13 minute read
9. Orta Asya'nın Türklüğü Meselesi
9. ORTA ASYA'NIN T ÜRKLÜGÜ MESELESİ
Günümüzde Türkistan' da Türk devletlerinin varlığına bakarak bu mevzuya yaklaşamayız. Her ne kadar Türklerin Anayurdu Orta Asya olsa da, ilk kurulan devletlerimiz bu coğrafyada kurulup, Rus egemenliğindeki dönem hariç siyasi varlıklarını sürdürdülerse de, bu coğrafyada sun'i ya da siyasi sebeplerden dolayı bir Türklük probleminin var olduğu gözükmektedir. Her ne kadar Türk tarihini mevzu etmiş bütün eserler bu coğrafyanın bir Türk coğrafyası olduğunu ifade etseler de, hatta Türkistan deseler de, yine de Orta Asya Türk Tarihi kendi başına bir araştırma konusu, çözümlenmesi gerekli bir tarih ve sosyoloji problemi olarak ele alınabilir. Ama, Türk bilim adamlarının Orta Asya Türk tarihi konusuna eğilmeleri batılıların yaklaşımından farklı olmak zorundadır. Çünkü batı meseleye oryantalizm ve Türkoloji penceresinden yaklaşmaktadır. Türk bilim adamları meseleye bu bakış açısı ile bakamaz. Öncelikle, Orta Asya Türk Tarihi sadece bazı çevrelere özel bir ilgi alanı değildir. Zaten biz, özel ilgi alanı olarak değil, Türk tarihinin bir bölümünü oluşturduğu için konuya eğilmek zorundayız." Nitekim burada Türk tarihini iki temel çizgiye ayırabiliriz. Bunlar; Orta Asya Türk Tarihi olarak Doğu Türklüğü, Anadolu Türk Tarihi olarak da Batı Türklüğünün tarihi.
33 Sez.er, Baykan, J'ürk Sosyolojisinin Ana Sorunları, İstanbul, 2006, s. L36.
Burada İslamiyet'ten önce ve İslamiyet'ten sonra Türk Tarihi olmak üzere de bir ayrım yapabiliriz. Belki Orta Asya Türk Tarihine uzun bir dönem uzak ve ilgisiz kalmamızda, orada kalan soydaşlarımızın bir müddet daha bizden farklı bir dine mensup olduklarını sebep olarak gösterebileceğimiz gibi, Cengiz Han ve devletinin yayıldığı alan ile Timur Devleti'nin Osmanlı Devletine yaşattığı sıkıntılar ile Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevi devletlerinin İslam inancına sahip olmalarına rağmen, kafir beldelerin fethedilmesini geciktirmiş olmalarını da gösterebileceğimiz gibi, daha sonra ortaya çıkan ve her geçen gün güçlenen Rusya Devleti'nin gücü karşısında, mevcudu muhafaza yoluna gitmemizden dolayı da bu coğrafya ile irtibatımızı kesmiş olabiliriz. Yani Anadolu'nun bir Türk yurdu olması ve bu coğrafyayı vatan yapanların Orta Asya'dan gelmiş olmalarına rağmen, bir müddet sonra bu coğrafyayı unutmalarının altında başka sebepler de aranabilir. Gerçi, Osmanlı Beyliğinin Devlet haline dönüşmesi, yani rüştünü ispatlamasından sonra, bu coğrafyada özellikle Altınordu devletinin ortadan kalkması ve yerine Kazan, Astrahan, Kırım, Sihir ve Kasım Hanlıklarının kurulması ve bunların Rus knezliklerine karşı verdikleri mücadele de, kendilerini yetersiz görmeleri üzerine daha il. Murad ve II. Mehmed dönemlerinden itibaren zaman zaman Osmanlı Devletine müracaat ederek, işbirliği ya da yardım tekliflerinde bulunmuşlar, hatta bu Hanlıklara daha sonraki asırlarda Kazak, Hive, Buhara ve Hokand Hanlıkları da eklenince somut bazı adımlarda atılmıştır ki, bunlardan özellikle Don-Volga kanalı yolu ile Hazar deniziyle Karadeniz'i birleştirme projesi teşebbüsü belki en stratejik ve önemli olanı olmasına rağmen başarıya ulaşılamaması üzücüdür. Ayrıca, bu hanlıkların ordularını kuvvetlendirmek ve disipline etmek
