02 kriz

Page 1

ÜÇ AYLIK SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ İKİNCİ SAYI | 2009 GÜZ

İçindekiler

Mesafe Yusuf Barman Erol Yeşilyurt Şefik Sandıkçı José Martins Lev Troçki Adem Topal José Moreno Oktay Benol Sedat D. Burak Tanyılmaz Cemre Sava

Bu Sayı Dünya Ekonomik Krizi ve Olasılıklar Uçurumun Eşiğinde: Kriz ve Casino Kapitalizmi Türkiye’de Kriz Avrofelaket Yaklaşıyor Kapitalist Kriz Üzerine Emperyalist Kapitalizmin Krizinin Kaynağı Üzerine İngiltere’de Lindsey Petrol’deki Grev Üzerine Bir Tartışma Krizin Işığında “Kitle Toplumu ve Kültürü“ Üzerine Gıda Talanından Gerçek Bir Açlık Krizine Doğru Neoliberalizm Kentleri Dönüştürürken Kapitalizm, Kriz ve Kadın Ücretli Emeği

Güz | 2009 -

5 8 36 70 86 93 101 105 110 121 131 136

3


Bu sayı

İlk sayımızı yaz mevsimiyle birlikte geride bıraktık. Birçoklarımız için uzun zamandır yaşanandan daha yakıcı bir mevsim oldu, bu kesin. Ancak, bunun kadar kesin olan, önümüzdeki günlerin ardımızda bıraktıklarımızı aratacağı. Elbette, felaket tellalcılığı yapmak değil amacımız; ama gerçeklik, içinde bulunduğumuz bu tarihî dönemde, kapitalist sistemle birlikte çürümeye yüz tutmuş durumda. Ekonomik krizin sistemin tümüne yayıldığı ve dünya kapitalizminin ana merkezlerini sarsmaya başladığı bu günlerde, yoksul kitleler için büyüyen aç ve açıkta kalma tehdidi altında, kapitalizmin içine girdiği krizi analiz edebilmek, –üstelik kelimenin birincil anlamıyla- hayati. Biz de bu nedenle, bu yol boyunca mesafe almayı hedefledik ve elinizde tuttuğunuz, kriz dosya konulu güz sayımız, bu çabanın bir ürünü. Krizin dibini görenlerin sanrısına kapılmadan, özünü görebilmeyi amaçlayarak, dosyamızı krizin Marksist bir analiziyle açtık. Yusuf Barman, dosyamızın Dünya Ekonomik Krizi ve Olasılıklar başlıklı ilk yazısında; krizi, kökenlerinden boyutlarına geniş bir pencerede ele alırken, bu tarihî anın nelere gebe olabileceğine yazısının olasılıklar bölümünde ışık tutuyor ve kendi ifadesiyle, Marksist düşünce ve sosyalizm perspektifini, milyonlarca emekçi için gerçekleştirilebilir bir referans haline dönüştürebilecek talepler ve sloganlar etrafında atılacak somut adımlara dikkat çekiyor. Erol Yeşilyurt ise, Uçurumun eşiğinde: Kriz ve Casino Kapitalizmi yazısında kapitalizmin yapısal sorunları ve sistemik bir kriz ihtimali çerçevesi içinde bir yandan kriz ile neoliberalizm ve finansallaşma arasındaki ilişkiyi tartışırken bir yandan da kriz ve finansallaşma sürecinin eğilimlerini ele alıyor. Kredi ve gölge bankacılık sisteminin, yeni mali ürünlerin ve spekülatif işlemlerin krizin nedenleri içindeki yerini tartışıyor. Bir başka ifadeyle, kapitalizmin aşırı üretim krizini, içinde bulunduğumuz krizin kökeninde yatan diğer olgularla birlikte tartışmaya açıyor. Krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri şüphesiz Türkiye ve bu etkilerin sağlıklı bir analizi için Türkiye’de 1980’den bu yana uygulanan ekonomik modelin kritiği önem taşıyor. Şefik Sandıkçı, Türkiye’de Kriz başlıklı yazısında, konuyu bu noktadan irdelemeye başlıyor ve ardından krizin etkilerini işsizlik ve yoksulluğun güncel ve olası boyutları çerçevesinde sunuyor. “Krizin faturasını kim ödeyecek” sorusunu ise haklı olarak sınıf mücadelesinin dinamikleri ile tartışıyor. Yazı, bu bağlamda, krizin Güz | 2009 -

5


Bu sayı Türkiye’deki sınıf mücadelesine ilişkin boyutunun daha ayrıntılı işleneceği “parti” dosya konulu bir sonraki sayımız için de bir başlangıç niteliği taşıyor. Dosyamızda, Brezilyalı Marksist ekonomist José Martins’le kriz üzerine yapılan bir söyleşiye de yer verdik. Avrofelaket Üzerine başlıklı bu söyleşide, Martins, çevrimsel ve periyodik aşırı üretim krizi olarak tanımladığı kriz içinde, sermayenin ve artık değerin ölçüsüz üretimini vurgularken, bir yandan da kapitalistler için bir genel krizi aşmanın yegâne imkânı olan savaş ekonomisine dikkat çekiyor. Krize ilişkin farklı güncel durumlara ve tartışmalara da değinen söyleşinin konuyu ele alışımızı kuvvetlendireceğini umuyoruz. Ve kakofoniye karşı referanslara dönmekte yarar var, diyoruz. Devrimci Marksist önder Lev Troçki’nin 1939 yılında Zamanımızda Marksizm makalesinde kaleme aldığı dosyamızla doğrudan ilişkili bölümleri Ekonomik Kriz Üzerine başlığı altında bu sayı için derledik. 1929 Büyük Bunalımı ile benzeştirilen/karşılaştırılan şu süreçte, belirttiklerini yeniden hatırlamanın ve hatırlatmanın aynı zamanda bir gereklilik olduğunu düşünüyoruz. Yanı sıra, düşünme pratiğimiz açısından zenginleştirici, konu üzerine daha ayrıntılı tartışmaları cesaretlendirici ve savların geliştirilmesini tetikleyici bulduğumuz farklı bakış açılarını da Mesafe’nin sayfalarında sunmaya devam ediyoruz. Dosyamızda dile getirilen kriz analizine taban tabana zıt; günümüzde krizlerin bir aşırı üretim krizi olma niteliğini yitirdiğini belirten, Emperyalist Kapitalizmin Bunalımının Kaynağı Üzerine yazısında Adem Topal, krizin nedeni olarak spekülasyon içindeki mali sermayeyi işaret ediyor ve argümanını, günümüzü emperyalizmin yükselen döneminden ayırt eden özellikleri açıklayarak destekliyor. İngiltere’de Lindsey Petrol’deki Grev Üzerine Bir Tartışma başlıklı çeviriyle ise krizin, özellikle sınıf mücadelesinin dinamikleri açısından belirleyici olacak, bir başka yönüne dikkat çekmeyi arzu ettik: Sınıfın birliğinin öneminin tartışılmaz olduğu şu günlerde, krizin yarattığı tahribatla birlikte işçi sınıfı içinde yer edinmeye başlayan yabancı düşmanlığı. José Moreno, yazısında Lindsey Petrol’de greve giden işçilerin “İngiliz işleri için, İngiliz işçileri” sloganlarının altında yatan yabancı düşmanlığını ve buradan hareketle sendika bürokrasilerinin rollerini sorguluyor. Trajikomik olan ise kriz tüm boyutları ile ilerlerken, kapitalizmin ideolojik aygıtları vesilesi ile halen kapitalizmin en iyi sistem olduğu düşüncesini ayakta tutmaya çabalıyor oluşu. Oktay Benol bunun olabilirliğini sorguladığı Krizin Işığında “Kitle Kültürü ve Kitle Toplumu” Üzerine yazısında bir kitle toplumu yaratma ve bir kitle kültürü oluşturma süreçlerinin teorik-politik bir çözümlemesini yapıyor. Bu sayının bir başka yazısında ise Sedat D. dikkatleri kitlesel açlık sorununa çekiyor. Krizle birlikte dünyada açlık sınırının altında yaşayan insanların sayısı 1 milyara ulaşmış durumda. Öte taraftan, kitlesel açlık sorununun nedenlerini krizlerin çok daha öncesinde bizzat kapitalizme özgü ülkeler arası eşitsiz işbölümünün içinde aramak gerekiyor. Dosya-dışı; ancak dosya konumuz krizle de yakından ilgili Gıda Talanından Gerçek Bir Açlık Krizine Doğru başlıklı yazı hem bu nedenleri hem de sorunun boyutlarını ele alıyor. Burak Tanyılmaz ise Neoliberalizm Kentleri Dönüştürürken yazısında günümüzün önemli ve kitleler için belirleyici bir diğer sürecini vurguluyor. Yazıda, rantsal değeri yüksek alanları sermayenin yatırımına açmayı, buna paralel olarak da emekçileri kent çevrelerine itmeyi hedefleyen kentsel dönüşüm politikaları İstanbul özelinde somutlanarak inceleniyor. Ve bu sayımızı, Toplumsal Cinsiyet bölümü altında kadın ücretli emeğinin öz6

Sosyalist Düşünce Dergisi


Bu sayı güllüklerine ve bundan hareketle kriz süreçlerinde kadın istihdamı genel eğilimlerine değinerek bitiriyoruz. Cemre Sava, Kapitalizm, Kriz ve Kadın Ücretli Emeği yazısında kadının emek sürecindeki dezavantajlı konumuna vurgu yaparken, kriz koşullarının bu süreci nasıl katmerlediğinin; ve kadın ücretli emeğinin özgül niteliklerini sorgulamadan süregiden kadın istihdamı süreçlerinin, kadının ve ücretli emeğinin bu dezavantajlı konumunu nasıl pekiştirebildiğinin altını çiziyor. Kış sayımızda buluşmak üzere…

Güz | 2009 -

7


Dosya

Dünya Ekonomik Krizi ve Olasılıklar

Yusuf Barman

2007 ortalarında ABD konut piyasasında patlak veren “ipotek krizi”nin tetiklediği mali sarsıntı, aradan geçen iki yıl içinde dünya ekonomisinin tüm sinir sistemine yayılmış durumda. Dünya mali sermayesinin önde gelen kredi ve yatırım devleri birbiri ardına devriliyor, borsalardaki düşüşler önlenemiyor, dev tarihi şirketler iflas bayrağı çekiyor, dünya ekonomisinin motoru sayılan ülkelerde üretim gerilemeye devam ediyor, hükümetlerin ekonomiye milyarlarca dolar pompalayarak gerçekleştirdiği operasyonların günü kurtarmaya yetip yetmeyeceği bile tartışılıyor. En iyimser burjuva ekonomistlerin bile kapitalizmin 1929 Bunalımı’ndan sonra yaşadığı en derin kriz olarak tanımladıkları bugünkü sarsıntı sürecinin dönemsel (konjonktürel) bir kriz olmadığı, dolayısıyla dönemsel mali yöntemler ve kısmi ekonomik reformlarla aşılamayacağı anlaşılmış durumda. Şimdi sorun, bu krizin “bunalımın eşiğinde çırpınan uzun süreli bir gerileme” olarak mı yaşanacağı, yoksa 1929 benzeri ya da daha kötüsü bir bunalıma mı sürüklenilmekte olduğu noktasında incelenmekte. Varsayımlar hangi yöne işaret ederse etsin, dünya işçi sınıfı ve emekçi kitleler daha şimdiden kapitalist bunalımın sonuçlarını yaşamaya başlamış durumdalar: Yaygın işsizlik, gelir düzeylerindeki müthiş çöküntü, sosyal harcamalardaki devasa kısıntılar, pek çok yarı sömürge ve bağımlı ülkede yaşanmakta olan açlık ve sefaletin gelişmiş ülkelere doğru yaygınlaşması. Dahası, her gün yüzlerce küçük ve orta ölçekli işletmenin kapanması, toplumsal ve politik istikrarın çivisi olarak kabul edilen orta sınıfların da krizin etkisiyle sarsıldığına, yoksullaşma sürecine girdiğine, dolayısıyla politik dengesini yitirme olasılığına açık hale geldiğine işaret etmekte. Aşağıda anlatmaya çalışacağımız gibi, dünya kapitalizmi tarihi ve yapısal bir bunalım yaşıyor, ve kuşkusuz böyle bir bunalımın ülkeler düzeyinde ve dünya işçi hareketinde yapısal ve tarihi sonuçları olacak. Her şeyden önce neoliberal iddiaların (tarihin sonu geldiği, işçi sınıfının yok olduğu, vb.) çürüklüğünün ortaya çıkması, dünya emperyalizminin önde gelen sözcüle8

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi rinin bile (Sarkozy’nin deyişiyle) kapitalizmin “yeniden kurulmasından” söz etmeye başlamaları, “post modernist” burjuva ideolojisi karşısında devrimci Marksizm için geniş bir alan açılmış olduğunu gösteriyor. Öte yandan, ister sağ (liberal ya da muhafazakar), ister sol (sosyal demokrat ya da sosyalist) hükümetlerce yönetiliyor olsun, hemen hemen tüm ülkelerde ekonomi üzerinde gerçekleştirilen ve “yeni Keynesçi” olarak tanımlanan devlet müdahalelerinin, bunalımın atlatılıp istikrarlı bir üretim ve tüketim sistemine geçilmesine yetmemesi ve sadece “zararların sosyalleştirilmesi” düzeyinde kalması, devletçi kapitalist programların da güvenilirliğini yitirmesine yol açıyor. Bu programların işçi hareketini denetim altında tutan sendika bürokrasileri ve reformist partilerce destekleniyor olması, son çare olarak başvurulan devlet müdahalesi politikalarının iflasıyla birlikte işçi sınıfının önderlik bunalımının da derinleşmesine neden olacak ve kitlelerin bünyesinde yeni oluşumlara kapı aralayacaktır. Krizlerin kendiliğinden biçimde ayaklanmalara ve devrimlere yol açacağına inanmıyoruz. Hatta tam tersi gelişmeler bile doğabilir: çaresizliğin ve kaderciliğin yaygınlaşması, grevlerin ve mücadelelerin geri çekilmesi, teslimiyet ve yenilgi duygusunun genelleşmesi, vb. Ama yaşanmakta olan bazı olgular bunun tersine işaret etmekte: Her şeyden önce Filistin, Irak ve Afganistan’daki direnişler ile Latin Amerika halkları arasındaki anti-emperyalist seferberlikler sürmekte; ABD proletaryası, sadece zenci bir başkan seçerek değil, giriştiği yeni grevlerle1 uzun bir kış uykusundan uyanmakta olduğunu belli etmekte; Avrupa’da grevler yaygınlaşmakta (Fransa, Almanya, İtalya, Yunanistan, İspanya ve Doğu Avrupa ülkeleri) ve öğrenci ve gençlik seferberlikleri patlak vermekte; Çin’de rejimin tüm baskı ve sansürüne karşın, her gün onlarca yeni grevin ve köylü isyanının yaşandığı bildirilmekte2. Bütün bunlar, “yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istememeye” başladığını göstermekte. Öte yandan son Avrupa Parlamentosu seçimleri (7 Haziran), geleneksel kitle partilerinin hemen hemen tümünün yıpranmakta olduğunu, faşist ve aşırı sağcı akımlar ile devrimci sol seçeneklerin güçlenmesiyle birlikte, kitlelerin bağrında politik bir kutuplaşmanın yaşandığını açığa vurdu. Dolayısıyla, pek çok yeni toplumsal ve politik gelişmeye açık bir döneme girdiğimizi söylemek yanlış olmaz. Bu dönemin yaratacağı olasılıklara hazırlanabilmek için dünya kapitalizminin yaşamakta olduğu bunalımın çerçevesini, niteliğini ve yönünü elimizden geldiğince doğru tespit edebilmemiz gerekiyor. Krizin Kökenleri Kapitalist üretim sisteminin ancak krizlerle birlikte düşünülebileceğini ve bu krizlerin altında yatan temel nedenleri ortaya çıkaran Karl Marx oldu. Marx’a göre, kapitalist krizlerin kökeninde yatan süreçler aşırı meta üretimi (yani olanaklı talebin ötesinde üretim) ve aşırı sermaye birikimidir. Sistematik bir biçimde dönemsel krizlere neden olan bu doğrudan nedenlerin yanı sıra, Marx bir de “kâr oranlarındaki azalma eğiliminden” söz eder. Marx’ın kuramına göre ortalama kâr oranı, üretim sürecinde emeğin oluşturduğu artık değerin (yani kapitalistin herhangi bir karşılık ödemeden el koyduğu üretim bölümü), toplam sermayeye olan oranıdır. Sermaye ise iki bölümden oluşur: değişen sermaye (yani işçi ücretleri) ve değişmeyen sermaye (yani makineler, hammadeler, vb). Marx, kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde, özellikle de sermayeler 1 Aralık 2008’de Chicago’da Republic Windows and Doors fabrikasının 250 işçisinin ücret ve sosyal hakları için gerçekleştirdikleri beş günlük işgal, son otuz yıldan beri bu ülkede girişilen –ve başarıyla biten- ilk işyeri işgal eylemi oldu. 2 Çin Kamu Güvenliği Bakanlığı’na göre on yıl önce yılda 10 bin dolayında olan büyük ölçekli toplu protestoların sayısı 2005’te 87 bine yükselmiş durumda. Bak: http://libcom.org/news/ chinas-emerging-labour-movement-10102006. Çin’deki mücadelelerle ilgili olarak, ayrıca bak.: http://es.globalvoicesonline.org/2008/12/22/china-huelga-de-profesores-a-nivelnacional/; http://libcom.org/news/article.php/china-vietnam-strike-textile-210206; ; http:// uit-ci.org/modules/news/article.php?storyid=557; http://libcom.org/forums/news/10000workers-strike-take-streets-collective-action-higher-wages-dongguan-guangdong-; http:// libcom.org/news/20-000-farmer-workers-riot-china-12032007. Güz | 2009 -

9


Dünya Ekonomik Krizi arasındaki rekabetin etkisiyle, toplam sermaye içinde değişmeyen sermayenin değişen sermayeye göre oranının (yani sermayenin organik bileşiminin) giderek arttığını, yani işçi ücretlerinin toplam sermaye yatırımı içindeki payının azaldığını belirtir. Değişmeyen sermaye oranının, özellikle teknolojik yatırım harcamalarının, bu biçimde büyümesi emek üretkenliğini artırdığından, başlangıçta kâr oranlarında yükseliş görülür. Ama artık değerin oluşmasına yol açan yegane unsur emek gücü olduğundan, sermayenin organik bileşimindeki büyüme kaçınılmaz olarak kâr oranlarının düşmesiyle sonuçlanır. Bu yükseliş ve düşüşler, kapitalizmin yaklaşık 8-10 yıllık aralıklarla3 yaşadığı çevrimlerini oluşturur. Kâr oranlarındaki düşüş tüm kapitalist krizlerin temelinde yatan unsurdur, ancak bu unsur kendini “aşırı üretim krizi” biçiminde açığa vurur. Yani kapitalistlerin piyasaya sürdüğü malların toplamı, bu mallara olan talebin üzerindedir, dolayısıyla bunlar alıcısız kalır. Böylece artık değerin gerçekleşmesi olanaksızlaşır. Emperyalist dönemde mali sermayenin ortaya çıkması, aşağıda incelemeye çalışacağımız gibi, sermaye piyasalarında krizlerin doğmasına neden olmakla birlikte; bu kapitalist krizlerin özünde de kâr oranlarındaki düşüş yatar. Bununla birlikte, kapitalizmin doğası gereği ürettiği bu krizler kesintisiz ya da doğrusal bir biçimde işlemez. Bu nedenle Marx, kâr oranlarındaki düşüşü “eğilimsel bir yasa” olarak formüle etmiştir. Kapitalistler bu eğilimi durdurabilmek ve çevrimi yükselişe geçirebilmek için bir dizi önleme başvururlar. Gerçek ücretlerin nominal değerinin düşürülmesi, çalışma saatlerinin uzatılması, iş yoğunluğunun artırılması ya da emek üretkenliğinin artırılmasına yönelik teknolojik girişimler sayesinde artık değerin mutlak miktarı çoğaltılmaya çalışılır. Sermayenin daha düşük organik bileşimli ekonomilere (yani işçi ücretlerinin ve sosyal hakların çok daha düşük, sendikal hakların daha kısıtlı olduğu ülkelere) kayması ya da yatırımların kapitalist örgütlenmenin henüz bulunmadığı sektörlere yöneltilmesi de başvurulan önlemler arasındadır. Kriz aynı zamanda piyasada “sermaye temizliğine” yol açar, yani özellikle işyerlerinin kapanması sonucunda bazı sektörlerde rekabetin şiddeti hafifler ve kâr oranlarındaki düşme eğilimi yavaşlar ya da tersine döner. Bu tip “temizliğin” devasa boyutlara varan son örneği II. Dünya Savaşı sırasında gerçekleşmiş ve tahminlere göre o döneme değin var olan dünya sermayesinin üçte birlik bölümü tahrip olmuştu. Savaş sonrasında kapitalizm ancak üretici güçler üzerinde gerçekleştirdiği bu müthiş yıkım sayesinde ve tabii Stalinist bürokrasinin emperyalizm ile işbirliğinin yardımıyla da, tekrar kâr oranlarını artırmayı başarmıştı. “Fazla” sermayenin piyasadan yok olmasını olanaklı kılan bu tip yıkımların, sermayenin tekrardan yoğunlaşması ve merkezileşmesi doğrultusunda elverişli koşullar yarattığı doğru olmakla birlikte, bunlar doğal ya da kendiliğinden (politik müdahalesiz) işleyen süreçler değildir. Politik krizler, baskıcı rejimlerin kurulması, reformist ya da karşıdevrimci işçi önderliklerinin büyük ihanetleri, savaşlar gibi ekonomi dışı etmenler, kapitalizmin üretici güçleri tahrip ederek yeniden ayağa kalkabilmesini olanaklı kılan ortamın oluşmasını sağlar. Bu çerçevede, genellikle ekonomik ve politik önlemlerle ve piyasa mekanizmalarıyla aşılması olanaklı kılınan 5-10 yıllık çevrimsel krizler ile, ciddi fazla sermaye temizlikleri gerektiren ve üretici güçler üzerinde büyük yıkımları zorunlu kılan “uzun dalgalar” arasındaki ayrımı göz önünde tutmak gerekiyor. Uzun Dalgalar Kapitalizmde kısa vadeli çevrimlerin yanı sıra, bu çevrimleri de içeren ama daha uzun zaman dilimlerine yayılan uzun dalgaların bulunup bulunmadığı hep tartışma konusu olmuştur. Uzun dalgaların varlığına ilişkin ilk görüşü 1913’te Hollandalı Marksist van Gelderen geliştirmiş olmakla birlikte, bu konuyu sistematik olarak ilk ele alan, 3 Bu çevrimlerin sıklığı özellikle 1970’lerin başındaki krizden beri 5-8 yıla çıkmış durumdadır.

10

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi 1920’lerde Moskova’daki Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü’nün başkanlığını yapmış olan Dimitriy Kondratieff’tir. Kondratieff, kapitalist dünya ekonomisinin ortalama 5060 yıllık çevrimlerle dalgalandığını; her dalganın yükseliş döneminde genel refah artışı görülürken, düşüşlerin krizlerle sonuçlandığını; her düşüşten sonra yeni yükselişin bir dizi yeni teknoloji ve iletişim sisteminin keşfiyle ve yeni sömürgelerin edinilmesiyle belirlendiğini; uzun dalganın doruklarında büyük devrimlere ve savaşlara rastlandığını belirtir. ABD, Fransa ve İngiltere’deki meta üretimi ve fiyat dalgalanmalarını inceleyerek de 18. yüzyılın sonlarından kendi gününe değin üç uzun dalganın varlığını saptar: 1. uzun dalga 1780-90 arasında başlamış, 1814’te tepe noktasına ulaşıp düşüşe geçmiş ve 1849’ta sonuçlanmıştır; 2. uzun dalga, 1849’ta başlayıp 1896’ya kadar sürmüştür ve dalganın tepe noktası 1870-75 yılları arasına rastlar; 3. dalga ise, 1896’da yükselmeye başlamış, 1920’lerin başında ise düşüşe geçmiştir.4 Kondratieff’e göre her uzun dalganın düşüş süreci kapitalizmin yapısal krize girmesi anlamına gelir. Bu yapısal krizden çıkışı ise, eski teknolojilere dayalı şirketlerin piyasadan çekilip, emek üretkenliğinde köklü artışlar yaratan yeni tekniklerin uygulandığı sermaye yatırımlarıyla olanaklı olur. Dolayısıyla, kapitalizmin yapısal krizleri ve yıkım süreci “yaratıcıdır”; çünkü yeni teknoloji ve üretim teknikleriyle, yeni yükselişin ve refah döneminin yolunu açar. Birinci dalganın teknolojik yeniliği su gücüyle çalışan makinelerin uygulanmasıyla sanayi devriminin başlatılması ve tekstilde fabrika sistemine geçiş olmuş; ikinci dalganın teknolojik devrimini buhar makinesi, demiryolları ve telgraf temsil etmiş; üçüncü uzun konjonktürün itici gücünü ise elektrikli makineler, çelik raylı demiryolları ve telefon oluşturmuştur. Troçki de bu tip uzun dalgaların varlığına işaret eder: Tarihte homojen çevrimlerin diziler halinde gruplandığını gözlemleriz. Çeşitli çevrimlerin, kısa süreli hafif krizlerden net bir biçimde ayrıldığı refah dönemleriyle belirlenen kapitalist gelişme çağları vardır. Bunun sonucunda, kapitalist gelişmenin temel eğrisinde dik bir yükselme hareketi görülür. Eğrinin, kısmi çevrimsel salınımlardan geçmekle birlikte, on yıllar boyunca hemen hemen aynı düzeyde kaldığı durgunluk dönemleri oluşur. Nihayet, bazı tarihsel dönemlerde temel eğri (hep çevrimsel salınımlar göstermekle birlikte) bir bütün olarak aşağı doğru kıvrılarak, üretici güçlerin inişe geçtiğine işaret eder.5 Troçki uzun dalgaların tarihlendirilmesinde de Kondratieff’le aynı görüştedir, ne var ki bu dalgalardaki iniş çıkışların gerekçelendirilmesinde ondan ayrılır: Profesor Kondratiev’in büyük çevrimleri, küçük çevrimlerde görülen tamamen barışçıl ritmin aynısıyla çizme girişimini reddetmek olanaklıdır; kuşkusuz, biçimsel bir analojiden hareket eden yanlış bir genelleme söz konudur. Küçük çevrimlerin periyodik olarak tekrarlanması, kapitalist kuvvetlerin iç dinamiğinden ileri geliyor ve piyasanın var olageldiği her yerde her zaman kendini gösteriyor. Prof. Kondratiev’ın ihtiyatsız bir tutumla, çevrimler olarak görmek istediği büyük (elli yıllık) kapitalist gelişme dilimlerine gelince, bu dilimlerin karakterini ve süresini kapitalist kuvvetler arasındaki karşılıklı etkiler değil, ama kapitalist gelişmeyi kanallarından geçirip akıtan şartlar belirlemektedir. Yeni ülkelerde ve kıtalarda kapitalizmin yerleşmesi, yeni tabii kaynakların keşfi ya da bu keşif yerleşmeler öncesinde, savaşlar ve devrimler gibi “üst yapı” düzenine bağlı büyük çapta olaylar, yani bütün bunlar kapitalist gelişmenin yükseliş, duraklama ve çöküş dönemlerini ve sıralanmasını niteler.6 Dolayısıyla Troçki’ye göre, kapitalist gelişmenin uzun yükselme ve alçalma eği4 N.D. Kondratieff ve W.F. Stolper, “The Long Waves in Economic Life”, The Review of Economics and Statistics, 1935, cilt 17, no.6, s.105-115. 5 Troçki, “Kapitalist Gelişme Eğrisi”, Sosyalizmin Güncel Meseleleri, s.348 6 Ibid. Güz | 2009 -

11


Dünya Ekonomik Krizi limleriyle tanımlanabilecek eğrileri vardır; ne var ki bu yükselme ve alçalmalar kısa erimli çevrimlerde olduğunun aksine, ekonomik sürecin iç dinamiklerinden çok, sınıf mücadeleleriyle (savaşlar, devrimler), genişlemelerle (yeni sömürgelerin edinilmesi) ve teknolojik evrimle bağıntılı dış etmenlerce belirlenir.7 Troçki, 1921’de, yani son uzun dalganın düşme eğiliminde olduğu bir dönemde (1929 Bunalımı’nın eşiğinde), Komünist Enternasyonal’e sunduğu raporda, bu düşüşle sınıf mücadelesinin bağını parlak bir biçimde kurar: İkircimli ve yarı-yolda kalan 1848 Devrimi, buna rağmen lonca ve serflik rejiminin kalıntılarını silip süpürdü ve böylelikle kapitalist gelişmenin çerçevesini genişletti. Ancak ve ancak bu koşullar altında 1851 boom’u 1873’e kadar süren bütün bir kapitalist refah döneminin başlangıcına işaret ediyordu. 1919-20’nin ekonomik yükselişinin de aynı etkileri göstereceğini umabilir miyiz? Hiçbir koşul altında. Burada kapitalist gelişme çerçevesinin genişlemesi bile söz konusu değildi. Bu, gelecekte, ya da en azından yakın bir gelecekte yeni bir ticari-sınai yükselişin dışlandığı anlamına gelmiyor mu? Hiç de öyle değil. Biraz önce söylediğim gibi kapitalizm canlı kaldığı sürece nefes alıp vermeyi sürdürecektir. Ancak içine girdiğimiz dönemde –savaş döneminin pisliği ve tahribatının cezasını ödeme ve tersinden düzlüğe çıkma dönemi– krizler giderek çok daha uzun süreli ve derin olurken, yükselişler yalnızca yüzeysel ve temel olarak spekülatif karakterli olabilir. Bu durumda, kapitalist dengenin yeni temeller üzerinde kurulması olanaklı mı? İşçi sınıfının devrimci mücadeleyi yükseltmekte başarısız kalıp, burjuvaziye dünyanın yazgısına uzun yıllar, diyelim ki yirmi ya da otuz yıl hakim olma fırsatını vereceğini varsayacak –bir an için varsayalım– olursak, o zaman elbette bir tür yeni denge inşa edilecektir. Avrupa şiddetli bir geri vites dönüşüne maruz kalacaktır. Milyonlarca Avrupalı işçi, işsizlik ve yeteriz beslenmeden dolayı ölecektir. Birleşik Devletler kendisini yeniden dünya pazarına yönlendirmek, sanayisini eski haline dönüştürmek ve uzun bir dönem için kısıtlamaya katlanmak zorunda kalacaktır. Ardından, yeni bir uluslararası işbölümünün 15, 20 ya da 25 yıl için sancılı bir şekilde kurulmasından sonra, muhtemelen yeni bir kapitalist yükseliş dönemi gelebilir.8 Troçki’nin bu öngörüsünün doğru çıktığını, kapitalizmin tarihinin en büyük bunalımına girdikten (1929) ve II. Dünya Savaşı yıkımını gerçekleştirdikten (1939-45) sonra, ve ancak bu koşullar altında tekrar yükselişe geçtiğini biliyoruz. Savaşı Sonrası Yükseliş ve Düşüş 1945 sonrası yıllar, ABD emperyalizminin dünya ölçeğindeki ekonomik ve politik egemenliğini perçinlediği dönem oldu. Aslında ABD bir “süper güç” olarak tarih sahnesine 19. yüzyılın sonlarında, İspanya ile Latin Amerika’daki sömürgeler üzerine giriştiği savaşlardan (1898) sonra girmeye başlamış; Avrupa’yı sarsan 1873 ekonomik çöküntüsü, I. Dünya Savaşı (1914-18) ve 1929 Büyük Bunalımı’nın Britanya’yı dünya imparatorluğu olarak gerileme sürecine sokmasıyla birlikte emperyalist önderliği eline geçirmişti. 1944’te emperyalist güçlerin Bretton Woods’da (ABD), Uluslararası Para Fonu 7 Uzun dalgalar konusunda teorik katkılar geliştiren, Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreterliği önderlerinden Ernest Mandel, bu dalgaların yükselme ve alçalma aşamalarının geçişlerine ilişkin olarak Kondratieff ile Troçki arasında bir tutum almıştı. Mandel’e göre alçalan bir uzun dalganın yükselişe geçmesi için ekonomi dışı etmenler gerekirken, yükselişten düşüşe geçiş kapitalizmin iç işlerliği sonunda gerçekleşiyordu. Bu tartışmalara ilşikin olara bak.: A.Kleinknecht, E.Mandel ve I.Wallerstein, New Findings in Long Wave Research, St. Martin Press, 1992. 8 Troçki, “Dünya Ekonomik Krizi ve Komünist Enternasyonal’in Yeni Görevleri Üzerine Rapor”, bak. http://www.marksist.com/kitaplik/ceviriler/Trocki-%20Dunya%20Ekonomisi.htm#m0.

12

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi (IMF) ve Dünya Bankası’nın kurulmasıyla sonuçlanacak olan yeni uluslararası para sistemi konusunda anlaşmaya varmaları, kapitalist sistemin yeni uzun yükselişinin başlangıcına işaret ediyordu. Yeni para sistemine göre altın temel değer birimi olmaktan çıkıp yerini dolara bırakıyor, dolar altına dönüştürülebilir yegane para haline geliyor ve doların altın karşısındaki değerinin belirlenmesi yetkisi ise ABD Merkez Bankası ve Federal Rezerv Sistemi’ne devrediliyordu. Böylece dolar uluslararası ticarette kullanılan yegane para birimine dönüşüyordu. Tablo 1’de ABD’nin Gayri Safi Milli Hasılasının (GSMH) tüm dünya GSMH’si içindeki payının nasıl bir tempoyla artmış olduğu görülebilmektedir (rakamlar 1990 yılı dolar değeri temelinde hesap edilmiştir). 1873 krizi öncesinde İngiltere %9,02’lik dünya payıyla temel emperyalist güç iken kriz sonrasında bu önderliğini ABD’ye kaptırır, hatta Almanya’nın gerisine düşmeye başlar. ABD ise ikinci emperyalist savaştan sonra egemenliğini sadece ele geçirmekle kalmaz, 6-7 yıl gibi kısa bir süre içinde dünya GSMH’sinin dörtte birinden fazla bir bölümünü oluşturmaya başlar. 1950 ve 60’lı yıllarda ABD dünyanın en büyük üretici ve ihracatçı ülkesidir, ticaret dengesi sürekli fazla vermektedir. ABD Merkez Bankası’nın piyasaya ihtiyaç fazlası miktarda dolar sürmesi durumunda diğer ülkeler para sistemlerini dengede tutabilmek için dolar satın almak zorundadırlar. Bretton Woods anlaşmasından kaynaklanan mekanizma ABD’nin dünya ticaretini denetim altında tutmasını sağlar.

Tablo 1: Çeşitli Ülke GSMH’larının Dünya Toplamındaki Payı (Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Geary-Khamis_dollar) Yıl

ABD

1820 1870 1900 1913 1940 1950 1951 1960 1961 1970 1980 1989 1990 2000 2006

%1,81 %8,85 %15,83 %18,93 %20,65 %27,28 %27,73 %24,27 %24,00 %22,38 %21,11 %21,46 %21,39 %21,89 %19,58

İngiltere Eski SSCB %5,22 %9,02 %9,37 %8,22 %7,34 %6,52 %6,34 %5,37 %5,36 %4,35 %3,63 %3,54 %3,48 %3,30 %2,95

%5,43 %7,53 %7,81 %8,50 %9,33 %9,56 %9,07 %10,00 %10,22 %9,82 %8,53 %7,66 %7,33 %3,51 %4,11

Almanya

Japonya

%3,86 %6,49 %8,22 %8,68 %8,38 %4,97 %5,13 %6,62 %6,66 %6,12 %5,51 %4,90 %4,66 %4,24 %3,48

%2,99 %2,29 %2,64 %2,62 %4,66 %3,02 %3,20 %4,45 %4,82 %7,36 %7,83 %8,31 %8,55 %7,16 %6,05

Dönemin dikkat çeken bir diğer özelliği ise, Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın saldırıları altında büyük yıkım yaşamış olmakla birlikte, savaşın hemen sonrasında eski üretim değerlerini kısa sürede yakalaması ve hatta 1960’larda ABD ile dünya ölçeğinde rekabet edebilecek duruma gelmiş olmasıdır. Stalinist bürokrasinin Yalta ve Potsdam’da emperyalizm ile giriştiği işbirliğinin yanı sıra planlı ekonominin çeşitli Doğu Avrupa ülkelerine yaygınlaştırılması, Sovyet sisteminin bu tür bir atılım yapmasını olanaklı kılar. Ne var ki, özellikle Avrupa devrimlerine (İspanya, İtalya, Yunanistan, vb) ihanet edilmesi pahasına başta elde edilen bu Güz | 2009 -

13


Dünya Ekonomik Krizi büyüme, daha sonra –bizzat bu ihanetin tarihsel sonuçları açısından- tersine dönecek ve Sovyet ekonomisinin yıkımının temellerini hazırlayacaktır. 1980 sonlarından itibaren Sovyet bürokrasisi ülkeyi dünya kapitalizmine eklemeye karar verdiğinde planlı ekonomi çökmüştür ve 2000’lerin Rusyası artık Almanya ve Japonya’nın bile gerisinde kalmıştır. Savaştan yenik çıkan Almanya ve Japonya ise silahsızlandırılmışlardır ve bunu bir avantaja dönüştürerek, ABD sermayesinin Marshall Planı (1948-51) çerçevesindeki yatırım ve kredi saldırısının da yardımıyla, tüm enerjilerini üretim altyapılarının yeniden inşasına yoğunlaştırırlar. Bu ülkelerin GSMH’lerindeki artış diğer ülkelerdekinden çok daha hızlı gerçekleşir ve ekonomileri ABD ile yarışabilecek düzeye yaklaşır (Tablo 2). Tablo 2: GSMH Artış Oranları

(Kaynak: http://www.ggdc.net/maddison/)

Yıl 1950 1960 1970 1980 1990 2000 2006

Dünya %1,85 %5,81 %6,33 %4,55 %3,54 %3,52 %4,83

ABD %5,66 %4,06 %5,06 %3,73 %3,72 %3,84 %1,54

Almanya -%2,97 %11,05 %5,10 %3,11 %1,44 %2,31 %0,97

Japonya -%2,33 %13,30 %17,02 %5,47 %4,80 %1,32 %1,50

Savaş sonrası dönemin dikkat çeken özelliklerin de biri de devletin ekonomi üzerindeki artan rolü ve etkisidir. Emperyalist ülke devletleri, bir yandan ekonominin tekellerin gereksinimleri doğrultusunda “planlanmasını” üstlenirken, bir yandan da masrafların “sosyalleştirilmesi” yoluyla yeniden sermaye birikiminin kaynaklarını sağlar. Kâr oranlarının yükseltilebilmesi için gerekli olan teknolojik araştırma ve geliştirme çalışmaları da devletler tarafından özendirilir9, büyük sanayi yatırımları için gerekli olan teknik yeniliklerin harcamaları hükümetler tarafından üstlenilir. Sömürge ve yarısömürge ülkelerden elde edilen ucuz hammaddeler emperyalist tekellerin hizmetine sunulur. Bu Keynesçi ekonomi politikalarının çerçevesinde kurulan “sosyal devlet” de burjuvazinin hizmetindedir: Sosyal harcamalar bir yandan emperyalist ülkelerde işçi aristokrasisinin yeniden oluşmasını olanaklı kılarak, Stalinist ve sosyal demokrat bürokrasilerin kitleler üzerindeki denetimini güçlendirir; öte yandan da, kitleler arasında tüketimin yaygınlaşmasına böylece şirket kârlarının yükselmesine önayak olur. Öyle ki, devletlerin sosyal harcamalara ayırdığı fonların GSMH içindeki yeri ABD’de 1913’teki %7,1 oranından 1965’te %30’a, Almanya’da ise %5,7’den %40’a (1961) yükselir. Hükümetler aynı zamanda kredi politikalarıyla denetimli bir enflasyon düzeyi oluşturarak tüketicilerin gerçek gelirlerinin ötesinde harcama yapabilmelerini kışkırtır ve böylece kâr oranlarında bir geriye düşüşü engellemeye çalışırlar. Bütün bu öğelerin bileşimi sonucunda dünya kapitalizmi ciddi bir boom yaşar. Gerçi bu yükseliş “barışçıl” bir politik dünya konjonktüründe gerçekleşiyor değildir. 1949’daki Çin devrimi dünya nüfusunun önemli bir kesimini kapitalist pazarın dışına çekerken, 1950-53 Kore savaşı, 1954’te Vietnam’da Fransız emperyalizminin 9 Gerçekte bizzat savaşların kendisi, daha sonra emperyalist tekeller tarafından kullanılan yeni teknolojilerin geliştirildiği koşulları yaratır. Öte yandan, savaş sonrası dönemde başlatılan silahlanma ve “uzayın” fethi yarışları, hükümetlerin dev kapitalist tekellere milyarlarca dolar aktararak kâr oranlarının yükselmesine yardımcı olmasını olanaklı kılmıştır.

14

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi aldığı yenilgi, emperyalist yeniden inşanın en azından dünyanın bu bölgesinde sorunsuz olmayacağının işaretlerini oluşturur. 1953’te Doğu Almanya’daki ve 1956’da Macaristan’daki Stalinist bürokrasilere karşı politik devrim girişimlerinin ezilmesi, Ortadoğu’daki Arap halklarının uyanışının ve Afrika’da filizlenmeye başlayan ulusal kurtuluş mücadelelerinin denetimi ise büyük ölçüde Moskova bürokrasisine ve ona bağlı komünist partilere bırakılmıştır. Yani yeni dalganın yükselişi, kâr oranlarının kapitalizmin organik işlerliği içinde otomatik olarak artması sonucunda değil, emperyalizmin savaşlar içinde ve devrimler ve devrim girişimleri karşısında uygulamaya çalıştığı karşı devrimci politikaları aracılığıyla gerçekleşmiştir. Dönemin başındaki kâr oranları çarpıcı yüksekliktedir (Tablo 3). Oranlardaki, özellikle Almanya özelinde, sistematik düşüşe karşın 1948’den 1969’a kadarki yirmi yıllık dönemde ABD için ortalama kâr oranı %15, Japonya için %21 ve Almanya için %20 dolayındadır. Tablo 3: Kâr Oranlarındaki Değişim10

Bununla birlikte bu oranlar 1960’ların sonundan itibaren yerini genelleşen bir azalmaya bırakır, 20-25 yıllık uzun dalga yükselişi düşüşe geçer. Bir dizi nedenin etkisiyle. Öncelikle, büyük miktarlarda artık değer üretimini olanaklı kılarak kâr oranlarındaki düşme eğilimini bir ölçüde frenleyen yüksek üretkenlik oranları, sermayenin organik bileşimindeki artış nedeniyle (yüksek teknoloji) yavaşlamaya başlar. Emperyalist ülkelerde neredeyse tam istihdam koşullarında ortaya çıkan bu durum karşısında burjuvazinin artık değer oranlarını yükseltebilmek için işçi sınıfına karşı saldırı başlatması, aynı zamanda 1968-76 döneminin devrimci dünya durumu koşullarının oluşmasına neden olur. Avrupa’da işçi ve öğrenci hareketlerinin patlak vermesi, Ortadoğu’da özellikle Filistin halkının güçlü bir direniş atılımı gerçekleştirmesi, ABD’nin Vietnam, Laos ve Kamboçya’da yenilgiyi kabul ederek geri çekilmeye başlaması, Çekoslovakya’da işçi sınıfının politik devrim atılımı, Afrika’da birbiri ardına gelen ulusal kurtuluş mücadelesi zaferleri ve Portekiz’de faşist rejimi yıkan işçi-asker devrimi, dönemin belirleyici mücadeleleridir. Bütün bu gelişmeler emperyalizmin dünyayı zapturapt altına alarak sermayenin yayılması için ona güven verici koşulları oluşturabilmesini, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri ağır yenilgilere uğratarak kazanılmış hakların ilga edilebilmesini, 10 Bak:http://people.umass.edu/woojin/ConferencePapers/BrennerAfterBoomBubbleBustPageProofsFinal1May2005.pdf Güz | 2009 -

15


Dünya Ekonomik Krizi sömürü oranlarının sermayece istenilen miktarlarda yükseltebilmesini engeller. Burjuvazi bu mücadeleler karşısında kâr oranlarındaki düşüşü engellemenin yolunu, Batı Avrupa’da kitleler karşısında verdiği tavizlerde arar. Latin Amerika’daki, özellikle Arjantin, Şili ve Uruguay’daki devrimci yükseliş karşısındaki tutumu ise askeri darbeler ve kanlı diktatörlüklerin kurulmasıdır. 1967’de Yunanistan’daki Albaylar Cuntası ve 1971’de Türkiye’deki askeri darbe de bu çerçevede gerçekleştirilir. Afrika ve Doğu Asya’daki ulusal kurtuluş mücadelelerinin bu bölgeleri emperyalist dünya sisteminden koparmasını engellenmesi görevini ise, “kapitalist olmayan kalkınma yolu” kuramı aracılığıyla Stalinist bürokrasi üstlenir. 1960’ların sonlarında Alman ve Japon sanayileri üretim kapasiteleri bakımından ABD sanayisinin önüne geçmeye başlamış ve emperyalist sistem içindeki “uyumlu gelişme” yerini artan rekabete bırakmaya başlamıştır. 1969’da döviz piyasalarında Alman markı üzerinde oluşan basınç, Bretton Woods’ta kararlaştırılan pariteyi koruyabilmek amacıyla Bundesbank’ı piyasalardan büyük miktarlarda dolar toplamaya iter. Bu müdahaleye karşın Alman mali otoriteleri aynı yılın sonlarında dolar satın almayı keserek markın değerini dalgalanmaya bırakırlar. Böylece Bretton Woods sistemi ilk darbesini almış olur, zira bu durum aynı zamanda ABD’nin doların altına çevrilebilirliğini garanti etme kapasitesinin de sorgulanmasına yol açar. Öyle ki, ABD Federal Rezervi 1970 başlarında diğer ülkelerin ellerindeki dolarları altına çevirme taleplerini karşılayamaz duruma gelir ve nihayet Ağustos 1971’de Richard Nixon tek yanlı olarak Bretton Woods anlaşmasını iptal eder ve doları yegane para ölçü birimi ilan eder. Bu arada hammadde, özellikle de petrol fiyatlarındaki sistematik yükseliş (1973 petrol bunalımı), sermayenin organik bileşiminin artmasına, dolayısıyla kâr oranlarındaki düşme eğilimine katkıda bulunur. Yükseliş dönemindeki büyüme ve sermaye birikimi sıçramaları da üretim kapasitelerinin tüketicilerin alım gücündeki artışın üzerinde gerçekleşmesine yol açmıştır ve bu durum, piyasaların emebileceğinin ötesinde bir aşırı üretim bunalımının koşullarını hazırlar. Öte yandan, yüksek büyüme ve kâr oranları dönemlerinde, yatırımlar ve tüketim üzerinde olumlu rol oynayarak çevrimsel bunalımların atlatılmasını olanaklı kılan enflasyon, düşüş döneminde kronik ve yapısal bir özellik kazanır, bunun karşısında geliştirilen kredi politikaları ise, devletlerin, şirketlerin ve ailelerin devasa oranlarda borçlanmasına neden olur. Bütün bu etmenler sonucunda kitleler yoksullaşırken, ekonominin “finansallaştırılmasının” temelleri hazırlanmış olur. II. Dünya Savaşı sonrası uzun dalgasının 1970’ler sonunda dibe vurması karşısında burjuvazi, kâr oranlarını yeniden artırabilmenin yeni bir yolunu bulmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır. Neo-liberalizm ve “Küreselleşme” 1960’ların sonlarında dünya kapitalizminin düşüş eğilimine girmesi, 1973-75 yılları arasında güçlü bir gerilemeye (resesyon) yol açar. 1975’te OECD ülkelerinin bütününde savaş sonrasının ilk gerilemesi yaşanır ve bunu izleyen yıllarda yükseliş döneminin %6’lık büyüme oranı %2’ye iner. Keynesçi politikalar da artık tükenmiştir, dahası bu politikalar “stagflasyon” diye adlandırılan yeni bir olgunun doğmasına neden olmaktadır: enflasyon içinde durgunluk. OECD ülkeleri bazında 1976-79 arası enflasyon oranı ortalama %12 düzeyine yükselir, 1979-81 arasında ekonomik durgunluk çerçevesinde devasa bir borçlanma bunalımı patlak verir. Burjuvazi, kâr oranlarındaki sistematik düşüşü önlemenin yolunu, dönemin ABD başkanı Ronald Reagen ile İngiltere başbakanı Margaret Thatcher’ın adlarıyla anılacak olan neoliberal bir yönelişte arayacaktır. Bu politikaların hedefi Keynesçiliğin noktalanması ve devletin ekonomi üzerindeki müdahalesi en aza indirilerek her alanda denetimsiz ve kuralsız bir “piyasa” işlerliğine geçilmesidir. Akademik alanda “moneta16

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi ristler” olarak adlandırılan ideologların hükümetlere önerdiği, uzun vadede kronik bir yapısal işsizliğin (işsizler ordusunun) oluşturulması, “bireysel sorumluluk duygusunun yaygınlaştırılması” (yani sosyal güvenlik kurumlarının zayıflatılması ve sosyal harcamaların kısılması) ve genelleşmiş bir kemer sıkma politikasının yaşama geçirilmesidir (yani gerçek ücretlerin dondurulması ve geriletilmesi). Kuşkusuz bu politikaların uygulanabilmesi burjuvazi açısından işçi sınıfıyla onun kazanılmış hakları ve örgütlülüğü üzerinde bir çarpışmaya girmesini zorunlu kılıyordu. Bu çarpışmalardan, sınıf hareketindeki dönemsel gerilemenin ilk işaretlerini oluşturacak iki mücadele önem taşır: 1982’de ABD’de hava kontrol görevlilerinin grevinin, 1985’te de İngiltere’de madenciler grevinin yenilgiye uğratılması. 1970’lerde ileri kapitalist ülkelerdeki Stalinist komünist partilerin Avrokomünizm anlayışı çerçevesinde geliştirdikleri işbirlikçi politikalarla da birleştiğinde, bu iki büyük ve tarihsel grevin yenilgisi burjuvazinin saldırısını yaygınlaştırıp derinleştirmesini kolaylaştırır. Türkiye’de de 1980’lerin ikinci yarısı, gücünü ve meşruiyetini 1980 askeri cuntasının hazırladığı 1982 Anayasası’ndan alan Özalcı neoliberal ekonomi politikaları gündeme sokulur. Buna göre “devlet küçülecek” ve her yerde piyasanın egemenliği sağlanacaktır. Ama aslında ne Türkiye’de; ne de bir başka ülkede devlet küçülmektedir, sadece emperyalist çağın bu yeni aşamasında görev ve işlerliğinde yeni düzenlemelere gidilmektedir. Böylece burjuvazi 1982’den başlayarak kâr oranlarını artırmanın politik olanaklarına kavuşur (Tablo 4’te görülen ABD temelli işletmelerin kâr oranlarındaki değişimler eğrisi gerçekte genel dünya durumunun bir yansıması olarak kabul edilebilir) 11 ve bunu bir dizi başka ekonomik ve politik önlem ve gelişmeyle birleştirir.

