane konu ortaya koyarsınız, dokuzunu yapamazsınız ama o yaptığınız bir tanesi bile önemli bir konu haline gelir, insanların hayatlarını değiştirir. Dolayısıyla toptan yerin dibine batırılacak veya toptan yüceltilecek bir iş değil bu. Her zaman satır arasında bile yapılabilecek düzgün işler olabilir bu meslekte. Siz sıradan bir okuyucu olsanız, gündemi hangi haber kaynaklarından takip ederdiniz? Gazeteyi severim ben, sevmemem mümkün değil zaten. Şimdi İsim veremem, ama gazetelerin hepsini iyi kötü okumaya çalışırım. Fakat bildiğimiz gazetecilik dünyasının dışında da, herkesi ham da olsa gazeteci yapan geniş bir internet ortamı var, bloglardan Twitter’a kadar, onları izlemeden de bir şeyi izlemiş sayılmıyoruz. Sadece onları izleyerek de olmuyor, onları izlemeyerek artık bu dünyayı tam yaşayamıyorsun, zaten tam yaşamamız mümkün değil de. Fakat şunu söyleyeyim eskiden okuduğum bir sürü insanı artık okumuyorum, öğrenciliğim boyunca yazılarını kesip sakladığım insanları sonradan tanıyınca, kişiliklerini ve nasıl yazdıklarını görünce hemen biriktirdiğim gazete küpürlerini bastım çöpe. Bir çok insanı artık sildim ve okumuyorum, fakat çok şey öğrendiğim isimsiz insanlar da var tabi. Alternatif medya ülkedeki genel totaliter iklimi parçalamada ne derece etkili olabilir? Sadece bu ülkede değil ki bütün ülkelerde totaliter bir iklim var. Bakmayın yani batıda da Sarkozy’lerin, Merkel’lerin, Yunanistan ve İtalya’daki ara rejim hükümetlerinin, Amerika’da rengi siyah olsa da icraatları yine Neo-Bush gibi beyaz olan Obama’nın, İngiltere’de bir sürü polisiye tedbirlerin, anti terör manyaklığının ortasında her tarafta totaliter bir gölge var. İnsanların izlenmesi, sermaye tahakkümünün dışında polisiye tahakküm. Dolayısıyla bunların hepsinin kırılmasında alternatif medyanın,
yani Arap Baharı’nda olduğu gibi, geçmişte savaş karşıtı, küreselleşme karşıtı eylemlerde olduğu gibi müthiş bir etkisi var. Fakat bunun birkaç veçhesi var, herkes bir gazete gibi, ama bir gazetenin etkisine sahip olamıyor bu tekil medyalar, herkes klavye başında militanlaşıyor, ama bu örgütlü bir mücadeleye dönüşemiyor. Yani yeni olanın eskinin duvarlarını kırdığı ve deldiği çok açık ama yerine yeni bir şey koyamıyor henüz. Alternatif akımlar eyleme dönüştürse de hareketlerini, elde edilen bir şey yok, ne yapacağız sorusuna bir karşılık yok. Dolayısıyla sadece anti olarak kalıyor. Kapitalizm artık büyük hikayeleri, büyük idealleri öldürdü, tabi tek başına kapitalizm öldürmedi onları resmi sosyalizm de öldürdü. Fakat insanlığın arayışı bitmez, insan hep farklı bir şey arayacak, değiştirmeyi isteyecek. Kapitalizmin kriziyle birlikte tabi ki başka şeyler gündeme gelecek, bu kriz sürekli hale geldikçe alternatif şeyler denenecek. Ama şunu da unutmamak lazım, bu tür ortamlar her zaman sola açık olduğu kadar faşizan şeylere de gebedir. İnternette alternatif medya arayışları gazetecilikte ne gibi değişimler yaratabilir, türkiyede bu mesleğe kaybettiği itibarı kazandırabilir mi? Şu andaki bütün özgürlük umudu orada. Bir de gazetedeki tek yazıyı alıp siz yargılayabiliyorsunuz, ancak aynı yazıyı internette bir milyon kişi okuduğunda alıntı yaptığında, link attığında bir milyon kişiyi nasıl yargılayacaksınız? Orada devlet ve hükmedenler açısından ciddi bir açmaz var. Onun için hep konvansiyonel medyadan insanlar içeri alınıyor. Tabi ki denetim baskı her yerde var. Şimdi haber kaynakları da tek tipleşti gibi, gazeteler artık yanlızca devlet kurumlarından ve polisten istihbarat alıyor. Bir önceki hükümet döneminde de durum buydu. Bu sadece iktidarın marifeti değil, bu medyanın marifeti büyük ölçüde. Gazetecilerin bunu kabullenmesi teslimiyeti veya bundan hoşlanması. Fakat şimdi tantana eden adamların bir çoğu 28 Şubatta veya Ecevit koalisyonu döneminde devlet organlarının verdiği haberlerle gazetecilik yaptı. Dolayısıyla bunun İslamcısı da oluyor laiki de oluyor. Yani bu durum daha çok medyanın kraldan fazla kralcılığından mı kaynaklanıyor? Yani karaktersizlik bu. Genleriyle oynanmış gazetecilik diyorum ben buna: GOG.
SPOT
11
Esra Arsan:
Medyada Ya Sev Ya Terk Et Anlayışı Hakim
Arsan’la konuştuk.
Söyleşi: Emre Tansu Keten Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Mikail Boz’un, Ekşisözlük’e yazdığı metinler nedeniyle okuldan altı aylık uzaklaştırma cezası alması sonrası iletişim fakülteleri çok konuşuldu. Yönetim baskısının yanında niteliksiz eğitim ve en önemlisi mezuniyet sonrası işsizlik baskısıyla karşı karşıya kalan iletişim fakültesi öğrencilerinin sayısı günden güne artıyor. “Torpille” ya da şans eseri bir medya kurumunda işe girebilen iletişim mezunlarını ise, sektörün “hoş olmayan” çalışma koşulları ve ilişkileri karşılıyor. Özellikle tek parti iktidarı sonrası yeniden şekillenen medyanın habercilik etiği de bu işi yapmak isteyenlerin korkulu rüyası oluyor. İletişim fakültesi öğrencilerinin bu ortak dertlerini Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Esra
12 SPOT
Marmara İletişim öğrencisi Mikail Boz’un, okulun dekanını ekşisözlük’te anonim bir kimlik üzerinden eleştirmesi nedeniyle altı aylık uzaklaştırma cezası alması çok konuşuldu. Bu süreçte yapılan yorumlarda sürekli “en fazla özgür olması gereken fakülte” olarak iletişim fakülteleri gösterildi. İletişim fakülteleri neden özgür olmalı? Onu diğer fakültelerden ayıran şey ne? Ben de aynı görüşteyim. Ama temelde düşünce özgürlüğü açısından, üniversite total olarak özgür olmalı. Çünkü üniversite fikir üretilen, düşünce üretilen, bilim üretilen bir yer ve bilimde sansür olmaz. Fakat iletişim fakültelerinin farkı, onların ifade özgürlüğü tarafını da temsil etmesi. Özellikle içerik üretmek söz konusu olduğunda, yaygın veya alternatif medya kanallarından yazılı, sözlü ve görüntülü içerik üretmenin
pratiğinin de yapıldığı bir yer iletişim fakültesi. Aynı zamanda iletişim fakülteleri olanı değil, olması gerekeni öğreten fakülteler, yani biliyorsun temel çelişkimiz budur iletişim fakültesi hocaları olarak, biz burada öğrenciye bir takım ilkeler anlatırız, gazetecilik şudur gazetecilik budur, haber şöyle hazırlanır, haber kaynağı böyle kullanılır ve bunun etiği, tekniği şudur, kimden nasıl bahsedeceksin, nasıl sıfat kullanmadan haber yazacaksın, nasıl cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi olmayacaksın, nasıl dengeli ve adil olacaksın, bunlar da işin etik tarafları. İletişim fakültelerinden böyle, özellikle öğrencilerin kendilerini ifade ediş biçimlerine karşı sansürcü bir bakış açısı yükseldiği zaman daha çok tereddüt ediyoruz. Yani tabii ki, sosyoloji bölümünden söz gelimi bir yüksek lisans öğrencisinin Kürt meselesine ilişkin bir konuyu çalışması engellenmiş olsa, orada düşünce ve bilim özgürlüğünü savunuruz, ama iletişim fakülteleri hocaları
öğrencilerin ifade özgürlüğünü engellediği zaman, özellikle sosyal medyada bir takım çelişkilerini, endişelerini dile getirmelerini engelledikleri zaman, tabii ki hakaret iftira yalan karalama, içermediği müddetçe, o zaman rahatsız oluyoruz. Çünkü iletişim fakültelerinde biz derslerde sansürcü olmamayı, baskıcı rejimlerde gazetecilik yapmanın ne kadar zor olduğunu, gazetecilik bağımsızlığının çok önemli olduğunu öğretiyoruz. Ama tabi bütün bunları yaparken, biraz önce söylediğim gibi etik, teknik meselelere bağlı kalarak gazetecilik yapmak gerek, kimsenin kimseye hakaret etme, kimsenin kimseyi aşağılama, kimsenin kimseyi yalan haberle prestij kaybına uğratmaya hakkı yok. Ama olgusal gerçeklik üzerinden, delillerle, belgelerle, haber kaynaklarına dayanarak, enformatif bir şeyler yazılıyorsa, o zaman orada da durup, ne yapalım bu da ifade özgürlüğü dememiz gerekir. İçerik üretimi yerleri olduğu için iletişim fakülteleri önemli. İletişim fakültelerinde bahsettiğiniz gibi dört sene boyunca, meslek ahlak dersleri verilir. İşin ahlaki eğitimi önemsendiği için, alaylı gazetecilere nazaran okullu gazetecilerin daha ahlaklı bir medya yaratacağına inanılır. Ancak son dönem medyasına damgasını vuran ve basın meslek ahlak ilkelerinin anti-tezini oluşturan Mehmet Baransu ve Şamil Tayyar gibi insanlar da iletişim fakültesi mezunu. Bu inanç sarsılıyor mu? Bu da bir başka çelişki, ben hep şunu söylüyorum, bunu söylediğim için bazen bana kızıyor üniversite hocaları, üniversitedeki müfredatla, alandaki müfredatı birbirinden ayırmak gerekir. Biz tabi ki etik olanı, teknik olarak doğru olanı okulda anlatmaya çalışıyoruz. Hele hele alandan gelen kişilersek, söz gelimi benim gibi on küsür sene gazetecilik yapıp sonra akademiye geçiş yapan kişilersek, işin teorisini de pratiğini de bilen hocalar olarak büyük bir samimiyet ve içtenlikle anlatmaya çalışıyoruz işin nasıl olduğunu. Fakat biz öğrenciyi mezun ettikten sonra öğrenci alana girdiğinde kendisini bambaşka bir müfredat kaşılıyor, o müfredat da alanın içinde hegemonya alanını temsil eden yayın yönetmenleri, patronlar, editörler ve diğer yönetici grubun müfredatı, o müfredatın içinde eğer iyi gazetecilik alanını temsil eden bir editörle çalışma şansını yakalıyorsa iletişim fakültesi öğrencisi, okulda gördüğü müfredatla, alandaki müfredatı harmanlayarak ortaya çok iyi bir gazetecilik çıkartabilir. Halbuki kötü
bir gazeteciye çatarsa, yani işte “yazalım abi ne olur”, “bilgi yok abi olsun yazalım”, “abi haber kaynağı öyle demedi, biz galiba başlıkta çarpıtıyoruz, ama olsun yazalım”, “abi burada cinsiyetçilik yapıyoruz, boşver kim anlayacak” diyen editörlerle de çalıştığı zaman da o müfredata uyum sağlamak zorunda. Neden zorunda? Çünkü ya sev ya terket durumu var medyada. Özellikle kapitalist sistem içerisinde kendini, medyanın ekonomi-politiği nedeniyle, hem siyasi sisteme, hem kapitalist sisteme çok körü körüne bağlamış editörler var. Ki bu kaçınılmaz da bir şey aslında, ahlaklı, iyi, dürüst insanları editör yapmıyorlar. Çünkü onlar doğru haber peşinde. Medya patronları çürümüş, her türlü iki yüzlülüğü içinde barındıran, daha riyakar, daha çifte standartlı insanlarla çalışmayı tercih ediyorlar. O nedenle gazeteci adayı buna eyvallah demek zorunda. Eyvallah demesinde ve sektörde kalmayı tercih etmesinde bence tek itici güç gençlerin günümüzdeki şöhret kültürünün peşinden koşuyor olması. “Bir gün benim de ismim büyük büyük yazılacak, bir gün ben de köşe yazarı olacağım, bir gün ben de ekran karşısında haber sunacağım, bir gün ben de meşhur olacağım” herkes bunun derdinde, kimse “ben iyi gazeteci olacağım, gerçekleri ortaya çıkartacağım” diye girmiyor alana. Dolayısıyla o zaman diyor ki, bu çürümüşlüğe rağmen ben yürüyeyim, buradan devam edeyim, ne olacak, herkes böyle yapmış, Fatih Altaylı yalan haber yaza yaza yayın yönetmeni olmuş, adam lüks içinde yaşıyor, şöförü var, yatı var, katı var, refah içinde, ne olacak ben de yolumu bulurum bir şekilde diye düşünüyor. Yani burada sorun iletişim fakültelerinin müfredatının kötü olmasında değil, sektörün çürümüş olmasında, dolayısıyla iletişim fakülteleri yine doğru olanı, etik olanı, ideal olanı vermeye devam edecek, ama alan kendisini düzeltmediği müddetçe öğrenci hep bu iki müfredat arasında gidip gelecek. Zaten dikkat ederseniz son zamanlarda çok da iletişim fakültesinden öğrenci almıyorlar. Farklı alanlardan, daha çok siyasal bilgiler, tarih, ekonomi, hukuk mezunlarını alıyorlar. Bu şey kendi kendini yalanlamıyor, tam tersine sistem kendini kontrol ediyor karşılıklı şekilde. AKP iktidarı döneminde iletişim fakültelerine özel bir önem verildiği görülüyor. Kadrolaşma hareketleri içinde iletişim fakülteleri ilk adresler oluyor. İktidara yakın iletişim fakülteleri, iktidara yakın medyayı güçlendirir mi sizce?
Siyasi iktidara yakın hiçbir şey, hiçbir şeyi güçlendirmez bence. Benim düşünceme göre üniversite, akademi, medya, kültür sanat alanı, bunların hepsi iktidarla arasına bir mesafe koymak zorunda. Bu mesafeyi koyamadığı ölçüde günümüzde olduğu gibi, özellikle otoriter iktidarların olduğu ülkelerde, bütün bu kurumlar iktidarın sözcüsü durumuna gelir. Onun için aynı gazetecilikte olduğu gibi hep bir temas ve mesafe içinde olmak zorunda. Tabii ki temas kuracak iktidarla, iktidar yetkilileri gelebilir, konuşabilir, hükümetin ve devletin kanallarından üniversiteler, TÜBİTAK gibi kurumlar yararlanabilir. Devlet üniversitelere destek verecek tüm ülkelerde olduğu gibi, ama öte yandan da belli bir mesafeyi koruması gerekir. Çünkü bilimsel araştırma yapan, doğruları ortaya çıkarmaya çalışanlardır akademisyenler, mesela tarihçiler Ermeni meselesini, Kürt meselesini, azınlıkları, toplumsal hafızayı çalışıyorlar, şimdi mesela Sivas Katliamı, 28 Şubat gündeme geliyor. Bütün bu konularda doğru, gerçekçi araştırmalar yapmak, halka açıklamalarda bulunmak zorunda akademi. Aynı şekilde iletişim fakülteleri medya dünyasında olan biteni araştırmalı, buradaki girift, kirli ilişkileri ortaya dökecek arşatırmalar yapmalı. Dolayısıyla iktidar, dünyanın her yerinde, her zaman akademiyi kontrol altına almak ister. Ekonomik, kültürel, ahlaki, dini iktidarlar. Ama akademi bunlarla arasına mesafe koyabildiği ölçüde bağımsızlaşır, koyamadığı müddetçe de onun hizmet alanına girer. Ortaçağdan hatırlayalım, bütün üretilen şeylerin kilisenin hakimiyeti altında olduğu bir dönemdi, bütün kütüphaneler kilisenin denetimindeydi, Eco’nun Gülün Adı romanında anlattığı gibi, insanların kütüphaneye girip kitap okumaları dahi suç teşkil ediyordu. Böyle bir bakış açısına dönmemek gerekir. Piyasanın işgücü sınırı belliyken ve
burada sorun iletişim fakültelerinin müfredatının kötü olmasında değil, sektörün çürümüş olmasında, dolayısıyla iletişim fakülteleri yine doğru olanı, etik olanı, ideal olanı vermeye devam edecek, ama alan kendisini düzeltmediği müddetçe öğrenci hep bu iki müfredat arasında gidip gelecek. SPOT 13
piyasada iş bulmak için torpil peşinde heba olmak gerekirken Türkiye’deki onlarca iletişim fakültesi her yıl binlerce mezun veriyor. Bilimsel bir dertleri olmayan iletişim fakültelerinin, piyasaya da eleman vermediği bu koşullarda işlevi ne? Aslında iletişim fakülteleri sektöre doğrudan doğruya eleman yetiştirmiyor. İletişim fakülteleri pek çok alana öğrenci yetiştiriyor. Özellikle bizim gibi daha melez programlar oluşturmuş olan bölümler bunu daha çok başarıyor. Söz gelimi Bilgi Üniversitesi’nde iletişim fakültesinin kendi alt dalları var ama, öğrenci Bilgi’ye girdikten sonra, hukuktan sosyolojiye, bilgisayardan yabancı dile kadar pek çok farklı alanda dersler alabiliyor. Dolayısıyla bir ana diploma, bir yan diploma alma şansı var. Bu melezlik öğrencinin, iletişim veya içerik üretimine ilişkin pekçok alanda çalışabilmesini sağlıyor. Söz gelimi günümüzde çok yükselen ve benim de üzerinde
İnsanlar da aslında gazetecilerin verebileceği doğru ve gerçek haberleri, iyi ve çok yönlü işlenmiş haberleri almaya çok hevesli mi? Buna da talep olduğunu düşünmüyorum. Bugünün Türkiye’sinde insanlar bir şekilde düzenini kurmuş. İktidarla, iktidara oy veren yüzde elli arasında bir saadet zinciri kurulmuş o belli. çalıştığım siyasal iletişim alanı. Siyasal iletişimde özellikle siyasal mesajların üretilmesi ve yaygınlaştırılması, bunun demokratik sistem içinde, belli aksiyon alanlarının yaratılması için çok ciddi çalışmalar var. Bütün partiler, sivil toplum örgütleri, dernekler artık iletişimciler çalıştırıyor. Sosyal medya başlı başına bir alan, bugün sanatçıların bile sosyal medyacısı var. Bu insanlar, ayda 800900 liraya çalışıp, Twitter danışmanlığı yapıyorlar. Böyle çok acayip alanlar çıktı. Medya danışmanlığı, iletişim danışmanlığı, kriz yönetimi gibi çok enterasan alanlar var. Şimdi bu alanlara doğru akıyor insanlar. Onun dışında tabi çok böyle spesifik reklamcılık, halkla ilişkiler gibi alanlara da dağıldığın zaman, gazetecilik açısından sektörün daraldığını, hatta varolan çalışan sayısının giderek azaltıldığını görmek mümkün. Yani çok sayıda insan işten çıkartılıyor,
14 SPOT
kalanlar çok düşük ücretlerle çalıştırılıyor. Zaten bir cazibesi yok gazetecilik alanına girmenin. Ama orada da gerçekten yazıyla ilişkinde -ki iletişim araçlarının hepsi radyo da, televizyon da, gazete de yazıdır, önce metin yazılır- iyiysen, iyi metin yazabiliyorsan, iyi haber kovalayabiliyorsan, kaynaklara ulaşma konusunda becerekliysen, dil biliyorsan iş bulabiliyorsun. Burada bir öğrencinin mezun olmadan önce kendisine ne kadar yatırım yaptığıyla çok alakalı bir durum var. ‘Biz çok yüksek notlarla bir mezun olalım bakalım alacaklar mı’ demeyip dört senelik eğitim sürecini çok iyi değerlendirmek lazım. Yani çok okumak, çok yazmak, çok film seyretmek, çok gezmek ve bu arada da içerik üretimi ve yazıyla olan ilişkini en üst düzeye çıkarmak. Onu yaptığı zaman, bence medyanın bu haliyle bile bir şekilde iş bulma olanağın artıyor. Çünkü hakikaten, Türkçe’yi doğru düzgün kullanan, derdini iyi bir şekilde anlatan, kelimelerden kuleler kurmaya niyetli o kadar az insan var ki. O dağınıklık içinde kendini geliştiren öğrenci medya tarafından hemen kapılıyor aslında. Ezgi Başaran, Radikal Gazetesi’nde, Marmara İletişim’in son dönem çok konuşulan dekanı hakkında bir yazı yazmıştı. Yazısında dekanın bir bilimsel makalesini konu almış, makalenin akademik kalitesizliğinden dem vurmuştu. Birkaç akademisyen hariç, nitelikli çalışma yapan iletişim akademisyeni yok gibi. Ben buna katılmıyorum, böyle bir genelleme yapmamak gerekir aslında. Akademinin her alanında, hak edilmemiş yayın portföyüyle bir yerlere gelmiş insnalar var. Bu dünyanın her yerinde var. Türkiye’de ıluslararası çapta yayın yapmak, özellikle sosyal bilimler alanında, diğer ülkelere göre çok zor. Bir kere kendinizin olmayan bir dilde yayın yapmak zorundasınız. Dolayısıyla bu durum bile, sizi bir İngiliz, Amerikalı ya da Avustralyalıdan çok daha farklı bir noktaya koyuyor. Bence iletişim fakültesi akademisyenleri içinde çok iyi yayın yapan insanlar var. Dünya çapında çalışmaları olan insanlar var Türkiye’de. Ancak sosyal bilimler alanında yayın yapmak, sözgelimi bir mühendislik, bir tıp alanına göre çok daha zor olduğu için, bu alanların bilimsel çalışmaları çok daha fazla görünüyor. Çünkü onlar ufak bir deney ya da ameliyat yaptıkları zaman, bunu yayın olarak doçentliklerine saydırabiliyorlar. Sosyal bilimcinin böyle bir durumu yok, sosyal blimcinin uluslararası bir dergide makale yayınla-
tabilmesi için en az bir – bir buçuk yıllık bir süreçte okumalarını yapıp, yazılarını yazıp, metodolojisini çok net bir şekilde oturtup, defalarca kontrolünü yaptıktan sonra, önce kabul ettirmek, ardından yazıyı yayınlanacak hale getirmek için çok uğraşması gerek. Halbuki Türkiye’de sosyal bilimler alanındaki bir çok üniversite, eğitim ağırlıklı üniversite, yani araştırma ağırlıklı üniversite değil. Mesela Bilgi Üniversitesi daha eğitim ağırlıklı üniversite, dolayısıyla bizim araştırmaya ayıracak çok fazla bir vaktimiz yok, çok fazla ders içi işimiz var. Bu anlamda ben sadece iletişim fakültesinde değil, sosyal bilimler alanında yayın sayısı az veya niteliksiz denmesini haksız buluyorum. Onun dışında bilimsel hırsızlık, yanlış referans verme, kötü metodolojiyle araştırma yapma, bunlar bütün bölümlerde var. Sadece iletişim fakültesine özgü bir şey değil. Bu bence araştırmayı yapan kişinin, tamamen kendi kişilik özellikleriyle alakalı. Yalan söyleyebiliyorsanız kolayca bunu akademi alanında da yapabiliyorsunuz. Bunu batıda ortaya çıkartmak çok daha kolay, bir de ortaya çıktığı zaman insanlar utanıyorlar, artı alandan çekilmek zorunda kalıyorlar. Türkiye’de bunu yapanlar bakan falan da olabiliyor, ödüllendiriliyorlar maalesef. Banu Güven, Ece Temelkuran, Nuray Mert gibi gazeteci ve yazarların yazdıkları kurumlardan uzaklaştırılmaları üzerine medyada sansür tartışılmaya başlandı. Sizin de bu konuda bir çalışmanız Cogito dergisinde yayınlandı. Size göre sansür mü daha tehlikeli otosansür mü? Oto-sansür korku kaynaklı olduğu için bence daha tehlikeli. Sansür direk olarak hükümetten veya patrondan geliyorsa, “şunu yazamazsın, şunu yazmak yasak, şu konuda haber yapılmayacak” gibi bir direk sansür varsa, aslında daha kolay onunla başa çıkmak, çünkü biliyorsun neyi yazıp, neyi yazamayacağını, çerçeven belli. Ama oto-sansür bir korku baskısıyla “acaba bunu yazarsam ne olur” diye başlayıp giderek septik bir şekilde her şeyi yazmaktan korkmaya dönüşüyor. Bu bence çok daha tehlikeli bir şey. Fakat çok da yerleşik bir şey. Yani Türkiye’de özellikle daha editörüne bile sormadan, yani “şöyle bir haber var yapalım mı” demeden muhabirler kendileri “bunu yazamayız, hiç girmeyelim, boşver” diyorlar. Bu tabi gazetecinin kendisiyle, meslek algısıyla, kendisine verdiği değerle ya da kendine biçtiği rolle çok ciddi çatışma yaratan bir şey ve giderek gazeteciyi pasifize eden, gazete-
(Leman, 8 Mart 2012)
cilik alanını daraltıp, kamu çıkarı meselesini de giderek anlamsızlaştıran bir şey. Yani artık gazeteciler mesleki bir dezenformasyonla karşı karşıya. Bir yanda kamu çıkarı diye bir olgu var, yani insanların ihtiyacı olan bilgiyi taşımak zorunda gazeteci. Söz gelimi yeni 4+4+4 düzenlemesiyle dört yıldan sonra insanlar eğitim için para vermeye başlayacak, eskiden sekiz yıl bedava eğitim vardı, şimdi dört yıl bedava, ondan sonra özel sektöre gidecek, belki birçok kişi okul açacak bununla ilgili. “Acaba bunu yazarsam patronumun hükümetle ilişkileri zedelenir mi” bunu düşünüyor. O zaman kamu çıkarından vazgeçiyor, diyor ki, “bunu ben kendim bileyim, kendi çoluğumlu çocuğumla paylaşayım, ama kamuyla paylaşmayayım”, bu çok da tehlikeli bir şey. İhtiyacımız olan bilgiyi öğrenemez hale geldik biz. Yaşantımızı devam ettirmek için, demokratik katılımı gerçekleştirmek için gereken bilgiye ulaşamıyoruz. Ne oluyor diyeceksin, insanlar gerçeği öğrense ne oluyor, işte gazetecileri içeri atıyorlar, KCK’dan toplu tutuklamalar oluyor, insanların umrunda mı, onların da umrunda olmadığını düşünüyorum. İnsanlar da aslında gazetecilerin verebileceği doğru ve gerçek haberleri, iyi ve çok yönlü işlenmiş haberleri almaya çok hevesli mi? Buna da talep olduğunu düşünmüyorum. Bugünün Türkiye’sinde insanlar bir şekilde düzenini kurmuş. İktidarla, iktidara oy veren yüzde elli arasında bir saadet zinciri kurulmuş o belli. Yani TOKİ evleri alınıyor veriliyor, arabalar kredilerle alnıyor, ona buna iş olanakları sağlanıyor cemaat, camia ne derseniz deyin, onlar vasıtasıyla, belli alanlarda kadrolaşmalar sağlanmış, bunlar al gülüm ver gülüm gidiyor, ama geride bir yüzde 45’lik kitle var ve gazetecinin görevi, habere
ihtiyacı olana haberi vermek, işte bu noktada oto-sansür ve sansür çok olumsuz işliyor bence. Dördüncü kuvvet, diğer kuvvetlerin dümen suyuna girdi çoktan. Bu ortamda beşinci kuvvetin şansı ne? O artık çoktan beri söyleniyor, artık dördüncü kuvvet yok. Dördüncü kuvvetin diğer üç gücü kontrol etmesi gerekir. Tam tersine günümüzde diğer üç kuvvet, dördüncü gücü yemiş vaziyette. Onlar içine alıp eritmişler. Benim de öğrencilerime söylediğim şey şu, artık mevcut konvansiyonel medya, haber kanalları özellikle işlevini yerine getirmediği için, siz kendi olanaklarınızla kendi medyanızı yaratmalısınız. Bunun da, internet dünyasında iyi diyebileceğimiz örneklerini görebiliyoruz. Araştırmacı gazeteciler kendi sitelerini kuruyorlar, bunları bir takım bağışlarla yaşatıyorlar. Amerika’da New York Post’tan kovulan gazeteciler, kendi bloglarını kurdular, orada diyorlar ki “kardeşim ben bugün bilmemne eyaletindeki bir fabrikanın çevreye verdiği zararları araştırıyorum, eğer bu konuyla ilgiliysen, bu konunun açığa çıkmasını istiyorsan, bana her ay şu kadar para yolla”. İnsanlar yolluyor, çünkü az çok gelişmiş demokrasilerde insanların habere olan ihtiyacı yüksek. Yani bir talep var, Türkiye’de ise böyle bir talep yok. İnsanlar, “aman abi benden uzak olsun gerçeği öğrenmeyeyim” diyor. Yani Ahmet Şık hapse girdiyse bana göstermeyin, bilmek istemiyorum, önemli değil diyor bizdeki insanlar. Bunu neden söylüyorum. Ahmet Şık ve Nedim Şener tutuklandıktan sonra referandum oldu, yüzde 55 oy aldı iktidar. Ben tutuklandıklarında, buradaki haksızlığı insanlar görür artık demiştim. Sadece bu da değil, bundan önce ve sonra birçok tutuklama oldu. Buna rağmen tık yok insanlarda. Ama Avrupa’da ve Amerika’da yükselen bir bağımsız gazetecilik damarı var. Bunlar bağışlarla yaşıyorlar. Onun dışında da alternatif başka alanlar da kuruluyor. İşte, mikroblogları doğru şekilde kullanabilenler, doğru mesajı, doğru şekilde ve doğru zamanda verebilen insanlar o kadar etkili, hedefi oni-
kiden vuran mesajlar geçebiliyorlar ki. Örneğin Şafak Timur’un Uludere’den geçtiği haberler; Timur oraya gittiği zaman, Türkiye medyası hiçbir haber vermezken AFP muhabiri Timur’un Twitter’ından öğrendik oralarda neler olduğunu. Şöyle veya böyle, insanların duygularını, devlete karşı ne hissettiklerini, valiliğin ne dediğini, belediyenin ne dediğini, anaların çocuklarını ne şekilde karşıladıklarını, bedenlerini yıkadıklarını çok net bir şekilde anlattı Twitter’dan. Ben bunu çok önemsiyorum. Ben enformasyonu üreten ve işleyen insanların elinde, doğru kullanıldığı zaman Twitter’ı çok önemsiyorum. Tabii tehlikeli de olabilir, yanlış bilgi de verebilir ama bir medya okur yazarı olan kişi olarak konuşuyorum tabi ben. Devrim yapar mı yapmaz mı o farklı bir tartışma. Ramonet’in bahsettiği yurttaş gazeteciliği, yurttaşların haberci olduğu bir durumdan bahsediyordu. Ancak bugün Twitter ve bloglar üzerinden haber yapanlar da profesyonel gazeteciler, yani tam anlamıyla Ramonet’in tezleriyle uyuşmuyor sanki. Öte yandan, sosyal medya üzerinden gelişen muhalefet etme biçimi, pasifliği açısından iktidarın tercih edeceği bir yöntem değil mi? Sosyal medyanın bir vicdan temizliği yarattığını düşünüyorum, özellikle eylemsellik açısından. Ama öbür taraftan enformasyona ulaşma açısından da düşünüldüğünde bence sivil yurttaşların da, katkısının olduğu, girişinin olduğu bir alan mikrobloging alanı, yani ister Twitter olsun, ister Youtube olsun ne olursa olsun. Yani şimdi herkesin az çok elinde İphone, Blackberry alıp kullanabildiği dönemde, bir tane Youtube görüntüsüyle hükümeti devirecek bir görüntüyü yaygınlaştırabilirsin bütün dünya çapında. Yani böyle bir gücü var yurttaşın. Ama bunu nasıl yapacağını, nasıl dağıtacağını, nasıl bir başlıkla ileteceğini çok iyi bilmesi lazım. Yurttaş gazeteciliğinin de birbirinden farklı formları var. Kimi formunda sadece sıradan yurttaşlar blog kuruyorlar, kimisinde gazetecilerle birlikte bloglar kuruyorlar. Kimisinde klasik medya sürecinde editöryal sürece müdahale ediyorlar. Londra’daki eylemler sırasında Guardian’ın ve BBC’nin yurttaşların bölgelerden çektiği video ve fotoğrafları eş zamanlı olarak geçmesini çok önemsiyorum. Bence bu da yurttaş gazeteciliği. Yani konvansiyonel medya sana yer açıyor, twitlerini geç bölgeden diyor. Ben bu olanakları değerli buluyorum.