için gönderilen subaylar ile din adamı ve öğretmenlerin faaliyetleri önemlidir. Osmanlı Devleti döneminde saydığımız bu faaliyetlerden sonra, bu coğrafya ile irtibatımızın nasıl kesildiği ortadadır. Ama tekrar nasıl başladığı hususunu ise ifade etmek için Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde Batı kamuoyunda özellikle ISSO'lerden sonra Orhun Kitabelerinin bulunması neticesinde başlayan yayın faaliyetlerinin Türkiye kamuoyunu etkilemeye başlaması ve bazı bilim adamlarımızın da bu meselelerle uğraşması neticesidir. Necip Asım Beyin Orhun Kitabeleri üzerine yazdığı yazı, Ziya Gökalp' in bu sahaya yönelik yazıları, Rusya mahkumu Türk topluluklarından Türkiye'ye gelen talebe ve aydınların faaliyetleri ve nihayet II. Meşrutiyet yıllarında zirve yapan Türkçülük hareketleri ve müesseseleşme ile birlikte, özellikle Türk Oca· ğı'nın faaliyetleri bu coğrafyaya ilginin hızla artmasına sebep olduğu gibi batılıların da nerede ise bin yıldır Türkleri geldikleri yere gönderme psikolojisiyle I. Dünya Savaşı sonrası Anadolu Türk vatanına adeta ne kaparsak kar mantığı ile saldırmaları da, bu sahaya karşı yüzümüzün dönmesinde etkili olmuştur. Tabii bu dönüşü Türkiye Cumhuriyeti içinde de ikiye ayırmamız gerekmektedir. Birincisi az bilgiyle duygusal olarak yaklaşılan dönem ki, 1930'lara kadar geçen süreçtir. İkincisi ise, I. Türk Tarih Kongresi ile başlayan ve her geçen gün bilimsel metodlarla artması beklenen ama, nerede ise Mustafa Kemal Paşa' dan sonra yaklaşık yarım asır kadar ilgisiz kaldığımız dönem. Birinci dönemde şüphesiz en dikkat çekici isim Ziya Gökalp'tir. Nitekim bu hususta meseleyi Baykan Sezer' in ifadeleriyle şu şekilde özetleyebiliriz: Gökalp Cumhuriyet dönemiyle
Orta Asya Türklüğü arasında daha akla yakın bir ilişki kurmuştur. Gökalp Osmanlı ile Cumhuriyet ikilemini çok rahat çözmüştür. Gökalp'e göre Osmanlılık, Bizans'ın İslami biçiminden başka bir şey değildir. Kimliğimizin belirlenmesinde hiçbir görevi bulunmadığı gibi Bizans-Rum kaynaklı olması nedeniyle korumamız, sak.lamamız için de hiçbir gerek yoktur. Yine Ona göre, zaten Doğu uygarlığı da Doğu
Roma uygarlığından başka bir şey değildir. Sonuç olarak Bizans mı Hıristiyanlaşmış Doğu uygarlığı, yoksa Osmanlılık mı Bizans'ın İslami biçimi, pek anlaşılamamaktadır. Bu bakış açısı ile uygarlıkların beşiği Roma, yani batı olmaktadır." Nitekim Gökalp'in Orta Asya Türk tarihine yaklaşımı da pek farklı değildir. O, Durkheim sosyolojisinin Avusturya yerlileri karşısındaki tutumunu Orta Asya Türkleri önünde uygulayacaktır. Türk tarihini Batı'nın geliştirdiği kuramları resimlendirmek amacıyla bir malzeme olarak kullanmıştır.