Bu gelişmelerin başında kuşkusuz 1985’te Mihail Gorbaçov’un ilan ettiği “perestroika” (yeniden yapılanma) politikasıyla birlikte Sovyetler Birliği’nin kapitalizmin yeniden inşasına yönelmesi geliyordu. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından Doğu Avrupa ülkelerinde patlak veren devrimci durumlar ve bu sürecin sosyalist devrimci bir seçeneğin yokluğu koşullarında yeni burjuva devletlerin inşasıyla sonuçlanması, aynı gelişmenin 1991’den itibaren eski SSCB’den kopan yeni cumhuriyetlerde tekrarlanması, kapitalizmin devasa bir yeni coğrafi alana yayılmasını ve emperyalist sermayeye kâr oranları yüksek yeni yatırımlara yönelmesini, yeni tüketim pazarlarına 11 ABD Ticaret Bakanlığına bağlı Ekonomik Analizler Bürosu’nun yayımladığı Ulusal Gelir ve Üretim Hesapları (NIPA) tablolarına dayanılarak hazırlanmıştır. Güz | 2009 -

17


Dünya Ekonomik Krizi ulaşmasını olanaklı kıldı. Sermayenin bu biçimde “küreselleşmesi” sadece coğrafi planda değil, ama aynı zamanda sektörel temelde de işliyordu. Yukarıda da değindiğimiz gibi; sağlık, eğitim ve sosyal hizmetler alanlarında yapılan özelleştirmeler sermayeye, yüksek kârlar elde etmesini olanaklı kılan yeni yatırım alanlarının açılmasını sağlıyordu. Ama yalnızca bu da değil: yeni teknolojiler ekonomiye yeni üretim ve tüketim dalları kazandırıyordu. 1980’lerin başlarından itibaren bilgisayar temelli aygıtlarda görülen hızlı yaygınlaşma ve ardından cep telefonlarının ortaya çıkıp geniş tüketici kitlelere mal olması yükselişi hızlandıran etmenlerdi. Gerçi bu yeni teknolojiler sermayenin organik bileşiminin büyümesine neden oluyordu, ama bu büyümeyi dengeleyen ve kâr oranlarındaki artışın sürmesini olanaklı kılan bir öğe vardı: Uzak Doğu ülkeleri (Tayvan, Singapur, Hong Kong, Güney Kore, vb) ile planlı ekonomileri yıkılarak dünya kapitalizmine entegre olan Doğu Avrupa ülkelerinin sunduğu son derece ucuz emek gücü. Bu gelişmeler, ABD ve Batı Avrupa’ya yönelen yeni göç dalgalarıyla da birleşince, sermaye dünya ölçeğinde ucuz emek kaynaklarına ulaşmış ve aynı zamanda bunu ileri ülkelerdeki işçi sınıfının kazanılmış hakları üzerinde bir basınca dönüştürmenin koşullarını da yakalamış oluyordu. Hükümetlerin sendika bürokrasileriyle anlaşarak gerçekleştirdikleri “reformlar” sonucunda emek piyasasının, iş saatlerinin, çalışma koşullarının vb. “esnekleştirilmesi”, işten çıkarmaları kolaylaştıran, kıdem ve ihbar tazminatlarını ucuzlaştıran, sendikasızlaşmayı yaygınlaştıran onlarca “bireysel sözleşme” türünün icadı, bu dönemde işçi sınıfına yönelik en önemli saldırılar olmuştur. Dünya kapitalizminin 1980’lerin ikinci yarısından itibaren gösterdiği güçlü yükselişin ardında yatan en önemli nedenlerden biri de Çin Halk Cumhuriyeti’nde kapitalizmin nihai olarak yeniden inşasına geçilmiş olmasıdır. Önce tarımda kolektif uygulamaları durdurarak özel mülkiyete izin veren Çin hükümeti ardından ekonomi üzerindeki merkezi planlamayı ve dış ticaret üzerindeki devlet tekelini ilga ederek, kapılarını emperyalist sermayeye açar. Ardından, 1991’de Dünya Ticaret Örgütü’ne katılır ve ordu dahil devlet kurumları ile Komünist Parti birimlerini kapitalist işletmelere dönüştürmeye yönelir. Bu arada emekçi yığınlar üzerinde süren Stalinist diktatörlük, 1989’da Tiananmen ayaklanmasını bastırmayı başarmasından da güç alarak, baskı uygulamalarıyla ülkeyi kapitalizmin neredeyse köle emeği düzeyine yaklaşan ucuz emek pazarı durumuna dönüştürür. Böylece %10’ların üzerine çıkan büyüme tempoları yakalar ve dünya kapitalizminin daha rahat nefes alıp vermesini olanaklı kılan “ciğeri” haline gelir. Çin ayrıca, elde ettiği müthiş döviz gelirleriyle ABD hazine bonolarını satın alarak bir yandan ABD’deki tüketici kitlelere yeni kredi ve borçlanma olanakları sağlar, öte yandan da kendi mallarının düzenli olarak dünyanın bu en büyük tüketim pazarına ihraç edilebilmesinin koşullarını yaratır. ABD’nin devasa oranlarda borçlanmasına neden olan ve günümüzdeki mali krizin temellerini hazırlayan bu döngü, gene de 2000’lerin ortalarına değin tüketim düzeyinin ayakta kalmasını ve kâr oranlarının korunabilmesini olanaklı kılar. Bütün bu gelişmelerle birlikte kapitalizmin 1980 ve 90’larda görece bir büyüme potansiyeli yakalaması neoliberal dönemin dünya kapitalizminde yeni bir uzun yükseliş dalgası yakaladığı, bir önceki dönemin çelişkilerinin üzerinden geldiğine yönelik tezlerin ileri sürülmesine, hatta bu tezlerin sol hareket içinde bile taraftar bulmasına yol açıyordu. Ekonomi ve finans alanlarında giderek yaygınlaşan bir “küreselleşmenin” varlığı, yeni bir “teknolojik devrim”in gerçekleştirilmiş olduğu, ve özellikle de eski Sovyet sisteminde ve Çin’de kapitalizmin yeniden inşa edilmesi, bu iddiaların temelini oluşturan yorumların başında geliyordu. Tezlerin kuramcılarına göre, eski işçi devletlerinde kapitalizmin yeniden inşası dünya kapitalizmine uzunca bir dönem için yeni gelişme perspektifleri yaratıyordu ve bunun kabul etmeyenler politik açıdan “felaket tellallığı” yapmaktaydılar. Oysa 1980’lerin ortalarından itibaren kâr oranlarındaki görülen artış eğilimi dünya 18

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi kapitalizminin potansiyel dengesizliklerinin artması pahasına gerçekleşiyordu, ayrıca artışlar kısmiydi, asla savaş sonrası dönemin boom’u düzeylerine ulaşamıyordu ve alçalan ve yükselen kısa çevrimlerle sarsılıyordu. Her iyileşmeyi bir kriz izliyordu: 1982 dış borç krizi, 1987 Wall Street borsası çöküntüsü, 1990 Japon emlak piyasası krizi, 1992 Avrupa para sistemi krizi, 1995 Meksika (“tekila”) krizi, 1997 Asya krizi, 1998 Rusya krizi, 2001 “noktacom” krizi ve aynı yıl Arjantin ekonomisinin çökmesi... Bu krizler dünya ölçeğinde yaygınlaşan bir genel çöküntüye yol açmamakla birlikte, dünya politikası ve ekonomisindeki dengesizliklerin göstergesi ve şiddetlendirici unsurları olmuştur. Zira kâr oranlarının artırılması ya da korunmasını olanaklı kılan koşullara kalıcı ve sürekli bir sermaye birikimi eşlik etmiyordu –Çin dışında-; bunun tersine, sermaye sadece belirli bazı üretim noktalarında ve spekülatif ticaret alanlarında toplanıyor, böylece finans sektöründe o döneme değin görülmemiş bir “ısınmaya” neden oluyordu. Mali sermaye sadece kısa zaman aralıklarında ve icat ettiği yeni parasal işlerliklerle büyük kârlar elde edebiliyordu. Ekonominin “Finansallaşması” ve Emlak “Balonu” Kapitalizmin içinde bulunduğumuz emperyalist aşamada giderek spekülatif bir nitelik kazanması yeni bir olgu değildi. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Üst Aşaması adlı incelemesinde (1916), banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşmesi sonucunda oluşan mali sermayenin (finans kapital) özelliklerini incelemiş ve onun “parazit” bir yapıya sahip olduğunu göstermişti. Yani mali sermaye büyük bölümüyle herhangi bir yeni değer üretmiyor ya da yeni değer üretiminin koşullarına katkıda bulunmuyor, tam tersine toplumsal olarak üretilen artık değere el koymaya yöneliyordu. Bu amaçla da spekülasyon alanlarına akarak kolay ve hızlı kârlar arıyordu. Mali operasyonlara ayrılan paraların birikimi sonucunda ortaya bir “sanal sermaye” (fiktif kapital) çıkıyor ve sürekli artma, büyüme eğilimi gösteriyordu. Gerçek maddi zenginlik açısından herhangi bir karşılığı olmayan bu sanal sermaye büyüdükçe ekonomiler giderek “finansal” bir yapı kazanıyor, yatırımcılar ve şirketler tasarruflarını gerçek üretim yerine spekülatif alanlara yöneltiyordu. Kapitalizmin küreselleşmenin en önemli sonuçlarından biri, bu sürecin derinleşmesi ve genelleşmesi olmuştur. İlk dönemlerde metropol ülkelerden çıkan sermaye, sömürgelerden hammade alımına ya da bu ülkelerde sanayi yatırımlarına yönelmekte ve geriye dönüşünü mamul madde ödemeleri biçiminde gerçekleştirmekteyken, günümüzde herhangi bir yatırım yapmadan yarısömürgelerden metropollere kesintisiz ve net bir kaynak akışı sağlamaktadır. Günümüzde mali sermayenin başlıca “yatırım” alanları, üretim değil, bağımlı ülkelerin borçlandırılması, emlak spekülasyonu, narkotrafik, silah ticareti, döviz borsaları ve bunun gibi parazit, Marx’ın deyişiyle “insani olmayan” sektörlerdir. 1990’larda iletişim teknolojisindeki atılımlar, sermayenin bu biçimdeki dolanımına büyük katkıda bulunmuş ve 1992’de bilgisayarlar sayesinde mali piyasalarda gerçekleştirilen işlemler yılda 200 trilyon dolar düzeyine, yani tüm sanayileşmiş Batı ülkelerinin toplam GSMH’sinin 10 katına ulaşmıştı.12 Sanal sermayenin bu biçimde büyümesi ve ekonominin böylece giderek finansallaşması elbette krizlerin oluşumu üzerinde etkide bulunmakta. Ekonomistlerin kestirimlerine göre günümüzde dünya ölçeğindeki mali operasyonların toplamı, dünya üretiminin ve maddi aktiflerin gerektirdiğinin beş katı düzeyinde. Bu mali sermayenin bir bölümü kuşkusuz spekülatif yöntemlerle “değerlenmekte”, yani nominal olarak büyümekte, dolayısıyla sanal sermaye iyiden iyiye şişmekte. Onun bu şekilde büyümesi ise son tahlilde sermayenin organik bileşiminin daha da artarak, artık değer sömürü oranının ve de kâr oranlarının azalmasıyla sonuçlanmakta, bu da kapitalizmin kriz koşullarını şiddetlendirmekte. Zira değişmeyen sermayenin değişen sermayeye 12 Joel Kurtzman, “La muerte de dinero?”, Cuadernos de Crítica de la Cultura, No. 99, Kış 1999, s.77. Güz | 2009 -

19


Dünya Ekonomik Krizi olan oranına bu sanal sermaye de eklenerek onu yukarıya doğru çekmekte. Böylece, kısa aralıklı spekülatif dönemlerde ekonominin dinamiğine katkıda bulunarak kâr oranlarının yükselmesini olanaklı kılan sanal sermaye, uzun vadede düşüşün şiddetlenmesine yol açmakta ve krizleri patlamalı hale getirebilmektedir. İşte bu işlerliğin son örneği, bugünkü kriz döneminde tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır. 2002 yılı ABD ve dünya ekonomisi açısından kritik bir yıl olmuş, bir dizi politik ve ekonomik etmenin bileşimi sonucunda özellikle ABD’de ciddi bir ekonomik gerileme (resesyon) yaşanmaya başlamıştı. 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e gerçekleştirilen saldırı, bunun hemen ardından ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesi; ertesi yıl Arjantin ekonomisinin çökerek ülkenin ayaklanmalarla sarsılmaya başlaması ve devrimci bir durumun doğması; Hugo Chavez’in “Bolivarcı devrim” şiarının Latin Amerika’daki emperyalizm karşıtı hareketi güçlendirmesi ve 2002 sonlarında Brezilya’da Lula’nın iktidara gelmesi gibi politik gelişmeler emperyalist burjuvaziyi “ürkütmüş”, dünya borsalarında dalgalanmalara yol açmış, sermaye yatırımlarını geriletmiş, petrol ve diğer hammadde fiyatlarının yükselmeye başlamasına neden olmuştu. Öte yandan Avrupa Birliği’nde avro’nun ortak para birimi olarak kullanıma girmesi doları sarsan bir etmen olmuş, 2001’deki “noktacom” kriziyle de Internet alanındaki spekülatif şişme patlamış, bu teknoloji alanındaki şirketlerin katıldığı New York Nasdaq borsası 2002 Martı’ndan Eylülü’ne kadar olan sürede %74.4 oranında değer kaybetmişti. Dünya hasılasının üçte birini yaratan ABD’deki bu gerileme, tüm dünya ekonomilerine doğru yayılarak mal, sermaye, işgücü, turizm hareketlerini yavaşlatmaya, özellikle diğer gelişmiş ülke ekonomilerini tehdit etmeye başlamıştı. Burjuvazi bu krizin üstesinden gelebilmek için iki yanıt geliştirdi. Bunlardan birincisi Mart 2003’te Irak’ın işgalini hazırlayarak ABD’de savaş teknolojisine dayalı şirketlere milyarlarca dolar akıtmaya başladı. Bu sektörde biriken malların tüketimi (yani üretilmiş olan bombalar, tanklar, uçaklar ve diğer ölüm makineleriyle on binlerce Iraklının katledilmesi) ve yenilerinin üretilmesi, kâr oranlarındaki düşüşün durdurulması ve aynı zamanda ABD’nin dünya politikasındaki egemenliğinin perçinlenmesi açısından –başlangıçta- etkili olacaktı. İkinci gelişme ise, sermayenin spekülatif alanlara doğru akması ve buralarda yeni kârlar aramaya yönelmesi oldu. Bu alanların başında da konut sektörü geliyordu ve buradaki yatırımları ve “tüketimi” artırabilmek için yeni mekanizmalar icat etmek gerekiyordu. “Emlak balonu” denen olgunun şişmeye başlaması ve günümüzdeki krizi tetiklemesi işte bu gelişmeye dayanır. ABD’de mali sermayenin toplanmış ve merkezileşmiş olduğu bankalar, sermaye şirketleri, sigorta ve emeklilik şirketleri, vb. hepsi birden pek çok kredi türü geliştirerek bunları kitlelere dağıtmaya başladılar. Bunların arasında en yaygın olanı ise subprime diye adlandırılan riskli ipotek kredileriydi. Bu krediler, krediyi alanların bu borçlarını geri ödeyip ödeyememe koşulları değerlendirilmeden ve giderek yükselen faiz oranlarıyla kolayca verilir oldu. ABD’li emekçilerin ve yoksul kitlelerin ev sahibi olabilmek için hızla yöneldikleri bu mekanizma konut fiyatlarının spekülatif bir biçimde yükselmesini ve böylece kredi taleplerinin giderek büyümesini tetikledi. Konut üretimini ve emlak alımlarını hızlandıran spekülasyoncular sadece konut fiyatlarının astronomik değerlere ulaşmasına neden olmakla kalmadılar, kredi borcu senetlerini birbirlerine satmaya ve diğer borsa hisseleri gibi piyasaya arz etmeye yöneldiler. Dünya ölçeğindeki tüm finans kuruluşlarının katıldığı bu “oyun”, trilyonlarca doların söz konusu olduğu borç senetlerinden elde edilen kârların büyümesine ve sanal sermayenin iyiden iyiye şişmesine katkıda bulundu. Kısacası, kredi borçlarını ödeyemeyecekleri mali kuruluşlarca gayet iyi bilinen yoksullar, kâr oranlarının erimesi karşısında burjuvazi tarafından araç olarak kullanıldılar. Kuşkusuz bu durum gerçek yaşamın duvarına çarpacak ve maddi bir karşılığı olmayan sanal sermaye yapay şişmesinin sınırlarına dayanacak ve nihayet “patlayacaktı”. Zira, kısa bir dönem (2002-2006) spekülatif kârların elde edilmesi olanaklı olsa da, 20

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi tarihsel ölçekte kâr oranlarındaki düşüş sürüyordu ve emperyalizm bu eğilimi tersine çevirecek politik ve ekonomik koşulları yaratamıyordu. 2003 sonlarından itibaren Irak’taki direniş örgütlü bir hal kazanmış ve şiddetlenmişti; aynı şey 2005 sonlarından itibaren Afganistan’da gerçekleşecekti; 2006’da Lübnan’da Hizbullah’ın işgalci İsrail ordusunu yenilgiye uğratarak geri çekilmek zorunda bırakması ve aynı yıl Filistin halkının emperyalizmle uzlaşan FKÖ karşısında Hamas’ı iktidara getirmesi, Ortadoğu’daki ABD-Siyonizm egemenliğine karşı direnişin sürdüğüne işaret ediyordu; Latin Amerika’da devrimci önderlik yokluğu nedeniyle devrimci durumlarda bir geri çekilme yaşanmakla birlikte başta Bolivya ve Ekvador olmak üzere bir dizi ülkede sol ulusalcı akımlar iktidara yükselmiş ve ABD hegemonyasıyla sürtüşme sürecine girmişlerdi. Bizzat ABD’de de Bush ve savaş karşıtı eğilimler yaygınlaşmaktaydı. Öte yandan tüketim mallarındaki fiyat artışları, yaygınlaşan işsizlik, işsizlik ödentilerinin kesilmesi gibi gelişmeler, o döneme değin kendisini “orta sınıf” olarak görmüş olan kitlelerin yoksullaşmasına neden oluyor ve kredi borçlarının geri ödenmesini olanaksızlaştırıyordu. Böylece kredi veren kuruluşlar, borcunu ödeyemeyen aileleri konutlarından çıkartarak bu konutları tekrar piyasaya sürdüler, ama bu durum bir anda piyasada alıcı bulamayan yüz binlerce konutun birikmesine ve 2007 yazından itibaren emlak fiyatlarının hızla düşmesine neden olacaktı. “Emlak balonu” patlamıştı. Bankaların karşısında borcunu ödeyemeyen yüz binlerce ipotekli aile, ellerinde ise hiçbir işe yaramayan bir o kadar konut vardı. Mali kriz diye adlandırılan bunalım başlamıştı. ABD’de 2008’de konut fiyatları %18 düzeyinde düşer.13 Kredi borcunu ödeyemeyenlerin miktarı 2006’ya oranla %225 ve 2007’ye oranla %81 oranında artar ve konutlarını boşaltmak zorunda kalan aile sayısı 3 milyonu aşar. İpotek borçlarının GSMH’ye olan oranı 2008’de %73 gibi inanılmaz bir düzeye ve toplam 10,5 trilyon dolara ulaşır. 2009 ortalarında uzmanlara göre, ABD’de -toplam nüfusun üçte ikisini oluşturan- bireysel konut sahiplerinin dörtte biri teknik açıdan iflas durumundadır, zira emlak borsalarında hisse fiyatları, bu hisselerin ilintili olduğu ipoteklerin altına inmiştir. Benzer bir kriz İspanya’da da kendini gösterir. 2006-2009 arasında konut satışları %60 oranında, fiyatlar ise 2008-2009 Mayıs ayları arasında %12 oranında geriler. Krizin Boyutları 2007 ortalarında patlak veren emlak krizi önce banka sektörünü çöküntünün eşiğine sürükler. 2008’de ABD banka ve finans devleri birbiri ardına devrilerek ya rakip kuruluşlarca yutulur ya da merkez bankasınca “kurtarılmak” durumunda kalırlar. Wall Street’in beşinci büyük bankası Bear Sterns; ülkenin en büyük iki kredi kuruluşu Freddy Mac ve Fannie Mae (toplam varlıkları 850 milyar dolar); dünyanın en büyük finansal aracı ve danışmanlık kuruluşlarından Merril Lynch, gene dünyanın en önemli sigorta şirketlerinden AIG (American International Group) bunların arasındadır. İskoçya’nın ikinci büyük bankası HBOS ile İngiliz bankası Northern Rock ile Fransa, Belçika ve Lüksemburg sermayeli finans şirketi Dexia da sarsıntının altında kalanlardandır. Bu arada tarihsel boyutlu iflaslar yaşanır. Temmuz 2008’de ABD’nin en büyük kredi şirketlerinden Indymac, Federal hükümetin denetimine alınır. Onu birkaç gün sonra ülkenin dördüncü büyük bankası olan Lehman Brothers izler; banka, 13 Emlak krizine ilişkin bilgilere, diğerlerinin yanı sıra, şu kaynaklardan ulaşılabilir: http://www. marketwatch.com/story/home-prices-off-record-18-in-past-year-case-shiller-says; http:// www.usatoday.com/money/economy/housing/2009-01-14-foreclosure-record-filings_N. htm; http://www.americanprogress.org/issues/2007/03/foreclosure_paper.html; http:// money.cnn.com/2009/05/27/news/mortgage.overhang.fortune/index.htm; http://www. libertaddigital.com/economia/el-precio-de-la-vivienda-caera-un-20-este-ano-y-seguirabajando-hasta-2012-1276363113/; http://www.fotocasa.es/indice-inmobiliario__fotocasa. aspx. Güz | 2009 -

21


Dünya Ekonomik Krizi 613 milyar dolara ulaşan borçlarını ödeyemiyordur ve iflas bayrağını çeker. İki hafta sonra sıra ülkenin en önemli bankacılık, mali hizmetler ve kredi kuruluşu Washington Mutual’dadır; WaMu da kapılarını kapar. Hükümetlerin krize karşı ilk tepkileri, bankaların ve diğer mali kuruluşların “kayıplarını sosyalleştirmek” olur ve devlet hazinesinden bu kuruluşlara milyarlarca dolar akıtmaya başlarlar. ABD’de 2008 sonlarında Bush hükümeti “Paulson Planı” gereğince mali piyasalara 700 milyar dolar şırınga eder. Ama Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman’a göre, ABD’nin 2009 için öngördüğü GSMH’nin %9’undan fazlasını oluşturan bu yardım simidi, resesyonun şiddetini biraz azaltmanın ötesine geçemeyecektir. Avrupa hükümetleri ise çok daha şaşkındır, üstelik tüm “Tek Avrupa” söylemlerine karşın aralarında herhangi bir eşgüdüm sağlamanın çok uzağındadırlar. İngiltere GSMH’sinin %1,9’unu, Fransa %1’ini, Almanya %0,8’ini, İtalya %0,1’ini “kurtarma” operasyonlarına ayırır. Sözde “Avrupa Planı”nın öngördüğü 400 milyar avronun büyük bölümü ise yeni yatırımlara, zaten planlanmış projelerin ilerletilmesine, hatta kimi hükümetlerin bütçe harcamalarına ayrılan paradan başka bir şey değildir ve neredeyse tümüyle tekil devletlerin ulusal bütçelerinde öngörülen “yardımların” toplamından ibarettir. Devlet fonlarının kapitalizmi kurtarmak amacıyla bu biçimde harekete geçirilmesini kimi serbest piyasa silahşörleri “sosyalist önlemler” olarak eleştirirken, gerçek bunun çok uzağındadır. Paulson planının takipçisi Obama’nın ve onun Avrupalı meslektaşlarının politikaları, İkinci Dünya Savaşı sonrasında burjuva hükümetlerin bankalar üzerinde uyguladıkları “millileştirme” uygulamalarının bile çok uzağındadır. Obama hükümeti devletin bankalar nezdinde “pasif yatırımcı” olacağını ilan eder, yani kuruluşun yönetim organlarında yer almayacak, hatta bunlar tekrar kâra geçecek olsa bile hisse payı talep etmeyecektir. Buna karşılık öne sürülen koşul, bankaların alacakları yardımı yeni kredi dağıtımına ayırmak ya da konutlarını yitirmek üzere olan borçlularla ipotek koşullarını yeniden pazarlık etmek olacaktır. Bir iki göstermelik işten ayırmanın ya da suistimal davasının dışında, yıllar boyunca servetlerine milyonlarca dolar katmış olan banka yöneticileri mevkilerinde kalacak ve büyük hissedarlara pay ödenmesine devam edilecektir. Bütün bu para enjeksiyonu operasyonlarının doğal sonucu, bekleneceği gibi, devletlerin borçlarının devasa miktarlara yükselmesi, halkın mülksüzleştirilmesi ve gelecek kuşakların milyarlık ipotekler altına sokulması olacaktır. Ekonomistler ABD’nin borçlarının GSMH’sinin %10’u düzeyine çıkabileceğinden ve bunun devleti iflasın eşiğine sürükleyebileceğinden söz etmeye başlarlar. Öte yandan, bütün bu milyarlık yardımlar, uluslararası mali sistemi ani bir çöküşten geçici olarak kurtarmakla birlikte, borsalardaki düşüş eğilimini tersine çevirmeye ve resesyonun tüm dünyaya sirayet etmesini engellemeye yetmez. Bütün “kurtarma operasyonlarına” rağmen, finans dünyasının kaleleri birbiri ardına devrilirken, onların dünya ekonomisinde oluşturdukları “kara delik” in boyutlarını kimse bilmiyordur; bırakın dünyayı, ABD’de kimin kime ve nereye ne kadar borcu vardır, açılan yara ne kadardır, hesaplanabilirin ötesindedir. Mali operasyonlarla para kazanmanın ve gerçek ekonomideki kâr oranlarının düşme eğilimini bu “suni teneffüs” ile önleyebilmenin sonu geldiğinde, yani “balon patladığında” ekonominin tümü ciddi bir şoka girer ve “reel ekonomi” diye adlandırılan üretim sektörlerinde düşüşler yaşanmaya başlar. ABD’nin Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu (NBER) ABD’nin Aralık 2007’den itibaren gerilemeye (resesyon) girdiğini ilan eder.14 GSMH 2008’de %6,3, 2009’un ilk çeyreğinde ise %5,5 oranlarında gerilemeye devam eder.15 Dün14 Teknik bir terim olarak resesyon “teşhisi”, ülke ekonomisinin üst üste yılın iki çeyrek döneminde negatif büyüme göstermesi halinde konur. 15 Bureau of Economic Analysis (BEA), bak.: http://www.bea.gov/newsreleases/national/gdp/ gdpnewsrelease.htm.

22

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi yanın en büyük sanayi ve finans kuruluşlarının borsalardaki hisse fiyatları müthiş bir düşüşe uğrar: General Motors -%92, Exxon Mobil -%39, Bank of America -%89, AIG -%97, JP Morgan Chase -%57, Hewlett Packard -%51.16 Pek çok ekonomist, bu arada Wall Street’in en “güvenilen” analizcilerinden Nouriel Roubini, düşüşün 2010’da da %5 dolayında süreceğini öne sürerler. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ise, tüm Avrupa’nın 2009’da resesyon yaşayacağını duyurur.17 Deutsche Bank, Alman ekonomisinin 2009 içinde %4 oranında gerileyeceğini bildirir, ama 2009 Mayısı’nda bu oranın daha da kötü, %7 olduğu anlaşılır. Gerileme kendini özellikle büyük firmalarda hissettirir. Örneğin, 2009’un ilk çeyreğinde Adidas’ın kârları %95 oranında azalır; ülkenin önde gelen bankalarından Hypo Real Estate 382 milyon avro kayıp bildirir.18 Bir bütün olarak Avro bölgesinde GSMH’deki gerileme %4,6 düzeyindedir. Düşüşler İtalya’da %5,9, İngiltere’de %4,1, Fransa’da %3,2 ve İspanya’da %2,9 düzeyindedir.19 Japonya’daki gerileme düzeyi ise çift rakamlıdır: 2008’de ekonomi %12,7 oranında küçülür, ihracatı %13,9 düzeyinde azalır.20 Dünya ekonomisinin “nefes alıp vermesini” olanaklı kılan Çin ekonomisi de, dünya resesyonundan etkilenir ve 7.000 ihracatçı şirket kapısına kilit asarak ülke ekonomisindeki gerilemenin ilk sinyallerini verir.21 2009’da artık herkes yaşanmakta olan dünya ekonomik krizinin 1929 Büyük Çöküntüsü’nden sonraki en derin bunalım olduğu konusunda görüş birliğindedir. Şimdi artık tartışma, bunun 1929’dakine benzer bir depresyona yol açıp açmayacağı ya da bunalımdan “çıkışın” olanakları üzerinedir. Mart 2009’da IMF genel direktörü Dominique Strauss-Kahn, dünya ölçeğinde bir “Büyük Depresyon” yaşandığını duyurur.22 Bu konuda ekonomist Ahmet Tonak açıklayıcı ilginç bir karşılaştırma yapar ve şöyle der: Yaşadığımız buhran, bırakın sona ermeyi, birçok bakımdan 1930’lar buhranı ile yarışmaya devam ediyor. Sadece iki önemli bulguyu aktarayım: Dünya sanayi üretimi 1930’lar seviyesinde seyretmeye devam ediyor. Aşağıdaki şekil bu karşılaştırmayı yansıtıyor.

Keza, dünya ticaret hacmi düşmemekle birlikte, seviyesi itibariye 1930’lar seviyesinin bir hayli altında seyretmeye devam ediyor. 16 Clarin (Arjantin), 8 Mart 2009. 17 Bak.: http://contreinfo.info/article.php3?id_article=2351. 18 Deutsche Presse-Agentur, 5 Mayıs 2009. 19 Bak.: http://www.expansion.com/2009/05/15/economia-politica/1242423222.html. 20 Bak.: http://news.bbc.co.uk/hi/spanish/business/newsid_7891000/7891850.stm. 21 Bak.: http://www.publico.es/internacional/181265/recesion/mundial/deja/china/paro. 22 Clarin (Arjantin), 11 Mart 2009. Güz | 2009 -

23


Dünya Ekonomik Krizi

Bu ve benzeri değerlendirmelerden benim çıkarsadığım, tahmin edilebileceği üzere Eko Diyalog mensuplarının görüşlerinden çok farklı. Eğilmez gibi krizin nedenlerini denetimsizlikte görmediğimden, Gökçe gibi, krizin sonunun geldiği şeklinde iyimser bir sonuca varamıyorum. Aksine, bu krizin kaynağı yeterince hızlı arttırılamayan artık değerin, üretici ve üretken olmayan şirketler (finans ve ticaret) arasında paylaştırılmasında yattığını düşündüğümden, bunca pompalanan paraya ve kamulaştırmalara rağmen krizin ‘dibini görme’nin zahiri ve geçici olduğu görüşündeyim.23 Mevcut krizin Büyük Çöküntü’yü tekrarlayıp tekrarlamayacağını yakın gelecekte göreceğiz, ama bugün bilinen gerçek bütün bu sürecin kurbanlarının kuşkusuz işçi ve emekçi yığınlar olduğudur. Ödeyemedikleri ipotekler nedeniyle evlerini yitirenlere milyonlarca işsiz katılır. Kapanan ya da kitlesel tensikatlara yönelen sanayi kuruluşları arasında dünya devleri vardır. Japonya’da Sony, 8 bini sabit sözleşmeli 16 bin işçisini işten çıkartır. 2009’un ortalarına gelindiğinde ABD’de 24 milyon işçi, yani her altı işçiden biri işsizdir ya da gündelik götürü işlerle ayakta durmaya çalışmaktadır. Fransa’da yılın ilk üç ayı içinde uzun süreli işsizlerin oranı %4,6 artmış ve toplam işsiz sayısı 3 milyona dayanmıştır. Emlak krizi ABD’nin dışında özellikle İspanya’yı vurmuştur ve yaklaşık 1 milyon inşaat işçisi işini yitirmiştir; 2009’un ilk çeyreğinde işsizlik oranı %18,7’ye ve toplam işsiz sayısı 5 milyona ulaşmıştır. Avrupa Birliği’nin tümünde sadece Şubat 2009’da işsiz sayısı yarım milyon artarak toplam 20 milyona yaklaşmıştır. Avro alanında işsizlik oranı %9,5’e ulaşmıştır.24 (Bak. Tablo 5.) 25 ABD’de özellikle bankacılık sektöründe tam bir katliam yaşanmaktadır: Dünyanın en büyük bankalarından Citigroup 2008’de 23 bin çalışanını işten çıkartır ve bu rakamın 50 bine ulaşacağını ilan eder. Bu sektörde ABD ve İngiltere’de toplam işten çıkarılan sayısı 260 bini aşar. Ağır darbe yiyen sektörlerden bir diğeri de otomotiv sanayisidir. 2008 sonunda otomobil satışları %30 dolayında düşmüştür ve böylece büyük firmaların yanı sıra bu sektöre malzeme üreten yan sanayiler de çöküntüye uğrar. Fransa’nın başta gelen otomobil üreticilerinden Renault 2008 Kasımı’nda üretimini neredeyse tümüyle durdurur. Toyota, Japonya’daki fabrikalarından 6 bin geçici işçiyi işten çıkarır. ABD’de ise ünlü “Detroit üçlüsü”nün (General Motors, Chrysler, Ford) başı derttedir, iflasın eşiğindedirler. Hükümetin bunlara yaptığı 15 milyar dolarlık yardım durumlarını kurtarmaya yetmez, olası iflaslar yan sanayilerle birlikte 3 milyona yakın işçinin işini tehdit eder duruma gelir. Sonuçta, “General Motors için iyi 23 Ahmet Tonak, 16 Haziran 2009, bak.: http://web.me.com/eatonak/page1/page1.html. 24 El País, 14 Temmuz 2009. 25 OECD, bak.: http://stats.oecd.org/Index.aspx?QueryName=251&QueryType=View&Lang= en.

24

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi olan Amerika için de iyidir” felsefesiyle, daha doğrusu yaygın işsizliğin toplumsal bir başkaldırı dalgasını kışkırtabileceği korkusuyla, Barack Obama GM’i “millileştirir”; tabii, şirket bir kez “sağlığına kavuştuğunda onu sahiplerine iade etmek” kaydıyla. Tablo 5: İşsizlik Ornaları (Mayıs 2008 - Mayıs 2009 - %) (Kaynak: OEC D) 8,9 (+%8,9)

AB Avro bölgesi

9,5 (+%9,5) 5,2 (+%1,2)

Japonya

7,2 (+%2,0)

İngiltere

7,4 (+%0,8)

İtalya

7,7 (+%0,3)

Almanya Kanada

8,4 (+%2,3)

Fransa

9,3 (+%1,7)

ABD

9,4 (+%3,8)

İspanya

18,7 (+%8,4) 0

2

4

6

8

10

12

14

16

18

20

2009’un ortalarına gelindiğinde, yılın ilk çeyreğine ilişkin veriler netlik kazanır ve “piyasalara güven vermeye” çalışan hükümetler ve bazı ekonomistler ABD’de oluşmakta olan “yeşil tomurcuklardan”, yani krizin “dibe vurmakta” olduğundan ve düzelmenin ilk işaretlerinin görüldüğünden söz etmeye başlarlar. Gerçekte söz ettikleri rakamlardaki kötüleşme eğilimlerindeki bir yavaşlama, genel düşüş eğrisindeki hafif bir düzleşmedir, yoksa kriz hâlâ tüm şiddetiyle sürmektedir. Dünyanın önde gelen ekonomik güçlerinin GSMH değişim oranları Tablo 6’da görülmektedir.26

ABD ekonomisindeki daralma 2008’in ikinci çeyreğindeki zoraki bir yükselmenin ardından serbest düşüşe geçmiş haldedir ve 2009 ortalarına gelindiğinde yıllık gerileme -%5,7 oranındadır. ABD ekonomisinin düze çıkacağına ilişkin iddialar, yılın ilk 26 OECD verilerinden hareketle aspx?DatasetCode=SNA_TABLE1.

hazırlanmıştır,

bak.:

http://stats.oecd.org/Index.

Güz | 2009 -

25


Dünya Ekonomik Krizi çeyreğinde tüketimin %2,2 artığına ve şirket kârlarının da 42,6 milyar yükseldiğine dayandırılmakta (oysa 2008’in son çeyreğinde 250 milyar gerilemişti). Ama başka rakamlar bu iyimserliği gölgelemekte: emlak sektöründeki şirket yatırımları son bir yıl içinde %38 düşmüş, sanayi üretimi 2009’un ilk dört ayı boyunca gerilemeye devam etmiş (-%5,3), işsizlik sistematik olarak yükselerek %9,36 düzeyine ulaşmıştır (Haziran’da eklenen yarım milyon yeni işsizle birlikte toplam 14,7 milyon kişi).27 Durum Avrupa Birliği açışından da iç açıcı değil. AB genelinde de üretim gerilemekte (-%4,6) ve işsizlik yükselmekte (%8,6). Bunların arasında en kötü veriler kuşkusuz çift rakamlı gerileme oranları gösteren Doğu Avrupa ülkelerine aittir, bununla birlikte İngiltere ve Almanya’da da kriz ciddi yaralar açmaktadır. Alman ekonomisi, özellikle ihracat olanaklarındaki düşüş nedeniyle -%3,5 oranında gerilemiş durumdadır; bu rakam Fransa’da -%3,2, İtalya’da -%4,1, İspanya’da ise -%3 oranındadır. Bu arada İzlanda, -%11,6 oranında gerilemenin ardından “iflas ettiğini” açıklamıştır; İrlanda’da da gerileme müthiş bir düzeydedir: -%9. Dünya ölçeğinde, şirketlerin değeri Ekim 2007’de 60,8 trilyon dolardan, Ekim 2008’de 33,6 trilyon dolara düşmüştür ve 2009 sonuna kadar %20 düzeyinde yeni bir düşüş beklenmektedir. IMF’ye göre 60 yıldan beri ilk kez dünya büyümesi negatif olacaktır.28 Görüldüğü gibi dünya krizi emperyalizmin merkezinde tüm şiddetiyle sürmekte ve hemen hepsinin ekonomisi daralmakta. Buna karşılık 2009’un ilk çeyreğinde Çin’de %6’lık bir büyüme gözleniyor. Kimi iyimser burjuva ekonomistler Çin’in bu performansının tüm dünya ekonomisi üzerinde lokomotif etkisi göstererek krizden çıkılmasına yardımcı olacağını iddia ediyorlar. Bununla birlikte Çin’in son on yıl boyunca yıllık %12-13 düzeylerinde büyümüş olduğu dikkate alındığında, mevcut rakamın aslında ciddi bir düşüşe (yarı yarıya) işaret ettiği görülebilir. Çin’deki bu düşüşün en önemli nedeni kuşkusuz ihracat hacminin krizin etkisiyle büyük oranda daralmış olması. Mayıs 2009’da ülke toplam ihracatının yıllık gerilemesi -%26,4’e dayanmış durumda. Ardı ardına kapanan işletmelerden çıkarılan işçilerin sayısının ise 20 milyon civarında olduğu tahmin edilmekte. Son dönemlerde çalışmak üzere kırsal kesimden kentlere gelenlerin %15,3’ü evlerine geri dönüyor. Kentsel işsizlik düzeyi ise, 2008’deki %4,2’lik düzeyinden 2009’un ilk çeyreğinde %4,6’ya (yaklaşık 60 milyon işsize) sıçramış halde.29 Dünyanın “gelişmekte olan devleri” olarak tanımlanan Brezilya, Hindistan ve Rusya’nın ekonomileri de 2008’in son çeyreğinde ağır biçimde gerilemeye uğradı (sırasıyla, -%3,6; -%2,0; -%1,6).30 Öte yandan, Dünya Çalışma Örgütü’nün Haziran 2009 ortalarında yaptığı kestirimlere göre, yılsonuitibariyle tüm dünyada işsizlerin sayısı 240 milyonu bulacak, yani küresel işsizlik oranı %6,5 ile %7,4arasında olacaktır. Örgüte göre, 200 milyon işçi de yoksulluk sınırının eşiğindedir, yani günde 2 dolardan az bir gelirle yaşamak durumundadır. İşsiz gençlerin sayısı ise 2009’da 11 milyon artarak, gençlik içindeki işsizlik oranını %15 düzeyine çıkaracaktır. Ayrıca yıl içinde 45 milyon kişi daha emek pazarına katılacaktır. Örgüt, önümüzdeki dönemde dünya ölçeğinde yeni iş alanlarının açılma temposunu en çok %0,1 olarak gördüğünden ve kriz öncesi istihdam düzeyine tekrardan erişebilmek için 300 milyon yeni işe gerek olduğundan, “iyileşmenin” beş ya da altı yıldan önce gerçekleşemeyeceği sonucuna ulaşmakta.31 27 Cumhuriyet, 2 Temmuz 2009, bak.: http://yhs.cumhuriyet.com. tr/?im=yhs&hn=66164&kn=9. 28 The Economist, 23 Nisan 2009. 29 Bak.: http://news.xinhuanet.com/english/2009-02/07/content_10778188.htm. 30 OECD, bak.: http://stats.oecd.org/Index.aspx?QueryName=251&QueryType=View&Lang= en 31 Europe Press, bak.: http://www.rebelion.org/noticia.php?id=87635&titular=la-oit-calculaque-harán-falta-300-millones-de-empleos-para-recuperar-el-nivel-anterior-.

26

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi Olasılıklar Krizin sürekliliği ya da ondan çıkışın üzerine kestirimler (ya da spekülasyonlar) ne olursa olsun, tarihsel bir gerçeklik var: Kapitalizm var oluşundan beri yaşadığı tüm krizleri geride bırakmış ve emperyalist çağda günümüze değin yaşayagelmiştir. Bunu ancak dönem dönem üretici güçlerini tahrip ederek ve milyonlarca emekçinin cesetlerine basarak başarmıştır. Troçki’nin dediği gibi, tüm teknik yeniliklere karşın artık üretici güçlerin gelişimi durmuş, ve Rosa Luxemburg’un ifadesiyle, kapitalizm insanlığı barbarlığa doğru sürüklemeye koyulmuştur. Bu dinamikler bugün de işlerliktedir ve mevcut krizle birlikte daha da yalın hale gelmektedir. Dolayısıyla, krizin yaratacağı olasılıkları irdelerken, ekonomik verilerle birlikte bu verilerin içinde şekillendiği sınıf mücadelesi koşullarını da tanımlayabilmemiz gerekmekte. Ekonomik düzlemden başlayacak olursak, krizden çıkışın ne anlama geldiğini yanıtlayabilmemiz gerekiyor. Ekonomistler genellikle ekonomik istikrarı, dengeli ve istikrarlı büyüme, arz ve talep dengesi, kabul edilebilir cari açık ve borçlanma düzeyleri, denetimli ve makul enflasyon oranı, gene kabul edilebilir bir işsizlik düzeyi, istikrarlı sermaye birikimi ve kâr oranları gibi parametrelere dayalı olarak tanımlarlar. Bu göstergeler yükselme ve alçalmalardan oluşan (W biçiminde) 7-10 yıllık çevrimler oluşturur. Bu çevrimlerin oluşmasına yol açan başlıca etmen ise, kapitalizmin vazgeçilmez özelliği olan rekabet unsurudur. Belirli bir üretim alanında yüksek kâr düzeyi tespit eden sermaye oraya doğru akar ve bu sayede yatırım, üretim, istihdam, sermaye birikimi gibi göstergeler yukarı doğru seyreder, aynı zamanda tüketim düzeyinde de bir yükselme görülür. Ama bu sürecin ardından, o sektörde faaliyet gösteren sermaye miktarı çoğalıp arz düzeyi olanaklı tüketimin üstüne çıktığında kâr oranları düşmeye başlar ve anılan göstergeler ters dönerek düşüşe geçer. Bu iniş çıkışlı çevrimlerin düzenini esas olarak piyasa koşulları, yani bizzat rekabetin kendisi kurar. Çevrimin sonunda, kâr oranları düşen sektörlerde bazı sermayeler yanar (iflaslar, işyeri kapatmaları, vs), bazı sermaye grupları aralarında birleşerek daha güçlü hale gelmeye çalışır, bazıları teknolojik yeniliklere başvurarak artık değer oranlarını yükseltmeye yönelir, bazıları sendikalara savaş açarak ücretleri düşürmeye çalışır, vb. Burjuva hükümetler de kredi politikalarıyla, teşvik uygulamalarıyla, araştırma ve geliştirme destekleriyle, özelleştirmelerle kapitalistlere yardımcı olur, onlara kâr oranları yüksek yeni yatırım alanları yaratmaya gayret gösterir, işçi hareketi ve talepleri karşısında kolluk güçlerini seferber etmekten çekinmez. Kısa süreli çevrimlerde yükselme ve alçalmaların dikliği ve süresi genellikle bunların “uzun dalganın” hangi safhasında oluştuğuna bağlıdır. Eğer uzun dalga genel yükselme eğrisi çiziyorsa (örneğin, 1945-72 arasında olduğu gibi), kısa çevrimlerdeki yükselme daha güçlü, düşüşler ise daha kısa sürelidir. Ama uzun dalga düşüş gösteriyorsa, kısa çevrimlerdeki düşüşler daha sarptır ve daha derine iner, ayrıca yükselmeler genellikle önceki düzeylerine ulaşamadan ve daha kısa sürede tepe noktasına ulaşıp tekrar inişe geçer. Böylece uzun dalga derinlere doğru iner, kapitalizmin artık çevrimsel değil, tarihi bir yapısal krizinden söz edilmeye başlanır. Bu genel kabullerden hareketle, ve eğer kâr oranlarının sistematik bir biçimde düştüğü, dünya ekonomisinin yapısal bir aşırı üretim bunalımı yaşadığı bir uzun dalga inişi aşamasında bulunduğumuz tespiti doğruysa (Marksist ekonomistlerin büyük çoğunluğu bu görüşte), geleceğe yönelik olarak, ekonomik göstergelerde görülebilecek kısa süreli iyileşmelere karşın krizin uzun süreli bir gerileme biçiminde süreceğini söyleyebiliriz. Bu kısmi iyileşmeleri daha keskin ve derin düşüşler izleyecek, her kriz bir önceki dönemin iyileşmelerini sildiği gibi, üretici güçler üzerinde daha yıkıcı etkilere yol açacaktır. Krizin ABD, Avrupa Birliği ve her geçen gün daha fazla Çin gibi dünya ekonomisine yön veren ülkeleri ve bölgeleri vurduğu göz önünde tutulacak olursa, dünya ekonomisinin bugünkü küreselleşmiş evresinde, herhangi bir ulusal Güz | 2009 -

27


Dünya Ekonomik Krizi ekonominin, hele anılan metropollere bağımlı olanların, tek başına krizden çıkabileceğini düşünmek olanaklı değildir. Mevcut bunalım, kapitalizmin dünya ölçeğindeki bir yapısal krizidir. Bu tip bir krizin sona ermesi, yani uzun dalganın dibe vurup tekrar yükselişe geçebilmesi, devasa borçlanmalarla iyiden iyiye yüklenmiş olan aşırı kapasitenin üstesinden gelinebilmesine bağlıdır. Kısacası, dünya ölçeğinde bir “sermaye temizliğine” ihtiyaç vardır. Ancak yüksek maliyetli ve düşük kârlı şirketlerin piyasadan çekilmesi ve ardından üretim araçlarıyla emeğin fiyatının ucuzlatılması sonucunda kâr oranlarında yeni bir yükseliş olanaklı olabilecektir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir önceki dalganın sonunda bu “temizliği” II. Dünya Savaşı gerçekleştirmiş, dünya sermayesinin üçte birini yok edip, üretici güçleri müthiş bir yıkıma uğratarak, kâr oranlarında yeni bir uzun yükselişin nesnel koşullarını yaratmış, Stalinizm de karşıdevrimci dünya politikalarıyla emperyalizmin kendini yeniden inşa edebilmesine yardımcı olmuştu. Bugünkü koşullarda bu tip bir tarihsel “temizliği” kim ve nasıl gerçekleştirecek? Marksist iktisatçı Robert Brenner, bu zorunluluğun 1970’lerin başındaki krizden beri hep ertelendiği için günümüzde daha acil ve köklü bir operasyon gerektirdiğini söylemekte.32 Krizin “organik” etkisiyle oluşan şirket iflasları ve kapanmalar bu tip bir temizliğin gerçekleşmesine yetecek mi? Ingiltere ve Galler’de 2007’de iflas nedeniyle kapanan şirket sayısı 11.79133 olmuştu; İspanya’da daha 2008’in başında işyeri kapatmaları %42,5 oranında artarak 8,536’ya ulaşmış (toplam 21 binin üzerinde işyeri), yeni işyeri kuruluşlarında ise -%26’lık bir düşüş gerçekleşmişti34. Financial Times’ın risk yönetimi şirketi Euler Hermes’in tahminlerine dayanarak yaptığı habere göre, iflas haberleri yıl sonuna kadar artarak sürecek. Araştırmaya göre, 2009 yılında iflas açıklayan İngiliz şirketlerinin sayısı %15 artarak 38.201’e ulaşacak. Bu rakam Batı Avrupa’da %16,7 artışla 197.248’e, ABD’de ise %50,4 artışla 61.966’ya çıkacak. FT’nin tahminlerine göre bu yıl Japonya’daki iflas sayısı ise 17.000’i geçerek bir önceki yıla göre %8 artış gösterecek. İflasların yanı sıra dünya perakende devlerinin küçülmeleri ve mağaza kapatmaları da sürecek. Alışveriş Merkezleri Konseyi’nin tahminlerine göre, yıl sonunda kapanan mağaza sayısı sadece ABD’de 148 bine ulaşacak. 2001’deki krizde toplam 151 bin mağaza kapanmıştı.35 Bütün bu iflas ve kapanmalar artan işsiz sayılarıyla birlikte düşünüldüğünde, sermaye ve şirket piyasalarında ciddi bir elenme dinamiğinin yaşandığı anlaşılmakta. Sektörler düzeyinde ise özellikle inşaat ve otomotiv alanlarında müthiş bir kıyım ve erime sürmekte. Krizin yarattığı bu tahribatların yatırım sektörlerini yeniden kârlı hale getirip getiremeyeceğini bugünden söylemek oldukça zor. Ancak 2009 ortalarındaki bir gelişme bu konuda kuşkuların artmasına yol açtı. Haziran’da Rusya’nın Yekaterinburg kentinde toplanan BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) devlet başkanları, rezerv birimi olarak doların rolünü sorguladılar, G-20 diye adlandırılan ülkeler grubunun işlevlerini gözden geçirdiler, dünya ticaretinin yeniden örgütlenmesi konusunu görüştüler ve dünya ölçeğindeki kararların alınmasında daha ağırlıklı bir işlev üstlenme kararına vardılar. Dünya nüfusunun yarısını, küresel GSMH’nin %23’ünü ve yeryüzü coğrafyasının %40’ını temsil eden bu ülkeler grubunun kriz koşullarında bir araya gelip ortak davranış geliştirmesi, dünya ekonomik güçleri arasında yeni bir düzenleme ihtiyacının doğduğuna işaret ediyor. Kriz, yumuşak ve doğrusal bir çıkıştan çok; rekabetin ağır bastığı, yeni ittifakların ve kümeleşmelerin oluşumuna doğru ilerliyor. Dev kapitalist güçler arasındaki rekabetin korumacılığa yol açması da kuramsal olarak mevcut. Çin’deki krizin ağırlaşması, bu ülkenin ABD’nin açığını daha fazla finanse edemeyeceği bir boyuta ulaşırsa ya da giderek artan ABD borçları ve Federal 32 Hankyoreh (Güney Kore), 22 Ocak 2009. 33 BBC News, bak.: http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/7246570.stm. 34 El País, 7 Mayıs 2008. 35 Bak.: http://www.eulerhermes.es/es/documentos/insolvencias1ersemestre2009.pdf/.

28

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi Rezerv’in sınırsız para basımı doların tümden çökmesine neden olursa, gerilemenin çöküntü boyutuna ulaşması elbette kaçınılmaz olacaktır. Bu durumda ABD kapitalizmine yalnızca korumacılığa başvurma çaresi kalacak, bu da milliyetçiliğin ve hatta savaş olasılığının artmasına neden olabilecektir. Yani 1939’a geri dönme dinamikleri gündeme gelecektir. Bugün için dünya kapitalist elitlerinin korumacı önlemlere henüz başvurmuyor olmasının nedeni, mali ve sınai sermayenin küresel boyutlara ulaşmış olması. Herhangi bir ülkenin uygulamaya koyacağı korumacı önlemler, aynı eğilimin diğer ülkelere de yayılmasına yol açacak, ardından gelecek millileştirmelerle birlikte yurtdışı yatırımlarda ve ihracat gelirlerinde büyük kayıplara uğranabilecektir. Bu tehlike şimdilik uzakta tutulmaya çalışılıyor. Emperyalistler arası rekabet dinamikleri ya da örneğin BRIC grubu ile ABD ve AB arasındaki çelişkiler şiddetlenmekle birlikte, bunun sıcak bir dünya savaşına yol açması olasılığı bugün için gündemde görünmüyor, ama savaş tehlikesi bir başka noktadan tekrar karşımıza çıkıyor: tüketim zorunluluğu. Mali sistemin çöküntüde olması ve kredi imkanlarının darlığı, kitlelerin artan yoksullaşması ve devletlerin borçları nedeniyle sosyal üretim alanları açma kapasitelerinin sınırlanması, Keynesçi politikaları yetersiz hale getirebilir ve kâr oranları artmaya başlasa bile mevcut talep düzeyi sistemin tüketim gereksinimlerini karşılamayabilir. İşte bu noktada savaş, aşırı tüketim pompalaması yaratarak burjuvazinin başvuracağı bir araç haline gelebilir; tıpkı ABD’nin 2002 krizi sırasında Afganistan’ı ve ardından Irak’ı işgal etmiş olduğu gibi. Böyle bir durumda, Afganistan’daki savaş daha da yoğunlaştırılacağı gibi; İran, Kuzey Kore ve hatta Pakistan da hedef ülkeler listesinin başında yer alabilir. Bölge jandarması Siyonist devlet aracılığıyla Filistin’deki soykırım yoğunlaştırılabilecek ve Lübnan’ın yeniden işgali, oradan da Suriye’nin düşürülmesi gündeme gelebilecektir. Latin Amerika’da ise, Kolombiya aracılığıyla önce FARC gerillalarına uygun provokasyonlar, sonrasında da Venezuela ve Bolivya’ya yönelik askeri operasyon planları yeniden masaya konabilecektir. Kâr oranlarının istenen düzeylere yükseltilebilmesinin bir yolu da kuşkusuz yeni teknolojilerin üretim sürecine sokulması. Barack Obama’nın yenilenebilir enerji biçimlerini özendirmesi ya da İspanya başbakanı Zapatero’nun güneş enerjisiyle çalışan otomobil üretecek firmalara kredi açması, bu arayışlar doğrultusunda atılmış ilk adımlar gibi gözüküyor. Ne var ki, bu tip teknolojik dönüşümler hem bugünkü kriz koşullarında karşılanamayacak denli büyük yatırımlar gerektiriyor; hem de sonuçlarını uzun vadede gösteriyor. Dolayısıyla burjuva hükümetler, orta ve uzun vadeli bu tip önlemleri gündeme getirmekle birlikte, acil çözüm bekleyen soruna, yani kâr oranlarını yükseltebilmek için artık değer sömürüsünün yoğunlaştırılması gereksinimine, ellerindeki yegane araçla yanıt vermeye çalışacaklardır: emeğin fiyatının ucuzlatılması ve sömürünün yoğunlaştırılması. Burjuvazi emeğin fiyatını ucuzlatabilmek için pek çok yönteme başvurmakta. Bunların arasında en çıplak olanı, işçilerin mevcut ücretlerinin altında bir fiyata çalışmak zorunda bırakılması. Örneğin İspanya’da başta banka devi BBVA olmak üzere bankacılık ve finans sektöründe, Microsoft ve Hewlett Packard gibi önde gelen şirketlerin de içinde olduğu bilişim alanında, daha da yaygın olarak otomotiv ve inşaat sektörlerinde işverenler, ücret indirimlerini toplu tensikatlara ya da işyeri kapamalarına karşı bir seçenek olarak sunmakta ve pek çok yerde –sendika bürokrasilerinin işbirliği ve alternatif önderlik yoksunluğu koşullarında- kabul ettirebilmektedir. Aynı biçimde İrlanda’da hükümet kamu işçilerinin ücretlerini %7 oranında düşürürken, Litvanya hükümeti ücret indirimini Ocak 2009’da %15 olarak belirlemiş durumda; Macaristan hükümeti ise kamu ücretlilerinin yıllık ikramiyesini iptal etmeye karar verdi. Avrupa Merkez Bankası başkanı Jean-Claude Trichet ise, Mart başında bütün Avrupa hükümetlerini “özellikle kamu sektörü ücretlerinde sıkı bütçe politikaları izlemeye” davet ediyordu. Aynı basınç ABD’de de işlemekte: Ücret ve maaşların ulusal gelir içindeki payı daha 2006’da 1929’daki düzeyine inmiş, bu oran 2001’de %55 iken aradan geGüz | 2009 -

29


Dünya Ekonomik Krizi çen altı yıl boyunca sürekli düşerek %51,6’ya kadar gerilemiş durumda.36 ABD, Fransa ve Almanya gibi önde gelen emperyalist ülkeleri kapsayan G-7 “Zenginler Grubu” bütününe bakıldığında, ücretlerdeki gerileme çok daha çarpıcı bir hal almakta: Tablo 7: Saat Ücretleri Değişim Oranları (% Çeyrek yıl) [Kaynak: OECD (http://stats.oecd.org/index.aspx)] 1,4 1,2 1 0,8

ABD

0,6 0,4 0,2 0 -0,2

2007-2

2007-3

2007-4

-0,4 -0,6

2008-1

2008-2

2008-3

2008-4

2009-1

OECD G-7

-0,8

Artık değer sömürüsünün yoğunlaştırılması amacıyla iş saatlerinin uzatılması37 ya da “esnekleştirilmesi”, çalışma tempolarının hızlandırılması, fazla mesai ücretlerinin kesilmesi, kıdem tazminatlarının düşürülmesi gibi bir dizi “klasik” ve yeni icat edilmiş önlemler daha şimdiden işverenlerin “reform” talepleri arasındaki yerlerini almış durumda. Öte yandan toplumsal olarak üretilen artık değerden hizmetler biçiminde emekçilere dönen bölümlerin kısılarak bu miktarların burjuvazinin hizmetine sunulabilmesi için de kuşkusuz eğitim, sağlık, toplu taşımacılık gibi alanlarda, ayrıca işsizlik ödentileri, emekli maaşları ve yoksulluk yardımlarında önemli kısıntılara gidilmiş durumda. Bütün bu uygulamaların kitlesel yoksullaşmalara neden olduğu bilinen bir gerçek. Ama asıl çarpıcı olan, krizin dünya kapitalizminin en güçlü ülkesi olan ABD’de yaptığı tahribatlar. ABD’deki Bütçe ve Politika Öncelikleri Merkezi’nce hazırlanan bir raporda, ekonomik gerilemenin yoksul ve “derin yoksul” (yoksulluk bölgesinin alt yarısında bulunanlar) sayısında görülmemiş artışa neden olduğu belirtilmekte. Rapora göre, 2009 sonunda ülkedeki yoksulların sayısı 7,5-10,3 milyona, yoksul çocuk sayısı ise 3,3 milyona ulaşacak. Ülke nüfusu içinde önemli bir yer işgal eden 25 yaş üzeri eğitimsiz düz işçiler arasındaki işsizlik oranı 2006-2008 arasında %6,3’ten %10,3’e yükselmiş durumda; ama bu işsizlerin büyük bölümü devletten herhangi bir ödenti alamıyor, zira pek çok federal hükümet yarı zaman çalışan ya da belirli bir “süre temelinde” yeterli kazanç edinememiş olan kişilere işsizlik ödemesi yapmıyor, dolayısıyla da bu insanlar yoksulluğun daha derin kesimlerine doğru itiliyorlar. Yoksullaşmanın boyutlarına işaret eden bir başka gösterge de, sosyal hizmet servislerinden yiyecek yardımı talep edenlerinin sayısının Ağustos 2007 ile Ağustos 2008 arasında 2,6 milyon (%9,6) artmış olması.38 Özetle, sermaye kâr oranlarını yükseltebilmek için emekçi sınıflara her yönden saldırmaktadır ve bu saldırılarını önümüzdeki dönemde şiddetlendirecektir. Kapitalizmin derin yapısal bunalımlara sürüklendiği benzer dönemlerde, krizden ekonominin klasik işlerliği içinde “organik” bir çıkış olanağı yoktur. Burjuvazi böyle dönemlerde 36 Aviva Aron-Dine, “Share of National Income Going to Wages and Salaries at record Low in 2006”, bak.: http://www.cbpp.org/cms/?fa=view&id=634. 37 AB, 64 saatlik iş haftası tasarısını mutlaka tekrar gündeme getirecektir. 38 Sharon Parrott, “Recession Could Cause Large Increases in Poverty and Push Millions into Deep Poverty”, bak.: https://www.cbpp.org/cms/index.cfm?fa=view&id=1290.