SPOT 15
Hayri Kozanoğlu ile iktisadi durum üzerine
AKP ekonomisinde dikişler patlıyor. Söyleşi: Uğur Yıldız AKP hükümeti, iktidar olduğu 2002’den bu yana sürekli bir ekonomik büyümeden ve ihracat başarısından söz ediyor. Bunun yanı sıra enflasyonun frenlendiği ve de çalışanların enflasyona ezdirilmediği dillendiriliyor. AKP’nin kendisine göre son büyük başarısıysa krizin “teğet” geçmesiydi. Ancak söylenenler gerçeği ne oranda yansıtıyor, bu iyimser tablonun altında ne yatıyor ve rakamlar aslında neyi ifade ediyor? Bunlarla beraber Yunanistan’da yaşananlar ve 2008’de başlayıp hala devam eden küresel iktisadi kriz üzerine Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’nden Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Kozanoğlu, mevcut iktisadi durumu ve olası gelişmeleri değerlendirdi. Hükümetin uyguladığı ekonomi politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? İhracata dayalı bir büyüme çabası var. Bu, uzun vadede ne getirir, gerçekçi bir büyüme midir? Hükümet mali istikrara dayalı; yani bütçe açıklarını çok sınırlayan, hatta bütçe fazlaları veren ve böylelikle uluslararası sermayeye güven veren, dolayısıyla da cari açık ve dış ticaret açıklarını bu yolla finanse etmeyi amaçlayan bir strateji izliyor. Aslında Türkiye’nin izlediği strateji IMF ve Avrupa Komisyonu tarafından, diğer bir deyişle neo-liberalizmin karargâhlarınca Yunanistan, Portekiz gibi krizdeki ülkelere de öneriliyor. Şöyle ki Türkiye’deki vergi gelirlerinin yüzde 70’inden fazlası sade vatandaşın günlük harcamalarından (yakıt, yoğurt, ekmek alışından) sağlanıyor. Böylelikle bütçe gelirlerinde sermayenin payı çok sınırlı oluyor. Sermayenin yüzünü güldüren bir düzen var. Aynı şekilde bütçe harcamalarında da çok ihtiyatlı davranılıyor. Eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, kamu çalışanlarının ücretlerine ve emeklilere yönelik harcamalarda hükümet çok pinti davranıyor. Geçmişten gelen çok büyük bir faiz yükü vardı. Faiz dışı bütçe fazlaları yoluyla bu yükü büyük ölçüde azalttılar. Böylelikle zaten sade vatandaş da kamudan hizmet almamaya, kamunun verdiği sosyal hizmetlerinin alt yapı yatırımlarının, kamu çalışanlarına yönelik ücret ödemelerinin düşük olmasına zaten alışmışlardı. Böylelikle uluslararası sermayeyle el bebek
16 SPOT
gül bebek çarklar işliyor. Yunanistan’a, Portekiz’e ve İrlanda’ya da bunu öneriyorlar. Çünkü sonunda bu, devalüasyon yapmadan sermaye kesiminin maliyetlerinin düşmesini sağlıyor. Uluslararası piyasada da rekabet gücü kazanmalarına neden oluyor. Ama diğer taraftan hükümetin kendi hazırladığı orta vadeli plana baktığınız zaman önümüzdeki yıllarda krizin kapıda olacağını net bir şekilde görebiliyoruz. Şöyle ki; önümüzdeki üç yılda hükümetin kendi projeksiyonları 200 milyar dolar dolayında cari açık vereceğini gösteriyor. 200 milyar dolarlık açık, Türkiye’nin önümüzdeki 3 yılda elde edeceği döviz gelirleri, yapacağı döviz harcamalarından 200 milyar dolar daha az olacak. Yani doğrudan yabancı sermaye yoluyla, özel sektör ve kamu sektörünün borçlanmaları yoluyla ve sıcak para dediğimiz; borsaya, hazine bonolarına gelen paralarla bu finanse edilecek. Kamu az açık verdiğine göre özel sektör çok açık verecek demektir. Bunun da en iyimser bir tahminle 40 milyar doları doğrudan yabancı sermaye yatırımı olsa, demek ki özel sektör önümüzdeki üç yılda 150 – 160 milyar dolar borçlanacak demektir. Böylelikle özel sektörün borçları 300 – 400 milyar dolar aralığına yerleşecek ki bu da Türkiye’nin kaldırabileceği bir yük değil. Özel sektör ne zaman ki borçlarını ödemekte güçlük çekecek Türkiye’de 1994 krizinde başına geldiği gibi kamu tarafından özel sektörün borç yükümlülüklerini üstlenilebilecektir. Bu da ekonomide tekrar bir dibe vuruş anlamına gelir. Türkiye’nin en yumuşak kalbinin bu olduğunu düşünüyorum. Hükümetin sözünü ettiği büyümeden ne anlamalıyız? Üretim ve alt yapısız bir büyüme gerçekten büyüme midir? Bu büyümenin iki yönü üzerinde durmakta yarar var. Birincisi; önce büyümeyi veri kabul edelim. Madem ekonomi büyüyor ki bu en yaygın metaforla pastanın büyümesi anlamına geliyor. Madem pasta büyüyor, bu ülkede yaşayan yurttaşların eline geçen dilimlerin artması gerekiyor. Türkiye ekonomisi 2009 krizinde dibe vurmasına rağmen yüzde 5 civarında daraldıktan sonra bile yüzde 15’ten fazla büyüdü. Yaklaşık olarak 2002’den bu yana yani AKP, hükümeti devraldığından beri ekonomi yüzde 100’den fazla büyüdü; O zaman bundan ne bekleriz? Kamu çalışanlarının, emeklilerin maaşları, işçilerin eline
geçen ücretler artmalı. Ama herhangi bir vatandaş kendi gelirinin yaşam standardını yüzde 100 arttırdığını hissediyor mu? Bir şekilde neo-liberalizm insanları kendi emeklerinin karşılığını da yeterince talep edemez duruma düşürdü. Bir yandan emeğin örgütlenmeleri dağıtıldı, sendikalar zayıflatıldı. Kamu sendikaları dahil büyük ölçüde hükümetin dümen suyundan sendikalar ön plana çıkartıldı. Ama onun ötesinde sıradan vatandaşa, ‘biz sizi enflasyona ezdirmedik, enflasyona ezdirmeyeceğiz’ söylemiyle insanların beyni uyuşturuldu. Aslında basit bir hesapla; normalde ekonomi yüzde 7 büyüyorsa, enflasyon da yüzde 10 civarındaysa demek ki ortalama yurttaşın gelirlerinin birleşik etkili yüzde 19 artması gerekir bu büyümeden pay alması için. Ama enflasyonun yüzde 10 olduğu bir yılda yüzde 10 ücret artışı sağlandığı zaman, ‘bakın biz çalışanımızı enflasyona ezdirmedik’ deniliyor ki, bu tamamen bir aldatmaca. İnsanlar her yıl büyüme ne kadarsa reel gelirlerinin, diğer bir deyişle satın alma güçlerinin o kadar artmasını beklemeliler. Büyümeye ilişkin ikinci tuzak da şu: Büyüme derken ülkede üretilen mal ve hizmetlerdeki miktarın artışını kast ediyoruz. Kapitalizm içerisinde bu üretimin devam edebilmesi için buna yeterince talep olması gerekir. Buna yeterince talep olabilmesi için de insanların satın alma gücünün büyümesi gerekir. Çünkü büyümeyi iki şekilde sağlarsınız. Bir, dış aleme satarak sağlarsınız. Yani ithal ettiğinizden dış alemde üretilenlerden daha fazlasını satarak sağlarsınız. O zaman da cari işlemler fazlası vermeniz gerek. Türkiye cari işlemler açığı verdiğine göre, satabildiğinden daha fazlasını girdi olarak veya tüketim ürünleri olarak alıyor. Bu, demek ki Türkiye için söz konusu değil. İnsanların ücretleri de; satın alma güçleri de yeterince artmadığına göre böyle bir büyüme normalde mümkün olmaz. Nasıl mümkün olmaz? Finanssallaşmayla. İnsanlar, konut kredileriyle, şimdi Türkiye’de yeni boy veren kredi kartlarıyla, bireysel kredilerle gelirlerinin ötesinde bir harcama gücüne sahip oluyorlar. Böylelikle insanlar işsiz olduğu zaman dahi harcama yapabiliyor, bir geliri varsa gelirinin ötesinde harcama yapabiliyor. Türkiye bu sürece nispi olarak daha yeni girdi. Amerika’da, İngiltere’de bu finansallaşmanın en derin nüfuz ettiği yerlerde bu
artık kangren olma durumuna geldi. Ama Türkiye’de de baktığınız zaman özellikle bireylerin borçlarında çok ciddi bir artış var. Önümüzdeki yıllarda bu da bir bumerang gibi geri dönecek. Çünkü insanlar bir kriz yaşandığı zaman, borçlarını ödeyemeyecek duruma geldiği zaman bu sefer gelirleri kadar bile harcamayıp gelirlerinin bir kısmıyla ya borçlarını ödemek zorunda hissedecekler ya da taleplerinin mal ve hizmetlere olan ilgilerini azaltacak yahut da borçlarını ödemeyemez duruma düşecekler. Finansal bir kriz ortaya çıkacak. Türkiye’de ne yazık ki bunun da tohumları atılıyor. Peki, bir türlü önü alınamayan ve giderek büyüyen cari açık esas itibarıyla nereden ya da neden kaynaklanıyor? Birkaç neden var. Birincisi Türkiye her yıl, özellikle son 2-3 yılda sürekli ihracat rekorları kırmakla övünüyor. Bu, şuna benziyor; bir aile sürekli gelirimiz artıyor diyor ama harcamaları daha fazla artıyor, borçları da daha fazla. Türkiye buna benziyor. İhracatı artıyor ama ithalatı daha fazla artıyor. İthalat ile ihracat arasındaki fark olarak dış ticaret açığı giderek artıyor. Ülkenin toplam döviz gelirleri ile döviz giderleri arasındaki farkı yansıtan cari işlemler açığı. Çünkü cari işlemler açığını hesaplarken bunun içine turizm gelirlerini ve harcamalarını, faiz gelirlerini ve giderlerini, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından elde edilen karların transferlerini… Hepsini katıyoruz. Türkiye cari açık itibarıyla, cari açığın gayri safi yurt içi hasılaya oranı itibarıyla dünyada birinci durumda. Yaklaşık olarak yüzde 10’u civarında bir açık var gayri safi yurt içi hasılanın. Ki bu bir dünya rekoru. Dolar bazında da bu 75 milyar doları geçti; 77 milyar dolarla Türkiye tarihinde bir rekoru ifade ediyor. Neden bu kadar artıyor? Birincisi Türkiye’nin ihracatı büyük ölçüde ucuz iş gücüne dayalı. Bazı ürünlerde yapılan 1 dolarlık ihracat 80 – 90 centlik bir girdi gerektiriyor. Türkiye bir kere ihracat yapabilmek için ithalat yapıyor. Bunun ötesinde Türkiye ciddi şekilde ithal tüketim ürünlerinin kulla-
nıldığı bir ülke. Bu da üstüne eklenince çok ciddi cari açık vermek durumunda kalıyor. Bir ülkenin cari açık vermesi demek o cari açık miktarı kadar da dış aleme borçlanması demektir. Veya kendi varlıklarını özelleştirmeler yoluyla veya iç piyasadaki fabrikaların, tesislerin yabancılar tarafından alınması yoluyla el değiştirmesi demektir. Bunların hepsinin olumsuz etkileri vardır. Türkiye bunların hepsini yaşıyor. Ayrıca Türkiye çok ciddi ölçüde enerji bağımlı bir ülke. Ekonomi hızlı büyüdükçe enerji ithalatı da artıyor. Özellikle petrol ve doğalgaz ithalatı da artıyor. Böylelikle sanal bir büyüme görüntüsü altında ülkenin dış aleme olan borçları giderek kabarıyor. Dediğim gibi kemer sıkma önlemleriyle kamunun borçlanması sınırlanınca bu sefer özel sektörün borçları sinyal vermeye başlıyor. Kriz ortamında şunu gördük; mesela bugün tu kaka edilen Avrupa’nın en sorunlu iki ülkesi; İrlanda ve İspanya kamu borcunun kriz öncesinde çok düşük olduğu, bütçe açıklarının çok sınırlı olduğu; hatta İspanya örneğinde bütçe fazlası verilen ülkelerde böyle yapısal bozuklukların olduğu ülkeler bir anda kriz ortamına sürüklenebiliyor. Söz ettiğiniz sorunlar aslında gelişmekte olan veya gelişen ülkelerde yapısal - tipik sorunlar değil midir? Türkiye, daha çok yükselen ülkeler denen Brezilya, Meksika, Güney Kore, Güney Afrika gibi ülkelerle aynı kategoride değerlendiriliyor. Özellikle son 10 yılda bu ülkelerin hızlı büyümesi
için çok uygun bir ortam vardı. Çünkü önce Amerika’da 2001 krizi, daha sonra 11 Eylül saldırısı sonrasında Amerikan Merkez Bankası’nın faizleri çok indirmesiyle dünyada Türkiye gibi ülkelere çok ciddi bir sermaye akımı oldu. Ve bu benzer ülkeler çok hızlı bir büyüme sağladı. Türkiye de bu rüzgardan nasibini aldı. Övünülen yüksek büyüme hızları bunun bir sonucudur. Ama diğer ülkelerden farklı olarak daha fazla cari işlemler açığı vererek, daha fazla borçlanarak kendi özgün teknolojilerini geliştirmeden; Brezilya, Arjantin, Meksika gibi doğal kaynaklara sahip olmadan; özellikle temel mallar, tarım ürünleri üretimine sahip olmadan uluslararası piyasalarda para edecek bu girdaba sürüklendi. Onun için onlarla benzer ölçüde büyüme hızları kaydetmesine karşın cari işlemler ve buna bağlı olarak dış borçların artması gibi daha ciddi yapısal sorunlarla karşılaştı. AKP’nin uyguladığı bu ekonomi politikalarını; liberalleşme, özelleştirmeler... Tüm bunları 24 Ocak’ın devamı olarak almak yanlış olmayacaktır. Evet. Şimdi dünyada en çok konuşulan konulardan biri (özellikle Avrupa’da) teknokrat hükümetler, teknokrat başbakanlar. Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlarda çalışmış, Amerika’da benzer üniversitelerde doktora yapmış, Amerikan Yatırım Bankaları’nda görev yapmış, Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası gibi Avrupa’da neo-liberarlizmin yerleştirilmesi, kökleştirilmesi misyonunu üstlenen kuruluşlarda deneyim kazanmış teknokratlar. Yunanistan’da
SPOT 17
Papademos, İtalya’da Monti gibi isimler başbakanlığa getirildi. Aslında dünyada bunun ilk örneklerinden biri 24 Ocak’ta Turgut Özal’ın başbakanlığı. Bu, şunu gösteriyor; Neo-liberalizmle darbe dönemleri ve anti demokratik, otoriter, faşizan dönemler pekala el ele gidebilir. Yani bugün liberallerin ve sol liberallerin savundukları liberalizmin piyasa ekonomisinin demokrasi de getireceği savını aslında Türkiye, kendi 30 yıl önceki pratiğiyle yalanlamıştır. Türkiye, gelişmekte olan ülkelerde Şili’den sonra neo-liberalizmin önde gelen laboratuvarlarından biri. Zaman zaman da krizle karşılaşınca (2001’de krizinde olduğu gibi) Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş’in devreye girmesi gibi, neo-liberal reçeteleri tekrar gözden geçirip, direktifiye edilip uygulamaya konuldu. Zaten 3 Kasım 2002’de iktidara gelen AKP hükümeti de büyük ölçüde kendisinden önce hazırlanan Derviş’in “Ulusal Ekonomiye Geçiş Programı”nı, “Acil Eylem Programı” adı altında uygulamaya koydu. AKP’nin sadece yaptığı IMF, DB, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası finansal kuruluşlarının eliyle hazırlanan bu reçeteleri Türkiye’de sadık bir şekilde uygularken bundan kendine yakın cemaat, tarikat bağlantısı olan, kendine yandaş olan şirketlerin, grupların, işadamlarının bu süreçten daha fazla nemalanmasını sağlamak oldu. Kendi açısından uluslararası konjonktürün de uygun gitmesiyle birlikte bu sentezi kendi açısından başarılı bir şekilde yaptı. Son dönemde TÜSİAD’ın şikayetleri öne çıkmaya, MÜSİAD TUSKON ekseniyle TÜSİAD arasındaki gerginlikler artamaya başladı belki ama 8 yıllık dönemde bu öncelikle uluslararası alemin yüzünü güldürmek, genel olarak Türkiye’de sermaye sınıfını kollamak ama bunu yaparken de cemaat-tarikat bağlantılarını, AKP yan-
18 SPOT
daşı kesimleri bir adım öne çıkarmak politikasını kendi açısından başarıyla uyguladı. Fakat şimdi bunun sınırları zorlanmaya, dikişler patlama eğilimine girmeye başladı. İki defa vurgu yaptığınız önemli bir konu var. Bugün AKP’nin büyüme dediği durumu evrensel rüzgarlara bağlı olan bir durum. Yani rüzgarlar AKP lehine ve hükümet de yelkenleri evrensel rüzgarlara göre açmış. Öyle bir konjonktür yaşadı dünya. Mesela AKP ile aynı dönemde hükümet olan Brezilya İşçi Partisi, Arjantin’de Karı-koca sol Peronistleri... Genel olarak Türkiye benzeri ülkelerdeki hükümetlerin uluslararası konjonktürün etkisiyle sağladıkları yüksek büyümenin iç piyasaya sandık başarısı olarak döndüğünü görüyoruz. Benzer ülkelerde genel olarak “siyasi istikrar”ın sağlandığı, arka arkaya seçim başarılarının elde edildiği örnekler olarak görülüyor. Özellikle Türkiye - Brezilya örnekleri birbirine oldukça benziyor. Biri sağ muhafazakar bir geçmişten gelen, diğeri de daha sol radikal bir geçmişten gelen iki ülke benzer reçeteleri izleyerek kendi geniş kamuoylarında desteklerini sürdürdüler. Dışarıdan sürekli sermaye akışı, euro ve doların sürekli girişi; bununla beraber iç piyasada ithal ürünlerin artması vb… Bunlar bir ülkenin ekonomik gelişimine ket vuran unsurlar mıdır? Evet. Uzun dönemde kalkınma hedefleri açısından bu ciddi bir sorun yaratabilir; cari işlemler açığı. Çünkü sizin yeterince döviz gelirleriniz yoksa tüketim ürünlerinin ithalatı sizin sürekli açıklarınızı arttırır. Buna bağlı olarak da borsanızı arttırır. Ama bu, vurguladığımız gibi aslında Türkiye’de neo-liberalizmin genel kurgusuna uygun bir gelişme. Yani son 30 yıldır Türkiye bu trendin
içerisinde ama bu trend özellikle AKP hükümeti ile birlikte uluslararası trendle de çakışınca burada Türkiye’ye jeopolitik anlamda ciddi bir destek sağladı. Şöyle ki; Özellikle Arap coğrafyasında son dönem yaşanan gelişmelerin şöyle de bir boyutu var; Biz Büyük Ortadoğu Projesi’nden söz ederken, sol adına bu projeyi mahkum ederken bunun genellikle işgal yönünü (Amerika’nın Irak, Afganistan’ı işgali, askeri operasyonlar) öne çıkarmıştık. Halbuki BOP’un diğer bir boyutu da Ortadoğu coğrafyasını küresel kapitalizme tam entegre olmuş bir tüketim toplumu haline getirmek. Buradaki körfez ülkelerindeki monarşik yapılar da buna izin vermiyor. Suriye, Libya gibi ülkelerin tam entegre olmamasına izin vermiyordu. Şimdi bu proje çok kararlı bir şekilde gündeme getiriliyor. Dünya kapitalizminin krize girmesi nedeniyle de bu, çıkış noktası olarak da görülüyor. Türkiye bu anlamda örnek/model ülke olarak sunulabiliyor. Çünkü Türkiye hepimizin bildiği gibi AVM’leriyle, yabancı marka zincirleriyle, fast food zincirleriyle, insanların ithal araba, ithal markalı ürün kullanma alışkanlıklarıyla bütün Arap, Ortadoğu hatta Kafkasya coğrafyasına örnek ülke olarak gösteriliyor. Bu model, ülkenin de ister istemez arkasında durup o modeli başka ülkelere yaygınlaştırma stratejisi, Türkiye’nin iç egemen sınıflarının da dış desteğini arttırmış oluyor. İzmir İktisat Kongresi’nden bu yana olan tabloyu, dışa açılma eğilimini nasıl görmeliyiz? Türkiye o günden bu yana çok uzun bir serüven geçirdi. Onu bugünle bağlantılandırmak belki de şöyle mümkün; O dönem ki açılım sevdası dünyanın büyük depresyon denilen krizle karşılaşması sonucunda gerçekleşmemişti. Ama 30’lu yıllar Türkiye’de devlet eliyle yatırımların yapıldığı, kamu iktisadi teşekküllerinin ilk boy verdiği bir dönemin, iyi bir örneğin de önünü açtı. Ondan sonra 50’lerde DP dönemine kapitalizme tam entegre olmak, 60’larda tekrar kamuculuğa, planlamaya dönmesi gibi serüvenler yaşandı. Ama bu dönemin daha çok Türkiye’nin planlama anlayışını, kamu iktisadi teşebbüslerinin ekonomide bir aktör olma pratiğinin, devletin istihdam sağlama, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi temel kamu hizmetlerini verme anlayışını tamamen neo-liberalizmin talep ve çıkarlarına bağladığı 24 Ocak’la başlayan sürecin daha kesintisiz bir süreç olduğunu söylemek daha mümkün.
Önümüzdeki dönem hem krizin devam ettiği tartışmasının süreceği hem de kapitalizme, kapitalist küreselleşmeye, liberalleşmeye, özelleştirmeye karşı alternatiflerin daha yaygın tartışılacağı, geniş taraftar bulacağı ciddi bir toplumsal hareketlilik, direniş dönemi olacak gibi görünüyor. Küreselleşme denen süreçte ya da tabloda Türkiye kapitalist paylaşımdan payını alabiliyor mu? Bu, küreselleşmenin veya kapitalist küreselleşmenin getirdiği en önemli sorunlarından biri gelir ve servet dağılımının bozulması. Türkiye bunu da en şiddetli yaşayan ülkelerin başında geliyor. Türkiye, Meksika ve Güney Kore ile birlikte OECD’ye üye olan batının en belirgin zenginler kulüplerinden birine üye olan üç ülkeden biriydi. Bu OECD ülkeleri arasında yapılan değerlendirmede Türkiye’nin Meksika’dan sonra gelir ve servet dağılımı en bozuk ikinci ülke olduğunu görüyoruz. Bizim açımızdan en önemli kısmı büyüme, küreselleşmeye entegrasyon, ihracat şampiyonluğu gibi söylemlerin ötesinde bunun sade vatandaşın yaşamına, satın alma gücüne, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal hizmetlerden yararlanma kapasitesine, böylelikle sonraki nesillerin hem gelişkin bireyler olarak hem de iş gücüne katılabilecek emek sahipleri olarak geleceğe hazırlanıp pazarlanamaması. Bu anlamda Türkiye’nin iyi bir sicili olduğunu söylemek mümkün değil. Yunanistan’daki krize gelelim. Kriz hakkında ne düşünüyorsunuz? Ülke batağa mı sürükleniyor? Yunanistan’ın kendini toparlayabilmesi adına Euro Bölgesi’nden çıkması öneriliyor. Euro Bölgesi’nden çıkması durumunda bir iyileşme yaşar mı? Yunanistan, krizin nedeni değil, kurbanı olan bir ülke. Çünkü Yunanistan AB’ye girdiği zaman AB’nin euro sürecine katıldığı zaman AB’nin neo-liberal yönelimini tasarlayan Avrupa Komisyonu, Avrupa’yı dünya ekonomisinin en rekabetçi bölgesi yapmayı önüne koyuyordu. Bu da emek gelirlerinin üretkenliğin de altına düşmesi, böylelikle sermayenin rekabet gücünün arttırılmasına dayanıyordu. Özelikle bu süreci Almanya çok
kararlı, kendi emek kesimini mağdur etme pahasına harfiyen uyguladı. Yunanistan ve Akdeniz ülkeleri de Avusturya, Hollanda, Finlandiya gibi ülkelerin rekabet gücü kazanması, buna bağlı olarak dış fazlaları vermesinden mağdur oldular. Hep Yunanların tembel, disiplinsiz hatta meydanları dolduran Yunanların yaygaracı olduğu söylendi. Halbuki, bakıldığı zaman Yunanların ortalama Avrupalıdan daha fazla çalıştığı, emeklilik maaşlarının daha düşük olduğu, emeklilik yaşının Avrupa ortalamasından daha yüksek olmadığı görülüyor. Yunanların yaygaracılığı yerine Yunanların daha örgütlü olduğunu, kemer sıkma önlemlerine kolay boyun eğmediklerini ve buradan emekçiler açısından olumlu bir örnek olduğunu söylemek gerekiyor. Yunanistan’a o kadar acımasız bir istikrar paketi uygulanıyor ki bütün dünyaya örnek olması bekleniyor neo-liberal proje açısından. Yunan halkı da ister istemez soruyor; bunda bizim suçumuz ne? Niye faturayı biz ödüyoruz? diye ve buna teslim olmuyor. O açıdan Yunanistan’da mevcut düzen partilerine çok ciddi bir tepki var. Bu uygulanan reçetelere çok ciddi bir tepki var. Halk, isyanını bazen fabrikaları işgal ederek, alışveriş zincirlerinden alışveriş etmek yerine doğrudan tarladan mahalleye kooperatifler yoluyla kendi tüketimini kendisi örgütleyerek, kaçak elektrik alarak, vergilerini vermeyerek direniyor. Yani Yunanistan’ı bir tarafıyla istikrarın dayatıldığı, diğer tarafıyla da direniş olanaklarının yeşerdiği, bu anlamıyla da başka ülkelere örnek olabilecek bir deneyim olarak görmek gerekiyor. Onun da nasıl sonuç vereceğini de önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ve son olarak 2008’de başlayan ekonomik krize gelirsek… Bu krizden Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler ne kadar etkilendiler. Ve devamında krizin önü neden alınamadı? Bu kriz öncelikle küreselleşmenin ilk yaygın krizi... Daha evvel Amerika’da 2001 yılında yaşanan kriz, 97-98’de Asya krizi, Rusya krizi, Türkiye’nin, Latin Amerika ülkelerinin arka arkaya yaşadıkları krizler görülmüştü. Ama bu, dünyanın tüm coğrafyalarını kısa bir sürede etkileyen küresel bir kriz. Çin, şu ana kadar bundan nasıl daha az etkilendi? Çünkü dünyadaki en yaygın kurtarma paketini uyguladı. Özellikle alt yapı yatırımlarını arttırmaya, iç talebi arttırmaya yönelik bir paket uyguladı. İşte bu dönemde Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler kendi içlerindeki ticareti arttırarak krizden daha az etkilendiler. Ama kriz sonunda bütün ülkeleri etkilemiş oldu. Bu, tek başına ekonomik bir
kriz değil. Politik, toplumsal, ekolojik, belki hepsinden önemlisi ideolojik bir kriz. İdeolojik bir kriz derken kapitalist küreselleşmenin herkesin yüzünü güldüreceği, herkesin yelkenini şişireceği, herkesin refah düzeyini arttıracağı yolundaki varsayımı yalanlanmış oldu. Artık geniş kitleler kapitalizmin kendilerine daha iyi bir yaşam, daha bir gelecek sunacağına inanmıyorlar. Bunu sadece bizler söylemiyoruz. En son Davos’ta da hem gelir dağılımının bütün dünyada ne kadar bozuk olduğuna dikkat çekildi hem de genç nesiller kendilerini daha iyi bir geleceğin beklediğini artık inanmıyorlar denildi. Bu da bize alternatif düşüncelerin, sosyalizmin, kamuculuğun, planlamanın tekrar gündeme gelebileceğine kapitalizmin itibarını ciddi bir şekilde sarsıldığını gösteriyor. İkincisi de kapitalizmin gelir ve servet dağılımını giderek bozan, geniş kitleleri ekonominin hızlı büyüdüğü dönemlerde dahi mağdur eden zihniyeti içerisinde bundan bir çıkış söz konusu değil. Bütün dünyada dünya kaynaklarının yeniden paylaşıldığı, gelir ve servetin daha adil bir şekilde yeniden dağıtıldığı bir dünyaya ihtiyaç var. Bu dünyada mevcut sistemi sorgulamadan, mülkiyet ilişkilerini değiştirmeden çok mümkün görünmüyor. O bakımdan dünyanın bu krizi geride bıraktığını söylemek mümkün değil. Önümüzdeki dönem hem krizin devam ettiği tartışmasının süreceği hem de kapitalizme, kapitalist küreselleşmeye, liberalleşmeye, özelleştirmeye karşı alternatiflerin daha yaygın tartışılacağı, geniş taraftar bulacağı ciddi bir toplumsal hareketlilik, direniş dönemi olacak gibi görünüyor. Krizde özel işletmelerin iflasın eşiğine gelip de devletin yardımı ve müdahalesi sayesinde ayakta durması, liberal kuramın “görünmez el” anlayışını da pratikte bir kez daha karşılıksız çıkarmadı mı? Evet. Önemli olan nokta şu; kurtarma paketleriyle 17 trilyon dolarlık bir harcamayla dünya ekonomisini tekrar yüzdürmeye başlandığı söyleniyor. Halbuki, bu para büyük ölçüde batık şirketleri, hepsinin ötesinde finans sistemini kurtarmaya ayırdı. Bu para dünyanın 7 milyarı geçen büyük insanlığın eğitim sorunu, sağlık sorunu, alt yapı sorunu, çocuk ölümleri, ekolojik dengelerin bozulması gibi konulara ayrılsaydı bizi çok daha umut veren bir dünya beklerdi. Ve insanlığın özellikle en yoksul halkların yüz yüze geldiği en temel sorun da aşılmış olurdu. O bakımdan krizin ilk beş yılını dünyanın doğru politikalarla geçirdiğini söylemek doğru olmaz.
SPOT 19
Kıbrıs-Kürdistan Kongresi:
De te fabula narratur! Aziz Şah / Kıbrıs 4 Mart tarihinde Ankara’da Kıbrıs’tan Enternasyonalist Dayanışma, Kıbrıslı Gençlik Platformu ve Aktivist Düşünce Topluluğu’nun girişimiyle AkaDer ve Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin de desteğiyle Kıbrıs-Kürdistan Kongresi, Kıbrıs’ın Sömürgeleştirilmesi, Uluslararası Durum ve Enternasyonalist Perspektif” altbaşlığıyla gerçekleşti. Sungur Savran, İsmail Beşikçi, Sırrı Süreyya Önder, Fikret Başkaya, Temel Demirer, Mahmut Konuk, Suphi Toprak, İbrahim Akyol, Demir Çelik, Güven Varoğlu, Nikos Tziris, Giorgos Katsanos, Sait Çetinoğlu, Celal Özkızan, Ceren Göynüklü, Şaban İba, Şiar Rişvanoğlu, Levent Dölek ve Serkan Seymen konuşmacı olarak katıldı. Kıbrıs’ın hikâyesinin, yalnızca ada anlatısı olmadığı hakikatinden yola çıktı Kıbrıs-Kürdistan Kongresi. TC’nin iki sömürgesi var tezi ile bir karşılaştırma ve birleştirme girişimi olarak ilk adımı attı. Gayri Müslimlerle Kıbrıslıların iç içe geçmiş hayatlar yaşadıklarını ve Kıbrıs ile Kürdistan’ın aynı politikaların Akdeniz’e ve Mezopotamya’ya düşen iki gölgesi olduğunu savundu Kongre. Kısacası, Kıbrıslılar olarak Kıbrıs’ın hikâyesine hemhâl olmaya çağırdık Kürtleri ve Türkiye solunu. Kulak misafiri oldukları Kıbrıs’ın, enternasyonalist bir hatta yeniden kurulması gerektiği Kıbrıslılarca Türkiyelilere anlatıldı. Bu anlamda, Kıbrıslıların kendi belirledikleri bir zeminde ilk kez konuştukları bir meclisti Kıbrıs-Kürdistan Kongresi. Kongre, Kıbrıs’ın Avrupa merkezci ve Türkçü çerçeve dışında bir perspektiften ilk kez ele alınmasıydı. Hele ki karşılaştırmalı tarih anlayışı açısından üniversitelerin yapmadığını yaptı diyebiliriz. Türkiye solunun Kıbrıs’la olan sağlıksız ilişkisi 1974 işgalinden bugüne, işgali savunmaktan inkâra kadar çeşitlilik gösterse de yaklaşımlar genel olarak milliyetçidir. Üniversiteler ise Türkiye’nin en önemli “dış politika” sorunu olarak varlığını sürdüren Kıbrıs’la ilgili tek bir enstitüye/kuruma/yayına sahip değildir. Kısacası topyekûn bir inkâr mevcuttur. Basının ise durumunu Kongre’de
20 SPOT
konuşan gazeteci Serkan Seymen özetlemiştir. Bugün Kıbrıs haberi yapmak isteyen muhabirlere çıkarılan zorluklardan ve genel olarak Kıbrıs haberi yapma konusundaki isteksizlikten bahsetmiştir Seymen. Basını ile soluyla ve üniversiteleriyle, 50’lerde Kıbrıs Sorunu’na angaje edilmeden önceki gibi hâlâ Türkiye’nin bir Kıbrıs Sorunu yoktur. Kongre de zaten bu ihtiyaçtan yola çıkmıştır. Kıbrıs’ı hatırlatırken Kıbrıs’ın Kıbrıs’tan ibaret olmadığını, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu ve şovenizmin kaynağı olduğunu anlattı Kongre. Hatta Türkiye’nin gayri Müslimlerinin varlığının bile Kıbrıs tarihiyle paralel ortadan kalktığını hatırlattı. Kongre’nin yapıldığı gün Egemen Bağış’ın yaptığı Kıbrıs açıklaması da Kongre’nin ne kadar haklı ve doğru zamanda yapıldığının göstergesidir. Bağış, Kıbrıs’ı ilhak etmekten bahsetmiştir. İlhak sloganından sonra, Newroz yasağı, Suriye savaşı naraları ve KESK eylemine yapılan saldırı da bu anti-demokratik siyasi hattın nasıl bir bütünsellikle tamamlandığının göstergesidir. Her şeyi görüp Kıbrıs’ı görmemenin Türkiye halklarına ve ezilenlerine yeni faturalar çıkardığını Kongre hatırlatmıştır. Konuşmacıların tümü Kıbrıs’ın ve Kürdistan’ın Türkiye’nin iki sömürgesi olduğunu dile getirdi. Türkiye solunun, Kıbrıs konusunda ve Kürdistan sorunundaki sorunlu yaklaşımları göz önüne alındığında çifte sömürgecilik konusundaki bu bütünsellik bir ilkti. Bu durum Kongre’nin planlanmasından, kısacası birbirini tamamlayan konuların birleşmesinden kaynaklanıyordu. Kıbrıs’ın, Kürdistan’ın ve gayri Müslimlerin iç içe geçmiş hayatlarının Marksist “hikâyeleştirilmesi” vardı kısacası Kongre’de.