Burada en hassas kavram ise altı ilkeden biri olan laikliktir. Çünkü Osmanlı'nın bir İslam uygarlığı olması ve buna bağlı olarak Osmanlılığın ümmet yapısı taşıdığı savı, laikleşme siyasetini de Osmanlı'nın inkarının bir parçası haline getirecektir. İşin bu boyutlara ulaşabileceğini düşünmeyen
Gökalp, başta Halil Nimetullah Oztürk'ün Türkleşmek, Layık/aşmak, Çağdaşlaşmak adlı eserinde olmak üzere sonraki devirlerde onu izleyecek birçok yazar tarafından bu konuda hırpalanacaktır. Oysa bu hususta da, Osmanlı devlet yapısı kendi koşulları içinde açıklanmak yerine türlü yakıştırma ve değerlendirmelere yol açmıştır. Bu özellik, Devlet bir uygarlık kurumu olarak tanımlanıp halkta saklı bulunan kültürü egemenliği altına aldığı ya da Devlet ve halkın iki ayrı kaynaklı ve uyuşmaz olduğu yoluyla açıklanmak istenmesinden
34 Sezer, Türk Sosyolojisinin Ana Sorunları, s. 132.
kaynaklanmaktadır. Bütün bu girişimler Osmanlılığı kendi özellikleriyle açıklama yerine ileri sürülmüş bir kuramı doğrulama çabasındaki yargılardır. Hatta bazıları daha da ileriye giderek, Osmanlılığı bile inkar ederek özel bir kimlik edinme çabalarımız. gerçekte tarihimiz içinde kendi benliğimizi kazanmak için değil aksine kendi dışımızda bir uygarlığa. yani Batı'ya katılmak içindir. Türklük ile Osmanlılığı ayrı göstermek ise, Türklüğün altını çizmek değil Türklüğün kendisine yabancı Osmanlılıkla nasıl uyuşabildi ise yine kendisine yabancı Batı ile uyuşmasında da bir sakınca olmadığını kanıtlamak içindir." Oysa bu tür tartışmalar sadece Osmanlı'ya değil. aslında Türklüğe büyük zarar vermektedir. Hatta, Osmanlı üzerinden tartışmaya giren kimi yazarlar Bizans meselesini Osmanlının din değiştirmesi şeklinde değerlendirmişlerdir. Özellikle bu husus başta Gibbons olmak üzere fikir yürüten batılı tarihçiler tarafından, göçebe Türklerin uygarlık tarihine hiçbir katkıları olmadığı tezini ispatlamaya yönelmiştir ki bu husus hem fahiş bir hata hem de birçok alanda medeniyetin öncüsü sayılabilecek Türklere hakarettir. Nitekim Türklüğü yalnızca kültür alanındaki ürünleriyle tanımlayıp, Osmanlı'yı bir uygarlık ürünü olarak yabancı kaynaklı saymanın getireceği bu tür tehlikelere karşı Türk düşüncesinde bir tepki uyanacak ve en ciddi cevabı Fuat Köprülü Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri adlı çalışması ile verecektir. Köprülü, adeta Osmanlı kurumları üzerindeki Bizans etkisini küçümseyerek bu kurumların Orta Asya Türk kaynaklı olduğunu ya da Türklerin Anadolu'ya gelişlerinden önce öbür Doğu uygarlıklarından aldıklarını ileri sürecektir.36 Bu tartışmaya daha sonra Mehmet Ali Şevki Bey,
35 Sezer, a.g.e. s. ı 33-ı 34. 36 Sezer, a.g.e, s. l 34.
Osmanlı Tarihinin Sosyal Bilimle Açıklanması adlı eserinin önsözünde ve Doğan Avcıoğlu Türkiye'nin Düzeni Üzerine adlı eserinde, Gibbons'un fikirlerini çürütebilmek amacı ile Osmanlı İmparatorluğu'nu Orta Asya Türklerinin Batı'ya yönelişleri sırasında kurmuş oldukları ve Orta Asya Devletleri 'nden hiçbir farklılığı bulunmayan bir imparatorluk olarak tanımlayacaktır ki, bu görüş, Osmanlılığın Orta Asya Türklüğünün yeni şartlarda kazandığı özel bir biçimden başka bir şey olmadığını da tasdiklemektedir.37