30

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi “tarihsel” kararlar alma zorunluluğuyla karşı karşıya kalır ve devletler, Marx’ın ifade etmiş olduğu gibi, burjuvazinin baskı aygıtı olma özelliklerini yalın biçimde açığa vururlar. Sermaye bu krizi elbette “zararları toplumsallaştırarak”, faturayı emekçilere ödeterek atlatma gayreti içinde olacaktır. Sorun, dünya proletaryasının ve emekçi halklarının bu saldırıya vereceği yanıtta yatıyor. Program ve Seferberlik Kapitalizmin içine sürüklenmiş olduğu bugünkü derin krizin özellikle emperyalist metropoller proletaryasını bir anlamda “habersiz” yakalamış olduğunu ve gerek krizin yayılma temposunun gerekse ABD ve Avrupa’daki işçi sınıfı haklarının “sağlamlığına” ilişkin “güven” faktörünün, emekçilerin verdiği yanıtın farklı ve eşitsiz olmasına yol açtığını söyleyebiliriz. Krizin burjuvazi tarafından işçi sınıfına ödettirileceğine ilişkin belirtilere karşı ilk direniş tepkileri, Belçika’da borsa çöküntüsü ortamında işçilerin ücretlerin enflasyon oranında güncellenmesi talebiyle gerçekleştirdikleri genel grev, gene aynı doğrultuda sendikaların Yunanistan’da giriştikleri genel grev eylemi ve İtalya’da işçilerin ve öğrencilerin Berlusconi hükümetinin ücretlerde ve sosyal yardımlarda yapmayı düşündüğü kesintiler planına karşı giriştikleri seferberlikler oldu. İspanya’da da Nissan, Seat gibi büyük otomotiv fabrikalarında işten çıkarmalara karşı direnişler ve seferberlikler düzenlendi. Kasım 2008’de Litvanya’da sosyal demokrat hükümet ciddi bir ayaklanmayla sarsıldı ve istifa etti. Aralık 2008 başında Yunanistan’da polisin bir öğrenciyi öldürmesi üzerine patlak veren gençlik ayaklanması 10 Aralık’ta genel grevle birleşti ve altı gün boyunca muhafazakar Karamanlis hükümetini temellerinden sarstı. 2009 başlarında Portekiz, İtalya, İspanya ve Fransa’da genel grevler ve seferberlikler örgütlendi. Şubat’ta İzlanda ve Letonya hükümetleri, Mart sonlarında da Macaristan hükümeti ücret kesintilerine karşı patlak veren seferberlikler sonucunda düştü, 21 Şubat’ta İrlanda’da 120 bin kişinin katıldığı dev bir gösteri düzenlendi. Romanya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti işçi ve halk kitlelerinin protesto gösterileriyle sarsıldı. Bununla birlikte, bu ilk tepkiler, Batı proletaryasının krizin faturasının kendisine kesilmesine karşı direnme gücünü açığa vurmuş olmakla birlikte, mücadeleler esas olarak savunma düzeyinde kalmış, ulusal ve uluslararası ölçekte genelleşmemiş ve 2009’un ortalarına doğru geri çekilme eğilimine girmiştir. Çok şiddetli toplumsal patlamalara, devrimci ve karşıdevrimci seferberlik dalgalarına yol açmış olan 1929 çöküntüsünün tersine, bugünkü krizin daha yavaş işleyen yaygınlaşma ve derinleşme temposu, gerek sermayenin saldırılarının, gerekse bu saldırılara karşı direnişlerin genelleşme ve birleşme süreçlerinde de yavaşlatıcı bir etki oluşturmaktadır. Öte yandan hükümetlerin, krizi frenleyebilmek için uyguladıkları ekonomik ve toplumsal politikalar aslında krizin acil etkilerinin ötelenmesine yöneliktir ve bu politikaların sonuçları önümüzdeki dönemde açığa çıkacaktır. Örneğin işsizliğin en ağır olduğu Avrupa ülkelerinden İspanya’da hükümet uzun süreli işsizliklerde, 6 ay ile 1,5 yıl arasında değişen işsizlik ödemesi sürelerini bir yıl daha uzatarak toplumsal basıncı hafifletme çabasına yönelmektedir. Ama ilk dalga işçi ve emekçi mücadelelerinin geri çekilmesinin ana nedeni, işçi hareketini kontrolü altında tutan reformist sol ve sosyal demokrat partilerin ve sendikaların karşıdevrimci politikalarında yatmaktadır. Neo-liberal saldırıların başlamasıyla birlikte, özellikle metropol ülkelerdeki işçi sendikalarının burjuva devletle giderek daha fazla bütünleşmesi, öte yandan eski işçi kitle partilerinin liberal demokratik sistemin her geçen gün biraz daha fazla zayıflayan bir parçası haline dönüşmesi, ve buna karşılık devrimci alternatifin giderilemeyen zayıflığı, işçi ve emekçi yığınları liberal ideoloji ve politikalar karşısında yalnızlaştırmış ve onların etkisine açık hale getirmiştir. Sınıf bilinci yerini büyük ölçüde orta sınıf tahayyüllerine bırakmış, örgütlülük ve seferberlik anlayışı gerilemiş, mücadeleler kısmi ve savunma düzeyinde kalmıştır. Güz | 2009 -

31


Dünya Ekonomik Krizi Sendika bürokrasileri ve sosyal demokrat ve “sol birlik” partileri işçileri kriz konusunda sadece uyarmamakla ve onlara krize karşı bir emekçi mücadele programı sunmamakla kalmamışlar, tam tersine krizin ilk belirtilerinin hissedildiği andan itibaren “toplumsal barış” ve “tüketimin desteklenmesi” amaçlarıyla patronlarla ve burjuva hükümetlerle “reform” pazarlıklarına girişmişlerdir. Dolayısıyla da işçi sınıfının krize karşı ilk tepkisi yerel ve sınırlı kalmıştır. ABD’de ve İspanya’da inşaat sektörü çöktüğünde, bu alanda büyük ölçüde istihdam edilmekte olan göçmen işçiler (ABD’de Latin Amerikalılar, İspanya’da Latinlerin yanı sıra Siyah Afrika ve Müslüman dünya emekçileri) örgütsüz ve perspektifsiz ortada kalmışlar, ırkçı ve ayrımcı söylemlerin güç kazanması karşısında korkuya ve endişeye kapılmışlar, sonuçta hükümetlerin bir-iki aylık toplumsal yardım programlarına sığınmakla yetinmişler ya da “eve dönüş” planlarına tutunmuşlardır. Ceplerindeki üç-beş kuruşluk birikimlerini ucuz kredi vaatleriyle bankalara ve emlak şirketlerine kaptırmış olan bu milyonlarca göçmen işçi, bugün sadece evlerini ve işlerini kaybetmiş olmakla kalmayıp sefaletin derinliklerine doğru itilmekte, üstelik her geçen gün aşırı sağın ve faşist hareketlerin saldırısına maruz kalmaktadır. ABD ve Avrupa’da krizin ilk darbelerini yiyen kesimlerden biri olan otomotiv sektöründeki (ABD’de General Motors, Ford, Chrysler, Avrupa’da Nissan, Volkswagen, Renault, MG Rover, Mercedes Benz, Japonya’da Suzuki, Honda, vb) işten çıkarmalar ve ücret kesintileri karşısında sendikaların tutumu da tam bir ihanet örneği olmuştur. Sendika bürokratları tensikatlara karşı ciddi bir mücadele vermek yerine çok uluslu otomobil şirketlerinin yönetimleriyle işten çıkarılacakların sayısı, hatta isim listeleri üzerinde pazarlığa oturmuşlar, “dönüşümlü tensikatları” kabul etmişler, krizin kısa sürede atlatılacağı ve çıkarılanların derhal işlerine dönecekleri yalanlarıyla işçilerin mücadele isteklerini frenlemişler, hiçbir yerel seferberliği desteklememişler, tam tersine patronların planlarını “referandum” yoluyla işçilerin onayına sunmuşlardır. Büyük fabrikalarda patlak veren seferberlikleri temsilcilikleri aracılığıyla bölmeye girişmişler, bürokratların bu uygulamalarını reddeden temsilcileri sendikadan ihraç etmişlerdir. Ve sonunda hiçbir mücadele yerel ve savunma nitelikli olmaktan kurtulamamış, farklı fabrikalardaki mücadelelerin birleştirilmesi çabaları sonuç vermemiş ve çoğu yerde patronların planları uygulamaya konabilmiştir. Büyük sanayi işletmelerindeki kriz dalga dalga yan sanayilere de yayılmıştır. Ana sanayi dallarına girdi mal üreten yüzlerce şirketin kapanması ve bu işletmelerde çalışan on binlerce işçinin sokakta kalması artık gazetelerin manşetlerinden inmiş, haber olma niteliğini bile yitirmiştir. Metropol ülkelere mal ihracına dayalı bağımlı ülkelerin ekonomileri de müthiş bir daralmaya girmiş, ihracat hacminin Doğu Avrupa ülkelerinde %35, Asya’da %25 ve Latin Amerika’da %20 oranında azalmış olması39 bu ülkelerin zaten büyük sorunu olan işsizliği toplumsal bir yıkım haline dönüştürmüştür. Dünya Çalışma Örgütü 2009 sonunda işsizliğin Latin Amerika’da 18 milyona ve %9,2 düzeyine, Ortadoğu’da %25’e, Doğu Avrupa’da %35’3, Sahra altı Afrika’da yüzde 70’lere, dünya toplamında da %7,4’e (239 milyon kişi) ulaşacağını tahmin etmektedir.40 Krizin ilk etkilerine karşı patlak veren ilk mücadeleler hain işçi önderliklerinin burjuvaziyle uzlaşması sonucunda geri çekilmiş olmakla birlikte, patronların saldırıları sürmektedir ve kapitalizmin yol açtığı yıkımların ikinci bir mücadele dalgasını başlatması kaçınılmaz olacaktır. Bu yeni aşamada Troçkizmin elindeki silah olan Geçiş Programı her zamankinden daha yakıcı biçimde gündemi oluşturacaktır; ve sadece bir propaganda aracı olarak değil, farklı ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin kazanacağı niteliğe, işçi sınıfının politik olgunlaşma düzeyine ve devrimci proleter örgütlülüklerin 39 Dünya Bankası, La Vanguardia, 06 Temmuz 2009. 40 DÇÖ, bak.: http://www.oit.org.pe/portal/index.php?option=com_content&task=view&id=2 277&Itemid=1305; http://www.ilocarib.org.tt/portal/index.php?option=com_content&task =view&id=1272&Itemid=368.

32

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi gelişim temposuna bağlı olarak, bir eylem programı olarak acillik kazanacaktır. Devrimci sosyalist bir çözüm için daha da olgun hale gelecek olan nesnel koşullar politik sınıf bilincinin yetersizliğiyle çelişkiye girecek ve Geçiş Programının “köprü” özelliği bu çelişkinin aşılabilmesinde yegane araç olacaktır. Kuşkusuz her ülkede mücadelenin seyri farklı kanallardan olacaktır ve bunların hepsi için geçerli olabilecek tek bir formül geliştirmek olanaklı değildir. Bununla birlikte, burjuvazinin krize ilişkin aradığı ve uygulamaya çalıştığı bazı evrensel politikalara karşı ileri sürülmesi gereken bir dizi yöntemsel talepten söz etmek olanaklıdır. Bunların başında da, burjuvazinin krizin faturasını kronik işsizlere dönüştüreceği proleterlerin sırtına yükleme çabasına karşı çıkılması gelmektedir. Tensikatlar ve ücret kesintileri, işçileri aileleriyle birlikte yoksulluğun ve sefaletin içine sürükleme aracı haline gelmiştir. Bu uygulamalara karşı devrimci Marksistlerin işçi sınıfına mutlaka ücret kesintilerine karşı çıkılması, dahası ücretlerin enflasyon oranında otomatik olarak ayarlanması ve tensikatlara karşı da, tek bir işçinin bile işten çıkarılmasına karşı durarak var olan işlerin tüm işçiler arasında paylaştırılması talepleri doğrultusunda seferberlik çağrısında bulunmaları gerekmektedir. Bu talep, istihdam halinde olan işçilerin tüm işsizlerle mücadele birliği kurmalarını da zorunlu kılmaktadır. Bu çerçevede özellikle emperyalist ülkelerde krizin en ağır darbelerine maruz kalan göçmen işçilerin mevcut işçi örgütlerinde örgütlenerek sınıfın birliğinin sağlanması ve ırkçı ve faşist uygulamalara ve hükümetlerin göçmen işçi karşıtı ayrımcı politikalarına tek bir sınıf olarak karşı çıkılması yakıcı bir acillik kazanmaktadır. Burjuvazi bugün işçi sınıfını önce göçmen-yerli ayrımıyla parçalamaya, var olan zorlukların kaynağı olarak göçmenleri göstererek proletaryanın bilincini bulandırmaya gayret etmektedir. Onun bu politikasına karşı sloganımız, “Yerli ya da yabancı, hepsi aynı işçi sınıfı” olmalıdır. Toplu tensikatlar ve işyeri kapatmaları, burjuvazinin neden olduğu krizin işçilere ödetilmesi politikası olduğu kadar, kriz bahanesiyle işgücü maliyetini ucuzlatmaya çalışan patronların başvurdukları yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Dolayısıyla, işçiler önce işyeri hesap defterlerinin açılmasını ve bilançoların doğru bir biçimde sınıfın önüne konmasını talep etmelidirler. Ayrıca, üretici güçlerin tahribatına izin vermeden, işyerinin tazminatsız ve işçi denetimi altında ulusallaştırılması ve üretimin işçilerin yönetiminde sürdürülmesi doğrultusunda seferber olmalıdırlar. Bu kuşkusuz zor bir mücadeledir, zira doğrudan kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi anlamına gelir ve patronlar ve hükümetler ile işçileri sıcak bir çatışmanın içine sürükler. Bu konuda proletaryanın tarihsel deneyimleri, bu tip el koyma mücadelelerinin kendi işyerleriyle sınırlı kalmaması, yaygınlaşarak en azından bölgesel düzeyde “patronsuz fabrika yönetimleri” konseylerinin kurulması zorunluluğuna işaret etmektedir. Bütün bu mücadeleler işçi denetimindeki bir planlı ekonomi için mücadelenin nüvelerini oluşturacaktır. Başta gelen kapitalist ülkeler büyük bankaları ve mali sermaye elitlerini bataktan kurtarmak için halkın milyarlarca lirasını bunların hizmetine sunmakta, sonra da bunu “ulusallaştırma” olarak adlandırmaktadırlar. Kaynakların kapitalistlerin hizmetine sunulmasına yönelik bu aldatmacaya karşı özel bankaların tazminatsız ve işçi denetiminde ulusallaştırılması ve tek bir devlet bankasının kurulması, kredi ve yatırım sisteminin merkezileştirilmesi ve bunun işçi ve emekçi halkın çıkarları doğrultusunda işletilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Küçük tasarruf sahiplerinin mali sermaye lehine mülksüzleştirilmelerini önleyebilmenin ve özellikle yarı sömürge ülkelerden sermaye kaçışlarının engellenebilmesi için bu mutlak bir zorunluluktur. Aynı biçimde, çok uluslu sanayi işletmelerinin ve emperyalist ülke bankalarının ve mali kuruluşlarının, kâr transferleri yoluyla bağımlı ülkeleri yağmalamasının önüne geçilmesi amacıyla dış ticaretin ulusallaştırılması ve devlet tekeline alınması gerekmektedir. Biz devrimci Marksistler, yönetimleri ne denli bürokratlaşmış, hainleşmiş ve devletle içiçe geçmiş hale gelmiş olsa da, sendikalarda mücadeleyi asla reddetmeyiz ve bunların mücadeleci sınıf yönetimlerine sahip olması için gayret gösteririz. Bu Güz | 2009 -

33


Dünya Ekonomik Krizi mücadele önümüzdeki dönemde şiddetlenecektir, zira bürokrasiler patronların ilk koruyucuları ve savunucuları olarak işçi sınıfının karşısına çıkmakta ve önünde engel oluşturmaktadır. Sendika temsilciliklerinin tabanın desteğiyle ve mücadeleci işçilerce oluşturulması, bu tip temsilcilikler aracılığıyla bürokrat önderlerin sendikaların başından –ve gerekirse içinden- uzaklaştırılması, işçi sınıfının önderlik seçeneksizliğinin giderilmesi yolunda atılacak adımları oluşturacaktır. Ama öte yandan, sendikalar işçi sınıfının küçük bir kesimini ve genellikle üst katmanlarını bünyesinde örgütlemişlerdir ve sendika bürokrasilerinin örgütlülüğü sınıfın tümüne doğru yaymaya hiç istekleri yoktur. Dolayısıyla, krizin etkisi altında kalan yüz binlerce, hatta milyonlarca işçi hiçbir örgütlülüğe sahip değildir ve bu durum sınıfın bağrında bölünmelere neden olmaktadır. Bu durum karşısında devrimci Marksistlerin görevi, fabrika komiteleri ya da işyeri komiteleri aracılığıyla emekçilerin örgütlenmesine yardımcı olmak ve bu komiteler arasında mücadele eşgüdümünün sağlanması yoluyla işçi sınıfının birleşik cephesinin oluşmasına katkıda bulunmaktır. Sınıfı önümüzdeki yeni dönemde bekleyen sıcak mücadeleler sırasında grev komitesi ya da direniş komitesi biçimini alabilecek olan bu örgütlülükler, işçiler tarafından seçilen temsilcilerden oluştuğu oranda sadece burjuva demokrasisi organlarından bin kat daha demokratik olmakla kalmayacak, ama aynı zamanda patronların iktidarı karşısında işçi ve emekçi halkın yönetim nüveleri olma özelliği kazanacaktır. Ve nihayet, burjuvazinin küresel krizi karşısında elinde tutmaya çalıştığı en büyük kozun, emperyalizmin ve başta da ABD’nin dünya ölçeğindeki politik ve askeri egemenliği olduğunu unutmamamız gerekmektedir. Kapitalizmin dünya borsalarına “istikrar” kazandırabilmesi, sömürge ve yarı sömürge ülkeleri hammadde kaynakları olarak ve kâr transferleri yoluyla yağmalayabilmesi, buralardaki ucuz işgücünü köle emeği gibi sömürebilmesi, kısacası krizin yükünü yoksul halkların sırtına yıkıp kendi kâr oranlarını yükseltebilmesi, emperyalizmin halklar üzerindeki egemenliğini elinden kaçırmamasına, hatta bunu önümüzdeki dönemde daha da yoğunlaştırmasına bağlıdır. Bunu başardığı oranda metropollerdeki işçi sınıfı üzerindeki denetimini de güçlendirebilecektir. Barack Obama bunu, Bush’un saldırgan politikalarından ziyade, “demokratik gericilik” yöntemleriyle gerçekleştirmeye çalışacaktır: Irak’tan çekilip yönetimin burada kendine bağımlı mollalara devredilmesi, bu çerçevede İran rejimiyle yeniden buluşma çabalarının geliştirilmesi, İsrail’in aşırı ırkçı saldırganlığının frenlenip FKÖ yönetiminin Hamas üzerinde egemenliğinin sağlanması, Honduras’taki askeri darbenin desteklenmeyip Chavez ve Eva Morales ile, hatta Küba yönetimi ile flört ilişkilerinin aranması vb, baskı ve imhadan çok kendine çekme ve içinde eritme uygulamaları olarak gündeme gelmektedir. Ama ABD öte yandan Afganistan’daki saldırısını şiddetlendirme, İran’a yönelik saldırı opsiyonunu reddetmemekte, Doğu Avrupa ülkelerine anti-misil füzeler yerleştirme planından vazgeçmemekte, gezegen üzerine yayılmış askeri üslerinden birini bile kapatmayı düşünmemektedir. Bu durum karşısında devrimci Marksistler olarak emperyalistlerin Afganistan, Irak ve tüm Ortadoğu’dan tümüyle çekilmesi; Latin Amerika’da Küba üzerindeki ambargonun kaldırılması, Kolombiya planının reddedilmesi, Haiti’deki işgale son verilmesi; Uzakdoğu Asya’da Kuzey Kore üzerindeki yaptırımların kaldırılması; Afrika’da Kongo ve Zimbabve gibi ülkelerdeki karşıdevrimci paramiliter güçlerin örgütlenmesi ve desteklenmesinin durdurulması çağrılarını sistemli bir biçimde sürdürmek ve bu doğrultuda yeni uluslararası kampanyalar örgütlememiz gerekecektir. Bütün bu talep ve sloganlar doğrultusunda somut adımlar atıldıkça, kapitalizm kitleler karşısındaki meşruiyetini giderek daha fazla yitirecek ve Marksist düşünce ve sosyalizm perspektifi milyonlarca emekçi için gerçekleştirilebilir bir referans haline dönüşebilecek, böylece Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve kapitalizmin eski bürokratik işçi devletlerinde yeniden inşasının yaygınlaşmasıyla birlikte doğan gerici ideolojik iklim 34

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dünya Ekonomik Krizi tersine dönmeye başlayabilecektir. Böylece, sosyalist devrim için vazgeçilmez koşul olan devrimci partinin inşası yolunda önemli mesafeler kat edilebilecek ve Troçki’nin deyişiyle, devrimci önderlik krizine indirgenmiş durumda olan insanlığın krizinin aşılması yolunda zaferler dönemi açılabilecektir. Temmuz 2009

Güz | 2009 -

35


Dosya

Uçurumun Eşiğinde: Kriz ve Casino Kapitalizmi

Erol Yeşilyurt

İçinde bulunduğumuz ekonomik krizi yaratan etkenler ve sonuçları üzerine bir tartışma yapıldığı zaman, ister istemez krizin mali boyutları, bankalar, hedge fonlar1 ve spekülatörler üzerine konuşmaya başlıyoruz. Günlük basın yayın organlarında sık sık rastlandığı gibi, bankerlerin açgözlülüğü, dikkatsizce dağıtılan krediler ve mali piyasalarda denetim yetersizliği gibi açıklamalar, yaşadığımız kriz üzerine tartışmayı kişi ya da kuruluşların hatalarına bağlıyor. Sistemin yapısal sorunları ile sistem içinde faaliyet gösteren birey ya da kuruluşların kriz içindeki rollerine baktığımız zaman gözümüze ilk çarpan, ekonomik krizlerin düzenli aralıklarla ortaya çıktığı gerçeği oluyor. Yakın zamanlara bir bakalım: 1992 Japonya, 1995 Meksika, 1997 yine Meksika, Tayland, Malezya, Endonezya ve Kore, 1998 Brezilya, 2002 Arjantin ve neredeyse bütün dünyayı kapsayan 2008 krizlerini kişi ve kuruluşların kâr ve sermaye birikimi peşinde koşarken yaptıkları hatalarla açıklayamayacağımız barizdir. Bu açıklamanın doğru olduğunu kabul edersek, aklımıza ilk gelen soru, sistemin nasıl olup da periyodik olarak aynı hataların tekrarlanmasına izin verdiği olacaktır. Durmadan aynı hataları tekrarlayan, hem kendisinin hem de aile fertlerinin servetlerini kaybetmesine yol açan bir bireye güvenilmeyeceği ve bu kişinin kararlarının şüpheyle karşılanacağı açıktır. Ancak söz konusu olan kapitalist sistem olduğu zaman, bizden istenen sisteme güvenmemiz ve sorunların çözülmek üzere olduğuna inanmamızdan başka bir şey değildir. Ekonomik krizler emekçileri ve üst sınıfları aynı şekilde etkilemiyor. Her ne kadar üst sınıflardan bir kaç kişi kriz içinde servetlerini yitirerek yaşamlarına son verse de, kapitalistler krizden fakirleşerek çıkmı1 Klasik yatırım araçlarından farklı olarak yüksek risk arz eden çok geniş bir alanda (batık borçların değerlendirilmesi, varlık yönetimi ve emlak piyasası, vb.) yatırım yapan fonlar.

36

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi yorlar. Aksine, kriz birçokları için bir fırsatlar döneminin kapılarını açıyor. Bu nedenledir ki, tarladaki ayrık otlarını ayıkladığımız zaman yine verimli bir ürün alacağımızı iddia edenlere, kriz vasıtasıyla vücudun kendisine zarar veren öğeleri dışarı attığını söyleyerek krizin faydalarını dile getirenlere bile rastlıyoruz. Ekonomik krizleri açıklamak için doğal felaketler örneğini kullananlar da var. Bunlara göre, aniden gelen sel baskınları nasıl geçtikleri yerleri tarumar ediyorsa, kaçınılmaz olan doğal felaketler benzeri ekonomik felaketler de söz konusudur. Ancak, sel felaketlerinin ardında yatan çevre kirlenmesi ve depremlerin yol açtığı trajedilerin altını çizen yanlış şehirleşme gibi etkenleri bir tarafa bırakırsak, ekonomik krizleri doğal felaket olarak açıklayanların bu krizlerden ne sistemi ne de sistemin parçalarını sorumlu tutmadıkları sonucuna varırız. Ekonomik krizin nedenlerini deprem, sel gibi doğal felaketler ya da açgözlülük gibi nedenlerle açıklamak mümkün olmadığına göre krizin sorumlusu olarak bizzat mevcut sistemi göstermemiz ve sistemin yapısal çatlaklarına işaret etmemiz gerekiyor. Kapitalizmin periyodik krizleri ile aşırı üretim arasındaki ilişkiye bakarak 2008 krizini açıklamak mümkündür. Ancak, burada kaçınılması gereken, kolay açıklamaların sık sık yol açtığı entelektüel tembellik ya da karmaşık ve zor bir soruya kolay bir yanıt bulmanın rahatlılığı olmamalıdır. Bu nedenle kapitalizmin aşırı üretim krizine, yaşadığımız krizin kökeninde yatan diğer olgularla birlikte bakmakta fayda vardır. Bu bağlamda yazımızı 2008 krizi ve nedenlerini anlamak ve tartışmak için atılmış bir adım olarak görmekte yarar var. Durgunluk Sorunu Dünya pazarlarının krizlerine baktığımız zaman kriz dönemlerinin sistemin çelişkileri ve yapısal sorunlarını açığa vurduğunu görüyoruz.Günümüzde yaşanan ekonomik krizi anlamak için tartışmamız gereken ilk yapısal sorun ise durgunluk (stagnation) sorunudur. Tekelci kapitalizm döneminde durgunluk halinin sistemin normal hali, dolayısıyla genel eğilimi olduğu ve bu durumun ancak belirli özel koşullar içinde aşılabildiği tezi, 1960’lı yıllarda Paul Baran, Paul Sweezy ve Harry Magdoff tarafından geliştirildi. John Bellamy Foster ve Fred Magdoff, Monthly Review dergisinde yazdıkları yazıları topladıkları, ‘’The Great Financial Crisis, Causes and Consequences,’’ (2009) adlı yapıtlarında, Sweezy ve Magdoff’un tezleri doğrultusunda 2008 krizini yorumladılar. Yazarlar, 1950’li ve 1960’lı yıllardaki kalkınma ve refah döneminin geçici tarihsel nedenlere dayandığını belirterek, bu tarihsel nedenleri, (1) Savaş sırasında tüketici birikimlerindeki artış; (2) ABD’de ikinci büyük bir otomobilizasyon döneminin yaşanması (cam, çelik, kauçuk sanayilerindeki büyüme, şehirler arası yolların yapımı vb.); (3) Savaş sırasında yıkılan Avrupa ve Japonya ekonomilerinin yeniden inşası; (4) Soğuk savaş silahlanma yarışı ve Asya’daki iki bölgesel savaş; (5) Mal satışlarındaki artış; (6) Mali, sigorta ve inşaat sektörlerindeki büyüme; (7) Doların egemen döviz olarak rolü şeklinde açıkladılar. Yukarıda sözü geçen faktörler etkilerini yitirdiği zaman sistem normal halini temsil eden durgunluk dönemine doğru bir yürüyüşe geçti: Kalkınma hızındaki yavaşlama, kapasite fazlasındaki artış ve işsizlik, durgunluk döneminin belirtileri olarak meydana çıktılar. Kapitalist sistem geçici faktörler nedeniyle kalkınma hızında belirli bir yükseliş yakalayabilmekte, ancak bu faktörler etkilerini yitirdiği zaman kriz eskisinden daha güçlü olarak kendini ortaya koymaktadır. Yazarlar, ayrıca, tekellerin birbirleriyle yıkıcı bir rekabete girmedikleri, rekabetin maliyetleri düşürme ve satış sürecinde yoğunlaştığını ve tekellerin, mevcut atıl kapasite karşısında yeni fabrikalar, teknoloji ve yeni makinelere yatırım yapmadıklarını ve bu nedenle, ekonominin durgunluk ve düşük bir büyüme hızı problemiyle karşılaştığını belirtmektedirler.Paul Baran ve Paul Sweezy’nin, 1966 yılında yayınlanan Güz | 2009 -

37


Casino Kapitalizmi klasik yapıtları Tekelci Kapitalizm’de ekonomik üretim fazlasının (toplam üretim ve bu üretimi gerçekleştirmek için yapılan sosyal olarak gerekli masraflar arasındaki fark) göreceli olarak artacağı tespitlerinin işaret ettiği ana problem, ortaya çıkan dev sermaye birikiminin nasıl emilip kullanılacağıdır. Kapitalist tüketim ve yatırımın ötesinde, bu birikimin kullanılacağı alanlar yaratılması hayati bir öneme sahiptir. Durgunluk, ekonomik büyümenin tamamıyla durması anlamına gelmiyor. Ekonominin üretim kapasitesinin oldukça altında büyümesi anlamına geliyor. Atıl kapasite ve üretim fazlalıklarının yanı sıra durgunluk dönemlerinin diğer özellikleri işsizlik ve eksik istihdamdır.Hükümetlerin yaptıkları yatırımlar ve silahlanma dahil harcamalar ve emperyalizmin yol açtığı serüvenler her ne kadar kapitalist sınıflara yardım sağlasa da durgunluk sorununu ortadan kaldırmamaktadır. Eksik tüketim sorunu, ekonominin büyümesini sağlayacak olan talebin düşmesi anlamına gelir. Eksik üretim, üretici kapasitenin atıl kalması, kâr oranlarının düşmesi ve yeni yatırımların giderek azalmasına neden olur. Durgunluk sorununa tarihsel olarak baktığımız zaman, ABD ekonomisinin 1950’li ve 1960’lı yıllarda %4,1 ve %4,4 olan büyüme hızının, 1990’lı yıllarda %3,1, 2000’li yıllarda ise %2,6 oranlarına düştüğünü görüyoruz. 1966-2006 yılları arasında sınai kapasitenin ortalama %81’inin kullanıldığını da belirtmek gerekiyor. Batı Avrupa’ya baktığımızda da benzer bir durumla karşılaşıyoruz: Batı Avrupa ülkelerinde 19501973 arasında yıllık yüzde 4,06 olan GSMH’deki artış 1973 sonrasında yüzde 1,86 olarak gerçekleşmiştir. ABD için her iki dönemdeki aynı rakamlar, yıllık yüzde 2,45 ve 1,91’dir. Durgunluk dönemlerinde kâr oranlarındaki düşüşün önemini de not etmek gerekir. R. Brenner, 1965 ve 1973 arasında ABD’de özel sektör kâr oranlarının yüzde 40,9 düştüğünü, 1973’den başlayarak kapitalizmin uzun süreli bir geri çekilme ve durgunluk dönemi içine girdiğini vurgular. Düşen kâr hadleri sermaye birikimininde yavaşlama ve bununla yakından bağlantılı olarak işçi ücretlerinde düşme, işsizlik ve üretim hızında yavaşlama anlamına gelmiştir (R.Brenner, The Economics of Global Turbulence, Verso: 2004, New Left Review: 1998). Kâr oranlarındaki düşüş, ister istemez sınıf mücadelesi ve durgunluk arasındaki ilişkiyi gündeme getirir. İşçi sınıfının ücret ve sosyal hakları için verdiği mücadelede sağlayacağı başarı, kapitalistlerin artık değerden alacağı payın azalması anlamına gelir. Bu aynı zamanda durgunluk sorununun politik bir sorun olarak ele alınması gerektiği ve çözümün sınıf mücadelesi tarafından belirleneceği anlamına gelir. Foster ve Bellamy’nin 2008 krizi analizlerinin güçlü noktası, sistemin karşılaştığı durgunluk sorununu neoliberalizm, küreselleşme ve ekonominin finansallaşmasıyla aşmaya çalıştıkları noktasındadır: 1970 sonrasında ortaya çıkan durgunluk nedeniyle kapitalistler, bir yandan işçi sınıfının kazanımlarına karşı topyekûn bir saldırıya geçerken, diğer yandan da sermaye birikimlerini hızlandırmak amacıyla kapitalist ekonominin finansallaşmasını gerçekleştirmeye giriştiler. 1980’lerden günümüze kadar uzanan dönemde finansal servislerdeki patlama, kronik bir hal alan durgunluk sorununa bir çare olarak ortaya çıkarak büyüme hızının artmasını sağladı. Finansallaşma sürecinin belirgin karakteri spekülatif sermayenin ekonomik büyümeyi sağlayan ikinci bir motor olarak ortaya çıkması oldu. Magdoff-Sweezy, Foster ve Bellamy’nin tezleri, güçlü yanları yanında problemlere de sahip. Durgunluk sorununa daha yakından bakmadan önce, kısaca bu problemlere değinmekte fayda vardır: Anılan tezlerin tartışmalı yanı rekabet analizidir. Tekellerin rekabeti düşürdüklerinden hareket ederek rekabet faktörüne analizlerimizde hak ettiğinden daha az bir şekilde yer verirsek yapacağımız analizin eksik kalacağı ya da tek taraflı olacağı açıktır. Örneğin, 1970’li yıllardaki durgunluk sorununu açıklarken Almanya ve Japonya’nın ekonomik gelişmelerinin yol açtığı rekabetin etkilerini görmezden gelemeyiz. Yine aynı şekilde, günümüz krizi içinde özellikle Çin ve Güney Asya ülkelerinin gelişimlerinin yol açtığı rekabetin emperyalist ülkelerin ekonomileri 38

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi üzerindeki etkilerini analizimize dahil etmemiz gerekir. Finansallaşma sürecinin, kapitalizmin kapitalist olmayan bölgelere yayılma eğilimiyle birlikte ele alındığında Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerde ekonominin büyümesini hızlandırdığı açıktır. 2008 krizinin ortaya çıkardığı ise, gelişmekte olan ülkelere empoze edilen azgelişmişliğin gelişmesi modelinin yetersiz kaldığı ve adı geçen ülkelerin yalnızca ihracatı esas alan değil; iç pazarlarında da talep artışını sağlayan bir kalkınma modeline gereksinim duyduğu oldu. Dolayısıyla tartışma, dış etkenlerden iç etkenlere ve bunların karşılıklı ilişkilerine kayıyor. Bu yönde bir gelişme, –örneğin Çin’in iç pazarını genişleterek Batı ekonomilerinin krizlerinden en azından daha az etkilenir bir konuma gelmesi ve Batı ekonomilerini canladırması– ne kadar mümkün? Hiç şüphesiz, rekabet ve sonuçlarına bakmaksızın bu soruya yanıt vermek güç olacaktır. Durgunluk ve Gelir Dağılımı Sorunu 1970 sonrası dönemde ücret ve maaşların ulusal gelir içindeki payının düştüğü ABD’de, 1972’de 8,99 dolar olan saat ücreti 2000 yılında 1967 yılına eşit bir düzeyi temsil eden 8,24 dolar seviyesine geriledi. Diğer yandan nüfusun yüzde 10’unun vergiye tabi geliri, 1980 ve 2005 arasında yüzde 34’ten yüzde 46’ya yükseldi. Emekçilerin gerçek gelirleri düşerken nüfusun yüzde 10’unun gelir artışı göz kamaştırıcı bir şekilde arttı. Ancak, elit yüzde 10’luk kesim içerisindeki gelir artışından pay alanlara baktığımız zaman, yüzde 90-95’lik kesimin gelirlerinde bir artış görülmezken, yüzde 95-99’u temsil eden kesimin kazançlarını biraz artırdığını görüyoruz (1980’de kazançları yüzde 24 iken, 2005’de yüzde 26 oranında arttı). İstatistiklerin gösterdiği yüzde 9 oranındaki bir gelir artışının nüfusun yüzde 1’ine gittiğidir. Rakamlara daha yakından bakıldığında, yüzde 9’luk artışın yüzde 60’ının, nüfusun yüzde birini temsil eden kesimin yüzde 10’una gittiği görülmektedir. 14.000 aileyi temsil eden bu grup içinde kişi başına vergilenebilir gelir ortalama 26 milyon dolar iken, bütün grubun toplam geliri 384 milyar dolardır. 2004 yılında bütün özel işletme gelirlerinin yüzde 62’si, bütün stokların yüzde 51’i ve bütün bonoların yüzde 70’i, yüzde 1’i teşkil eden bu gruba aittir. Emlakların temsil ettiği değerler çıkarıldığında nüfusun yüzde 1’lik kesimi, alttaki yüzde seksenlik kesimin mal varlığının 4 katına sahiptirler. 2007 yılına ait gelir dağılımı analizine baktığımız zaman, Paul Krugman’ın “gerçekten şaşırtıçı’’ olarak nitelediği bir tablo ile karşılaşıyoruz. 2006-2007 arasında aile başı gerçek gelirde yüzde 3,7’lik bir artış görüldü. Yüzde onu temsil eden elit tabakanın gelirlerindeki ortalama artış ise yüzde 6,8 idi. Bu tabakanın gelirden aldığı pay yüzde 22,8’den 23,5’e yükseldi. Elit kesimin içindeki gelir dağılımına bakıldığı zaman 14.998 aileyi temsil eden yüzde 0,01’lik kesimin gelir artışı 2006’da 5,46 iken 2007’de 6,08’e ulaştı (EmmanuelSaez, “Striking it Richer: The Evolution of Top Incomes in the United States”, updated August 2009 , http://elsa.berkeley.edu/~saez/)

1993-2007 Yılları Arasında Gruplara Göre Gerçek Gelirlerdeki Artış Oranları (ibid) Ortalama Gelir Üst 1% Geliri Gerçek Yıllık Büyüme

Alt 99% Geliri

1% tarafından

Gerçek Yıllık

Gerçek Yıllık

Elde Edilen Gelir

Büyüme

Büyüme

Oranı

Bütün Dönem (2003–2007)

2.2%

5.9%

1.3%

50%

Clinton Dönemi (1993–1997)

4.0%

10.3%

2.7%

45%

Bush Dönemi (2002–2007)

3.0%

10.1%

1.3%

65%

Yukarıda tablodaki rakamları incelediğimiz zaman, yüzde 1’lik elit kesimin gelir artışının nüfusun yüzde 99’unun gelir artışından ortalama üç kat daha fazla olduğunu Güz | 2009 -

39


Casino Kapitalizmi görüyoruz. Bush yıllarına baktığımız zaman, yapılan vergi indirimleri nedeniyle elit kesimlerin gelirden aldıkları pay ile nüfusun yüzde 99’unun aldığı pay arasındaki uçurumun daha da arttığını görüyoruz. ABD’de gelir dağılımına ilişkin rakamlar, 1970 sonrasında sınıflar arasında giderek açılan uçurumu belgelemektedir. Bir yandan işçi ve emekçilerin gerçek ücretleri düşerken diğer yandan da elit bir kesimin gelirleri inanılmaz artışlar göstermiştir. Ancak, bu gelişme yalnızca ABD’ye özgü değildir. Zenginlerin daha zengin, fakirlerin ise daha fakir olduğu 1970 sonrası Meksikası’nda Carlos Slim, Türkiye’de Uzan ve Karamehmetler, Rusya’da yedi oligarklar örneklerinde görüldüğü gibi, uluslararası düzeyde örneklerine rastlanan bir gelişme ile karşı karşıyayız: 1996’da dünyanın en zengin 358 kişisinin net varlıkları dünya nüfusunun en fakir yüzde 45’lik kesiminin gelirine eşitti. Gelirleri 1 trilyonu aşan dünyanın en zengin 200 kişisi 1994-1998 arasında varlıklarını iki katına çıkardılar. En tepedeki üç milyarderin varlıkları, azgelişmiş ülkelerin toplam GSMH’lerinden, onların 600 milyonu bulan nüfuslarının toplam gelirinden çok daha fazladır. Sınıflar arasındaki uçurumun nasıl olup da günümüzdeki boyutlara vardığını anlamak için politik alanda yaşanan gelişmelere, kapitalist iktidarın yeniden yapılanmasına bakmamız gerekiyor. Bu çerçeve içerisinde 1970’li yıllardan günümüze, kapitalist sınıflar hangi politikaları uygulayarak sistemin ayakta durmasını sağladılar sorusu akla hemen neoliberalizm yanıtını getiriyor. Neoliberalizmin incelenmesini gerektiren diğer bir neden de, finansallaşma ile neoliberalizm arasındaki ilişkidir. Hiç şüphesiz, neoliberal politikalar, özelleştirmelerden askeri darbelere kadar uzanan bir yelpaze içinde, finansallaşmanın günümüzdeki boyutlara varmasında hayati bir rol oynadı. Neoliberalizm Ronald Reagan ve Margareth Thatcher dönemleri ile özdeşleştirilen neoliberalizm, kapitalist sistemin korunması ve sorunlarının çözülmesini hedefleyen her derde deva bir ilaç olarak uzun yıllar gölgede kaldıktan sonra, Keynesçiliğin 1970’li yıllarda doğan krize bir çözüm sağlamadığının ortaya çıktığı ve sistemin yükselen işçi sınıfı mücadelesine karşı çözüm arayışları hat safhaya vardığı bir ortamda yükselişe geçti. Neoliberalizm başlangıçta, üniversite profesörleri, tarihçiler ve felsefecileri içeren küçük ancak etkili bir grup ile sınırlı idi. Avusturyalı siyasi felsefeci Friedrich von Hayek’in etrafında toplanan aydınlar, 1947 yılında kurdukları Mont Pelerin derneği aracılığıyla görüşlerini yayıyorlardı. Kendilerini liberal olarak niteleyen neoliberaller, kapitalist pazarın görünmez elinin her şeyi düzenleyeceğini öngörerek piyasaya devlet müdahalelerine, dolayısıyla Keynesçi çözümlere karşı çıktılar. Neoliberal ideologlardan söz ettiğimiz zaman akla gelen diğer isimlerde Milton Freidman ve onun profesör olarak çalıştığı Chicago Üniversitesi elemanlarıdır; burada eğitim gören ekonomistler, Türkiye’den Şili ve Meksika’ya kadar uzanan bir coğrafya içinde neoliberal teorilerinin uygulamasına giriştiler. Neoliberal projenin mihenk taşlarından biri, kamusal mal varlıklarının özelleştirilmesi, ticarileştirilmesi ve tekelleştirilmesidir. Su, elektrik, telefon, emeklilik ve sağlık gibi kamu alanlarının sermaye birikimine açılmasını hedefleyen neoliberaller ABD, İngiltere, Rusya ve işgal altındaki Irak dahil neredeyse dünyanın her ülkesinde uygulamaya sokulan özelleştirme programlarıyla kamusal mal varlıklarını değerlerinin altında bir fiyata satılmasını savunarak burjuvazinin daha da zenginleşmesini sağladılar. Neoliberaller para politikaları ile sermaye birikimi, ekonominin büyümesi ya da krizin düzenlenmesi arasındaki rolü belirleyici olarak kabul ederler. Neoliberaller, 1980’li yıllarda Thatcher ve Reagan önderliğinde faiz oranlarını yükseltip, kamu harcamalarını kısarak bir yandan kâr oranları düşük sektörlerin elimine edilmesini desteklemeyi, diğer yandan da bir işsizler ordusu yaratarak işçi ücretlerindeki artışın düşüktutulmasını 40

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi sağladılar.Yüksek faiz oranları bu yazıda Arjantin ve Meksika örneklerinde anlatılan bir borç krizine yol açarken, sermaye birikimi ve ekonomik büyüme, günümüzde olduğu gibi, Keynesçi tedbirlere ve hükümet bütçelerindeki açıklara bağımlı hale gelmiş idi. Neoliberal projenin diğer ana mihenk taşı ise yukarıda değindiğimiz finansallaşma olgusudur. Mali piyasalarda denetimin kaldırılması ya da gevşetilmesinin bir sonucu olarak uluslararası piyasalarda 1983’te 2,3 milyar dolar olan mali işlemler, 2001 yılında 130 milyar dolara çıkmıştır. Mali piyasalar spekülasyon, borçlandırma, manipülasyon ve dolandırıcılık aracılığıyla elit kesime servet transferini hızlandırdılar. Finansallaşmaya eşlik eden diğer bir faktör de, ABD hükümeti, Wall Street bankaları, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla kendilerinin yarattıkları krizlere çözüm bulduklarını iddia eden elit kesimlerin gelişmekte olan ülkelerden, merkezde bulunan emperyalist ülkelere servet transferi sağlamalarıdır. 1980’den bu yana çevre ülkelerden merkeze 50’den fazla Marshall yardımını geçen bir meblağı temsil eden 4,6 trilyon dolar transfer edilmiştir. Neoliberaller Hangi Sınıflara Hizmet Ediyor? Gelir dağılımıyla ilgili istatistiklere bakıldığında 1970’li yıllar ve sonrasında uygulanan neoliberal politikalardan faydalananların her ülke içinde elit ve oldukça varlıklı bir kesim olduğu görülür. Bu elit kesimin içinde Richard Branson, Robert Murdoch, Bill Gates gibi milyarderler, Warren Buffett, George Soros, Jim Rogers gibi spekülatörler, uluslararası şirket ve bankaların yalnızca ikramiyeleri milyonlarca doları bulan üst düzey yöneticileri ve burjuva sınıfın klasik temsilcileri vardır. Birden fazla ülkede faaliyetlerini sürdürerek kazanç sağlama peşinde koşan George Soros, Robert Murdoch gibi isimlerin vatandaşı oldukları devletlerle bağları ya da bu elit kesimin uluslararası karakteri tartışma konusu olmuştur (David Harvey, 2008). Bu elit kesimler birden fazla ülkede devlet üzerinde kontrol sağlamak ve onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere faaliyet gösterirken, bunların neoliberal politikaların uygulanmasında önemli bir rol oynadıkları kesindir. Örneğin, medya baronu Robert Murdoch Avustralya, İngiltere, ABD ve Türkiye dahil bir dizi ülkede sahip olduğu yayın organları aracılığıyla Bush yönetiminin sürdürdüğü savaşların savunuculuğunu yapmıştır. İkinci olarak görmemiz gereken konu, bir yandan durgunluk sorununa; bir yandan da “boom ve bust’’ döngülerine çare bulduklarını söyleyen ve ekonomik krizin etkilediği hemen her ülkeye yolladıkları uzmanlar aracılığıyla krizin yönetimi ve çözümünü üstlenen neoliberallerin izlediği ekonomi politikaların başarısızlığıdır. Bu başarısızlığın somut bir örneği de 2008 krizi sırasında görüldü: Milton Friedman ve Anna J. Schwartz’ın moneterizminin sadık bir takipçisi olan Bernanke, Milton Friedman’ın 90’ıncı yaş gününü kutlamak için yaptığı 8 Kasım 2002 tarihli konuşmada, “Federal Rezerv’in resmi bir yetkilisi olarak pozisyonumu biraz suistimal etmeme izin verin. Milton ve Anna’ya seslenmek istiyorum: büyük bunalım hakkında. Haklısınız, bunu biz yarattık. Özür dileriz. Ancak, sizin sayenizde, bunu yeniden yapmayacağız. (http:// en.wikipedia.org/wiki/Ben_Bernanke) 1930 krizinin sorumlusu olarak izlenen para politikalarını gösteren ABD Federal Rezerv Başkanı Ben Bernanke, Ağustos 2007’den başlayarak mali pazarlara para akıtmaya başladı: Ağustos ve Aralık 2007 arasında ipotek oranları dört kez düşürüldü. Daha sonra TAF (Term Auction Facility), TARP (Toxic Assets Relief Program), AIG, Fannie Mae, Freddie Mac kurtarıldı. Bu operasyonlar sırasında mali piyasalara aktarılan para miktarı trilyon doları geçti. Gerek ABD hazinesi, gerekse de İngiltere Merkez Bankası piyasadaki para miktarını artırma yoluna gittiler. ABD hazinesi iki yıldan az bir süre içerisinde piyasadaki para miktarını yüzde 16’dan fazla artırdı. Varılan sonuç ise neoliberal para ve kriz teorisinin öngördüğünün aksine 2008 krizinin derinleşmesi olmuştur: Anglosakson ekonomilerinde işsizlik artıGüz | 2009 -

41


Casino Kapitalizmi şı rekor boyutlara ulaşırken ekonominin daralması sürmektedir. Neoliberal ekonomi politikaları 1970-2008 arasında durgunluk sorununa bir çözüm bulmuş değildir: 1980 ve 1990’lı yıllardaki dünya ekonomisinin büyüme hızı yüzde 1,4 ve 1,1’dir. 2000’li yıllarda ise, yüzde 1’e zorlukla ulaşan bu oran günümüzde negatife dönmüştür. Dünya ekonomisinin büyüme hızının 1960’lı yıllarda yüzde 3,5, 1970’li yıllarda ise yüzde 2,4 olduğunu anımsarsak neoliberalizmin başarısızlığı hakkında fazla bir söz söylemeye gerek kalmayacaktır. Açıktır ki, sistemin sorunlarını çözmekten aciz olan neoliberal elitler, bir kalkınma ve varlık yaratmazken üst sınıflara gelir transferini hızlandırarak nüfusun büyük çoğunluğunun yoksullaşmasına neden olmuşlardır. Üçüncü olarak vurgulanması gereken nokta, neoliberallerin kapitalist devlet kurumunu ve uluslararası kuruluşları başarılı bir şekilde kullanmaları ve kapitalist devletin yeniden yapılanmasına girişerek, işçi haklarına karşı eşi görülmemiş bir saldırıyı gerçekleştirmeleridir. Bu saldırı yalnızca refah devletinin yavaş yavaş yok edilmesi, sağlık, eğitim gibi servislerin özelleştirilerek emekçi sınıfların yoksullaşmasıyla sınırlı kalmadı. Özellikle ABD ve İngiltere’de kazanılmış işçi haklarında geri adımlar atıldı. 2008 krizi işçi sınıfı ve emekçilerin uğradığı kayıpları açık bir şekilde ortaya serdi. Kriz sırasında işini kaybeden 7,2 milyon ABD’li işçi, Bush ve Clinton dönemlerinde yapılan düzenlemeler sonucu işsizlik ödemesi alma hakları olmadığı gerçeğiyle yüz yüze kaldılar. İşsizlik yardımı son olarak alınan ücretin üçte biri tutarında, ancak işsiz kalan kişinin son işinde devamlı olarak bir yıl çalışmış olması gerekiyor. İşsizlerin yarıdan fazlası bu grubun dışında kaldığı için kriz ABD’li işsizleri arabalarında yaşamaya, arabalarını yitirdikleri zaman da çadır gecekondularda yaşamaya zorladı. Financial Times, 17 Temmuz 2009 tarihli sayısında, ABD’de “Sosyal güvenlik ağı... kullanılamaz hale geldi, bu yalnızca bir sürpriz değil, acı bir sürpriz. Bugünlerde işlerini kaybedenler işlerinde altı aydan bir yıla kadar bir süre ya da yarım gün ya da bir şekilde kendi adlarına çalıştıkları için sosyal güvenlik ödemelerinden faydalanamıyorlar.’’ diye yazarken, Bill Clinton danışmanlarından Profesör Robert Reich’in, “ABD çalışma piyasası son derece esnek’’ belirlemesini aktarıyor ve ABD’de her 9 kişiden birinin hükümetin verdiği yiyecek kuponlarıyla yaşamını sürdürmeye çalıştığını bildiriyor.2 ABD’de esnek iş yasaları işverenlere istedikleri işçiyi istedikleri zaman herhangi bir tazminat ödemeden işten atma hakkı verdiği için kapitalistler krizin faturasını işçilere ödetmek yolunu seçtiler. IMF ve Dünya Bankası’nın Rolü Clinton yıllarında ekonomik politikaları belirleyen Wall Street-IMF-ABD Hazinesi birçok gelişmekte olan ülkeyi neoliberal yapısal reformları uygulamaya sokmaya zorladı. ABD pazarlarına giriş hakkını elinde bir koz olarak kullanan ABD, WTO’nun (Dünya Ticaret Örgütü) kuruluşu, NAFTA ve Maastrich gibi anlaşmalarla dünyanın mümkün olduğu kadar geniş bir bölümünün, sermayenin serbest dolaşımına açılmasını sağladı. Uluslararası tefeciler karteli IMF ve Dünya Bankası, dünya ekonomisinin Wall Street bankalarının çıkarları doğrultusunda şekillenmesinde önemli bir rol oynadılar. IMF’nin verdiği borçlarla karşılaştırıldığında, gelişmekte olan ülkelerin hükümetleri üzerinde, bu borç oranı ile karşılaştırılmayacak oranda bir etkiye sahip olmasının nedeni, IMF’nin koşullarını yerine getirmeyen ülkelerin ne Dünya Bankası, ne bölgesel kalkınma bankaları, metropol hükümetleri ve ne de özel bankalardan kredi alamamasıdır.IMF’nin oynadığı rolü somut biçimde anlamak için Arjantin, Güney Kore ve Türkiye örneklerine bakmakta yarar vardır: 2 Sarah O’Connor, “End of the line”, bak.: http://www.ft.com/cms/s/0/90dfed26-7233-11deba94-00144feabdc0.html?nclick_check=1.