Kongre, enternasyonalist hatta politika üretmek için bir taleptir. Kongre’ye başlarkenki beklentilerimiz ve taleplerimiz Kürt siyasal hareketi tarafından cevapsız bırakılmadı. Türkiye ve Yunanistan devrimci kamuoyuna yazılan bir mektup olarak da görebiliriz Kongre’yi. Türkiye ve Yunanistan’dan Trotkistler de Kürt hareketi ile birlikte durdular. Kongre’nin öncesinde de sonrasında da talepler ve beklentiler açısından, Serkan Seymen’in ana akım medya için söylediklerinin aslında radikal sol (basın) için de geçerli olduğunu gördük. Özgür Gündem dışında Kongre ile ilgili yayın yapan herhangi bir günlük gazete yok Türkiye’de. Aylık olarak yayınlanan Gerçek gazetesi de Kongre’nin yapıldığı gün baskıya girmesine karşın haberini yapmıştır. Kıbrıs’ta da Afrika gazetesi Kongre ile ilgili yazılan değerlendirmeleri yayınlamaktadır. Belli başlı Kürtçe yayın yapan web sayfaları dışında da Kongre hakkında internette de yayın yapılmamıştır. Bir haber dergisinde Kongre’yi yazarken vurgulanması gereken kanımca şu
olmalıdır: Kürt(çe) ve devrimci Marksist yayınlar dışında yer bulamayan Kıbrıs-Kürdistan Kongresi’nin hem TC devletinin sertleşen politikaları ile hem de Türkiye devrimci kamuoyunun ilgisizliği ile sınanmış bir zamanlaması vardır. Kaldı ki Temel Demirer de Türkiye solu adına Kıbrıslılardan, 1974 işgali sırasında işgale karşı tavır alınamadığı için militan bir duruş göstererek özür dilemiştir. 1974 işgalinden bugüne birkaç gelenek dışında Kıbrıs’la kurulan ilişkinin inkârla şovenizm arasında gidip geldiğini Kongre’nin öncesinde ve sonrasında Kıbrıslı düzenleyicilerin deneyimleri de göstermiştir. Sırrı Süreyya Önder’in Kongre’de yaptığı konuşmasında vurguladığı, “Biz Meclis’te Kürt sorunundan çok Ermeni ve Kıbrıs sorunlarında tepki alıyoruz” sözleri de aslında Kıbrıs’ın ve gayri Müslimlerin karşı karşıya kaldıkları sömürgeci uygulamaların bir özetidir. Kongre’nin konuşmacılarından İsmail
Patrick Balfour, “Bir Kıbrıslı için oturmak tek başına bir meşguliyettir” diye yazar. Bu Kongre’de, Kıbrıslılar için ayağa kalkmak bir meşguliyete dönüşmüştür. Çifte sömürgeciliğe karşı bütün hikâyeler bizimdir ve topyekûn ayağa kalkmışlardır.
Beşikçi’nin “Devletlerarası sömürge Kürdistan” kitabında verdiği bir örnek gayri Müslümlerin, Kıbrıslıların ve Kürtlerin birbirlerine karşı aynı acılar içinde nasıl sloganlaştırıldıklarını göstermektedir: “Kıbrıs’ta Rumlara karşı beraberce savaştık, ayrım gayrım yapmadık” sloganı kabaca “Birlik ve Beraberlik”ti devlet için. Gerek 6-7 Eylül 1955 olaylarında gerekse 1964 Kovulmalarında gayri Müslimlere karşı kullanılan slogan Kıbrıs’tı, 1974 Kıbrıs işgalinde Kürtlere karşı kullanılan slogan da Rumlar’dı. Meclis’te de “kırmızı çizgi” Kıbrıs ve Ermeniler. Anlatılanın hepimizin hikâyesi olduğunu görmezden gelerek en kolayından susmak bile gelecekte sorulacak bir hesabın gerekçesidir. Nasıl ki bugün 1974 sırasında Türkiye solu ne yapıyordu diye soruluyorsa, gelecekte de Türkiye’deki kamplaşmanın yeni çözümsüzlüklere sıkıştırdığı Kıbrıs, Türkiye solunun ve medyasının lekesi olarak varlığını sürdürecektir. Nasıl ki Kıbrıs Hürriyet gazetesi, Hikmet Bil ve diğer aktörlerin yoğun çabalarıyla Türkiye’nin politika nesnesi olmuştur, bugün de bu toplu inkârla kumarhane
gölgesine gizlenen viraneden kalan eski bir imparatorluk hatırasıdır. Bizim açımızdan ise Kongre “eskide kalmış bir hatırayı” gizleyen başta medya ve Türkiye solunun büyük kısmına söyleyecek daha çok sözümüzün olduğunun işaretidir. 4 Mart 2012’de Ankara’da kalmamıştır Kongre. Önümüzde Diyarbakır/Amed vardır… Yeni hikâyelerle ve politik mücadelelerle birleşerek yeni anlatılarla Kürt siyasal hareketi ile birlikte Türkiye’ye daha çok sözü vardır Kıbrıslıların ve Kıbrıs-Kürdistan Kongresi’nin. Kıbrıs üzerine yazan yabancılardan Patrick Balfour, “Bir Kıbrıslı için oturmak tek başına bir meşguliyettir” diye yazar. Bu Kongre’de, Kıbrıslılar için ayağa kalkmak bir meşguliyete dönüşmüştür. Çifte sömürgeciliğe karşı bütün hikâyeler bizimdir ve topyekûn ayağa kalkmışlardır.
Kıbrıs Kongresi Sonuç Bildirisi 4 Mart 2012 Tarihinde Ankara’da toplanan Kıbrıs Kongresi, üzerinde fikir birliğine vardığı aşağıdaki noktaları Türkiye ve Kıbrıs emekçilerine ve ezilenlerine duyurmayı görev bilir:
4. Kürt halkının kitlesel bir biçimde vermekte olduğu özgürleşme mücadelesi, bütün emekçilerin ve ezilenlerin desteklemesi gereken bir çabadır.
1. Kuzey Kıbrıs ile Kürt coğrafyası karşısında TC’nin konumu, aradaki önemli farklılıklara rağmen ortak bir özellik taşımaktadır: Her iki coğrafya da TC’nin sömürgeleridir.
5. Kıbrıs’ın gerek Türkiye’nin işgalinden ve sömürge tipi yönetiminden, gerekse emperyalizmden kurtuluşu, adanın iki halkının dayanışması temelinde ve başta Yunanistan ve Türkiye olmak üzere işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenlerin uluslar arası desteği ile Kıbrıs’ın Kıbrıslılar tarafından yönetilmesi mümkün olacaktır.
2. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi, Türk burjuvazisinin ilk birikiminin ihtiyaçları dolayısıyla sermayenin “Türk”leştirilmesi ve burjuvazinin iktidarının konsolidasyonunun ürünü olan Türk milliyetçiliği, bu coğrafyadaki öteki halklara yapılan saldırılar ve resmi ideoloji Kürtlerin ve Kıbrıs’ın kurtuluşunun önünde ciddi bir engeldir. 3. Kürtlerin ve Kıbrıs’ın ezilmesinde emperyalizmin, en başta da ABD ve Britanya emperyalizmlerinin asli bir rolü vardır ve iki halkın kurtuluşunun sağlanabilmesi emperyalizmle mücadeleyi de gerektirmektedir.
6. Bu 5 maddede de görüleceği gibi, Kıbrıslıların ve Kürtlerin kurtuluşu için Kongremiz, AB, ABD ve diğer bütün emperyalist devletlerden bağımsız sınıf politikası ile ezilenlerin ve işçilerin birlikte mücadelesi yönünde hareket etmektedir. Bunun için de nihai şiar enternasyonalist sosyalizmdir! 7. Bu bağlamda önümüzdeki hedef Kürt coğrafyasında toplanacak bir Kıbrıs-Kürdistan Kongresidir.
SPOT 21
Oslo görüşmeleri neyi ifade ediyor? Uğur Yıldız Türkiye, hatırlanacağı üzere, yakın zamanda meydana gelen MİT - KCK arasındaki “Oslo Görüşmeleri” ve bunun yol açtığı AKP - Cemaat kavgasıyla sarsıldı. Tartışmaların kilitlendiği kişi, Oslo’da gerçekleşen MİT – KCK görüşmelerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın verdiği özel yetkiyle katılan, görüşmelerdeki mütabakatta ıslak imzası bulunan ve ses kaydı sızdırılan MİT müsteşarı Hakan Fidan oldu. Ancak Fidan, ne ifade için çağrıldığı savcılığa gitti ne de konu hakkında açıklamalar yaptı. Olayın kilitlendiği noktaya nasıl gelindiği ve nelerin yaşandığı konuyu anlamak açısından önemli. Ki aslında bu, kimin hangi tarafta durduğu ve neyi neden yaptığı bir türlü anlaşılamayan karmaşık ve gizli bir süreç Norveç’in Oslo kentinde MİT ve KCK arasında gizli görüşmede belge ve ses kaydı bilinmeyen bir nedenle basına sızdırıldı. Sızdırmadan ardından, olay 7- 8 Şubat tarihlerinde tüm medya kanallarında manşet oldu. Tartışmalar, suçlamalar, savunmalar da bundan sonra başladı. Suçlamalar alabildiğine ağır yürüdü, tartışmalar alabildiğine sert üslupla yaşandı. Yıllardır askeri mücadele verilen PKK ile MİT adına görüşülmüştü! Vatan hainliği suçu dair gündeme geldi. Olay açığa çıktıktan sonra her cephe kendine göre değerlendirmelerde bulundu. Ama ilk iddialara göre Fetullah Gülen cemaati, Oslo görüşmelerine MİT adına katılan Hakan Fidan’ı istemiyordu ve siyasi alanda ayrılık yaşadığı AKP’yi “uyarmak” için de Fidan, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı eliyle ifadeye çağrıldı.Buna karşın Başbakan Erdoğan da adım attı ve Hakan Fidan’ı sahiplendi. Sonrasında olay; içinde İsrail’i, Özel Yetkili Mahkemeleri, KCK içindeki MİT ajanlarını, MİT Yasası’nı da barındıran çok boyutlu bir hale geldi. Kavga giderek büyüdü ve cemaat ile AKP’nin deyim yerindeyse kozlarını paylaştıkları bir alan haline geldi. Hakan Fidan, MİT eski müsteşarı Emre Taner ve yardımcısı Afet Güneş ile İstanbul MİT Bölge Başkan Yardımcıları Yaşar Yıldırım ve Hüseyin Kuzuoğlu KCK davası için şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldı. Tartışmaların odağındaki isim Hakan Fidan ne ifadeye gitti ne de
22 SPOT
gitmemek adına bildirdiği mazareti kamuoyuyla paylaştı. Bütün bu gizliliğin nedeni Hakan Fidan’ın yaptıklarının ve konumunun AKP - Cemaat arasında yaşanan çatışmayı ifşa edebilecek oluşuydu. Ki Başbakan Erdoğan, Fidan’ı korumak için MİT üyelerinin, Başbakanın özel izni olmadan yargılanamayacağına dair bir yasa hazırladı ve yasa meclisten de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onayından da jet hızıyla geçti. Başbakan, Hakan Fidan’ı sahiplendiği ve söz konusu yasayı hazırlatıp meclis ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onayından geçirdiği eleştirilerin hedefi olduysa da eleştirilere tatmin edici bir yanıt verme-
di. Başbakanın akıllarda kalan tek açıklaması şu yönde oldu;”Sınırları aşan her türlü girişim yetki gaspıdır. Millet iradesinin çiğnenmesidir. Gücünü milletten almayan, milletle aynı yöne, aynı istikamete bakmayan her girişim millet nezdinde Anayasa ve yasalar nezdinde gayrimeşrudur. Biz bu ülkede gayrımeşruluğa izin vermeyiz. Hiçbir zaman seçilmişleri atanmışlara kurban etmeyiz. Kimse kaos, çatışma hayalleri kurmasın. Yargı, emniyet, asker, istihbarat tam bir koordinasyon içinde. Hiçbir provokasyona, tezgaha, fitne girişimine izin vermeyiz, alet olmayız.” Açıklamadaki seçilmiş Hakan Fidan, açıklamanın hedefiyse cemaatin devlet içindeki örgütlenmesinin ta kendisiydi. Tayyip Erdoğan bu açıklama ile adeta meydan okudu ve kavganın devam edeceğinin işaretini verdi. Beklenildiği gibi de kavga devam etti. Hükümet, rövanş alırcasına emniyet birimlerindeki cemaate yakın polis ve emniyet yetkililerinin görev yerini değiştirdi.
Ancak konunun bir de İsrail boyutu var ki pek gündeme gelmedi. Uzun bir dönemdir Türkiye ile sorunlar yaşayan İsrail için de Hakan Fidan istenmeyen adamdı. Çünkü İsrail’e göre Fidan, İran yanlısıydı ve elinde İsrail’in önemli sırları vardı. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak daha önce konuyla ilgili olarak şöyle konuşmuştu; “Türkiye dost bir ülke ve stratejik bir müttefik. Fakat son haftalarda İran destekçisi bir adam Türkiye MOSSAD’ının başına atandı. Onların elinde önemli miktarda sırrımız var. Bu sırları İran’a açabileceğinden endişeliyiz. Bu da çok rahatsız edici.” İsrail ve cemaatin AKP’ye karşı konumlanışı Fetullah Gülen ile Recep Tayyip Erdoğan arasında yaşanan büyük bir ayrımı daha açığa çıkardı ve bu konudaki çatlağı büyüttü. Hatırlanacağı üzere yakın zamanda Filistin’e giden Mavi Marmara gemisi İsrailce saldırıya uğramış ve olayda yaşamını kaybedenler olmuştu. Olaydan sonra Tayyip Erdoğan İsrail aleyhine tutum alırken Fetullah Gülen “otoriteye başkaldırı”ya kızmış ve İsrail’e destek çıkmıştı. Burada kendini gösteren çatlak Oslo Görüşmeleri sürecinde büyüdü ve AKP sıkışmaya başladı. Tüm bunlar yaşanırken; soruşturmayı yürüten savcı Saadettin Sarıkaya’nın İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturmadan alınması olayın fitilini ateşleyen bir diğer olay oldu. İfadeye çağrılan savcı, yaşanan bu meydan savaşında haddini bilmeliydi! Ancak konunun bir de karşı taraf, yani PKK boyutu var. MİT krizi bir başka meseleyi ifşa etti; KCK içine sızmış MİT’çiler. Bu hem devlet hem Kürt tarafında şok etkisi yarattı. Devlet için, KCK içinde MİT ajanları var mı? Kaç kişiler? Esas görevleri ne? sorularını gündeme getirdi. Ancak bu sorulara henüz bir yanıt verilmiş değil. KCK içinde de cevaplanmayı bekleyen ve hareketin kendini sorgulamasını gerektirecek soru işaretlerinin olduğu muhtemel. Ancak Kürt tarafından bu yönlü bir açıklama gelmedi. Hatta bu konunun gündeme gelmesi rahatsızlık yarattı. Yaşanan tartışmalarda ne PKK, ne de BDP’den net bir açıklama gelmedi. Ancak Kürt tarafından yapılan iki önemli açıklamayı burada aktarmakta fayda var. Açıklamalardan ilki Oslo görüşmelerine KCK adına katılan Zübeyr Aydar’dan geldi. Aydar yaşananlara ilişkin “AKP ile Gülen cemaati arasında güç savaşı yaşanıyor. Anlaşıldığı kadarıyla da cemaatin etkin olduğu poliste
bazı tasfiye ve düzenlemeler yapılıyor. Polis de buna karşılık hareketimizle ilgili bilgi ve belgeleri MİT’in arşivinde araklayıp yayınlıyor.” İkinci önemli açıklamaysa KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’dan geldi. Karayılan da “Görüşmelerde sadece MİT yoktu, devlet-hükümet yetkilileri de vardı. Protokolleri de (daha önce Abdullah Öcalan’ın hükümete sunduğu protokoller) 10 Mayıs’ta devlet bize getirdi.” diyerek yaşananlara bir başka açıklama getirdi. Tüm açıklamaların ve yaşananların yanında hala açıklama bekleyen bir çok soru ve gölgede kalmış birçok sorun var; hem devlet hem PKK açısından. AKP ve cemaat işbirliğinde dikişlerin patladığı, yargı kurumlarının oldukça yıprandığı, Kürt sorunun artık geri dönülemez ve askeri boyutu aşan bir hal aldığı ve buna ilişkin devlet içinde farklı
çatışmaların yaşandığı ve neredeyse artık hiç kimsenin hiç kimseden ve hiçbir şeyden emin olmadığı, kuşku ve politik manevraların, kafa karışıklıklarının tam ortasında bir dönemden geçiyoruz. Tam olarak ne yaşandığı bilinmese de hem PKK’nin hem devletin bu olaylardan dolayı itibar kaybettiklerini belirtmekte fayda var. Devlet içinde erklerin yıprandığı ve baskı altında çalıştığı, cemaat ve AKP’nin kadrolaşma uğruna devlet itibarını zedelediği aşikar. Oslo süreciyle devlet, yıllardır tanımıyorum ve muhattap almıyorum dediği PKK’yi tanımış ve muhattap almış oldu. Bununla beraber Öcalan ve KCK heyeti arasında da irtibatı bizzat devletin kendi kurdu. PKK ise süreçten her ne kadar kazanımla çıkmış olsa da KCK içindeki MİT ajanları konusunda tam bir şok yaşadı. Devletin, PKK’nin içine sızdığı, MİT ajanlarının hareket içinde kadro
Hangi ülke en fazla gazeteciyi hapishanede tutuyor? Dexter Filkins (The New Yorker) Eğer Çin diyorsanız, çok yaklaştınız fakat değil. Gazetecileri Koruma Komitesi’ne göre yirmi yedi muhabir orada hapis edilmiş durumda. İran olduğunu tahmin ediyorsanız, daha da yaklaştınız –kırk iki gazeteci içerde-, ancak hala cevabı bulmuş değilsiniz. Kaçınız Türkiye olduğunu düşündü? Hapsetme bağlamında bakıldığında, -uzun süredir Amerika’nın müttefiki olan, NATO üyesi ve İslam demokrasisinin vitrini- Türkiye dünyadaki en baskıcı ülke olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye Gazeteciler Sendikası’na göre, doksan dört gazete muhabiri, mesleklerinin gereklerini yerine getirdiklerinden dolayı, hapsedilmiş durumdalar. Bunların yarısından fazlası, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından beri özgürlüklerini genişletme arayışı içersinde olan, Kürt azınlığa mensuplar. Tutuklanan gazetecilerin sayısı hızla yükselmekte; Ahmet Şık ve Nedim Şener’in Dostları, iki meslektaşlarının isimleriyle kendilerini adlandıran bir grup gazeteci, demir parmaklıklar arkasında tutulan yüz dört gazetecinin detaylı bir listesini derlediler. Tutuklamalar gazeteciler ya da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştirmeyi aklından geçiren herhangi biri için olağanüstü bir korku atmosferi yarattı. Türkiye’yi son ziyaretim boyunca birçok Türk gazeteci, kendilerine, genel yayın yönetmenleri tarafından Erdoğan’ı eleştirmemeleri konusunda telkinde bulunulduğunu anlattı. Bu hafta ki dergide detaylarıyla ele aldığım gibi, gazetecilerin tutuklanması, Erdoğan’ın kendi iktidarına karşı oluşan muhalefeti ezme politikasının bir parçasıdır. 2007’den bu yana, yedi yüzden fazla insan, parlamento üyeleri, askerler, üniversite rektörleri, yardım örgütlerinin yöneticileri ve televizyon sahipleri, tutuklandı. Doğrusunu isterseniz, Türkiye bir demokrasi, ya da en azından öyle olduğu farz ediliyor. Erdoğan’ın ve partisinin 2002 yılında elde ettiği zafer Türkiye’nin siyasi tarihinde yeni bir dönemi temsil ediyordu. 2002 seçimleriyle, ülkeyi kuruluşundan beri yöneten ve ılımlı bir inanca sahip olan Türklere baskı uygulayan seküler azınlık iktidarın dışına itildi.
dahi olduğu, Kürt tarafı için (üstü örtülse de) şaşkınlık yarattı. Gelişmeler bu yönlüyken, 8 Mart’ta medyada İstanbul Adliyesi’ndeki savcıların Mit Müsteşarı Hakan Fidan, emekli müsteşar Emre Taner ve Afet Güneş ile diğer söz konusu iki MİT’çi hakkında soruşturma için başbakandan özel izin istedikleri haberi yer aldı. Bu durum, üzerinden zaman geçmiş olsa da olayın sıcaklığını koruduğunu, daha uzun süre koruyacağını gösterdi. Yine öne çıkan önemli gelişmelerde bir diğeri de ikinci Oslo görüşmelerinin kapıda olduğu. PKK ve devletin uygun koşullar altında yeniden bir araya gelmesi olasılığı konuşuluyor. İlk görüşmelerden ağzı yanan devletin ikinci görüşmelerde yoğurdu üfleyerek yiyeceği şimdiden ön görülebiliyor. Ancak tam olarak ne yaşanacağını görmek için de beklemek gerekecek.
Dokuz yıllık iktidarı boyunca, Erdoğan, birçok olumlu açıdan, Türk toplumunu dönüştürdü. Fakat, Erdoğan’ın Türkiye’si gitgide Putin’in Rusyası’na –bir çeşit tek parti diktatörlüğüne- dönüşüyor. Eğer bu konuyu Türk yöneticilere açarsanız, fazla yol alamıyorsunuz. Geçen ay, Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na, ülkedeki baskılardan söz ettiğimde, öfkeli bir sesle, bunun kendi hükümetlerinin sorumluluğu olmadığını söyledi. Erdoğan’ın bir danışmanı, İbrahim Kalın, tutuklanan gazetecilerin birçoğunun gazeteci değil, terörist ya da sabıkalı olduğunu ve “yalnızca basın kartı sahibi olmanın kimseyi gazeteci yapmayacağını” söyledi. Aralık ayında, Gazetecileri Koruma Komitesi İcra Direktörü Joel Simon, Erdoğan’a bir mektup yazarak, GKK’nın yıllık raporlarını Türkiye’de basın özgürlüğünün bir kanıtı olarak sunmasına bir son vermesini istedi, Simon’a göre durum “tam tersi”. Geçen yıl yayınlanan rapor, Türkiye’de sekiz gazetecinin yalnızca işlerini yaptıkları için hapiste olduklarını gösteriyordu. (Şüphesiz gurur duyulacak bir rakam değil; Simon’un da Erdoğan’a hatırlattığı gibi, bu rakam Türkiye’yi “Burma’nın hemen arkasına” yerleştiriyor) Bununla birlikte, Simon raporun henüz tamamlanmadığını ve diğer şeylerin yanında, raporu tamamlamanın Türkiye’de tutuklanan gazetecilerin sayısını belirlemekteki aşırı zorlukları tarafından güçleştirildiğini, bu nedenle, sekiz sayısının bir başlangıç noktası, bir “olası en az” olduğunu, söyledi. Geçen haftalarda, Simon bir ekibi, hapishanede tutulan gazetecilerin gerçek sayısını belirlemek amacıyla, yüzden fazla davayı incelemeleri için Türkiye’ye gönderdi. Bana çarpıcı, ve muhtemelen Türkiye Gazeteciler Sendikası tarafından duyurulan doksan dört rakamına yakın, bir sayı beklediğini söyledi. Örneğin, geçen Aralık, Simon, Erdoğan’a ülke çapındaki baskınlarda otuza yakın gazetecinin tutuklanmasını kınayan bir mektup gönderdi. (Söylediğine göre, bu gazetecilerin pek çoğu halen içerde.) Simon mektubunda, “Erdoğan’ın GKK’nın raporlarını basın özgürlüğünün delili olarak alıntılaması inanılmaz bir alaycılık” ve “ Türkiye oldukça baskıcı bir ülke” diyor. Unutmayın, gazetecileri tutuklamaya başladığınız zaman, hapishane içinde olmayan gazetecilerin de özgürlük alanı küçülür. Türkiye’deyken görüştüğüm gazetecilerden bir tanesi de, günlük bir gazete olan Milliyet’te, cesur ve lafını sakınmayan bir köşe yazarı olan Nuray Mert’ti. Geçen yıl, Erdoğan’ın açık bir şekilde Mert’i eleştirmesinden sonra, Mert’in toplumsal meseleleri ele alan televizyon programı yayından kaldırıldı. İki hafta önce ise Milliyet’in kendisini kovduğunu söyledi.
Çeviren: Özdeniz Pektaş
SPOT 23
Suriye: yaşananlar, yansıtılanlar ve gerçekler Suriye’de geçen sene başlayan ve medyada geniş yer tutan ama kimsenin neyin doğru olduğunu asla bilmediği süreç iyice düğümlendi. Batı ve Türk medyası kendi halkını katlettiğini iddia ettikleri Esed’i hedef gösteriyor ve muhaliflere karşı silah kullanmaması yönünde uyarılarda bulunuyor. Şiddete ısrarla karşı olduğunu söyleyen ve süreç ilerledikçe iyice saldırganlaşan, savaş diline sarılan, olası bir müdahaleye uluslararası kamuoyunu hazırlayan bu ülkelerden özellikle Türkiye’nin muhaliflere yardım ettiği ve şiddet eylemlerinin desteklediği de ortaya çıktı. Muhaliflerin Türkiye sınırından geçip gündüz savaştıkları ve gece yine aynı sınırdan içeriye girip geceyi burada geçirdikleri medyada yer aldı. Ayrıca Türkiye’ye sığınan Suriyeli yurttaşların sayılarının abartıldığı ve bir kısmının Esed rejiminden değil de başka nedenlerden dolayı Türkiye’ye kaçtığı ortaya çıktı. Tüm bunlara rağmen basın uslanmıyor ve tüm meslek etik kurallarını çiğneyerek manipülasyonlara devam ediyor. Suriye’de yaşananların iyice anlaşılması için bu sayıda bu konuya yer verdik. Suriye’de muhabirlik yapan dostumuz Demir Çalışkan sorularımızı yanıtladı.
başlayan ayaklanmanın içine başka faktörlerin girmesi işin başka taraflarını düşündürmeye başladı.
Öncelikle Suriye’de ne oldu ve nasıl gelişti? Bundan söz eder misin? Suriye’de geçtiğimiz sene 15 Mart’ta Şam’ın Hamidiye çarşısındaki yönetim karşıtı ilk gösteriler başladığında kimse sürecin bugüne kadar geleceğini tahmin edemiyordu. 15 Mart tarihinde sol kesimden muhaliflerin ‘’hürriyet ve siyasi tutuklukların serbest bırakılması’’ talebiyle başlattığı gösteriler, bir kaç gün sonra ülkenin güneyinde bulunan Dera kentinde yaşanan olaylarla farklı bir boyuta uzandı. İddialara göre, okul duvarına ‘’halk rejimin yıkılmasını istiyor’’ şeklinde yazı yazan 15 çocuk güvenlik güçleri tarafından işkenceye maruz kaldı ve bu çocukların tırnakları söküldü. Bu iddia ortamın iyice gerilmesine neden oldu. Aynı iddialara göre Dera’daki aşiret reisleri devlete karşı isyan bayrağını çekmişti ve isyan da burada büyüdü. Bunun üzerine kente sevk edilen ordu güçlerinin burada hiç de adil davranmadığı ve tamamen isyanı bastırma güdüsüyle hareket ettiği bugün bütün Suriye halkının konuştuğu bir konu. Bunun üzerine başta Beşar Esed olmak üzere devlet geri adım atarak Dera istihbarat başkanını ve Dera valisini görevden aldı. Ancak ülkede
Medyadaki bu kirliliğe ve manipülasyona örnek verebilir misin? Uluslararası televizyon kanallarında Suriye güvenlik güçlerinin halka işkence yaptığına dair videolar yayınlanırken, bir görüntüdekilerin Suriye’de değil de Lübnan’da yaşandığı ortaya çıktı. Polis aracının plakası ve konuşulan lehçe gerçeği ele veriyordu. Benzer şekilde Bahreyn’de yaşanmış bir olay Suriye’de yaşanmış gibi servis edildi. Görüntüdeki polislerin üniforması Suriye güvenlik güçlerine ait değildi ve bu görüntünün ‘’Bahreyn Devrimi’’ adlı Facebook sayfasından alındığı ortaya çıktı. Yine, Humus kentinde Hıristiyan bir çocuğun güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğü yönünde bir haber de El Cezire televizyonunda yayınlandı. Ancak çocuğun annesi daha sonra oğlunu silahlı grupların katlettiğini ve olayın ordunun kentten çıkmasından sonra yaşandığını söyledi. Yaz aylarında Hama kentinde gerçekleşen bazı gösterilere katılımın 600 bin civarında olduğu haberleri yayıldı. Ancak 700 bin nüfuslu Hama’daki gösterilere kimilerine göre 10 bin kimilerine göre 50 bin kişi katıldı. Bölgeye bizzat giden Fransız akademisyen Pierre Piccinin,
24 SPOT
Peki ya basın? Basın olayları nasıl yansıtıyor ve aslında yaşananlar neler? Ülkede sıcak hareketlenmeler yaşanırken Suriye medyasının ‘’her şey yolunda’’ yolundaki yayınları karşısında insanlar, başta Katar merkezli ve bizzat Katar şeyhinin politikaları doğrultusunda yayın yapan El Cezire televizyonunu ve diğer uluslararası haber kanallarını izlemeye başladı. Çünkü Suriye medyası tam bir devlet medyasıydı ve güvenilirlilik asçısından yerlerde sürünüyordu. Olayların başlamasıyla da iyice ‘’yalancı çoban’’ konumuna düştü. Ancak ‘Arap Baharı’nı etkileyen en önemli kanallardan El Cezire’nin ise tamamen yanlı bir politika izliyor olduğu anlaşılınca ülkede tam bir bilgi kirliliği yaşanmaya başlandı. El Cezire, El Arabiya, France 24 televizyonları tamamen Şam yönetimi karşıtı bir politika izlerken, Suriye medyası bu söz konusu kanalların haberlerini yalanlama üzerine kurulu bir politika izlemeye başladı.