37 Sezer, a.g.e, s.135.
10. TİMUR DEVRİNDE İRAN VE T URAN KAVRAMLARININ DEGERLENDİRİLMESİ
I• ran ve Turan Kavramlarının menşei hususuna baktığımızda, Turan kelimesine İranlıların, İran'ın kuzey doğusunda kalan ülkeye verdikleri isim olarak ele alınmaktadır.'8 Ayrıca, Zek Velidi Togan da kelimenin İran'ın karşılığı olarak kullanıldığı fıkrindedir.39 Şüphesiz bu iki kelime ve kelimenin muhatabı olan milletler arasındaki mücadelede Maveraünnehr bölgesi merkez olmuştur. İslam ordularının bölgeye gelmesine kadar geçen süreçte, mücadelenin muhatabı Farslar ve Türkler olmuş olup, İslam ordularının da mücadeleye karışması ile Turan kavramında da bazı değişimler söz konusu olmuştur. Barthold'un Maveraünnehr'in, Ortaçağ İslam Coğrafyacılarına dayanarak, İslam ülkeleriyle Çin arasındaki sahalarda yaşayan Türkler ile Moğolların sınırlarına dahil olmadığını belirtmesi yanında, göçebe akınlarına karşı korunaklı olmayan bu sahanın siyasi bakımdan da Türk topluluklarının egemenliği altında olduğunu belirtmesi dikkat çekicidir.•0 Dolayısıyla İran ve Turan mücadelesinde Maveraünnehr belki 10. yüzyıla kadar sürekli el değiştirmiş olabilir, ama bu tarihten itibaren de, Türklerin eline geçmiştir.
38 Kelimenin ortaya çıkışı ve gelişimiyle ilgili olarak bk. "Turan" maddesi, l.A. 1stanbul, 1975 s. 107 vd. 39 Togan, Zeki Velidi, Umumi Tür-k Ta,.ihine Gidş, lstanbu\, 1981, s.37. 40 Barthold, V.V.(Haz. Hakkı Dursun Yıldız), Moğol istilasına Kadar Türkistan, lstanbul, 1981. s. 83.
Nitekim yapılan antlaşmalarda da genelde Ceyhun'un sınır olarak ifade edilmesi de bunu desteklemektedir.
Altın Ordu Devletinin dağılma sürecinde Maveraünnehr'in taşıdığı bu hassas durum Timur döneminde de önemini muhafaza etmekte olduğundan, Türkistan' da güçlü bir hükümet kurabileceğini anlayan Timur Beğ burada bir dizi kararlar almak zorunda kalmıştır. Bunların başında, muhtelif yerlerde kanallar kazdırması gelmektedir. Oralara yüzbinlerce Türk'ü zorla yerleştirmiştir. Birçok kabileyi ekinciliğe zorlamıştır. Büyük kabileleri dağıtıp, karıştırmıştır. Su kanallarının etrafına yeni köyler oluşturup, Bağdat, Şiraz, Mısır, Sultaniye gibi isimler vermiştir.41
Görüldüğü gibi, günümüzde siyasi bir kavram olarak ele alınan Turan'ın ifade ettiği mana 19. yüzyıl öncesi genelde coğrafi bir isim ve Ceyhun'un ötesinde Çin sınırına kadar yaşayan toplulukların -ki Türkler ve Moğollar ağırlıklı- ülkesidir.