42

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi 1) Arjantin: 1989 yılında Carlos Menem’in iktidara gelmesiyle birlikte Arjantin neoliberal reformları uygulamaya başladı. Arjantin yabancı sermaye yatırımlarına açılırken, kamu kuruluşları özelleştirildi ve çalışma yasalarında işçilerin aleyhine düzenlemeler yapıldı. Meksika’nın tersine Arjantin, ulusal petrol şirketini bile özelleştirdi. Arjantin Pezo’su enflasyonu kontrol altına almak ve yabancı yatırımcılara güven vermek amacıyla, ABD dolarına bağlandı. Yeni sistem altında bir pezo, bir dolara eşitti ve tedavülde dolaşan her pezo, hazine tarafından tutulan dolar rezervleri tarafından destekleniyordu. Bu dönemde özelleştirme furyası sonucu burjuvazi zenginleşirken, işsizlik arttı ve işçi ücretlerinde düşüşler gözlendi. 1994’te Meksika’da başlayan ekonomik krizin Arjantin’i etkilemesi sonucu, Arjantin ekonomisi krize girdi. Dünya Bankası 12 milyar dolar vererek, Arjantin bankalarını destekledi. Gerek Meksika, gerekse Arjantin’de kriz, kısa denilebilecek bir zaman sürecinde atlatıldı ve Arjantin ekonomisi yeniden büyümeye başladı ancak, 1995 ve 2001 yılları arasında Arjantin’in dış borçları iki katından fazla artmıştı. 1998’de, Arjantin, deregülasyon gibi neoliberal yaptırımlar ve IMF destekli dış borçlanmanın artması ve yine IMF desteği ile para birimi pezonun ABD dolarına endekslenmesi sonucu yeniden bir kriz ile karşı karşıya kaldı: doların değeri avro karşısında yükselince pezonun değeri de yükseliyordu. Bu gelişme ve Brezilya’nın para birimi realin değerini düşürmesinin bir sonucu olarak Arjantin ithal ürünlerini satamaz hale geldi. Arjantin, kendisini değerinin üzerinde işlem gören pezo, durgunluk ve dış borç ödemeleri üçlüsünün yarattığı bir çıkmaz içinde buldu. Dışarıya sermaye çıkışı hızlandı; yabancı yatırımcılar birbiri ardına Arjantin’i terk etmeye başladılar.Hükümet, sosyal harcamaları kesmek dahil birçok tedbir aldı; ancak bu tedbirler ekonominin daha da daralmasına ve mevcut krizin derinleşmesine neden oldu. Pezonun devalüasyonuna karşı çıkan IMF devreye girerek Arjantin’e 2001 yılında 8 milyar dolar daha borç verdi. Ancak IMF’nin müdahalesi de dışarıya sermaye çıkışını engellemeye yetmedi. 2001 yılında Arjantin bankalarının tuttukları mevduatların yüzde 17’sine tekabül eden 14,5 milyar dolar ülke dışına çıktı. Arjantin’in borçlarını ödeyemeyeceği sonucuna varan IMF, Arjantin’e acil olarak yeni bir borç vermeyi reddedince, Arjantin hükümeti Aralık 2001’de dış borçlarını ödeyemeyeceğini duyurdu. IMF ve Dünya Bankası, Arjantin’e yardım etmek yerine, 2002’de 4 milyar doları ülke dışına çıkardı. Hükümet bankalardan para çekişlerini haftalık 250 dolarla sınırladı. Ocak 2002’de bir dolar eşittir bir pezo ilişkisine son verilince; pezo yüzde 70 değer kaybetti. Hükümet dolar depozitlerini pezo olarak kabul etmeye karar verip, bu depozitlerini değerlerinin üçte birine düşürdü. Bunun anlamı, 16 milyar doların bankalara ve dolayısıyla üst sınıflara transferi oldu. Pezonun değerini kaybetmesinin sonuçları ağır oldu: Dolar üzerinden borçlanan bir dizi Arjantin firması ve bireyler borçlarını ödeyemez hale geldiler. Krizin asıl faturasını ödeyenler de işçiler, memurlar ve emekliler oldu; kriz yılları sırasında nüfusun yüzde 60’ı yoksulluk sınırının altında yaşamaya başladı. 1999’dan başlayarak düşen GSMH, 2001’de yüzde 4, 2002’de de yüzde 11 düştü. 1998 ve 2002 arasında Arjantin ekonomisi yüzde 18 küçüldü. Ancak, hükümetin IMF’ye sırtını döndüğü 2002 yılı sonrası Arjantin’de GSMH’nin artışı 2003’de yüzde 8.8, 2004’de ise yüzde 9 olarak gerçekleşti. Arjantin örneğine baktığımız zaman para biriminin değeri ya da IMF’nin devalüasyonlara karşı çıkması ile borçlanma arasındaki ilişkiyi görüyoruz. IMF’nin Brezilya, Rusya, Güney Asya ülkeleri ve Arjantin dahil bir dizi ülkede para birimlerinin devalüasyonuna karşı çıkarak, para birimini desteklemek amacıyla dış borçlanmayı hızlandırması, Arjantin örneğinde görüldüğü gibi katastrofik sonuçlar verdi. IMF, devalüasyonlara enflasyonu hızlandıracağı gerekçesi ile karşı çıkarken asıl neden içlerinde akbaba fonlarının da bulunduğu alacaklıların çıkarlarını korumaktır. Devalüasyon gerçekleştiği zaman ilk zarar görecek olan alacaklılar olacaktır. Güz | 2009 -

43


Casino Kapitalizmi IMF’nin pezonun değerinin üzerinde işlem görmesi konusundaki ısrarı, ihracat ürünlerin pahalı; ithalat ürünlerinin ise ucuz olarak işlem görmesine yol açtı. Uluslararası spekülatörlerin baskısı ile karşılaşan merkez bankalarının devalüasyondan kaçınmak için güçlü dolar rezervlerine sahip olmaları gerekiyor. Ancak Arjantin’in sahip olduğu döviz rezervleri yetersiz idi. Arjantin’de olduğu gibi cari açıkları giderek büyüyen ülkelerin para birimlerini desteklemek için borçlanmaları gerekiyor. Bu nedenledir ki, IMF Arjantin’e milyarlarca dolar sağlayarak, dış borçlanmanın 130 milyar dolara varmasına neden olmuştur. 2) Güney Kore: 1998 Güney Asya krizi, 5 Güney Asya ülkesine sermaye ihracının tersine dönmesi; iç pazara sermaye akışının, iç pazardan dış pazara sermaye akışına dönüşmesi ile başladı (1994 ve 2001 Türkiye krizlerinde de aynı sorun söz konusudur). 1996 yılında 92,8 milyar dolar girerken, 1997 yılında 12,1 milyar doların çıktığı gözlendi. Bu çıkışların nedeni, ABD ve IMF’nin baskıları sonucu, finans piyasalarının deregüle edilerek yabancı şirketlerin önündeki şirket, stok ve menkul kıymet satın alımı konusundaki engellerin kaldırılması, ulusal mali kuruluş ve şirketlerin dışarıdan borçlanmalarına izin verilmesiydi. Böylece Kore’nin 1993’te 44 milyar dolar olan dış borcu, 1997’de 120 milyar dolara ulaştı. 2007’de mevcut borcun yüzde 67,9’u kısa vadeli idi. Güney Kore’nin kısa vadeli borçlarının çok olması, borçları ödemek için yerel para birimini satarak dolar satın almak zorunda olan yerel firmaları bir çıkmaza soktu. Yerel para biriminin para borsalarında satışı artıkça para birimi wonun değeri düşüyor, bu da borç yükünün artması anlamına geliyordu. Merkez bankasının döviz rezervlerinin sınırlı olması ve Japonya’nın Asya’da bir fon kurularak kredi sorununa çare bulunması şeklindeki teklifinin ABD ve IMF tarafından reddi, krizin daha da ağırlaşmasına yol açtı. IMF’nin Güney Kore’nin para biriminin değerini düşürmesine karşı çıkarak faiz oranlarını yükseltmesi, iç piyasada kredi musluğunu kısması ve kamu harcamalarındaki kesintiler sonucu ülke resesyona (durgunluk) girdi. Daewoo ve Hyundai gibi dev Güney Kore tekelleri kendilerini iflasın eşiğinde buldular. Ciddi bir krizle karşılaşan hükümet, IMF ve ABD’ye acil yardım için başvuruda bulundu. Ekonomide liberalleşmeyi daha da genişleterek mevcut kısıtlamaların tümüyle kaldırılması, finans sektörünün tam olarak yabancılara açılması, döviz piyasalarında kontrol mekanizmalarının kaldırılması koşuluyla Güney Kore’ye 55 milyar dolar verilmesi karara bağlandı. Ancak IMF anlaşmasının imzalanmasından on gün sonra New York Bankaları ile Güney Kore arasında bir anlaşma imzalanarak Güney Kore’nin borç ödemeleri yeniden şekillendirildi. Bu anlaşma karşılığında Güney Kore, borç veren bankalara gelecek yıllardaki gelirlerinden imtiyazlı bir şekilde pay alma hakkı tanıdı. Joseph Stiglitz, Globalization and Its Discontents (Norton & Company, New York, 2002) adlı kitabında, Güney Kore-IMF anlaşmasını değerlendirirken, Güney Kore mali bir yıkımla karşı karşıya kaldığı zaman, ABD’nin kendi dar çıkarlarını kovalamayı esas aldığını belirtmektedir. Sözü edilen ABD çıkarları, Wall Street ve mali sermayenin çıkarlarından başka bir şey değildir. Nitekim, Güney Kore’de ekonomik durumdaki düzelmeyle birlikte -Güney Kore’nin IMF’nin yapısal reform programının reddi bu düzelmenin nedenlerinden biri idi- Güney Kore’den ABD bankalarına sermaye transferi yüksek boyutlara ulaştı. Hiç şüphesiz, aynı dönemde gelirlerinde astronomik yükseliş kaydeden ABD’li elit kesimler, bu para akışından paylarını aldılar. J. Stiglitz, oyunun kurallarını belirleyen zengin ülkelerin bu kuralları istedikleri biçimde değiştirdiklerini, ABD bir yandan fakir ülkeleri pazarlarını açmaya zorlarken, diğer yandan anti-damping gibi gümrük duvarlarını temsil eden yasalarla bu ülkelerin ABD’ye ihracatlarını engellediğini vurgular. Stiglitz, 1990’larda IMF’nin gelişmekte olan bir dizi ülkeye yardım koşulu olarak kamu harcamalarının kısılması, yüksek faiz oranları uygulanması koşulunu getirerek resesyona yol açtığını belirtir. IMF’nin Güney Kore’ye müdahalesinin ikinci önemli sonucu da, yabancı sermaye 44

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi ve özellikle “akbaba sermayesi’’ olarak tanımlanan spekülatif sermayenin bir dizi Güney Kore şirketini ele geçirerek ya da bunlarla birleşmesiyle birlikte ekonomik yapının yeniden şekillenmesi oldu. Ülkeden sermaye çıkışını başlatarak krizi tetikleyen hedge fonlar, yalnızca yeni mali yapılanmadan komisyonlar alarak faydalanmakla kalmadılar, Türkçedeki tabiriyle birçok dev işletmeyi sudan ucuz bir fiyata satın aldılar. Aynı Arjantin’de olduğu gibi emekçi sınıflar, bu dönemde yoğun bir saldırıyla karşı karşıya kaldılar. Bir yandan çalışma yasaları emekçilerin aleyhine yeniden düzenlenirken, diğer yandan da üst sınıfların gelirleri arttı ve yoksullar daha yoksul hale geldiler. Asya krizinin önemli bir sonucu, gelişmekte olan ülkelerin dışarıya sermaye çıkışının, ekonomilerini yeni bir kriz içerisine itmesine engel olması için, yabancı döviz rezervlerini artırmaya karar vermeleri oldu. Gelişmekte olan ülkeler tarafından tutulan rezerv döviz miktarı 2006’da 2,7 trilyon dolara ulaştı. Böylece çevre ülkelerin sermaye çıkışı ve döviz kurlarındaki değişimlerinden geçmişte olduğu gibi ciddi bir şekilde etkilenmelerinin önüne geçildi. 3) Türkiye: Türkiye’de 2001 yılında yaşanan ve Korkut Boratav tarafından Cumhuriyet tarihinin en büyük krizi olarak nitelen 2001 kriz deneyiminin belirleyici özelliği, krizin IMF destekli bir programın uygulanma sürecinde çıkmış olmasıdır. 1998’de IMF ve Türkiye arasında imzalanan,“yakın izleme anlaşması” ardından Aralık 1999’da döviz kuru taahhütlerine dayalı bir anti-enflasyon programı kamusal borçlanmayı da kontrol altına almak amacıyla yürürlüğe sokuldu. Ancak, programın uygulanmasının üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden, 2000 Kasım ayında başlayan mali kriz sonucu geniş çaplı bir IMF ‘kurtarma paketi’ ile yeniden müdahale yapıldı. IMF’nin müdahelesi Türk lirasına karşı yapılan spekülatif hareketleri durduramayınca, dışarıya sermaye çıkışı hızlandı, faiz oranları artırıldı. Ekonomide yüzde 9,5 oranında önemli daralma görüldü. IMF’nın tavsiyesi üzerine, Türk lirası Şubat 2001’de serbest piyasada dalgalanmaya bırakıldı. 2001 yılı sonlarına doğru, IMF’nin yeni bir kurtarma operasyonun ardından mali piyasalarda bir istikrar sağlandı. 2001 krizinin sorumluluğu hiç şüphesiz IMF’ye aittir. 2001 krizini analiz eden araştırmacıların vardığı sonuçlar da bu yöndedir. Merih Celasun tarafından yazılan “2001 Krizi, Öncesi ve Sonrası: Makroekonomik ve Mali Bir Değerlendirme’’ başlıklı yazıda (www.econ.utah.edu/~ehrbar/erc2002/pdf/i053.pdf) IMF’nin hataları, “bankacılık sisteminin mali yapısını güçlendirmeden uygulamaya konulması, gerçekçi olmayan enflasyon öngörüsüne göre nominal kur artışlarının sabitlenmesi, para tabanının sermaye giriş ve çıkışlarına bağımlı bir konuma gelmesi ve uygulamada uzlaşmacı yaklaşımlarla ileriye dönük fiyat ve ücret endekslemesine yaygın biçimde geçilememesidir. Kredibilite gereksinimi çok fazla olan 2000 programının uygulanmasında enflasyonu düşürme hedefi ön plana çıkarılmış, kamu kesiminin borç sorunu ile banka sisteminin kırılganlığı arasındaki etkileşimin kontrol altında tutulabileceği umulmuştur. Programın yapısal düzenleme taahhütleri ile aşırı yüklü olması ve bunların yeterli ölçüde ve zamanında yerine getirilememesi, cari açığın patlamasıyla birlikte kredibilitenin aşınmasına neden olmuş, mali dengeler ve bilançolar krizle hassas bir konuma gelmiştir.’’ seklinde özetlenmiştir. Yilmaz Akyüz ve Korkut Boratav, Nisan 2002’de yayınlanan “The Making of the Turkish Financial Crisis’’ başlıklı çalışmalarında, (http://www.unctad.org/en/docs/ dp_158.en.pdf ) IMF’nin doğan kriz için bulduğu çözümlerin krizi daha da ağırlaştırdığı, kamusal borçlar giderek artarken hükümetin mevcut borçların faizlerini, yeniden borçlanarak ödediği finansal bir sistemin yaratıldığını vurgulamaktadırlar. 2001 krizi ve IMF programını değerlendirirken göz önünde tutulması gereken diğer bir olgu da, 1998–2006 dönemini kapsayan dokuz yılın ortalama büyüme hızı yüzde 3,2 iken, planlı, karma ekonomi dönemlerinde aynı hızın ortalama yüzde 6,5 olmasıdır. Bu rakamların anlamı Türkiye’de gelir dağılımındaki eşitsizlik, yoksulluk ve işsizliğin giderek artması ve Türkiye ekonomisinin fay hattının en kırılgan halkalarınGüz | 2009 -

45


Casino Kapitalizmi dan birinde yer almasıdır. IMF’nin Türkiye’yi deneme tahtası olarak kullanarak, kriz ve ekonomik bir çöküşe yol açtığı tespiti, neoliberallerin kriz yönetimi konusunda yeterli olup olmadıklarını sorgulamaktadır. Ancak, bu açıklama gerçekliğin ancak bir kısmını yansıtmaktadır. Söz konusu olan yalnızca IMF’nin beceriksizliği ve hataları değil, aynı zamanda, planlı bir şekilde Türkiye’de mali sistemin bir dizi IMF yapılandırma programları aracılığıyla finansallaşma sürecinin gerektirdiği bir şekilde yeniden yapılanmasıdır. Türkiye’nin finansal küreselleşmenin bir halkası haline gelmesi, mali sektörün metropol ülkelerde üstlenen dev finans kurumlarının kontrolü altına girmesi ve dolayısıyla spekülatif sermayeye milyarlarca dolar kazanç sağlanması sonucunu vermiştir. Türkiye’de bankacılık sektörüne baktığımızda, yabancı sermayenin finans sektöründeki payının her yıl arttığı görülmektedir: Demirbank HSBC’ye, Sitebank Yunanistanlı Novabank’a, TEB Fransız BNP Paribas’a, Yapı Kredi Bankası Unicredito-Koç ortaklığına, Dışbank Fortis’e, Garanti Bankası GE Finance’ye, C Bank İsrailli Bank Hapoalim’e, Finansbank Yunanistanlı NBG’ye, Tekfenbank Yunanistanlı EFG’ye, Denizbank Dexia Bank’a, Oyakbank Hollandalı ING’ye satılırken Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıfbank’ın satışları için çalışmalar sürmektedir. Finansallaşmanın diğer bir sonucu, gerek Türkiye’nin dış borçlarının; gerekse de iç pazarda özellikle kredi kartı borçlarının astronomik rakamlara ulaşmasıdır. Finansallaşma ile ilgili diğer bir gelişme de yeni Türk milyarderlerinin üretim sektöründe bir yatırım yapma yerine sermayelerini gerek yurt içinde; gerekse de – yasadışı yollardan ya da yasaların onlara bu imtiyazı tanımasından faydalanarakyurt dışına çıkararak spekülatif faaliyetlerde kullanmalarıdır. 2008 Krizi ve IMF Nisan ayında Londra’da yapılan G-20 zirvesi ile, 2007’de verdiği borç toplamı 20 milyar dolara inmiş olan IMF (bu miktarın yarısı Türkiye’ye aitti) yeniden merkez oyunculardan biri olarak sahnede belirdi. IMF’nin sermayesi 750 milyar dolara yükseltildi; 250 milyar dolarlık “special drawing rights” (IMF’nin dövizi olarak da nitelenen, üye ülkelerin birbirlerinin rezervlerinden faydalanmaları) verildi. Türkiye IMF görüşmeleri sürerken, Eylül 2008’den bu yana Pakistan, El Salvador, İzlanda ve Ukranya’nın da içinde bulunduğu ülkelere IMF tarafından borç verildi. IMF’nin yanı sıra Dünya Bankası’nın Latin Amerika ve Asya’da bulunan bölgesel kolları da sermayelerini verdikleri kredileri artırmak için faaliyet gösteriyorlar. 2008 krizinin asıl sorumlularından biri olan IMF’nin ana yöneticisi Dominique Strauss–Kahn, resesyon ile mücadeleyi hedef aldıklarını ve klasik IMF yapısal değişim programlarına daha az vurgu yapacaklarını söyleyerek, yapılan eleştirileri dinledikleri izlenimini vermeye çalışıyor. Ancak, gerçekte değişen bir şey yoktur. Pakistan, Macaristan ve Ukranya ile yapılan yeni anlaşmalara baktığımız zaman, kamu harcamalarının kesilmesi, ücretlerin dondurulması, faiz oranlarının ve petrol fiyatlarının yükseltilmesi gibi klasik IMF reçetelerinin, -bu tedbirlerin süren krizi ağırlaştıracağının bilinmesine rağmen- uygulamaya sokulduğunu görüyoruz. Mark Weisbrot, 13 Mayıs 2009’da The Guardian gazetesinde yayınlanan, “The IMF is hurting poor countries’’ başlıklı yazısında, IMF’nin Litvanya’ya vermesi gereken 200 milyon doları, Litvanya’nın bütçe açığını GSMH’sinin yüzde 5’ine indirmediği gerekçesiyle vermediğini, bütçe açığını yüzde 7 ile sınırlayan hükümetin halihazırda kamu harcamalarında yüzde 40 oranında kısıtlama yaparak okul ve bazı hastahaneleri kapatma yoluna gittiğini, IMF’nin ısrarla ekonominin daraldığı fakir ülkelerde üretimi düşürerek, işsizliği artıracak tedbirlerde ısrar ettiğini belirtmektedir. (http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cifamerica/2009/may/13/imf-us-congress-aid) IMF’nin anti-demokratik yapısı giderek artan bir şekilde, metropol dışındaki ülkeler, IMF fonlarına katkıda bulunan BRIC ülkeleri tarafından eleştiriliyor ve bu ülkeler 46

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi reform taleplerinde bulunuyor. Mart 2008’de Çin’in oy hakkı yüzde 3,7’ye yükseltilerek, Belçika ve Hollanda ile aynı düzeye getirildi. IMF’nin, ABD’nin kontrolünden ve neoliberal politikaların savunusundan uzaklaşması ise mümkün gözükmüyor. Bunun nedeni IMF’nin, “ABD hükümetinin gelişmekte olan ülkelerdeki en önemli etki aracı olmasındandır –ordudan da, CIA’den de daha etkili bir şekilde-, en azından son otuz yılın önemli bir kısmında bu rolü oynadı. Yakın geçmişte bu etki, önemli bir kayba uğradı; şimdi bunu yeniden kazanmaya çalışıyorlar.” (Mark Weisman) IMF ve Dünya Bankası’nın kriz içindeki rollerini incelerken bu kuruluşların, ABD Hazinesi ve Wall Street bankalarıyla olan ilişkilerinin örnekleri ile karşılaştık. Finansallaşma konusuna bir kez daha dönerek bu ilişkilere daha yakından bakalım. Finansallaşma 1990’lı yıllarda kullanılmaya başlanan finansallaşma kavramı, özellikle yaşadığımız kriz içinde bankalar ve hedge fonların oynadığı rol nedeniyle önemli bir tartışmaya yol açmıştır. Finansallaşma olgusuna küreselleşme olgusu ile birlikte bakarak, finansal küreselleşme tanımını kullanmak mümkündür. 1970’li yıllarda başlayan finansallaşma 1980 ve 1990’lı yıllarda hızlandı. Kısa bir zaman dilimine tekabül eden finansallaşmanın temsil ettiği boyutlar, tarihte daha önce rastlanmamış boyutta bir gelişmeye işaret etmektedir. Finansal küreselleşme ile birlikte bir ülkeden diğerine sermaye hareketleri hızlandı. Aynı dönemde taşımacılık ve haberleşme maliyetlerinde sağlanan düşüş, değişik ülkelerin gümrük kontrol ve tarifelerini kaldırarak gümrük birliğine yönelmesi de bu süreçte önemli bir rol oynadı. John Bellamy Foster ve Fred Magdoff, The Financialization of Capitalism başlıklı makalelerinde, finansallaşmayı ekonomik faaliyetlerin ağırlık merkezinin imalattan finansa kayması olarak tanımladılar. Burada, yapısal durgunluk sorununa kalıcı bir çözüm bulamayan sermayenin yeniden yapılanması söz konusudur. Yeniden yapılanma üretim dallarının ekonomi içindeki ağırlığının değişmesi, mali yapının, sermaye piyasasının ve şirketlerin yapılanmalarını içerir ve ister istemez, finansallaşmanın kapitalizmin gelişimi içinde yeni bir evreyi temsil edip etmediği sorusuna yol açar. Foster ve Magdoff, finansallaşmanın sistemin değişmesi anlamına geldiğini, ancak bu değişimin üretim içinde temel sermaye birikimi sorununda bir değişime yol açmadığı için bu kavramın, kapitalizmin yeni bir evresini temsil etmediğini belirterek, tekelci kapitalizm yerine tekelci finans kapital tanımlamasını yaparlar. Tekeller, karşılaştıkları durgunluk ve bir türlü ortadan kaybolup gitmeyen düşük kâr haddi sorunu karşısında kazançlarını artırmak ve sermayelerini korumak için, giderek artan bir şekilde finans alanındaki faaliyetlerini artırdılar. Böylece, faiz ve temettü gelirleriyle betimlenen mali sermaye ile imalat ve ticaret sermayeleri arasındaki tarihsel farklılığının giderek daralması ya da ortadan kalkması söz konusu oldu. 1960’lı yıllarda, gerek Britanya gerekse ABD’de mali sermaye ve imalat sektörleri arasında uzlaşmazlıklar yaşanırken, 1970’lerde büyük tekeller giderek finans sektörüne girmeye başladılar. Büyük tekeller imalat sektöründeki zararlarını finans sektöründe elde ettikleri kazançlarla dengelemeye başladılar. Tekellerin giriştikleri finans faaliyetleri kredi, sigorta ve döviz piyasalarında spekülasyon dahil bir dizi operasyonu içermektedir. Örneğin, Alman Porsche otomobil firması, 1 Ocak-31 Temmuz 2008 arasında borsalarda yaptığı işlemler sonucu araba üretiminden kazandığının altı katı fazla kazanç sağladı3. Bu gelişimin diğer bir yanı da üretimin değişik sektörlerinde faaliyet gösteren tekellerin birleşerek ya da faaliyet alanlarını geliştirerek devasa 3 MoneyWeek, 23 Ocak 2009, bak.: http://www.moneyweek.com/news-and-charts/economics/what-porsches-profits-can-tell-us-about-the-financial-crisis-14525.aspx. Güz | 2009 -

47


Casino Kapitalizmi süper-tekeller yaratmaları olmuştur. Örneğin, 1890 yılında Thomas Edison tarafından kurulan ve bir dönem Amerika’nın elektrik dağıtımını tekelinde tutan dünyanın en büyük ikinci şirketi konumundaki General Electric (GE), teknoloji, elektronik, medya ve bankacılık sektörlerinde faaliyet göstermektedir. GE Capital, GE korporasyonun büyümesinin ana motorlarından biri olarak nitelenmektedir. Britanya’da dev süpermarketler zinciri TESCO’nun bankacılık sektöründeki faaliyetlerini artırması bu sürecin örneklerindendir.4 Giovanni Arrighi, New Left Review’de Mart 2003’de yayınlanan “The Social and Political Economy of the Global Turbulence’’ başlıklı yazısında, yirminci yüzyılın son yarısında yaşanan finansallaşmayı ABD sermayesinin ondokuzuncu yüzyılda Britanya sermayesinin finansallaşma çözümü ile karşılaştırarak açıklamaktadır: ABD sermayesi, kendisinden önce Britanya sermayesinin yaptığı gibi imalat sanayindeki artan rekabete finansallaşma yolu ile çözüm aramaktadır. Burada durarak, bir kez daha neoliberalizm ile finansallaşma arasındaki ilişkiyi vurgulamakta fayda var. Neoliberallerin izlediği politikalara baktığımız zaman, hem kapitalist devletin finansallaşma sürecinin ihtiyaçlarını gidermek, hem de finansallaşmayı hızlandırmak ve kriz anlarında sistemin ayakta kalmasını sağlamak üzere onu yeniden şekillendirdiklerini görüyoruz. ABD hazinesi finans ve bankacılık sisteminin garantörü haline dönüşürken, dünya çapında yeni pazarların açılması için Wall Street, ABD hükümeti ve IMF gibi kuruluşlar hayati bir rol oynamaktadırlar. Bir dönem özelleştirmeler ve deregülasyon yoluyla üst sınıflara servet transfer edilirken, kriz döneminde iflasın eşiğine gelen banka ve tekellere milyarlarca dolar transfer edilerek krizin faturasının bir kez daha emekçi sınıflara ödetilmesi örneklerinde görüldüğü gibi finans sektörü ile devlet arasında da bir iç içe geçme söz konusudur. Finansallaşma konusunda vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta da finansallaşma ile 1960 ve 1970’li yıllarda yükselen işçi ve kitle mücadeleleri arasındaki ilişkidir. Neoliberalizmi sermayenin 1960 ve 1970’li yıllardaki işçi ve kitle hareketlenmelerine karşı bir cevabı olarak ele aldığımızda, finansallaşmanın Batı’da işçi sınıfı mücadelesinin düşüşünde oynadığı rolü görmek gerekir. 1984’de İngiltere’de madenciler ve ABD’de hava trafik kontrol görevlilerinin (PATCO) grevlerinin yenilgisi işsizliğin ortadan kaldırılması ve ücretlerin yükseltilmesi yerine, marketlerin deregülasyonunun bir çözüm olarak olarak empoze edilmesine yol açtı. Finansallaşma kapitalist sınıfların üretici sektörlerde yatırım yapmaksızın kazançlarını artırırken, işçi haklarına karşı yapılan saldırılar önemli bir kaldıraç noktası sağladı. Neoliberal devletin finansallaşma sürecinde oynadığı diğer önemli bir rol, hemen hemen her şeyin ticari metalar haline dönüştürülerek piyasaya sürülmesi oldu. WTO (Dünya Ticaret Örgütü) bünyesinde hazırlanan TRIPS anlaşmasıyla; genetik materyaller, tohumlar ve bir dizi ürün özel mülkiyet olarak belirlendi. Büyük ilaç devlerinin yerli halkların yüzyıllardır kullandığı bitkileri ya da ham maddeleri kendi ürünleri olarak ilan ederek milyarlarca dolar kazanmaları sağlanmıştır. Fikir haklarından dolayı mevcut olduğu varsayılan değerler, şirketlerin bilançolarında giderek artan bir değere sahip olmaya başladı. Finansallaşma ve ABD Doları 1944 yılında kurulan Bretton Woods I sistemi, sistem içindeki herhangi bir paranın dolar karşısındaki değişim değerini belirlemek üzere, belirli kurumsal düzenlemeler ve IMF onayını zorunlu kıldı. Bretton Woods I sistemi içinde altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına ve diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verildi. Gerekli olduğu zaman ABD’nin yabancı merkez 4 Financial Times, 19 Temmuz 2009, bak.: http://www.ft.com/cms/s/0/8752b3ee-74a7-11de8ad5-00144feabdc0.html.

48

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi bankalarına onsu 35 dolardan altın satması ve bu kapasiteye sahip olması gerekiyordu. 1971 yılında Nixon yönetimi, altın satışlarını askıya alarak, sistemin belirsizlikleri içinde ne yapacağını bilemez hale gelip, Japonya ve Almanya gibi yükselmekte olan ülkeler ile de bir anlaşma sağlayamayınca sistemin çökmesine sebep oldu. 1973-4 krizi ve Nixon-Carter yıllarında ABD hazinesinin tedavüldeki dolar miktarını artırması ve doların serbest piyasada dalgalanmaya bırakılması, finans dünyasının doların etrafında dönmesini değiştirmedi. Doların serbest piyasada dalgalanmaya bırakılması bir yandan günde 24 saat durmaksızın faaliyet gösteren spekülasyon alanlarının mantar gibi çoğalmasına, diğer yandan da milyarla ifade edilen petro-dolarların, dolar merkezli bir uluslararası düzeni destekleyen OPEC ülkeleri tarafından New York bankaları ve Londra’daki 4 bankaya yatırılmasına neden oldu. Bu bankalara yatırılan dolarlar, özellikle Latin Amerika ülkelerine ucuz kredi olarak aktarıldı, aynı süreçte neoliberal politikaları izleyen askeri rejimlere sınırsız destek sağlandı. Böylece, finansallaşmaya eşlik eden kredi piyasalarının genişlemesi ve borçlanma ilişkileri ile ABD’nin politik bir güç olarak hegemonyasını artırıp sürdürmesi ele ele yürüdü. Uluslararası bir para birimi olarak hegemonik bir işleve sahip olan dolar, yalnızca ABD’nin doların değerini çıkarları doğrultusunda manipüle etmesini değil, ABD’nin uluslararası finans sisteminin merkezi haline gelmesi ve emperyalist amaçlarını kovalamasında hayati bir rol oynadı. Bretton Wood II olarak adlandırılan yeni sistem altında, ABD, doların rezerv para birimi olmasından faydalanarak, ihtiyaç duyduğu dolarları basıp piyasaya sürmekte ve dünyanın diğer ülkelerinden hesapsız bir şekilde borç alarak, bir bedel ödemeksizin ticari açıklarını finanse etmektedir. Bunun bir sonucu olarak “ABD bir yandan iştahı giderilmeyen bir tüketici, bir yandan da borçlanmanın merkezi haline gelmiştir” (J.B.Foster, A Failed System, Monthly Review, 0-10, Mart 2009). 2008 krizinin akut bir şekilde ortaya koyduğu bu ikili rol, mevcut sorunları çözmek yerine sistemin kırılganlığını gözler önüne sermiştir: ABD hazine senet ve bonolarına bağlı yeni bir çöküşün endişeleri mali piyasaları şimdiden etkilemektedir. Günümüzde Amerikan cari hesaplarındaki açığın rekor seviyelere varması nedeniyle, Bretton Woods II sisteminin de bir krizi söz konusudur. ABD ekonomisi 18901980 yılları arasında bir cari hesaplar açığı vermezken; 1980’li yıllardan başlayarak açık vermeye başladı. 2006 yılında cari açığı 750 milyar doları buldu; 2000-2006 yılları arasındaki cari açığı ise 4 trilyon dolar idi. 2009 yılı cari açığının 1,8 trilyon dolara ulaşması tahmin ediliyor. Kongre’nin Bütçe Ofisi’nin tahminlerine göre, 2008’de GSMH’nin yüzde 44’üne tekabül eden kamu borçları, 2020 yılında GSMH’nin yüzde 87’sine ulaşabilir. Bu gelişme ABD’de faiz oranlarının yükselmesi sonucunu verdiği takdirde mevcut krizi daha da ağırlaştıracaktır. ABD’nin cari açık vermeye başladığı 1980’li yıllar, neoliberal para politikalarının uygulandığı yıllardı. Neoliberalizmin ABD iktidarının gerileyişini durdurmak konusunda başarılı olmasının nedeni, dünya sermayesini dev bir şekilde ABD ve dolara yeniden yönlendirilmesi idi. Yeniden yönlendirme ile ABD 1950 ve 1960’lı yıllarda olduğu gibi dünya nakitlerinin ve doğrudan yabancı yatırımların merkezi olmaktan çıkarak, 1980’den itibaren dünyanın ana borçlu ülkesi ve nakdin emildiği bir merkez haline geldi 2006 yılında diğer ülkelerin ödemeler dengesi fazlalıklarının yüzde 70’ine eşit olan ABD cari açığı Çin, Rusya, Japonya ve petrol üreten Arap ülkeleri tarafından finanse edilmektedir. ABD’de diğer ülkeler tarafından tutulan toplam dolar rezervleri 2006 yılında 5 trilyon dolar idi. Her gün yaklaşık 2 milyar dolar ABD’ye transfer edilerek, hükümet bonoları, hisse senetleri ve diğer menkul kıymetleri satın almak için kullanıldı. Bu şekilde ABD şirketleri ve vatandaşlarının ithal ettikleri ürün, servis ve yatırımların bedeli ödenebilmektedir. 1980’li yıllarda emperyalist merkez ülkelerinden çevre ülkelere sermaye transferi, çevre ülkelerden merkeze yapılan borç ve faiz ödemeleri çıkarıldığında sıfırdı. Ancak, 1990 sonrasında merkezden çevreye aktarılan sermaye miktarı 100 milyar doları Güz | 2009 -

49


Casino Kapitalizmi buldu. Paul Krugman’ın Pop Internationalism’de (MIT Press, Boston, 1996) belirttiği gibi büyük gözüken bu rakam aslında oldukça küçüktü. 1993 yılında ABD, Avrupa ülkeleri ve Japonya’nın toplam GSMH’si 18 trilyon dolardı. Birlikte yaptıkları yatırım 3,5 trilyon, stoklarının toplamı 60 trilyon dolardı. 1993 yılında merkez ülkelerden çıkan 100 milyarlık sermaye akışı emperyalist ülkelerde yapılan yatırımların yüzde 3’üne eşitti. Ancak, 2007 yılına gelindiği zaman ABD ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki sermaye hareketlerinde bir değişiklik sözkonusudur. 2007 yılında, ABD’ye giren sermaye bütün dünyadaki sermaye girişinin yüzde 65’ine eşitti, 1995 yılında bu rakam yalnızca yüzde 34 idi. Yukarıda belirttiğimiz gibi, ABD’nin cari hesaplar açığının yüzde 70’i, 2000’li yıllarda döviz rezervlerini artıran gelişmekte olan ülkeler tarafından kapatılıyordu. Dolayısıyla ABD Bretton Woods II sisteminden yeterince yararlanırken, resmi kurumsal bir yükümlülükleri olmamasına rağmen, bu sistemi destekleyen ülkeler sistemin yükünü omuzlarında taşımaktadırlar. Çevre ülkelerden merkeze dolar akışı, bağımlılık ilişkileri çerçevesi içinde açıklanır: Dünya kapitalist sisteminin istikrarının sağlanması ve ihracata dayalı kalkınmayı esas alan bir dizi ülkenin ABD’nin cari hesaplar açığını kapatması doğaldır. Sermaye birikiminin merkezi metropol ülkelerden çevre ülkelere kaydığı ve bağımlılık ilişkileri değişmeye başladığı zaman Çin, Rusya, Japonya, Güney Kore, Brezilya ve petrol üreten Arap ülkelerinin ellerindeki dolarları diğer pazarlara kaydırmaları ya da birbirleri ile paralel ilişkiler kurarak, kredi mekanizmalarını yeniden şekillendirmeleri ve dolara alternatif bir para birimi arayışına girmeleri mevcut sistemi istikrarsızlaştırabilecek önemli bir etken olarak durmaktadır. Ellerinde trilyonlarca dolar rezervi bulunan Japonya ve Çin merkez bankalarının bu yönde atacakları bir adım, doların değerinin önemli bir ölçüde düşmesi ile mali piyasaların ciddi bir şekilde sarsılması anlamına gelecektir. Kredi Patlaması Daha önce sözünü ettiğimiz petro-dolarların New York bankalarına nakli ve bu bankaların büyük kazançlar sağlamak üzere giriştikleri borçlandırma operasyonlarına baktığımız zaman kredi patlamasının ilk örneklerine 1970’li yılların ortasında rastlıyoruz. Bu yıllarda, Citibank, JP Morgan gibi dev isimlerin yanı sıra, bölgesel bankaların da içinde bulunduğu bir dizi banka ve diğer ABD bankaları, Avrupa bankaları 1974 petrol krizinden iyi bir şekilde faydalandılar. Petrol fiyatlarındaki artış nedeniyle zorluk çeken ülkelere OPEC ülkelerinden gelen fonları, kredi şeklinde aktaran bankalar, bu ülkelerin kredi sınıflamasının düşük olması nedeniyle büyük kazançlar sağladılar. Bu dönemde özel bankalar yalnızca özel kuruluşlara değil; doğrudan hükümetlere borç veriyor ve bunun yaparken de adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Bir ülkenin dış borç ödemelerini yapamamasının sonuçları ağır olduğu için verdikleri kredileri geri alacaklarına kesin gözüyle bakan bankalar, kendilerini çıkmaz bir denklemin içinde buldular. Banka bir ülkeye verdiği borç miktarını artırdığı oranda, o ülkenin borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmekten kaçınıyor ve doğacak krizi önlemek için daha fazla borç verme yolunu seçiyordu. Bankalar ve borçlular bir bağımlılık ilişkisi içinde aynı işlemleri tekrarlarken bankalar kazanmaya devam ediyorlardı. 1976 yılında, Citibank kârlarının yüzde 13’ünü gelişmekte olan Brezilya’dan elde ediyordu; ABD pazarının kâr oranlarındaki payı ise yüzde 28 idi.5 1990’li yıllarda hızlanan finansallaşma 1970’li yıllarda yaşanan ilişkilerin çok daha geniş düzeyde yaşanmasınında bir özetidir. Sermaye birikimin vardığı boyutlar, finansallaşma, üretime para yatırarak kazanç sağlamanın sınırlarına ulaşması ve gelir dağılımındaki eşitsizlik ile birleştiği zaman mali piyasalarda bir kredi patlamasına yol açtı. Marksist bakış açısından bakıldığında, sermaye birikim sürecindeki zorlukların mali piyasalarda kredi bolluğu yaratması söz konusudur. Kredi patlaması sırasında 5 Antony Sampson, The Money Lenders, Hodder and Stoughton, Londra, 1981.

50

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi ABD Hazinesive Wall Street bankaları önemli bir rol oynadılar. ABD Hazinesi’nin uyguladığı monetarist politikalar, örneğin faiz oranlarını artırması ya da indirmesi belirleyici bir öneme sahiptir. ABD’de 1995-1999 ortalarına kadar faiz oranlarının düşük olması doların değerinin de düşmesini sağlayarak kredi musluklarının daha da açılmasını sağlamıştır. Hazine Sekreteri Alan Greenspan mali sistem bir zorlukla karşılaştığı zaman piyasalara kredi akıtarak ve deregülasyon sürecini hızlandırarak mali piyasaların yükselmesine yol açan ateşe odun atmaya devam etti. Bu yıllarda, piyasalara ABD Hazinesi tarafından para akıtılarak menkul değerlerdeki yükselmenin refah düzeyinde bir artış sağladığı gerekçesiyle, menkul değerlerin durmaksızın yükselmesinin sağlanmasını ‘borsa keynesçiliği’ olarak niteleyen Robert Brenner, savaş sonrası dönemde kazançlarını kullanarak kendilerini finanse eden korporasyonların, bu yeni dönemde, hisse senetleri ve bonolar gibi araçlar yoluyla ucuz para ile buluştuğunu ve bunun bir sonucu olarak da yatırım oranlarının yüzde 10’a yükseldiğinin altını çizerek, 1995 ve 2000 yılların arasında yaşanan ekonomik büyümenin, borsalarda fiyatların yükselmesine bağlı olduğunu belirtir (R. Brenner, “New Boom or New Bubble? The Trajectory of the US Economy”, New Left Review, January 2004). Kredi sisteminin ekonomi içindeki rolüne baktığımız zaman, ekonomiye aktarılan yüksek miktardaki kredinin ekonomiyi canlandırarak ekonomik büyümeyi gerek kısa gerekse uzun vadede olumlu bir şekilde etkilediğini görüyoruz. Örneğin, ipoteklerin varlığı inşaat sanayi ve buna bağlı sektörlerin büyümesiyle sonuçlanmaktadır. Banka kredileri şirketlerin kapasitelerini artırmak üzere, yatırım yapmalarını sağlarken; kredi kartlarıyla yapılan harcamalar da tüketimin artması sonucunu vermektedir. Ancak, 2008 krizi, kredi sistemindeki gelişmeler ve borçlanmanın kapitalizmin durgunluk ve kâr hadlerinin düşmesi sorununa bir çare teşkil etmediği gibi aşırı borçlanma nedeniyle sistemin temellerinden sarsılmasına yol açtığını göstermiştir. Burada sorun, kredi sisteminin merkezinde yer alan bankaların kendilerinin, büyük borçlular haline gelmiş olmalarıdır. Borç alarak bu para ile daha fazla kazanç sağlamayı hedefleyen bankalar, kendilerini trilyonlarca dolar değerindeki toksik borçlar dağının tepesinde bulmuşlardır. 2008 krizinin gösterdiği, spekülasyon yoluyla kazanılan gelirlerin, ekonomide canlanma ve üretimde bir artış sağlamadığıdır. Foster ve Magdoff, finansallaşmanın dolayısıyla kredi patlamasının sermayenin işçiler tarafından gerçekleştirilen eksik tüketim sorununa bulduğu yanıt olduğunu vurguluyorlar. Son otuz yılda gerçek işçi ücretleri düşerken nesnel olarak yoksullaşan işçilerin, tüketimlerini artırmaları için kredi sistemi içindeki yerlerini almaları gerekiyordu. İpotekler, ucuz faiz oranlarına bağlı uzun vadeli krediler, kredi kartları işçileri ihtiyaçlarını borçlanarak karşılamaya teşvik ediyordu. Gerçek ücretlerde önemsiz bir artış ya da hiçbir artış gözlenmezken tüketiciler kazandıklarından kat kat fazlasını harcadılar: Haziran 2005-Temmuz 2006 arasında ABD’de tüketiciler kazandıklarından 1,1 trilyon dolar daha fazlasını harcamışlardı. ABD hazinesi rakamlarına göre, Mart 2006’da toplam borç 11,8 trilyon dolara ulaşmıştı. İngiltere’de ise her aile yıllık gelirinin yüzde 160’ı oranında bir borca sahiptir. Borçlanma ve Spekülasyon Kredi sisteminin merkezinde yer alan bankaların mevcut durumu mali krizin ciddiyetini ortaya koyuyor. New York, Londra ve kapitalizmin diğer finans merkezlerinde bankaları batmanın eşiğine getiren bankerlerin aldıkları ikramiye ödemeleri gazetelerin başlıklarından düşmezken, acil serviste oksijen makinesine bağlı olarak yaşayan bir hastaya benzetilen bankacılık sistemine ait tartışmalar büyüyerek sürüyor. IMF, 2008 krizi dolayısıyla bankaların toplam kayıplarının 4,1 trilyon dolar olduğunu tahmin ediyor; bu kayıplar ve daha fazla kayıplara uğramak korkusuyla bankalar hem birbirlerine; hem de sınai kuruluşlara kredi veremez hale gelince sistem neredeyse kilitlenerek, halihazırdaki kayıplara daha fazla kayıpların eklenmesine, dolayısıyla kriGüz | 2009 -

51


Casino Kapitalizmi zinin derinleşmesine yol açıyorlar. Bankaların 4,1 trilyon olarak tahmin edilen kayıpları nereden geliyor diye sorduğumuz zaman, bu kayıpların bir kısmının tüketici kredileri ve subprime ipoteklerden6 kaynaklandığını görüyoruz. Kayıpların tam olarak nereden geldiği ve ne kadar olduğu sistemin yapısı nedeni ile bankacıların kendilerinin dahi tam olarak bilmediği bir sır olarak kalıyor. Ancak, asıl sorun, daha önce değindiğimiz bankaların kendi borçlarının tırmanarak inanılmaz boyutlara ulaşmasında aranmalıdır. 1970’li yıllarda ABD’de borç oranı içinde, payı yüzde 10 olan finans sektörünün günümüzdeki payı yüzde 35’lere ulaşmıştır. Bu rakamın anlamı kriz öncesi yıllarda Wall Street bankalarının kredi sistemini devasa bir spekülasyon aracı olarak kullanmış olduğudur. 1970’li yıllarda kredi vermek için ülke ülke gezen bankacıların, 1990’lı yıllarda spekülasyon yaparak kazanç sağlayan hedge fonlara ve spekülasyon sonucu yaratılan ürünlere milyarlarca dolar yatırmaları söz konusudur. George Soros’un 1992’de İngiltere’nin ERM para sisteminden çıkacağı üzerine spekülasyon yaparak 1 milyar dolar kazanması örneği yerinde olacaktır. Burada borçlanma ve spekülasyon arasında sürekli ve birbirini doğuran bir ilişki söz konusudur. Örneğin, gerek bankalar gerekse de özel fonların borç aldıkları milyarlarca doları herhangi bir ülkenin para biriminin ya da herhangi bir firmanın hisse senetlerinin değerinin düşmesi için spekülasyon yaparak kullanması söz konusudur. Borçlanma ve spekülasyon ilişkisine diğer bir örnek de “Akbaba fonları’’ olarak nitelenen özel sermaye fonlarının giriştikleri faaliyetlerdir. Ağustos 2006’da Blackstone ve daha küçük bir akbaba fonu, İnternet üzeri satış yapan Travelport firmasını, 1 milyar dolar kendi kasalarından ödeyerek ve Travelport bilançosunu göstererek aldıkları 3,3 milyar dolar krediyle satın aldılar. Daha bir sene geçmeden 841 işçiyi işten çıkararak, 100 milyon dolar tasarruf sağlama yoluna gittiler. Aynı zamanda Travelport’un bilançosunu esas alan iki ortak firma 1,1 milyar dolar daha borç aldılar. İki firma yedi ay içinde yatırdıkları 1 milyarı ve ödedikleri masrafların tümünü geri aldılar. İşçileri işten çıkararak tasarruf ettikleri 100 milyon dolar ise borç aldıkları 1,1 milyar doların yıllık faiz ödemesine eşit idi. Yukarıda verilen Akbaba fonları örneğinde, spekülasyonun vardığı yıkıcı boyutları görüyoruz. Financial Times, 21 Temmuz 2009’da yayınladığı bir haberde, Avrupa’da özel sermaye fonlarının yüksek miktarda borçlar alarak gerçekleştirdikleri şirket alımları sonucu mali sıkıntı içine giren firmaların yüzde 24’ünün İngiltere, yüzde 14’ünün Almanya ve yüzde 12’sinin İtalya’da bulunduğunu yazdı. FT, tarafından aktarılan Close Brothers’a ait raporda, mali sıkıntı içindeki firmaların yüzde 41’inin sınai sektörde yer aldığı belirtilmektedir. Bu firmaların bir kısmının bile kredi bataklığında batması halinde Avrupa ekonomisinin ciddi bir darbe yiyeceği açıktır.7 Kredi patlaması ve borçlanmanın yarattığı tahribat ve bankacılık sektöründeki krizi anlamak için 2008 krizinin sorumlusu olarak gösterilen subprime ipotek krizine bakalım: Emlak Fiyatlarında Patlama ve Subprime İpotekler 1990’lı yıllarda ABD hazinesinin ABD’de faiz oranlarını düşürmesi dahil izlediği monetarist politikalar ve finansallaşmanın vardığı boyutlar konut alımının kolaylaşmasına yol açtı. Aynı dönemde borsalarda yaşanan patlamayı konut fiyatlarında patlama eşlik etti. 1995 ve 2005 arasında konut fiyatlarında önemli bir artış gözlemlendi. Konut fiyatlarındaki baş döndürücü artış sonucu konut, ABD’li ailelerin sahip olduğu en büyük mali değer haline dönüştü. 6 Subprime, düşük kaliteli, riskli ipotek kredileri. 7 Bak.: http://www.ft.com/cms/s/0/aba06ea2-758e-11de-9ed5-00144feabdc0.html.

52

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi Ev fiyatlarındaki patlamanın bir sonucu ipotek yoluyla ev alımının daha da kolaylaşması ve bankaların ipotek verirken uyguladıkları kriterleri aşağı indirmeleri oldu. Ev fiyatlarının sürekli olarak artması sonucu alıcılar fiyatların iki üç yıl içinde daha da artacağı düşüncesiyle yüksek fiyatlar ödemeyi kabul ediyordu. Ayrıca, konut fiyatlarının sürekli olarak arttığı bir ortamda ev sahipleri borçlarını ödeyemedikleri zaman konutlarının yükselen değerini göstererek, yeniden ipotek alarak borçlarını ödemeye devam ediyorlardı. 2000 ve 2005 yılları arasında konut değerleri yüzde 50’den fazla arttı. Merrill Lynch 2005 yılının ilk yarısında ABD GSMH’ sinde görülen büyümenin inşaat sektörü ile ilintili olduğunu ve 2001’den beri yaratılan özel sektör çalışma alanlarının konut sektörü ile ilişkili olduğunu belirtti. Düşük kaliteye sahip ya da subprime olarak adlandırılan ipotekler, ipotek ödemelerini yapamama oranı yüksek olan kesimlere verilen ipotekleri temsil etmektedir. Faiz oranlarının düşük olması ve konut fiyatlarındaki artış subprime ipotekleri mümkün kılmıştır, ancak bankalar spekülatif bir karaktere sahip yeni mali ürünler yaratarak onları mali piyasaya sürmeseler, subprime ipoteklerin oranı hiçbir zaman 2006-2007’de vardığı boyutlara ulaşmayacaktı. Bankalar bir yandan yeni mali ürünler yaratarak piyasadaki para miktarını artırırken; diğer yandan da ipotek almayı son derece kolaylaştırdılar. Herhangi bir gelir beyan etmeden ya da konut bedelinin yüzde 125’ ine varan ipotekler, ev fiyatlarında bir patlamanın yaşandığı ABD, İngiltere, İrlanda ve İspanya gibi ülkelerde bir norm haline geldi. Yaşanan önemli bir gelişme de, fiyatlardaki artış sonucu ev sahiplerinin evlerini yeniden ipotek ettirerek borçlanmaları ve bu yolla tüketimlerini artırmaları oldu. Bu yıllarda Harlem gibi gelir seviyesinin düşük olduğu işçi sınıfı ve göçmen nüfusun yaşadığı bölgelerde, kapı kapı dolaşarak ev sahiplerini evlerini ipotek ederek borç almaya ikna eden ipotek satıcılarının kazandıkları yüksek komisyonlar, bankaların yarattıkları yeni mali ürünler aracılığı ile kazançlarını akıl almaz şekilde artırmalarını sağlayan halkanın en alt düzeyinde gerçekleşen bir soygunu temsil ediyordu. Bankaların yarattıkları yeni mali ürünlere baktığımız zaman, uluslararası mali piyasaların ve özellikle bankaların 2008 krizinde oynadıkları rolü ve nasıl yüksek kazançlar sağladıklarını görüyoruz. Yeni Mali Ürünler Bankaların yarattığı mali ürünler, sermayenin piyasaya aktarılmasının aracıdırlar. Bu mali ürünlerden ipotek ürünlerine ve işleyişine bakarak kriz ile ilişkilerine göz atalım: Geleneksel olarak ipotek alanında faaliyet gösteren bankalar ve diğer mali kuruluşlar, ipoteğin düzenlendiği sürecin her aşamasından sorumlu idiler. Başvuruda bulunanlar ile görüşme, gelirlerin kontrolü, ipoteğin ödenmesi ve aylık ödemelerin toplanması bir kuruluşun çatısı altında gerçekleşiyordu. İpotek sanayisindeki değişme, 1983 yılında Larry Fink tarafından Collateralized Mortgage Obligations’ların (CMO) yaratılmasıyla başladı. Bu ürünle ipotekler bir fona transfer edilip, bu fon içinde üçe bölünüp değişik sınıftan bonolar haline getiriliyordu. Paket içindeki ipoteklerin yüzde 70’ine ödemeler önceliğinde en üst sıra verildi. Bir paket içindeki ipoteklerin ödenmeme oranı hiç bir zaman yüzde 30 düzeyine varmadığı için üst kademedeki ürünlere yatırımın güvenilirliğini temsil eden 3’lü AAA sınıflaması veriliyordu. Geri kalan yüzde 20’lik bölüme verilen faiz oranı temsil ettiği risk nedeniyle biraz daha yüksek iken, son yüzde 10’luk kesim ödemeler sıralamasında kayıpları ilk karşılayan tabakayı temsil ettiği için en yüksek faiz ödeme oranına sahip idi. CMO’ların piyasaya çıkışından sonra ipotek sektörü hızlı bir değişim geçirdi. İpoteği veren bankalar ile müşteriler arasında bir aracı ağı kurulurken, sınırlı bir sermayeye sahip olan ipotek bankaları verdikleri ipotekleri bir CMO’ya dönüştürene kadar Güz | 2009 -

53


Casino Kapitalizmi bekleyip, bunları hızla elden çıkardılar. Goldman Sachs gibi yatırım bankaları CMO’ları yaratıp, pazarladı. Bu sistem içinde banka A verdiği ipotekleri yatırım bankaları aracılığıyla CMO’lara dönüştürüyor ve bu ürünler, hızlı bir şekilde, emekli fonları, sigorta şirketleri ve diğer yatırımcılara satılıyordu. CMO’ların yaratılıp satıldığı süreçte elde edilen kazanç büyük olduğundan, bütün bankalar ve hedge fonlar bu ticareti akıl almaz boyutlara vardırdılar. CMO ilkesini esas alan 125’ ten fazla ürün yaratılıp pazarlandı. Ancak 1994 yılında ABD hazinesi faiz oranlarını yükseltince bankerlerin partisi büyük bir gürültüyle son buldu. Faiz oranlarının yükselmesi sabit kıymetlerin değerini düşürdüğü için, CMO’ları elinde tutan hedge fonların borç veren kuruluşlara ya ödeme yaparak, ya da garanti göstererek borçlanma oranını düşürmeleri gerekti. Ancak David Askin’in yönettiği 2 milyarlık CMO pozisyonuna sahip hedge fon ve bankaların bu ürünlere değişik fiyatlar verdiği ortaya çıkınca, CMO piyasasında bütün alım ve satımlar durdu. Trilyon dolarlık CMO pazarı çöktüğü zaman kayıplar 55 milyar doları buldu. 2008 krizine baktığımız zaman benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Ancak 1990’lı yıllar finansallaşmanın yoğunlaştığı yıllar olduğu için, küresel düzeyde ve kayıpların trilyonlarla ölçüldüğü bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu gelişmeleri anlamak için 1990 sonrası yaratılan mali ürünler ve bunların sonuçlarına yakından bakalım: 1993 yılında Amerikan JP Morgan bankasında genç bir ekip, kredi türevleri (derivatives) pazarında yeni ürünler yaratarak bu alanda yapılan işlemlerin önünü açmak, hem de çalıştıkları bankanın mevcut bankacılık regülasyonlarını esneterek büyük kazançlar sağlamasını amaçlayan bir mali ürün yarattı. Exxon şirketi, Valdez tanker patlamasından dolayı 5 milyar dolar cezayla karşılaşınca JP Morgan ve Barclays bankalarından 5 milyar dolarlık bir krediyi onaylamalarını istedi. Bu anlaşma JP Morgan için kazançlı bir anlaşma niteliğinde değildi: banka bu krediden dolayı düşük bir faiz alacaktı ve mevcut regülasyonlar gereğince verilen kredinin yüzde 8’ini nakit olarak ayırıp saklayacağı için düşük bir kâr haddi sorunuyla karşı karşıya idi. Blythe Masters, 1994 sonbaharında Avrupa Yeniden İnşa ve Gelişme Bankası (EBRD) ile temasa geçerek bu bankayı Exxon anlaşmasının içerdiği kredi riskini satın alıp alamayacaklarını sordu. JP Morgan, EBRD’ye, Exxon’un 5 milyarlık borcunu ödememesi halinde bu borcu ödemeyi taahhüt etmeleri halinde her yıl komisyon ödemeyi önerdi. Exxon’un borçlarını ödememesi ihtimalinin çok düşük olduğunu varsayan EBRD, credit default swaps (CDS) olarak adlandırılan ürünün ilk örneklerinden birinin altına imza attı. Spekülatör Warren Buffett tarafından mali piyasalarda her an patlayabilecek nükleer bombalar olarak nitelendirilen CDS’ler kredi patlaması sürecindeönemli bir rol oynadılar. Bunun nedeni, bankaların CDS’leri kullanarak, verdikleri borçların doğurduğu riski ortadan kaldırdığı gerekçesiyle tutmakla zorunlu oldukları nakit rezervlerini düşürerek piyasaya milyarlarca dolar sürme imkanına kavuşmaları idi. Nitekim, 1980’li yıllarda yaratılıp kullanılan CMO ürünlerine benzer ürünler olan CDS’ler, Uluslararası Basel anlaşmalarının nakit rezervleri konusunda bankalara yüklediği sorumluluğu ortadan kaldırmak için kullanıldı. Bankacılar tarafından kredilerin menkul değerlere dönüştürülmesi (securitization) işlemleriyle yüksek miktarda kredi, bir paket içinde toplanarak yatırımcılara satılıyordu. Bankalar bu paketleri esas alan bonolar yaratarak bu bonoları satıyor ve böylece hem aylık ipotek ödemelerinden hem de bono satışından gelir elde ediyorlardı. 1980’li yıllarda olduğu gibi yaratılan ürünler çeşitli kademelere bölünerek, bunlara ayrı bir risk oranı ve faiz ödemesi tayin edildi. Üst düzey (senior level) olarak nitelenen ürünler son derece sağlam olarak kabul edildiğinden, bu ürünlere kredi reyting devleri tarafından üçlü AAA değeri biçiliyordu. AAA kredi sınıflaması yatırımcıların bu ürünleri satın almasını sağlıyor ancak, bankaların sermaye rezervlerini azaltmalarını sağlamıyordu. JP Morgan bu ürünlerin ilk örneklerini, bankacılık regülasyonlarından muaf olan Amerikan sigortacılık devi AIG’ye sigorta ettirerek bu sorunun üstesinden gelmeyi başardı. Ancak, AIG ile yapılan an54