döndükten sonra Hürriyet’e anlattığı ve ‘’Bir Başka Suriye’’ adıyla yayınlanan makalede televizyon kanallarındaki haberlerden farklı şeyler anlatıyordu. Piccinin 15 Temmuz’da katıldığı ve gösterici sayısının 10 binin üzerinde olmadığı bir gösterinin bazı haber ajanslarının gösterici sayısını 500 bin diye servis ettiklerini de belirtti. Yine El Cezire televizyonunda, Şam’ın en büyük meydanı olan Emevi Meydanı’na doğru binlerce insanın akın ettiğini ve meydanda bulunanların yönetim karşıtı gösteri düzenlediği şeklinde yer alan haber tamamen asılsızdı. BM Güvenlik Konseyi ve Arap Birliği zirvelerinden önce ölü haberlerinin artması, ölenlerin sayısının yüzlerle ifade edilmesi artık alışıldık hale geldi. Üstelik toplu katliam haberlerinden sonra kafalar daha da karışıyor ve toplu katliam görüntülerinde ölenlerin muhalif olmadığı bazı muhalif grupların kaçırdığı polis veya yönetim yanlısı kişiler olduğu Şam sokaklarında çokça konuşulan iddialardan sadece bir tanesi. Şimdiye kadar televizyon kanallarında yayınlanan görüntülerin hiçbirinde güvenlik güçlerinin halka ateş açtığına dair açık bir görüntü yayınlanmadı. Muhalifler kimlerdir? Ne durumdalar? Ülkede olayların başlamasıyla en çok tartışılan kavramlardan birisi de muhalif kavramı oldu. Başta Suriye Ulusal Konseyi olmak üzere yurtdışında bulunan muhalifler Suriye’de tanınan isimlerden oluşmuyor. Bilinen isimlerden çoğu da kötü bir izlenim bırakmış. Müslüman Kardeşler hariç hiçbirinin Suriye içinde bir tabanı olmadığı bugün herkes tarafından bilinen bir başka konu. Suriye basınında çıkan bazı haberlere göre ise Suriye Ulusal Meclisi (SUK) içerisinde daha önce yolsuzluk yapıp yurt dışına kaçan isimler de var. Muhaliflerin arasında Abdülhalim Haddam ve Rıfat Esad gibi isimlerin olması da Suriyelilere komik gelen durumlardan sadece bir tanesi. Üstelik muhaliflere muhalif sıfatı kazandırmak için harcanan uluslararası çaba da Suriyelilerin gözünden kaçmıyor. Dış müdahale çığırtkanlığı yapmayan ve Suriye içerisinde bulunan, genellikle sol kesimden olan muhaliflerin halk üzerindeki etkisi ise tamamen sıfır. Üstelik bazı basın kuruluşlarına verdikleri demeçlere göz atıldığında, dış müdahaleye tamamen karşı çıksalar da
ABD ve Fransa gibi ülkelerin krize müdahale etmesini ‘’uluslararası dayanışma’’ şeklinde nitelendirmeleri, sadece Rusya ve İran’ın tutumlarını eleştirmesi bu muhaliflerin konuya ne kadar hakim olduklarına dair kafada soru işaretleri yaratıyor. Besam El Kadı adlı muhalifin bir makalede, ‘’geçtiğimiz yıllarda Hama’da ne yaşandıysa bu sene de aynısı yaşandı’’ ifadelerini kullanarak her iki isyanın da radikal dinci grupların işi olduğunu dile getirmesi de dikkat çeken bir diğer husus. Rejim ne kadar dayanır? Öngörülerde bulunmak mümkün mü? Bugüne kadar rejimin ömrüyle ilgili birçok şey yazıldı. Bazıları Ramazan ayında rejim gösterilere dayanamaz dedi, bazıları iki hafta veya iki ay gibi süreler verdi. Ancak gelinen noktada yönetimden en büyük kopuş petrol bakan yardımcısı düzeyinde oldu. Ordudan kaçan subayların sadece kendilerinin kaçmış olması da Suriye ordusuna büyük bir darbe indirmişe benzemiyor. Üstelik Özgür Suriye Ordusu adı altında silahlı eylemler yürüten örgütün, kendi deyimleriyle direnişe geçen örgütün merkezi bir komuta kademesinin olmadığı da çok aşikar. Üstelik bu orduyu oluşturanların çok azının
ordudan kopan askerler olduğunu bu örgüte ait görüntülerden çok net anlayabiliyoruz. Ordudan kopan asker sayısının bazen 40 bin civarında olduğu iddia edilirken çok sonra Arap basınında ‘’ordudan kopmalar çoğalıyor, ordudan kopanların sayısı 20 bini geçti’’ şeklindeki haberleri çokça okuduk. Geçtiğimiz günlerde Suriyeli mültecilerin kaldığı kamplara giren gazeteci Tayfun Talipoğlu’nun anlattıkları da bir hayli ilginç. Tayfun Talipoğlu’nun anlattıklarına benzer olarak Şam’da bindiğim bir taksinin şoförü bana kuzeninin ordudan kaçıp Türkiye’ye sığındığını ve nedeninin daha önce aldığı disiplin cezasından kurtulmak olduğunu söylemişti. Rejim çökmeyince, Beşar Esed’in ailesinin kaçtığı, eşinin kaçmak istediği ancak kaçamadığı gibi iddialar son günlerde Esma Esad hakkında çıkan haberler ve artık bel altı vurmaların başladığının çok açık işareti. Yaşananlar komplo mu halk hareketi mi ya da yaşananların halk hareketi teşkil eden bir yönü var mı? Bir yılı aşkın bir süredir Suriye’deki olaylarla ilgili en önemli soru budur herhalde. Bu bir komplo mu yoksa halk hareketi mi? Burada Suriye’de bir diktatörün hüküm sürdüğü, ülkede siyasi
hakların hiç olmadığı, Suriye’de isyan eden bir kesimin olduğu tartışma kabul etmeyen bir gerçek. Ancak bu isyanın rejimi devirecek güçte ve gösterilen boyutlarda olmadığı da aşikar. Ancak ABD’nin İran-Hizbullah bağlantısını kesmek istemesi, bölgede “Şii hilali”ne karşı “Sünni hilali”nin güçlendirilmek istenmesi ve Suriye’nin burada kilit noktada yer alması, yıllarca ABD’nin Suriye’den talepleri olduğu ve bu ülkeyi vurmak istemesi, Suudi Arabistan’ın laik Suriye rejimini devirmek için yıllardır para akıtıyor olması da gerçektir. Bugün Suriye’de yaşananların medyada bu kadar yer almasının ve uluslararası siyasetin Suriye’de yaşananlarla bu kadar ilgilenmesinin, sadece Suriye halkını koruma güdüsünden kaynaklanmış olduğunu söylemek bir mizah konusu olur herhalde. Üstelik ilk zamanlarda İçişleri Bakanlığı önünde yapılan oturma eylemi ve siyasi tutukluların serbest bırakılması talebinin yarattığı devrim heyecanını, camilerden ellerinde Kur’an-ı Kerim’lerle çıkan ve cihad çağrısı yapan sakallı amcalar ve başka yerlerde ‘’Aleviler mezara, Hıristiyanlar Beyrut’a’’ şeklinde slogan atan göstericiler tarafından, rejimin baskısına gerek kalmadan yok edilebileceğini unutmamak gerekir.
SPOT 25
“Digital Aktivizm” mi, “Aktivizm” mi? Dr. Özgür Uçkan Dijital aktivizm yararlı mı zararlı mı diye tartışmak yerine, onu nasıl daha yaratıcı, etkili ve derinlikli bir şekilde kullanırız sorusunu sormak daha mantıklı... Belki de bir süre sonra “dijital aktivizm” yerine düz bir biçimde “aktivizm” diyeceğiz; çünkü aktivizmin her türü zaten dijital ortamı ve ağ yapılarını doğal olarak kullanıyor olacak. “Dijital aktivizm”, farklı aktivizm türlerinin internet kullanımına verilen genel bir isim. Terimin “internet aktivizmi”, “e-aktivizm”, “siber aktivizm” gibi farklı kullanımları da var, ama dijital aktivizm yerleşmiş görünüyor. İnternetin aktivist kullanımı ise, belli bir amacın savunusu, bu amaç etrafında veya belirli bir eylemi gerçekleştirmek için örgütlenme, amaca yönelik mesajları bir iletişim kampanyası çerçevesinde kitlelere iletme, amaç doğrultusunda lobi faaliyetleri gerçekleştirme, internet üzerinde eylem gerçekleştirme (boykot, site karartma vb.), amaca yönelik kaynak toplama / fon oluşturma, hükümetler veya şirketlerin faaliyetlerini izleyerek düzenli olarak raporlama (watchdog) gibi temel aktivist faaliyetlerin, başta sosyal medya olmak üzere geniş kitlelere gerçek zamanlı bilgi akışı ile ulaşmaya imkan tanıyan alanlarda veya blog, vlog, podcast, video, fotoğraf paylaşım siteleri gibi alanlarda gerçekleştirilmesi anlamına geliyor. Yukardaki bu temel faaliyetlerin yanı sıra, dijital aktivizmi, dijital ortamı / interneti, bu ortamın dışındaki, sokaktaki faaliyetler için bir iletişim ve örgütlenme platformu kullanmak ve doğrudan dijital ortamın / internetin kendisiyle sınırlı faaliyetler için kullanmak olarak da ikiye ayırabiliriz. İlkine herhangi bir amaçla gerçekleştirilecek bir protesto yürüyüşünü Facebook ve Twitter üzerinden örgütlemeyi, ikincisine de interneti sansürleyeceği, baskılayacağı düşünülen bir yasal düzenlemeyi protesto etmek için blogların, internet sitelerinin kendilerini belli bir mesajla geçici bir süre karartmalarını örnek olarak verebiliriz. Dijital aktivizm, daha internet ortada yokken, ilk ağ deneyimlerine kadar izi sürülebilecek bir oluşum. ARPANET zamanlarında, yani Pentagon ve belli üniversiteler arasında kurulan ilk ağ döneminde, 1960’ların sonunda, bu ağın geliştirilmesine katılan bilim adamları
26 SPOT
ve öğrenciler sosyal medyanın ataları diyebileceğimiz e-posta grupları kurmuşlar, buralarda bilim-kurgu vb. yanı sıra politika da tartışıyorlar, örgütleniyorlar, yani “dijital aktivizm” yapıyorlardı. Nitekim dijital aktivizmin ilk biçimlerinden “kripto-anarşizm” (anonimliği korumak için bireylerin güçlü şifre algoritmaları kullanma hakkını savunan ve bu sistemleri herkesin erişimine açan anarşist bir hareket), “siber-punk” (80’lerde distopyan bilim-kurgu içerisinde doğmuş ve politikaya doğru genişlemiş bir yeni-punk hareketi), “hacktivizm” (“hacker etiği” temelinde bilginin özgür dolaşımını için hack’leme faaliyetlerinde bulunan politik hacker hareketleri) gibi gruplar bu çevrede doğdu. Daha sonra, 1974’de ARPANET’in ticari versiyonu “Telenet”in yaratılması, 1978’de yayına geçen “Bulletin Board System”ler (BBS), 1979’da “Usenet”, 1982’de “TCP/ IP”, 1984’te DNS (Domain Name Service) sistemlerinin oluşturulması, 1986’da ABD Ulusal Bilim Vakfı’nın “NSFNET”i geliştirmesi, 1986’da ortaya çıkan “haber grupları” (newsgroup), 1988’de “IRC”nin (Internet Relay Chat) patlaması ve 1991’de “HTML” ve “HTTP”nin çıkagelmesiyle bugün bildiğimiz anlamda internetin doğuşu... Bütün bu adımların her birinde dijital aktivistler sistemin içinde cirit atıyorlardı... Bu da doğaldı, çünkü bu sistemleri geliştirenlerin önemli bir kısmı aynı zamanda aktivistti. Daha sonra internetin büyük bir hızla gelişmesi, küreye yayılması ve nüfusunun üstel olarak artmasıyla dijital aktivizm de etki alanını ve derinliğini artırarak çeşitlendi. Dijital aktivizmin tarihini işaretleyen önemli bir kaç olay var: “1999‘daki Seattle Dünya Ticaret Örgütü toplantısı, mobil iletişim ve internetin akıllı örgütlenme etkisiyle küreselleşme karşıtı hareketin simgesine dönüştü. Bir milyon Manilalı, 20 Ocak 2001’de virüs gibi yayılan SMS mesajlarıyla Filipinler Başkanı Joseph Estrada’yı düşürdü. Bu tarihe “en kalabalık miting” olarak geçti.”i “Yine bunu Zapatistalara götürmek mümkün, internet aynı zamanda bilgiyi yaymanın bir yolu, yıllarca Meksika’nın dağlık bölgelerinde milisler, hükümete bağlılar ama değilmiş gibi gözükerek, köylerde katliamlar yapı-
yorlardı. Son yapılan katliamı Zapatista gerillaları çekip internetten yayınladılar, iki saat içinde hükümet hemen bir soruşturma başlatıp özür dilemek zorunda kaldı ve bir daha da öyle bir katliam yapılamadı, bu dediğim 1997’de oluyor.”ii Dijital aktivizmin etki ve kapsamını daha iyi anlamak için, bu önemli olaylara, mevcut sivil toplum kuruluşlarının, yurttaş inisiyatiflerinin interneti giderek daha yoğun bir şekilde kullanmaya başlaması; “Electronic Frontier Foundation” (EFF – Elektronik Ufuklar Vakfı), “Electronic Privacy Information Center” (EPIC – Elektronik Mahremiyet Bilgi Merkezi), “Center for Democracy and Technology” (CDT – Demokrasi ve Teknoloji Merkezi), “Siber Haklar” (Cyber Rights), “European Digital Rights Initiative” (EDRI – Avrupa Dijital Haklar İnisiyatifi) gibi internete özel sivil toplum kuruluşlarının kurulması; Japonların “Futaba Channel”ı temelinde gelişen 2Chan, 4Chan gibi “imageboard” forum sistemlerinde (metin yerine imgeleri kullanan bir tür çevrimiçi tahtaya not bırakma sistemi) ortaya çıkan “Anonymous”, “LulzSec” gibi hacktivist hareketlerin yükselişini de eklemek gerek. Ama dijital aktivizmin neredeyse gündelik hayatımızın bir parçası haline gelmesi, özellikle WikiLeaks’in 2010 sonunda, ABD Dışişleri Bakanlığı ile konsoloslukları arasındaki özel yazışmaları içeren “Cablegate” sızıntılarını yayınlamaya başlamasına rastlar.iii O andan sonra her şey kızıştı. “Hemen ardından da Arap Baharı patladı, sosyal medyanın muhaliflerin örgütlenme, iletişim ve kamuoyu oluşturma çabalarında ne kadar etkili olduğu görüldü. Sonra Yunanistan, İspanya, “Öfkeliler Hareketi” (Los Indignados), İsrail, Londra yağmaları derken “Wall Street’i İşgal Et!” (OWS) eylemleri giderek yerküreye yayılan işgal hareketlerine dönüştü. Bu eylemlerin her birinde internetin, sosyal medyanın ciddi bir mevcudiyeti var.”iv Bu kadarla da kalmadı: Telif lobilerinin interneti denetim altına almak ve bu ko-
nuda ABD hukuksal otoritesini küreselleştirmek için dayattıkları SOPA ve PIPA yasa tasarıları internette çok güçlü bir muhalefetle karşılaştı. “18 Ocak 2012’de şimdiye kadar görülmüş en büyük çevrimiçi protesto eylemi gerçekleştirildi: Yüzbinlerce web sitesi greve giderek kendilerini karattılar. Türkiye’den de “internet tutulması” adı altında destek gelen bu küresel eylem sonucunda 10 Milyonu aşkın imza ve 3 milyonu aşkın e-posta kongreye gönderildi. Her iki etiket de sosyal medyada dünya trendi haline geldi. Eylemin hemen öncesinde Obama yönetimi tasarılardan desteğini çektiğini açıkladı. Kongre ve
Elle kopyalanan manifestolar olmadan Fransız İhtilali, matbaalarda gizli gizli basılan bildiriler olmadan 1948 Devrimleri, telgraf ve rotatifler olmadan Ekim Devrimi’ni düşünmek nasıl imkansızsa, bugün en temel iletişim ve etkileşim ortamımız internet olduğuna göre, kullanımı kaçınılmaz. Senato’da tasarılara karşı çıkan temsilci sayısı eylem öncesinde sadece 3 iken, eylem sonrasında 33 oldu ve tasarıların görüşülmesi iptal edildi.”v Ardından telif lobilerinin ülkelere dayatmaya çalıştığı ACTA (Anti-Counterfaiting Trade Agreement) uluslararası anlaşma tasarısı da diğer girişimlerle aynı kaderi paylaştı; yoğun küresel protestolar sonunda, önce anlaşmayı imzalayan AB ülkeleri tasarıyı Lahey Adalet Divanına göndermeye karar verdi. Burada bir paragraf açıp, dijital aktivizmin sorunlu bir tarafından da söz etmek gerek. İnternet üzerinde bir kaç yere tıklayıp, bir kaç şey paylaşıp aktivist huzura erme, böylece de etkisizleşme tehlikesine işaret etmek için, “slacktivism” (dijital
tembellik), “clicktivism” (tıklamacılık) gibi terimler üretildi. Bu terimler, benim “dijital fanus etkisi” dediğim bir sorunu ortaya koyuyor: “Dijital aktivizmin en önemli sorunu, “dijital fanus etkisi” diye adlandırdığımız bir dezavantajdan kaynaklanıyor: İnternetle sosyalleşen insanlar, bir banner’a tıklayarak Afrika’daki açları doyurduğunu, yağmur ormanlarını kurtardığını veya ozon deliğini kapattığını düşünmeye başlıyor! [Ancak] ağlarla gerçekliği [birleştirebilenler] bu fanus etkisini kırabiliyorlar. Dijital aktivizm, dijital olmayan hedeflere yönelik olarak ancak “hibrid” yapılarda işe yarıyor: Yani sokakla buluştuğu zaman…”vi Adına ister dijital aktivizm isterse başka bir şey diyelim, bence internetin aktivist faaliyet için kullanımı artık kaçınılmaz. Bunun nedeni de iletişimin her zaman her türlü sosyal hareketin ayrılmaz bir parçası olmuş olması. Elle kopyalanan manifestolar olmadan Fransız İhtilali, matbaalarda gizli gizli basılan bildiriler olmadan 1948 Devrimleri, telgraf ve rotatifler olmadan Ekim Devrimi’ni düşünmek nasıl imkansızsa, bugün en temel iletişim ve etkileşim ortamımız internet olduğuna göre, kullanımı kaçınılmaz. O yüzden yararlı mı zararlı mı diye tartışmak yerine, onu nasıl daha yaratıcı, etkili ve derinlikli bir şekilde kullanırız sorusunu sormak daha mantıklı... Belki de bir süre sonra “dijital aktivizm” yerine düz bir biçimde “aktivizm” diyeceğiz; çünkü aktivizmin her türü zaten dijital ortamı ve ağ yapılarını doğal olarak kullanıyor olacak. Çünkü biz tartışırken, devletlerden şirketlere her türlü iktidar odağı, internetin kendileri için temsil ettiği tehdidin farkına varmış görünüyorlar. Türkiye, internet sansürü bakımından dünyanın en berbat durumda olan ülkelerinden biri. Devlet, interneti özel hayatımıza kastedecek, bizi dinleyip, gözetleyip fişleyecek bir biçimde kullanıp, bilgiye erişme, haberleşme ve ifade özgürlüğümüzü kısıtlayacak bir biçimde sansürlüyor. Dünyada da devletler ve şirketlerin internete yönelik saldırıları her geçen gün artıyor. “Halklar ve iktidarlar arasındaki bu savaşın yükselerek süreceğini öngörmek mümkün. Eski ekonomi ve bunların internetteki kurumsal uzantılarının çıkarlarını koruyan devletler ile internetin gerçek sahipleri arasındaki savaş giderek kızışıyor. Dijital öncüler yerini dijital yerlilere bırakmaya, yani internet nüfusu fiziksel dünyayla örtüşmeye başladığından bu yana, hükümetler, uluslararası kuruluşlar, kurumsal dünya ve internet vatandaşları, “netdaşlar” bu alanın egemenliği için kıyasıya bir mücadele içinde. Elektronik casusluktan sistem saldırılarına,
gözetim tekniklerinden erişim engellemeye, sansür ve filtre çabalarından interneti ulusal sınırlar içerisine kapatma veya BM türü uluslararası bir otorite oluşturma sevdasına, devletler ve endüstriyel kompleks her yolu deniyor. Bunun karşısında da, ağın gayrimerkezi yapısından güç alan mahremiyet koruma, anonimleştirme, kriptolama, sanal veri limanları, derin ağ gibi “görünmez internet projeleri”, yani savunma hattı ve çok çeşitli karşı saldırı teknikleri netdaşların kullanımına açık. Çıta giderek yükseliyor: Artık “Büyük Birader”in her adımı “küçük biraderler” tarafından izleniyor ve hiçbir şey gizli kalmıyor! Halk bilgiyi talep ediyor ve bilgi eyleme dönüşüyor. Dezenformasyonla enformasyon, gösteri ile hakikat arasındaki bu savaşın cephesi ise, sadece ağlar değil, zihinlerimiz... İktidarlar ürküyorlar, çünkü ipin ucunu çoktan ellerinden kaçırdılar ve çabaları, ister sözde hukuki, ister teknolojik olsun, anında boşa çıkarılıyor. Buna, Ahmet Şık’ın basılmadan yok edilmek istenen kitabı “İmamın Ordusu” internetten okunma rekorları kırdığında, bu sivil itaatsizlik eyleminde de tanık olduk. Bu örnekler her yerde pıtrak gibi çoğalıyor. Sokağın dili, sokağın coşkusu, sokağın öfkesi her yerde... İnternetin kendisi küresel bir sokak...”vii NOTLAR 1. Özgür Uçkan, “Akıllı Ağ Çeteleri ve WikiLeaks”, Digital Age, 2011 / 01, sf. 90 - 91 2. Özgür Uçkan, “İletişim her zaman devrimlerin asli bir parçasıdır”, Röportaj, Emek Dünyası, 24.06.2011, http://emekdunyasi.net/ed/teknoloji/13111-iletisimher-zaman-devrimlerin-asli-bir-parcasidir 3. Bkz. Özgür Uçkan & Cemil Ertem, Wikileaks: Yeni Dünya Düzenine Hoşgeldiniz, Etkileşim Yayınları, 2011 4. Özgür Uçkan, “Dijital Aktivizm, Hacktivizm, Kripto-Anarşizm ve ‘Siber Savaş’ – 2”, SosyalSosyal, 13.03.2012, http://www.sosyalsosyal.com/dijitalaktivizm-hacktivizm-kripto-anarsizm-vesiber-savas# 5. Özgür Uçkan, “SOPA’yı kırdık!, BTHaber, S:856, 30 Ocak – 5 Şubat 2012, http://www.bthaber.com.tr/?p=18687 6. Özgür Uçkan, “Dijital aktivizm ne kadar etkili?”, Gennaration, S:5, Mayıs 2010, http://www.gennaration.com.tr/yazarlar/dijital-aktivizm-ne-kadar-etkili/ 7. Özgür Uçkan, “İletişim örgütlenmektir!”, Evrensel Kültür, Temmuz 2011, sf. 44 * İstanbul Bilgi Üniversitesi
Alternatif Bilişim Derneği
SPOT 27
kitap Foti Benlisoy 21. Yüzyılın İlk Devrimci Dalgası Agora Kitaplığı, 311 s. Foti Benlisoy, Fransa’daki 2005 ayaklanmalarından 2009 Yunanistan isyanına ve oradan Arap Devrimlerine uzanan süreçte Yeniyol, Mesele, Bianet gibi çeşitli yayınlarda yazdığı değerlendirme yazılarını topladığı bu kitabında, sol içinde yoğun tartışmalara neden olan bu olayları bütünlüklü bir bakış açısıyla gözler önüne seriyor. Arap coğrafyasında yaşanan başkaldırı hareketlerini ABD dizaynı olarak değerlendiren anlayışla yaptığı tartışmalarda, süreci Arap Devrimleri olarak tanımlıyor. Kitabın son bölümünde ise AKP’nin yeni stratejisiyle yoğun bir saldırı altında kalan Kürt Hareketi ve AKP’nin bu saldırısının meşruluğunu kazanmada yoğun çaba harcayan sol liberallerin tavrı ele alınıyor. “Uzun 2011’in en büyük kazanımıysa, devrimin yeniden bir güncel seçenek olarak düşünülür kılınmasıdır. Her renk ve eğilimden bütün sol adına, kapitalizmin nihayet sonunu düşünebilmek dahi devasa bir adımdır.” (Kitaptan)
28 SPOT
Yeni Çıkanlar
Annie Thebaud-Mony Çalışmak Sağlığa Zararlıdır Çev. Ayşe Güren Ayrıntı Yayınları, 285 s. Dünyanın her yerinde, ‘rekabet edebilirlik’ adına, çalışma hayatı öldürüyor, yaralıyor, binlerce kadını ve erkeği hasta ediyor. Sağlıklarına ciddi biçimde zarar verdiğini bilseler de, bu insanların, geçimlerini sağlayabilmek için bu tür işlerde çalışmaktan başka çaresi yok... Fransa’da, iş kazalarından günde iki, asbeste bağlı hastalıklardan sekiz kişi ölüyor. İki buçuk milyon çalışan her gün işyerlerinde kanserojen kokteyllere maruz kalıyor. “Çalışmak sağlığa ciddi biçimde zarar verebilir mi?’ Bu soruyu bir Fransız sosyolog, Annie ThébaudMony, önce kendi ülkesi için soruyor; sonra da Fransa dışına (Kanada, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika’ya) bakıyor ve ne yazık ki, ‘evet; hem de çok ciddi biçimlerde…’ diye yanıtlıyor. Kapitalizmin, pek çok kişi tarafından tarihe karıştığı sanılan trajik bir yüzünün 21. yüzyıl başlarındaki çirkin görüntülerini ortaya koyan bu canlı ve önemli çalışma, emeğin ve emekçinin kaderiyle, gönenciyle ilgilenen Türkiye’den okurları da yakından ilgilendirecektir.” Prof. Dr. Korkut Boratav
Komünist Manifesto Manga Çev. İnan Öner Yordam Kitap, 192 s. Karl Marx’ın temel yapıtı Kapital’in çizgi romanı Kapital Manga’yı 2009 yılında okurlarla buluşturan Yordam Kitap, şimdi de bilimsel sosyalizmin en yaygın belgesi Komünist Manifesto’nun çizgi romanı Komünist Manifesto Manga’yı yayınlıyor. Karl Marx ile Friedrich Engels tarafından kaleme alınan Komünist Manifesto’nun ilk basımı 1848 Şubatında Londra’da yayınlandı. O tarihten bugüne belli başlı dünya dillerinde sayısız basımı yapıldı; bugün de yaygın bir ilginin konusu olmaya devam ediyor. Bu ünlü tarihsel belgenin özünü, çizgi roman formunda, bir öykü ile iç içe sunan Komünist Manifesto Manga, hem Manifesto’nun içeriğini merak eden okuyuculara hem de çizgi roman-manga tutkunlarına zevkli bir okuma vaat ediyor. “Bu küçük kitapçığın ağırlığı pek çok cilde denktir. Bugüne dek uygar dünyada örgütlü ve mücadeleci proletaryanın tümüne hayat ve hareket veren onun ruhudur.” (Lenin)
Silvia Federici Caliban ve Cadı Çev. Öznur Karakaş Otonom Yayıncılık, 192 s. Caliban ve Cadı kapitalizme geçiş sürecinde bedenin bir tarihidir. Silvia Federici, geç ortaçağların köylü ayaklanmalarından cadı avlarına ve mekanik felsefenin doğuşuna kadar toplumsal yeniden üretimin rasyonelleştirilmesini araştırır. Asi bedene karşı savaşın ve beden ile zihin arasındaki çatışmanın, nasıl modern toplumsal örgütlenmenin iki merkezi ilkesinin, yani “emek gücü” ile “kendi bedeni ve yaşamı üzerinde mülkiyet hakkı”nın gelişiminin temel koşullarını oluşturduğunu gösterir. “Postmodernizmin neoliberal çağında proletarya, tarihin sayfalarından silinmiş durumda. Silvia Federici, proletaryanın hikâyesini ta en başından, doğum sancılarıyla birlikte anlatarak ona tarihsel önemini geri kazandırır. Bu kitap bir hatırlamanın, insanlığın belleğinde kıtlık, katliam ve kölelik kadar derin ve acı veren bir yara açan, kadınların bedenine kazınmış bir travmanın kitabıdır. Federici, proletaryanın doğuşunun kadınlara karşı bir savaşı gerektirdiğini ve bu savaşın yeni bir cinsel sözleşmeyi ve yeni bir patriyarkal dönemi, yani ücret patriyarkasını başlattığını gösterir.”
Yaklaşan İsyan: Öfkelenmek Yetmez Harekete Geç 2008’de başlayan küresel ekonomik kriz, başta Avrupa olmak üzere, dünyanın birçok coğrafyasında kitlesel yoksullaşma ve işsizliği beraberinde getirdi. 30 yaşına kadar ailesinden kopamayan, güvencesiz koşullarda çalışa(maya)rak altı ayda bir işsiz kalan, emekli olması uzak bir hayal haline gelen “600 Euro gençliği”nin öfkesi bu dönemde ortaya çıktı. 2011 yılı boyunca İspanya’dan Yunanistan’a kadar Tahrir’den etkilenen meydan işgalleri yaşandı. Meydanları işgal eden bu kitle kendisine “Öfkeliler” ismini taktı. Bunun nedeni Fransız sosyal demokrat Stephane Hessel’in yazdığı “Öfkelenin” isimli kitaptı. 94 yaşındaki Hessel, gençlere, neoliberal masallara inanmamalarını, onurları ve gelecekleri için, bunları ellerinden alanlara karşı öfkelenmelerini, harekete geçmelerini öğütlüyordu. Kapitalist sistemin çürümüşlüğünü, şaşırtıcı bir berraklıkla ortaya koyan Hessel’in öfkelenme çağrısı ise barışçıl gösterilerle sınırlıydı. Bundan dolayı olacak ki, bu kitabın yarattığı etki egemen sınıfları çok korkutmadı. Ana akım medyada uzun uzun kitap tahlilleri yapıldı, Hessel insanlara tanıtıldı. Ancak son dönem Avrupa’da yaygınlaşan bir kitap var ki, her yeni bir dile çevrildiğinde düzen bekçilerinin yürekleri bir kez daha hopluyor: Yaklaşan İsyan. Yaklaşan İsyan Bundan birkaç ay önce, ABD’nin muhafazakar ve cumhuriyetçi televizyon sunucusu Glenn Beck, Fox TV’deki programında 7 dakika boyunca bu kitabı tanıttı. Dünya kapitalizminin düştüğü sefil durumdan yakınan Beck, Görünmez Komite tarafından yazılan Yaklaşan İsyan isimli kitabın ABD’de yayınlanmasını bir felaket olarak yorumladı. Kitabın kapitalizme karşı açık bir şiddet çağrısı olduğunu, ekonominin durumundan yararlanmak isteyen teröristlerin elini güçlendirdiğini, böyle kitapların yayınlanmaması gerektiğini telaş içinde anlattı durdu (Bence kitabın en etkili tanıtımı bu programda oldu, böyle sıkıcı yazılar okumak yerine Youtube’tan bu videoyu bulup izleseniz daha iyi olur). Görünmez bir komite tarafından yazılan bu kitap nedeniyle, 2008 yılında Fransa’nın Tarnac köyünde komünist bir komün kuran dokuz kişi tutuklandı. Tutuklanma nedenleri sadece kitabı yazdıklarından şüphelenilmeleri değil, aynı zamanda kitabın hedeflerinden birini, yani elektrik ağlarının sabote edilmesini gerçekleştir-
diklerinin iddia edilmesiydi. Bu süre içerisinde kitabı yazdığı iddia edilen Julien Coupat üzerinde yoğun bir medya manipülasyonu işletildi. Fransa’nın en büyük ilaç şirketinin genel müdürünün oğlu olan ve en iyi okullardan mezun olan Coupat’nin itibarı -ve dolayısıyla kitabın itibarı- medya eliyle yıkılmaya çalışıldı. Peki, Hessel’in kitabının aksine düzen bekçilerini de öfkelendiren bu kitap neden bu kadar etkili oldu?