Bizim böyle bir çalışmaya girmemizdeki husus ise, Timurlular döneminde İran ve Turan kavramlarının yeniden kesin hatları ile ortaya çıkmış olmasıdır. Nitekim Timurlulardan sonra onları takip eden Özbek ve Şeyban hanedanları Turan'ın yönetiminde kalırken, Celayirli, Karakoyunlu ve nihayet Safeviler de İran'a sımsıkı sarılmışlardır.42 Çünkü Nizamüddin Şami eserinde Emir Timur için şu cümleleri zikretmektedir: "Asırlardan beri namzetliğine bir talip çıkmayan İran ve Turan'ı, bir yeni gelin gibi olan bu iki memleketi, mükemmel zapt u raptı ve umuma şamil olan adaletiyle öyle bir intizama koymuştur ki akıllılar buna karşı
41 Togan, Zeki Yelidi, Bugünkü Türk ili Türkistan ve Yakın Tarihi, İstanbul, 1981, s.105 ve 181. 42 Kar-alay, Osman, lran ile Turan, Ankara, 2003, s.27.
hayran kalır. İşte bu sonu olmayan nimet ve ihsanlar Sahipkıran Emir'in adalet ve siyasetinin bir neticesidir. Onun mübarek vücudu hem hasep ve hem de nesep şerefiyle müşerreftir. Hasep o şereftir ki, bunu insanlar kendi çalışmaları ile kazanırlar, nesep ise insanların atalarından tevarüs ettikleri şerefe denir.'�'
Bu hususu yani nesep konusunu biraz daha derinleştiren Nizamüddin Şami bu hususta Timur'un mensubu olduğu Barlas kabilesinin Cengiz Han dönemindeki hizmetleri ve gelinen noktayı şu cümlelerle özetlediği görülmektedir: Vaktiyle Cengiz Han çocuklarını terbiye ettiği zaman yasak ve yosun hususunda diğer çocukları arasında temeyyüz etmiş olan ikinci oğlu Çağatay'ı hususi bir surette yetiştirmiştir. Onun en iyi askerleri Barlas Kavminden olup, Sahip Kıran Emir' de buraya mensup idi. Sahip Kıran Emir Yani Timur'da, memleketi bu kadar fitne ve karışıklıktan kurtardıktan sonra bu sayede zapt u rapt altına aldı, Çağatay'ın mübarek neslini İran ve Turan'ın, hatta yeryüzünün meskun yerlerinin pek çoğunda devlet sahibi yaptı, nüfuzunu yaydı ve yerleştirdi."
Yine bu dönemde yazılan bir Farsça nazımdaki şu yakarış da dikkat çekicidir: "Ey Tanrım, sen İran ve Turan fermanı altında bulunan ve fakirleri seven bu padişahı halkın üzerinden eksik etme. Yardımına kavuşturarak senin taat ve ibadetinle kalbini diri tut. Onun umut ağacı, daima meyveli, taptaze ve yüzü, rahmetinle ak olsun.'�5
Burada dikkatimizi çeken bir diğer husus ise, Timur'un devlet şeceresi saadet bostanında Cengiz Han'ın hanedanında neşv ü nema bulmuş fakat son devirlerde büyük hanın bağ
43 Nizarnüddin Şami, Zafername (Çev. Necati Lugal), Ankara, 1987. s.9-10. 44 N. Şami, a.g.e., s.10. 45 N. Şami, a.g.e.,s. l ı.
ü rağının (Güzel bahçe) deresindeki çekilmiş suyunu Hazreti Emir'in himmet bahçevanı tekrar getirmiş ve Çağatay'ın mübarek nesli zürriyetini yeniden ihya ile İran ve Turan hükumetini korumağa muvaffak olmuş olduğundan o devletin bidayetinden bugüne kadar müselsel bir tarzda sözü yürütmek ve hikaye ve vakaları o surette biri birine bağlamak saltanatın bir padişahtan diğer padişaha geçiş tarzını anlatmak lazım gelmiştir.46
Şüphesiz Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü arasında günümüze kadar uzanan önemli problemlerden biri de, Timur ile Yıldırım Bayezid arasındaki mücadele ve bu mücadelenin bir neticesi olarak vuku bulan Ankara Savaşıdır. Nizamüddin Şami, eserinde bu olayı da bir hayli teferruatlı vermekte olup, konumuz, yani İran ve Turan kavramları açısından verdiği şu cümleler de dikkat çekicidir. "Mumaileyh fıtri cesareti ve Emir Timur'un nazarı inayetiyle düşmanın başına dehrin (dünyanın) belaları gibi indi ve onunu üzerine kükremiş bir arslan, kudurmuş bir canavar gibi saldırdı, gürz ve mızrak yağdırdı, nihayet düşmanın zaafı bariz bir şekilde görünmeğe başladı. Bunun üzerine diğer şehzadeler ve Emirler de harekete geçtiler. Öyle müthiş ve şiddetli muharebe oldu ki İranilerin, Turanilerin o büyük muharebeleri bunun yanında hiç kaldı.'�'
Şüphesiz, Turan kavramı üzerine değerlendirme yapmamız hususundaki önemli vesikalardan birisi de Timur tarafından farklı tarihlerde diktirilen kitabelerdir. Bunlardan ilki, Timur'un Toktamış Han üzerine giderken 1391 tarihinde diktirdiği Arap ve Uygur harfleriyle yazılmış kitabedir. Kitabe, Orta Kazakistan'da Altın Çuku Dağında, Karsakpay