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi laşma tek başına yeterli değildi. Bankalar ipotek securitazition pazarında kullanılan bir yöntemi yaygın bir şekilde kullanmaya başladılar. Bankalar vergi cenneti olarak nitelenen Bermuda gibi yerlerde gölge firmalar yaratarak satın aldıkları ipotekleri, SPV (Special Purpose Vehicles, “Özel Amaçlı Araçlar”) olarak nitelenen bu firmalara devrediyorlardı. Herhangi bir ABD vergisi ödemekten muaf olan SPV’ler, bir ücret karşılığında, JP Morgan-EBRD anlaşmasındaki EBRD’nin rolünü üstlenerek ödememe durumundan doğacak riskleri üstleniyordu. Ancak, JP Morgan, 1980’li yıllardan farklı olarak, değişik ipoteklerden oluşan bonoları satmak yerine, kredi türevi kontratlarını satmaya başladı. Örneğin, banka 30 konutun sigorta kontratını bir paket içinde birleştirerek, bu paketin içerdiği riski yatırımcılara satıyordu. Paket içindeki konutlardan biri yandığı takdirde zararı karşılayacak olan banka değil, bu riski üstlenerek gelir elde eden üçüncü parti olacaktı. 1997 ve 1999 yılları arasında kredi türevi anlaşmaları 6 kat artarak 229 milyar dolar ulaştı. Kredi pazarı kontrol edilemez bir şekilde büyürken Wall Street bankaları ile kendisini özdeşleştiren ABD hazine yetkilileri, özellikle Federal Rezerv başkanı Alan Greenspan, herhangi bir regülasyon sağlanmasına karşı çıkarken faiz oranlarını düşürerek 2008 yılında yıkımla sonuçlanan bir dolar tsunami’sine yol açtı. Amerikan bankaları Goldman Sachs, Morgan Stanley, Lehman Brothers, Alman bankası Deutsche Bank, İsviçre bankası UBS, neredeyse sanayileşmiş ülkelerin bankalarının tümü iştahla kredi türevleri pazarında yeni ürünler yaratarak büyük kazançlar sağlama yarışına girdiler. Büyük Amerikan yatırım bankalarının işlemleri 20032004 yıllarında yüzde 14 büyürken, sağladıkları kazanç 61 milyar dolara ulaştı. Bu kazançlar içinde kredi türevi ürünleri ağırlıklı bir role sahipti. Bankalara büyük kârlar getiren kredilerin menkul kıymetlere dönüştürülerek parçalar ve paketler halinde satılması mali pazarlarının etkili bir şekilde çalışmasını sağladığı öne sürülerek halen savunulmakta ve bu ürünlerin regülasyonuna karşı çıkılmaktadır. Ancak, henüz daha 2008 krizi patlak vermeden önce, 2005 yılına gelindiğinde kredi türevleri o kadar kompleks bir hale gelmişti ki, bu ürünlerin büyük bir kısmına herhangi bir fiyat biçilemiyor,mali piyasada fiyatlarının belirlenmesi söz konusu olmuyordu. Kredi türevi ürünlerin fiyatları belirli modellere göre belirleniyordu. Bu durumun sözde serbest piyasa açısından savunulabilir bir yanı yoktur; gerek mali gerekse de politik olarak büyük bir güce sahip olan dev bankalar ve gölge bankacılık sektörünün güçlerini açık bir şekilde kullanarak piyasaları manipüle etmeleri söz konusudur. Gölge Bankacılık Sistemi Yazının yukarıdaki bölümünde, topladıkları mevduatları kullanarak faaliyetlerini sürdüren geleneksel bankalar ile yatırım bankaları olarak nitelenen Morgan Stanley, Goldman Sachs gibi bankalar ve yaptıkları işler açısından bir banka gibi değerlendirilmeleri gereken hedge fonlar ve CDS sektörünü birlikte değerlendirdik. Ancak, mali piyasanın merkezini oluşturan bankacılık sistemine yakından baktığımızda, geleneksel bankalar regülasyona tabii tutulurken yatırım bankaları ve hedge fonların mevcut regülasyonların dışında kaldığını görüyoruz. Paul Krugman, The Return of Depression Economics and the Crisis of 2008 (Penguin Books, 2008) adlı kitabında, yatırım bankalarını ve hedge fonları banka olmayan bankalar olarak tanımlarken kullandığı kriter, ikinci gruptakilerin bankacılık regülasyonlarının dışında kalmasıdır. Mevduat toplamayan ve bu nedenle sınırlı bir regülasyona tabii olan yatırım bankaları dahil, hedge ve özel sermaye fonları, broker-dealers, para piyasası fonları gölge bankacılık sistemi ya da paralel bankacılık sistemi olarak nitelenmektedir. COD ve CDS’ler gibi mali ürünler ve bunların türevleri gölge bankacılık sistemi içinde değerlendirilmektedir. Kısa vadeli ve likid borçlar alarak uzun vadeli ve likid olamayan yatırımlar yapan bu sistemin üyelerinin -para piyasası fonları hariçsahip oldukları borçların öz sermayelerine oranı bankalardan çok daha fazladır. Güz | 2009 -

55


Casino Kapitalizmi Yatırım bankalarının ve fonların bilançoları ve bilanço dışı işlemlerine bakıldığı zaman görülen, işlemlerin dev boyutlarıdır. Örneğin, Uluslararası Anlaşmalar İçin Banka’ya (BIS) göre, 2007 yılı sonunda 43 trilyon dolar değerinde CDS mevcut idi. Bu rakam bütün dünyadaki bankacılık sisteminin sahip olduğu değerlerin yarısından fazladır. Türetilmiş ürünlerin toplamının ise 500 trilyon dolardan fazla olduğu tahmin edilmektedir.Akbaba fonlarına aktarılan kredi miktarı ise 1 trilyon dolar dolayında idi. Bankacılık sistemi içinde doğan ve ondan ayrı olarak değerlendirilmemesi gereken gölge bankacılık sisteminin günümüzdeki boyutlara varmasının nedeni, finansallaşma döneminde kredi sisteminin vardığı dev boyutlar ve borcun öz sermayeye veya toplam sermayeye oranının oldukça yüksek olduğu işlemlerin artması ile bağlantılıdır. Gölge bankacılık sisteminin Wall Street bankalarının ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmesi, Golman Sachs CEO’sunun 1993 yılında Clinton’un Hazine Sekreteri olarak atanması ile yeni bir döneme girdi. 1996 ve 1998 yılında yapılan seçimler sırasında bankalar, sigorta firmaları ve mülk fonları 200 milyon doları lobi faaliyetleri için harcarken, 1998 seçimleri sırasında 150 milyon dolar bağışta bulundular. Yapılan lobi faaliyetlerinin amacı, 1920’li yıllarda doğan kriz sonrasında çıkarılan ve halen geçerli olan mali piyasaları regüle eden -yatırım bankaları ve mevduat toplayan bankalar arasında ayrım yaparak kısıtlamalar getiren Glass-Steagall yasasının yürürlükten kaldırılmasıydı. 1998 yılında, yatırım bankası Salomon Smith Barney’in ticari bankalardan Citicorp ile birleşerek Citigroup’u kurmaları ABD Kongresi tarafından onaylanınca, mali piyasaların deregülasyonu ile birlikte gölge bankacılık sistemi gelişimini hızlandırdı. Citigroup’un kurulmasını onaylayan Hazine sektereteri Rubin’in 5 ay sonra istifa ederek yeni kurulan grubun yöneticileri arasında yer almasını, günümüzdeki ABD Hazine Sekreteri Hank Paulson ve Federal Rezerv Başkanı Ben Bernanke’nin eski Goldman Sachs yöneticileri olduklarını not etmek gerekir. Robert Brenner, 6 Şubat 2003’de London Review of Books’da yayınlanan “Towards the Precipice’’ başlıklı makalesinde, dev yatırım bankalarının faaliyetlerini analiz ederken, teknoloji sektörü ve özellikle de telekom firmalarının büyümesi ve yatırımları ile gölge bankacılık sektörü arasındaki bağa dikkat çeker. Yatırım bankalarının bazen piyasa faiz oranlarının altında verdiği krediler, korporasyonların bilançolarını iyileştiren yeni mali ürünleri ve hisse senedi fiyatlarının durmaksızın yükselmesini sağlayan faaliyetleri ile telekom sektörünün büyümesi birbiriyle bağlantılı idi. 1995-2000 yılları arasında en büyük on banka telekom sektöründe 1,3 trilyon dolar bedelinde 1670 birleşme ve devir operasyonunu organize etti, bu operasyonlardan sağladıkları kazanç 13 milyar dolar idi. Peter Gowan, 1990 sonlarında çalışanların ücretlerinden emeklilik fonlarına aktarılan para miktarının 2 trilyon dolara ulaştığını ve kısa vadeli para pazarlarının giderek artan bir şekilde spekülatif mali işlemleri gerçekleştirmek için kullanıldıklarını belirterek, gölge bankacılık sisteminin durmak bilmez bir şekilde yeni fonlara ihtiyaç duyduğunu yazmaktadır. Gowan’ın Wall Street bankalarının planlı bir şekilde konut piyasasındaki patlamayı planlayıp gerçekleştirdiklerini belirterek, 2008 krizinin sorumlusu olarak, konut piyasasındaki gerilemeyi değil, gölge bankacılık sistemini sorumlu tutmaktadır. “Kriz yalnızca borç patlamasının vardığı boyutlar tarafından değil, onun aldığı biçimler tarafından da tetiklendi’’ (Peter Gowan, Crisis on Wall Street, New Left Review, no: 55 s:18). Burada sözü geçen ve trilyonlarla ifade edilenler, türev ürünleri ve bunların piyasaya sürülüp işlem gördükleri süreçtir. 2008 krizinin ortaya çıkardığı, Peter Gowan’ın altını çizdiği temel sorun nedeniyle, gölge bankacılık sisteminin kum üzerine inşa edilmiş bir kaleye benzemesidir. Nouriel Roubini, Financial Times’da 21 Eylül 2008’de yayınlanan, “The Shadow Banking System is Unravelling’’ başlıklı makalesinde, aktif değerlerdeki patlamanın bir balon gibi patlayıp sönmesi sonrasındaki borç oranını indirme döneminde, yatırımcıların SIVs gibi yeni mali ürünlerin toksik yapısını kavraması üzerine kısa vadeli fon piyasasının kuruduğu ve böylece, 56

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi yalnızca Bear Stearns ve Lehman Brothers’ın çöküşüne değil, sistemin diğer üyelerinin de çöküşüne yol açacak bir sürecin başladığını vurgular (http://www.ft.com/ cms/s/0/622acc9e-87f1-11dd-b114-0000779fd18c.html) .Görünen odur ki, gölge bankacılık sisteminin herhangi bir kademesinde kriz başladığı zaman, yatırımcılar yatırım yapmaktan kaçınmakta ya da fonlarını geri çekmekte, buna karşılık bankalar ve fonlar borç oranlarını düşürmek için ellerindeki değerleri hızla satmaya zorlanmaktadır. Zoraki satışların yarattığı menkul kıymet değerlerindeki düşüş, bilançoları negatif olarak etkilemekte ve daha fazla değer satışa zorlanmaktadır. Burada söz konusu olan, sürekli olarak kayıplar üreten yıkıcı bir süreçtir. Gölge bankacılık sistemi zorunlu olarak bir rezerve sahip olmadığı ve sahip olduğu fonlar herhangi bir garanti altına alınmadığı için, bir kriz ile karşılaştıklarında merkez bankalarının kapısını durmaksızın çalmakta ve iflas edilmesine izin verilmeyecek kadar büyük oldukları varsayılan banka ve fonlara trilyonlarca dolar aktarılmaktadır (Nisan ve Ekim 2008 arasında ABD hazinesi, ECB ve İngiltere merkez bankası tarafından aktarılan kredi tutarı 5 trilyon dolardır). 2008 krizinin ardından gölge bankacılık sistemini kontrol altına almak için yapılan çalışmalar, Atlantik’in her iki yakasında da henüz somut bir sonuç vermeden sürüyor. Gölge bankacılık sisteminin temsilcileri kontrol girişimlerine kazanç elde etme imkanlarının ortadan kalkacağı gerekçesiyle direnirken, mevcut finans sisteminin gölge bankacılık sistemi etrafında yoğunlaşmış olması, halen çözümlenmesi gereken bir sorun olarak durmaktadır. Gölge bankacılık sisteminin yarattığı spekülasyona dayalı sistemin sonuçları neredeyse her yıl yeni bir skandalla su yüzüne çıkmakta, ancak sistemin savunucuları açgözlü bankerleri ya da regülasyon eksikliğini bahane ederek 2008 krizini kaçınılması mümkün bir kaza olarak yorumlamaktadırlar. Ancak sorun, kişilerin eylem ve sorumsuzlukları ile açıklanamayacak boyutlardadır. PIMCO yatırım firmasının yetkililerinden William H. Gross’un vurguladığı gibi, gölge bankacılık sistemi içinde birçok ürün ve bunlara bağlı işlemler (örneğin subprime ipotekler) bir dolandırıcılık sistemi olan piramit sistemlerine benzemektedir (Bill Gross, Pyramids Crumbling, http://www.pimco.com/LeftNav/Featured+Market+Commentary/ IO/2008/IO+January+2008.htm). Bu açıdan baktığımızda mevcut sisteme dokunulmazken, B. Madoff’a neden ağır bir hapis cezası verildiğini sormak gerekmektedir. Birçok mali ürün gerçekte bir gelir sağlamaz iken, gelir sağladıkları varsayılarak işlem görüyorsa ya da CDS örneklerinde görüldüğü gibi bu ürünlere nasıl değer biçildiğini ürünleri yaratıp kullananlar bile açıklayamıyorlarsa, sistemin durmaksızın Madoff’lar üretmesi normal bir gelişmedir. Yatırımcıların ödedikleri komisyon ve işlem giderleri bankerlerin ceplerine giderken sistemin işlemesini sağlayan, elde edilen kazançlar değildir; subprime ipotekler gibi piramit sistemler, tıpkı bir casinoda olduğu gibi, ayakta kalmak için durmaksızın yeni kumarbazların gelerek paralarını yatırmasına ihtiyaç duymaktadır. Finans dünyasındaki yayın organlarını halen meşgul eden Madoff skandalı, bu gerçekliğin teyidi anlamına gelir. B. Madoff’un aylık yüzde 15’e varan faiz oranlarını bir piramit sistemiyle ödediği ortaya çıktığında kurbanları yalnızca küçük yatırımcılar değildi. Vakıflar, hedge fonlar ve bankaların Madoff kurbanları içinde yer aldıkları görüldü. Madoff’a para aktaran aracı fonlar milyonlarca dolar kazanç sağlamıştı. Madoff’un nasıl olup da yıllarca hiçbir denetime uğramadan milyarlarca dolarla ifade edilen bir dolandırıcılığı sürdürdüğü sorusuna verilecek cevap, ilk bakışta, finansallaşma çağında denetimin bir gereklilik olmaktan çıkıp, kâr imkanlarını azaltan ya da ortadan kaldıran bir engel olarak görülmesi ile açıklanabilir. Ancak, asıl sorun, tüm sistemin Amerikan hazinesinin sattığı trilyonlarca dolar değere sahip bonolar dahil dev bir piramit sistemine benzemesidir. Kredi Patlamasından Çöküşe 2005-2006 yıllarında ABD konut fiyatlarında artışın durması gelmekte olan krizin ilk Güz | 2009 -

57


Casino Kapitalizmi habercisi idi. Ev fiyatlarındaki artışın durması subprime ipoteklerin yeniden düzenlenmesini engelleyince, ödenmeyen ipotekler sorunu piyasada bir paniğin başlamasına sebep oldu, ancak krizin yoğun olarak hissedilmeye başlandığı 2007 yazında bile krizin boyutlarının ne kadar büyük olduğunun henüz farkına varılmış değildi. Kredi patlaması yıllarında ellerinde bulunan ipotekleri anında yatırımcılara satan bankalar ve hedge fonlar, krizden ürken yatırımcılar bu ürünleri almaktan çekinince büyük bir krizle karşı karşıya kaldılar. Birbirlerine güvenlerini kaybeden bankalar ve hedge fonlar kredi kanallarını kapatıp, verdikleri kredileri geri çağırmaya başlayınca mali sistemi çöküşün eşiğine getiren kriz başladı. Burada krizi tetikleyen iki önemli olay Mart 2008’de ABD yatırım bankası Bear Stearns ve Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın çöküşleri oldu. Çöküş yalnızca bankalarla sınırlı kalmadı, kredi türevlerini sigorta ederek büyük kazançlar sağlayan AIG, ABD hükümeti tarafından kurtarıldı. AIG, 200 milyar dolarlık bir değeri temsil eden subprime ipotekleri esas alan CDS ve CDO ürünlerinin ana sigortacılarından biri idi. Lehman Brothers çöktüğü zaman hangi kuruluşun aynı türden riskler taşıdığının arayışına girildi. AIG’nin, Lehman’ın çöküşüne yol açan CDS ve CDO’lara değerlerinin üzerinde bir fiyat biçerek işlem yaptığı ortaya çıkınca, AIG’nin kredi reytingi çöktü. Bunun anlamı üstlendiği riskleri karşılamak için gösterdiği değerlerin miktarını artırması gerekliliği idi, ancak kredi pazarlarının tıkanması sonucu kredi bulamayan AIG iflasla karşı karşıya kaldı. AIG’nin iflas ettiğinde kendisi ile birlikte gerek ABD, gerekse Avrupa bankalarını çöküşün eşiğine getireceği kanısına varan ABD hazinesi 85 milyar dolar karşılığında AIG’nin yüzde 79,9’unu satın aldı. Ekim 2008’de AIG’ye 37,8 milyar, Kasım ayında 40 milyar ve Mart 2009’da 30 milyar dolar daha verildi. AIG’nin 2 Mart 2009’da açıkladığı zarar ise rekor bir rakam, 62 milyar dolar idi. ABD hazinesinin AIG’ye aktardığı 180 milyar doların nereye gittiği sorusuna verilecek cevap, üst sınıflara gelir transferini temsil eden bir skandalı temsil etmektedir. ABD hazinesinden aktarılan paranın yüzde 99,9’u CDS’leri AIG’nin sigorta etmesi nedeniyle zararlarının karşılanmasını talep eden bankalara transfer edildi: Société Générale 11,9 milyar, Goldman Sachs 12,9 milyar, Merrill Lynch 6,8 milyar, Deutsche Bank 11,8 milyar, Barclays 8,5 milyar ve BNP Paribas 4,9 milyar dolar aldılar. Bankalara aktarılan milyarlarca dolar, adı geçen bankaların birçoğunun 2009 yılı birinci ve ikinci dönemlerinde milyarlarca dolar kâr bildirmelerini sağladı. Kısaca söylemek gerekirse, iflas halinde olan sözü geçen bankalar hazine tarafından kendilerine aktarılan milyarlarca dolar sayesinde yeniden milyarlarca dolar kâra geçtiler. Hiç şüphesiz bu gelişme, finans sektörü ile devlet arasındaki iç içe geçmenin bir ürünüdür ve sistemin nasıl emekçilerin aleyhine işlediğinin bir delilidir. Bu gelişme serbest piyasa savunucularından Martin Hutchinson’un aşağıdaki satırlarında ifade edilmektedir: Eğer Citi, Fannie, ve Freddie iflas etse idi –serbest bir piyasada olması gereken de bu idi- Goldman 13 milyar doların büyük bir bölümünü kayıp etseydi (bunun sonucu iflas da edebilirdi) mali piyasalar bugün çok daha farklı durumda olacaklardı. Mali sektör işsizlerle ve New York caddelerinde elma satan eski Citibankerleri ile dolu olacak ve bankerlerin maaşları çöküş öncesi dönemin altında kalacak idi. Ancak, öyle ki Goldman Sachs’ın 2009 yılında rekor kazançlar sağladığı söyleniyor ve çalışanları rekor ikramiye ödemeleri bekliyor. Dün bu yatırım bankası ikinci dönem kârını 3,44 milyar olarak bildirdi.8

8 Martin Hutchinson, “Here’s Why It’s Time to Ban Credit Default Swaps”, bak.:http://www. moneymorning.com/2009/07/15/ban-credit-default-swaps-2/.

58

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi “Zombi Bankalar” Yukarıda belirttiğimiz gibi, 2008 mali krizi ABD ve Avrupa’da bankacılık sistemini çöküşün eşiğine getirdi. İngiliz bankası Northern Rock, Bradford Bingley, İzlanda bankaları Glitnir ve Landsbanki, Belçika bankası Fortis, İrlanda bankası Anglo Irish ve günümüzde aynı problemlerle karşılaşan İşveç, Avusturya ve daha bir dizi ülke bankasının karşılaştığı sorunlar, bir yandan bankacılık sisteminin yapısal sorunlarına işaret ederken diğer yandan da akut sorunlarının ciddiyetini ortaya koymaktadır. Bankalar, içinde bulundukları sorunlar nedeniyle “zombi bankalar” olarak adlandırılmakta ve oksijen maskesi takılı olarak yaşayan hastalara benzetilmektedir. Bankaların karşılaştığı ortak sorun ise bilançolarında hacimleri giderek büyüyen kayıplarıdır. IMF, 2008 krizi dolayısıyla bankaların kayıplarının 4,1 trilyon dolar olduğunu tahmin etmektedir. Bu kayıpların kaynağı ise, ABD ve diğer ülkelerde yaşanan konut fiyatlarındaki çöküşle ilgilidir. Bankaların bilançolarında yer alan aktif değerlere doğru bir şekilde fiyat biçilememekte ve bu değerler bankaların biçtiği fiyatların çok altında bir fiyatla işlem görmektedir. Bu durumda bankalar, bilançolarında bulunan aktif değerleri yüzde 60-70 altında bir fiyatla sattıkları zaman, korkunç bir zarar ve iflasla karşılaşacaklardır. Bu türden bir gelişmeyi engellemeyi amaçlayan ABD hazinesi ve diğer ülkelerin merkez bankaları, ya “toksik (zehirli) değerler” adı verilen bu değerleri satın alarak ya da bankalara nakit aktararak bankacılık sisteminin çöküşünü engellemeye çalışmaktadır. 2009 yazında yatırım bankaları ve batı dünyasının büyük bankalarının kayıplarını kontrol altına aldıkları konusunda güven vermeleri ve bazılarının astronomik kârlar bildirmeleri mali krizin aşıldığı yorumlarına yol açtı. Ancak, sahip oldukları borcun öz sermayeye veya toplam sermayeye oranı genelde 35’e 1 olan bankaların -bazı Alman, İngiliz ve İsviçre bankalarında bu oran 70-80’e 1’dir- bir yandan sermayelerini artırmaya çalışırken, diğer yandan kredi vererek sistemin krizi aşmasını sağlamaları mümkün değildir. Bankacılık sektöründeki krizin sürmesi halinde, resesyonun yayılarak sürmesi beklenmelidir. Bloomberg, 14 Ağustos 2009’da “Toxic Loans Topping 5% May Push 150 Banks to Point of No Return’’ başlıklı haberinde, ABD’de 150 bankanın ödenmeyen borçlarının öz sermayelerinin yüzde 5’i oranına ulaştığını ve bu gelişmenin bankaların varlıklarını sürdürüp sürdüremeyecekleri sorusunu gündeme taşıdığını belirtiyordu. Bu haberin yayınlandığı günün bir gün öncesinde ise, ABD’nin büyük bölgesel bankalarından Colonial’a el konularak, başka bir bankaya devredildiği açıklanmıştı. Toksik borçlar sorununu halen çözemeyen büyük Avrupa bankalarından birinin iflası halinde doğacak panik, 1930 krizini bile gölgede bırakacak bir ekonomik tablo ile karşılaşmamıza yol açabilir. Gerçekte iflas etmiş ancak hükümetlerin sağladığı destekle ayakta duran bir dizi dev bankanın içinde bulunduğu durum, krizin derinleşmesi tehlikesi aşılsa bile, önümüzdeki yıllarda kronik bir durgunlukla karşılaşacağımızı haber vermektedir. Finansallaşma sürecinin kapitalizmin sorunlarına bir çare sağlamadığı, aksine kapitalizmin krizlerini her seferinde birbirinden daha sert olmak üzere ağırlaştırdığını ve ülkeleri iflasın eşiğine getirdiğini göstermek için 2008- 2009 yıllarında İzlanda’da yaşanan bankacılık krizine bakmakta fayda vardır. İzlanda Örneği 2008 Eylül ve Ekim aylarında İzlanda hükümeti ülkenin üç büyük bankası olan Glitnir, Landsbanki ve Kaupthingnde’yi ulusallaştırdı. Başbakan Geir Haarde, 6 Ekim’de yaptığı bir açıklamayla, “Ciddi bir tehlike var.....en kötü durumda İzlanda ekonomisi bankalarla birlikte bir girdaba düşüp, bunun bir sonucu olarak ulusal iflasını ilan Güz | 2009 -

59


Casino Kapitalizmi edebilir.’’9 2008 ortalarına gelindiğinde İzlanda’nın 50 milyar avroluk dış borcunun yüzde 80’i bankalara ait iken, 2007 yılında GSMH’si 8,5 milyar avro olan İzlanda’nın el koyduğu bankaların bilançolarındaki değerler GSMH’nin 10 katından fazla idi. Ancak krizden etkilenen yalnız İzlanda olmadı, İngiltere, Almanya ve diğer ülkelerdeki kişi ve kuruluşlar yatırdıkları paraları çekemediler. İngiliz hükümetinin anti-terörizm yasalarını kullanarak İzlanda bankalarının Britanya’daki mal varlıklarına el koyması diplomatik bir çatışma yarattı. Bankaların iflası sonucu İzlanda para birimi ani ve keskin bir değer düşüşüne uğradı, döviz işlemleri haftalarca ertelendi ve İzlanda borsası yüzde 90 değer kayıp etti. İşsizlik, ücretlerin düşmesi, emekli fonlarında yaşanan kayıplar ve resesyon yaşam seviyesinde genel bir düşüşe yol açtı. İzlanda Hükümeti, İzlandalıların yoğun muhalefetine ve protesto için meydanları doldurmalarına rağmen, İngiltere ve Hollanda’ya, İzlanda bankalarında batan mevduatları, yıllık ödemelerin İzlanda’nın GSMH’sinin yüzde 6’sını geçmemesi koşulu ile 15 yılı aşan bir süre içinde ödemeye karar verdi (Financial Times, 17.08.09, http://www.ft.com/cms/s/0/04e0f082-8a8d-11de-ad0800144feabdc0.html). Bankalar arası piyasalarda kısa vadeli borçlar alarak büyüme yolunu seçen, ancak kısa vadeli kredi piyasası daraldığı zaman iflasa sürüklenen İzlanda bankaları, neoliberalizm ve finansallaşmanın bir ülkeyi nasıl iflas ve yıkıma sürüklediğinin bir örneği olarak durmaktadır. İzlanda bankaları ABD’de Lehman Brothers bankasının çökmesi sonucu doğan panik ortamında, birçok benzer bankadan daha farklı olmamalarına ve bilançolarında toksik değerler olmamasına rağmen iflasa sürüklendiler. Hiç şüphesiz bu gelişmenin ana nedeni, İzlanda bankalarının sahip oldukları borcun öz sermayeye veya toplam sermayeye oranının oldukça yüksek olması ve bankaların İzlanda ekonomisi ile karşılaştırıldıklarında oldukça büyük olmaları idi. Küçük bir ülke olan İzlanda’nın karşılaştığı kriz ve sonuçları, bankacılık sektörünün oldukça büyük olduğu İsviçre ve İngiltere gibi ülkelerle karşılaştırdığımız zaman ortaya ürkütücü bir tablo çıkmaktadır. Bankaların sahip oldukları değer ve sorumlulukların, İngiltere’nin GSMH’sinin birkaç katı olduğunu belirten Financial Times yazarlarının “İngiltere, İzlanda’nın yolundan gidebilir mi?” diye bir tartışma içine girmeleri bu kaygıdan kaynaklanıyordu. İzlanda örneği, krizin ortaya çıkardığı yapısal sorunların iyi bir örneğidir: Financial Times, 13 Nisan 2009 tarihinde yayınlanan “Lessons learnt for capitalism’s future’’ başlıklı editoryal yazıda, “finans büyüyüp küreselleştikçe, ulusal yasalar bazı firmaların iflas etmelerine izin verilemeyecek kadar çok büyümelerinin önüne geçemez. Finans devlerini kapatmak için onlara borç verenleri kurtarmamız gerektiğini, aksi takdirde global bir resesyon ile karşılaşacağımızı keşfettik. İflas için çok büyük olanların, aynı zamanda, vergilendirme ve politik nedenler dolayısıyla ulusal hükümetlerin onları kurtarması için de çok büyük olabiliyorlar. Ancak çok az sayıda ülke, gerçekten küresel kurumları kurtarma operasyonlarına girişebilirler. Vergi ödeyenler, herhangi bir şekilde iflas etmiş kurumların yabancılara borçlarını ödemeyi reddedebilirler. Kriz tarafından ortaya çıkarılan en büyük soru, bu çelişkinin nasıl çözüleceğidir. Küresel finansallaşma ile ulusal yönetimler arasındaki günümüzdeki uyumsuzluk devam edemez. Ya yönetim daha küresel bir hale gelmeli ya da finans daha az küreselleşmeli’’ derken, G-20 ülkeleri ve Çin gibi ülkeleri içine alan elit ülkelerin yapacakları anlaşmalar ile finans piyasalarının küreselleşmesinden geri adım atılmamasının sağlanabileceği sonucuna varıyordu. FT yazarlarının doğru bir şekilde altını çizdikleri gibi, İzlanda örneğinde sonuçlarını özetlediğimiz sorunun çözümü globalizasyon (küreselleşme) ile deglobalizasyon (küreselleşme sürecinin tersine dönmesi) arasındadır. 9 Bak.: http://eng.forsaetisraduneyti.is/news-and-articles/nr/3035.

60

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi Hükümetlerin Borç Krizi Bankacılık sistemini kurtarmak için ABD, İngiltere ve Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve diğer hükümetlerin harcadığı kaynaklar sistemin karşılaşacağı önemli sorunları haber vermektedir. Britanya’da, Ekim 2008’de hükümetin açıkladığı 500 milyarlık dolarlık bankaları kurtarma fonu, ABD’nin 700 milyar dolarlık TARP fonlarının ortak amacı, bankaların bilançolarındaki toksik değerlerin satın alınarak ya da sigorta edilerek yeniden kapitalize edilmeleridir. Böylece tıkanan ve sistemin işlerliği açısından hayati bir öneme sahip olan kredi sisteminin yeniden sağlığına kavuşması amaçlanmaktadır. Bankalara aktarılan milyarlarca dolar ve ekonominin canlandırılması için ayrılan fonlar, kriz nedeniyle düşen vergi gelirleri ile birlikte birçok ülkede bütçe açığının derinleşmesi ve bu açığı kapatmak için yeniden borçlanmaları anlamına gelmektedir. Britanya hükümetinin 2009-2010 dönemi için öngördüğü bütçe açığı 175 milyar sterlin düzeyindedir. İngiltere’nin ulusal borcunun GSMH’ye oranı yüzde 80 düzeyine ulaşmak üzeredir. Bu borcun yıllık faiz ödemeleri 35 ila 47 milyar sterlin arasındadır. 2009 yılında hükümetlerin toplam borçlarının 5,3 trilyon dolara ulaşacağı öngörülüyor. Ancak, bu miktarda bir borçlanmanın gerçekleşmesi mümkün değildir ve bu da kapitalist ekonomide durgunluk, ve resesyonun uzun bir zaman dilimine yayılarak süreceğinin bir başka delilidir.

2009 Tahmini Borçlanma Rakamları (milyar (Kaynak: http://www.moneyweek.com/news-and-charts/economics/global-economics-debt-is-worsedolar) than-you-think-44405.aspx)

Japonya 536 Di?er Dünya 421 İngiltere 319 ABD 3,018

Almanya 190 Fransa 166 Çin 132 İspanya 120 Hindistan 117 Rusya 107

İtalya 95

Meksika 22 Kanada 69

Brezilya 53

Borçlanma dünya ekonomisinin küçüldüğü, kapasite kullanımının giderek azaldığı bir çerçeve içinde meydana gelmektedir. Borçlanma oranının düşük olduğu Almanya’da ekonominin bu yıl yüzde 5,4 küçülmesi beklenirken, bu oran Türkiye’de yüzde 13’ü geçmiş bulunmaktadır. Dünya Bankası dünya çapında ekonomik daralmanın boyutunu yüzde 3 olarak tahmin etmektedir. Hükümetlerin milyarlarca dolar borçlanmalarının sonuçları ağırdır. Açıktır ki, sağlık, eğitim gibi kamusal alanlara harcanacak kaynaklar borç ödemek için kullanılırken, kamu harcamalarının kısılması, kamuda ve özel sektörde işten çıkarmalar ve vergi artışları ile emekçi sınıflar krizin faturasını ödemeye zorlanacaklardır. Financial Times, 22 Temmuz 2009’da yayınlanan, “Kaliforniyalılar kesintilere karşı çıkıyor’’ başlıklı haberinde, Kaliforniya Eyalet Hükümeti’nin 28,3 milyar dolarlık bütçe açığını kapatmak Güz | 2009 -

61


Casino Kapitalizmi için eğitim, sağlık, sosyal servisler ve işsizlik programlarında kesintilere gitmesinin tepki ve protestolara yol açtığını yazıyordu. Eğitim bütçesinde 9 milyarı bulan bir kesinti yapılmasının doğrudan kamu öğretim kuruluşları ve üniversitelere güvenen emekçi sınıflar açısından sonuçları ağır olacaktır. İrlanda Hükümeti bütçe açığını kapatmak için 6.900 öğretmenin işine son verip, sosyal yardım ödemelerini yüzde 5, çocuk yardımını yüzde 20 kesti. Emekçilerin kazanılmış haklarına karşı bir saldırıyı temsil eden ve krizin faturasını emekçi sınıfların ödemesi anlamına gelen geniş çaplı kesintiler hükümet tarafından borçlanma nedeniyle GSMH’nin yüzde 15’ine varan bütçe açığını kapatmak ve haftalık 400 milyon avroya ulaşan faiz ödemeleri gösterilerek savunuluyor (Ambrose Evans-Pritchard, Fiscal ruin of the Western world beckons, Daily Telegraph, 10.08.09, http://www. telegraph.co.uk/finance/comment/ambroseevans_pritchard/5857074/Fiscal-ruin-ofthe-Western-world-beckons.html) İşsizlik ve düşen işçi ücretleri ile birlikte ele alındığında, kamu harcamalarında yapılan kesintiler, gelir dağılımındaki eşitsizliğin ve dolayısıyla yoksulluğun artması sonucunu verecektir. İşçi sınıfının sınıf örgütleri aracılığıyla mevcut haklarının savunusunda göstereceği herhangi bir tereddüt, tüm emekçi sınıflar ve işsizleri içine alan bir sınıf cephesinin şekillenmesini zora sokar ve burjuvazinin krizin faturasını emekçilere ödetmesi anlamına gelir. Kriz ve Küreselleşme Krizin derinleşmesiyle birlikte gerek ABD, gerekse diğer ülkelerde, ithal mallarını vergilendirmeye ya da yabancı firmaları ihale sürecinin dışında bırakmaya yönelik korumacı tedbirler alınmaya başlandı. Bu korumacı tedbirlerin en belirginleri, göçmen işçilere karşı alınan önlemler ve İngiltere’de görülen, “Britanya işleri, Britanyalı işçiler içindir’’ kampanyası oldu. ABD’de “Amerikan malı al’’ ve Çin’deki “Çin malı al’’ kampanyaları da bu gelişmenin örnekleridir. Batı hükümetlerinin korumacılığa başvurmayacaklarını ileri sürerek, serbest ticaret ve sermayenin serbestçe dolaşımının faydalarını uluslararası toplantılarda vaaz etmelerine rağmen, korumacı tedbirler almaktan çekinmedikleri açıktır. Korumacı tedbirler, uluslararası ticaret hacminde yabancılara ait doğrudan yatırımların azaldığı ve merkez ülkelerden gelişmekte olan ülkelere göçmenler tarafından yollanan para miktarındaki düşme ile birlikte alındığında, bazı yazarların vurguladığı gibi deglobalizasyon sürecine girilip girilmediği sorusunu akla getiriyor. Küreselleşme, dünya ölçeğinde sermaye, üretim ve pazarların tekellere kazanç sağlaması amacıyla hızlı bir şekilde birbirine entegre olmasıdır. 2000’li yıllarda gerileme içine giren küreselleşme, 2008 krizi ile birlikte gerçekten de batan bir gemiye benziyor: küreselleşmenin ideolojisi olan neoliberalizm, meşruiyetini yitirmiş durumdadır, buna paralel olarak, Wall Street bankaları, IMF ve Dünya Bankası kalkınmanın aracıları olarak değil, ABD’nin çıkarlarının doğrudan temsilcileri olarak görülmektedir. Korporasyonların faaliyetleri giderek artan bir şekilde sorgulanmaktadır. Finansal küreselleşme, ABD subprime ipotek bedellerinin menkul kıymetlere dönüştürülerek bunların dünyanın uzak köşelerindeki yatırımcılara satılmasını sağladı. Buna benzer bir şekilde, İsveç bankalarının Baltık ülkeleri, Avusturya, İtalyan ve Yunan bankalarının Doğu ve Orta Avrupa’da milyarlarca dolar ile ifade edilen ipotek alacakları vardır. Finans dünyasındaki kriz, İzlanda örneğinde görüldüğü gibi ulusal hükümetleri tehdit ederken diğer bankaların uluslararası faaliyetlerini düşürmelerini birlikte getirdi. Hedge fonlar ve yatırım fonları da borç oranlarını ve aldıkları riskleri azaltmak için faaliyetlerinin çapını düşürdüler. Regülasyon girişim ve tartışmaları da aynı zamanda sermayenin serbest dolaşımı üzerindeki kısıtlamaları ile ilgilidir. Finansal küreselleşmenin sınırlarına ulaşması ve gerilemesinin üretim alanındaki karşılığı ise, 62

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi dünyanın çeşitli ülkelerinde bir üretim zinciri içinde faaliyet gösteren korporasyonların bu modelden vazgeçerek bölgesel üretim modeline geçiş teşebbüslerinde görülüyor. Financial Times’ın 13 Ağustos 2009’da yayınladığı bir konuşmasında, Philips grupu CEO’su Gerard Kleisterlee, büyük firmaların uzak köşelere yayılmış üretim zincirlerinden geri çekileceklerini umduğunu belirtirken, bunun nedeni olarak, çevre sorunlarını ve enerji fiyatlarındaki artışı gösteriyordu. Korporasyonların bu konudaki kaygısı risk ile ilgili ve örneğin Güney Asya ülkelerindeki olumsuz gelişmelerin etkisinden korunmak, kaygılarından biridir. Alman otomobil devi Porsche’nin emniyet kemerlerini yapan firmanın iflas etmesi üzerine üretimini durdurması ya da Eylül 1999’da Çin ve Tayvan’daki depremler sonrası yarı-iletken fiyatlarının iki katına çıkması bir örnek olarak alınırsa, Çin’de işçi ve kitle hareketlenmeleri yükseldiğinde korporasyonların ciddi sorunlarla karşılaşacağını görmek için kahin olmak gerekmez. World Economic Forum tarafından yayınlanan “Global Risk Report 2008’’ raporunda (www.weforum.org/pdf/ globalrisk/report2008.pdf) vurgulanan risk faktörleri arasında gıda krizi, dünya çapında yoksullaşmanın artması, durgunluk faktörlerinin yanı sıra jeopolitik riskler listesinde, “Latin Amerika’da zayıf bir rejimin aniden çökmesi sonucu politik ve ekonomik belirsizliklerin yayılması’’, Irak ve Afganistan savaşları ve Filistin’deki gelişmelerin Ortadoğu’da istikrarsızlığı artırması verilmektedir. Yazarların jeopolitik risk olarak vurguladıkları sınıfların sınıflar, Sezarların Spartaküslerle karşılaşmasının sonuçları ile ilgilidir. Önümüzdeki yıllarda krizin ekonomide durgunluk ve deflasyona dönüşerek varlığını sürdürmesi, dünya çapında anti-kapitalist hareketlenmeyi de birlikte getirecek ve sınıflar arası bir kutuplaşmayla sonuçlanacak olan süreçlerin kapıları sonuna kadar açılacaktır. Hiç şüphesiz, işsizlik ve yoksulluk yoğunlaşırken kitleler küreselleşmeyi mevcut krizin sorumlularından biri olarak algılayacaklardır: Güney Afrika’da giderek yayılmakta olan işçi ve kitle direnişleri bu sürecin örneklerinden biridir. Ancak, kitlelerin tepkilerinin nasıl formüle edilip, mücadele alanında nasıl ifade edileceği yaşamsal bir sorun olarak duruyor. Kitlelerin küreselleşmeye tepkileri ile karşılaşan bir dizi sağ parti, ABD’de Cumhuriyetçi Parti örneğinde görüldüğü gibi milliyetçilik bayrağını ele alarak popülist tedbirler peşinde koşmaya başlayacaklardır. Kitlelerin öfke ve baskısıyla karşılaşan hükümetlerin bir yandan korumacı tedbirler alırken, diğer yandan da milliyetçiliğin çirkin söylemlerini kullanacakları açıktır. Ancak, popülist kampanyalar milliyetçi partilerle de sınırlı değildir: ABD’de sendikaların Çin’den ithal edilen araba tekerlekleri gibi bir dizi ürüne yüksek vergi uygulanması yolundaki kampanyaları sürüyor. Bu gelişmeler karşısında, sosyalistlerin, deglobalizasyon sürecinde bir yandan politik alternatifler oluştururken diğer yandan kitleleri seferber edebilecek yapılanmalar geliştirmeleri gerekiyor. Latin Amerika’ya baktığımız zaman bu yönde gelişmelerin örneklerine rastlıyoruz. Küreselleşmeden olumsuz şekilde etkilenen işçiler, topraksız köylüler ve işsizler ordusu, bir yandan kendi örgütlenmelerini yaratırken diğer yandan da, Morales ve Chavez örneklerinde görüldüğü gibi, hükümetlerini antiemperyalist politikalar izlemeye zorlamaktadırlar. Finansallaşmanın, ABD emperyalizminin merkezinde yer aldığı hegemonik sistemin sonbaharını temsil ettiğini (Giovanni Arrighi) düşünürsek, henüz belirsizliklerle çevrili bir gelecekle karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Belirsizlikten uzak olan, deglobalizasyonun vaat ettiği daha adil ve eşitlikçi bir sistemin ancak ve ancak kitlelerin kapitalizme karşı örgütlü mücadelesi sonucunda bir gerçeklik haline dönüşeceğidir. Casino Kapitalizmi Mali sermayenin içinde bulunduğu krizin sorumluları olarak gösterilen deregülasyon ya da banka ve hedge fonların yeterli bir şekilde kontrol edilememesi, bunun yanı sıra bankerlerin açgözlülüğü gibi faktörler, tam da gözümüzün önünde durmasına rağmen, spekülasyon sorununun gözden kaçmasına neden oluyor. Deregülasyon ve açgözlü bankerlerin kriz içerisindeki rollerine ilişkin örnekleri bu yazıda yeterince verdik; ancak bir adım ileri giderek, spekülasyon konusuna daha yakından bakmamız Güz | 2009 -

63


Casino Kapitalizmi gerekiyor. 2008 krizinin ana nedenlerinden biri olarak, finansın nominal dünyasının, “gerçek’’ sermaye birikim sürecinin biçimini bozarak, onu yoldan çıkarması gösteriliyor. Finans dünyasının yarattığı menkul kıymet değerlerindeki patlama ve bu patlamayla oluşan değerlerin temsil ettikleriyle “gerçek’’ değerler arasındaki uçurumun bir sonucu olarak, mali ve ekonomik bir kriz ile karşı karşıya kaldığımız tekrar tekrar vurgulanıyor. Diğer bir deyişle nominal değerler ile gerçek değerler arasındaki, şirketlerin kâr oranları ile orantısız olarak artan hisse senedi fiyatları arasındaki uyumsuzluk, boom’un ardından çöküntünün (bust) gelmesini zorunlu kıldı. Finansallaşmayı incelerken boom ve bust evreleri ile mali sektör arasındaki ilişkiye değindik: Menkul kıymetler piyasası, özü itibarıyla spekülatif bir karaktere sahip ve gördüğümüz gibi finansallaşma ile birlikte bu spekülatif karakter akıldışı niteliğini her zamankinden daha net bir şekilde gösteriyor. Spekülasyondan söz ederken kapalı kapılar ardında piyasayı manipüle eden kişi ya da kuruluşlardan söz etmiyoruz. Spekülasyon, paranın para getirdiği bir işlemi ifade eder. Sermayeyi üretim sürecine yatırarak bir değer yaratıp, bunu satarak bir kazanç yaratılmıyor, bunun yerine bankaya para yatırıldığında alınan faiz geliri gibi, para yatırarak para kazanmak söz konusudur. Spekülasyona mali ürünlerin işlem gördüğü her yerde rastlanır: hisse senetleri, future trade, türev ürünleri ve döviz piyasaları. Spekülasyonun kapitalist ekonomi içindeki fonksiyonu tartışmalıdır. Spekülasyonun fiyatların belirlendiği süreçte önemli bir rol oynadığı varsayılır. Örneğin, bir tarım ürününün bir sene sonraki fiyatı hedging yoluyla bir kontrat içine yazıldığı zaman, üretici, piyasalarda ne olursa olsun, bir sene sonra ürünü için ne fiyat alacağını bilir. Spekülatörlerin hedging yapanların yarattığı riski satın alarak olumlu bir rol oynadığı varsayılır ve bu anlamda spekülasyon sorumsuz bir eylem olarak görülmez. Para getirmek amacıyla, üretime aktarılmadan, menkul kıymetler alım ve satımında kullanılan sermaye spekülatif sermayedir. Spekülatif sermaye, risk transferini sağlayan sigortacılık ürünleri, yukarıda örneği verilen hedging ürünleri ve spekülatif karakteri hiç bir tarife gerek bırakmayan türetilmiş ürünleri kapsar. Yazımızda örneklerini verdiğimiz CDS ve CDO gibi türetilmiş ürünlerin spekülatif karakterini görmek zor değildir. Değeri başka bir temel değer tarafından belirlenen kontratlar olan türev ürünler, spekülasyonun ekmeği ve tereyağı gibidir. Örneğin, Exxon’un JP Morgan ile yaptığı bir kredi anlaşmasından doğan JP Morgan ile EDFB arasındaki kontrat (CDS), aldığı borçları ödeyeceğini varsayarak 5 milyar dolarlık bir riski üstlenmek ve bunun sonucunda bir gelir sağlamak, risk arbitrajı, diğer bir deyişle spekülasyon örneğidir. ABD dolarının serbest piyasada dalgalanmaya bırakılmasıyla birlikte bir patlama gösteren spekülatif ürünlerin işlem gördüğü pazarlar, akıl almayacak boyutlara varmıştır. Örneğin, döviz kurları üzerine yapılan spekülasyonların pazarı (FOREX ya da FX) içinde faaliyet gösteren üst düzey 20 bankanın yaptıkları FX kontratlarının değeri 2008 yılında 175,3 trilyon dolar idi. Dünya döviz piyasalarında günlük işlem tutarı 1977’de günde 18 milyar dolar iken, bu rakam günümüzde günde 1,8 trilyon dolara ulaşmıştır. Yine aynı şekilde, 1975’ te New York borsasında günde 19 milyon hisse senedi işlem görürken, 2006 yılında işlem gören hisse senedi miktarı 1.600 milyona ulaşmıştır. Ancak spekülasyon, döviz piyasaları ya da borsalarda temsil edilen firmaların hisse senetleriyle sınırlı değil; petrol fiyatlarından, tarım ürünü fiyatlarına kadar hemen her alanda hem son derece kısa; hem de uzun vadeli bahislerde bulunmak mümkündür. 2008’de Fransız bankası Société Générale temsilcilerinden Jerome Kerviel, yetkisini aşan mali işlemlerde bulunarak 5 milyar dolar kayba yol açtığı iddiasıyla tutuklandığı zaman, “yetkisini aşarak’’ yaptığı işlemler Avrupa piyasalarında hisse senetlerinin iniş ve çıkışlarını esas alan tahminlerdi. Nasıl ki at yarışında bir at üzerine 64

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi bahiste bulunarak umutla para kazanmayı beklemek mümkünse, İstanbul borsasının Eylül ayında 35.000 seviyesinin altına düşeceğini ya da Türk lirasının dolar karşısında değer yitireceğini varsayarak bahiste bulunmak da mümkündür. Mali piyasalarda bu türlü işlemleri mümkün kılan onlarca ürün mevcuttur. Spekülatif sermayenin yoğunlaşması ve dolaşımı ile kâr hadlerinin düşüşü arasında bir bağ vardır. Sermayelerini üretim süreci içinde artıramayan kapitalistler, spekülasyon yoluyla artık değerden pay alma yarışına girerler. Ancak spekülasyonun günümüzdeki boyutlara varmasını sağlayan teknolojik alandaki, özellikle internet ve bilgisayar kullanımındaki gelişmelerdir. Örneğin, Goldman Sachs 5 milyar dolar harcayarak 20.000 bilgisayar, 80.000 gigabytes kapasite, 27.000 kilometre uzunluğunda şebeke kablosu ve 30.000 telefon hattına sahip bir sistem kurarak elektronik alım satım işlemleri sunar hale gelmiştir. Bilgisayar şebekeleri yalnızca dünyanın değişik market ürünlerini birbirleri ile bağlayarak günde 24 saat alım ve satımlar yapılmasını sağlamazlar. Bu şebekelerin kullanımı ile mali kuruluşların bildirdiği yüksek kazançlar ve dolayısıyla çöküş zamanlarındaki milyarlarca dolarlık kayıplar arasında bağlar vardır: Bilgisayar şebekelerinin menkul kıymet alım-satımlarının yapıldığı borsalara 50.000-500.000 dolar ödenerek yerleştirilmesi sonucu, Goldman Sachs gibi büyük yatırım bankalarının ve işlemcilerin, piyasayı manipüle ederek yüksek kârlar elde etmeleri sağlanmaktadır. High Frequency Trading, süper bilgisayarlar tarafından algoritmik programlar kullanılarak mili-saniyede yapılan işlemlere verilen isimdir. Bir örnekle açıklarsak, 15 Temmuz’da Intel’in kazanç oranlarını yeterli bulan bazı yatırımcılar, ertesi gün Broadcom hisselerini almaya başladılar. Ancak fiyat artışını önlemek için Broadcom hisse seneti alımlarını parçalar halinde yapıyorlardı. Nasdaq’a yerleştirilen bilgisayar sistemi sayesinde bu gelişmeyi anında not eden programlar derhal Broadcom hisselerini satın almaya başladı. Programlar mili-saniyede alım ve iptaller yaparak piyasaya geç giren yatırımcıların ödemeye hazır olduğu fiyatı 26,40 olarak tespit ettiler. 26,20 dolara alınan hisse senetleri daha sonradan alım emri veren yatırımcılara, programlar tarafından 26.39 dolardan satılarak kazanç elde edildi (Stock Traders Find Speed Pays, in Milliseconds, 23 Temmuz 2009, New York Times, http:// www.nytimes.com/2009/07/24/business/24trading.html?_r=3&ref=business). Susan Strange’in 1986 yılında yayınlanan kitabı Casino Capitalism’deki satırları spekülasyonun modern kapitalizm içindeki yerini kısa ve özlü bir şekilde tanımlamaktadır: Batı mali sistemi hızla büyük bir casino’dan başka bir şeye benzememeye başladı. Her gün bu casino’da hayal edilemeyecek kadar yüksek miktarda paralar ile oynanıyor... Bu küresel mali casino’nun krupiyeleri büyük bankerler ve brokerlardır... Bu bankerler ve işlemciler yaşlı insanların hatırladığı tipik bankerler ve finans dünyasından çok değişik tipte insanlardır... Uluslararası finans sistemi bazı radikal ve ciddi değişikliklere uğrayarak bir kumarhaneye benzedi... Kesin olan, bunun herkesi etkileyen bir gelişme olması. Gidip bir oyun oynamadan durabildiğiniz sıradan bir casino ile yüksek finansın küresel casinosu arasındaki fark, ikinci örnekte hepimizin istemeden o günkü oyunların bir parçası olmasıdır. Döviz kurlarındaki değişme bir çiftçinin tarladaki ürününün değerinin yarısına düşmesine yol açabilir ya da bir ihracatçıyı iflasa sürükleyebilir. Faiz oranlarındaki artış dükkan sahibinin stoklarının maliyetini ölümcül bir şekilde artırabilir. Mali çıkarlar dolayısıyla sağlanan bir ele geçirme işlemi fabrika işçisini işinden edebilir. Okulu terk edenlerden emeklilere kadar herkesin kişisel yaşamları büyük finans merkezlerinin ofis bloklarındaki casino’da meydana gelen gelişmelerin ani, tahmin edilemeyen ve kaçınılmaz sonuçlarından etkilenir. Yukarıda, hiçbir oyun makinesine yaklaşmasa da hiç kimsenin para kaybetmekten kaçamadığı bir casino, diğer bir deyişle kumarhanenin tarifi verilmektedir. 30 Haziran 2009 tarihli gazeteler, gece yarısı saat 2’de, evindeki bilgisayarı kullanarak Güz | 2009 -

65


Casino Kapitalizmi petrol fiyatları üzerine spekülasyon yaparak petrol fiyatlarının yükselmesine ve iki gün içerisinde çalıştığı firmanın 10 milyon dolar kaybetmesine yol açan bir trader ile ilgili haberler ile dolu idi. Birçok gazetenin atlayarak geçtiği asıl haber ise, petrol fiyatlarındaki her 1 dolarlık artışın dünya çapında petrol tüketicilerinin 30 milyar dolar daha fazla ödemesine yol açtığıdır. Ancak sorun yalnızca tüketicilerin soyulması ile sınırlı değildir. Asıl sorun, spekülasyonun vardığı boyutların dünya çapında sistemik kriz riskini artırmasında yatmaktadır. Örneğin, 2008 krizi sırasında çöken dünya borsalarında, 2009 yılının Mart ayından başlayarak yeniden bir yükselme başladı. Peru, Endonezya, Brezilya, Çin, Türkiye, Rusya, Şili, Hindistan ve Sri Lanka borsalarında yüzde 50 ile yüzde yüz arasında değer artışları gözlemlendi. Spekülatörler kazançlarını artırmak için Türkiye gibi ülkelerde portföy yatırımlarını artırıyorlar. Kısa vadeli olarak spekülasyon amacıyla Türkiye borsalarına giren milyarlarca dolar, yeni fabrikalar kurularak iş alanları kurulması anlamına gelmiyor. Spekülatörlerin kısa vadede nasıl büyük kazançlar sağladıklarına bir bakalım: “20002002 yılları arasındaki kriz ortamında önemli ölçüde zarar eden yabancılar, 2003`ten itibaren başlayan yükseliş hareketi ile 2005 yılına kadar zararlarını kapatmış, önemli sayılabilecek bir kâr elde etmişlerdir. 2006 yılını küçük bir zararla kapatsalar da 2007’nin ilk 6 ayında portföy değer artışından kazançları 7,8 milyar dolar olmuştur. Aslında son iki yılda giren 15 milyar doların yalnız son altı ayda kazancı 7,8 milyar dolar olmuş. Peki, bu para kimin parası? Yabancı yatırımcıların 2001 yılında 10 aya yakın olan ortalama elde tutma süresi 2005`te 6,5 aya inmiş, 2006`da yeniden 9 ay civarına çıkmıştır. 2007`nin ilk 6 ayında da bu vade değişmemiştir. Yabancı yatırımcıların ortalama elde tutma süresi ise 276 gündür. Yani Türkiye`de ortalama vade 6-12 ay arasındadır.’’ (Strateji ve Çözüm: İşte bizim kişisel borç durumumuz, Cemil Erdem, http://www.tumgazeteler.com/?a=2282251) Menkul kıymetler borsalarındaki spekülatif para girişleri, özellikle Çin’de şirketlerin değerlerinin yüzde 50’si ile yüzde 100’ü üzerinde işlem gördüğü bir bubble (köpük) oluşmasına yol açıyor. Görünen, 2008 krizi ile sonuçlanan borsalardaki patlamanın gelişmekte olan ülkelere transfer edilerek, 2008 krizinden çok daha ağır sonuçlara yol açacak bir krizin kapılarının açıldığıdır. Casino kapitalizmi diğer bir deyişle finansallaşma ve spekülasyon, ister istemez şirketlerin değerlerinin biçildiği metotları da değiştirmektedir. Spekülasyonun yoğunlaşmasının bir sonucu olarak sınai sermayeyi temsil eden firmalar ve korporasyonlar gelirlerinin önemli bir bölümünü mali piyasalarda gerçekleştirdikleri spekülatif işlemlere bağımlı hale getirdiler. Casino kapitalizminin bir gereği olarak, korporasyonlar temsil ettikleri sermaye değerini giderek, şöhret, iyi niyet, fikir hakları gibi maddi olmayan değerler ile belirlemeye başladılar. ABD hazinesi rakamlarına göre, 50 yıl önce, finans dışı korporasyonların makine, fabrika binası gibi maddi değerlerinin şirket değeri içindeki oranı yüzde 78 iken, bugün bu oran yüzde 53’e inmiş durumdadır. ABD eski hazine sekreteri Alan Greenspan’ın söylediği gibi, şöhretler bir anda yok olabilir; ancak fabrikalar değil. Amerikan otomobil devi General Motors (GM) ile Microsoft’u karşılaştırdığımız zaman 2005 yılında, GM’nin Microsoft’tan 5,5 kat daha fazla işçi çalıştırdığını ve GM’nin mal varlıklarının Microsoft’tan 33 kere daha fazla olduğunu görüyoruz. Ancak şirketlerin borsa içindeki değerlerine baktığımız zaman, Microsoft hisse senetlerinin değeri GM’den 26 kez daha fazladır. Microsoft’un sahip olduğu patent hakları, bilgi ve teknoloji aradaki farkın nedeni olarak verilmektedir. Spekülatif karakterdeki bu gelişme, giderek artan bir şekilde şirketlerin üretim süreçleri ve gelişmeler değil de hisse senedi piyasasındaki performanslarının daha önemli hale geldiğine dikkat çekmektedir. Açıktır ki, değerlerini, temsil ettikleri ürünlerin fikir hakları ya da şöhretlerine bağlı olarak belirleyen ve hemen her örneğinde şişirilmiş değerleri temsil eden korporasyonların, ekonomi içinde ağırlıklarının artması sorun66