Şehrin devridaimini sekteye uğratmak Yedi bölüm şeklinde yazılmış kitap, insan yabancılaşmasından, eğitime, çalışmaktan, şehir ve kır ilişkisine kadar birçok konuyu radikal bir şekilde ele alıyor. Kapitalist pazarlama yöntemlerinin insan kişiliği üzerinde yarattığı yabancılaşmayı, düzen tarafından hergün yeni bir rolle donatılmamızı, zeki olmayı çarpık ilişkilere uyum sağlamakla ölçen anlayışı yerden yere vuran kitap, “kendi kendilerini idare etmeyi reddedenler için depresyon bir hal değil, politik ayrışmaya doğru bir geçit, vazgeçme, dışarı adım atmadır.” diyerek insanları bu cendereden çıkmaya çağırıyor. “Öfkelenin” kitabının aksine Yaklaşan İsyan, felaketin insanlara iş bulunamamasında değil, işin kendisinde olduğunu söylüyor: “Felaket yok edilmesi, kökü kazınması gereken her şeyde, işin var olmanın tek yolu olmasında yatıyor.” Neo-liberalizm öncesi üretim ilişkilerinin dağıldığını ve otantik bir işçi sınıfının kalmadığını savunan kitap artık ekonomik üretimin toplumun bütün kesimlerini içine alan bir süreç olduğunu vurguluyor: “Günümüzde iş, mal üretiminin ekonomik gerekliliğinden çok, üretici ve tüketiciler üretmenin, iş düzenini mümkün mertebe korumanın
politik zorunluluğuna bağlıdır. Artık bireylerin iş gücünden ziyade kendisini satması, yaptığı işe değil olduğu şeye, toplumsal kodlarımızın eşsiz derin bilgisine, ilişki kurma becerilerimiz, gülümsememiz ve kendimizi ifade ediş şeklimize ücret ödenmesi mümkün hale gelmiştir.” Görünmez Komite, devrimci bir ayaklanmanın, büyük metropollerin bağrında günden güne geliştiğini söylemekte. Devrimci ayaklanmanın ortaya çıkışının ilk adımı ise metropolün devridaim mekanizmasını sekteye uğratmak, yani ulaşım, elektrik ve iletişim ağlarının sabote edilmesi. 2002 yılında ABD’li liman işçilerinin, arkadaşlarının işten çıkartılmasını engellemek için yaptıkları on günlük liman işgalinin, ülkeyi bir milyar dolar zarara uğratması bu konuda örnek olarak veriliyor. İyi kapitalizm mi, başka bir dünya mı? Kapitalizmin zor bir durumda olduğunu, insanların kapitalizme olan güveninin sarsıldığını artık en pespaye burjuva yazarları dahi söylüyor. Ortalık, savurgan ekonomik yönetimlerin eleştirilerinden geçilmiyor. Bu konularda yazan hemen herkes daha adaletli ve insani bir kapitalizm istiyor. Biraz daha radikal olanlar, insanların adaletli kapitalizm için öfkelenmesini söylüyor. İşte Yaklaşan İsyan, kapitalizmin adaletli ve insani olamayacağını, onu hemen bugün, iş ve insan ilişkilerinden başlayarak yıkmak gerektiğini söyleyerek diğer eleştirilerden ayrılıyor. Krizin değil kapitalizmin kendisinin bir felaket olduğunu savunan Görünmez Komite, çalışmanın reddedilmesini ve her alanda komünist komünler kurulması çağrısı yapıyor. Geleneksel sol örgüt anlayışlarını radikal şekilde eleştiren kitap, “Kendiliğindenlik fetişizmi ile örgütsel denetim arasında bir seçim yapmak zorunda değiliz” diyor. Kurulan komünlerin derhal ilkyardımdan dövüşmeye kadar eğitimlere başlaması gerektiği, komün üyelerinin “sosyal ortam” diye tabir edilen “devrimciliği sindirme merkezlerinden” koşar adım uzaklaşması tavsiye ediliyor. Yaklaşan İsyan, öfkelenmek yetmez, harekete geçmek gerek diyen bir kitap. Ancak sadece bir retorik kitabı değil, aynı zamanda günümüz kapitalizmini radikal bir teoriyle inceleyen bir tahlil kitabı niteliğinde. Görünmez Komite bu kitapla herkesi sesini yükseltmeye çağırıyor. Çünkü “devrimci hareketler bulaşma yoluyla değil yankılanma yoluyla yayılır.” Ethem Yenice
SPOT 29
çeviri
Google Bizi Aptallaştırıyor mu? Nicholas Carr (The Atlantic)
“Dave dur. Dur, duracak mısın? Dur Dave. Duracak mısın Dave?” süper bilgisayar HAL, Stanley Kubrick’in “2001: Bir Uzay Yolculuğu” adlı filminin sonlarına doğru ünlü ve ilginçtir ki bir biçimde dokunaklı olan bir sahnesinde, amansız astronot Dave Bowman’a böyle yalvarıyordu. Hatalı çalışan bir makine tarafından neredeyse derin bir uzay ölümüne yollanmış olan Bowman, sakin ve soğukkanlı bir şekilde yapay beynini kontrol eden hafıza devrelerini söküyor. HAL ise umutsuzca, “Dave, zihnim gidiyor.” diyor, “Hissedebiliyorum, hissedebiliyorum”. Ben de hissedebiliyorum. Geçen birkaç yıldır, birinin ya da bir şeyin beynimin içini tamir etmeye uğraştığı, sinir devrelerimi yeniden haritalandırdığı, hafızamı yeniden programladığı şeklinde rahatsızlık verici bir hisse sahibim. Zihnim - diyebilirim ki henüz - gitmiyor, ancak değişiyor. Daha önce düşündüğüm gibi düşünmüyorum. Bunu en güçlü bir biçimde okurken hissedebiliyorum. Önceden kolay olan bir kitaba ya da uzun bir makaleye daldığımda zihnim önceleri, konunun anlatılışına ya da biçimine aniden sarılırdı ve metnin uzun kısımları arasında ağır ağır dolanarak saatler harcardım. Bu artık nadir görülen bir durum. Şimdilerde, konsantrasyonum iki ya da üç sayfadan sonra bozuluyor. Huzursuzlanıyorum, başlığı unutuyorum, yapacak başka birşey aramaya başlıyorum. Her seferinde, inatçılık yapan beynimi metne geri sürüklediğimi hissediyorum. Her zaman kendiliğinden gelen derinlemesine okuma, artık bir mücadele haline geldi. Sanırım ne olduğunu biliyorum. On yıldan fazla zamandır, büyük bir zamanı internette araştırarak, sörf yaparak ve bazen internetin büyük veritabanlarına birşey ekleyerek harcıyorum. Ağ, bir yazar olarak benim için bir ganimet oldu. Kütüphanelerin yığınları ve süreli yayınların bulunduğu odalarda günler geçirmeyi gerektiren bir araştırma, artık birkaç dakika içerisinde yapılabiliyor. Birkaç Google araması, linklere birkaç hızlı tıklama, ve peşinde olduğum olguya veya veciz alıntıya sahibim. Çalışmadığım zamanlarda bile, sanki internetin bilgi fundalığında yemlenmiyor gibiyim, e-postaları okuyarak ve yazarak, başlıkları ve blog girdilerini tarayarak, video izleyerek ve podcastleri dinleye-
30 SPOT
rek, ya da sadece bir linkten diğerine gezinerek. (linkler, zaman zaman benzetildikleri dipnotların aksine, sadece bahsedilen çalışmaya işaret etmezler, sizi oraya sürerler.) İnternet, diğerleri için olduğu gibi benim için de gözlerime, kulaklarıma ve zihninim içine akan bilgiler için bir kanal, genel bir araç haline geliyor. Bu kadar inanılmaz derecede zengin bir bilgi deposuna anında erişebilmenin çok sayıda avantajı var, ve bunlar geniş bir biçimde tanımlanıyor, gerektiği şekilde de takdir ediliyor. Wired’dan Clive Thompson, “Silikon hafızanın mükemmel anımsaması”nın, “düşünme açısından muazzam bir nimet” olduğunu yazıyor. Ancak bu nimetin bir bedeli var. Medya teorisyeni Marshall McLuhan’ın 1960’larda işaret ettiği gibi, medya sadece pasif bilgi kanalları anlamına gelmiyor. Medya, düşünce ürünlerini arz eder, ancak aynı zamanda düşünme sürecini de şekillendirir. Ve internetin yapıyor göründüğü şey, benim konsantrasyon ve derin düşünme kapasitemi yontmak. Zihnim artık bilgiyi internetin dağıttığı şekilde almayı umuyor: hızla hareket eden bir partiküller demeti olarak. Bir zamanlar kelimeler denizinde bir sualtı dalgıcıydım. Artık Jet Ski üzerindeki bir adam gibi yüzeyde vızıldıyorum. Yalnız değilim. Okumayla ilgili sorunlarımdan arkadaşlarıma ve - çoğu edebiyatla ilgili- tanıdıklarıma bahsettiğimde, çoğu kendilerinin de benzer sorunlar yaşadıklarını söylüyorlar. Internette ne kadar uzun kalırlarsa, uzun yazı parçalarına odaklanmak için o kadar fazla savaşmak zorunda kalıyorlar. Takip ettiğim bazı blog yazarları da bu meseleden bahsetmeye başladılar. Çevrimiçi medya üzerine blog yazan Scott Karp, yakın zamanda kitap okumayı tamamen bıraktığını söyleyerek günah çıkardı. “Üniversitedeyken lit major’dum ve doymak bilmez [bir] kitap okuyucusuydum.” dedikten sonra “Ne oldu?” diyor ve ardından spekülasyon yapıyor, “Ya okumamın tamamını, okuma yöntemim değiştiği için nette yapıyorsam, örneğin, artık düşünme şeklim değiştiği için sadece rahatlık arıyorsam?” Bilgisayarların tıpta kullanımı hakkında sürekli blog yazan Bruce Friedman da internetin zihinsel alışkanlıklarını nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Friedman bu yılın başlarında şöyle yazıyordu; “Artık, internette ya da basılı, uzunca bir makaleyi okuma ve sindirme yeteneğimi tamamen kaybettim.” Michigan Tıp Okulu Üniversitesi’nde fakül-
tede uzun bir süre bulunan bir patolojist olarak Friedman, görüşlerini bana bir telefon görüşmesinde ayrıntılandırdı. Dediğine göre düşünmesi, çevrimiçi olarak pek çok kaynaktaki yazılardan kısa pasajları hızlıca taramasını yansıtarak, “staccato” (müzikte, notaların deyim yerindeyse kesik kesik çalındığı bir teknik, ç.n.) bir kalite almış durumda. “Savaş ve Barış’ı artık okuyamam.” diyor, “Bunu yapma yeteneğimi yitirdim. Üç ya da dört paragraftan daha uzun bir blog yazısı bile, sindirmem için çok uzun geliyor. Tarıyorum.” Tek başına anekdotlar fazla birşey kanıtlamaz. Ve biz halen, internet kullanımının kavrama üzerindeki etkilerine ilişkin belirli bir tablo sunacak uzun dönemli nörolojik ve psikolojik deneylerin sonuçlarını bekliyoruz. Ancak Londra Üniversitesi’nden akademisyenlerin yapmış olduğu, yakın zamanda yayınlanan çevrimiçi araştırma alışkanlıkları çalışması, okuma ve yazma yöntemlerimize ilişkin bir büyük değişikliğin ortasında olabileceğimizi gösteriyor. Akademisyenler, beş yıllık bir araştırma programının parçası olarak, birisi British Library tarafından, diğeri Birleşik Krallık eğitim konsorsiyumu tarafından işletilen ve dergi makalelerine, e-kitaplara ve diğer türden yazılı bilgi kaynağına erişim sağlayan iki popüler araştırma sitesinin ziyaretçilerinin davranışlarını ortaya koyan kayıtları analiz ettiler. Siteleri kullanan kişilerin “tarama davranışının bir türünü” gösterdiğini, bir kaynaktan diğerine zıpladıklarını ve daha önce ziyaret ettikleri kaynaklara nadiren geri döndüklerini buldular. Bir başka siteye “sıçramadan” önce, tipik olarak, bir kitabın ya da makalenin bir ya da iki sayfasından fazlasını okumuyorlar. Zaman zaman uzun bir makaleyi kaydediyorlar, ancak daha sonra dönerek onu okuduklarına ilişkin herhangi bir kanıt bulunmuyor. Çalışmanın yazarlarına göre: “Şurası açık ki, kullanıcılar çevrimiçi olarak geleneksel anlamda okumuyorlar; gerçekten, kullanıcılar hızlı kazançlar için, başlıklar, içindekiler sayfaları ve özetler arasında yatay olarak “power browse” yaptıkça, yeni “okuma” formlarının ortaya çıkışının işaretleri var. Görülüyor ki, neredeyse, geleneksel anlamda okumaktan kaçınmak için çevrimiçi oluyorlar.” İnternetteki metnin her yerde hazır bulunması sayesinde, mobil telefonların metin mesajlarının popüla-
ritesinden bahsetmek için olmasa da, televizyonun tercih aracımız olduğu 1960’lar ve 1970’lerde yaptığımızdan daha fazla okuyor olabiliriz. Ancak bu, farklı bir okuma şekli ve bunun arkasında farklı bir düşünme şekli yatıyor - belki de nefsin yeni bir idrakı. Thufts Üniversitesi’nde gelişim psikoloğu ve “Proust ile Mürekkep Balığı: Okuyan Beynin Bilimi ve Sanatı”nın yazarı Maryanne Wolf, “Sadece okuduğumuz şeyler değiliz.” diyor. “Nasıl okuduğumuzuz.” Wolf, okuma şeklimizin internet tarafından düzenlendiğinden endişe ediyor, “etkinlik” ve “ivediliği” her şeyin üzerine koyan böyle bir şekil, önceki teknoloji olan basılı medyanın uzun ve karmaşık metinleri sıradan olarak sunduğu zamanlarda ortaya çıkan derin okuma kapasitemizi zayıflatıyor olabilir. Çevrimiçi olarak okuduğumuzda, “bilginin sadece kod çözücüsü” haline gelme eğilimindeyiz diyor. metnin anlamını açıklama, derin ve rahatsız edilmeden okuduğumuzda oluşturduğumuz zengin zihinsel bağlantılar yapma yeteneğimiz büyük oranda boşa çıkıyor. Wolf’e göre, okumak insanlar için içgüdüsel bir yetenek değildir. Konuşmada olduğu gibi genlerimize işlenmiş değildir. Zihinlerimize, anladığımız dilde gördüğümüz sembolik karakterleri ne şekilde çevireceğini öğretmek zorundayız. Ve okuma yeteneğini öğrenme ve tekrar etmede kullandığımız medya ve diğer teknolojiler beynimizdeki nöral devrelerin şekillenmesinde önemli rol oynamaktalar. Deneyler, Çince gibi ideyogramların geliştirdiği zihinsel devreselliğin, yazılı dili bizim gibi bir alfabeye sahip olan dillerin geliştirdiği zihinsel devresellikten çok farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Farklılıklar, aralarında hafıza ile görsel ve yazılı uyarıcıları yönetenlerin de bulunduğu beynin pek çok yeri arasında dağılır. İnternet kullanımımız tarafından örülen devrelerin kitaplar ve diğer basılı eserleri okuyarak örülenlerden farklı olmasını bekleyebiliriz. 1882 yılında Friedrich Nietzsche, daha dikkatli olmak için bir daktilo Malling- Hansen almış. Görüşü zayıflıyor ve gözlerini bir kağıda odaklanmış şekilde tutmak yorucu ve acı verici oluyor, ezici baş ağrılarına neden oluyormuş. Yazmayı azaltmaya zorlanıyor, ve yakında bırakmak zorunda kalacağından korkuyormuş. Daktilo onu kurtarmış, en azından bir süreliğine. Bir kere dokunarak yazmakta usta olduktan sonra, gözleri kapalıyken, sadece parmak uçlarını kullanarak yazabiliyormuş. Kelimeler bir kez daha zihninden kağıda dökülebilecekmiş. Ancak makinenin, çalışması üzerinde
ince bir etkisi olmuş. Nietzsche’nin arkadaşlarından birisi, bir besteci, yazma tarzında bir değişiklik olduğunu fark etmiş. Zaten kısa olan düzyazısı daha da dar, daha telegrafik bir hale gelmiş. Bu arkadaşı bir mektubuna, kendi işinde müzik ve dil üzerindeki “görüşlerinin” çoğunlukla kalemin ve kağıdın kalitesine dayandığını not düşerek, şöyle yazmış, “Belki de siz bu aletle yeni bir üslup edinirsiniz.” “Haklısınız” demiş Nietzsche, “yazmada kullandığımız ekipman, düşüncelerimizin şekillenmesinde rol alıyor.” Alman medya bilim insanı Friedrich A. Kittler, makinenin hakimiyeti altında, Nietzche’nin düzyazısının “argümanlardan özdeyişlere, düşüncelerden kelime oyunlarına, retorikten telgraf tarzına değiştiğini” yazar. İnsan beyni, neredeyse muazzam ölçüde biçimlendirilebilir. İnsanlar zihinsel işlevlerimizin, yani 100 milyon ya da daha fazla nöron tarafından kafataslarımızın içerisinde oluşturulmuş olan yoğun bağlantıların, yetişkinlikten itibaren sabitlendiğini düşünüyorlardı. Ancak beyin araştırmacıları, durumun böyle olmadığını keşfettiler. George Mason Üniversitesi’nde Krasnow İleri Araştırmalar Enstitüsü’nü yöneten nörofizikçi Profesör James Old, yetişkinlerin zihinlerinin dahi “çok plastik olduğunu” söylüyor. Sinir hücreleri rutin bir biçimde eski bağlantıları ortadan kaldırıyor ve yenilerini oluşturuyor. Olds’a göre, “beyin, kendini anında yeniden programlama ve işleyişini değiştirme kabiliyetine sahip”. Fizikselden ziyade zihinsel kapasitemizi arttıran araçlar içinde sosyolog Daniel Bell’in entellektüel teknolojilerimiz olarak adlandırdıklarını kullanırsak kaçınılmaz olarak bu teknolojilerin özelliklerini alırız. Yaygın olarak 14. yy’da kullanılmaya başlanan mekanik saat, mücbir bir örnek sağlıyor. Tarihçi ve kültür eleştirmeni Lewis Murnford, Teknik ve Medeniyet adlı eserinde, saatin zamanı insan etkinliklerinden nasıl ayırdığını ve matematiksel olarak ölçülebilir sonuçların bağımsız dünyasının varlığına olan inancın ortaya çıkmasına nasıl yardımcı olduğunu göstermektedir. Bölünmüş zamanın soyut çerçevesi, hem eylem hem de düşünce için referans noktası olmuştur. Saatin düzenli tik-takları, bilimsel aklın ve bilimsel insanın var olmasına yardımcı olmuştur. Ancak, aynı zamanda bir şeyi de alıp götürmüştür. MIT’nin son dönem bilgisayar bilimcisi Joseph Weizenbaum’un 1976 yılında basılan Bilgisayar Gücü ve İnsan İdrakı: Yargılamadan Hesaplamaya adlı kitabında gözlemlediği gibi, dünyanın zaman öl-
çer aletlerin yaygın kullanımı sonucunda doğan tasarımı, eski gerçeğin temelini hazırlayan, aslında onu oluşturan doğrudan deneyimlerin bir reddedilişine dayandığı için, eskisinin yoksullaşmış bir versiyonu olarak kalmaya devam etmektedir. Ne zaman yiyeceğimize, çalışacağımıza, uyuyacağımıza ve uyanacağımıza karar verirken, duyularımızı dinlemeyi bıraktık ve saate uymaya başladık. Yeni akıllı teknolojilere adapte olma süreci, kendimizi kendimize açıkladığımız metaforların değişiminde kendisini gösteriyor. Mekanik saat çıktığında, insanlar beyinlerinin “saat düzeneği gibi” işlediğini düşünmeye başladılar. Bugün, yazılım çağında, beyinlerimizin “bilgisayar gibi” çalıştığını düşünmeye başladık. Ancak nörofiziğin bize söylediğine göre, değişiklikler metafordan daha derine gidiyor. Beynimizin plastikliği sayesinde, bu adaptasyon biyolojik düzeyde de gerçekleşiyor. Internet, kavrama üzerinde özellikle kapsamlı etkiler doğurmaya aday. 1936 yılında yayınlanan bir makalesinde Britanyalı matematikçi Alan Turing, o dönemde sadece teorik bir makine olarak var olan bir dijital bilgisayarın herhangi bir bilgi işlemci makinenin işlevini görmek üzere programlanabileceğini kanıtladı. Ve bu, bugün gördüğümüz şey. Ölçülemeyecek şekilde güçlü bir hesaplama sistemi olan internet, pek çok diğer akıllı teknolojimizi içine alıyor. Haritamız ve saatimiz, basılı medyamız ve daktilomuz, hesap makinemiz ve telefonumuz ve radyomuz ve televizyonumuz haline geliyor. İnternet bir aracı absorbe ettiğinde, bu araç internetin görüntüsünde yeniden yaratılıyor. Bu aracın içeriğine link-
SPOT 31
ler, yanıp sönen reklamlar ve diğer dijital cicili bicili şeyler koyuyor ve o aracın etrafını, absorbe ettiği diğer medya araçlarıyla çevreliyor. Yeni bir e-posta mesajı, örneğin, bir gazetenin sitesinde son başlıklara bakarken geldiğini bildiriyor. Sonuç, dikkatimizin dağılması ve konsantrasyonumuzun bozulması. İnternetin etkisi sadece bir bilgisayar ekranının sınırlarında kalmıyor. İnsanların zihinleri internetteki medyanın çılgın desenine ayarlı hale geldikçe, geleneksel medya da izleyicilerin yeni beklentilerine adapte olmak zorunda kalıyor. Televizyon programları kayan yazılar ve otomatik olarak beliren reklamlar ekliyorlar, dergiler ve gazeteler makalelerini kısaltıyorlar, hap şeklinde özetler getiriyorlar, ve sayfalarını göz atması kolay bilgi parçaları ile kalabalıklaştırıyorlar. Bu yılın Mart ayında, New York Times, her baskının ikinci ve üçüncü sayfalarını makale özetlerine ayırma kararı aldığında, tasarım yönetmeni Tom Bodkin, kısayolların, okuyuculara günün haberleri hakkında hızlı bir tat alma sağlayacağını, onları, daha az etkin metot olan sayfa çevirme ve makaleleri okumaktan kurtaracağını söylüyordu. Eski basının, yeni medya kurallarına göre oynamak dışında çok az şansı bulunuyor. Bir iletişim sistemi hiçbir zaman internetin günümüzde yaptığı gibi hayatlarımızda bu kadar büyük bir rol oynamadı ya da düşüncelerimiz üzerinde bu kadar büyük bir etki meydana getirmedi. Oysa ki, şimdiye kadar internet hakkında yazılanlar arasında, bizi açıkça ne şekilde yeniden programladığının bir değerlendirmesi çok az yapılmış bulunuyor. İnternetin entellektüel etiği, karanlık kalmaya devam ediyor. Nietzche’nin daktilosunu kullanmaya başlaması ile yaklaşık olarak aynı zamanlarda, Frederick Winslow Taylor adında ciddi bir genç adam, Philadelphia’daki Midvale çelik fabrikasına bir kronometre taşıdı ve fabrikadaki makinistlerin etkinliğini iyileştirmeye yönelik bir dizi tarihsel deneyi gerçekleştirmeye başladı. Midvale’in sahiplerinin onayıyla, bir grup fabrika ustasını toplamış, bunları çeşitli metal işi makinelerinde çalışmaya ayarladı ve makinelerin
32 SPOT
işlemleri gibi, bunların her hareketini de kayıt altına alıp zamanını ölçtü. Taylor, her işi küçük, ayrı adımlara bölerek ve sonrasında bunları yapmanın değişik yollarını test ederek, bugün her işçinin nasıl çalışması gerektiğinin belirlenmesine yaradığını söyleyebileceğimiz, kesin bir algoritma yönergeleri seti hazırladı. Midvale işçileri bu yeni katı rejim karşısında, kendilerini bir robottan sadece biraz farklı kıldığını söyleyerek homurdandılar, ancak fabrikanın üretkenliği fırladı. Buhar makinesinin bulunmasından
yüzyıldan fazla bir zaman sonra, endüstri devrimi sonunda kendi felsefesini ve filozofunu edindi. Taylor’un endüstriyel kareografisi (kendisinin sevdiği ifade ile sistemi) ülkenin dört bir yanında ve zamanla da dünya genelinde üreticiler tarafından kucaklandı. En yüksek hız, en yüksek üretkenlik ve en yüksek çıktıyı arayan fabrika sahipleri, işlerini düzenlemek ve çalışanlarının işlerini konfigüre etmek için zaman-ve-hareket çalışmalarını kullandılar. Taylor’un 1911 yılında yayınladığı ünlü “Bilimsel Hareketin Prensipleri” eserinde tanımladığı şekliyle, amaç, her iş için “en iyi yöntemi” tanımlamak ve uygulamak, ve böylelikle “tüm mekanik sanatlarda göz kararı uygulamaların yerine bilimi ikame etmekti.” Sistemi bir kez tüm kol emeği faaliyetine uygulanınca, Taylor takipçilerine bir mükemmel etkinlik ütopyası yaratarak, sadece endüstrinin değil, tüm toplumun yeniden yapılanacağını temin etti. “Geçmişte insan önceydi” diyordu, “gelecekte, sistem önce olmak
zorunda.” Taylor’un sistemi halen yoğun bir biçimde bizimle beraber; halen endüstriyel üretimin etiği olarak kalmaya devam ediyor. Ve şimdi, bilgisayar mühendislerinin ve yazılımcıların entellektüel yaşamlarımız üzerine ellerinde tuttukları büyüyen güç sayesinde, Taylor’un etiği, zihnin krallığını da yönetmeye başlıyor. Internet, bilginin etkin ve otomatik birikimi, iletimi ve manipülasyonu için tasarlanmış bir makine ve onun programlama lejyonları, “bilgi işi olarak tanımladığımız her türden zihinsel hareketi gerçekleştirecek “en iyi yöntemi” - mükemmel algoritmayı - bulmayı amaçlıyorlar. Google’ın Mountain View - Kaliforniya’daki karargahı - Googleplex internetin yüksek kilisesi ve içerde tapınılan din ise Taylorizmdir. Google’ın baş yöneticisi Eric Schmidt, Google’ın “ölçüm bilimi üzerine kurulu bir firma olduğunu” ve “her şeyi sistematize etmeye çalıştığını” söylüyor. Harward Business Review’e göre, sahip olduğu arama motorları ve diğer sitelerin yardımıyla edindiği terabaytlarca davranışsal veriden yararlanarak, her gün binlerce deney yapıyor ve elde ettiği sonuçları insanların bilgiyi nasıl bulduklarını ve gerçek anlamını nasıl çıkardıklarını artan şekilde kontrol altına alan algoritmaları rafine etmekte kullanıyor. Taylor’un kol emeği için yaptığını Google bugün bizim zihinlerimizin çalışmaları için yapıyor. Şirket, görevini “dünyanın bilgisinin organize edilmesi ve evrensel olarak ulaşılabilir ve yararlı olmasının sağlanması” olarak deklare ediyor. “Sizin neyi kasttettiğinizi tam olarak anlayan ve size tam olarak istediğiniz şeyi veren” birşey olarak tanımladığı “mükemmel arama motorunu” geliştirmeyi tasarlıyor. Google’ın görüşüne göre, bilgi bir tür maldır, endüstriyel etkinlikle çıkarılacak ve işlenecek, faydacı bir kaynaktır. Ne kadar fazla sayıda bilgi parçasına “erişebilirsek” ve içeriğini ne kadar kısa sürede çıkarabilirsek, düşünenler olarak o kadar daha üretken oluruz. Bu nerede biter? Stanford’da bilgisayar bilimlerinde doktora eğitimlerini yaparken Google’ı kuran iki genç adam, Sergey Brin ve Larry Page, arama motorlarının bir yapay zekaya, HAL’a
benzeyen ve doğrudan beyinlerimize bağlanan bir makineye dönüşmesi amaçlarından sıklıkla bahsediyorlar. Page, birkaç yıl önceki bir konuşmasında, “Nihai arama motoru ya insanlar kadar zeki, ya da onlardan daha zeki bir şey olacak”, “Bizim için, arama üzerinde çalışmak, yapay zeka üzerinde çalışmanın bir yolu.” diyor. Brin ise, 2004 yılında Newsweek’te yayınlanan röportajında “Elbette beyninizde ya da sizinkinden daha zeki, yapay bir beyinde, iliştirilmiş olarak tüm dünyanın bilgisini taşıyorsanız, daha iyi durumda olursunuz.” diyor. Geçen yıl, Page bilim insanlarının bir buluşmasında Google’ın “gerçekten yapay zeka inşası üzerinde çalıştığını ve bunu geniş ölçekli olarak gerçekleştirmeyi amaçladığını” açıkladı. Böyle bir tutku, emrinde küçük bir bilgisayar mühendisi ordusu ve kullanımda büyük bir nakit miktarı olan bir grup matematik dehası için doğal, hatta kabul edilebilirdir. Temelde bilimsel bir girişim olan Google, teknolojiyi kullanma, Eric Schmidt’in sözleriyle, “daha önce hiç çözülmemiş olan sorunları çözme” arzusuyla motive edilmiş durumdadır ve yapay zeka da orada en zor sorundur. Neden Brin ve Page bunu çözenler olmasınlar? Beyinlerimize ilave yapılması ya da yerine yenisinin konulması durumunda hepimizin “daha iyi olacağımız” varsayımı halen huzursuz edici. Bu varsayım, zekanın mekanik bir sürecin çıktısı, birbirinden ayrılabilir, ölçülebilir ve optimize edilebilir farklı aşamaların bir serisi olduğu yönünde bir inanışı ileri sürüyor. Google’ın dünyasında, online olduğumuzda içine girdiğimiz dünyada, derin düşünmenin belirsizliğine çok az yer var. Belirsizlik, kavrayış için bir açılım değil, düzeltilmesi gereken bir hatadır. İnsan beyni, sadece daha hızlı bir işlemciye ve daha büyük bir sabit diske ihtiyaç duyan, zamanı dolmuş bir bilgisayardır. Zihinlerimizin yüksek hızlı data işleyen cihazlar gibi işlemesi fikri, sadece internet çalışmalarında ortaya konulmuş değil, aynı zamanda ağın geçerli iş modelidir de. Internette ne kadar hızlı gezinirsek - ne kadar fazla link tıklar, ne kadar fazla sayfaya girersek - Google ve diğer firmalar, bize reklam sunmak için hakkımızda o kadar fazla bilgi edinme şansı kazanıyorlar. Ticari internetin çoğu sermayedarı, linkler arasında gezinirken geride bıraktığımız verileri toplamak için finansal bir payandaya sahipler - ne kadar fazla kırıntı, onlar için o kadar iyi. Bu firmaların teşvik etmeyi en son isteyeceği şey ise, tembelce okuma ya da yavaş ve konsantre olmuş düşünme. Bizi dikkat dağınıklığına
sevk etmek, onların iktisadi çıkarları dahilinde. Belki de bu gereksiz bir endişedir. Teknolojik gelişmeyi göklere çıkarma eğilimi olduğu müddetçe, her yeni araçtan ya da makineden en kötüsünü beklemek şeklinde bir karşı eğilim de oluyor. Platon’un Phaedrus’unda, Sokrates, yazının gelişiminden şikayet etmişti. insanların başlarının içerisinde taşıdıkları bilgiye ikame olarak yazılı bir metne güvenmeleri, diyalogların karakterlerinden birinin deyişiyle, “ zihinlerini geliştirmeyi durduracak ve onları unutkan yapacaktır.” ve “gerekli talimatlar olmadan belirli bir miktar bilgiyi edinebilerek, aslında çoğunlukla cahil oldukları halde, çok bilgili olarak eğitilecekler”, “gerçek bilgelikle değil, bilgeliğin kibiriyle dolacaklardı”. Sokrates hatalı değildi - yeni teknoloji çoğu kez korktuğu etkilere sahip olmuştu - ancak uzağı görememişti. Yazmanın ve okumanın pek çok yolunun bilginin yayılmasına, yeni fikirlerin ortaya çıkmasına ve (bilgeliğinin olmasa da) insan bilgisinin yayılmasına hizmet edeceğini kestirememişti. 15. yüzyılda Gutenberg’in basılı medyaya gelişi bir dizi diş gıcırdatmasına neden oldu. İtalyan hümanisti Hieronimo Squarciafico, kitapların kolay erişilebilir olmasının entellektüel bir tembelliğe neden olacağından, insanları daha az gayretli yapacağından ve zihinlerini zayıflatacağından endişe ediyordu. Diğerleri, ucuz bir şekilde basılan kitapların ve gazetelerin dinsel otoritenin altını oyacağını, alimlerin ve katiplerin çalışmalarını alçaltacağını, fitne ve ahlaksızlığa neden olacağını ileri sürüyorlardı. New York Üniversitesi’nden Clay Shirky’nin belirttiği gibi, yazılı basın karşısında yapılan argümanların çoğu doğruydu, hatta önseziliydi. Ancak yine, felaket tellalları, basılı metinlerin ileteceği sayısız nimeti hayal edemiyorlardı. Böylece, evet, benim şüpheciliğim hakkında şüpheye düşebilirsiniz. Belki de, internetin Luddici ya da nostaljici eleştirilerini bertaraf edenler haklı çıkabilir, ve bizim hiperaktif, verilerce ateşlenen zihinlerimizden evrensel bilgeliğin ve entellektüel keşiflerin altın çağı hasıl olur. Böylece bir kez daha, internet alfabe değildir, ve her ne kadar yazılı basının yerini alabilecek olsa da, tamamen değişik bir şey üretir. Bir dizi basılı sayfanın sağladığı derinlemesine okuma, sadece yazarın kelimelerinden edindiğimiz bilgi açısından değil, fakat aynı zamanda bu kelimelerin zihnimizde etkilediği titreşimler için de gereklidir. Bir kitabın sürekli, oyalanmadan yapılan okumasından ya da herhangi bir derin düşünme eyleminden açılan
sessiz boşluklarda, kendi ilintilerimizi kurarız, kendi çıkarsamalarımızı ve analojilerimizi çizer, kendi fikirlerimizi geliştiririz. Maryanne Wolf’un ileri sürdüğü gibi, derinlemesine okuma, derinlemesine düşünmekten ayrılamaz. Eğer bu sessiz boşlukları kaybedersek, ya da bunları “içerikle” doldurursak, sadece kendimiz için değil, ancak kültürümüz için de önemli birşeyi kurban ederiz. Yakınlardaki bir makalesinde oyun yazarı Richard Foreman, etkili bir biçimde, tehlikede olanın ne olduğunu tanımlıyor; İdealin (benim idealimin) yüksek eğitim görmüş ve konuşkan kişiliğin - batının tüm kalıtsal özelliklerinin, kişisel olarak şekillenmiş, ve tekil bir versiyonunu kendi içinde taşıyan bir kadın ya da adamın - karmaşık, yoğun ve “katedral-tarzı” yapısında olduğu, Batı kültürü geleneğinden geliyorum. [Ancak şimdi] (ben dahil) hepimizin içinde yer alan girift bir iç yoğunluğunun, aşırı bilgi yüklenmesi ve “anında hazır” teknolojinin baskısı altında, yeni bir kendini-geliştiren türle yer değiştirdiğini görüyorum.” Foreman, “Yoğun kültürel mirasımızın iç repertuarını” boşalttıkça, “sadece bir düğmeye dokunarak bilgi ağına eriştiğimiz müddetçe, genişçe ve ince bir şekilde yayılan, krep insanları olma riski ile karşı karşıyayız” diyerek sürdürüyor. “2001: Bir uzay yolculuğu”ndaki o sahne aklımdan çıkmıyor. Bunu o kadar yakıcı ve ilginç yapan, bilgisayarın zihninin dağılmasına verdiği duygusal tepki: Onun bir devrenin diğerini takiben karanlığa gömülmesinin ardından duyduğu üzüntü, astronota çocukça “Hissedebiliyorum, hissedebiliyorum. Korkuyorum” diyerek - yalvarması, ve sonunda sadece bir suçsuzluk durumu olarak adlandırılabilecek duruma dönmesi. HAL’ın duygularını dışarı dökmesi, filmde, neredeyse robotsu bir etkinlikle işini yapan insan karakterlerindeki duygusuzlukla çelişiyor. Onların düşünceleri ve eylemlerinin, bir algoritmanın adımlarını takip ediyorlarmışçasına yazılı olduğu hissediliyor. 2001’in dünyasında, insanlar o kadar makinemsi oldular ki, çoğu insan karakteri makine haline geliyor. Bu, Kubrick’in karanlık kehanetinin özü: dünyayı anlayışımız için bilgisayarların aracılığına güvendikçe, yapay zeka olarak düzleşen, bizim kendi aklımız olmakta.