46 N. Şami, a.g.e., s.13. 47 N. Şami, a.g.e., s. 306-7.
maden ocağı yakınında bulunmuştur.48 Kitabe on bir satır olup. sekiz satırı Uygur, üç satırı Arap harfleriyle yazılmıştır. Kitabe, yer yer çatlak, girintili çıkıntılı bir taşa yazılmış olmasına rağmen, ana çizgileriyle açıktır. Uygur harfleriyle yazılanların hemen hemen tamamı okunmuş olup, Arap harfleriyle yazılmış olanlardan sadece besmele kısmı okunabilir haldedir.•• Burada zikredilen cümleleri sahanın uzmanlarından Hayrunnisa Alan şu şekilde Türkçeye aktarmıştır: "Bismi'l-lahirrahmanirrahim. Bizim uğrumuzda mücadele edenler(e gelince): Biz onlara elbette yollarımızı göstereceğiz. Şüphesiz ki Allah her halde ihsan erbabıyla beraberdir." Tarih Yediyüz doksan üçte, Koyun yıl(ında), yerin sahibi, Turan'ın Sultanı Temür Bey üçyüzbin50 asker ile ismi (İslam?) için Toktamış Han'a Bulgar Hanına yürüdü. Bu yere vasıl olup (bir) nişan olsun diye bu anıtı inşa ettirdi. Tanrı, inşallah bize adalet verecektir. Tanrı savaş etmeyen ahali (il kişi)'ye şefkatli olacaktır. (İl kişi) bizi dua ile yad edecektir'"' Bu kitabe ile alakalı olarak Yakubovski'nin yorumuna göre, Timur'un Toktamış Han üzerine giderken diktirdiği bu kitabede kendisine Turan Sultanı adını vermesi dikkat çekicidir. Çünkü bu suretle XIV. yüzyılın siyasi terminolojisinde bu tabirin varlığı açıkça anlaşılmaktadır52 şeklindeki değerlendirme de bizim düşüncemize olumlu katkı yapmaktadır. , Timur 1402 yılı Temmuz ayı sonunda Ankara Savaşında Yıldırım Bayezid'e karşı galip geldikten sonra, Anadolu'nun
48 Yakubovsk.i, A. Yu., Altın Ordu ve Çöküşü(Çev. Hasan Eren), Ankara, 1992. s.170. 49 Poppe, N. N., .. Timur'un Karasakpay Kitabesi" (Çev. Hasan Eren). Dünya Edebiyatından Seçmeler, Ekim, 1977, S. 4. s. 30-31. 50 Buradaki rakam, birçok kaynakta iki yüz bin olarak geçmektedir.
51 Alan, Hayrunnisa, Boz.kırdan Cennet Bahçesine Timurlular 1360-1506. Is· tanbul, 2007, s.87. 52 Yakubovski, A. Y. a.g.e., s. 171.