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi saldır. Spekülasyonun günümüzde vardığı boyutlar, yalnızca mali sistemin kırılgan yapısını daha da kırılgan kılmıyor, aynı zamanda sistematik bir kriz ile karşılaşıp karşılaşmadığımız sorusunu gündeme getiriyor. İlk önce finans kuruluşlarını sarsan bu kriz içinde hükümetler (2008, İzlanda örneği) ve Amerikan oto sanayi devleri GM ve Chrysler gibi büyük korporasyonlar iflas tehlikesi ile karşı karşıya kalırken, sermaye birikimi ve ekonominin büyümesinin sağlanması için sistemin yeniden yapılanması gerektiği ortaya çıktı. Ancak mevcut sistem, casino kapitalizminin temsil ettiği yapısal sorunları aşma yetisine sahip değil, spekülasyon kapitalistlerin iştahlarını ve ceplerini kabartırken aynı bir uyuşturucu gibi içinde dolaştığı sistemi işten içe yiyip tüketiyor. Spekülasyon, doğası gereği devamsızlık ve geçicilik ile karakterize edilen, hemen her şeyin bir anda yok olup gideceği ya da her şeyin düzeleceği ruh haline tekabül eden bir durum yaratır. 2008 krizinde görüldüğü gibi iyi ya da kötü haberler bir anda borsaların veya döviz birimlerinin milyarlarca değer kazanıp yitirmesine yol açıyor. Dolar ve Türk lirasının değeri de menkul kıymetlerin yanı sıra, yatırımcıların değişen ruh hallerine göre inip yükselebiliyor. Bu nedenle, yatırımcıların ruh hallerinin izlendiği Chicago VIX gibi istatistikler, ekonomik tahlillerin yer aldığı rakamlardan daha önemli bir araç haline gelebiliyor. Ancak, spekülasyonun etkileri yalnızca ekonomi ile sınırlı değildir, toplumsal yaşamın her alanında casino kapitalizminin izlerine rastlıyoruz. Örneğin, Amerikan rap albümü “Zengin ol ya da olmayı denerken öl’’ (Get Rich or Die Tryin’) bir yandan adaletsiz, diğer yandan tesadüflere ve şansa ve çoğunlukla da belirsizliklerle tanımlanan bir dünyada yeni kuşakların yaşam felsefelerini yansıtmaktadır. Sermaye’nin “Akıldışı” Biçimleri Karl Marx, Kapital’in üçüncü cildinde yukarıda değindiğimiz mali ürünlerin ilk örneklerini “sermayenin akıldışı biçimleri’’ olarak niteleyerek spekülasyon ve dolandırıcılık arasındaki bağa işaret eder ve kredi piyasalarındaki gelişmelerin daha fazla dolandırıcılığa yol açacağını varsayar. Gerçekten de Marx’ın 1857 yılında yazdığı satırları okurken günümüzdeki krizin ana nedenlerini tanımladığını görürüz. Marx hayali sermaye kavramını kullanarak hayali sermaye ile sermayenin akıl dışı biçimleri arasındaki bağın altını çizer. ”Hayali sermaye, bir sermaye üzerinden doğmuş olsun olmasın, bir sermaye üzerinden sağlanan faiz gibi görünmesi olgusundan sorumlu olan faiz getiren sermaye biçimidir. Para geliri önce faize çevrilir ve bu faizden, insan onun hangi sermayeden doğduğunu saptayabilir.’’10 Hisse senetleri, bonolar gibi menkul kıymetler hayali sermayenin temsilcileridir. Hayali sermaye, hisseli şirketler vasıtasıyla sermayenin merkezileşmesi sorununu çözdüğü için, demiryollarının inşası gibi büyük projelerin finanse edilmesini sağlayarak önemli bir rol oynamıştır; ancak menkul kıymetlerin değerlerindeki iniş ve çıkışlar, 2008 krizinde olduğu gibi ekonomik yapı içinde sismik sarsıntılar yaratarak önemli sorunlara yol açar. Marx, Kapital’in üçüncü cildinde 1845-47 Britanya krizi ile Avrupa çapındaki 1857 krizini incelerken, kredi sisteminin de geniş bir analizini yaparak, kredi sistemi ile spekülasyon arasındaki bağa dikkat çeker; ticaret ile spekülasyonun bazı durumlarda birbirlerine çok yaklaştıklarını, tam olarak ticaretin nerede bitip, spekülasyonun nerede başladığını belirlemenin zor olduğunu yazar.11 Marx, kredi sistemi ile spekülasyon arasındaki ilişkiyi incelerken, kredi sisteminin dev bir merkezileşmeyi temsil ettiğini, kriz içerisinde kredi sistemi içinde avantajlı bir 10 Karl Marx, Kapital, c.III, Sol Yayınları, 1978, s.494 11 İbid., bölüm 25. Güz | 2009 -

67


Casino Kapitalizmi duruma sahip olanların sermayelerini artırdıklarını, merkezileşmenin “bu parazit sınıfa göz kamaştırıcı bir güç verdiğini”, bu sınıfın en tehlikeli bir şekilde üretim sürecine müdahale ettiğini belirterek, “bu çete üretim hakkında hiçbir şey bilmiyor ve üretimle bir ilgisi yok. 1844 ve 1845 bankacılık yasaları bu haydutların artan iktidarının bir delili’’12 olduğunu söyler. Marx’ın yukarıdaki satırları 2008 krizini tanımlamak için yazılmış gibidir. Bankalar, hedge fonlar ve akbaba fonlarının kredi patlaması içindeki faaliyetleri, neoliberallerin IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla gerçekleştirdikleri yapısal reformlar hatırlanırsa, Marx’ın altını çizdiği sermayenin merkezileşmesinin ve “haydutlar’’ olarak nitelediği parazit sınıfın sınai kapitalistleri de kendi saflarına dahil ederek gücüne güç kattığı sonucuna varırız. Son Söz Marx, kapitalist üretim tarzını incelerken, kapitalizmi bir krizden diğerine atlamaya mahkum bir sistem olarak tanımlar. Kapitalizmin yapısındaki tedavisi mümkün olmayan bu özellik, ister istemez kapitalist sistemin meşruiyeti ya da devamlılığı sorununu gündeme getirir. Bu konuyla bağlı olarak, kapitalist krizlerin yalnızca sermayenin içsel sorunlarını aşamaması nedeniyle oluşmadığı sosyal, politik ve teknik düzeydeki altüst oluşların krizlere yol açabileceğini ya da sınıf mücadelesinin krizlerin her aşamasında ve çözümü sürecinde bir katalizör rolünü oynadığını belirtmek gerekir: Emekçi sınıfların mücadeleleri, kapitalistlerin sermaye birikimini hızlandırmak için yaptıkları saldırıları durdurarak, sistemin ihtiyaç duyduğu değişimleri gerçekleştirerek krizin faturasını işçi sınıfı ve emekçilere ya da gelişmekte olan ülkelere ödemesinin önüne geçer ya da bu süreci zorlaştırır. Bu yazıya kapitalizmin yapısal sorunlarının altını çizerek başladık. Bu yazıda tartıştığımız sorunların gösterdiği, Marx’ın vurguladığı gibi, kapitalist üretim tarzının gelişmesinin önündeki en büyük engelin sermayenin kendisinden başka bir şey olmamasıdır. Günümüzde sermaye krizlerini aşarken, kriz dönemlerini krize yol açan yapısal sorunları çözerek aşmaz, aksine yeni krizlere yol açacak çözümler yaratarak sorunlarına çare arar. Örneğin, 1929 krizine çözüm olarak ortaya çıkan Keynesçi politikaların etkisiz olduğu 1970’li yıllarda formüle edilen neoliberal politikalar, sistemin geçici olarak nefes almasını sağlamış, ancak yapısal sorunları çözmek yerine onları daha da ağırlaştırarak 2008 krizine yol açmıştır. Finansallaşmanın sistematik kriz riskini artırması ve borsaların bu nedenle gelecek iyi ya da kötü haberlere göre hareket etmesi nedeniyle, krizler daha sık tekrarlanan ve daha yıkıcı bir karakter almıştır. Kapitalizmin periyodik olarak bir krizden diğerine koşması, kapitalizmin kendinden çökmesi gibi bir sonucu beraberinde getirmeyeceği gibi kapitalizmin sürekli olarak bir kriz içinde olduğu anlamına gelmediğini de belirtmek gerekiyor. Ancak, kapitalizmin vurguladığımız yapısal sorunları, periyodik krizlerin meydana geldiği zaman dilimini ve krizlerin sonuçlarını derinden etkilemektedir. Sistemin durgunluk gibi yapısal sorunlarının süreklilik halindeki bir krize dönüşmesi, her şeyden önce sınıf mücadelesine daha doğrusu krizin faturasını kimin ödeyeceğine bağlıdır. Sistemin geleceği konusundaki endişeleri giderek artan kapitalizmin en kararlı savunucuları bile, mevcut sorunların nasıl aşılacağı konusunda bir fikir birliğine sahip değiller. Krizin yol açacağını düşündükleri sosyal patlamaları ve emekçilerin Çin’den Afrika’ya kadar mücadele örneklerini endişe ile izliyorlar. Pek sözünü etmeseler de komünizm hayaleti ya da işçilerin ve emekçilerin örgütlü mücadelesi bir kez daha uykularını kaçırmaktadır. Ağustos 2009 12 İbid., s. 544-45.

68

Sosyalist Düşünce Dergisi


Casino Kapitalizmi Kaynaklar: --Gillian Tett, Fool’s Gold, (Little Brown, London, 2009) --Charles R.Morris, The Trilyon Dollar Meltdown (Public Affairs, New York, 2008) --Nail Satlığan ve Sungur Savran, Dünya Kapitalizminin Krizi (Belge yayınları,İkinci Baskı) --David Harvey, A Brief History of Neoliberalism, (Oxford, New York, 2005, 2007,2009) --Paul Krugman, Pop Internatiolism (MIT, 1997) --Paul Krugman, The Return of Depression Economics and the Crisis of 2008 (Penguin Books, 2008) --Susan Strange, Casino Capitalism(Manchester University Press,1986) --Antony Sampson, The Money Lenders, (Hodder and Stoughton, Londra, 1981) --Joseph Stiglitz, Globalization and its discontents (Norton & Company, New York, 2002) --John Bellamy Foster ve Fred Magdoff, The Great Financial Crisis, Causes and Consequences,’ (Monthly Revıew Press, 2009) --R.Brenner, The Economics of Global Turbulence, Verso: 2004, New Left Review: 1998

Güz | 2009 -

69


Dosya

Türkiye’de Kriz

Şefik Sandıkçı

Kapitalizmin dünya çapında derinleşen krizi Türkiye ekonomisini de temellerinden sarsıyor. Genelde, sermayenin yatay veya dikey yani bölgesel veya teknik anlamda genişlemesinin olanaksızlaştığı bir durum ile karşı karşıyayız. Kapitalistler kâr oranlarındaki düşüşten, stoklarını eritememekten yakınırken işsizlik ve yoksulluk her geçen gün biraz daha artıyor. Kendilerine olan güvenleri sarsılan egemen sınıflar krizin sorumluluğunu üzerlerinden atmak için dün söylediklerini bugün hatırlamak bile istemiyorlar, kitleleri yanıltmak için her türlü yalanı söylemekten çekinmiyorlar. Ancak endişe dolu çabaları rejimi bir arada tutan ideolojik söylemlerin yıkılmasının önüne geçemiyor. Sınıf uzlaşmazlıkları gerek günlük söylemlerde gerekse fabrika ve atölyelerde kendisini açığa vuruyor. Kriz ile birlikte sınıfların yeniden mevzilenmesi, sınıflar arası bir kutuplaşma ve burjuvazinin söylemlerinin birer birer geçerliliğini yitirmesi gündeme geliyor. Bu bağlamda, sınıf mücadelesinin ön saflarında yerlerini alan devrimci sosyalistlerin yaşadığımız krizin nedenlerini ve olasılıkları analiz etmesi acil bir görev olarak önümüzde duruyor. Günümüzde Türkiye’de kriz ne anlama geliyor? Ne gibi yapısal değişiklikler ve düzenlemeler Türk kapitalizmini içinde bulunduğu krizden çıkarabilir? Üretimin yeniden yapılanması ya da yeni bir kalkınma modeli söz konusu mu? Krizin faturasını kim ödeyecek, sistemin çözüm arayışları sonuç vermezse ne gibi bir durum ile karşılaşacağız, dünyada ve Türkiye’de büyük toplumsal altüst oluşlar mümkün mü sorularına yanıtlar ararken sınıf mücadelesinin güncel dinamiklerini kavrayarak, mücadele içinde daha verimli bir rol oynayacağımız açıktır. Vereceğimiz yanıt ayrıca rejimin söylemlerinin boş içeriğini göstermemiz anlamına gelir: Yaygın medya tarafından ekonominin magazinleştirilmesi ve karmaşıklaştırılması tüm dünyada gözleyebildiğimiz bir olgudur. Bugün her gazetenin bir ekonomi sayfası, her üniversitenin birkaç televizyon hocası var. Şartlar 70

Sosyalist Düşünce Dergisi


Türkiye’de Kriz böyle olunca elbette kriz tartışmasının; dibi görmek veya görmemek, teğet geçmek veya geçmemek, krizin psikolojik olması veya olmaması ve hatta Marx’ın haklı veya haksız olması gibi lafazanlıklardan kurtulmamasına şaşmak da yersiz. Türkiye’de kriz üzerine mevcut argümanları üç kategori olarak ele alabiliriz. Bunlardan birincisi elbette burjuva entelektüeller tarafından teorize edilen söylemler bütünü olacaktır. İlginç bir şekilde belirli sermaye gruplarının çıkarlarıyla çakıştığını gördüğümüz bu tahliller ve çözüm önerileri, genel olarak 2008 krizinin Amerika’da fazla fazla verilen konut kredilerinden doğduğu ve neoliberal politikaları daha iyi uygulamanın krizi fırsata çevirmeye yeteceği anlayışında birleşir. Ardından ihracatçıların kârlarını korumak için bir reçete veya işsizlik fonunun kullanımı için yaratıcı öneriler v.s. gelecektir. Bir diğeri ise, tahlili neredeyse tamamen Marksist kavramlara dayanan, ancak krize karşı sistem dışı alternatiflerin varlığını yadsıyan statükocu anlayıştır. Buna göre kriz dünya kapitalizminin zorunlu bir aşırı üretim krizidir. Neoliberalizm insanlığı geriye götürmektedir. Çözüm ise milli kalkınmacı ekonomik modellerde bulunur. Güçlü bir milli burjuvazi ve ondan beslenen ayrıcalıklı bürokrasi bu anlayışın hedeflediği “ilerici” toplumun temel taşlarını oluşturacaktır. Son olarak elbette Marksist analiz vardır. İçinde bulunduğumuz kriz sürecini bir aşırı üretim krizi olarak ele alan, finans piyasasındaki şişmenin, azalan kâr oranlarının yatırımlarda doğuracağı gerilemeyi erteleyen bir tıpa görevi gördüğünü ve patlamanın şiddetini arttırdığını ifade eden ve bir bütün olarak krize giren dünya ekonomisinin, sermaye açısından yeni yayılmalara olanak vermeyeceğinden hareketle tekrar dengelenmesinin uzun bir süre için imkânsız göründüğünü gösteren Marksizm’dir. Bu çalışmada yapmak istediğimiz, dünya krizinin Marksist tahlilini verili kabul ederek, aynı yöntemle bu tahlili Türkiye yereline taşımak ve kriz öncesi koşulların ana hatları üzerinden Türkiye’de krizin etkilerini ve muhtemel sonuçlarını tartışmak olacaktır.

I. Türkiye Ekonomisine Genel Bakış 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Darbesi 2008–2009 krizinin Türkiye’ye etkilerini analiz edebilmek için, uygulanan ekonomik modelin bir kritiği günümüzün koşullarını tanımlamak açısından gereklidir. Bu bağlamda vurgulanması gereken kilit gelişme, 24 Ocak 1980 Kararları ve bunu izleyen 12 Eylül Darbesi’dir. Bu iki gelişme Türkiye’de uygulanan neoliberal ekonomik modelin şafağını temsil eder. Hiç şüphesiz 2008 krizi ise, neoliberal ekonomik modelin günbatımını temsil etmektedir. Kapitalizmin hızla geliştiği İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllar, yerini 1973 yılında başlayarak bir durgunluk ve birbiri ardısıra gelen krizlere bıraktı. 1973 yılında başlayan resesyon, 1950’li yıllardan beri süregelen kapitalizmin altın döneminin kapandığını haber veriyordu. Metropol merkezlerde 1973–1975 yılında borsaların çöküşü, 1974 yılı petrol ambargosu ve petrol fiyatlarındaki artış sonucu özellikle Latin Amerika ve Türkiye dâhil bir dizi ülkenin ödemeler dengesinin bozulması ve dış borçlanma krizleri, 1980’li yıllarda uygulanmaya başlayan neoliberal dönemin arka planında yer aldı. Aynı dönemde gerek metropoller gerekse de çevre ülkelerde yükselen antisömürgeci, anti-kapitalist bir dalga vardı. Türkiye ekonomisinin bugünkü çehresini kazanmasındaki dönüm noktasının da ‘80 Darbesi olduğunu söylemiştik. Burada ilgi çeken, birçok ülkede neoliberal politika ve tedbirler tedricen yürürlüğe sokulurken Türkiye’de aynı sürecin Latin Amerika’ya benzer bir şekilde askeri cuntanın müdahalesiyle uygulanmış olmasıdır. Güz | 2009 -

71


Türkiye’de Kriz ‘80 Askeri Darbesi ve etkilerini anlamak için Türkiye’de gelir dağılımındaki değişmelere bakmak gereklidir. Burjuva medyanın bugün dahi sıkça ve korkuyla tekrarladığı gibi, ‘80 öncesine dönelim. Aşağıda TÜİK istatistik göstergeler yayınından derlediğimiz tablo, Türkiye’de nominal olarak, ücretler ve sanayi katma değeri rakamlarını ve bunların arasındaki oranın değişimini göstermektedir. Aslında bütün süreç, bu basit tablodan izlenebilir. Açıkça görüldüğü gibi, bir an için politik atmosferi göz ardı etsek dahi, katma değer ve ücret ilişkisinden (artık değer sömürüsü) sınıfların ekonomik savaşımının izlediği yol çıkarılabilmektedir. 1980’e kadar, işçi sınıfı, sermaye karşısında kazanımlarını artırmış ve katma değer içindeki ücret oranını yüzde 38’e kadar çıkarmıştır. Darbenin ardından gerçekleşen en önemli değişim de bu orandaki büyük düşüş olmuştur. 12 Eylül’ün en belirleyici nedeni hiç kuşkusuz buradadır. 24 Ocak Kararları ile inşasına girişilen IMF modeli neoliberal ekonomi ‘80 Askeri Darbesi olmaksızın uygulanamazdı. İkinci olarak vurgulanması gereken, hâkim sınıfların neoliberal projeyi hayata geçirme konusundaki gayretleridir. Bir önceki dönemin iktisadi politikasına baktığımızda gördüğümüz “uygulanamamış” korumacı sanayileşme stratejisinin, tam da bu uygulanamamışlık yönünden 1970’lerin iktisadi koşullarına etkileri ilgi çekicidir. Öncelikle özel sanayinin biçimlenmesi, doğrudan KİT’lerin üstlendiği ara mal üretimi görevi ve ihracatta devlet teşviklerinden etkilenmiş, bu sürecin sonunda, genelde yaygın tüketim ürünlerini üreten, devletin belirlediği ucuz ara mal fiyatlarından nemalanan ve koşulların gösterdiği gibi bürokrasiyle ilişkilerini sömürme alışkanlığında bir sanayi burjuvazisi oluşmuştur. Korumacı önlemler sayesinde elde ettiği tekelci avantajla iç pazarı sömürme yoluna giden ve büyük kârlar elde eden bu zümre, bugünün Türkiye’sinin büyük sanayicilerini oluşturmaktadır. 70’lerin sonlarına gelindiğine ise, bu koşulları tüketen burjuvazi mevcut kanallardan elde ettiği kârı yatırma dönüştürmekte zorlanmaya başlamış ve dışa açılmanın yollarını aramaya başlamıştır. 24 Ocak Kararları’nda da ifadesini bulan bu anlayış, burjuvazinin neoliberal ekonomiye yönelik eğiliminde en önemli itkilerden biri olacaktır. Değinilmesi gereken bir nokta da, bu dönemde, Türkiye’nin giderek artan dış borçlanma sorunudur. Gerek kamu harcamaları, altyapı yatırımları gerekse de yukarıda bahsettiğimiz özel sanayiyi kollamanın artan maliyeti dış borçlanmanın hızlanması ile sonuçlanmıştır. Bu dönemde hızlı borçlanma ve borçların servisi, döviz rezervlerinin yetersizliği gibi sorunlar yalnızca Türkiye’ye özgü değildi. 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizinin de etkisiyle, gelişmekte olan bir dizi ülkede özellikle Latin Amerika’da başlayan dış borç servislerinin yapılamaması sorunu, hızla yaygınlaşarak 1980’li yıllarda uluslararası bir dış borçlar krizi haline geldi. Azgelişmiş ülkelerin bağımlılık ilişkileri içinde şekillenen ekonomik yapıları ve aynı zamanda hem OPEC hem de sanayileşmiş ülkelerden kaynaklanan yüksek fiyatların yol açtığı artan giderler, Türkiye dahil çok sayıda ülkenin giderek artan bir şekilde daha fazla câri işlemler açığı vermesine neden oldu. Bu ülkeler borcu borçla kapatmaya yönelmeleri ve yüksek faiz oranları nedeniyle dış borç çıkmazının içine itilmişlerdir. Örneğin, 1970’li yılların sonlarında, Türkiye üç ayrı dış borç erteleme anlaşması yaparak 5,5 milyar dolarlık borç ertelemesine gitmiştir. Bu dönemde hızla kötüye giden dış ödemeler dengenin düzeltilmesi amacıyla 1979 yılında 16 OECD ülkesi tarafından Türkiye’ye 962 milyon dolarlık yardım taahhüdünde bulunularak, 1 milyar dolarlık dış borç ertelemesi gerçekleştirilmiştir. 1980 yılına gelindiğinde, son on yılda dış borç stokunun artış hızının yüzde 10’dan yüzde 45’e kadar yükseldiğini görüyoruz. Bir borç krizinin ilk işaretlerinin belirdiği 1970’li yılların sonlarında ve 1980’de, borç sağlayanlar dış borç ödemelerini garanti altına almak için bir yandan değişken faiz oranı uygulanması gibi tedbirler alırken, diğer yandan da azgelişmişlik çemberi içine sıkıştırılan ülkeleri dış borç ödemelerini garanti altına almak için, uluslararası bir alacaklılar kartelinin temsilcileri olan IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla ekonomilerini yeniden yapılandırmaya zorlamışlardır. 72

Sosyalist Düşünce Dergisi


Türkiye’de Kriz 24 Ocak 1980’de ilan edilen ve yapısal dönüşümleri içeren program, IMF tarafından hazırlanmış ve Süleyman Demirel, Turgut Özal ikilisi tarafından yürülüğe sokulmuştu. 24 Ocak 1980 kararları ile yüzde 32,7 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur ilanı uygulamasına gidilmiş, devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınmış, KİT’lerdeki uygulamaya paralel olarak tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılmış, gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırılmış, dış ticaret serbestleştirilmiş, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiş, kâr transferlerine kolaylık sağlanmış, yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklenerek, ithalat kademeli olarak libere edilmiş, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi ile teşvik edilmiştir. Söz konusu kararlar, esasen, IMF’nin yeni kredi dilimleri çıkarmak için alınmasını koşul olarak sürdüğü önlemlerden yola çıkarak alınmıştır. Alınan tedbirlerle devletin piyasaya müdahale olanaklarının ortadan kaldırılması, kur serbestisi, KİT’lerin özelleştirilmesi, teşviklerin bitirilmesi ve yabancı sermaye dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması öngörülüyordu. Kararların genel amacı, cari açığı ihracatı artırma yoluyla kapatma olarak ifade edilse de, gerçekte, ihracat için avantaj sağlamak adına yapıldığı söylenen devalüasyonlar ile ücretlere yönelik bir saldırı olmuştur. İlan edilen ihracata dayalı kalkınma stratejisi, düşük ücretlere dayalı ihracat stratejisi olarak da okunabilir. Ücretleri koruma görevini üstlenecek emek örgütlerinin 12 Eylül rejimiyle yok edilmesiyle birlikte, sermayenin emek karşısında büyük avantaj elde ettiği bir sürece girilmiştir. Burada not edilmesi gereken diğer bir gelişme de, sözü edilen yıllarda zorunlu olarak faiz oranlarının artmasıyla, anti-enflasyonist tedbirler de gündeme gelmiş, devalüasyonlar gerçekleştirilmiştir. Böyle bir ortamda ücretlerin korunabilmiş olması, dönemin sendikal ve politik mücadelesinin kapasitesini anlamak açısından da öğreticidir. Bağımlılık Modeli Gerek 12 Eylül 1980 gerekse de öncesinde izlenen ekonomik modellere baktığımızda, bu modellerin ortak yanının bağımlılık ilişkileri ve azgelişmişliğin gelişmesi olduğunu görüyoruz. Ancak burjuva iktisadı içinde azgelişmişlik olgusuna baktığımız zaman bu gerçekliğin ters yüz edildiği bir açıklama ile karşılaşıyoruz: İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik paradigmasının bir parçası olarak geliştirilen azgelişmişlik kavramı ve bunun üzerin kurulan kalkınma iktisadı, esasen tümüyle bilimsel olmayan ideolojik bir yapıya sahiptir. Bu tanıma göre kapitalist sanayileşme açısından geç kalmış ülkeler, sosyo-ekonomik olanaklarını verimli olarak kullanamamaktadırlar. Burada gelişmiş ülkeler devreye girer ve bu olanakların verimli kullanılmasına katkıda bulunurlar. Sonuçta her iki taraf da kazançlı çıkar. Burjuvazinin bağımlılık ve sömürü ilişkilerini mantık kaidelerine aykırı düşer bir şekilde gelişme olarak sunmasına ilk kez burada rastlamıyoruz. Elbette azgelişmişlik ve kalkınma kavramları, neoliberal söylemlerin Türkiye’nin sorunlarına çare olarak sunulması örneğinde görüldüğü gibi emperyalist çıkarları gizlemek için kullanılmaktadır. Gerçekte, Türkiye gibi azgelişmiş ya da gelişmekte olarak tanımlanan ülkelerin sorunu, metropol ülkelerin ‘’gerisinde’’ olmak ve onların refah düzeylerine yetişme sorunu değildir. Bu ülkelerin fakirliklerinin nedeni, Batı ülkelerinde olduğu gibi sanayi devrimlerini yapamamak değildir. Sorun, azgelişmiş ülkelerin dünya kapitalist sistemine güç kullanılarak ham madde üreticileri, ucuz işgücü kaynakları olarak entegre edilmeleri ve ürünlerini metropol emperyalist ülkeler ile eşit olmayan koşullar içinde satmaya zorlanmalarıdır. Bu nedenle, tarihsel olarak baktığımızda kalkınma adı altında azgelişmişliğin gelişmesi gibi bir olgu ile karşılaşıyoruz. Emperyalizm, hem azgelişmiş diğer bir deyişle sömürge ve yarı sömürge ülkelerin

Güz | 2009 -

73


Türkiye’de Kriz gelişimindeki eşitsizliği, hem de mevcut bağımlılık ilişkilerini yeniden üretmektedir. Bu bağımlılık ilişkisi, günümüzde genel olarak sermaye ihracı, dış ticaret avantajı ve üretim tekniğindeki farklar üzerinden kurulur. Burada emperyalist ülkelerin var olma koşulunun azgelişmiş ülkelerin varlığı ya da azgelişmişlik çemberi içinde sıkıştırılmaları olan, adına küreselleşme denilen bir kapitalist dünya ekonomisi vardır. Emperyalizm azgelişmiş ülkelerin ne bağımsız bir kapitalist gelişim gerçekleştirmelerine, ne de emekçi kitleler ve yoksulların ihtiyaçları doğrultusunda üretim gerçekleştirmelerine izin vermez. Günümüzde “dışa bağımlı” olmayan bir büyümeden bahsetmek prensip olarak mümkün olmadığı halde, bu bağımlılığın derecesi ve niteliği yine de büyük önem arz eder. Türkiye’nin kapitalist dünya sistemi içindeki yeri ve bağımlılık ilişkisini esas alarak sistemin yarattığı krizleri, sermaye ihraçlarını, politik kurumları ve ideolojiyi incelemek mümkündür. Türkiye açısından bakıldığında bu bağımlılık ilişkisinin merkezinde 1980 öncesinde dış borçlanma çıkmazı ile sonuçlanan ekonomik politikaların, sonrasında ise ihracata yönelik bir model inşası adı altında Türkiye ekonomisinin emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi olgularının bulunduğunu görürüz. Türkiye’nin 1980 sonrası büyüme dinamiğini şemalaştıracak olursak, birinci fazda Türkiye sanayisinin temel itkisinin, dış pazara yönelik genellikle fason üretim yapan burjuvazi olduğunu, bu sektörün düşük katma değeri sonucu, tutarlı bir birikimin gerçekleşmesi için gerekli kâr oranlarının ücretlerin düşüklüğü üzerinden sağlandığını, ikinci fazda, sanayi üretiminin ara mal ve yatırım malı ihtiyacını ithalat yoluyla karşılamasından dolayı artan ihracattan elde edilen birikimin zincirleme bir şekilde artan ithalata yol açtığını ve üçüncü fazda bu sistemin yarattığı cari açığın finansman zorunluluğunun başta daha fazla yabancı yatırım çekme gereksinimi olmak üzere daha fazla özelleştirme, daha fazla bütçe açığı, daha adaletsiz vergiler gibi sonuçlara vardığını söyleyebiliriz. Yaşanan krizlerin bize öğrettiği, Türkiye ekonomisinin çevrimsel olarak mali krizler ürettiği ve bu krizlerin gösterildikleri gibi yanlış ekonomi politikası yahut çeşitli sansasyonlarla açıklanmasının yanlışlığı olacaktır. Bunun yanında, bahis konusu mali krizlerle daha önce değindiğimiz bağımlılık konusunu ilişkilendirdiğimizde, rahatlıkla uluslararası aşırı üretimin bu süreçteki rolünü görmek mümkündür. Dünya krizinin tahlilinin önemli bir parçası, düşen kâr oranlarının yarattığı kriz eğiliminin çeşitli şekillerde ertelenmesidir. Bu erteleme, yani artık ürünün yeniden dolaşıma sokulması, emperyalizm çağında sermaye ihracıyla gerçekleşir. Sermaye girişlerinin yapıldığı Türkiye ve benzer karakterde ülkelerde gerçekleşen çevrimsel krizler de, uluslararası bunalımı ertelemenin araçlarına dönüşürler. Başka bir deyişle, Türkiye ekonomisi dünya sermayesinin emniyet supaplarından biri işlevini üstlenmekte ve bu durum mali krizleri beraberinde getirmektedir. Vurgulanması gereken diğer bir konu da, ABD’nin doların uluslararası bir para birimi olmasından faydalanarak faiz oranlarında yaptığı oynamalarla krizlerini çevre ülkelere ihraç etmesi ve ya sözde serbest ticaret adı altında, metropol ülkelerin pazarlarına girişlerde kısıtlamalar ve borçlanma gibi araçları kullanarak kendi krizlerini IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla çevre ülkelere yaymasıdır. Birçok örnekte, örneğin 1998 Asya krizi ve 2001 Türkiye krizinde görüldüğü gibi IMF’nin kriz ile başa çıkmak için sunduğu program ve tedbirler yalnızca krizi daha da derinleştirmekle kalmamış, uluslararası sermayenin kısıtlamalara tabi tutulmaksızın çevre ülkelere girerek gerek finans gerekse de sanayi sektörlerini ele geçirmesine neden olmuştur. Sermaye İhracı Türkiye’nin dünya kapitalizmi içindeki yerini ve bağımlılık ilişkilerini tartışırken, sermaye ihracının öneminden bahsettik. Bu konuya daha ayrıntılı olarak bakmak gerekir. Sanayinin yapılanmasından dolayı oluşan açıkların finansmanının önemli 74

Sosyalist Düşünce Dergisi


Türkiye’de Kriz parçalarından biri, Türkiye’ye yapılan yabancı sermaye yatırımları olmaktadır. Ayrıca çoğu bağımlılık ekolü mensubuna göre bağımlı ülkeyi tanımlarken ihracata dayalı üretim ve yabancı sermaye yatırımlarının en önemli başlıklar olduğunu da göz önünde bulundurmakta fayda var. Son dönemde yabancı sermaye yatırımlarının ne ölçüde arttığını Hazine Müsteşarlığı kaynaklı tabloda görmek mümkün; 2005 yılında çıkan doğrudan yabancı yatırımlar mevzuatının yarattığı alanın, 2001 krizi sonrası gerçekleşen çıkışların ardından yaşanan geri dönüşlerde ve uluslararası konjonktürün etkisiyle yabancı sermaye yatırımlarında dikkat çekici bir artışla karşılaşıyoruz. Bu artış, AKP iktidarı döneminde daha önce incelediğimiz türden bir krizin gerçekleşmeyişinin en önemli nedeni olmuştur. Buna rağmen uygulanan politikaların öncekilerden farklı karakterde olmayışı ve neoliberal projeyi daha da yoğun şekilde sürdürmeyi amaçlaması, AKP döneminde de bir mali krizin gerçekleşme eğilimini araştırmayı gerekli kılmaktadır. Vurgulanması gereken diğer önemli bir konu da, spekülatif sermaye hareketlerinin reel ve finansal kesimde sebep olduğu kırılganlık ve istikrarsızlıktır. Türkiye’de sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi çalışmaları 1980’lerde yürütülen neoliberal reformların bir parçası olarak başlatılmış ve 1989 yılında tamamlanmıştır. Ancak, spekülatif sermaye dahil yabancı sermayenin önündeki kısıtlamaların kaldırılmasından sonra, ekonomik yapının çok daha kırılgan ve oynak hâle gelmesi sonucu üst üste krizler yaşanmaya başlanmıştır. Neoliberal reformlar krizleri çözmeyi vaat ederken, gerçekte yaşanan krizlerin nedenlerinden biri haline gelmiş ya da krizlerin daha sık ve daha sert şekilde yaşanmasına yol açmıştır. İstikrarsız faiz oranları ve döviz kurları ile birlikte yaşanan ekonomideki iniş çıkışlar, bir yandan herhangi bir kalkınma stratejisinden söz edilmesini imkânsız kılarken, diğer yandan da ekonomik faaliyetin ağırlıklı olarak yurt dışından sağlanan, daha çok kısa vadeli sermayeye bağlı olmasına yol açmıştır. Kısa vadeli sermayeyi çeken yüksek faiz oranları, üretici sektörlere yapılan yatırımları olumsuz etkileyerek finansal kuruluş ve ürünlere yapılan yatırımları fiziksel yatırımlardan daha cazip hâle gelmiştir. 1994, 1998 ve 2001 Mali Krizleri ve Sonuçları 1980’den itibaren Türkiye ekonomisi, biri görece hafif olmak üzere üç mali kriz geçirmiştir. Bunlar sırasıyla, 1994, 1998 ve 2001 mali krizleridir. Sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği bir ortamda 1994 ve 2001 krizlerinin ortak özelliği, kriz öncesi yılda büyük miktarda kısa vadeli sermaye girişinin olması ve kriz yılında da büyük ölçekli sermaye kaçışının ekonominin küçülmesiyle sonuçlanmasıdır. Spekülatif sermayenin temsilcileri olan dış ve iç mali yatırımcılar, dünya piyasalarında belirsizliğin arttığı bir ortamda, Türkiye’de devalüasyon bekleyişleri yükselince, tedirgin olup mali sermayelerini aniden dışarıya transfer etmişlerdir. 1994 krizinden önceki dönemde, kamu kesimi faiz-dışı dengesi büyük ölçüde açık vermiş, reel kur fazla değerlenmiş ve Merkez Bankası rezervleri düşük düzeyde kalmıştır. Krizle birlikte ekonomi daralmış ve bankacılık sistemi bu krizden olumsuz etkilenerek küçülmüştür: 1994 yılında bankacılık sisteminin toplam aktifleri 68,6 milyar dolardan 51,6 milyar dolara, öz kaynakları ise 6,6 milyar dolardan 4,3 milyar dolara inmiştir. Bankacılık sektöründeki bunalım, tasarruf mevduatına güvence getirilerek aşılmıştır. 1995 yılından itibaren yeniden gelişmeye başlayan bankacılık sektörü ekonomik istikrarın tam olarak sağlanamaması, siyasi istikrarsızlık, Asya’da başlayan ekonomik kriz ve Körfez Savaşı ve Rusya’da yaşanan ekonomik kriz gibi nedenler sebebiyle yeniden istikrarsız bir ortama girmiştir. 1994 yılında, Marmarabank, Impexbank ve TYT Bank tasfiye edilmiş, 1997 yılında Türk Ticaret Bankası, 1998 yılında Bank Expres, 1999 yılında Interbank, Esbank, Egebank, Yurtbank, Yaşarbank, Sümerbank, Bank Kapital ve Etibank’a el konularak, TMSF’ye devredilmiştir. Kıbrıs Kredi Bankası ile Park Yatırım Bankasının faaliyet izinleri iptal edilmiştir. Güz | 2009 -

75


Türkiye’de Kriz ‘94 krizine ilk baktığımızda, değindiğimiz gibi, büyüyen kamu açıkları ve bunların finansmanı için alınan yüksek faizli borçların yarattığı gerilim sonucu, hükümetin bir hamlesinin (yurtdışından düşük faizli borçlanma üzerine) sonrasında yaşanan patlamayı görürüz. Buradan çizdiğimiz şemaya yapılacak bir itiraz krizin bizim ifade ettiğimiz gibi yabancı sermaye ile ilişki üzerinden tetiklenmediği, iç borçlanma ile ilgili bir politika hatası olduğu yönünde olabilir. Nitekim, burjuva iktisatçılarının yaygın tezi de budur. Burada önem arz eden nokta, söz konusu iç borçlanma gereksiniminin, belirttiğimiz gibi esasen üretimdeki bağımlılık ilişkisinin yarattığı dış açığı karşılamak zorunluluğundan doğmuş olmasıdır. Bunun yanında söz konusu kriz döneminde gerçekleşen, negatif yabancı kökenli sermaye hareketinin milli gelirin yüzde 11’ine ulaşmasından da önemli sonuçlar çıkarılabilir. Ülkeye giriş yapan yabancı sermayenin yarattığı talep büyümesinin de cari açığın artışına katkısı düşünüldüğünde tablo netleşecektir. Sonuçta ‘94 krizi, Türkiye ekonomisinin dünya sermayesine entegrasyonunun aşamalarından biri olarak anlaşılabilir. 1994 krizi sonrası, 1995–97 arasında, devlet-dışı sektörlerin hızlı dış borçlanmasına dayalı bir büyüme izlenmiş, Merkez Bankası rezervleri güçlendirilirken, reel kurda fazla değerlenmenin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Ancak bu dönemde kamu iç borçları artmış ve enflasyon oranında bir artış görülmüştür. 1998’de, 1994 ve 2001 yıllarında olduğu gibi, Asya, Brezilya ve Rusya gibi ülkelerde gözlenen finansal krizlerin etkisiyle değişen risk algılamaları sonucu tekrar mali sermaye kaçışı gerçekleşmiştir. Türkiye’nin 2001 kriz deneyiminin belirleyici özelliği, krizin IMF destekli bir programın uygulanma sürecinde çıkmış olmasıdır. 1998’de IMF ve Türkiye arasında imzalanan, “yakın izleme anlaşması” ardından Aralık 1999’da döviz kuru taahhütlerine dayalı bir anti-enflasyon programı, kamusal borçlanmayı da kontrol altına almak amacıyla yürürlüğe kondu. Ancak, programın uygulanmasının üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden, 2000 Kasım ayında başlayan mali kriz sonucu geniş çaplı yeni bir IMF müdahalesi yapıldı. IMF’nin müdahalesi, Türk lirası üzerinde yapılan spekülatif hareketleri durduramayınca dışarıya sermaye çıkışı hızlandı. Faiz oranları artırıldı. Bir kez daha ekonomide yüzde 9,5 oranında önemli daralma görüldü. IMF’nın tavsiyesi üzerine Türk lirası Şubat 2001’de serbest piyasada dalgalanmaya bırakıldı. 2001 yılı sonlarına doğru, IMF’nin yeni bir kurtarma operasyonun ardından mali piyasalarda bir istikrar sağlandı. 2001 krizinin IMF’ye ait olduğu birçok gözlemci tarafından dile getirilmiştir. Mali krizlerin sonuçlarına baktığımız zaman, neoliberal IMF programlarının ne anlama geldiğini daha iyi görüyoruz. İncelediğimiz krizler bağlamında neoliberal modellerin uygulanmasının sonuçlarını kısaca aşağıdaki gibi özetlememiz mümkündür: 1) Neoliberal politikaların uygulandığı süreçte Türkiye’de kalkınma hızı yüzde 6,9’dan, 1998–2006 döneminde yüzde 3,2 düzeyine düşmüştür. Düşen büyüme hızı ve 2008 krizinin yol açtığı ekonomideki daralma sonucu, Türkiye’de yoksulluğun giderilmesi ve iş imkânlarının yaratılması ancak burjuva partilerin programlarında vaatler olarak kalmaktadır. Resmi rakamlara göre, bir yandan nüfusun en yoksul yüzde yirmisi ile en zengin yüzde yirmisi arasındaki gelir farkı 17 kat artarken diğer yandan Forbes dergisinde yayınlanan dünyanın en zenginleri listesinde 13 Türkün ismi yayınlanmıştır. Türkiye’de vergi sisteminin yapısı ve ekonomide karapara miktarının vardığı boyutlar göz önüne alındığında, gerçek durumun istatistiklere yansıyandan çok daha kötü olduğu açıktır. Kamu mal varlıklarının özelleştirilmesi, bankacılık sisteminin kurtarılması ve ihracatın desteklenmesi adı altında uygulamaya konulan bir dizi uygulama ile burjuva sınıfların servetlerine servet katmaları sağlanırken, kamu harcamalarındaki kısıtlamalarla gelir dağılımındaki dengesizlik daha da artırılmıştır. Emekçilerin artık değerden aldığı pay; günlük fiyat artışları, düşen ücretler, işsizlik, esnek iş yasaları ve vergi afları vasıtasıyla daha da azalmaktadır. 76

Sosyalist Düşünce Dergisi


Türkiye’de Kriz 2) Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılacağı vaat edilirken, gerçekte Türkiye ile emperyalist metropol arasındaki bağımlılık ilişkisi daha da artmıştır. Türkiye’nin dünya pazarına entegrasyonu, ister istemez metropol ülkelerde başlayan krizler ve istikrarsızlık ortamından doğrudan etkilenmesini birlikte getirmektedir. 3) Finansallaşma, bir yandan Türkiye’de mali sektörün metropol ülkelerde üslenen dev finans kurumlarının kontrolü altına girmesine neden olurken, diğer yandan da spekülatif sermayeye milyarlarca dolarlık kazancın kapısını aralamıştır. Finansallaşmanın bir sonucu olarak, Türkiye’nin dış borçlarıyla iç pazardaki tüketici borçları astronomik rakamlara ulaşmıştır. 4) Türkiye ekonomisinin neoliberal hatlar üzerinde şekillenmesi oldukça uzun vadeli bir süreç olmuş, büyümenin tıkandığı koşulların zorlamasıyla yapılan değişiklikler bu karakteri oluştururken, değişimin kendisi krizin etkenlerinden biri haline dönüşebilmiştir. Bunlara örnek olarak, Özal’ın Demirel tarafından ekonominin başına getirilmesi sonrasında uygulamaya koyduğu finansal serbesti ile gelen banker skandallarını, Çiller döneminde uluslararası engellerden nemalanan ve çok yüksek faizle iç borçlanmaya kaynak sağlayan sermayenin, aslında sermaye için yapılması planlanan değişikliklerden etkilenip yurtdışına kaçmasını, Ecevit döneminde gerçekleşen hortumlama vakalarını verebiliriz. Sonuç itibariyle, kriz fırsatçılığından bahsederken Tayyip Erdoğan’ın hakkı vardır. Sözü geçen krizler kendi fırsatçılarını doğurmuşlardır. IMF ve Türkiye Burjuvazisi IMF tarafından 1980 sonrası empoze edilen iktisat politikaları yüksek bir cari açık, bunun finansmanı için -farklı ama art arda veya kesişen dönemlerde- yüksek ihracat hedefi, büyük bir borçlanma gereksinimi ve yine yabancı sermayeyi cezp etme ihtiyacı etrafında şekillenmiştir. Türkiye ve IMF ilişkileri oldukça uzun ve detaylı bir tarihe sahiptir. Ne IMF’nin 1998 Asya krizi sırasında uğradığı itibar kaybı ne de 2001 mali krizindeki sorumlulukları, IMF’nin önerdiği programların sorgulanmasına neden olmuştur. 2008 krizi ile birlikte IMF’ye sunulan yeni fonlar ve G-20 zirvesinden çıkan kararlar gösteriyor ki; IMF neoliberal sistemin gerek ideolojik gerekse de pratik savunusunu üstlenerek aktif bir rol oynayacaktır. IMF’nin kriz dönemlerindeki rolüne baktığımızda, krizin faturasının, emperyalist ülkeler tarafından IMF’nin etkinlik gösterdiği cari açık veren ülkelere, yani Türkiye’nin de içinde olduğu bir grup ülkeye transfer edilmekte olduğunu görüyoruz. Bunun anlamı, yoksullaşmanın artması ve üst sınıflara ve uluslararası şirketlere servet transferinin hızlanmasıdır. Nitekim, Türkiye’ye önerilen son stand-by anlaşmasına bakıldığında, klasik IMF reçetelerinin bir kez daha takdim edildiğini, kamu bütçesinde kısıntıya gidilmesi ve sıkı bir mali disiplin sağlanarak “kurtarma paketleri uygulamanın” şartlarını ortadan kaldırmanın planlandığı görülüyor. AKP hükümeti IMF ile düzenli olarak görüşmesine rağmen halen yeni bir anlaşmaya imza atmamıştır. Uzlaşmazlığın görünen yüzünde, AKP’nin ödemeler dengesi finansmanını dış borç stokunu artırarak sağlama eğilimi ve anlaşmanın buna fazlaca izin vermemesi vardır. Ancak hükümetin dış piyasalarda hazine senetlerini satarak borçlanmayı sürdürebilmesi ve kısa vadeli sermaye akışının devam etmesi, IMF ile anlaşmayı ertelemesini mümkün kılmaktadır. AKP hükümetini yeni bir IMF anlaşması imzalamaktan alıkoyan, IMF’nin talep ettiği tedbirlerin uygulanmasının, hâlihazırda gergin olan sınıfsal dengeleri alt üst etmesi korkusudur. Büyük şehirlerdeki işsizler ordusu, Kürt şehirlerinde günde 1 doların altında kazanarak yaşayan milyonların IMF reformlarından ilk olarak etkilenen kesimGüz | 2009 -

77


Türkiye’de Kriz ler olacağı hatırlanırsa, AKP hükümetinin tereddüdünün nedenini anlamak kolaylaşır. Sınıflar arası karşılaşmanın bir kutuplaşmaya dönüşmesi ve ülkenin yönetilemez hale gelmesi olasılığı sanıldığından daha güçlüdür. Görünen odur ki, bir sürelik pazarlığın ardından, krizin faturasını emekçi kitlelere aktarmak için bir IMF anlaşması imzalamaksızın IMF’nin uygulanmasını istediği politikalar, sınıfsal dengeler izin verdiği oranda yürürlüğe konacaktır. Neoliberalizm ve AKP Kapitalizmin Türkiye’deki krizlerini ve son olarak yaşanan 2008 krizinin analizini yaparken neoliberalizm sık sık önemli bir yer teşkil ediyor. Neoliberal yapılanma programlarını uygulayan burjuva hükümetleri içinde, 2002 seçimlerinde buruvazinin belirleyici kesiminin desteğini arkasına alarak iktidara gelen AKP, 1980’den bugüne değin, neoliberal politikaların uygulanması açısından en başarılı hükümet olarak görünüyor. Bu başarısı bir ölçüde, 2001 çöküntüsünün ardından gerçekleşmesi zaten beklenen göreli yükselişin üzerine konmasının yarattığı meşruiyete bağlıysa da (reel ücretlerin kriz öncesi konumlarına dönmesi dört yıl sürdüğü, yine kriz süresince dramatik biçimde artan dolaylı vergilerden, dikkate değer biçimde geri adım atılmadığı halde AKP popülist olarak nitelendirilebiliyordu) değerlendirilmesi gereken başka unsurlar da vardır. Türkiye’deki neoliberal söylemin neredeyse tartışılmaz olarak kabul edilir hale gelmesi, muhalefet partilerinin de bu söylemi paylaşması, sendikaların atıl konumları ve hayatın her alanında hissedilen baskıcı devlet uygulamalarının oynadıkları rolü de hesaba katmak gerekir. En agresif KİT özelleştirmelerini gerçekleştiren, üstüne üstlük bunu Kemal Unakıtan’ın şark kurnazı üslubuyla müdafaa eden, yüksek faize dayalı bir ekonomik rejim uygulayan, Türkiye’yi tarihinde görülmemiş bir şekilde yabancı sermaye girişine açan, son olarak asker-sivil bürokrasiye karşı, Menderes döneminden bu yana en saldırgan tavrı takınan AKP iktidarının dengede kalabilmesi nasıl mümkün olmuştur? Cevabı basittir: uyguladıkları politikalar gerek uluslararası sermaye gerekse de yerli burjuva sınıfların ihtiyaç ve taleplerinin iyi bir şekilde özümsenerek uygulanmasını ifade etmekte, aynı zamanda, emekçi sınıfların muhalefetinin ve Kürdistanlı kitlelerin mücadelesinin kontrolünde gösterdikleri başarı önem kazanmaktadır. AKP’nin gerek ulusal gerekse de uluslararası sermayenin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini belirttik, bunun en iyi örneği, dünya kapitalizminin kriz eğiliminin akıldışı boyutlara ulaştırdığı finansallaşma olmuştur. Oyunu kurallarına göre oynamak için, yüksek faizlerle her zamankinden agresif olan yabancı sermaye ülkeye çekilebilmiştir. Esasen bu faiz oranlarından zarar görmesi beklenecek Türkiye burjuvazisi ise tersine bu süreçten faydalanma yolunu seçmiş, büyük sermaye gruplarının neredeyse hepsi kendi bankalarının yüksek faizden elde ettiği kârlarla işletmelerini desteklemiş, geri kalan kaynaklarla kayda değer bir birikim temposu yakalayabilmiştir. Öte yandan milli sermayenin bu şekilde finansallaşması cari açığın daha da büyümesine yol açmış, yine daha fazla dış kaynak gereksinimini doğurmuş ve bir sarmal yaratmıştır. Bu gerilim, yukarıda özetlediğimiz politikaların hem sonucu hem de nedenidir. II. Türkiye’de 2008 Krizi ABD politikalarının etkisi Dünya ekonomilerini resesyonla karşı karşıya bırakan 2008 krizinin finans bunalımıyla başladığını biliyoruz. Bu süreçte ABD, hızla çöken mali sistemini kurtarmak ve ekonomik çöküntüyü engellemek için bir dizi düşük faiz temelli politikaya yönelmiştir. Yurtiçi yatırımların canlandırılması ve artmasını amaçlayan tedbirler yürürlüğe sokulmuştur. 78

Sosyalist Düşünce Dergisi


Türkiye’de Kriz 2008 krizinin sonuçlarından bir tanesi, uluslararası finansal kaynakların Amerika’ya çekilmeye başlamasıdır. Yani sermaye ihracının tersine dönmesi. Uluslararası mali sistemin ve reel ekonominin karşılaştığı kriz, faiz düşürme zorunluluğunu diğer ülkelerin merkez bankalarına doğrudan dayatmıştır. Böylece kısa vadede gerçekleşen sermaye akımlarından pay kapma yarışı başlamıştır. Bu durum ABD’de faiz oranlarının düşme sınırına, yani mevcut enstrümanların kullanım kapasitesine göre, fiilen sıfır faize kadar sürmüştür. Sonuç olarak, doğrudan sermaye ihraçlarının bu süreçten etkilenerek ,yeniden metropol merkezlerde yoğunlaşması yönünde bir eğilim rahatlıkla gözlenebilir hale gelmiştir. Yaşanan kriz yalnızca mali bir kriz değil ve bu nedenle de ABD’nin para politikaları aracılığıyla krizden çıkması mümkün değildir. Finansal sorun özünde finans kârının realizasyonu sorunudur. Atıl kapasite, kar oranlarındaki düşüş ve üretim fazlalığı gibi sorunlar mali sektör ile reel (gerçek) sektörler arasında uçurumu ortaya çıkarmıştır ve ister istemez mali piyasanın şişirilmiş değerleri bu boşluk içinde kaybolma tehlikesiyle karşılaşmışlardır. Demir-çelik ve enerji sektörlerinin kapasite düşürme yoluna gitmesiyle başlayan reel sektör krizi, hızla tüketici ürünleri sanayisine dek yayılmış; dünya ölçeğinde, dış ticarette yoğun bir küçülmeye olanak hazırlamıştır. Bu gelişmelerden, uluslararası sermayenin merkeze çekilmesinin sürdürülebilir bir büyüme yaratma amacından ziyade, krizin etkilerini daha da ertelemenin umutsuz çabalarını temsil ettiğini çıkarmak mümkündür. Dünya pazarındaki daralma ve dış ticaret oranlarındaki düşüş, uzun süreli bir durgunluk ve resesyon ile karşılaşıldığını göstermektedir. Bir diğer önemli başlık, aynı zamanda neoliberal iktisadi paradigmayı baş aşağı eden devlet müdahaleleridir. Açıkça görüldüğü gibi ABD seçimleri öncesinde ve sonrasında, zor durumda bulunan şirketlerin ufak tartışmalar göz ardı edilirse genel bir mutabakatla çöküşten kurtarıldığını, toksik olarak ifade edilen, aslında krizin finansal analizinin temelini oluşturan aşırı spekülatif kârlılığın temel araçları olan fonların çoğunlukla devlet güvencesine alındığını ve spekülatif karlılığın önüne geçmesi planlanan önlemlerin -türev ürünlerin kontrol altına alınması gibi- geniş ihtilaflara rağmen uygulandığını görüyoruz. Bu gelişmelerin uluslararası karşılığı IMF’nin yeniden sahneye çıkarak, kriz ile birlikte, ABD hegemonyasının sarsılmamasını sağlamak için bir dizi ülke ile görüşmeler içine girmesi olmuştur. Bu gelişmenin azgelişmiş ülkeler açısından anlamına ve IMF’in buradaki rolüne daha sonra değineceğiz. Mali Kriz

2007–2008 yıllarında ABD ve metropol merkezlerinde başlayan mali kriz, kısa Güz | 2009 -

79


Türkiye’de Kriz bir zaman içerisinde Türkiye’yi etkilemeye başladı. Wall Street gölge bankacılık sisteminin çöküntüsüyle birlikte gelen finansal gerileme, oldukça ateşlenmiş olan rejim tartışmalarının kısa zamanda önüne geçerek, hükümet yetkililerini gazetecilerle karşı karşıya getirmiştir. Yukarıdaki grafikte görüldüğü gibi, Ağustos ayından Aralık 2008 ayına kadar İMKB 100 endeksinde neredeyse yarı yarıya bir azalmayla karşılaşılmıştır. Tayyip Erdoğan’ın kriz üzerine popüler konuşma salvosunun bu grafikle ilginç bir bağıntısının olduğu gözlenmektedir. Kendisi krizin psikolojik oluşu, ardından Türkiye için zararsız olacağı hakkında Ekim ayında sekiz, Kasım ayında on üç konuşma yapmıştır. Şurası açıktır ki, 2000 krizinden alınan derslerden dem vuran Başbakan Erdoğan, asıl dersi 94 krizinden alarak, ekonomi profesörü Çiller gibi finansal kırılganlığın had safhada olduğu sırada demeçlerini “bir bilene danışmadan” vermemiştir. Burada karikatürize ettiğimiz gibi, hükümetin krizin ilk dalgalarına karşı genel eğilimi, süreci yok saymak ve yok saydırmaya çabalamak olmuştur. Zira omuzlarında kısa vadeli yabancı fonları ülkeden kaçırmama sorumluluğu vardır. Ayrıca, Merkez Bankası’nın doları baskı altında tutma politikası zora girmekle beraber devam ettirilmiştir. Mali istikrarsızlığı önlemek için gösterilen bütün çabalara rağmen, krizin mali etkileri oldukça sert olmuş, özellikle bütçe dengesi bozulmuştur. İç ve dış borçlanma artmış, bütçe açığı derinleşmiştir. Portföy yatırımları geri çekilmiş ve doğrudan sermaye akımları hız kesmiştir. Mali denge sorunu, aslında AKP dönemindeki ekonomi yönetiminin temel algısını oluşturmaktadır ve AKP söyleminin temel taşlarından biri olan istikrar da dar anlamıyla finansal istikrardan başkası değildir. Bu politikanın genel hedefi finansal dengeyi sağlamak olduğundan, bunun araçlarını yaratmak elzem olmuştur. Bunlardan biri IMF ile yapılacak anlaşmadır. Yine Türkiye’nin 2001 krizinden sağlam bir mali yapıyla çıktığı ve bundan dolayı krizin mali etkilerinin sürekli olmayacağına yönelik anlayış da bu dengeye güvenden kaynaklanmıştır. Ancak 2001 krizinde bankaların geçirdiği -maliyeti çok büyük olan- ayıklanma, güncel süreçte ENRON skandalı gibi olayların yaşanmasına engel olduysa da, Türkiye’de finans piyasalarını besleyenin 2002 sonrası beş yılda 97 milyar dolar gibi büyük bir kütleyle giriş yapan portföy yatırımları olduğunu unutmamak gerekir. Kısa vadeli fonların geri çekilmesi mali istikrarsızlığa yol açarak mali krizin derinleşmesi sonucunu verecektir. Reel Sektör Krizi Dünya ticaret hacmindeki küçülme ve artan atıl kapasite oranı mali sektördeki krizin reel sektörlere yayılarak resesyona dönüşmesini ifade etmektedir. Tüm dünyada ihracat hadlerinin 2005’ten bu yana değişimini gösteren Dünya Ticaret Örgütü grafiğine baktığımız zaman uluslararası dış ticaretin, 2008’in son çeyreğinden başlayarak dramatik bir şekilde düştüğünü görüyoruz.