Çeviren: Kutlu Dane
SPOT 33
CENGİZ BOZKURT:
Korkarak ve kendini saklayarak yaşamak bize yakışmayan kavramlardır. Söyleşi: Ezgi Güneş
Leyla ile Mecnun dizisinin “Erdal Bakkalı” Cengiz Bozkurt’la gerçekleştireceğimiz söyleşimiz için sabahın erken saatlerinde Kireçburnu’ndaki dizi setinde buluştuk. Erken saate rağmen bizi karşıladığı sıradaki enerjisi görülmeye değerdi. Kendisiyle dolu dolu bir röportaj yapabilmek için çekimlerinin bitmesini beklediğimiz sırada dizi setini de gözlemleme şansımız oldu, oyuncularından set çalışanlarına kadar hepsinin sıcaklığı ve samimiyeti bu dizinin başarısının nereye dayandığını göstermiş oldu. Cengiz ağbinin her çekim arasında gelip bizimle ilgilenmesi ise bizi ayrıca mutlu etti. Erdal bakkal sahnelerinin çekimleri biter bitmez Cengiz ağabey ile Kireçburnu’nda içilen çay eşliğinde keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisiyle, “Devrimci hayata müdahil oluşundan, tiyatro hayatının başlangıç süreçlerine, üniversite dönemlerinden ve Erdal bakkal sürecine kadar birçok konuda konuştuk. 13 yaşında siyasete başladığınızı dile getirmişsiniz? Siyasete başlamanızda nelerin etkisi oldu? Biz o dönemde çok sıkışmış ve sıkıntılı bir zaman aralığında yaşadık. İnanılmaz olaylar ile karşılaşabiliyorduk. Öyle bir zamandı ki 15-16 yaşındaki insanlar militanken 18 yaşındakiler okul sorumlusu, mahalle sorumlusu 20-21 yaşındakiler neredeyse şehir sorumlusu 23 yaşındakilerin bölge sorumlusu olduğu bir dönemdi. Çocukluk dönemi olmasına rağmen zamanın hepimizi çok erken olgunlaştırdığı bir dönemdi. Bu nedenle bizler de ağabeylerimizin ablalarımızın fırtınalı hayatının peşinden sürüklendik. Biz tam arada kalmış kuşağız. 19641965 yıllarında doğanlar olarak maa-
34 SPOT
(Fotoğraf: Ayhan Yıldız)
Özenç Kurt
lesef o dönemde daha reşit olamamış ama bütün mücadeleyi de görmüş 15-16 yaşındaki çocuklardık. Ben Ankara Tabip Lisesi’nde lise sondayken darbe olmuştu. Okulumuz oldukça politize bir okuldu cuntaya karşı elimizden geleni yapmaya çalıştık. Sonuçta bir cadı avı başlamıştı, üniversitelilerden bize sıra gelmiyordu. 81’de liseyi bitirdiğimiz zaman herkes birbirini kaybetti ya da operasyonlar sonucu izini kaybettirdi. Daha sonra ODTÜ’ye girdim. ODTÜ’de de 84’te darbe sonrası üniversitelerdeki ilk öğrenci derneklerini kurduk. ODTÜ çok politize bir okul olduğu için ilk kurulduğu sırada öğrenci derneğine 650 kişi üye olmuştu. Ama yapılan dar politikalar ve çekişmeler sonucunda bu sayı hiç yukarı çıkamadı. Ve 90’larda çalışmamız tekrar dibe vurdu. 90 yılına geldiğimizde de ben yurtdışına gittim. 2011 seçimlerinde YSK engel olmasaydı ÖDP’den milletvekili adaylığınız olabilirdi. Bu süreç nasıl başladı? Ben ÖDP’nin kuruluşundan beri üyesiyim. Ergin Yıldızoğlu ve ben ÖDP’nin iki Londra delegesiydik. Ayrılıklar, içe dönük politikalar derken tekrardan
başa dönmüş gibi olduk. Belki de biz bize başlasak daha iyi olabilirdi. Milletvekili adaylığı sürecine gelirsek, Alper Taş seçim döneminde beni aradı ve bu konu hakkında görüşmek istediğini söyledi ve hızlıca gelişen bir süreç oldu. Amacımız parlamentoya girmek ve milletvekili olmak değildi tabi ki bir siyasi çalışmanın devamını getirmekti. Popüler bir dizide oyuncusunuz. Popüler kültürün içindeki tiyatro sanatçıları, ne kadar inandığı düşünceler de
Erdal Bakkal’ın bu kadar sevilmesinin sebebi herkesin etrafında görebileceği türden ve hayatın çok içinden bir karakter olması diye düşünüyorum. Herkesin anahtarını bıraktığı, kuryesini oraya bıraktırdığı, bir taraftan da tam yağlı peynir diye aldığı ama peynirin yağlı çıkmadığı bir mahalle bakkalı vardır.
olsa, taraf olmamak için genelde siyasetten uzak dururlar. ÖDP milletvekili adaylığını bir risk olarak görmediniz mi? Hayatta böyle riskler almadan yaşayamazsınız ve sosyalist ve devrimci politikalarda yürütemezsiniz. Korkarak ve kendini saklayarak yaşamak bize yakışmayan kavramlardır. Nasıl bir aileden nasıl bir siyasi çizgiden geldiğimiz bellidir ve buna bağlı olarak nerede durduğumuz ve ne yaptığımız her zaman nettir. Ben her zaman kendimi Devrimci Yol ailesinin bir parçası olarak gördüm. Yurtiçinde ve yurtdışında o uzantıda politikalar yapmaya çalıştım. Biraz diziye yönelirsek; üniversite gençliği tarafından oldukça sevilir ve takip edilir bir noktadasınız. Üniversiteliler ile bu teması nasıl sağladınız? Biz Türkiye’de komedi anlayışının tıkandığı noktada bir boşluğu doldurduk. Birikmiş suyun bir yere doğru açılması gerektiği bir yerde biz bir kanal açtık, o kanaldan su boşalmaya ve kendine bir mecra açmaya başladı. Seyirci ile birlikte de karşılığını buldu. Uzun süredir mizah dergileri ile yetişmiş kuşaklar böylesine bir mizah anlayışını zaten bekliyormuş, ihtiyacı varmış. O ihtiyaç ve beklentinin neticesinde böyle bir talep ve sahiplenme ile karşılaştık. En çok sahiplenen kesimde başta üniversiteler oldu. Üniversiteliler sahip çıktıktan sonra toplumun tüm katmanlarına yayıldı. Toplumun her kesiminden seyircilerimiz var. Leyla ile Mecnun’un önemi öyle bir noktaya geldi ki; sağdan soldan, türbanlı türbansız, laik İslamcı her kesimin sahiplendiği bir dizi olduk. Özellikle gençlerin ve her zaman genç kalanların birlikte gülebildiği bir kara komedi, absürt ya da gülme efektsiz komedi diye isimlendirebileceğimiz bir dizi oldu. Beni sevindiren taraf Türkiye insanını bir konuda birleştirebilmek oldu. Giderek artan kentleşme projeleri ile beraber bakkal kültürünün yok olduğu günümüzde Erdal Bakkal gibi bir karakterin olması eski mahalle kültürünün bir yansıması olarak insanlar tarafından daha da sevilmiş olabilir mi? Erdal Bakkal’ın bu kadar sevilmesinin sebebi herkesin etrafında görebileceği türden ve hayatın çok içinden bir karakter olması diye düşünüyorum. Herkesin anahtarını bıraktığı, kuryesini oraya bıraktırdığı, bir taraftan da tam yağlı peynir diye aldığı ama peynirin yağlı çıkmadığı bir mahalle bakkalı vardır. Hem sevilir, hem nefret edilir ama işe yaradığı için aynı zamanda vazgeçilmez bir
bakkaldır. Bütün mahallenin kilit noktasında duruyordur. Herkesin yolunun kesiştiği bir noktada mahallenin bütün ilişkilerinden haberdar olan, sosyolojik olarak düşündüğümüzde süpermarket zincirlerinin alışveriş merkezlerinin yaygınlaşmasına direnen nostaljik bir yerde duruyor. Bu durumda seyircinin ayrıca ilgisini çekiyor.
birleşti ve Türkiye’de yapılmayan bir işi yaptığımızı ve girilmeyen bir alana girdiğimizi görüyoruz. Bu da bize aynı zamanda gurur ve zevk veriyor. “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi” de Türkiye’de kara komedi tarzında denenmemiş bir komedi anlayışı alanıdır. Umarım bu alan sinema okulundan yeni mezun arkadaşlarla daha da açılır.
Dizilerin çalışma koşulları ve süreleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce dizilerdeki bu ağır çalışma koşullarının çözümü nedir? Tek çözüm örgütlenmektir. Biz 63 arkadaşımızla beraber Oyuncular Sendikasını kurduk. Üye sayımız bine yaklaştı. Devlet tiyatroları da dâhil olmak üzere sektörde çalışan çoğu oyuncuyu kapsamaya başladık. Önemli adımlar atıyoruz. Bütün çalışanları SSK’lı yapmaya çalışıyoruz. Emeklilik sorunlarını çözmeye çalışıyoruz. Kuruluşumuzu Mart ayında yaptık. Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı ile görüşüyoruz. Sorun sadece oyuncuların sorunu gibi yansıtılıyor fakat set arkasında çalışan ekip arkadaşlarımız da çok fazla bir iş yoğunluğunda çalışıyorlar. Sabah ilk sahneden akşam son sahneye kadar sette bulunuyorlar. Çok dayanılmaz koşullarda, soğukta, yağmurda, karda 10-12 saat çalışıyorlar. Onur Ünlü ve Eflatun Film başından beri Oyuncular Sendikasına destek olup sendika ile işbirliği halinde hareket ediyorlar. Bizim yaptığımız tüm çalışmaları destekliyorlar. Bunun yanı sıra çocuk oyuncuların durumu da bizim için çok önemlidir. Hem UNESCO ile hem de Uluslararası Çalışma Teşkilatıyla işbirliği içinde çocuk oyuncuların çalışma şartlarını da düzeltmeye çalışıyoruz.
Türkiye’de son dönemde sinema sektöründeki gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye sineması son dönemde büyük bir atılım içerisinde. Bunun sebeplerinden bir tanesi hem reklam sektöründe çalışan hem dizi sektöründe çalışan yönetmenlerin kendi dizilerini çekmeye başlamalarıdır. Aynı zamanda sinemamızın tarz değiştirmesi yani kendi sorunlarından çıkarak sokaktaki hayatın sorunlarını beyaz perdeye taşıyan sinema yapma anlayışı sokakta akan hayatla beyaz perde arasındaki açığı kapattı.
Leyla ile Mecnun ve “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi”nde beraber çalıştığınız yönetmen Onur Ünlü’nün sineması hakkında ne düşünüyorsunuz? Onur Ünlü ile çalışmak size nasıl bir deneyim kazandırdı? Onur tamamıyla çığır açan ve girilmez alanlara giren bir arkadaşımız. Bizim için Onur ile çalışmak çok büyük bir zevk ve ayrıcalık oldu. Burak Aksak’ın yazdığı senaryo ancak Onur Ünlü’nün bakışı ile birleştiğinde böyle bir patlama yapabilirdi. Onur’un komedi anlayışı olmadan bu projeyi düşünmek ve bu noktaya gelmek imkânsızdı. TRT de bizim arkamızda hiçbir müdahalede bulunmadan çok sağlam bir duruş sergiledi. Yapımcımız zarar etme pahasına küçük sahneler için büyük harcamalar yaptı ve bize çok destek oldu. Tüm bunlarla Onur Ünlü’nün dizi ve komedi anlayışı
Cunta döneminde sinemada ciddi bir boşluk oluştu. Porno filmlerin desteklenmesinin yanında politik filmlerin yasaklanması gibi bir dönemden geçtik. O dönem zaten içe kapanıldı ve yönetmenlerin sorunlarını sanki Türkiye’nin sorunlarıymış gibi izledik. Türkiye’yi yansıtmayan filmler yapıldı. 90’larda ben Londra’daydım ve “Londra Türk Film Festivali”ni izlemeye giderdim. Bir sürü yönetmen gelirdi ve çok tuhaf bir şekilde esrarengiz ve gizemin, festivale gelen filmlerin ana teması olduğunu gördüm ve bunu sordum yönetmenlere fakat hiçbiri cevap veremedi. Sanıyorum ki, Zeki Demirkubuz da “C Blok” ile gelmişti. Onun da olduğu bir panelde; “Türkiye sineması acaba kendi gerçeği ve halkıyla yüzleşemediği için derin bir uykuya mı dalıyor, derin bir uykuya dalıp o sıradaki sayıklamalarını mı bize izletiyor?’’ diye bir soru sormuştum fakat kimse cevap verememişti. Türkiye sineması maalesef öyle bir dönemden geçti. Ama şimdi çok daha iyi bir noktadayız diyebilirim. Tiyatromuz bunu gerçekleştiremedi, darısı tiyatromuzun başına. Yakın zaman için yeni bir sinema projeniz var mı? Geçen yaz 3 tane sinema filmi yaptım. Ondan önce uzun bir dönemim Sinop’ta “Parmaklıklar Ardında” dizisi ile geçti. Yaklaşık 3 yıldır tatil yapmadan çalışıyorum ve artık bu yaz tatil yapmayı düşünüyorum. İngiltere’ye gidip evimde ve bahçemde dinlenip eğer fırsat olursa hep hayal ettiğim ama yapamadığım Latin Amerika turunu yapmayı düşü-
SPOT 35
tiyatro sahnesi ile sokak arasındaki yarık git gide açılmış, 40 yıllık çeviriler romandan uyarlamalar ya da şiirden uyarlama sahneleniyor. Ve yeni bir oyun yazarı çıkmıyor. Yeni oyun yazarları çıkmadığı için de tiyatro arkaik bir duruma gelmiş. nüyorum. Küba’ya iki sefer gittim ama Latin Amerika’ya gidemedim. Tiyatroya ODTÜ’de başladınız. ODTÜ’de oynadığınız ilk oyun rektörlük tarafından yasaklanmış. Günümüzde de sanat alanında sansürler devam ediyor. ODTÜ’deki zamanlardan bu zamana gelen tiyatro gelişimini ve sanattaki sansür kavramını değerlendirirsek neler söylersiniz ? Ben “ODTÜ Oyuncuları Topluluğu”na ilk katıldığımda “Çavuş Musgrave’ın Dansı” oyunu üzerinde çalışılıyorduk. Rektörlük bir anda Marksizm propagandası yapılıyor gerekçesi ile topluluğu kapattı. Bunun üzerine Yücel Çelikler ve Bülent Acar öncülüğünde şehre inildi ve ekip dağıtılmadan o zamanlardaki Metropol Sineması’nda Metropol Gençlik Tiyatrosu diye bir ekip oluşturuldu ve Fransız Devrimini anlatan ‘’Mareşal’’ adlı, benim de ilk oyunum olan, bir oyun çıkardık. 2-3 yıl sonra tekrar okula geri döndük. ‘’Hasan Sabbah’’ gibi oyunlar yaptık. Okula dönmek ve
Celal Tan ve Ailesinin Acıklı Hikayesi
36 SPOT
okulda tiyatro yapmak bizim için çok önemliydi. Sonra yurtdışına gittiğimde yine İngiltere’de Devrimci Yolcuların çoğunlukla gittiği Türk Eğitim Birliği adında bir dernek vardı. Dernekte halk oyunları, koro, tiyatro gibi çalışmalarda bulunduk. Türkçe tiyatro yapmaya başladık. O sırada Mehmet Ergen diye bir arkadaşımız da güneyde İngilizce tiyatro yapıyordu. Mehmet Ergen’in kurduğu tiyatronun kapanması sırasında biz de Türkçe tiyatroda tıkanma noktasına gelmiştik. Mehmet ile 2000 yıllarında güçlerimizi birleştirip eski bir tekstil fabrikasını tiyatro haline getirdik. İngilizce tiyatro yapmaya başladık ve bu benim hayatımda bir dönüm noktası oldu. Her ay değişen bir yapıyla 12 yıldır devam ediyoruz. ‘’Arcola Theatre’’ İngiltere tiyatrosunun bir parçası haline geldi. Sonrasında Türkiye’de Kenter Tiyatrosu ile başlayıp Akbank Sanat’ta iki oyun yaptık. İngiltere ve Türkiye’deki oyunculuk ve tiyatro sektörünü karşılaştırdığımızda neler öne çıkıyor? Oyunculuk ve tiyatro konusunda Türkiye, Alman Tiyatrosunun etkisinde kalmış. Türkiye’de aşırı dramaturji ağırlıklı bir tiyatro yapısı varken İngiltere’de ise dramaturji bilinmiyor. İngiltere için metin tiyatrosunun daha önemli olduğunu öğrendik. Uzun provalar yapılmasına gerek olmadığını iki haftada oyun çıkarılabileceğini keşfettik. Bunlar tiyatro hayatımızı başka bir yöne doğru taşıdı. Türkiye’de oyun çıkarılması 6 ay sürerken İngiltere’de iki hafta gibi bir sürenin yeterli olduğunu gördük. Tiyatrodan devam etmişken geçtiği-
miz dönemde Onur Bayraktar oyundan evine dönerken geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti ve ertesi gün yönetmenin baskısıyla Onur Bayraktar’ın arkadaşlarının, ekibinin kederli ve üzgün bir ruh haliyle sahneye çıkarılması geniş tartışmalara yol açtı. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bizim düştüğümüz hatalardan bir tanesi de budur. Tiyatrocular sanki rüzgâra karşı sanat yapan insanlar durumuna düşmüş durumda. Bu nedenle de arkaik durumda kalmışlar ve insanlarda tiyatrodan kopmuşlar. Çünkü; tiyatro sahnesi ile sokak arasındaki yarık git gide açılmış, 40 yıllık çeviriler romandan uyarlamalar ya da şiirden uyarlama sahneleniyor. Ve yeni bir oyun yazarı çıkmıyor. Yeni oyun yazarları çıkmadığı için de tiyatro arkaik bir duruma gelmiş. Tiyatronun ve oyunculuğun bu kadar kutsallaştırılmasını doğru bulmuyorum. Tartışmada Haluk abi’nin (Bilginer) yanında yer alıyorum. Sonuna kadar destekliyorum.”Babam öldü ama ben gittim 10 kilo et kestim diyen hiçbir kasap görmemişsinizdir.” diyen Haluk Abi’yi haklı buluyorum. Sonuç olarak yaptığımız işin insani bir boyutu var. Bende olsaydım sahneye çıkmazdım. İnsan yasını da herkes gibi doğru düzgün tutabilmelidir. Son olarak Türkiye’nin genel durumunu değerlendirirsek; gazetecilerin tutukluluğu, işten atılması, öğrencilerin tutuklanması ve okuldan uzaklaştırılması, Hopa davası, Güneydoğuda süregelen sorunlar yaşıyoruz. Bu atmosferi nasıl değerlendirirsiniz ? Türkiye çok dalgalanan ve konjonktürü çok çabuk değişen bir ülke. Bir dönem özgürlüklerden, Kürt ulusundan bahsedemezken, artık Kürt sorunu tartışılabiliyoruz. Bir dönem geliyor barış sağlanacak derken rüzgâr bir anda tersine dönebiliyor. Egemen güçlerin oligarşik yapılanmasının sonuçlarını bizler sıradan vatandaşlar olarak sürekli ödüyoruz. Çok daha vahim dönemlerden geçtik bu nedenle enseyi karartmamak gerekiyor. Bu dönemlerde geçer ve rüzgâr başka bir yerden mutlaka eser. Yeni mücadele anlayışlarının gelişebilmesi için bazı şeylerin bir birikim oluşturması gerekiyor.
HÜSNÜ ARKAN:
Kaderini elinde tutabileceğin bir dünya mümkün. Söyleşi: Taylan Kesanbilici
Sanırım sizinle tek bir noktadan yola çıkmaya çalışırsak birçok şeyi eksik bırakmış oluruz. Çünkü yolda yürürken bile aniden kulağımıza çalınan şarkılarınız, bunun yanı sıra romanlarınız ve bir de şiir kitabınız var. Peki tüm bunlar üzerinden kendinize dair bir tanımlamanız var mı? Yok. Bu tanımlamayı yapabilseydim, bu yollardan birini seçip ilerlemeye çalışırdım. Aslında tanımlarla filan da pek işim yok. İçinde yaşadığım
Türkiye’de, popüler müzik alanı içinde duruşunu kaybetmeyen bir takım insanlar var. Dinleyici onlara kulak vermeyi sürdürdükçe de var olmaya devam edecekler.
(Fotoğraf: Ayhan Yıldız)
Belki farklı zamanlarda tanıştık hepimiz Hüsnü Arkan’la. Ezginin Günlüğü’yle birlikte seslendirdiği şarkılar, solo albümleri, romanları ya da yazdığı şiirler vesile oldu tanışmamıza. Nazım’ın, Can Baba’nın, Aragon’un ve birçok şairin şiirlerinden bestelediği şarkıları da dinledik sesinden. 1985’te kesinleşen cezası nedeniyle yurt dışına çıktı ve ardından 1993’te Türkiye’ye dönüşüyle konserlerde kendi sesinden şarkıları daha yakından dinleme şansı bulduk. Yakın döneme kadar Ezginin Günlüğü’yle birlikte sürdüyordu müzik çalışmalarını. On bir albüm boyunca devam etti bu yolculuk. Şimdi ise geçen zaman içinde yaptığı müzik çalışmalarından, yazdıklarından ve bugünden bahsediyoruz birlikte.
dönem ve çevre bir biçimde beni buraya getirdi. Önemli olan ses vermektir. Ben bunu içimden geldiği gibi yapmaya çalışıyorum. Aslında Hukuk Fakültesi’ne dayanan bir geçmişiniz de var. Bir yandan hukukçusunuz denebilir mi? Buna rağmen yaşamınızın bambaşka bir yönde ilerlemesini siz nasıl anlatırsınız? Hukukçu değilim, yalnızca hukuk okudum. Tesadüfleri zorunluluk gibi hissetmemizin nedenleri üstüne düşünmemiz gerekiyor. Pek çok bankacı, pek çok doktor, bankacılık ya da doktorluk yapmak istemez. Henüz roman yazmak istemeyen bir yazara, müzik yapmak is-
temeyen bir müzisyene rastlamadım. İçinde yeraldığınız çalışmalarda sıkça önemli şairlerin bestelenmiş şiirlerine rastlıyoruz. Aslında şiirleri bestelemek oldukça zor bir iş. Sizin buna çokca yer vermenizin sebebi nedir? Sonuçta müzik yapıyoruz ve şarkıların adam gibi sözleri olması gerekli. Şiir de bunu karşılıyor. Bu yüzden bestelediğimiz şiirler daha iyi şarkılar yapmamızı sağlıyor. Bestelenmiş şiirlerin yanı sıra “Hiçe Doğru” isimli size ait bir şiir kitabı var. Bunun ardından başka şiirleriniz yayımlanmadı. Tekrar şiirlerinizi ki-
SPOT 37
taplaştırmak gibi bir niyetiniz var mı? Çocukluğumdan beri şiir okuyorum, dolayısıyla çok uzun zamandır şiirle ilgileniyorum. Kendi şiir kitabım da bunun karşılığıydı. Ancak bir şair değilim. Bu yüzden bu kadar zamanda başka şiir kitabı yayımlamadım. Hala şiir yazmaya devam ediyorum. Belki ilerleyen zamanlarda bu şiirler yeniden bir araya toplanabilir. Öncesinde de kendi müzik çalışmalarınız olmuştu ancak oldukça uzun bir süredir Ezginin Günlüğü ile kolektif üretimler yapıyordunuz. Tekrar solo çalışmalar yaparak müzik yaşamınıza devam etmenizin sebebi nedir? Grup dışında proje üretmeyi daha önce de denedim. Ancak ortaya zamanı kullanmakla ilgili bir takım sorunlar çıktı. Albüm yayınlamak, bunun yanı sıra kitap yayınlamak zaman alıcı süreçlerdir. Şimdi bu projelere daha çok vakit ayırabiliyorum. Peki artık müzik yapmaya solo çalışmalarla mı devam edeceksiniz? Evet. Artık solo olarak devam edecek. Daha önce Ezginin Günlüğü dışında “Destur” isimli bir grup çalışması da oldu. Eğer o proje de devam etseydi zaten o günlerde devam ederdi. Bundan sonrasında ise solo çalışmalarla devam edeceğiz. Son yaptığınız solo albüm çalışmasını dinlerken Hüsnü Arkan’a özgü özellikleri elbette ayırt etmek mümkün, ancak müzikal düzenlemelerde bazı farklılıklar da var. Böyle bir değerlendirme sizin açınızdan da doğru mudur? Doğrudur. Bu albümde farklı arkadaşlarla çalıştık. Düzenlemeleri Bora Duran yaptı. Bir şarkının düzenlemelerini de Gürol Ağırbaş hazırladı. Farklı insanlarla çalıştığınızda ortaya farklı sonuçların çıkması normal… Burada önemli olan şarkıların ruhunu yansıtabilmektir ki, çıkan sonuçtan oldukça memnunum. Bu albümde Birsen Tezer’le birlikte seslendirdiğiniz “Hoşgeldin” isimli bir şarkı var. Bu düet fikri nasıl oluştu? Böyle bir güzellik yapalım dedik. İyi etmişiz… Geçmişten bu yana gerek kolektif gerekse bireysel çalışmalarınızda dikkat çeken en önemli şey her şarkının söyleyecek bir sözünün olması. Buradan doğru baktığınızda bugüne dair Türkiye’de yapılan müzik çalışmaları-
38 SPOT
nı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sorunun yanıtını biliyorsunuz. Türkiye’de, popüler müzik alanı içinde duruşunu kaybetmeyen bir takım insanlar var. Dinleyici onlara kulak vermeyi sürdürdükçe de var olmaya devam edecekler. Öte yandan, geniş bir kesim akıldışı şeyler dinliyor. Bu bir kültürel yönlendirme… Radyo TRT 3’ün, yanlış
Bizim kuşağın hayatında Deniz Gezmiş bir mitos değildir. Yaşadığını, direndiğini bildiğimiz siyasi bir kahramandır.
hatırlamıyorsam yüz on vericisinden yetmiş kadarı popüler kanallara kaydırıldı. Bu durumu açıklamak da Bülent Arınç’a düştü. Meğer halkın yüzde doksanı klasik müzik dinlemiyormuş… Buna denebilecek tek şey var; devlet kültürle ilgili görevlerini terk ediyor. Son albümle yakın tarihlerde “Mino’nun Siyah Gülü” adlı kitabınız yayımlandı. Romanda anlattığınız konunun ortaya çıkışı nasıl oldu? Uzun zamandır 1960-80 arası darbe dönemlerini yazmak istiyordum. Bu dönemler çocukluğumu, gençliğimi kapsıyor. Bu dönemleri yazmayı geciktirmemin nedeni, geride bıraktığımız geçmişi sorgularken öznelliğe düşme tehlikesini aşmaktı. Daha önceki romanlarımda da 12 Eylül dönemini bir arka plan olarak kullanmıştım. Hepimiz Türkiye’deki siyasi süreçlerin içindeyiz. Bir yazar olarak, önemli dönemleri eleştirmeye, incelemeye çalışmanın üstüme vazife olmadığını düşünmüyorum. Romana adını da veren Mino karakteri romanın seyrini de belirliyor ancak romanda önemsenmesi gereken bir dönem anlatısı da var. Böyle bir roman yazmanızın gerek kendi yaşamınızla gerekse yaşadığımız dönemle bir ilintisi var mı? Sözünü ettiğiniz dönemi yaşayan biriyim. Siyasi çalkantılar, kişisel ilişkiler bir bütündür. Hepimiz çevremizin ve dönemimizin ürünüyüz. İyi bildiğim bir dönemi, iyi tanıdığım ilişkileri anlatmaya çalıştım. Ama yine de bunun benim hayatımla bir ilgisi yoktur. Ancak öte yandan, tabii ki bütün bunların
benimle bir ilgisi de vardır. Yaşamak ve yazmak hem ayrı hem de aynı şeylerdir. Kitabın arka kapağında tek şarkılık bir CD’ye rastlıyoruz. Bu şarkıyla romanı bir araya getiren nedir? Şarkı Deniz Gezmiş’e ithaf edilmiştir. Birkaç yıl önce yazmıştım… Bizim kuşağın hayatında Deniz Gezmiş bir mitos değildir. Yaşadığını, direndiğini bildiğimiz siyasi bir kahramandır. Solun adaletçi duruşudur. Bu duruşu bugün hatırlıyorsam, başkalarına hatırlatmak da isterim. Böyle bir siyasi içgüdü ve duruş vardı. Bu duruş bugünün siyasi ortamında da sürdürülebilir. Roman, 12 Eylül döneminde yaşanan bir idamla başlıyor. Türkiye’de otuz yıl önce de, kırk yıl önce de, elli yıl önce de devlet bu şekilde cinayet işleyebiliyordu. Romanlarınızda tekrara düşmeyen bir anlatı var. Bu kez de farklı bir konu karşılıyor okuyucuyu. Kitabınız için özellikle de şarkı ile romanın oluşturduğu bütünlüğe dair okuyucuların yorumları nasıl oldu? Okuyuculardan olumsuz bir tepki almadım. Şarkıyı içeren CD’yi ilk baskıya hediye olarak koyduk. Romanlarımda aslında kendi meselemi yineliyorum. İnsanın, bireyin, “kaderiyle” olan ilişkisini sorgulamaya çalışıyorum. Bu mesele beni uzun süre ilgilendirecek. Bireyin kendi kaderini elinde tutabileceği bir dünyanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Burada, kapitalizm, bireyin yoluna taş koyuyor. Hazırlığını yaptığınız yeni bir edebi ya da müzikal çalışma var mı? Üstünde çalıştığım bir albüm ve bir roman var. Albümün 2013’e yetişmesini umuyorum.