SERAHATTIN ŞiMŞiR muhtelif bölgelerine asker sevk etmiştir. Nitekim Timur'un buradan Kütahya, Denizli, Aydın, Ayasuluk (Selçuk), Tire ve lzmir'e geldiği bilinmektedir. ikinci kitabeyle ise işte bu güzergah üzerinde bulunan şehirlerden Tire'ye geldiğinde Timur'un kitabe diktirdiği anlaşılmaktadır. Konunun önemli uzmanlarından hocam Prof. Dr. İsmail Aka'nın verdiği bilgilere göre, Farsça yazılan kitabe besmele ve hamd ü sena ile başlayıp, şu şekilde devam etmektedir: "Tanrı'nın inayeti ile zamanın padişahı, yedi iklimin, İran ve Turan'ın hakimi Büyük (Uluğ) Beg Sultan Timur Gürgan, Hitay (Çin) ve Hindistan hudutlarından Mısır yörelerine kadar İran ve Turan'ın fethinden sonra, 804 yılı Zilhicce ayının 26'sında Rum ülkesini feth edip, hakimini oğulları ile birlikte tutsak aldı, ordularını bozguna uğrattı. Ardından kışı geçirmek üzere deniz kıyısına gelip, Manisa, Balat, Antalya, Alaiye yörelerinde konup, Aydın vilayetinde konulduğunda bu durumu bilip öğrenmeleri için şu iki üç satırı taş üzerine nakşettiler:•s3
Yine Turan mefhumu ile alakalı olarak, Aka'nın Yezdi'ye dayanarak verdiği, Timur'un ordusu için sipah-ı Turan (1, 26) askerleri için ise bahadır-ı Turan (I, 27) kavramları da dikkat çekicidir.54
Sonuç: l. Timur öncesi dönemde İran ve Turan kavramları birer coğrafi tanım olarak zikredilmekte olup, Ceyhun'un sınır olarak tanımlandığı görülmektedir.
53 Aka, lsmail, .. Timur'un Tire'ye Gelişi İle İlgili Bir K.itaben, Türk Kültüründe Tire, (Haz. Mehmet Şeker), Ankara, 1994, s.23. 54 Aka, 1., .. Timur Sadece Bir Asker mi idi?"', Belleten, S. 240, s. 465. dip not.
60.
2. Timur ile birlikte Turan kavramının siyasi terminolojide tekrar canlandığı anlaşılmaktadır. 3. Timur kelimeyi Anadolu'daki Osmanlı Devleti dışında tüm Türkleri kapsayacak bir manada kullandığı gibi, Tire kitabesinden de anlaşılacağı gibi Osmanlı Devletini Rum ülkesi şeklinde vererek bir nevi
Turan coğrafyasına katmadığını ifade ettiğini söyleyebiliriz. 4. Timur'un ordusu için sipah-ı Turan ve askerleri için de bahadır-ı Turan kavramlarını seçmesi dikkate değerdir. 5. XIX. yüzyıl sonrası Turan kavramı içinde verilen,
XX. yüzyılda ise tehlikeli bir kavram olarak yorumlanan ve tüm Türklerin bir çatı altında toplanmasını ifade eden anlayışın temelinde de belki, Hun, Göktürk gibi Asya ile Doğu Avrupa'ya hakim olan Türk devletleriyle önce Cengiz Han ve sonra da 5-6 asır önce
Timur'un adı geçen Türk coğrafyalarının tamamını tek devlet ve tek bayrak altında toplamış olmasının etkisi ve korkusu yatmaktadır. Zira bu korku Türklerin sadece siyasi olarak değil, ekonomik, sosyal, kültürel ve dil olarak da bir araya gelmelerini engellemek maksadı ile sürekli tehdit unsuru olarak önümüze konulmuştur. 6. Belki Timur gibi bir lider döneminde yakalanan bu başarı, Turan ümidini tekrar canlandırmış olmakla birlikte, Timur'un 1405'te vefatı neticesinde, devleti de, kendisinin, yani Timur'un kendisine örnek aldığını düşündüğümüz Cengiz Han'ın devleti gibi oğulları arasında paylaşılmış ve kısa bir süre sonra da etkisini kaybetmiştir.