80

Sosyalist Düşünce Dergisi


Türkiye’de Kriz Yazımızın ilk bölümünde vurguladığımız gibi 1980 sonrası yıllarda izlenen ekonomi politika yüksek ihracatı hedefliyordu. 2009 yılına geldiğimizde yoğun bir şekilde AB ve Rusya’ya, bunların yanında hatırı sayılır miktarda Ortadoğu, Kafkas ve Balkan ülkelerine ihracat yapmakta olan bir Türkiye karşımıza çıkıyor. Ancak Türkiye’nin ithalatının yaklaşık %77’sinin ara mal ithalatı ve yaklaşık %15’inin ise yatırım malları ithalatına tekabül ettiğini düşündüğümüzde, uluslararası dış ticarette gerçekleşen düşüşten en çok etkilenecek ülkelerden birinin Türkiye olduğu görülüyor. Nitekim dış ticaretteki düşüş, bir ay içinde sanayi üretiminde önemli bir küçülmeye yol açmış, kapasite kullanım oranları %60 seviyelerine düşmüştür. Sanayi üretiminin %85’ini oluşturan imalat sanayinin önemli kalemlerine tek tek baktığımızda; 2009’un ilk çeyreğinde, imalat sanayisindeki payı %13 olan tekstil ürünleri üretiminin %25,6, payı %8,5 olan kimyasal madde ürünleri imalatının %15,9, payı %9 olan ana metal sanayinin %24,7, payı %4 olan metal eşya sanayinin %31,7, payı %6,5 olan makine ve teçhizat imalatının %25,7 ve payı %10 olan taşıt araçları ve karoseri imalatının %57,3 düştüğü görüyoruz. Bu sektörler Türkiye sanayisinin önemli bölümlerini, teşkil etmekle kalmayıp; aynı zamanda ihracat kalemlerinin en önemlilerini üretmektedirler. Özellikle AB pazarındaki talep noksanlığı ve daralma nedeniyle hızlı bir düşüşe giren bu sektörler, ara mal ve yatırım malları imalatının hem dünyada, hem de Türkiye’de hızla düşüşü sonucu rekabet ve yüksek maliyetlerle karşılaşacak ve sanayi üretiminde uzun süre kayda değer bir yükseliş olmayacaktır. Ayrıca 2008’in ilk 5 ayında 7 milyar 498 milyon dolar olan uluslararası doğrudan yatırım girişinin, bu yıl 3 milyar 584 milyon dolara düşmesinin de krizin şiddetini büyük ölçüde artırdığını söylemek mümkündür. Bu nedenlerden dolayı, Türkiye’de işsizlik oranının artacağı ve uzun yıllar bir sorun olarak kalacağını öngörmek gerekir.

Aylýk Sanayi Üretim Endeksi, 2005=100 140,0 130,0 120,0 110,0 100,0 90,0 80,0 70,0

1

2

3

4

5

6 2008

7

8

9

10

11

12

2009

Krizin reel sektördeki etkilerinin inkâr edilemez hale gelmesi ve başta TÜSİAD olmak üzere işveren örgütlerinin tedbir paketleri için baskıya başlaması sonucunda, hükümet aldığı bir dizi tedbiri uygulamaya girişti. Öncelikle doğrudan yabancı sermaye yatırımının önünü açmak ve iç pazarda talebi canlandırmak amacıyla gösterge faizleri oldukça yüksek olan %20’ler seviyesinden %13 seviyesine çekildi. Vergi indirimleriyle devam eden bu tedbirler, esasen kârlılığın arttırılması yoluyla işletmeleri kapasite kullanımlarını azaltmaktan alıkoymayı hedefliyordu. Bu tedbirlerin belki de en dikkat çekici olanı işsizlik sigortası fonu üzerinden uygulananlardır. DPT verilerine göre; hükümet, işsizlik sigortası fonunun kullanımında sigorta giderleri kalemine dâhil olan işsizlik maaşının payını dikkate değer biçimde artırmayı planlamamış, tersine diğer giderler kaleminde gördüğümüz yaklaşık %75’lik artışın da gösterdiği gibi, fon kaynaklarını kısa çalışma ödeneği gibi tedbirlerle işverene açma yolunu seçmiştir. Güz | 2009 -

81


Türkiye’de Kriz

İşsizlik ve Yoksullaşma Yazımızın birinci bölümünde 2001 sonrası ekonomik büyüme trendinin, aslen finansal itkilere dayanan karakterinden bahsetmiştik. Bu tarz bir büyümenin istihdam yaratma kapasitesine sahip olmayışı da, 2008 krizi öncesi Türkiye ekonomisinin kırılgan ve istikrarsızlık üretme eğiliminin önemli bir unsuru olarak gösterilebilir. AKP döneminde tarım teşviklerinin zayıflatılması, fiyat baskısının tarımsal üretimde küçülmeye yol açması ve ortaya çıkan işsizlerin sanayi üretiminde istihdam olanağı bulamaması işsizler ordusunun büyümesine büyük bir katkı yapmıştır. Mevcut sorunların yarattığı gerilim dünya kriziyle de birleşince, Türkiye ekonomisinin istihdam formasyonunda iki önemli etkiyle karşılaştık. Nisan 2008-2009 TÜİK verilerine baktığımızda; Sanayi üretimindeki ve ücretlerdeki, dolayısıyla alım gücündeki düşüşün tipik sonuçları olarak işgücüne katılım oranı artmış, işsizlerin sayısı özellikle tarım dışı sektörlerde dikkat çekici biçimde yükselmiştir. İşgücüne katılım oranında gördüğümüz yükseliş, esasen alım gücündeki düşmeye işaret ediyor: ücretlerdeki genel bir düşüş, hane halkının diğer bireylerini, (örneğin ev eksenli çalışan kadınları ve çocukları) işgücüne katılmaya zorlamıştır. Elbette bu katılım, genel olarak kayıt dışı işletmelerde, iş güvencesinden ve sosyal haklardan yoksun bir istihdamın kapısını açmaktadır. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, resmi verilerin -sadece değişim oranları açısından dahiişsizlik sürecini tamamıyla gösterdiğini söylemek mümkün değildir. Kriz sürecinde işsizlik, hızlı küçülme gösteren imalat sanayi ve inşaat sektörlerinde yoğunlaşmış ve dolayısıyla en çok, sanayi şehirlerinde görülmüştür. Özellikle Bursa, İzmir ve İstanbul gibi şehirlerde toplu işten çıkarmalar yaygınlaşmış, bunun yanında ücretsiz izinler ve ücret indirimleri oldukça artmıştır. En bilinen direnişlerin de metal ve petro-kimya sektörlerinde gerçekleştiği göz önüne alınılırsa, bu sektörlerde de “uzlaşmalı” ücret indirimleri oldukça çarpıcıdır. Söz konusu ücret indirimleri, her şeyin ötesinde krizin emek pazarındaki etkilerinin en uzun vadeli etkileri olacağını ve bu öngörünün, sadece burjuvazi için değil; sendikalar ve işçiler için de en yoğun gerçekliği ifade ettiğini bize göstermektedir. Ücretlere gelince, TÜİK verileri göz önüne alındığında, 2008’in son üç ayı ve 2009’un ilk üç ayı boyunca kişi başına düşen reel ücretlerin %2 kadar azaldığını görüyoruz. Ancak bu rakam gerçek düşüşü ifade etmekten uzaktır. Çünkü kayıt dışı çalışanların, ücretleri hiçbir şekilde korunmaz ve onlar ücretlerindeki büyük indirimleri kabul etmek zorunda kalırlar. Kayıt-dışı oldukları için de bu rakamlarda görünmezler. Tarım eksenli çalışanların çoğu da benzer durumdadır. Yığınların gelir düzeyindeki düşüş, aynı zamanda borçlanma gereksinimlerini de artırmaktadır. Kriz öncesi, konut ve otomobil alımına yönelik kredilerde bir artma görülürken, kriz sırasında temel ihtiyaçları karşılamak için borçlanma artmıştır. Düşük ücretler ve işizlik ortamında 82

Sosyalist Düşünce Dergisi


Türkiye’de Kriz ödenmeyen borçların oranında önemli bir artış olması kaçınılmazdır. Sürmekte olan kriz Türkiye’de hali hazırda bozuk gelir dağılımını daha da bozmaktadır. Türkiye’de yaşanan 1994 krizi ile 2001 krizi sonrasına tekabül eden 2003 yılları sırasında sağlanan büyümenin en fakirleri daha da fakirleştirirken, en zenginleri daha da zenginleştirdiği görüldü: Şöyle ki, 1994 yılında en zengin %5 ile en fakir %5’lik hane halkı gelirleri arasındaki fark Türkiye genelinde 239 kat iken, bu oran 2003 yılında tam 280 kata çıkmıştır. Yani gerek kriz; gerekse de kriz sonrası büyüme sürecinde emekçi sınıfların değil; burjuvazinin gelirlerinde bir artış görülmüştür. 2008 krizi ve sonrasında bu eğilim tekrarlandığı takdirde, sınıflar arası uçurumun daha da genişleyeceği açıktır. Krizin etkilerinin en ağır hissedildiği bölgeler günümüzde AKP hükümetinin açılım politikaları ile kısmen gündeme gelen Kürt halkının yaşadığı topraklardır. Kriz döneminin en önemli gelişmelerinden biri kirli savaşın akıbeti olacaktır. Göründüğü kadarıyla burjuvazinin önünde iki seçenek vardır; bunlardan biri Kürt halkı üzerindeki baskıları arttırmak ve savaşın kızışmasını sağlamak, diğeri ise bu meseleyi bir süreliğine yavaşlatıp Başbakanın Davos’taki tutumundan da çıkarabildiğimiz, Ortadoğu’ya “barış” getirmekteki hevesinin peşinden gitmek. Tabii ABD’nin müttefiki olarak! Yine Türkiye’deki asker polis rejiminin ve bunun varlığını mümkün kıldığı statükonun, meşruiyetini temelde Kürt ulusunun ezilmesi üzerine kurduğu gerçeğinden hareketle, Kürt meselesinin süreçteki öneminin altını çizmek zorunludur. Neoliberal hükümetin, resmi ideolojiden farklılaşan bir politika yaratma gereksinimi de buradan doğar. Kürt emekçilerin Türkiye kapitalizmine özgül eklemlenişleri ve Kürtlerin ulusal mücadelelerinde vardıkları nokta atılacak adımları acil olarak gündeme getirmektedir. Türkiye, tabiri caizse kendi içinde bir göçmen işçiler ordusu bulundurmaktadır. Bunlar da Kürt işçilerdir. Gerek Türkiye’nin önemli kapitalist sektörleri olan inşaat ve tekstilde, gerekse mevsimlik tarımda Kürtleri ucuz işgücü haline getiren yine rejimin ayrımcı, şovenist Kürt aleyhtarı politikalardır. Kürdistanlı milyonları etkileyen yoksullaşma, devlet baskısı ile birleştiğinde, bir yandan yaşanan yıkımın etkilerini artırırken; diğer yandan da burjuvazinin cehenneminin kapılarını aralayabilir. Bu olasılık ile karşı karşıya gelen ve ayrıca bölgenin mevcut kaynaklarını değerlendirmek isteyen burjuvazinin ‘’çözüm’’ arayışlarına girmesi kaçınılmaz gözükmektedir. Bu bağlamda AKP’nin önünde duran görev, Kürt halkını, ekonomik ezilmişliğinin büyük ölçüde devam ettiği koşullarda uzlaştırmak ve Kürt işçileri kapitalist boyunduruğa daha da çok bağlamak olacaktır. Son dönemde gündeme gelen Güneydoğu’daki mayınlı tarım alanlarının değerlendirilmesi tartışması da bu çerçevede okunabilir. Savaş ve yoksulluk sonucu sorunlarına bir an önce çözüm bulunmasını talep eden kitleler ve PKK’nin bir adım ileri iki adım geri atarak formüle ettiği demokratik cumhuriyet politikaları ile bu uzlaşma mümkün olabilir. Kriz ve Sınıf Mücadelesi İşçi sınıfının yoğun saldırılarla karşılaştığı, yoğun hak kayıpları yaşadığı bu dönemde birkaç noktada gerçekleşen tekil direnişler dışında hareketlilik olmamıştır ve bu beklenmedik bir şey değildir. Boratav’ın ifadesiyle, “Kapitalist ekonomide krizden kaçınma esnekliğine hiçbir şekilde sahip olmayan tek sınıf işçi sınıfıdır”. İstatistiklere bakıldığında kriz dönemlerinde grev ve direniş sayılarında bir düşüş gözlemlenmektedir. İşçi sınıfı mücadelesinin gidişatına baktığımız zaman kriz zamanlarında grev sayılarında düşüş olacağını varsaysak bile, mümkün olandan daha da alt düzeyde bir sınıf hareketliliği olduğu sonucuna varabiliriz. Bu olgunun çeşitli nedenleri vardır: öncelikle Türkiye’de sendikal mücadele ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Örneğin, Çalışma Bakanlığı’nın pek de güvenilir olmayan verileri bir yana bırakıldığında, Türkiye’de toplu sözleşme yapma yetkisine sahip, yani fiilen sendikal mücadele yapması mümkün Güz | 2009 -

83


Türkiye’de Kriz işçi kesimi, neoliberal yaptırımlardan ve 80 sonrası politikalardan dolayı çok küçüktür. Bu nedenle, politik ve sendikal örgütlülüğün zayıf olduğu bir süreçte, işçi sınıfından krize karşı örgütlü direnişler beklemek en nazik dille iyimserliktir. Ancak, işçi ve kitle mücadelesinin göreceli zayıflığı, ileriki dönemlerde meydana gelecek yeni toplumsal mücadeleleri yok saymamız anlamına gelmemelidir. Gerçekleşen hareketliliklere baktığımızda da, sendikal bürokrasilerin kılavuzluğunda ilerleyen ve hukuksal yollarla kazanım arayan, mücadeleyi sektörel ve ulusal bazda yayma çabasında olmayan ve politik bir perspektiften yoksun direnişlerle karşılaşıyoruz. Bütün bunların gösterdiği gerçek, işçi sınıfını kriz sürecinde kendi eylem programına kazanacak politik ve sendikal önderliklerin yokluğudur. Ancak önderlik sorununu mekanik bir şekilde değil de; kitle mücadeleleri çerçevesi içinde kavramakta yarar vardır. Önderlik sorunundan söz ettiğimizde anlaşılması gereken generalleri olmayan bir ordu değildir, sözü edilen işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin bir eylem programı etrafında mücadelelerini yükseltmeleri ve örgütlenmeleridir. Sınıfa karşı sınıf perspektifinden baktığımızda, sendikal örgütlülüğün artmasının yanı sıra kriz içerisinde fabrikaları kapanan işçilerin fabrika işgalleri gerçekleştirerek fabrikalarına el koymaları; gerek işyeri, gerekse de işçi mahalleleri ve gecekondular düzeyinde direniş komitelerinin kurularak örgütlenilmesi; işsizler, evsizler ve topraksızların örgütlü mücadele içinde yerlerini almaları işçi sınıfının mücadele içerisinde öne çıkarak bir çekim merkezi haline gelmesi anlamını taşır. Önderlik ve eylem programı sorununun önemine işaret eden diğer bir gelişme de burjuvazinin ideolojik hegemonyasının sarsıldığı dönemlerin aynı zamanda belirsizliklere gebe olmasıdır. Kriz ile birlikte milyonların yaşam düzeylerinde gerçekleşen düşüş, özellikle işgücüne katılım oranlarının artışında emarelerini gördüğümüz küçük burjuvazinin, işçileşme eğilimindeki yoğunlaşma, son olarak krizin kısa vadede aşılmasının mümkün olmadığının anlaşılması, kitleleri tepki göstermeye itecektir. Ancak bu tepki, tıpkı Avrupa Parlamentosu seçimlerinde gördüğümüz gibi, “umudun partilerinden daha çok umutsuzluğun partilerinde” ifadesini bulma eğilimindedir. Zira faşizan ve gerici hareketler, örgütlenmek için tutarlı bir programa veya örgütlenme mekanizmasına ihtiyaç duymazlar. Tek gereken, kanalize edilmiş sınıf kini ya da bütün sınıflara yönetilmiş bir reddi ifade eden ve kapitalizmi destek için kolayca kanalize edilen lümpen proletaryanın ruh halidir. Bu bağlamda, Kürtlere, etnik azınlıklara ve işçi örgütlerine karşı saldırıların artması söz konusu olabilir. Yeni pogrom teşebbüsleri, linçler ve cinayetlerle karşılaşabiliriz Aşırı üretim krizinin hemen aklımıza getirdikleri içinde kuşkusuz savaş ekonomisi de vardır. Mesafe’nin bu sayısında yayınlanan söyleşisinde José Martins’in ifade ettiği gibi, burjuvazi için en iyi kriz reçetesi savaştır. Çağımızda en azından teknik koşulları düşünüldüğünde emperyalist burjuvazi için dahi, şimdilik uygun görünmeyen topyekûn savaş olasılığını gözardı etsek bile, ABD savaş makinesinin daha da saldırganlaşacağını kestirmek son derece kolay. Silahlanma bütçelerinin ve bölgesel savaşların artma eğiliminde olduğu bu koşullardan elbette Türkiye de etkilenecektir. Burada vurgulanması gereken bir nokta vardır: İsrail-Filistin sorunu kadar önemli olan ve halen çözüm bekleyen Kürt ulusal sorunu Ortadoğu’da dengelerin bir kez daha sarsılmasına neden olacak dinamikleri içinde barındırmaktadır. Öncelikle, buraya kadar ortaya koyduğumuz sonuçlar ve olasılıklar, işçi sınıfı için hayatın her alanında, ekonomik, politik, demokratik her mevziiye burjuvazinin geniş ve uzun vadeli saldırıları ve bu saldırılara karşı emekçilerin direniş ve mücadeleleri bağlamında anlaşılmalıdır. Burjuvazi, saldırılarını gerçekleştirirken elinde her türlü imkan vardır: hâkim sınıflar, kitleleri gerektiği yer ve zamanda milyarlar harcamak dâhil her türlü yöntemle bastırmayı denemekte; en önemlisi de saldırılarını planlı bir şekilde yapmaktadırlar. İşçi sınıfının plansız ve gelişigüzel örgütlenmesi ve direnmesi de bu nedenle bir başlangıç teşkil ediyor, ancak tek başına yeterli olmuyor. Burada

84

Sosyalist Düşünce Dergisi


Türkiye’de Kriz ihtiyaç duyduğumuz aynı ölçüde ve geniş bir yelpazede talepleri içeren, koşulların sürekliliğine paralel biçimde süreklilik arz eden bir eylem programıdır. Sözü edilen eylem programı, hem kitlelerin günlük ihtiyaçları için verdikleri mücadeleleri; hem de adil bir sistemin kurulması ve sosyalizm için verilen mücadelenin taleplerini birleştirerek geliştirir. Örneğin bir yandan sendikal haklar savunulurken, diğer yandan sendikal uzlaşmacılığa karşı çıkılarak, daha fazla işçinin, öz talepleri çerçevesinde sendikalara yöneltilmesi hedeflenir. Bu bağlamda, günlük yaşamsal ihtiyaçların savunusu örneğin, işsizlik fonu çok önemlidir. İşçi kitlelerinin bilinçlenme sürecinde en önemli durak, işsizlik fonunun idaresi üzerinden gerçekleşecek seferberlikler olacak; sürecin politizasyonu bunun üzerinden gerçekleşecektir. Üretim alanları içindeki yerel özdenetimlerin, bu sürecin bağrından doğması pekâlâ mümkündür. Kürt emekçilerinin ve ezilenlerinin mücadelesi, kriz sonrasında dönüşüme uğrayacak; önderliğin tutumuna göre, yeni arayışlar gündeme gelecektir. Kürt halkının talepleriyle pratik bir ortaklık kurmak, mücadelenin asli görevlerinden biri olacaktır. Bugün ve daha uzun bir zaman boyunca, Türkiye’deki sınıf mücadelesinin çehresini değiştirecek en büyük görev, Kürt halkının seferberliğinin sağlanması, asker polis rejimi karşısında demokratik talepleri yükseltmek ve bütün bunlarla ekonomik mücadeleyi aynı potada eritmek olmalıdır.

Ağustos 2009

Güz | 2009 -

85


Dosya

Avrofelaket Yaklaşıyor

José Martins ile söyleşi

Brezilya asıllı Marksist ekonomist José Martins, Paris I Üniversitesi’nde (Panthéon-Sorbonne) uluslararası ekonomi politik dersleri veriyor. Haftalık Ekonomi Eleştirileri (http://www.criticasemanal.org) bülteninin redaktörlüğünü yapan Martins’in yayımladığı kitaplardan bazıları, Sermayenin Zenginliği ve Ulusların Sefaleti (1994), Terör İmparatorluğu – ABD, ekonomik çevrimler ve XXI. Yüzyıl Başı Savaşları (2006), başlıklarını taşıyor. Raquel Varela ve Renato Guedes tarafından gerçekleştirilen aşağıdaki söyleşi, Brezilya’daki Rubra dergisinin Ocak 2009 tarihli 4. sayısında yayımlanmıştır.

Marx açısından kriz aynı zamanda bir fırsat anlamına geliyordu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? José Martins: Evet Marx kapitalist krizden memnuniyet duyuyordu. Ekonomik kriz, objektif açıdan kapitalist devletin zayıflamasının ve işleyişinin aksamasının yegane fırsatıdır. Devlet, sermayenin değerlendiği, birikimin yoğunlaştığı dönemlerde son derece sağlam bir politik örgüt görüntüsü kazanır. Ekonomik kriz ise bu monolitik bloğu zayıflatır. Kriz, bir toplumda temel önem taşıyan üç örgütlenme sorununa –ne üretmek, nasıl üretmek ve kimin için üretmek- toplum adına karar vermekte, toplumu yönetmekte, burjuvazinin ne denli yetersiz kaldığını açığa çıkarır. Marx ve Engels açısından yıkıcı bir kriz, devrimin zorunlu koşullarından biriydi. Farklı burjuva sektörleri ile uluslararası kapitalist ve emperyalist güçler arasındaki belirleyici çatışma86

Sosyalist Düşünce Dergisi


Avrofelaket Yaklaşıyor lar, yalnızca sermayenin genel kriziyle birlikte açığa çıkar. Tüm toplumun boğazına dek batmış olduğu baskıcı düzenin yenilmezlik zırhının, yalnızca bir görünüşten ibaret olduğunu açığa çıkartan bu eşsiz anlar Marx’ı heyecanlandırmaktaydı. İşçi sınıfının, burjuvaziyi yalnızca onun görüşlerini teşhir ederek yenilgiye uğratması olanaklı değildir. Üstelik bu çaba toplumsal barış koşullarının egemen olduğu dönemlerde iyice olanaksızlaşır. Yalnızca kriz, işçi sınıfının toplumsal savaştan muzaffer çıkmasının ve ne üretileceğine, nasıl üretileceğine ve kimin için üretileceğine bizzat kendisinin karar vermesinin maddi koşullarını yaratır. İkinci Dünya Savaşı 1929 krizine bir yanıttı ve size göre Irak’ın işgali de 20002001 krizinden çıkmaya yönelik bir yanıt oldu. Obama’nın Afganistan’daki savaşı yoğunlaştırma perspektifi de mevcut krize yönelik bir yanıt girişimi olabilir mi? José Martins: Savaş ekonomisi, kapitalistlere bir genel krizi aşmalarını olanaklı kılan yegane imkandır. Kapitalist rejimin genelleşmiş bir krizi aşmak için gündeme getirdiği ihtiyaçlar, temel tüketim piyasalarının taleplerini aşan “yıkım araçları olarak adlandırılan” son derece özel bir piyasanın belirleyicilik kazanmasını gündeme getirmektedir. Bu konu ekonomi politikte –üstelik bir devrimci olarak- herkesten daha derin bir kavrayışa sahip olan Rosa Luxemburg (Lüksemburg) tarafından kapsamlı olarak ele alınmıştır. Bankalara aktarılmış olan para, bizzat sistemin kendi döngüsü içinde buharlaşır, ama hükümet için silahlanma sektörüne aktarılan sermaye, özel sanayinin birikim oranlarını yeniden yükseltmesine olanak tanır. Savaş sanayisi, kapitalistlere olağanüstü bir alan sunar. Silah üretim sanayisi, aynı zamanda diğer tüm sanayi sektörleri üzerinde de kesin bir talep artışı etkisi yaratır; demir çelik sanayisi, petro-kimya, havacılık, otomotiv, vb. Tüm bu sektörler silahlanma yatırımlarından etkilenir. Ama sonuç olarak, son derece özel bir tüketim biçimini zorunlu kılan bir piyasayla karşı karşıyayızdır: Bu piyasa için, bombalanacak insan toplulukları ve bölgeler bir gerekliliktir. Bu aşamada, emperyalist devlet bu piyasanın ihtiyaçlarını gerçekleştirmeye olanak tanıyacak bir dış politika geliştirme uğraşına girişmeye başlar, yani kamuoyunu savaşın bir zorunluluk olduğuna ikna etmeye dönük olarak, “teröre karşı savaş” türünden gerekçeler yaratmaya koyulur. Silah sanayisine dönük bu yatırım, ulusal ekonomik sistem açısından aynı zamanda birikim oranlarında bir artış anlamına gelecektir. Savaş anlarında işsizlik tümüyle ortadan kalkar. Örneğin İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanya, ABD ve İngiltere’deki işsizlik oranları “sıfırdır”. Üretim hatları yerlerini yıkım hatlarına bırakır. Eğer sürekli savaşabilmek olanaklı olsaydı, kapitalist krizler de ortadan kalkardı. ATTAC’ın1 pozisyonlarını savunan ya da sözcülüğünü yapan ekonomistler –ki onların görüşlerini pek çok Avrupa ülkesinde önemli tirajlara sahip olan Le Monde Diplomatique de savunmaktadır- krizin üstesinden gelinebilmesi için, finans işlemlerinin vergilendirilmesi (Tobin vergisi), offshore’lara2 son verilmesi gibi uygulamaların gerçekleştirilmesini savunmaktalar. Siz bu tip önlemlerin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? José Martins: Marksizm açısından, kriz daima bir finansal kriz biçiminde patlak verir, ama yaşanan temelde sermayenin bir aşırı üretim krizidir. Bir tip “melez Marksizm” 1 ATTAC, Association pour la taxation des transactions financières et pour l’action citoyenne[ (“Finansal İşlemlerin Vergilendirilmesi ve Yurttaşlara Yardım Derneği”); 1998’de Fransa’da başlayarak birçok ileri ülkeye yaygınlaşan, kapitalizmin “vahşi” özelliklerine karşı mücadeleyi öngören reformcu örgütlenme. (Ç.n.) 2 İşletmelerin, işgücünün fiyatının daha düşük olduğu yarısömürge ülkelere taşınması. (Ç.n.) Güz | 2009 -

87


Avrofelaket Yaklaşıyor anlayışına dayanan yukarıdaki türden reformist önlemler, sonuç olarak hastalığın kendisine karşı değil ama belirtilerinden birine karşı aspirin kullanmaya benzer. Ayrıca, bu çizgiyi savunanlar hükümetlerin uygulamaya koyduğu yeni önlemler karşısında tümüyle utanılacak duruma düşmekteler. ATTAC’ın “finansalcıları” Tobin vergisini savunadursunlar, burjuvazi bankaları millileştirmeye başladı bile. Burjuvazi bankaları millileştiriyor ve dahası sanayiyi millileştirmeyi vaat ediyor! Burjuvazi pratikte, bizim düşüncede “Marksistlerimizden” çok daha radikal. Sanırım bu sektörler, bir dizi temel analizde ciddi yanılgı içindeler. Forbes dergisinin bazı istatistik verilerine bir göz atıldığında, dünyadaki 100 büyük şirketin en azından %80’inin sanayi temelli şirketler olduğu –Boeing, General electric vb-, %15’inin ticari şirketler olduğu -Walmart, Carrefour vb-, %5’inin ise bankalar olduğu göze çarpacaktır. “Mali sermayenin, sanayi sermayesi üzerinde baskın ve egemen olduğunu” ileri sürmek ciddi bir teorik ve pratik hatadır. İkinci olarak şunu belirtmek gerekiyor ki, bu “finansalcı” sektörlerin sürekli yineledikleri üzere, ABD büyük bir dünya gücü olmakta sona yaklaşmakta ve ABD sanayisi büyük bir çöküş yaşamakta. Pekiyi, bu sektörlere göre yeni yükselen yıldız kim? Çin! Bu kesinlikle doğru değil. ABD sanayisi her geçen gün dünyanın başlıca sınai gücü olma durumunu pekiştiriyor. Bunu anlamak için verilere bakmak yeterli. Sanayi üretimi ve kullanım kapasitesine yönelik aylık FED3 raporlarına göre, ABD’deki sanayi üretimi 3 trilyon dolardan fazla, yani dünya üretiminin üçte birine tekabül etmekte. Almanya ve Japonya’daki düzeyin 3 kat fazlasına, Çin’deki üretimin ise 4 katından fazlasına sahip. Yine bu ülkenin gayri safi yurt içi hasılası (GSYH) 13 trilyon dolar. Çin sanayi üretimi olarak adlandırılan şeyin çok büyük bir kısmı gerçekte Kuzey Amerikan ve diğer dünya şirketlerine ait. O halde bu 3 trilyon dolarlık ABD içi üretim oranı, dış üretimle birlikte bir %20 oranında artırılarak hesaplanmalı. Ama aynı zamanda Çin’in ABD açısından bir tehdit unsuru olduğu söyleniyor... José Martins: Bu önerme aslında büyük bir hayalperestlikten başka bir şey değil. ABD’nin ekonomik gücü son yıllarda somut bir biçimde gelişti. Avrupa ve Japonya’nınki ise düşüş gösterdi. Çin ne bilim ne de teknoloji geliştiremeyen yoksul bir ülke. Çin’deki üretimin önemli bir bölümü global şirketlerce gerçekleştirilmekte. ABD, Avrupa, hatta Brezilya şirketlerinden söz ediyoruz. Çin, tıpkı Vietnam ve Hindistan gibi dünyanın fabrikasına dönüşmüş durumda. Bu ülkede yaklaşık 500 milyon işçi var ve bu oranın yaklaşık 200 milyonu artık değer üreten mavi yakalı işçiler. Kırda her geçen gün vahşi bir görünüm kazanan kapitalist ilişkileri de hesaba katarak, Çin’de global bir rezerv haline gelmiş muazzam bir sanayi ordusuyla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Bir buçuk yıl kadar önce bültenlerinizde sermaye için tehlikenin “likidite kapanı” ya da “deflasyon” olduğunu yazdınız. Avrupa’da deflasyon deneyimine sahip birini bulmak güç, yaşadığımız hep enflasyon olmuştur. Ama Aralık ayında burjuva basın organlarının ekonomistleri deflasyondan söz etmeye başladılar... José Martins: FED’in faiz oranı, altında likidite kapanı ve deflasyon boşluğundan başka bir şey bulunmayan bir düzeye (yıllık %0,25) indi. Bunun anlamı ne? Dünyanın en büyük ekonomisi, tamamen birbirine dolanmış bir para ve özel kredi sistemi seline kapılmış durumda. Çok para var, kredi yok. Bu durum, dünya sisteminin bütün ekonomilerine yayılmış halde. Ayrımsız hepsine. Bankalar borç vermek, şirketler de borç talep etmek istemiyorlar. Bu, “likidite kapanı” denen şeyi tanımlar; hâlâ güvenli borçlanma koşullarına sahip bir avuç sanayi şirketinin, bankaların neredeyse bedava önerdikleri kredilere ilgi duymadıkları bir durum bu. Para-Sermaye donduruyorlar ve biriktiriyorlar. Para-Sermaye’yi saf kan paraya dönüştürüyorlar. Üretmeyi durduruyor3 FED, ABD Federal Rezervi. (Ç.n.)

88

Sosyalist Düşünce Dergisi


Avrofelaket Yaklaşıyor lar. Getirisi olmayacaksa neden üretsinler? Bu paradoks, bir yanda para seli ve öbür yanda kredi çölü, kendini bireysel tüketimde de gösteriyor. Hâlâ bir gelir kaynağına sahip olan tüketiciler, yeni alışverişler için borçlanmak istemiyorlar. Bu yılın [2008] sonlarında, çürütücü ve genelleşmiş bir deflasyon, fiyat düşüşleri süreci başladı. Likidite kapanı ve deflasyon aynı paranın iki yüzüdür, ekonomik felaketin dolaşımdaki parasının iki yüzü. Deflasyon neden oluşur? Çünkü hemen öncesinde, kârlarda ve üretim fiyatlarında çöküntü olmuştur. Yazılarınızda, deflasyon4 eğiminin giderek belirginleştiğinden söz ediyorsunuz. Deflasyon altında yaşayan bir işçinin memnun olması gerekmez mi? Zira deflasyon sayesinde fiyatlar düşüşe geçer. José Martins: Hayır! Ekonomistlerin dediği gibi, “üç kuruşa beş köfte almak” mümkün olmuyor ne yazık ki. Deflasyon süreçlerinde her şeyin düşüşe geçtiğini kavramak gerekiyor. Üretim maliyetlerinden başlayıp, üretkenliğe, bizzat emeğe, kapitalistlerin kâr oranlarından, piyasa ve ürün fiyatlarına, sermayenin birikim oranlarından, son olarak ulusal üretimdeki ani düşüşlere kadar her şey... Sizin kişisel kazançlarınız, ücretlerdeki düşüşten çok daha büyük bir süratle düşüşe geçer. Deflasyon süreçlerinde, işsizlik ve açlık dışında her şey düşüşe geçer. Yirminci yüzyılda yaşanan ve kendini ücretlerdeki deflasyonla ortaya koyan diğer örnekler hangileridir? José Martins: 1929 krizi ve ondan önceki tüm krizler örnek verilebilir. 1929 krizi, deflasyonun dip noktaya ulaştığı son krizdi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan tüm çevrimsel krizlerde, deflasyon ihmal edilebilir oranlarda göründü ve kapitalistlerce bir genel kriz olasılığıyla birlikte ötelenebildi. Son on yıl boyunca Japonya’da yaşanan deflasyon örneği bu olguyu yeterince açıklamaktadır. Deflasyon ve ekonomik depresyon ikiz kardeşlerdir diyebilir miyiz? José Martins: Evet, yalnız ters yönden bir ikiz kardeşliktir bu. Bir depresyon daima piyasa fiyatlarındaki ve maliyet fiyatlarındaki genel bir düşüşle belirlenen deflasyon eşiliğinde gündeme gelir. Ekonomi bültenlerinizde, şimdi kendisini riskli ipotek kredileri (subprime) ve diğer kredi türlerinde açığa vuran krizin kamu kredileri alanında patlak verdiğinde, o bankaların kendi aralarında para transferleri yapması nedeniyle, çok daha ağır hale geleceğini yazmıştınız. José Martins: Ekonomik depresyonun somut bir ölçeği olarak nasıl deflasyondan söz ediyorsak, kamu kredisi krizi de katastrofik krizin gerekli bir dışa vurumudur. Bu kurtarma paketleri, büyük bölümü hazineye geri dönmeyecek paralardır. Üretici olmayan harcamalar haline gelmiştir ve kamu açığı büyümektedir. Kamu açığı büyüdükçe, devletin ve paranın rolüne olan güven azalır. Piyasa aptal değildir. Piyasa, eğer Bernanke5 para basma makinasını çalıştırırsa, bu paranın değerinin olmayacağını, üretim karşılığının olmayacağını bilir. Basit bir şeyden söz ediyorum, ama bu Kenyesçilerin ve “finansalcıların” aklının ucundan bile geçmiyor. Onlar değer-sermayenin üretim hatlarında, fabrikalarda ve tarlalarda sömürülen insan emeğinde değil, merkez bankasında yaratıldığını sanıyorlar. Bernanke’nin değer yarattığını sanıyorlar. Fırına gitmeden ekmek çoğalacak sanki. Sorun kamu açığı biçiminde beliriyor, sonra da paraya ve hisse 4 Enflasyonun tersine olarak, mal ve hizmet fiyatlarının düşmesi eğilimi. (Ç.n.) 5 Ben Bernanke, ABD Federal Rezervi’nin başkanı. Güz | 2009 -

89


Avrofelaket Yaklaşıyor senetlerine güvensizlik biçiminde. Bence, ABD’de kredi krizi uluslararası rezerv parası olan doların düşüşüyle ve kağıtlardan, hazine bonolarından, ABD’deki 10 yıllık kamu senetlerinden kaçışla belirlenecektir. Böyle bir anda, tüm dünyadaki hükümetler ve rant sahipleri kendilerini, Amerikan kamu senetleri alarak korumaya çalışırlar. Özellikle de 10 yıllık senetler. Bu senetlerin piyasa fiyatı hiç bugünkü kadar yüksek olmamıştır. Ve dolar da aynı şekilde, ilk anda diğer paralar karşısında değerlenmeye başlayacaktır, avro ve yen karşısında da. Ve ABD’de kamu kredisi krizi patlak vermeden önce, bu kriz Avrupa ve Japonya’da patlak verecektir. Epeyce bir süre önce yazdığım “Avrofelaket” başlıklı bir yazıda, kamu kredisi krizine batacak üç büyüklerden ilkinin Avrupa olacağını ileri sürmüştüm. Ama mevcut konjonktür, ABD ve Japonya’nın bu öngörüyü yalanlayabileceğine işaret ediyor. Göreceğiz. İşçi sınıfı sermayeye karşı mücadelede bu koşullar altında nasıl mücadele etmeli? José Martins: Bir süre önce Brezilya’da çok uluslu şirketlerin büyük kısmının üretim yaptığı Campinas bölgesinde metalürji işçileri sendikasının davetlisi olarak bulundum. Oradaki işçilere önerdiğim tek şey, bir yoldaş işten atıldığında patronlara verilecek yanıtın fabrikayı işgal etmek olması gerektiğiydi. İşçiler fabrikaları işgal etmeyi gündemlerine almak zorunda. Fabrikayı işgal etmek ve işçi denetimi altında üretimi sürdürmek. Ama sonuçta ben sadece bir tek kişiyim. Bir ekonomist olarak işçi sınıfına ekonomik dinamiklerle ilgili vasıflı ve bütüncül bilgiler ulaştırmaya çalışıyorum. Bütün bu bilgi ve tespitlerden hareketle neler yapılmasına karar verecek olan bireyler değil, işçi sınıfının kendisi. Sonuçta, devrim dünya üzerindeki milyonlarca işçinin eseri olacak. Siz, krizin işçi sınıfı üzerinde etkisini kitlesel işsizlikle birlikte son derece sert bir biçimde göstereceğini ileri sürüyorsunuz. Robert Kurz, Holloway ve diğerlerinin emek kavramının kendisinden kuşku duyulması gerektiği yolundaki görüşleri hakkında ne düşünüyorsunuz? José Martins: Bence kriz gerçekliği bu teorileri layık oldukları yere yollayacak, yani çöpe. İşçi sınıfı daima nesnel olarak değer kavramını sorgulamıştır, emek kavramı buna tabidir. Emek, bu ideologlar için, işçi sınıfının varlığını reddederek soyut bir insanlık kavramını öne çıkarmalarını olanaklı kılan bir kavramsal genellemeden ibaret. Gerçekte bu analizlerin çıkış noktası, üstü örtük bir biçimde toplumsal sınıfların artık var olmadığı ve kapitalizmin yapısal krizi düşüncelerine dayanmakta. Örneğin, İstvan Mezsaros bu yapısal kriz teorisini savunuyor. José Martins: İstvan Mezsaros ve diğer birçok Marksist akademisyen, gerek akademik dünyada gerekse orta sınıf entelektüelleri arasında çok tutuluyorlar. Macar sosyolog açısından sermayenin periyodik ve çevrimsel aşırı üretim krizleri artık mevcut değil. Mezsaros’a göre var olan şey, yapısal, sürekli bir kriz, hayali bir “insanlık” tanımına dayanan bir kriz. Ona göre tümüyle spekülasyona dayalı finans kapital “insanlığı” tehdit etmekte. Mezsaros, Marx ve Engels tarafından formüle edilmiş kriz karakterini reddediyor. Marx’ın yaptığı en temel şey, takıntılı bir biçimde sistemin kırılma noktalarını araştırmaktı. Unutmayalım ki Marx, kapitalist rejimin anatomisini incelemekten çok onun ölüm koşullarını ortaya koymaya hasretmişti kendini. Marx’ın teorisi sonuç olarak bir kriz teorisidir ve dahası Marx’ın kriz teorisi çevrimsel ve periyodik kriz teorisidir. Marx asla yapısal krizden söz etmez. Bu sürekli (yapısal) kriz kavramı Maltusçu kriz yaklaşımıdır ve Marx ve Engels’e tümüyle yabancıdır. Sonuç itibariyle siz bu krizi nasıl tanımlıyorsunuz? 90

Sosyalist Düşünce Dergisi


Avrofelaket Yaklaşıyor José Martins: Bu sermayenin bir aşırı üretim krizi. Bu tip krizler kapitalist rejimin modern krizleri olarak, tarihsel açıdan ancak 1815’ten itibaren gündeme gelmeye başladı. Güncel olarak yaşamakta olduğumuz kriz bir kredi krizi ya da yetersiz tüketimden kaynaklanan -ki kapitalizm öncesi dönemde yaşanan talep yetersizliğine dayalı krizler böyleydi- bir kriz değil. Mevcut kriz, Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu ünlü periyodik ve çevrimsel aşırı üretim krizi. Bunu kavrayabilmemiz için sermayenin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu sayede sermaye parayla, sermaye makinayla ya da sermaye saf bir üretim ilişkisiyle daha fazla karıştırılmamış olacak. Sermayeyi, işçi sınıfının üzerindeki sömürünün yoğunlaştırılması sayesinde değer kazanmaya çalışan, süreç halindeki bir değer olarak ele almak gerekiyor. Sermayenin aşırı üretimi tam anlamıyla bu, yani artık değer, sermaye ve kazanç getirici sanayi sektörlerinde, global işgücü üretkenliğinde ölçüsüz bir biçimde yoğunlaşması. Bu kâr ya da ortalama kâr oranlarının korunması arayışı hareketlerinde, sermaye çelişkili bir şekilde aşırı üreterek aynı zamanda kâr oranlarında bir düşüşe yol açıyor. Bu noktada, her ne kadar birbirleriyle ilişkili de olsalar ticari aşırı üretim ile sermayenin aşırı üretiminin iki ayrı olgu olduğunun altını çizmekte yarar var. Sorun satılamayan bir ticari bolluk sorunu değil. Sorun, satışların belirli bir kâr oranı üzerinden gerçekleştirilemiyor oluşundan kaynaklanıyor. Mevcut krizin karakteri de tam anlamıyla bu işte, kâr oranlarındaki düşüş kendini uzun süreli bir biçim altında değil, aksine periyodik ve çevrimsel bir biçim altında tekrar etmekte. Bu aşırı üretimin son aşaması 2000-2001 yıllarında gerçekleşmişti; henüz tam olarak sonuçları hesaplanamaz durumda da olsa, şimdi bir öncekinden çok daha büyük bir yoğunlukla tekrar ettiği su götürmez bir gerçek. Neden yetersiz tüketim ve kredi krizlerinin, kapitalizm öncesi döneme ait krizler olduğunu düşünüyorsunuz? José Martins: Çünkü, medya organlarında sürekli olarak duyduğumuz şey, bu krizin bir kredi krizi ya da işçilerin yeterince tüketim yapamamasından kaynaklı bir kriz olduğu. Kapitalist üretim biçimi döneminde işçi, kapitalistler tarafından tüketici olması amacıyla yaratılmamıştır. Kapitalist rejimde işçi, artık değer ve sermaye üretmesi için vardır. Şurası çok açık ki, işçiler olarak neredeyse sürekli bir şekilde yetersiz tüketim eğilimine, büyüyen bir sefalete itiliriz. Ama sermayenin bir aşırı üretim krizini belirleyen ya da karakterize eden bu değildir. Lenin’in bir sözü aklıma geliyor; krizin, kitlelerin yetersiz tüketiminden kaynaklandığını söylediklerinde, yanıtı, “O halde sizler şimdiki rejimden, kapitalist sistemden, daha farklı bir şey bekliyorsunuz. Kapitalist sistem var oldukça işçi sınıfı da yetersiz tüketecektir” olmuştu. Krizin açığa çıktığı ilk noktalar, görünüşte bir finansal kriz, bir kredi kriziyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürmüştü... José Martins: Çevrimsel krizler, ilk olarak bir finansal kriz, bir kredi krizi şeklinde kendini gösterir. Kriz, en yüzeysel ve üretken olmayan alanlardan –ki bu alan finansal alandır- başlayıp, krizin gerçek nedeni olan üretken sektörlere, sanayiye sıçrayan belirli bir tempo taşır. Belirli bir anda kapitalistlerin, sanayide işçiler üzerindeki sömürü ve artık değer oranlarını sürdürmekte yetersizlik yaşaması şeklinde açığa çıkar ve eğer izlenen ekonomi politikaları ve devletin diğer müdahale araçlarında somutlaşan kapitalistlerin çabaları beklenen sonucu vermezse, sanayi krizi, dünya çapında bir tarım kriziyle birleşerek genel bir kriz anlamına gelen üçüncü ve son safhasına erişir. Yönelim bu yöndedir. Yakınlarda, bu krizin hemen öncesinde, The Economist dergisi, “Avroafrika” başlıklı bültenlerimden birinde kullandığım çok ilginç bir makale yayımladı (“Bring out your models”, Economist.com, 31 Temmuz 2008). Bu makalede bazı AB uzmanları, Avrupa’da radikal bir gıda kıtlığının yaşanabileceğini ileri sürüyorlardı, dahası Doğu Avrupa’dan değil “Zengin Avrupa’dan”, örneğin İngiltere’den söz ediyorlardı. O dönemde yaklaşmakta olduğu öngörülen ve şimdi yaşamakta olduğuGüz | 2009 -

91


Avrofelaket Yaklaşıyor muz türden bir krizin şokuyla Avrupa’da bir beslenme felaketi yaşanabileceğini ileri sürmekteydiler. Sermayenin yaşam mücadelesi söz konusu olduğunda burjuvazinin sahip olabileceği analiz berraklığına bir bakın. Size göre bu krizin sorumluları kimler? José Martins: Bu krizin sorumlusu çok açık ki, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurarak, üretimin kaderini ve toplumsal yeniden üretimi belirleyen burjuvazi. Dikkat ederseniz, bir spekülatör “Yahudiler çetesi”nden ya da “açgözlü” şirket yöneticilerinden söz etmiyorum ya da finansçıların suçlamakta oldukları “sanal” sermaye türünden, krizi açıklamak konusunda ikincil önem arz eden olgulardan da. Spekülasyon, periyodik olarak gerçekleşen kriz, genişleme ve hızlanma süreçlerinde belirleyicilik taşımaz. Bu süreçlerde belirleyici rol oynayan etmen, burjuvazinin sanayi faaliyetleri, sermayenin ve artık değerin ölçüsüz üretimidir.

92

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dosya

Ekonomik Kriz Üzerine

Lev Troçki

Bu makale Troçki tarafından, 1939 yılında Otto Ruhle’nin Living Thoughts of Marx adlı kitabına önsöz olarak yazılmıştır. Kitap, Tarih Bilinci Yayınları tarafından Marx’ın Kapitali adı ile Türkçeye kazandırılmıştır. Bu sayıda, yazının dosya konumuzla doğrudan ilgili bölümlerini “Ekonomik Kriz Üzerine” başlığı ile yayımlıyoruz.