Kamusal Sanat ve Ksantist
Umur Bedir Kamusal sanat, caddeler, parklar, meydanlar, bina cepheleri, kamusal yapıların ortak kullanım alanları gibi mekanlarda yapılan sanat işidir. Artistik ve kentsel değerlerin korunması, geliştirilmesi ve kentsel mekanda kişiler arası iletişimin ve insan çevre etkileşiminin olumlu hale getirilmesinde kullanılan bir araçtır. Yani kamusal alanın kalitesini yükseltme yöntemi olarak kullanılan bir uygulamadır. 1970’li yıllarda yaygınlık kazanan “Kamusal Sanat”, sanat eseri-izleyici ve mekan arasında yeni bir ilişki biçimini yaratmasının yanı sıra, görsel sanatları müze, galeri gibi kapalı alanlardan kurtararak, kentin mekanlarında oluşan ve bu mekanları paylaşan her türden insanı da içine alan bir kamusal kültürün oluşmasına katkıda bulunur. Türkiye’de ise, sanat ve sermaye arasındaki ilişkilerin giderek güçlenmesi, sanat eserinin, bir ucunda eleştirmenlerin, bir ucunda sanat simsarı denilebilecek galerilerin, diğer ucunda ise
bir kısım elitlerin bulunduğu kapalı bir mekanizma tarafından değerinin belirlendiği bir yapının giderek belirginleşmesiyle birlikte, Kamusal Sanat ve buna paralel alternatif arayışlar yeni yeni yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Günümüzde, bir yandan sanatı söz konusu mekanizmadan azade kılmak, diğer yandan da ona kentsel mekan ve kamusal kültür içerisinde hak ettiği yeri kazandırmak amacıyla yola çıkan Kamusal Sanat topluluklarının sayısı artmaktadır. Çeşitli alt-kültürlere, kamusal alanda kendini ifade etme olanağı sunan Kamusal Sanat, ortaya çıktığı günden bu güne muhalif bir tutumu da içinde barındırmıştır Kuşkusuz, geçtiğimiz günlerde adını bu anlamda en çok duyuran, her platformda sanatın metalaştırılmasına ve sanat etkinliklerinin ticarileştirilmesine karşı çıkan “Kamusal Sanat Laboratuarıdır.” Bu grup İstanbul Bienali’nin Koç Holding sponsorluğunda düzenlenmesini protesto etmek için, kazıyınca altından Holding’in kurucusu Vehbi Koç’un 1980 darbesinin hemen öncesinde, Darbeci General Kenan Evren’e yazdığı ve “Emrinize ama-
deyim” ifadesiyle son bulan mektubu çıkan davetiyeler dağıtmıştı. Daha sonra ise, “Müzeci’nin Çantası” isimli projeyle, İstanbul Modern’in Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı’nın “(Sanat işletmesinin) herhangi bir işletmeden farkı yok aslında. Sadece ürün olarak sanat yapıtları var” şeklindeki ifadesine atıfta bulunarak, bir açılış sırasında topluluğa, üzerinde “Müessesemiz Klimalıdır” yazılı bir kartvizit dağıtmışlardı. Bunun yanında, İstanbul’un sokak aralarında ve merkezi yerlerde grafiti ve duvar resmi namına eşsiz örnekler bulmak mümkün. Özellikle de Alman sanatçı Kripoe’nin “Sarı Yumrukları’nın” Galata’yla bu derce özdeşleşmesi, Kamusal Sanatın, kamusal mekanların kimliğini oluşturmadaki önemini açığa çıkarıyor. Taksim’deki Haber Türk binasının yanından geçenler, Dolapdere’ye inen yola paralel ilerleyen devasa duvar resmini görmüştür. Şehrin çarpık yapılaşmasını, suyu, kuraklığı ve kirliliği ele alan bu estetik ve çarpıcı resmin yaratıcısı (KSANTİST) Kamusal Alanda Sanat Topluluğu’dur. Mimar Sinan Üniversitesi öğrencilerinden ve mezunlarından oluşan bu topluluk, “Kentsel İyileştir-
SPOT 39
mede Sanatın Rolü” başlıklı bir uygulama ile bir araya gelmiş, görsel anlamda giderek bozulmakta olan kente estetik bir değer katabilmek ve “görsel sosyal eşitliği” sağlayabilmek adına, uzun ve zorlu bir çalışmanın ardından bu resmi tamamlamıştı. Çalışma esnasında, grup adına faaliyet gösteren Serdar Akpınar ve Kübra Şirinyurt ile görüşme ve KSANTİST ve genel olarak Kamusal Sanat üzerine sohbet etme imkanı bulduk. Kendilerine, böyle bir topluluk oluşturmaya onları iten temel nedenin ne olduğunu sorduğumuzda, bize en ulvi amaçlarının sanatı galerilerde sıkışıp kaldığı yerden kurtarmak, sanatı sokakla ve kitlelerle buluşturmak olduğunu söylediler. Zaten grubu bir araya getiren de istisnasız hepsinin tuvallerden daralması ve daha geniş yüzeylere resim yapmak istemesiymiş. Bütün bunlar, Akpınar ve Şenyurt’a göre hem sanatçıya hareket özgürlüğü sağlayan, hem de sanat eseriyle toplum arasındaki etkileşimi arttıran unsurlar. Grup, bu söz konusu etkileşime özel bir önem atfediyor. Zira KSANTİST olarak yola çıkarken, herhangi bir kamusal sanat eserini yapmaya başlamadan önce, bu eserin eskizlerini civarda yaşayan insanlara da gösterip onaylarını almayı, böylece sanat eserine halkın katılımını sağlamayı bir düstur haline getirmişler. Hatta grubun amaçları arasında resmin yapım çalışmalarında böl-
40 SPOT
geden insanları da çalıştırarak, bu vesileyle onlara geçim kapısı yaratmak da var. Aslına bakarsanız belediyelerin ve şirketlerin kentsel rant adına şehirleri yapboz tahtasına çevirirken, insanların yaşam alanlarını hiç durmamacasına değiştirirken şehir sakinlerinin görüşünü zerre kadar umursamadığını düşünürsek, KSANTİST’in sergilediği bu tutumun ne derece takdire şayan olduğunu anlarız. Şenyurt, halk tarafından en ilginç karşılananın, grup elemanlarının yaptıkları bu meşakkatli iş karşılığında hiçbir ücret almamaları olduğunu söylüyor. Projenin tüm masrafları, Şişli ve Beyoğlu belediyelerinin ve bazı inşaat ve boya şirketlerinin desteğiyle karşılanmış, fakat topluluk üyeleri kendileri için hiçbir ücret talep etmemişler. Haliyle, birilerinin şehirdeki çirkin görüntüleri kendisine dert edinip, menfaat ummaksızın böylesi bir işe kalkışması halkın biraz garibine gitmiş. Fakat kısa zamanda çevrede yaşayanlar ve dükkan sahipleri, amaçlarını ve neden orada olduklarını öğrenince bu sanatçı topluluğunu benimsemiş, hatta Akpınarın değimiyle proje süresince onları çaya çorbaya boğmuş. Sanatçı ve halk arasında böylesi bir ilişki biçimini geliştirmenin önemine vurgu yapan Şenyurt, bu ilişki biçimini geliştiremeyen sanatçıların “halk sanatı ve sanatçıyı anlamıyor” şeklinde bir yakınmada bulunmaya hakkının olmadığını belirtiyor. Gerçekten de
Şenyurt’un bu ifadesi, erken cumhuriyet döneminin vizyonunun taşıyıcısı olan batıcı, jakoben sanatçıdan sonra, şimdi de toplum dışı, marjinal ve elit biçiminde tasavvur edilen sanatçı imajını kolektif imgelemden silmede Kamusal Sanatın çok önemli bir rolü olabileceğinin göstergesi. Sanat eserinde belirlenen ve işlenen konuların, güncel ve evrensel öneme sahip olmasının KSANTİST için bir başka önemli husus olduğunu belirtiyor Akpınar ve Şenyurt. Bu projelerinin konusu ise oldukça önemli ve güncel bir sorun; “su”. Özellikle de su kaynakların giderek tükendiği, bu kaynakların her fırsatta özel şirketlere peşkeş çekildiği, HES’lerle derelerin borulara hapsedildiği bir süreçten geçerken, proje konusu olarak suyu belirlemeleri çok anlamlı olmuş. Grubun topluma dönük vizyonlarına paralel olarak da sanat eserinin konsepti bir hayli sade ve anlaşılır. Fakat belli ki anlaşılır olma kaygısı güderken, ne eleştirel olmaktan, ne de sanatsal ifadelerinden taviz veriyorlar. Yani kurulması çok zor bir denge, fakat KSANTİST bunun altından kalkmış. Umarız ki bu ve benzer anlayışla Kamusal ve alternatif sanat yapan toplulukların sayısı artar, zira Türkiye’de bu tür sanatsal anlayışlara her bakımdan ihtiyaç var. Dergimizin de ileriki sayılarında sanatta bu tür alternatif arayışlara ziyadesiyle yer vereceğinden kuşku duyulmasın.
DOĞAN HIZLAN:
Edebiyat yeni bir dünya yaratmak için var. Söyleşi: Ercan Yılmaz Hayatın, bizlere diretilenden daha engin, gösterilenlerden,gerçek diye algılatılandan öte,aşkın bir yaşam olduğunu şiirden başka ne özetliyebir ki? Değil mi ki keşiften,ezber bozumdan,yaratmaktan korkandır iktidar.Bilgi ağacının yasak meyvesini tecrübe etmede kural tanımadıkları için yeryüzüne sürgünü aşk belledi Adem ile Havva.Sözcüklerin gücü hala dünyayı kurtarabilir mi?Neydi yüzyıllardır filozofların,bilimcilerin merak ettiği?Bu en temel soruda, sanatın dahası şiirin yeri nereye düşüyor? Bu sorular üzerine tecrübeli eleştirmen Doğan Hızlan’la sohbet ettik.
Necati Cumalı şiiri ile bir Şükran Kurdakul ve A. Kadir şiiri arasında ayrım vardır.
ötesi mi? Şiirsel bir biçimde, kelimeyi bilinen sözlük anlamından uğratarak yazmak .
Şiirde toplumcu/bireyci, realist/sürrealist gibi kavramları nasıl değerlendiriyorsunuz? Toplumcu şiir diyoruz, onun içine ben biraz daha yumuşak olan “toplumsal”ı katıyorum. Mesela toplumcu gerçekçi olmayan 1940 kuşağı şairlerin toplumsal özellikleri var. Ama toplumcu gerçekçiler gibi bir dünya görüşünün izleğinde ve doğrultusunda yazmamışlar. Örneğin bir Sabahattin Kudret Aksal ve
Şiiri belli kalıplara oturtmaya çalışmak, onu dizginlemek anlamına gelmez mi? Şiir aruzla da yazılabilir, heceyle de yazılabilir, serbest nazımla da yazılabilir. Şiiri iyi yazıyorsa, bu dizginleme değil bir disiplindir. Kimisi o disiplinle yazıyor kimisi çok serbest yazıyor. Yani iyi şiir; aruzsuz, hecesiz yazılan serbest şiirdir, demek doğru olmaz. Sürrealizm de böyle. Gerçek üstücülük mü, gerçek
Şiirin varolan gerçekliğin ötesine geçerek, aşkın bir dil oluşturmaya çalışan bir hakikat arayışı olduğunu düşünmüşümdür! Bu anlamda şiir-bilim- felsefe ilişkisi üzerine fikirlerinizi merak ediyorum. Şiir değil bütün edebiyat türleriyle felsefeyle arasında bir ilişki vardır. Resimle, müzikle arasında ilişki vardır. Şiirin içine giren malzemeler, bütün öğeler ille de edebiyat tarihinden olmaz ki. Onun
(Fotoğraf: Murat Şaka)
Sizce şiir nedir? Nasıl tanımlıyorsunuz? Şiir aslında bir kelime sanatıdır. İlle de anlam ifade etmeyen, Eliot’un meşhur sözüyle: “Anlam daha çok düz yazıya vergidir.” bir söz sanatıdır. Kelimelerin yapılanmasında, imgelerinlerin ve çağrışımların olduğu bir söz sanatı… Tabi, bu kelimelerin içinde anlam da var. Ama nasıl bir anlam, Valery’in dediği gibi, elmanın içindeki şeker kadar gizli. O şekeri çıkaramazsınız ama elmada şeker vardır. Bunların yanı sıra şiir için yapılmış tanımlamalar yüzyıllara göre, akımlara göre, kişilere göre değişiyor. Zamanın şairane sözü neydi? Şiirin içine bazı kelimeler girer, bazıları girmez, günlük yaşamda kullandığımız kelimeler şaireneliğe sığmazdı. Şiir bir bakış açısıydı. Şiir için bence en güzel tanımı Kafka yapmış : “Şiir yaşamı değiştirir.” diyor. Çünkü gördüğümüz, algıladığımız her şeyi şiir katında kelimelerden öğüterek anlatmak vardır.
SPOT 41
için şiirin kapsama alanı çok geniştir. Fakat konular şiir akımlarında farklı anlamlar taşır. Dolayısıyla herhangi bir konuya, şeye, duruma sürrealizm farklı, bizde yine Garip farklı, Hececiler daha şairane, Marksist/Fütürist şiir daha başka yaklaşacaktır. Bunların hepsi bence kelimeleri bir şairin anlamasına bağlı. Aynı kelime bir başka biçimde, bir başka imge ve kurgulama düzeninde oluyor. Ama bunu söylerken biz, modern şiir için söylüyoruz. Divan şiirinde mazmunlar var, bir düzen var. “Ettik o kadar ref’i taayyün ki Neşati Ayine-i pûtab-ı mücellada nihanız” (Görünürlüğü o denli reddettik ki Pırıl pırıl cilalı aynada aksimiz görünmemektedir) Şimdi, burada mazmunlar belli, muayyeniyeti ortadan kaldırdık, ayna “gün” diyor Neşati. Biz görünen varlığımızı kaldırdık, cilalanmış aynada uzayıp kaybolup gidiyoruz diyor. Bakın bir form var. Örneğin, divan şiirinde karanlık gece deyince, sevgilinin zülfünün siyahlığı gelecek arkadan. Serbest şiirde öyle mi? Söylenen bir dizenin ardından hiç beklenmedik bir dize gelebiliyor. Halk şiirinde de, örneğin Karacaoğlan’ı düşünün : “Mendili yudum arıttım Gülün dalında kuruttum Adın neydi unuttum Sorulmayı sorulmayı” Bakınız, dördü de birbirine bağlı, gerçekten kurgusu yapılmış müthiş bir şiir formu. Modern şiire gelindiğinde, o şiirin de bir kurgusu var. Ama, Garip üçlüsüne geldiğimizde, hani Sokrates için nasıl felsefeyi yeryüzüne indirdi derlerse, semai bir şey diyorlarsa; Garip de şairanelikte olan sadece aşk ve güzel şeylerden bahseden şiiri sokağa, yaşama indirdi. Garip, aslında şiire her şey girerin ispatını yaptı. Süleyman Efendi’nin Nasırı, Ciğercinin Kedisi… Sonraki kuşak, İkinci Yeni, ne yaptı mesela? Bir divan edebiyatı şairi gibi şiiri çok incelediler. Onları da unutmayalım. Divan edebiyatının gerçek mirasçıları onlardır. Toplumcu şiirimize gelince, genç kuşakta onlar da bulundu. Fakat 12 Mart’ların, 12 Eylül’lerin toplumcu kuşağa çok zararları oldu. Politik şiirin bir amacı bir hedefi vardır. Evet, doğru. Ama onlar, “söylenilen şey önemlidir, söyleyiş tarzı değil.” dediler. Oysa ben bunlara katılmıyorum. Bir Marksist düşünceyi, bir toplumcu düşünceyi iyi bir dille söyleyemiyorsanız etkili olmaz. Meydanlarda marş gibi söylenir gider. Nazım’ın önemi işte burada. Onun po-
42 SPOT
litik şiiri iyi bir şiirdir. Tutup da eski şeyleri yazıyor, rubai yazıyor. Ömer Hayyam’ın, Yahya Kemal’in Türkçe söyleyişi var onun şiirinde. Nazım, işte bu formların üzerine kendi düşüncesini ekliyor. Mevlana Celaleddin Rumi için ne söylemiş : “Bir gerçek alemdi gördüğün ey Celaleddin, heyûlâ filân değil, Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illeti-ûlâ filân değil, Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi Suret hemi zıllest filân diye başlayan değil” İşte iyi şiir bu. Görünenin gölgeden ibadet olmadığını söylüyor. Bir kere fikri somutlaştırıyor, dünyevi kılıyor. Çünkü gerçekçi, çünkü Marksist. Şiiri bireysel açıdan kendi düşüncesine uygulama örneğidir bu. Şiir sizce bir teknik işi mi yoksa sezi işi midir? Şöyle ifade edeyim. Yaratım sürecinde dil ve biçem üzerine çalışılırken, imge üzerine nasıl bir çalışma yapılabilinir, dahası çalışılabilinir mi? Çalışılabilir tabi. Kelimenin içinde, Valery’nin söylediği gibi, imgeler gizlidir. Her dilin bir çağrışım gücü vardır. Aslında, ister istemez iyi bir şiir okuyucusuysa şair, zaten onu yazarken zihninden, belleğinden bunları geçirecektir. Okuduklarını kendi süzgecinden damıtacaktır. Ona yeni bir anlam, yeni bir çağrışım katacaktır. Fakat okunan bir şiirden zihinde kalan bir çağrışım tekrarlanıyorsa bunun bir önemi yoktur. Örneğin Gülten Akın bir halk şiirinin dizesini o kadar modernleştirmiş ki, ham malzemeyi almış onu yeniden yaratmış ve güçlendirmiş : “Kaç Eyûb şaşkına döner sabrımızdan…” Bir tahammülü, bir direnci kaç dize bu kadar güzel ifade edebilir. Şiirin; bireyin kendi varoluşunu anlamaya ve tanımlamaya çalıştığı naif bir düşün aracı olduğunu ele alırsak, “Şiir bir yaşama sanatıdır.” diyebilir miyiz? Her şey yaşama sanatını içinde barındırır. Ne diyordu günlüğünün adına Pavese, “Yaşama Uğraşı”. Evet, yaşamak başlıca bir zanaattir. Yaşama o kadar zanaat gibi bakar ve algılar ki Pavese, sonunda intihar eder. Şiiri öyle düşünmek lazım. Gündelik. Şiirin diğer sanatlarla ilişkisi ve yeri üzerine neler söyleyebilirsiniz? Şiir, kelimelerin üzerine oturur. Fakat, bu kelimelere can veren, esin veren birçok şey var. Mesela Ahmet Telli’nin “Nida” kitabı ressam Aydoğdu’ya başka bir esin verdi ve Aydoğdu onun
resmini yaptı. Onlar acaba “Nida”nın resimleri midir? Hem evet hem hayır. Yoksa o şiirin onda uyandırdığı görselin resmi midir? O, onun başlangıcıdır, iticisidir ama resmidir, başka bir formdur o artık. Çünkü aza indirgeme sanatıdır, düz yazı gibi değil. Minimal bir sanattır. Öyle ki seçtiğiniz kelimeler, dizeler ve imgelerle her şeyi anlatacaksınız. Tasarruf edeceksiniz. Ama bunun içine elbette en başta felsefe girecek. En az sembolle en çok şey söyleme sanatı da diyebilir miyiz? Tabi öyle. Fakat okuyanın da yorumlama, imgeleme, algılamasına özgürlük tanıyacaksınız. Bu anlamda okurun da fedakarlık göstermesi gerekmiyor mu? Şiirin katmanları vardır. İyi bir okur, bilgili bir okur ancak bu katmanlara girmeyi başarabilir. Örneğin karşındakine bir divan şiiri okursun, kelimeleri açıklarsın, anlatırsın. Şiir bu haliyle ona sığ gelecektir. Ama o şiiri ve o şiirin dilini bilirseniz, derinine inebilir ve onu birçok katmanda duyumsayabilirsiniz. Bunun için yapılacak çalışma ve okumalar mutlaka şiir için; hem okur hem de yazar açısından verimli olacaktır. Günümüz şiirinin-yazının yeri ve üretimi konusunda neler söyleyebilirsiniz? Şiir artık az anlaşılan bir tür. Şairlerinde rolü olabilir ama bu onların kabahati değil. Çünkü şiirin artık toplumsal işlevi tartışılır. Bir de şu var, her şeyin gelişimi takip edilir bizde ama edebiyat ve şiirin gelişimi takip edilmez. Örneğin birisine yazının tarihi sorulduğunda, daktilodan günümüze, bilgisayara kadar bilir. Ama konu şiire gelince nereye kadar okumuşsa onunla yetinmiştir. Ona göre; Orhan Veli’den, Yahya Kemal’den sonrası yoktur. O, anlayın ki ondan sonra hiçbir şairi okumamıştır. Bilim gibi, felsefe gibi, herhangi bir iş gibi edebiyatın da gelişim çizgisini izleyeceksiniz ki, geldiği noktayı anlayacaksınız. Şiirle, tahakkümcü olmayan bir dil, bir düşün anlayışı oluşturularak yepyeni bir dünya yaratılabilir mi? Bütün edebiyatçıların derdi budur zaten. Yepyeni bir dünya yaratmak. Özgür, düşünen, duyan, eşit olan, sevgi duyan… Edebiyat bunun için var. Ama, ne yazık ki politika bir çok alanda bunları yok etmek için üretiliyor. İşte insanoğlunun yapacağı, sanatın; kendisini, yanındakini ve dünyayı sevmesini sağlayan bir araç olduğunu ve şiirin bunların başında geldiğini öğrenmesi gerekiyor.
Nazım Hikmet mi, Şiir mi veya Kim Makinalaşmak İster? Berdar Fabula Eisenstein’ın, 1925 yılında çektiği (daha doğrusu gösterime giren) ve Çarlık iktidarına karşı 1905’te Rus Halkı’nın kütlesel ayaklanmasının içeriğini, ezilen sınıfların ve toplumsal yapıların birbiriyle olan bağıntısını , deyim yerindeyse Hegel’in “sürekli devinim” retoriğinin hareketliliği içinde yansıttığı ve Kışlık Saray’ı basan işçi sınıfına destek veren zırhlıdan adını alan filmi Potemkin Zırhlısı’ydı. Bu film sinema tarihine, adeta Berlin Duvarı’nın çöküşünün sinemaya bıraktığı etkilerden daha fazla şaşkınlık yaratacak biçimde düşmüştü. Kesinlikle, içselleştirilmesi gereken bu muazzam kurgu örneğinin bir kaç sekansını hatırlatmak yerinde olacaktır. Şu ünlü merdiven sahnesine içkin; ama daima gözden uzak tutulmaya çalışılan diyalektik, mekanik, devingen bir sekans: devrim hareketi başladıktan sonra Kışlık Saray’ın kuşatılmasıyla Potemkin Zırhlısı’ndaki piyadelerin ayaklanmasının başarıya ulaşması arasındaki görüntülerin gerilimine denk düşen bir görüntü vardır filmde: kuşatılma ve ayaklanma hareketliliğinin görüntüleri izleyiciye aktarılırken, zırhlının makine dairesindeki pistonların bağımsız hareketini gösterir bize Eisenstein. Geminin motor pistonlarının birbirinden bağımsız, ritmik hareketi ne kadar bağımsız olsa da 1) ritmin dengesizliği, devrim için ayaklanan kitlelerin hareketinin tutarlılığıyla uyumludur, 2) pistonların hareketi o sekansın görüntüsü içinde diyalektiği sistematik bir sonsuzluğa büründürmektedir. 20. Yüzyılın farklı sanat dallarında kendini gösteren teknik biçimlerdeki bu çarpıcılığın sanat tarihine ve insanlığa bıraktığı miras nedir? Charle Chaplin’in sessiz sinemalarından, Diziga Vertov’un belgesellerine; Rus Biçimcileri’nin (!) dil kuramlarından Marcel Durchamp’ın Dada nesnelerinin kalıbına; özellikle Pablo
Picasso’nun resimlerine işleyen anlam ve tarih Nazım Hikmet’in şiirlerinde nasıl apriori (ilk’ten öncesi) yi yerle bir etmiştir? Şiiri ve gerçeği bu dar soruların maviliğine bırakmamak için kısaca, Klasik edebiyattan sıyrılan sanatın kapsamlı etkilerini anlamak gerekmektedir. Fütürizm, Sosyalist Gerçekçilik, Toplumcu Gerçekçilik, Dadaizm, Kübizm ve benzeri akımlar sanattan öte, yaratan en yüce varlık olan insanın geleceği görme kaygısının içe dönük bir görme biçimi olsa gerek. Gelecekçilik de döneminde toplumun nesnel bir görme biçimine büründüğüne göre fütürizmle teknik
doruğuna ulaşan mekanik donanımın, kapitalist sistemde güncelliğini koruduğu vurgusu estetik bir gerçek olarak ufkumuza yaslanır. Akdeniz dillerinde gelecek anlamında kullanılan futur (ispanyolca: el futuro, fransızca: el futur) kavramını kullanarak bu sanatsal akımı tanımlamış olanlar, Rusya’nın ve Dünya’nın öfkeli ve çocuksu şairi Mayakovski’nin Fransız sanat çevreleriyle ilişkili arkadaşları olsa gerek: yani LEF dergisi çevresinde toplanan sanatçılar. Fütürizmin görkemli toprak kokusu olan şair bu kavramı gelecekteki tüm yaratıcı sanatlar için kullanmış olmalı. Ki benimsemiş olmasaydı 1913’te şu sözleri
sarf eder miydi: “ Yarının sanatı adına, Fütürist sanat adına getirdiğimiz değer ölçüleri, önerileri, tiyatro sanatının kapısına dayandığında yok olmaz” (1) Fütürist sanatın Mayakovski’ye göre değer ölçüleri, aslında insanlığın geleceğinin değer ölçülerinin sanatsal tümelliğidir. Fütürizm(gelecekçilik) herhangi bir nesnenin sürekli devinimini yüklendiği içerik öğeleriyle nesnenin kendisini parçalarına dağıtarak bütünün anlamının, parçaların hatta sadece hareketin ya da biçimin bileşenleriyle yansıtılmasını içerir. Fakat sanatta, estetiğin bileşenlerinin “yansıtılması” (yansıtmacı gerçekçilik) ancak, değişen ve derinleşen 20. Yüzyıl sanatının düşünsel ihtiyaçlarını doyurmaktan yoksun bir gerçeklik imgesinin “yansıtmacı gerçekçi” koşullarının içine gömülmekten öteye gidemezdi. “Tarihin insani renkleri, tarihi tekrar gerçek olarak geleceğe taşımasının ön koşullarından olmalı” dırın yüzyılın başındaki ifadesidir fütürizm. Tüm bir hız ve kar mantığının dönüm noktası olan, liberalizmin kapitalizme evrildiği dönemde mekanik şaşkınlığı iyi analiz ederek şaşkınlıktan kurtulabilmiş sanat (elbette ki sempatisini sürekli dışa vurarak) yeni bir gelecek imgesine yöneliyordu bu yolla; yeni üretim ilişkileri bünyesinde gücünün farkına varan sınıfların ütopik hayalleri gerçekleşmi, sömürülenler iktidarı ele geçirmişti. Dahası gerçeklerin yoğunluğunun sınırı, hayal gücünün sınırsızlığını yapılandırır; bu nedenle gelecekçi olmak gerçekçi olmaktır ve gelecek merakı “hangi doğrulutuları izleyebilir?”* sorusuna Roland Barthes “ Hepsini.” * cevabını verirken yanılmadı. Ritmin ve uyumun dinginliğinin yerini ritmin ve uyumun epik şiddete dönüştüğü sanat biçimlerinden ayrılan en önemli nokta grafit(duvar yazısına) öğeleri içeren üstyapıya içkin olmamasıdır. Nazım Hikmet’in de mektuplarında bahsettiği gibi ses, hece, hatta mısranın anlam bütünlüğünü biçimsel bir sıçramaya yöneltebilir: Nazım’ın “r” harfi üzerine düşündüklerini, Kemal Tahir’e mektuplarından okumak yeterli.
SPOT 43
Kısaca Panoramasını çizmeye çalıştığımız bu sürecin şiirdeki değer ve düşüncelere bürünmesinde, Mayakovski’nin duygusallığı arasında bağ olmalı. Sovyet Sanatı’na kadar dünyadaki estetik yaratılardan sonra yeni bir yolda ilerlemek için süreklileşen yalnızlık çoğulluğa bürünmüştür. Artık “üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz” dünyaya yeter miydi bilinmez, Nazım Hikmet’e ve ezilen insan çoğunluğunun Panapticon(2) içine kapatılmış estetik gelişimine yetmiyordu. Yer küre iktidar aygıtını ve yaşamı devingen kılan; ama yine kendi çoğul yabancılaşmasına, yalnızlaşmasına neden olan nesnelerin hareketinin görkemiyle yüzleşti. Şiir de yazı ses ve kağıt-kalem kombinasyonlarıyla yazarın arasında oluşan bağını üretim ilişkilerine dökerken insanı yıkıyordu. Metalar, insan üretiminin fonksiyonel çoğulluğu olarak, insan ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlarken şimdiyi gelecek olarak tekrar üretmek zorundadır. Kaçınılmaz ilişkiyi kapitalizmde bile görebiliriz: at arabasından bisiklete; otomobilden uçağa ulaşan hız dürtüsü, zamanı kullanmak. İşte insanlık tarihinde bir insan ömrü ne kadar kısa. İnsan zamanla yarışmak zorunda hissediyor kendini ve kendi zamanına yabancılaşıyor, insan olduğunu dahi unutuyor. Bu unutkanlığın kırıldığı noktada sanatta şaşkınlık başlar! Şaşkınlık duyguların çocuksu ve masum olanıdır. Şaşkınlık yenilik karşısında korkuya değil, alışılmamış güzelliğe çarpılan duygudur. Dev bir makineler mekanına ya da bunu insanlığın yaratmış olmasına karşı duyulan çocuksuluk. Dev bir tesis, montaj tesisi. Sovyetler Birliği’nde işçiler, kendi iktidarlarının eşitlik ve özgürlük çabası altında emek sömürüsü olmadan üretim sürecinde varlar; hem de bahsettiğimiz şaşkınlığa kapılan çocuklarıyla birlikte. Tesisteki işler kusursuz denecek kadar iyi ve üretken. Çünkü en gelecekçi üretim kolektif bireyin ihtiyaçlarına karşılık düşen üretimdir. İşçiler montaj makinelerini kullanıyor, makineler gökyüzü gibi umutlu ve bulutlar gibi hareketli TRRRRUM, TRRRRUM, TRRRRUM! Aynı ritmde ve sanki sesler sonsuzluk duygusunu yüklenmiş de o sonsuzluktan vazgeçmeyeceklermişçesine. Nesneler birbirlerine geçirilerek işlevli hale getiriliyor: TRAK TİKİ TAK! İşlev ve sonsuzluk birleştiğinde anlamı oluşturabilecek potansiyel estetik ve biçimsel gücü barındırıyor. Nasıl desem, tıpkı Jose Marti’nin yanakların ya da yaşlı Fidel’in sakalının inceliği
44 SPOT
gibi. Sonra Beynimden etimden iskeletimden beliyor bu ! mısrasından hemen anlıyoruz ki, Nazım Hikmet kendini tesiste montajı yapılan nesneyle özdeşleştirmiştir. Öncesinde, okuyucuya duyulan samimiyetin yarattığı içtenlikten olsa gerek mısraı tek başına ele aldığımızda mısraın lirik olduğunu söylemeliyiz. Gereksiz mi? Değil. Anlam uyumluk ! Evet anlam uyumluluk; çünkü mısra ses ya da hece düzleminde uyaklı olmasa da bilince doğrudan temas etmektedir. Beyin, et ve iskelet. Tam bir vücut ve hareket potansiyeli. Peki buradaki, Rus halk koşuklarındaki ritmik bileşenleri ve uyumun şiirsel biçimini bir tarafa bırakacak olursak, şaşkınlığa neden olması gereken dev tesisle değil de neden montajı yapılan nesneyle özdeşleşme çabasına girmiştir Nazım Hikmet? Eğer emek-değer ve üretim sürecini Marksist bakış açısıyla ve komünist ütopyanın insan merkezli somutluğuyla örtüştürecek olursak bunu anlamak zor olmasa gerek. İşte Wolter Benjamin’in imlediği bu değişimde kitabına verdiği isim Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Yapıtı. Her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum ! Tıpkı memesi süt dolu bir annenin, çocuk gördüğünde emzirme isteğiyle içinin çırpınması gibi çırpınıyor Nazım tüm dinamoları taşımak için. O bir otomobil değildir! O tüm dinamoları taşımak isteyen bir otomobil olmak isteğiyle, işçi sınıfının üretiminin tamamını kapsamak istemektedir. Tüm üretim nesnelerinin dünyasını yaratan şey tüm emek değerlerinin tümelliğiyle var olur. Sanat bir üstyapı biçimi olarak bu nedenle, kendisi dışında nesnelliği de karmaşık biçimde barındırarak, işçi sınıfından farklı olarak, kendini ve kendisi dışındaki göstergeleri değişime uğratmaya başlar. Ve Tükürüklü dilim bakır telleri yalıyor, Damarlarımda kovalıyor Oto-direzinler lokomotifleri ! “O zaman ister istemez, hep pos bıyığı, babacanlığı ve her şeyi bilme iddiasıyla en tepede oturup herkesi güdeni kutsayan”(3) bir anlam çıkar-
madığımız bu mısradan belli bir ikonlaştırma değil de yüceltme duyguları taşıyor. Ve bir önceki yargımızı yırtıp atıyoruz: bu üretim tesisi otomobil değil lokomotif üretiyor. Ve mısralardan taşan Karl Marx’ın şu yargısıdır: “sınıf savaşımları tarihin lokomotifidir”. Lokomotif, mekanik bir metafor olarak alabildiğine fazla yükü çekebilen yegane toplu taşıma araçlarından biri olmakla beraber zamanında iktidarlar tarafından “komünist işi araç” diye toplumsal kullanımı engellenmiş bir araçtır. Bazı insanlar için tat ve duyuma doğrudan zevk veren nesneler vardır. Mesela benzin kokusu,tiner kokusu, metalik tat vs. art arda kovalanan hece ritmi makineye özgü özelliklerin niteliğini dışa-vuran bir özelliğe fütürist sanatta ulaşmıştır. Sahip olma isteğini geride bırakan üretim ilişkilerine şiirsellikle vurgu yapmak Mayakovski’de heyecan biçiminde söyleme yansımıştı Nazım Hikmet’te anlam olarak. Mayakovski 150.000.000 adlı destanının bir bölümünde şu mısralarla insanlığı aktarır: AyaklarımızYıldırım geçişiyle trenler. EllerimizOrman açıklığında üflenmiş toz yelpaze. Yüzgeçlerimiz-vapur. Kanatlarımız- uçak. İnsan var oldukça yaratıcı ve tarihsel seslere kulak kabartmaya devam ediyor. Dünyayı duyumsamanın yaşamı duyumsamak olduğu her an iliklerimize işliyor. Hepsinden önemlisi tüm sıcaklığıyla işliyor iliklerimize. Sosyalist Gerçekçiliğin hayal gücü olan Nazım Hikmet’in gerçekçiliğiyle gerçeklik arasındaki yaratıcı bakışı ve şiirindeki dünya görüşü hala insanın büyük kapatılmışlık içinde (neredeyse Kafka’yı bile alt edecek kapatılmışlık içinde) yaşadığı günümüz sanatında başkaldırıyor olması umut verici. “Nedir En zor olan? Görmek gözünün önündekileri !” dememiş miydi Goethe. (1) 150.000.000 (MAYAKOVSKİ) çev: Gültekin Emre, İlke Yay. (2) Panapticon: Michel Foucalt’un eserine konu olan hapishane modeli ya da F,E tipi gibi yok etme biçimleri . (3) DİRENMENİN ESTETİĞİ (PETER WEİSS) çev: Çağlar Tanyeri-Turgay Kurultay, YKY * YAZI ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELERMETNİN HAZZI (Roland Barthes) çev: Şule Demirkol YKY
sinema
Almanya’da Türk Asıllı Sinemacılar
Bu sene Türklerin Almanya’ya göçünün 50 yılı. 30 Ekim 1961 tarihi işçi göçünün resmi başlangıcı olarak kabul ediliyor. 50 yıl önce köylerinden, kasabalarından çıkan yoksul Anadolu erkekleri ülkelerinin başkentini dâhi görme fırsatını bulamamışken Avrupa’nın göbeğinde yaşam mücadelesine girişmişlerdi. Türk hükümetinin Alman devletine teklifiyle başlayan bu sürecin sonunda bu gün Almanya’da 3. nesil Türk kökenliler yaşamlarını sürdürüyorlar. 2003 verilerine göre 82 milyonluk Almanya’da 2 milyona yakın Türk yaşıyor. 2002’de yapılan bir araştırmaya göre de Berlin’de yaşayan Almanyalı Türklerin % 7’si Üniversite / Yüksekokul mezunu. Alman toplumunun içinde yer alan Türkler, ticaret, siyaset, spor derken artık Alman sinemasının da bir parçası haline geldiler. Almanya’da film yapan ilk Türk yönetmen Tevfik Başer’dir. 1980 yılında gittiği Almanya’da, Hamburg Güzel Sanatlar Akademisi’nin Görsel İletişim Bölümü’nde eğitim gören Başer, 1986’da ilk uzun metrajlı filmi olan “40 m2 Almanya”yı yönetti. Almanya’ya çalışmak için gelmiş bir işçinin ve Türkiye’den getirdiği eşinin hayatına odaklanan film, yabancı bir ülkede yaşanan yabancılaşmanın nitelikli örneklerinden biridir. Film, Cannes Film Festivali’nde yarışmaya katılan 130 film arasından ilk 8’e kalmıştı. Bu başarıdan sonra Almanya’da da büyük ilgi görmüştü. İlk defa bu filmde Almanya’da yaşayan Türklerin hayatı sinema salonlarında karşılığını buluyordu. Başer daha sonra 1989’da “Sahte Cennete Veda”, 1991 yılında da “Elveda Yabancı”yı
sinema kitapları
Sinemayı Anlamak: Marksist Perspektifler Mike Wayne Çeviren: Ertan Yılmaz Deki Yayınları
Hazırlayan:
Rıza Oylum
çekerek göçmenlik olgusunun nitelikli örneklerini vermişti. Doksanlı yılların ikinci yarısıyla beraber özellikle Hamburg ve Berlin’de birçok genç Türk yönetmenin yetiştiğini görüyoruz. Bu yönetmenler, genelde 30’lu yaşlarda, 3. nesil Türklerden meydana geliyorlar. Fatih Akın’ın “Duvara Karşı” filminin dışında “Kısa ve Acısız” ve “Temmuzda”, Neco Çelik’in “Şehir Gerillaları” (2003), Buket Alakuş’un “Anam” (2001), Züli Aladağ’ın “Öfke” (2005), Thomas Aslan’ın “Kardeşler” (1997), Sinan Akkuş’un “Evet İstiyorum” (2008) filmleri Almanya’da ses getirmiş filmlerden bir kaçıdır. En ilgi duyulan Türk kökenli yönetmen kuşkusuz Fatih Akın oldu. Onun yarattığı olumlu imaj öteki yönetmenlere de yaradı. Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmiyle Altın Ayı ödülünü alması Alman toplumunun yüzünü Almanya’da yaşayan Türk yönetmenlere çevirmelerini sağladı. Fatih Akın’ın dışında Neco Çelik, İdil Üner, Buket Alakuş, Züli Aladağ, Sinan Akkuş, Yüksel Yavuz, Thomas Arslan isimli yönetmenler Alman sinemasında kendine yer açabilmiş, kendini kanıtlayabilmiş sinemacılardandır. Almanya’daki ilk Türk yönetmen Tevfik Başer’in, filmlerini çekebilmek için önemli ekonomik problemlerle mücadele etmesi gerekiyordu. Günümüzde ise Türk yönetmenler bu konuda eskisi kadar zorlanmıyorlar. Yapımcılar onlara güveniyor. Artık Alman toplumu, Türklerin sadece fabrika işçisi olmayacağını kabul etmiş görünüyor. Zira Türk yönetmenler, belgeselleri, kısa filmleri, uzun metrajlı sinema filmleri ile ülkedeki kültürel üretimin en önemli parçası haline geldiler.
Marksizm ve sinema en azından ortak bir konuyu paylaşır: ikisi de kitlelerle ilgilenir. Doğrudur, sinema kitlelere daha düzenli olarak hitap eder, bu nedenle de sinema; sermayenin kurumsal altyapısı ve (devletin “serbest” pazar denen o hayalete inancını açıkça söylemesine rağmen) devlet desteğiyle, iletişimin menzilini artıran ve genişleten teknolojiyle ve büyük ölçüde dolaşımda olan (melodramdan müziğe, anlatıdan özel efektlere kadar) çok çeşitli öykü anlatma ve estetik stratejilerini birleştiren sinemasal biçimlerle desteklenir. Sinemanın toplumsal menzili Marksistlerin bu araca yönelik gösterdiği kuramsal ve pratik ilgiyi açıklar. Marksizm devrim, devrime teşebbüs dediğimiz her şeyin sürekliliğindeki o büyük kırılmalarda ya da toplumsal kriz veya kültür devrimleri dediğimiz toplumsal gerginliklerin o daha az yoğunlaşmalarında kitlelere belirli aralıklarla hitap eder ve onları harekete geçirir. Sinema o anlara, toplumsal karışıklıklara önemli ölçüde uyum sağlar. Bu altüst oluşların artçı sarsıntıları sinema kuramlarında ve uygulamasında dalgalar halinde yayılmış, üretiminin ilk tarihsel koşullarının desteklemesinden uzun süre sonra yeni koşullara esin kaynağı olmuş, etkilemiş ve bu koşullarda yeniden işlenmiştir.
Saniyede 24 Kare Ölüm Laura Mulvey Çev. Selin Dingiloğlu Doruk Yayınları
Sinemaseverlerin ve kuramcıların derinlikli çalışmalarına aşina olduğu Mulvey, Saniyede 24 Kare Ölüm’de bizi sarsıcı soru ve yorumlarla karşı karşıya bırakıyor: Fotoğraf ve sinema ölümle olan ilişkimizde neyi değiştirdi? Sinemanın zaman algımız üzerindeki etkisi nedir? Bu gibi kışkırtıcı sorularla yola çıkan Mulvey, psikanaliz ve sinemayı harmanlayarak filmlere eğiliyor; yönetmenleri ve izleyici türlerini irdeliyor. Saniyede 24 Kare Ölüm, baştan sona, zorlayıcı, düşündürücü ve verimli bir okuma süreci sunuyor.
“Diyalektik açıdan bakarsak, sinema hayattır ve hayat da sinemadır, ikisi de birbirinin hakikatini anlatır.” (Filmlerle Sosyoloji, Bülent Diken, Carsten B. Laustsen, Metis Yayınları) 46 SPOT
Güncel bir kara-ütopya: Black Mirror
Emre Tansu Keten “Çağımızın,... tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur... Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır.” (Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü) (Bu yazıyı okumadan önce bahsedilen diziyi izlemeniz önerilir.) Sosyal medya araçlarının “devrimler yaptığı”, iletişim teknolojilerinin küresel bir köy yarattığı, Irak’taki savaşı bile kanlı canlı izleme şansına sahip olduğumuz bir dönemdeyiz, ne kadar şanslıyız değil mi? Anlaşılan insanlığın çoğu bu konuda şanslı olduğuna inanıyor. Son yıllarda bu konuda yazan yazarların çoğu bilgi toplumunun nimetlerini anlata anlata bitiremiyor. Akademik çalışmalar sosyal medyanın kitle ileti-
şiminde yarattığı devrimden söz ediyor. Yüzyıllardır aranan gerçek demokrasinin Twitter’la ortaya çıktığı savunuluyor. Kısacası genel kanı “iyi şeyler” olduğu/ olacağı yönünde. Ancak yine de bu iyimser ortamı bozmak isteyen “geri kafalı” eleştirmenler yok değil. İngiliz yazar ve senarist Charlie Brooker bu geri kafalılardan biri. Brooker, The Guardian gazetesinde yazdığı yeni medya düzeni eleştirileriyle, BBC için hazırladığı “How TV Ruined Your Life” (Televizyon Hayatınızı Nasıl Bozar”) türü programlarla tanınıyor. Teknoloji bağımlılığı, aygıt (İphone vb.) bağımlılığı, televizyonun manipülasyon etkisi gibi konularda yazan Brooker’ın son projesi Black Mirror (Kara Ayna) isimli bir televizyon dizisi. İngiltere’de Channel 4’da yayınlanan Black Mirror, 45 dakikalık üç ayrı bölümden oluşuyor. Üç bölümün de yönetmeni farklıyken, ilk iki bölümün senaryosunu Brooker, son bölümü ise Jesse Armstrong yazmış. Üç bölüm de, aynı derdi paylaşan ancak bambaşka hikayeler anlatan bölümler, bu da daha başta genel dizi algısını dağıtan bir yöntem. Birinci bölüm: The National Anthem Black Mirror’un The National Anthem (Milli Marş) ismini taşıyan ilk bölümü, belki de en sarsıcı bölüm diyebiliriz. Bölümün başında İngiltere Başbakanı, İngiltere Prensesi’nin kaçırıldığı haberiyle uykusundan uyandırılıyor. Başbakan henüz ne olup bittiğini anlamadan, prensesi kaçıran kişinin çektiği videoyu Youtube’a koyduğu, bütün engellemelere rağmen videoyu bir milyondan fazla insanın izlediği anlaşılıyor. Youtube’da yayınlanması engellenen video bu sefer
de Twitter ve Facebook’ta yüzbinlerce insan tarafından konuşuluyor. Videoda, prensesi kaçıran kişi, başbakanın bir televizyon kanalında canlı yayında bir domuzla ilişkiye girmesini talep ediyor, aksi halde (yanında duran ve ağlayıp, yalvaran) prensesi öldüreceğini söylüyor. Bu saçma talep ilk etapta, Twitter ve Facebook ahalisi tarafından yerine getirilmesi mümkün olmayan bir talep olarak görülüyor ve başbakan destekleniyor. Bu kanıyı devam ettirmek için, televizyon kanalları hükümet tarafından kullanılıyor. Sahte videolar hazırlanıyor, manipülatif haberler yayınlanıyor. Bunu haber alan “terörist”, prensesin parmağını kestiği bir videoyu daha yayınlıyor. Televizyonlarda yayınlanan canlı Twitter ve Facebook oylamaları, “toplumun” giderek başbakanın arkasından çekildiğini gösteriyor. “Başbakanın bir kere domuzla ilişkiye girmesi, prensesin ölmesinden daha mı kötü” şeklinde düşünenler, anlamsız, hayatta karşılığı olmayan bir etik tartışmanın tam ortasında buluyorlar kendilerini. Dizinin sonunda başbakan, “teröristin” talebini kabul edip, kamera karşısına geçtiğinde, çoktan serbest kalmış, boş sokaklarda dolaşan (ve parmakları yerinde olan) prensesi, ekranların başında hazır ola geçmiş milyonlarca insan doğal olarak göremiyor. Nihayetinde “terörist”in ise ünlü bir oyuncu olduğu, bu eylemi de bir sanat performansı olarak kurguladığı anlaşılıyor. Sanat performansı olarak ortaya konulan bu eylem, amacına ulaşıyor. Gerçek hayatta bir karşılığı olmayan etik tartışmalar, hayatı esir alıyor. Sanal bir aksiyon, insanların gerçekle bağını biraz daha kopartıyor. Bu performans, izleyicilerini bir mekana sığdıran diğer performanslardan ayrılıyor, üstelik izleyicilerinin de bir taraf olduğu bir bağlam yaratıyor. Brooker, bu bölümle bize, ekranlar aracılığıyla yaşamanın, ileride hiç tahmin edemeyeceğimiz ikilemler doğuracağını, sosyal medyayla (sonuçta bilgisayar da, İphone da birer ekran) gelişen ortamın herkese söz söyleme olanağının yanında manipülasyon şansı da tanıdığını anlatmak istiyor. Bu bölümde anlatılan, bağlamlar tam olarak aynı olmasa da, Orson Welles’in “Dünyalar Savaşı” eserinin radyo sunumunun ardından, binlerce insanın Marslıların dünyayı gerçekten istila ettiğine inanıp, sokaklara fırlamasına benziyor. Ancak “kara aynaların” radyodan daha etkili olduğu açık.
SPOT 47
İkinci Bölüm: 15 Million Merits Black Mirror’un ikinci bölümü bambaşka bir ortamda açılıyor. Zamanı belirsiz bir ortamda başlayan dizi, mekan olarak “Yeni Cesur Dünya”daki betimlemeleri akla getiriyor. Tamamen kapalı bir mekanda geçen bu bölümde, onlarca insan, dört yüzeyi de ekrandan oluşan küçücük odalarda uyuyup, uyanıyorlar. Uyku dışındaki zamanlarını ise, bisiklet pedalı çevirerek geçiriyorlar. Pedal çevirerek enerji üreten bu insanlar, kat ettikleri (sanal) mesafe kadar puan (para) kazanıyorlar. Odalarında ekranlarla çevrelendikleri gibi, pedal çevirirken de önlerindeki ekrana bakmak zorundalar. Kazandıkları puanları da, bu ekranlardan zorla izledikleri erotik şovlara, eğlence programlarına ve oyunlara veriyorlar (burada Brooker, sanal metalara yönelik büyük harcamalara gönderme yapıyor). Böyle çıkışsız bir hayatın tek kurtuluş yolu ise şarkıcı ya da erotik şovlar için oyuncu olmak. “Yetenek Sizsiniz” tarzı bir yarışmaya (15 milyon puan karşılığında) katılıp, şarkıcı veya oyuncu olma hakkını kazandığınızda, pedal çevirmek zorunda kalmıyorsunuz. Tek kurtuluşları, her gün zorla izledikleri programların nesnesi olmak olan ve bunun için çabalayan bir esirler dünyası anlatılan. Dizideki ana kahraman da bu sistemin bir dişlisi olarak “hayatını yaşarken”, kampa yeni gelen bir kadı-
48 SPOT
na (Hot Shots) aşık olmasıyla dünyası değişiyor. Abisinden kalan 15 milyonluk puanı, sesinden etkilendiği kadının yarışmaya katılması için ona veriyor. Yarışma sahnesine çıkan Hot Shots şarkısını söyleyip, söz jüriye kaldığında (jüri üyelerinin tavırları Türkiye’deki yarışma jürilerinden ne eksik ne fazla), jüri üyelerinden birisi sesi güzel birçok insan olduğunu, bu nedenle şarkıcı olmasının gereksiz olduğunu, ama erotik şov yıldızı olmak için uygun olduğunu belirtiyor. Aklında hiçbir zaman böyle bir seçenek olmayan Hot Shots, (sanal) seyircilerin “yap, yap” sesleri eşliğinde teklifi kabul etmek zorunda kalıyor. Yani bir şekilde, insanlar kendi arzuladıkları rollere değil sistemin arzuladığı rollere büründürülüyor. Aşık olduğu kadının erotik şovlarda oynaması ve bu şovların kendisine zorla izletilmesi, ana kahramanımızı çileden çıkartıyor. İntikam almak için yarışmaya bu kez de kendisi katılıyor. Jüri önünde boğazına kesik cam parçası dayayan kahramanımız, sistemin rezilliğini teşhir ediyor, jüri üyelerine hakaret ediyor, sistem içindeki hiç kimsenin duymak istemediği şeyler söylüyor. Bu esnada, dizi izleyicileri ne olacak diye düşünürken, bir isyan dalgasının sistemi kasıp kavuracağını beklerken, jüri üyeleri birden alkışlamaya başlıyorlar kahramanımızı, yaptığı “şov”dan çok etkilendiklerini söylüyorlar. Bir jüri üyesi bu şovu
ayda bir tekrarlamasını, yani bir şov yıldızı olmasını istiyor. Bunun karşılığında pedal çevirmekten kurtulacağını belirtiyor, arkadan yükselen “yap, yap” sesleri eşliğinde kahramanımız teklifi kabul ediyor ve her ay boğazına dayadığı cam parçasıyla hayata, sisteme, insanlara olan nefretini kusuyor. Bu bölümün, günümüz hakkında çok şey söylediğini vurgulamak gereksiz. Gününün büyük kısmını ekranların karşısında geçiren, en büyük hedefi bir gün o ekranlarda kendisinin görünmesi olan çağımız insanı, bu bölümün esas konusu. Bu bölüm bize, Yetenek Sizsiniz yarışmasına katılıp kendini rezil eden, jüri üyelerinin aşağılamalarına tebessümle cevap veren ya da sosyal medya fenomeni olmak adına saçma sapan videolar çekip, mesajlar yazan insanları ve bu insanların eylemlerinin nedenlerini gösteriyor. İçine doğduğumuz ideolojik iklimin, kendisine karşı gelişen isyanları bile nasıl kendi malzemesi yaptığını anlatıyor. Satılan her lisanslı V maskesinden büyük şirketlerin para kazandığı, çatışmayı sevenler için politik gezi paketlerinin pazarlandığı bir dünya, tam da böyle bir dünya değil mi? (Cüneyt Özdemir’in Black Mirror’ı Radikal’deki köşesinde, son dönem popüler kültürün yarattığı bir klişe olan “Uvvv Çok Sert” başlığıyla tanıtması tam olarak bunu kanıtlamıyor mu?)
Üçüncü Bölüm: The Entire History of You Gözlerinizin, bütün gördüğü şeyleri kaydettiğini, istediğiniz zaman, istediğiniz bir geçmişi anında izleyebildiğinizi düşünün. Hayat uzun bir film gibi olurdu muhtemelen. Black Mirror’ın üçüncü bölümü, özellikle son on yılda gelişen teknolojiyle insanlığın kapıldığı görüntü kaydetme hastalığından hareketle böyle bir kurgu yaratmış. Bu bölümdeki insanlar, kulaklarının arkasına yerleştirilen “Grain” denilen cihazla, bütün gördüklerini kaydediyorlar. Bu kaydetme video kameradaki gibi isteğe bağlı bir anla sınırlı değil, grain insanların uyanık olduğu her saniyeyi kaydediyor. Sonrasında ise, istenilen geçmiş bir tarihin, ister gözde, ister televizyon ekranında izlemesini sağlıyor. Bu bölümün ilk sahnesinde kahramanımız bir iş görüşmesinde gösteriliyor. Karşılıklı yoklamaların yapıldığı bu görüşmenin ardından, kahramanımız toplantı anını tekrar tekrar izleyerek, görüntüyü şirket yöneticilerinin yüzlerine yakınlaştırarak, mimiklerini tek tek değerlendirerek, işe alınıp alınmayacağını anlamaya çalışıyor. Dizinin sonrası ise, kahramanımızın karısıyla yaşadığı sorunlar üzerine kurulmuş. Geçmiş görüntüleri tekrar tekrar izleyerek, karısının, eski sevgilisine kaçamak bakışlarının hesabını soruyor. Geçmiş sevişme görüntüleriyle, geçmiş sevişmeleri tekrarlamaktan sıkıldığını söylüyor (ki herkes böyle yapıyor), son olarak da,
karısının grain’inde kayıtlı görüntüleri zorla izleyerek, şüphelerinin haklı olup olmadığını kontrol ediyor. Dizinin bu bölümü tam bir teknolojik distopya. Görüntü kaydetme furyasının, yaşamı, bütün ilişkilerin saçmalaştığı, her şeyin kanıtlanabilirlik üzerinden tartışıldığı ve insanların sürekli geçmişi yeniden yaşamak zorunda olduğu bir noktaya götürebileceğini gösteriyor. Otantik yaşamın yok olduğu bir ortamda, kara aynaların üzerinden kurulan bir yaşam. Ekranlar üzerine kurulmuş bir toplum Black Mirror, farklı kurguları içeren bu üç bölümüyle izleyenleri sarsıyor. Ne gerçekleşmesi çok uzak bir gelecekten bahsediyor, ne de gerçekleşmesi imkansız kabuslardan. Teknolojiyle, özellikle iletişim aygıtlarının gelişimiyle birlikte, insanlığın edindiği kaygılardan, benimsediği reflekslerden ve yaşam tarzından yola çıkarak, bir sonuç kestirmeye çalışıyor. Dizi, teknolojik “atılımların”, birinci bölümde ahlaki, ikinci bölümde ideolojik, üçüncü bölümde ise ontolojik olarak olası etkilerini sergiliyor. Aslında belki de, en önemli sorun epistemolojik alanda. Televizyonun ortaya çıkışıyla, “anlam”ın uğradığı erozyon, internet ve Web 2.0’la daha büyüyor. Baudrillard’ın dediği gibi “Kitleler bu akılcı iletişim zorlamasına insanı aptallaştıracak bir biçimde karşı koymaktadırlar. Onlar anlam yerine
gösteri istemektedirler (...), içinde bir gösteri olması koşuluyla tüm içeriklere tapmaktadırlar” (Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu). Ekranlardan topluma bir saat içinde milyarlarca imaj akıyor, gösterilerin tek sahnesini bugün ekranlar oluşturuyor. İktidar sahiplerinin dışında imaj üreten “bağımsız” kullanıcıların ezici bir çoğunluğu ise egemen akışa ürün üretmekten başka bir şey yapmıyor. Özetle, Black Mirror, ilkeli övmeden yapılan bir modernlik eleştirisi. Yazımızı, özellikle dizinin ikinci bölümünü izleme şansı olsaydı mutlu olacağını düşündüğüm Guy Debord’un sözleriyle bitirelim: “Gerçek dünyanın basit imajlara dönüştüğü yerde, basit imajlar gerçek varlıklar ve hipnotik bir davranışın etkili motivasyonları haline gelir. Artık doğrudan doğruya algılanamayan dünyayı uzmanlaşmış farklı dolayımlarla gösterme eğilimi olarak gösteri, görmeyi doğal olarak insanın ayrıcalıklı duyusu -ki eski dönemlerde bu ayrıcalık dokunma duyusunundu- kabul eder; en soyut ve en aldanabilir duyu olan görme güncel toplumun genelleştirilmiş soyutlamasına denk düşer. Fakat gösteri, sadece bakışla özdeşleştirilemez; bakış, duymayla birlikte olsa bile. Gösteri, insanların etkinliklerine tabi olmayan, insanların yapıp ettikleri tarafından yeniden ele alınamayan ve düzeltilemeyen şeydir. O, diyaloğun karşıtıdır. Bağımsız temsilin olduğu yerde gösteri kendini yeniden yaratır.” (Gösteri Toplumu)
SPOT 49
futbol
Polis Şiddeti ve Taraftarların çilesi
Polisleşen devlet, toplumun her kesimine copunu rahatlıkla gösterebiliyor artık. İrili ufaklı her toplumsal olayın engellenmesinde ya da müdahalesinde rahatlıkla kullanılan copun futbol sahalarından uzak olması beklenemezdi. Bu sezon zaten şike operasyonu ile içli dışlı olunan polis futbol birlikteliği taraftarlara karşı olunan şiddet ile katmerlenmiş oldu. Bu sezon FenerbahçeBeşiktaş ve Karşıyak-Göztepe derbileri başta olmak üzere bir çok maçta polis copunu gösterdi. Kadıköy’de Beşiktaşlı taraftarlara biber gazlı müdahalede bulunan çeşitli göz altılar yapan polis adeta Beşiktaşlı taraftarları stat içerisinde rehin tutmuştu saatlerce ve iyi niyet açıklamaları sonucu kalkan “deplasman yasağı” bir başka bahara ertelenmişti. İzmir’de ise İzmir derbisinde Karşıyaka maçında Göztepeli taraftarlar maç bittikten sonra 3000 kişi yaklaşık 7 saat statta bir başka rehin tutulma operasyonuna maruz kalmışlardı. Polislerin türlü küfür hakaret ve darplarına maruz kalan Göztepeli taraftarların durumunu CHP Milletvekili Süleyman Çelebi meclise taşımıştı. Bu olaylarda 82 Göztepeli taraftar da gözaltına alınmıştı. Hatay’da Kırıkhan-Kastamonuspor maçında hastanelik olacak şekilde darp edilen Kırıkhan taraftarları da o gün hastaneleri ve karakolları doldurmuştu. Keza Beykoz sporlular, hem Feriköy maçında Beykoz sokaklarında yaşanan koşuşturma olsun hem Kocaeli’ye deplasmana giderken “emniyet müdürünün” keyfi bir uygulaması sonucu Beykozluların şehre alınmaması olsun polis şiddetiyle çok muhatap oldular
bu sezon. Yine yakın bir zamanda Adana sokaklarında Adana’nın muhalif kimliğiyle bilinen Demirsporlu taraftarları polislerle gün boyu çatışmıştı ve çok sayıda göz altı orada da meydana gelmişti. Salonlarda da kadınlar voleybol müsabakasında Yunanistan’dan İstanbul’a gelen AEK’li taraftarlara polis biber gazıyla müdahale etmiş ve beklemediği şekilde sert bir karşılık görmüştü. Kısacası polis her yerde…Siyasi bir eylemde futbol sahasında salon sporlarında aklınıza gelebilecek her yer polis şiddetiyle harmanlanıyor ve topluma makbul vatandaş “makbul seyirci” dayatılıyor. Asıl soru tribünler bu gömleği giyecek mi yoksa “artık yeter” mi diyecek?
Sol Açık’tan kanat bindirmeleri Tribünlerde yaygın olan şoven söylemlerin karşılığında, ümit sebebi olan sol taraftar grupları ortaya çıkmaya başladı. Aslında uzun süreden beri tribünlerde olan gruplar son zamanlarda endüstriyelleşen futbolda daha fazla görünür olmaya başladı. Bu gruplardan en belirginlerinden biri ise şüphesiz Fenerbahçe’den Sol Açık taraftar grubu. Sol Açık taraftar grubu gerek pankartları gerekse gündeme ilişkin açıklamalarıyla bir başka futbolun ümidini yaşatmamıza vesile oluyor. Lefter2in cenazesindeki “Lefter diye yazılır BARIŞ diye okunur” ve Fenerbahçe’nin spor kompleksi açılışında açılan “Emektir dünyayı var eden. Salon yapımında emeği geçen işçi dostlarımıza selam olsun” pankartları hala akıllarda yerini koruyor. Bu pankartları bizim gibi fark eden başkalarıda var tabi… Bir basketbol maçına polis Sol Açık’ın farklı amaçlar için tribünde olduğunu ve amaçlarının sportif değil fikri olduğunu söyleyerek pankartlarını içeri almak istemedi. Amblemlerinin “Dev Yol’a benzediğini “ de dile
50 SPOT
getiren polisler bu ve buna benzer mesnetsiz elle tutulmaz açıklamalarla Sol Açık’ın pankartlarına müdahale ettiler. Sol Açık kendi internet sitelerinden yapmış oldukları açıklamalarda bu yasaklara karşı geleceklerini gerekirse yargıya taşıyacaklarını her şeyden öte inatla pankartlarını açmaya devam edeceklerini dile getiriyor. Sol Açık, polislerce engellenmeye çalışılan pankartlarından birinin dediği gibi şu anda pankart meselesinde ve tribünlerde “Onurlu bir bakış, Görkemli bir direniş” peşinde. Biz de bu direnişlerini selamlayarak Sol Açık’a yolunuz açık olsun diyoruz.
Rahat Uyu Morosini Livorno’nun 25 yaşındaki futbolcusu Piermario Morosini, Pescera - Livorno maçının 31. dakikasında geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetti. Endüstriyel futbola mahkum olmadığımızın canlı kanıtı olan, Türkiye dahil bir çok ülkede fan grupları bulunan Livorno takımının oyuncusunun zamansız ölümü tüm sevenlerini acıya boğdu. 17 Nisan günü Livorno’nun stadı Armando Picchi’de düzenlenen cenaze törenine 20 bini aşkın taraftar katıldı. Morosini’nin naaşının
stada getirilmesinin ardından taraftarlar ve futbolcu arkadaşları, Morosini’yi dakikalarca ayakta alkışladı. Kilometrelerce uzaktaki bir ikinci lig takımını kendi mahalle takımı gibi sahiplenen Türkiyeli Livorno taraftarları da bu olay nedeniyle en az Livorno’da yaşayanlar kadar üzgün. Öğle yemeklerini kasaba halkıyla yiyecek kadar mütevazı olan Livornolu futbolcular, milyon dolarlar için değil futbol ve Livorno sevgisi için oynuyorlar. Rahat uyu Morosini!
Futbol Blogları Ülkemizde, spor gazetelerinin ve sayfalarının köşe başlarını Eski futbolcular ve hakem eskileri tarafından istila edildiği bir dönemde biz futbol sevdalıları, Blog yazarlarını, büyük bir saygı ve sevinçle takip ederiz. Alternatif bir medya alanı yaratmak için yola çıkmış Spot dergisi ekibi olarak her ay spor bölümümüzde Blog sayfalarına ve yazarlarına yer vermeyi görev edindik kendimize. Dergimizde yer almasını istediğiniz, blog sayfalarını bize ulaştıracağınız mail adresi: spotdergi@gmail.com
Blog İdman Yurdu
Son yıllarda Türkçe Futbol Blogları’nın giderek artması ile beraber oldukça dikkat çekici bir hale gelen bu mecranın daha geniş kitlelere yayılması, içeriklerinin bir havuzda paylaşılması /dağıtılması, ortak blog havuzundan daha fazla okuyucuya / ziyaretçiye ulaşılabilmesi için tüm futbol bloglarının gün içinde ürettiklerini başlıklar halinde bir çatı altında toplamaya ve okurlara duyurma amacıyla kurulmuş bir yayıncı ağıdır. BİY, Blog İdman
Yurdu’nun kısaltılmış ifadesidir. Blog İdman Yurdu, RSS kaynakları ile işleyen ve Türkçe Futbol Blogları’nın merkez sitesi misyonunu yüklenen bir projedir. Her blog sahibi kendi blogunda özgün içeriğini üretmeye BİY ile devam eder. BİY Nasıl Çalışır? Blog İdman Yurdu, ağdaki tüm futbol bloglarını 5 dakikalik periyotlarda tarayarak tüm yazıları alır ve kendi yerel veritabanına yazarak indeksler. Bu yazılar tarih sırasına göre sıralanarak okuyucuya sunulur. Gün içindeki bu rutin çalışma dışında günde 1 kere olmak üzere de “derin tarama” yapılır ve ağdaki blogların tüm yazıları taranarak mevcut güncelleme olup olmadığı kontrol edilir. BİY Editoryal Ekibi otomatize edilmiş bu yapı dışında kendi editoryal seçkisiyle bloglardan seçme yazıları site anasayfasında sunar. Bu bölüme seçilen yazılar tamamen Editoryal Ekibi’nin tercihleriyle oluşmaktadır. BİY Türkçe Futbol Blogları Ağı’nda bulunan bloglara Bloglar sayfasından erişebilirsiniz. www.blogidmanyurdu.com
Borges Blog
Blog takipçilerinin uzun yıllardır sıkı takip ettiği bloglardan biridir BorgesBlog. Futbol’un ve hayatın gerçekliklerine dokunan bir yazardır namı diğer Borges. Almanya’da yaşamını sürdüren borges yazarı Orhan Uluca, Alman medyasından çevirileri ve Almanya üzerinden yaptığı röportajları ile takipçilerine doyurucu bir hizmet sunuyor. Orhan Uluca aynı zaman da BirGün gazetesinde düzenli olarak her pazartesi köşe yazıları yazmaktadır. Daha fazlasına devrimderki.blogspot.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Uçan Hollandalı
Uçan Hollandalı, Blog takipçilerinin merak ve zevkle takip ettiği başka bir blog yazarıdır. Uçan Hollandalı Futbolu, akılcı ve sayısal veriler ile yorumlayan, inceleme yazıları ile futbol severleri doyuran yeni jenerasyon spor yazarlarımızdandır.Aaynı zamanda haftalık yayınlanan interaktif dergi Hayatım Futbol’da ve Birgün gazetesinde haftalık yazılar yazmaktadır. vliegendenederlander.blogspot.com
SPOT 51