Sınai Kriz Geçen yüzyılın sonları ve bu yüzyılın başları, kapitalizm tarafından öylesi ezici bir ilerlemeyle damgalandı ki, çevrimsel krizler artık “rastlantısal” sıkıntılardan öte bir şey olarak görülmüyordu. Hemen hemen evrensel olan kapitalist iyimserlik yılları boyunca, Marx’ı eleştirenler, tröstlerin, sendikaların ve kartellerin ulusal ve uluslararası gelişiminin pazarın planlı kontrolünü başlattığını ve kriz üzerindeki nihai zaferi müjdelediğini temin ediyorlardı. Sombart’a göre, krizler savaştan önce kapitalizmin kendi mekanizması tarafından zaten “ortadan kaldırılmıştı”, böylece de “kriz sorunu bugün bizi fiilen ilgilendirmiyor”du. Şimdi, yalnızca on yıl sonra, Marx’ın teşhisi trajik sağlamlığının tüm ölçüleriyle tam da günümüzde karşımıza dikilmişken, bu sözler kof maskaralık gibi geliyor. Kanı zehirlenmiş bir organizmada, her rastlantısal hastalık kronik bir karaktere bürünme eğilimindedir; aynı şekilde, krizler, tekelci kapitalizmin kokuşmuş organizmasında özellikle öldürücü bir biçime bürünür. Tekellerin gerçek varlığını yarım yamalak inkâr etmeye çalışan kapitalist basının, kapitalist anarşiyi de yarım yamalak inkâr etmek için bu aynı tekellere başvurması vurgulanmaya değer. Eğer altmış aile Güz | 2009 -

93


Ekonomik Kriz Üzerine Birleşik Devletler’in ekonomisini kontrol ediyorsa, diye ironik bir biçimde gözlemliyor New York Times, “bu, Amerikan kapitalizminin bırakın plansız olmasını, muazzam bir ustalıkla örgütlenmiş olduğunu gösterir.” Bu argüman hedefi ıskalıyor. Kapitalizm, eğilimlerinden bir tekini bile nihai sonuna kadar geliştirme yeteneğinde olmamıştır. Tıpkı zenginliğin yoğunlaşması orta sınıfları ortadan kaldırmadığı gibi, tekel de rekabeti ortadan kaldırmaz, ancak hızla onun üstüne yürür ve onu ezer. Altmış ailenin her birinin “plan”ından az olmamak üzere bu planların türlü çeşitlemeleri de, ekonominin farklı dallarını koordine etmekle en küçük bir şekilde bile ilgilenmeyip, diğer kliklerin ve tüm ulusun pahasına kendi tekelci kliklerinin kârlarını arttırmakla ilgilenmektedir. Bu planların kesişmesi, ulusal ekonomideki anarşiyi son tahlilde yalnızca derinleştirir. Tekelci diktatörlük ve kaos birbirini dışlamaz; bilâkis birbirlerini besler ve tamamlar. Sombart, kendi “biliminin”, kriz sorunuyla düpedüz ilgisiz olduğunu ilân ettikten bir yıl sonra, Birleşik Devletler’de 1929 krizi patlak verdi. Birleşik Devletler ekonomisi görülmemiş refahın doruklarından korkunç bir takatsizlik uçurumuna yuvarlandı. Marx’ın zamanında hiç kimse böylesi şiddetli sarsıntıları tasavvur edemezdi! Birleşik Devletler’in ulusal geliri ilk kez 1920’de, altmış dokuz milyar dolara yükseldi, ancak hemen arkasından gelen birkaç yılda elli milyar dolara düştü, yani yüzde 27’lik bir düşüş. Ulusal gelir sonraki birkaç yıllık refahın sonucu olarak, 1929’da tekrar seksen bir milyar dolarlık en yüksek seviyesine yükseldi, ancak 1932’de kırk milyar dolara düştü, yani yarıdan da fazla! “Sadece” iki milyon işsizin var olduğu 1929 yılının emek ve gelir normlarını alırsak, 1930-1938 arası dokuz yıl boyunca, yaklaşık olarak kırk üç milyon iş-yılı ve 133 milyar dolarlık ulusal gelir kaybedildi. Eğer tüm bunlar anarşi değilse, bu sözcüğün anlamı nedir? “Çöküş Teorisi” Orta sınıf aydınlarının ve sendika bürokratlarının kalpleri de, kafaları da, Marx’ın ölümü ile Dünya Savaşının patlak vermesi arasındaki dönemde, kapitalizmin başarıları tarafından neredeyse bütünüyle fethedilmişti. Devrim fikri barbarlığın yalnızca bir kalıntısı gibi görünürken, tedrici ilerleme (“evrim”) fikri, her zaman için sağlam bir fikir olarak görülüyordu. Marx’ın, sermayenin artan yoğunlaşması, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, derinleşen krizler ve kapitalizmin felâketvari çöküşü ile ilgili teşhisleri, kısmen düzeltilerek ve daha kesin bir hale getirilerek ıslah edilmedi, tersine, ulusal gelirin daha dengeli dağılımı, sınıf çelişkilerinin yumuşaması ve kapitalist toplumun aşamalı ıslahı ile ilgili, nitelik olarak tam ters teşhislerle karşılandı. Klasik dönem sosyal demokratlarının en yeteneklisi Jean Jaurés, politik demokrasiyi tedrici bir biçimde toplumsal bir içerikle dolduracağını umuyordu. Reformizmin özü burada yatmaktadır. Alternatif teşhis buydu. Bundan geriye ne kaldı? Zamanımızda tekelci kapitalizmin yaşamı bir krizler zinciridir. Her kriz bir felâkettir. Bu kısmi krizlerden gümrük tarifeleri, enflasyon, hükümet harcamalarının ve borçlarının artışı vasıtasıyla kurtulma gerekliliği, katmerli, daha derin ve daha yaygın krizler için zemin hazırlar. Pazar için, hammadde için, sömürgeler için verilen mücadeleler, askeri felâketleri kaçınılmaz kılar. Ve en önemlisi, devrimci felâketleri hazırlar. Yaşlanan kapitalizmin giderek daha “sakin, ağırbaşlı ve makul” hale geleceği düşüncesinde Sombart’a katılmak gerçekten de kolay değil. Onun son akıl kırıntılarını da kaybetmekte olduğunu söylemek daha yerinde olur. “Çöküş teorisinin” barışçıl gelişim teorisine karşı, her olayda zafer kazandığına dair şüphe duyulamaz. Kapitalizmin Çürümesi Pazarın denetimi toplum için her ne kadar pahalıya patlasa da, belirli bir safhaya 94

Sosyalist Düşünce Dergisi


Ekonomik Kriz Üzerine kadar, yaklaşık olarak Dünya Savaşına kadar, insanoğlu, kısmi ve genel krizlerden geçerek büyüdü, gelişti ve kendisini zenginleştirdi. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, bu dönemde göreli olarak ilerici bir etken olmayı sürdürdü. Ancak şimdi değer yasasının kör denetimi daha fazla hizmet etmeyi reddediyor. İnsanın ilerlemesi çıkmaz bir sokakta sıkışıp kalmıştır. Teknik düşüncenin son zaferlerine rağmen, maddi üretici güçler artık gelişmiyor. Ekonominin temel dallarındaki yeni yatırımların tıkanmasının bir sonucu olarak dünya inşaat sanayisindeki durgunluk, gerilemenin en belirgin ve hatasız belirtisidir. Kapitalistler kendi sistemlerinin geleceğine artık kolayca inanamıyorlar. Hükümet tarafından teşvik edilen yatırımlar, vergilerin yükselmesi ve “serbest” ulusal gelirin daralması anlamına gelir, özellikle de hükümetin yeni yatırımlarının ana bölümü doğrudan savaş hedefleri için tasarlandığı sürece. Kuruma1, insanın en temel yaşamsal gereksinimlerine sıkı sıkıya bağlı olan, insan faaliyetinin en antik alanında –tarım alanında– özellikle ölümcül ve alçaltıcı bir niteliğe bürünmüştür. Özel mülkiyetin en gerici biçimi olan küçük toprak sahipliğinin tarımın gelişiminin önüne diktiği engellerle artık tatmin olmayan kapitalist hükümetler, hiç de ender olmayan bir şekilde, üretimi, gerileme döneminde loncalardaki zanaatkârları ürküten yasal ve idari önlemler yardımıyla, yapay bir biçimde sınırlamak zorunda kaldılar. En güçlü kapitalist ülke hükümetinin, çiftçilere fidelerini kesmeleri için, yani zaten düşmekte olan ulusal geliri suni olarak azaltmak için prim dağıtması tarihe geçecektir. Sonuç kendiliğinden görülüyor: Deneyim ve bilim tarafından sağlanan muazzam üretici olanaklara rağmen, açların, yani insanoğlunun büyük çoğunluğunun sayısının gezegenimizin nüfusundan daha hızlı artmaya devam ettiği bir dönemde, tarım ekonomisi çürümüş bir krizden çıkmıyor. Muhafazakârlar, böylesi yıkıcı çılgınlıklara batmış toplumsal düzeni savunmayı duyarlı politika olarak görüyorlar ve bu çılgınlığa karşı sosyalist savaşımı yıkıcı ütopyacılık olarak mahkûm ediyorlar. Faşizm ve New Deal Tarihsel olarak ölüme mahkûm edilen kapitalizmi korumak için, bugün dünya arenasında iki yöntem birbiriyle yarışıyor; tüm dışavurumlarıyla faşizm ve New Deal. Faşizm, proletaryanın sınıf mücadelesinin yeniden canlanışının önüne geçmek için programını, işçi örgütlerinin yıkılması, sosyal reformların yok edilmesi ve demokratik hakların tümden imhası üzerine kuruyor. Faşist devlet işçilerin gerilemesini ve orta sınıfların yoksullaştırılmasını, resmi ağızlarda “ulusu” ve “ırkı” –çürüyen kapitalizmi simgeleyen küstah kavramlar– korumak adına meşrulaştırıyor. Emperyalist demokrasiyi, işçi ve çiftçi aristokrasisine rüşvet verme yoluyla korumaya çalışan New Deal politikası, geniş kapsamıyla sadece en zengin uluslar için uygulanabilir ve bu bağlamda da aslen Amerikan politikasına eşdeğerdir. Hükümet, onları ücretleri yükseltmeye ve işgününü kısaltmaya, böylece de nüfusun satın alma gücünü yükselterek üretimi genişletmeye teşvik ederek, bu politikanın maliyetinin bir kısmını tekellerin sırtına yüklemeyi denedi. Léon Blum da bu vaazı ilkokul Fransızcasına tercüme etmeye girişti. Boşuna! Fransız kapitalistleri de tıpkı Amerikan kapitalizmi gibi üretim hatırına değil, kâr için üretiyorlar. Eğer bunu yapmakla ulusal gelirdeki kendi payı artacaksa, üretimi kısmaya ve hatta mamul ürünleri yok etmeye dahi her zaman hazırdır. New Deal programı haydi haydi tutarsızdır; hükümet bir yandan sermaye kodamanlarına bolluğun kıtlığa karşı avantajları hakkında vaazlar verirken, bir yandan da üretimde kısıntıya gitmeleri için teşvik dağıtıyor. Daha büyük bir kafa karışıklığı mümkün mü? Hükümet, kendisini eleştirenleri şu meydan okumayla çürütüyor: Daha iyisini yapabilir misin? Tüm bunların anlamı kapitalizm temelinde durumun ümitsiz olduğudur. 1 Orijinali marasmus. Kuruyup zayıflama anlamına gelen tıbbi bir terim. (Ç.n.) Güz | 2009 -

95


Ekonomik Kriz Üzerine 1933’ten başlayarak, yani son altı yıl boyunca, federal hükümet, devlet ve belediyeler işsizlere yaklaşık olarak on beş milyar doları yardım olarak dağıttılar; kendi başına oldukça yetersiz ve ücretlerden kaybedilen miktarın yalnızca küçük bir bölümünü temsil eden, fakat aynı zamanda ulusal gelirdeki düşüş göz önüne alınınca muazzam bir rakam. Nispeten bir ekonomik canlanma yılı olan 1938 süresince, Birleşik Devletler’in ulusal borcu iki milyar dolar artarak, otuz sekiz milyar dolara yükseldi, yani Dünya Savaşının sonundaki en yüksek seviyesini on iki milyar dolar aştı. 1939’un hemen başlarında kırk milyar doları geçti. Ya sonra? Ulusal borcun tırmanışı elbette ki yeni gelecek kuşakların üzerinde bir yüktür. Oysa bizzat New Deal, ancak geçmiş kuşaklar tarafından biriktirilmiş muazzam zenginlik sayesinde mümkün olabildi. Yalnızca çok zengin bir ulus böylesi savurgan bir politikaya müsamaha gösterebilir. Ancak böylesi bir ulus dahi, geçmiş kuşaklar pahasına yaşamını sonsuza kadar sürdüremez. Sahte başarıları ve ulusal borçta gerçekten yarattığı artışla New Deal politikası, kaçınılmaz olarak vahşi kapitalist gericiliğe ve emperyalizmin tahripkâr patlamasına yol açmaktadır. Bir başka deyişle, faşizmin politikasıyla aynı kanallara yönelmiştir. Anormallik mi, norm mu? İçişleri Sekreteri Harold L. Ickes, Amerika’nın, “tarihteki en acayip anormalliklerden biri” olarak, biçimde demokratik, özde otokratik olduğunu düşünüyor: “En azından 1933’e (!) kadar, sırası geldiğinde çok az sayıdaki hissedarların denetimindeki tekeller tarafından yönetilen, çoğunluk egemenliğinin ülkesi Amerika.” Roosevelt’in gelişiyle tekellerin egemenliğinin son bulduğu ya da zayıfladığı iması hariç teşhis doğru. Ickes’ın “tarihteki en acayip anormalliklerden biri” olarak adlandırdığı şey, gerçekte kapitalizmin su götürmez normudur. Güçlünün zayıf, azınlığın çoğunluk, sömürücülerin emekçiler üzerindeki egemenliği, burjuva demokrasisinin temel bir yasasıdır. Birleşik Devletler’i diğer ülkelerden ayıran şey, sadece onun kapitalizminin çelişkilerinin daha büyük ölçekli ve daha iğrenç olmasıdır. Feodal bir geçmişin yokluğu, zengin doğal kaynaklar, çalışkan ve girişimci bir halk, kısacası, demokrasinin kesintisiz bir gelişimini haber veren tüm önkoşullar, gerçekten de inanılmaz yoğunlukta bir zenginliği beraberinde getirdi. Bu kez, muzaffer sona dek tekellerle mücadele etmeye söz veren Ickes, pervasızca, Franklin D. Roosevelt’in öncelleri olan Thomas Jefferson, Andrew Jackson, Abraham Lincoln, Theodor Roosevelt ve Woodrow Wilson’a kadar uzanıyor. “Hemen hemen tüm ya da en büyük tarihsel şahsiyetlerimiz” diyor 30 Aralık 1937’de, “zenginliğin ve iktidarın birkaç elde aşırı yoğunlaşmasını engellemek ve kontrol altına almak için verdikleri kararlı ve cesur mücadeleyle ünlüdürler.” Ancak bu “kararlı ve cesur mücadele”nin meyvesinin, plütokrasinin2 demokrasiye tam egemenliği olduğu, onun kendi sözlerinden çıkıyor. Bazı anlaşılmaz nedenlerden ötürü, Ickes, zaferin bu sefer garantilendiğini, mücadelenin “New Deal ile orta derecede aydın işadamları arasında değil, New Deal ile Birleşik Devletler’deki tüm diğer işadamlarını egemenliklerinin terörüne boyun eğdiren altmış Bourbon ailesi arasında olduğunu” halkın anlamasının sağlandığını düşünüyor. Bu yetkin konuşmacı, “Bourbonlar”ın, demokrasiye ve “en büyük tarihsel şahsiyetler”in çabalarına rağmen, tüm aydın işadamlarına boyun eğdirmeyi nasıl olup da başardıklarını açıklamıyor. Rockefellerlar, Morganlar, Mellonlar, Vanderbiltler, Guggenheimler, Fords & Co., Amerika’yı, Cortez’in Meksika’yı zaptettiği gibi dışarıdan zaptetmediler; onlar, “halkın” ya da daha kesin olarak, “aydın sanayici ve işadamları”nın içinden çıktılar ve Marx’ın kehanetini doğrular bir şekilde de, kapitalizmin doğal zirvesi haline geldiler. En parlak dönemindeki genç ve güçlü bir demokrasi, zenginliğin yoğunlaşmasını süreç henüz başlangıç dönemindeyken kontrol edemediği halde, yıkılmakta olan bir demokrasinin, en üst sınırına ulaşmış sınıfsal çelişkileri zayıflatabi2 Plütokrasi: zenginler hakimiyeti. (Ç.n.)

96

Sosyalist Düşünce Dergisi


Ekonomik Kriz Üzerine leceğine bir an için bile inanmak mümkün müdür? Ne olursa olsun, New Deal deneyimi böylesi bir iyimserlik için hiçbir temel yaratmadı. Büyük iş dünyasının hükümet aleyhine ithamlarını çürüten Robert H. Jackson –idari meclislerde üst düzey bir kişi–, Roosevelt döneminde sanayi kodamanlarının kârlarının, Hoover’in son başkanlık dönemi sırasında kendilerinin dahi hayal edemeyecekleri kadar yükseldiğini rakamlarla ispatladı; bundan da her halükârda, Roosevelt’in tekellere karşı mücadelesinin kendi öncellerinin mücadelelerinden daha büyük bir başarıyla taçlanmadığı sonucu çıkar. Reformcular, her ne kadar kendilerini kapitalizmin temellerini savunmak için göreve çağırılmış hissetseler de, eşyanın tabiatına uygun olarak, onun yasalarını polisiye ekonomik önlemlerle kontrol altına almakta ne kadar güçsüz olduklarını gösterdiler. Ahlâk dersi vermekten başka ne yapabilirlerdi ki? New Deal’ın diğer kabine üyeleri ve politika yazarları gibi Ickes da, sonunda, demokrasinin adap ve ilkelerini unutmamaları için tekellere yalvarma noktasına geliyor. Şimdi bunun yağmur duasına çıkanlardan ne farkı var? Şüphesiz, Marx’ın üretim araçlarının sahiplerine bakışı çok daha bilimseldir. Kapital’den okuyoruz: “Bir kapitalist olarak, o, yalnızca sermayenin bir kişileşmesidir. Ruhu sermayenin ruhudur. Ancak sermaye yaşamda tek bir amaca sahiptir; artı-değer yaratmak.” Kapitalistin tavrı, onun bireysel ruhunun özellikleri veya İçişleri Bakanının lirik sızlanmaları tarafından belirlenseydi, ne ortalama fiyatlar, ne ortalama ücretler, ne muhasebecilik, ne de tüm kapitalist ekonomi mümkün olabilirdi. Muhasebecilik, tarihin materyalist kavranışı lehine güçlü bir argüman olarak halen işlemeye devam ediyor. Hukuki Şarlatanlık Birleşik Devletler Adalet Bakanı Homer S. Cummings, Kasım 1937’de, “Tekelciliği yıkmadığımız sürece, tekel, reformlarımızın çoğunu yıkmanın ve sonuçta da ortak yaşam standartlarımızı düşürmenin yollarını bulacaktır” diyor. “Zenginliğin ve ekonomik kontrolün aşırı yoğunlaşmasına doğru bir eğilimin aşikâr olduğunu” kanıtlamak için ürkütücü rakamlar alıntılayan Cummings, aynı zamanda da tröstlere karşı yasal ve hukuki kavganın hiçbir yere ulaşmayacağını kabul etmek zorunda kalıyor. Bu bir “ekonomik sonuçlar” sorunuyken, “uğursuz bir amacı kabul ettirmek zordur” diye şikayet ediyor. İşte konu tam da bu! Bundan daha da kötüsü: Tröstlere karşı hukuki mücadele, “daha kahrolası bir karışıklığa” yol açtı. Bu isabetli laf kalabalığı, demokratik yargının Marksist değer yasasına karşı savaşında çaresizliğini oldukça yerinde ifade ediyor. Ekonomik düşünce alanındaki ümitsiz şarlatanlığa fazlasıyla tanıklık eden bu görevleri, Cummings’in halefi Frank Murphy’nin çözmekte daha şanslı olacağını ummak için hiçbir neden yoktur. Dünü Geri Getirmek Roosevelt Hükümetinin eski Bütçe Müdürü Profesör Lewis W. Douglass, hükümeti “tekellere bir alanda saldırırken diğer pek çok alanda teşvik ettiği” için ayıpladığında, ona katılmamak elde değil. Yine de eşyanın doğası gereği başka türlü olamaz. Marx’a göre, hükümet egemen sınıfın yürütme komitesidir. Tekeller bugün egemen sınıfın en güçlü kesimidir. Hükümet hiçbir durumda genel olarak tekellere karşı, yani onun arzusu uyarınca egemenliğini yürüttüğü sınıfa karşı savaşamaz. Tekelin bir dalına saldırırken başka bir dalı içinden kendisine müttefik aramak zorundadır. Bankalarla ve hafif sanayi ile birlik olarak, ağır sanayi tröstlerine karşı arızi darbeler indirebilir; ama bu tröstler bundan dolayı inanılmaz kârlar elde etmeyi durdurmayacaklardır. Lewis Douglas, resmi şarlatanlığın karşısına bilimi değil, başka türden bir şarlatanlığı koyuyor. Tekelin kaynağını kapitalizmde değil korumacılıkta buluyor ve buna Güz | 2009 -

97


Ekonomik Kriz Üzerine uygun olarak da, toplumun kurtuluşunu üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılmasında değil, gümrük tarifelerinin düşürülmesinde buluyor. “Pazarların özgürlüğü yeniden sağlanmadıkça” diye kehanette bulunuyor, “kurumların –girişim, konuşma, eğitim, din– özgürlüğü şüphelidir.” Başka bir deyişle, uluslararası ticaret özgürlüğü yeniden sağlanmaksızın, demokrasi, nerede ve kaç yıldır yaşıyor olursa olsun, yerini ya devrimci ya da faşist bir diktatörlüğe bırakmak zorundadır. Ancak uluslararası ticaret özgürlüğü, iç ticaret özgürlüğü, yani rekabet olmaksızın düşünülemez. Ve rekabet özgürlüğü tekel egemenliği altında düşünülemez. Ne yazık ki, Douglas, tıpkı Ickes gibi, Jackson gibi, Cummings gibi ve bizzat Roosevelt gibi, tekelci kapitalizme karşı reçetesini ve böylelikle de bir devrime ya da totaliter bir rejime karşı reçetesini bize tanıtma zahmetine girmedi. Ticaret özgürlüğü de, aynı rekabet özgürlüğü gibi, aynı orta sınıfın refahı gibi, geri getirilemeyecek olan geçmişe aittir. Dünü geri getirmek, şimdilerde kapitalizmin demokratik reformcularının yegâne reçetesidir; küçük ve orta ölçekli sanayicilere ve işadamlarına daha fazla özgürlüğü geri getirmek, para ve kredi sistemini kendi lehlerine çevirmek, pazarı tröstlerin idaresinden kurtarmak, menkul kıymetler borsasından profesyonel spekülatörleri tasfiye etmek, uluslararası ticaret özgürlüğünü yeniden sağlamak, vs., vs.. Reformcular, makine kullanımını sınırlama ve toplumsal dengeyi bozan ve pek çok üzüntüye neden olan tekniğe yasaklama getirme hayalleri dahi kuruyorlar. Bu hususta, önde gelen bir Amerikalı bilim adamı, sert bir alayla, görünüşe göre güvenliğin ancak mutlu amipe, ya da bu başarılamazsa, kanaatkâr domuza geri dönülerek sağlanabileceğine işaret etmektedir. Millikan ve Marksizm Yine de ne yazık ki bu önemli bilim adamı, Dr. Robert A. Millikan, ileriden çok geriye bakar görünüyor. 7 Aralık 1937’de bilimi savunmak adına konuşurken şu gözlemini aktarıyordu: “Birleşik Devletler istatistikleri, bilimin en hızla uygulandığı son elli yıldır, başarıyla istihdam edilen nüfus oranının sürekli olarak yükseldiğini göstermektedir.” Bilim savunusu kılığı altında yapılan bu kapitalizm savunusunun sevindirici olduğu söylenemez. “Güncel koşullarla bağlantının kopması” ve ekonomi ile tekniğin karşılıklı ilişkisinin keskin bir şekilde değişmesi, tam da bu son yarım yüzyılda oldu. Millikan’ın referans verdiği dönem, kapitalist refahın en yüksek noktasını kapsadığı gibi, kapitalist düşüşün başlangıcını da kapsamaktadır. Dünya çapındaki bu düşüşün başlangıcını örtbas etmek, kapitalizmin savunucusu olarak öne çıkmaktır. Henry Ford’a bile olsa olsa onur verecek argümanların yardımıyla, sosyalizmi elinin tersi ile iter bir tarzla reddeden Dr. Millikan, bize hiçbir dağıtım sisteminin insan ihtiyaçlarını üretimi arttırmadan karşılayamayacağını anlatıyor. Şüphesiz! Ancak ne yazık ki meşhur fizikçimiz, milyonlarca Amerikalı işsize, ulusal geliri arttırmaya nasıl iştirak edeceklerini açıklamadı. Bireysel inisiyatifin cazibesini ve yüksek emek üretkenliğini korumak üzerine soyut vaazlar, elbette ki ne işsizlere iş sağlar, ne bütçe açığını kapatır, ne de ulusal sermayeyi içinde bulunduğu kör yoldan kurtarır. Marx’ı ayırt eden şey, onun dehasının evrenselliği, çeşitli alanların olgularını ve gelişimlerini asli bağlantıları içinde anlama yeteneğidir. O, doğal bilimlerde bir uzman olmaksızın, bu alandaki muazzam keşiflerin anlamlarını ilk takdir edenlerden biriydi; örneğin Darwin’in teorisi. Marx, bu üstünlüğü, zekâsından çok yöntemi sayesinde sağladı. Burjuva kafalı bilim adamları sosyalizmin ilerisinde olduklarını düşünebilirler; şu anda Robert Millikan’ın durumu, onların sosyoloji alanında da ümitsiz şarlatanlar olmayı sürdürdüklerini yalnızca bir kez daha kanıtlıyor. Onlar bilimsel düşünmeyi Marx’tan öğrenmelidirler. Üretim Olanakları ve Özel Mülkiyet 98

Sosyalist Düşünce Dergisi


Ekonomik Kriz Üzerine 1937’nin başlarında Kongreye mesajında Başkan Roosevelt, ulusal geliri 90 veya 100 milyar dolara yükseltme arzusunu açıklamıştı, ancak bunun nasıl yapılacağını göstermemişti. Kendi içinde bu program son derece makuldür. 1929’da yaklaşık 2 milyon işsiz varken, ulusal gelir 81 milyar dolara ulaşmıştı. Mevcut üretici güçler harekete geçirildiğinde, Roosevelt’in programını yaşama geçirmekle yetinmeyecek ve hatta onu gözle görülür şekilde aşacaktır. Makineler, hammadde, işçiler, her şey uygundur, halkın ürünlere olan ihtiyacından söz etmeye bile gerek yok. Buna rağmen eğer plan yaşama geçirilemezse –ki geçirilemez–, bunun tek nedeni kapitalist mülkiyet ile toplumun genişleyen üretime duyduğu ihtiyaç arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır. Hükümet destekli ünlü Potansiyel Üretim Kapasitesi Ulusal Araştırması, 1929’da kullanılan üretim ve hizmetlerin toplam maliyetinin, perakende satış fiyatı üzerinden hesaplanarak, yaklaşık olarak 94 milyar dolar tuttuğu kararına vardı. Eğer üretimin tüm güncel olanakları kullanılmış olsaydı bu rakam 135 milyar dolara çıkacaktı, ki bu da aile başına yılda ortalama 4370 dolar ederdi ve iyi ve rahat bir yaşam elde etmek için yeterli olurdu. Buna, Ulusal Araştırma hesaplarının, Birleşik Devletler’deki mevcut üretim örgütlenmesine –kapitalizmin anarşik tarihinden çıkıp geldiği haliyle– dayandığını eklemek gerekir. Bizzat bu malzeme sosyalist bir birleşik plan temelinde yeniden donatılsaydı, üretim hesapları gözle görünür şekilde aşılabilir ve tüm halka son derece kısa bir işgünü temelinde yüksek bir yaşam standardı temin edilebilirdi. Bu nedenle, toplumu korumak için, tekniğin gelişimini denetlemek, fabrikaları kapatmak, çiftçileri tarımı sabote etmeleri için primlerle ödüllendirmek, işçilerin üçte birini sefillere çevirmek ya da manyakları diktatör olmaları için çağırmak gerekmiyor. Toplum çıkarlarının iğrenç bir şekilde alaya alınması olan bu önlemlerin hiçbiri gerekli değildir. Zorunlu ve acil olan, üretim araçlarını şimdiki asalak sahiplerinden ayırmak ve toplumu gerçekçi bir plana göre örgütlemektir. Ardından toplumun hastalıklarına çare bulmak gerçekten ilk kez mümkün olabilecektir. Çalışabilecek herkes iş bulabilecektir. İşgünü kademe kademe kısalacaktır. Toplumun tüm üyelerinin istemleri artan ölçüde tatmin edilecektir. “Mülkiyet”, “kriz”, “sömürü” sözcükleri kullanımdan kalkacaktır. İnsanoğlu sonunda gerçek insanlık eşiğini geçecektir. Sosyalizmin Kaçınılmazlığı “Büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte…” diyor Marx, “yoksulluğun, ezilenlerin, gerileyenlerin, sömürülenlerin ve köleliğin kitlesi büyür; ancak bununla birlikte de, sayıca daima artan, disiplinli, birleşmiş, tam da kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması tarafından örgütlenmiş bir sınıfın, işçi sınıfının isyanı gelişir. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, sonunda, kapitalist kabuk ile bağdaşamaz hale gelir. Bu bağdaşmazlık patlayarak paramparça olur. Kapitalist özel mülkiyetin matem çanı çalar. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.” Sosyalist devrim budur. Marx’a göre, toplumu yeniden yapılandırma sorunu, onun kişisel tercihleri tarafından güdülenen bazı hükümlerden doğmadı; demirden tarihsel zorunluluktan –bir yandan üretici güçlerin ulaşmış olduğu güçlü olgunluktan; diğer yandan kaderi emek değer yasasına bağlı olan bu güçleri ileri götürmenin olanaksızlığından– çıkıp geldi. Bazı aydınların, Marx’ın öğretisine aldırış etmeksizin, sosyalizmin kaçınılmaz değil, ancak mümkün olduğu temasını işleyen eserleri, içerikten hepten yoksundur. Açıkçası, Marx, sosyalizmin insanın irade ve eylemi olmaksızın gerçekleşebileceğini ima etmedi: Böylesi bir fikir düpedüz saçmalıktır. Marx, kapitalist gelişmenin kaçınılmaz olarak ulaşmak zorunda olduğu son noktadaki ekonomik çöküşten –ve bu çöküş gözler önündedir–, üretim araçlarının toplumsallaşması dışında hiçbir çıkış yolu olamayacağını önceden haber verdi. Üretici güçler yeni bir örgütleyiciye ve yeni bir efendiye gereksinim duyacaktır ve varoluş bilinci belirlediği için, Marx’ın, işçi sınıfının hatalar ve yenilgiler pahasına gerçek durumu anlar hale geleceğine ve er geç zorunlu pratik sonuçlara ulaşacağına dair hiçbir şüphesi olamazdı.

Güz | 2009 -

99


Ekonomik Kriz Üzerine Kapitalizmin yarattığı üretim araçlarının toplumsallaşmasının ekonomik açıdan muazzam faydalı olduğu, bugün sadece teoride değil, aynı zamanda tüm sınırlılıklarına rağmen SSCB deneyiminden de görülebilir. Doğru, kapitalist gericiler, hiç de beceriksizce değil, Stalin rejimini sosyalizm fikirlerine karşı bir bostan korkuluğu olarak kullanıyorlar. Gerçekte, Marx hiçbir zaman sosyalizmin bir tek ve dahası geri bir ülkede başarılabileceğini söylemedi. SSCB’deki kitlelerin devam eden yoksulluğu, kendisini ulusun ve onun yoksulluğunun üzerinde yükselten ayrıcalıklı kastın mutlak kudreti, nihayet, bürokratların kudurgan sopa-yasası, sosyalist ekonomi yönteminin değil, kapitalist kuşatma çemberine yakalanan SSCB’nin yalıtıklığı ve geriliğinin sonucudur. Şaşılacak olan şey, planlı ekonominin böylesi istisnai elverişsiz koşullar altında bile, yenilmez faydalarını göstermeyi başarmış olmasıdır. Kapitalizmin demokratik türünün olduğu kadar faşist türünün de tüm koruyucuları, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmelerini” engellemek için sermaye kodamanlarının iktidarını sınırlamaya ya da en azından üstünü örtmeye çalışıyorlar. Reformist girişimlerinin başarısızlığının kaçınılmaz olarak sosyalist devrime yol açacağının hepsi farkında ve pek çoğu da bunu açıkça kabul etmekte. Hepsi de kapitalizmi koruma yöntemlerinin ancak gerici ve ümitsiz bir şarlatanlık olduğunu göstermeyi başardılar. Marx’ın sosyalizmin kaçınılmazlığı öngörüsü, böylelikle olumsuzundan kanıtlama yoluyla tümüyle doğrulanmıştır. Sosyalist Devrimin Kaçınılmazlığı 1929-1932’deki büyük kriz döneminde geliştirilen “Teknokrasi” programı, ekonominin, sadece bilimin doruklarındaki teknik ile toplumun hizmetindeki hükümetin bileşimi aracılığıyla akılcı bir biçimde düzenlenebileceği doğru öncülü üzerine kurulmuştu. Böylesi bir bileşim, sağlanan teknik ve hükümet özel mülkiyetin köleliğinden kurtarıldığında mümkündür. Büyük devrimci görevin başladığı yer işte burasıdır. Tekniği özel çıkarlar kliğinin elinden kurtarmak ve toplumun hizmetindeki hükümete vermek için, “mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmeleri” zorunludur. Yalnızca, çıkarları kendi kurtuluşunda yatan ve tekelci sömürücülere karşı olan güçlü bir sınıf bu görevi tamamlayabilir. Yalnızca proleter bir hükümet ile uyum içindeki kalifiye teknisyen tabakası, gerçekten bilimsel, gerçekten ulusal, yani sosyalist bir ekonomi inşa edebilir. Bu amacı barışçıl, aşamalı, demokratik yoldan başarmak, şüphesiz en güzeli olurdu. Ancak kendi ömrünü tüketmiş bir toplumsal düzen, yerini ardılına hiçbir zaman direnmeksizin bırakmaz. Eğer genç, güçlü demokrasi, zamanında zenginliğin ve iktidarın plütokrasi tarafından zapt edilmesinin önüne geçememişse, bunak ve harap bir demokrasiden, altmış ailenin sınırsız egemenliği üzerine kurulu olan bir toplumsal düzeni dönüştürme yeteneğinde olduğunu kanıtlamasını beklemek olanaklı mıdır? Teori ve tarih, bir toplumsal rejim değişikliğinin sınıf mücadelesinin en yüksek biçimini, yani devrimi ön gerektirdiğini öğretmektedir. Kölelik dahi Birleşik Devletler’de bir iç savaş olmaksızın kaldırılamadı. “Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir.” Sınıflı toplum sosyolojisinde bu temel prensip üzerine Marx’ı çürütebilen henüz olmamıştır. Sosyalizme giden yolu ancak sosyalist bir devrim temizleyebilir.

100

Sosyalist Düşünce Dergisi


Dosya

Emperyalist Kapitalizmin Bunalımının Kaynağı Üzerine

Adem Topal

Emperyalizm, mali sermayesinin yayılmacı karakterinin üstünlüğü ve bu mali sermayesinin gücünden dolayı az sayıda devletin diğer devlet ve ülkeler üzerinde kazandığı imtiyazlı bir konumu; siyasi, ekonomik ve mali açıdan zayıf ulus ve devletler üzerinde yaptırımcı ve sömürgeci bir hâkimiyeti tanımlar. Böylesi bir konumu kazanmak, korumak ve sürdürmek hiç kuşkusuz dünya çapında askeri bir güç olmayı gerektirir. Emperyalizm aynı zamanda mali sermayenin tüm diğer sermaye biçimleri üzerinde üstünlüğü demektir. Emperyalizmin güncel krizinin kökeni mali sermayenin güncel karakterinden kaynaklanmaktadır. Bildiğimiz gibi mali sermaye, reel sermayenin (üretim sermayesi) yeniden değerlendirilmeye konulmasını koşullandırmakta ve yayılmacılık yoluyla da kazanç taşıyıcısı olmaktadır. Kriz gelişmiş ülkelerde doğuyor ve bütün bir dünya ekonomisini boğuyor. Krizin bağımlı ülkelerde doğduğunu veya buralardan kaynaklandığını öne sürmek bir hata olacaktır. Gördüğümüz olay şu ki, ekonomik kriz emperyalist ülkelerde patlıyor, bağımlı ülkelerin ekonomilerini iflas ettiriyor, tüm dünyadaki üretici güçleri yıkıma sürüklüyor. Her gün Wall Street, Londra, Frankfurt ve Tokyo mali spekülasyonla yeni bir krizin kaynağını yaratırken, bir Asya, Afrika, Türkiye veya Arjantin krizinden bahsetmek zor olacaktır. Bağımlı ülkelerin kaderi, emperyalist ülke borsalarında bir avuç insan tarafından belirlenmektedir. Bildiğimiz gibi emperyalizmin evrimi, 1971’de Amerikan hükümetinin Bretton-Woods Anlaşması’nı kendi başına tek yanlı olarak iptal etmesiyle özel bir karakter kazanmıştır. Bu süreç 1976’da altına yapılan tüm gönderimlerin silinmesiyle bitmiştir. Sonuç olarak dünya para sistemi emek-değer bağıntısı tarafından belirlenen değişim değeri üzerinden değil, spekülasyon değeri üzerinde temellenmiştir. Dünya para sisteminin sanal (fiktif) özelliği, kapitalizmin güncel krizinin en azından 1970 yıllarından beri koşul ve temelini Güz | 2009 -

101


Bunalımın Kaynağı Üzerine oluşturmaktadır. Bildiğimiz gibi Bretton-Woods Anlaşması, bir yandan ABD’nin diğer emperyalist devletler üzerinde üstünlüğünü kesinleştirirken, aynı zamanda da dünya ekonomisi üzerinde dolar diktatörlüğünü kurmuştur. Bu dolar diktatörlüğü İkinci Dünya Savaşı sonunda, diğer emperyalist ülkeleri ve bağımlı ülkeleri Amerikan egemenliğine tabi kalmaya mecbur etmiştir. Çünkü Amerikan Federal Rezerv Bürosu dünya ekonomisinin tam bir kontrolünü kazanmıştır. Bretton-Woods Anlaşması yalnızca dünyanın yeni bir paylaşımını değil, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sonrası bu dünya ekonomisinin üzerinde kurulduğu tüm bir para sistemini de tanımlamıştır. Bu sözleşmeler tarihsel bir öneme sahiptirler. Çünkü Para-Sermaye biriminin sanal sermayeye dönüşmesi yolunda, kapitalizmin evriminde bir dönüm noktası olmuştur. Ölmüş emek taşımayan ancak artı-değer taşıyıcılığına dönüşmüş mali sermayeyi “sanal sermaye” olarak tanımlamaktayım. Öyle ki, bu sermaye üretim sermayesinin yeniden değerlendirilmeye konulmasını koşullandırır ancak varlığını da gerçek (reel) sermayeye borçludur. Paranın değerinin belirlenmesinde emek-değer ilişkisinden kopuş bu sanal sermayenin temelini oluşturmaktadır. Şurası açıktır: Başlangıçta doların altına eş değerliği bir kerecik olsa da emek-değer üzerinde kurulmuştur. Ancak, değeri bir kez belirlendikten sonra Para-Sermaye’nin yeniden değer kazanması için, artık hiçbir zaman yeniden üretimi adına gerekli zaman birimine karşılık düşen emek miktarına ihtiyaç kalmamıştır. Para-Sermaye’nin sanal sermayeye bu dönüşümü artık kapitalist üretim biçiminin koşulunu belirlemektedir. Kendi zamanında Marx, sanal sermayenin, reel sermayenin bir kopyası olduğunu söylüyordu. Sanal sermayenin var olmayan bir sermayenin nominal bir temsilcisi olduğunu da söylemiştir: ...Bu kâğıtların kendileri de gerçek sermayenin (reel sermaye) kopyalarına, kağıttan paçavralara dönüşmektedirler. Sanki bir yükün değer beyanı belgesi bu yükün yanında onunla aynı zamanda bir değere sahip olabilecekmiş gibi. Bunlar var olmayan bir sermeyenin nominal temsilcilerine, kağıtlara dönüşmektedirler. Çünkü, bu kopyalar elden ele dolaşsalar bile reel sermaye onların yanında varlığını sürdürür ve asla el değiştirmez. Bunlar üretici kazanç sermayesi biçimlerinden... değer-sermayeye başkalaşırlar. Ancak birer kopya olarak mal gibi pazarlanabilen ve bundan dolayı değer-sermaye olarak dolaşımlarına rağmen gerçek sermayenin değerinin hareketinden bağımsız olarak... bunların değerleri sanaldır. [Marx; Kapital 3] Burada şunu da belirtmek gerekir ki, mali sermayenin sanal karakteri onu sihirli değnek yapmaz. O da reel sermaye gibi hareket eder. Dolaşımdaki sanal sermaye hacmindeki her değişiklik, kâr oranlarında da değişikliklere neden olacaktır. Böylece sanal sermaye, diğerlerinden daha güçlü bir devletin ellerinde gerçek bir yıkım silahı olur. Kapitalizmin güncel krizinin temel karakterlerini aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz: Aşırı mal üretimi krizi değil, tersine spekülasyon içindeki mali sermayenin bir krizidir. Dünyada yetersiz bir mal üretimi vardır ve mali sermayenin bileşiminde sanal sermayeye oranla üretici sanayi sermayesinin miktarı gittikçe azalmaktadır. Krizin başlıca nedeni mali sermayenin asalak ve spekülatif özelliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla emperyalizm dönemindeki ekonomik krizleri aşırı üretim bunalımları olarak tanımlamak yanlış ve günümüzdeki kapitalizmin emperyalizm aşamasını kapitalizmin yükselen dönemiyle karıştırmaktır. Reel sermayenin aleyhine olarak, Para-Sermaye’nin sanal karakteri para sistemini dengesizleştirmektedir. Çünkü bir eşdeğerden yoksun olduğu için, paranın kendisi de sanal bir değere dönüşmüştür. 102

Sosyalist Düşünce Dergisi


Bunalımın Kaynağı Üzerine Artı-değerin ele geçirilmesinde borsanın sanayi ve ekonomi üzerinde belirleyici yer olması. Sermayenin bileşenleri arasındaki oranların değişimi. En nihayet devlet koruması altındaki bir özel mülkiyet olarak sermayenin kendisinin, güncel ekonomiyi düzenlemek için her zaman devlet müdahalesini istemesi. Emperyalizmin krizini “kapitalist üretim tarzının kapitalist üretim tarzı içinde tahrip edilmesi, bundan dolayı kendi kendini yok eden bir çelişki” olarak tanımlayabiliriz. Kapitalizmin yapısal krizi en son aşamasında kapitalist üretim tarzının bizzat kendisinden kaynaklanmaktadır. Daha önce de belirttiğim gibi, kapitalizmin bu yapısal krizi parasal sermayenin sanal sermayeye dönüşmesiyle sürekli bir karakter almıştır. Sanal sermaye dünya ölçeğinde tüm finans kapitali tanımlamaktadır. Konjonktürel krizler, mali spekülasyonlar aracılığıyla, sanal sermayenin kaotik hareketleri sonucu artık sürekli bir karakter almış finans kapital krizinin, önceden öngörülemeyen epizodik yankılanmalarıdır. Okuyucular belki konuyu fazlaca abarttığımı düşünebilirler. Ancak o zaman şuna dikkat etmelerini isteyeceğim. Günümüzde paranın bir eşdeğeri var mıdır, yok mudur? 1944’e kadar paranın eşdeğeri altındı. 1944’te doların altına eşdeğerliği kabul edildi. Yani bir avuç dolar, bir avuç altın oldu. Daha doğrusu bir ons altın 35 dolar olarak saptanmıştı. O zaman dünyanın tüm diğer ülkeleri kendi ulusal paralarının değerinin belirlenmesinde doları eşdeğer birimi olarak kabul ettiler veya etmek zorunda kaldılar. Çünkü dünya altın rezervlerinin yüzde 80’i ABD’nin elinde bulunmaktaydı. Böylece dünyanın tüm diğer ülkeleri dolar’a bağımlı hale gelmişlerdir. 1971’de ise Nixon yönetimi, ABD’nin dış borçlarının altın olarak istenmesi tehlikesini düşünerek 1944’te imzalanan BrettonWoods sözleşmelerini tek yanlı olarak iptal ederek doların altına olan eşdeğerliğini artık geçersiz ilan etmiştir. Sonuçta, artık doların eşdeğeri yoktur. Bu durum ABD’ye istediği kadar dolar basma ve piyasaya istediği kadar dolar sürme hakkı kazandırmıştır. Bu nedenlerden dolayı paranın, dolayısıyla finans kapitalin değerinin sanal-fiktif olduğunu söylüyorum. Üretim sermayesinin büyük bir kısmının sanal sermayeye dönüşümü, sermayenin sermaye tarafından yıkımı, özel mülkiyetin özel mülkiyet tarafından yıkımı demektir ki; bunların göstergesi mali krizler, işsizlik, açlık ve üretici güçlerin yıkımıdır. Bunlar artık her gün gördüğümüz emperyalizmin yapısal krizinin sürekli özelliğidir. Çünkü, “Değer-sermayenin değerlendirilmeye konulması ve korunmasının aşılamayan çerçevesine yardım eden sınırlar üretici büyük bir kitlenin yoksullaştırılması, mülksüzleştirilmesine dayanmaktadır. Bundan dolayı bunlar durmaksızın üretim yöntemleriyle çelişkiye girerler.” [Marx; Kapital 3] Sanal sermayenin değer-sermaye olarak yeniden değerlendirilmesinin metotları yalnızca kapitalist üretim tarzını kokuşturmaz, aynı zamanda yaşayan-emek, hatta gelecekteki-emek güçlerini yıkar. Çünkü göreceli (nispi) artı-değerin gerçekleştirilmesi, her seferinde sermayeyi oluşturan kısımlarını sorun yapacaktır. Bu durum kâr oranlarının düşme eğilimini yaratsa bile kârın düşmesi veya azalması demek değildir. Elde edilen kâr miktarlarının artışı her zaman görülebilir. Kâr oranlarının düşme eğilimi, göreceli artı-değer kazanmak için patronun teknolojik değişiklikler yaparak üretimi artırmak için sabit sermaye miktarını arttırmasından kaynaklanır. Emperyalizmin başlangıç döneminde sermayenin dolaşım sürecinin yavaşlamasına karşı sermaye ihracatı kapitalistin başvurduğu yöntemdi. Günümüzde sabit sermayenin bir muhasebe değeri vardır, bir de borsadaki kapitalizasyon değeri vardır. Ve belirleyici olan da sermayenin borsa değeridir. Ki bu borsa değeri tamamen spekülatif karakterdedir. Güz | 2009 -

103


Bunalımın Kaynağı Üzerine Spekülasyon bir yandan genelinde üretimi koşullandırırken, diğer yandan sermayenin yeniden değer kazanması; sermayenin yeniden üretimini koşullandırır. Spekülasyon para kazanmanın, yani artı-değer sömürüsünün son tahlilde genel bir yöntemi olmuştur. Reel sermaye azalırken sanal sermaye çoğalır. Kapitalisti ilgilendiren ne kadar artı-değer elde ettiği değil, ne kadar kâr sağlamasıdır. Bundan dolayı bir yandan yeni teknoloji gerektiren yatırımlar, diğer yandan borsadaki spekülatif karakterli değer artışları son tahlilde sermayenin bileşenlerinden olan sabit sermayenin artmasına neden olur. Bu durum kâr oranlarında düşme eğilimi yaratır. Buna karşılık kapitalist, sermayenin diğer bileşeni olan değişken sermayeyi azaltmaya gidecektir. Değişken sermaye ücretlerin toplamı demektir. Yani kapitalist ücretlerin miktarını azaltacaktır. Sermayesini verimli kılmak için kapitalist, sermayenin yeniden üretim sürecinde değişiklikler yapacaktır. Sermayenin yeniden üretiminde bu yeni süreç başka alanlara doğru bir uzama ve yoğunlaşma alacaktır. Savaş sonrası gördüğümüz durum şu ki, ilk dönemde ileri ülkelerde kapitalizmin bir ilerlemesine tanık olduk. Daha sonra ise 1970’lerden bu yana yeni bir kriz vardır. Savaş sonrası dönemdeki kapitalist gelişmenin biçim ve içeriği bir bütün olarak savaş öncesi dönemdekinden farklıdır. Kapitalizmin ilerlemesi işçi sınıfının aleyhine katastrofik sonuçları olan kaotik bir eğilim almıştır. İleri kapitalist ülkelerde üretim araçları üzerinde, kamu mülkiyeti temelinde, işçi kontrolü altında planlı bir ekonomi insanlığa üretici güçlerle uyumlu maddi bir ilerleme olanağı verecektir. Öyle bir ekonomi, sosyal sorunun çözümüne tek yanıt olacaktır. Finans kapitalin yayılmacılığı borsadaki spekülasyonlar aracılığıyla başlıyor, orada sanal sermayeye dönüşüyor, daha sonra ise üretime giriyor. Ve bu süreç son derece karmaşık bir hal alıyor. Bir yandan tahvil, bono vb. -sermayenin nominal temsilcisi kağıtlar- ürünler pazarı, diğer yandan faiz taşıyıcısı sermaye, sermayenin yeniden değer kazanma sürecinde asalaklığın kaynağını oluşturmaktadır. Öyle ki bir tür imtiyazlı sosyal kesim, sermayesinden kâr elde etmek için gerçek üretime girmeye bile ihtiyaç duymuyorl. Ancak kâr, gerçekleşmesi için reel bir üretimin varlığını ön görür. Bu demektir ki, mal ve hizmet üretimi olmaksızın asla kâr olmayacaktır. İş gücü ile kâr arasındaki bu bağıntı üretim sürecinde tersine işlemektedir. Sermayenin sahip değiştirmesi ücretlerin toplam miktarının düşmesini istemektedir. Kâr, değişken sermayenin sabit sermayeye göre küçülmesini istemektedir. Çünkü bir noktadan sonra para da el yakmaya ve pahalanmaya başlayacaktır. Böylece, bir bütün olarak ekonomik hayat boğulmaya başlayacak ve emperyalist kapitalizmin kendi bağrında taşıdığı uzlaşmaz çelişkilerin yarattığı girdap daha da ilerleyecek, reel planda küçülürken sanal planda aşırı büyüyecek, sonuçta kartopu gibi patlayacaktır. Sonuç olarak kapitalist üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel oluşturmaktadır. Kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi olmaksızın üretici güçler özgürce gelişemeyecektir. Dahası, özel mülkiyet ilişkileri tarafından yıkıma maruz kalacaklardır. Mayıs 2002

104

Sosyalist Düşünce Dergisi


Tartışma

İngiltere’de Lindsey Petrol’deki Grev Üzerine Bir Tartışma

José Moreno

PSTU’nun web sitesi, yoldaşımız Jefferson Choma’nın o esnada bir İngiliz rafinerisinde gerçekleşmekte olan bir greve dair bir makalesini yayımladı. Makale, “İngiliz işlerine İngiliz işçileri” sloganı altındaki grevin yabancı işçilerin çalıştırılmasına karşı çıkan bir grev olduğunu ve dolayısıyla, yabancı düşmanı bir grev olduğunu vurguluyordu. Bu makalenin yayımlanmasından kısa bir süre sonra PSTU önderliğine, PSOL içindeki Devrimci Sosyalizm (SR) akımından Andre Ferrari’den bir mektup ulaştı. Mektupta makalenin savunduğu pozisyona sert bir şekilde karşı çıkılıyordu: PSTU’nun Internet sayfasında son dönemde yayımlanmış olan Jeferson Choma imzalı ve ‘Büyük Britanya: patronların minnettar olduğu bir grev’ başlıklı makale, İngiltere’de Kuzey Lincolnshire’daki Lindsey Petrol Rafinerisi’ndeki grevcileri, taşeron işçileri, sadece patronlara hizmet eden bir pozisyon almakla eleştirmektedir. PSTU’nun sayfasındaki makale burjuvazinin kitle iletişim araçlarının aynı çarpıtılmış yaklaşımını tekrarlayan bir şekilde grevci işçileri “yabancı düşmanı bir kampanya” ve göçmen işçilerin çalıştırılmasına karşı bir hareket gerçekleştirmekle azarlamaktadır. Makalenin başlığı da içeriği de PSTU yazarının aldığı greve karşıt pozisyona dair şüphe bırakmamaktadır. Devrimci Sosyalizm (SR), uluslararası akım CWI’nın (bu grevi savunmuş olan İşçi Enternasyonali için Komite adlı akımın İngilizce isminin baş harfleri) bir parçasıdır ve yoldaşları olan İngiltere’den Sosyalist Parti’nin (CWI’nın İngiltere ve Galler seksiyonu) neşrettiği bilgileri tekrarlamaktadır. Ortada, grevi savunan, onun yabancı düşmanı karakterini inkâr eden ve kendisiyle aynı pozisyonu paylaşmayanları da burjuva medyasının kampanyasına ve yalanlarına inanmakla suçlayan örgütlerin mevcut olduğu uluslararası bir tartışmanın olduğunu düşünerek kamuya açık bir cevap vermenin gerekli olduğunu düşündük. Ama bu grevin bitmesiyle

Güz | 2009 -

105


Lindsey Grevi beraber bu tipten ihtilafların sona ermesi şöyle dursun benzer sloganlarla İngiltere’de yeni grevlerin ortaya çıktığını gördükçe daha fazlasının gerektiğini düşünüyoruz. Örgütleyen sendikacılar bunun daha sadece bir başlangıç olduğu konusunda uyarıda bulunuyorlar. İngiltere’de Yabancı Düşmanlığı Ocak sonlarına doğru Lindsey Petrol’de başlayan İngiliz inşaat işçilerinin grevi diğer şehirlerdeki bazı tesislere de yayılmıştı. Yoldaş André Ferrari, bize grevin 20 şehre ulaştığını ve de sendika yönetimine karşı tabanın basıncı altında oluştuğunu izah etmektedir. Öyle ki önemli seferberlikler eşliğinde gelişen bu grev, İngiltere’de yasadışı bir grev olarak değerlendirilmiştir. Grevin sebebi 195 yabancı işçinin işe alınmasıydı ki, bu örnekte bunlar Portekizli ve İtalyan işçiler olmaktadır. Bir İngiliz yüklenici firma 17 Şubat’tan başlamak üzere işçilerini çıkarmak zorunda olduğunu açıklamıştı çünkü, rafineri yeni bir tesisin inşasını başka bir taşeron firmaya vermişti ki, bu firma inşaata İtalya ve Portekiz’den kendi çalışanlarını getiren İtalyan IREM firmasıydı. Grevciler İngiliz işçilerin işe alınmasını talep ettiler. Grevcilerin “İngiliz işleri İngiliz işçilerine” sloganı tüm dünyaca tanındı. Mücadele 102 İngiliz işçinin işe alınmasının kabul edilmesiyle sona erdi. Örgütlü sendikanın temsilcisine göre grev, “İngiliz işçilerine karşı ayrımcılık yapan şirketleri hedef alıyordu. Bu ırkçı bir mücadele değil, çalışma hakkı için verilen bir mücadeleydi.” Ferrari’nin, Sosyalist Parti’nin, CWI’nin ve Alan Woods’un Uluslararası Marksist Akım’ının savunduğu argüman da budur. Dahası bunların hepsi, İngilizlerle aynı çalışma şartlarını talep etmeleri için yabancı işçilere greve katılmaları çağrısı yapıldığında ısrar etmektedirler. Tıpkı İngiliz hükümeti gibi, çok uluslu Total şirketi ile söz konusu işi yapan taşeron İtalyan IREM şirketi de, yabancı işçilerin çalışma şartlarının İngiliz işçileriyle aynı olduğunu ve yerel işçiler arasında uzman bulunamadığı için İtalyan ve Portekizli işçilerin işe alındığını iddia etmektedirler. Muhtemeldir ki, çok uluslu şirketler ve Gordon Brown hükümeti grevin etkisini zayıflatmak için yalan söylemişlerdir; çünkü şu bir gerçektir ki, ortada yabancı işçilerin kendi ülkelerindeki maaşları ile işe alınmasına izin veren 3 farklı mahkeme kararı mevcuttur. Ayrıca bu işte çalışan Portekizli ve İtalyan işçilerin şirkete ait bir gemide kaldıklarını da biliyoruz. Grevi savunanlar kendilerinin açıkça karşı çıktıkları sloganlar olan yabancı düşmanı sloganların grevde kullanılmasının önemini azımsamaktadırlar. İşçilerin toplantısında kararlaştırılan ve Sosyalist Parti’den bir yoldaşın önerisi olan platformun “İngiliz işleri için İngiliz işçileri” şiarını içermediğini ve onun yerine tüm işçiler lehine olduğunu öne çıkarmaktalar. Kastettikleri, yabancı işçilere İtalyanca greve katılma çağrısı yapan pankartlar ve benzerleridir. Diğer tüm argümanlar kendi metinlerinden takip edilebilir. Bununla beraber grevin ilk günlerinde net bir yöneliş olmadığını ve bu sloganların işçilerce kullanılmasının kendiliğinden bir şekilde ortaya çıktığını fakat, daha sonra işçilerin bunlardaki yabancı karşıtlığının bilincine vardıklarını ve kendi müdahaleleri sayesinde bu yabancı karşıtı eğilimin güçlenmediğini ifade etmekteler. Sosyalist Parti’den Bill Mullins, 13 Şubat 2009 tarihinde makalesinin sonunda şunu ifade etmektedir: “Eğer Sosyalist Parti bu mücadeleye aktif bir şekilde katılmasaydı, böylesi tavırların güçlenmesi ihtimali vardı. Ama onun yerine göçmen işçilerin sendikalaşmasının yolunu döşeyen ve sınıf birliğini güçlendiren muhteşem bir zafer elde edildi.” Bu tez ayrıca Chavezciliğin propagandacısı olarak tanınan Alan Woods’un akımına bağlı Sosyalist Çağrı (Socialist Appeal) dergisinin editörü Rob Swell tarafından da savunulmaktadır: “Sendika temsilcileri sarı basının ırkçı kampanyasına katılmayı reddettiler.” (Lindsey grevi ve medya yalanları adlı makalesi). 106

Sosyalist Düşünce Dergisi


Lindsey Grevi Özetlersek, bu grevler onları savunanlar için ne ırkçı ne de yabancı düşmanıdır. Bu grev, sosyal dampinge (işletmelerin diğerlerine karşı haksız rekabet içinde ucuz işgücü kullanmaları ihtimali) karşı yapılmış, göçmen işçilerin haklarını savunmuş, onların sömürülmemelerini istemiş, sendikal haklarını talep etmiş ve dahası Avrupalı işçilerin tümü için birer örnek niteliğinde olmuştur.. Eğer herhangi bir yabancı düşmanı slogan da yükseltildiyse, bu saf bir grev mevcut olmamasından kaynaklanır. Grevcilerin kafa karışıklığı bir yana, sadece Gordon Brown’a bir ironi yapmak bile buna sebep olmuş olabilir. İngiliz İşleri için İngiliz İşçileri Grevin arkasındaki sebepler ekonomik krizin yarattığı tahribattır: İngiliz sanayisindeki işsizliğin, iş yeri kapatmaların ve işten çıkarmaların artışı. Problem şu ki, bu grevin her ne kadar yabancı düşmanı bir grev olmadığı yönünde göz boyamaya çalışsalar da, sonuç öyle değildir. “İngiliz işleri için İngiliz işçileri”ni dillendiren grev sloganı, başbakan ve İşçi Partisi lideri Gordon Brown’un aşırı sağ İngiliz Ulusal Partisi’nin (BNP) bir sloganının aynısından kopyalanmıştır. Grevcilerin yükselttikleri diğer sloganlar da, İngiliz işçilerine öncelik verilmesi veya yabancı işçilerin İngilizler lehine işten ayrılması taleplerini içermektedir. Bu sloganların tümü, Avrupa’da aşırı sağ örgütlerin kullandığı sloganlarla aynıdır. Fakat bu sadece bir slogan sorunu değildir, bunların göçmen işçiler için doğrudan sonuçları bulunmaktadır: Lindsey rafinerisinden bir grev gözcüsü İtalyan ve Portekizli işçilerin kaldığı mavnaya gitmiş ve onlara kötü bir tavırla ülkelerine dönmelerini söylemiştir. Söz konusu bu işçiler, nüfusun onları reddetmesi karşısında şehrin çok küçük bir kesimine hapsolmuşlardır. Lindsey Petrol grevcileri bu sloganları sadece grevde kullanmakla kalmamış; aynı zamanda aşağıdaki şekillerde de kullanmaya devam etmiştir. İşçiler Grevde ne Talep Ettiler? Şu bir gerçektir ki, burjuvazi göçmen emeğinden işçilerin maaşları ve kazanımları üstünde aşağı yönlü baskı yaratmak için faydalanmaktadır. Bolkstein Yönergesi’nin onaylanmamış bir kısmı olan ve Avrupa Birliği’nin diğer ülkelerinden işçilerin, kendi ülkelerindeki maaşları ile işe alınmasına imkân veren karar, mahkeme yoluyla bazı işletmelerde yürürlüğe konmuş durumdadır. Fakat ne bu grevin ne de daha sonra yapılan protestoların ekseni göçmen işçilere karşı yapılan bu ücret ayrımcılığına karşı bir duruş değil, yalnızca İngiliz işgücünün işe alınması talebini içermekteydi: Bir basın bülteni bunun için bir skandal demektedir hatta mevcut ekonomik şartlarda daha da ötesidir. Bizim diğer ülkelerin işçilerine karşı hiçbir şeyimiz yok ama yerel işçiler onlarla eşit şartlarda rekabet edemezler. Lindsey’de söz konusu olan Portekizliler ve İtalyanlar ise Staythorpe’da da İspanyollardır, türbin inşası için Fransız Alston firması tarafından taşeron çalıştırılan işçilerdir. Sektörün başlıca sendikaları 850 işin söz konusu olduğundan bahsetmekte ve de bunların İngilizler arasında dağıtılmasını talep etmekteler. ‘Açık bir şekilde belli ki hiç kimseyi işe almaya niyetleri yok. İngiliz olmayan çalışanlarla sözleşme yapmış durumdalar fakat biz uygun miktarda yerel işgücünün olduğuna inanıyoruz.’ diye ifade etmektedir durumu Unite sendikasından Steve Syson ve şöyle eklemektedir: “Şeffaflık istiyoruz ve işe aldıkları yabancılara ne kadar ödediklerini bilmek istiyoruz.’ (Begoña Arce gazetesi) Eğer durum grevi savunan yoldaşların ifade ettiği gibi olsaydı, o zaman grevin talepleri İngiliz işçilerin işe alınması talebini kapsamaz ve basitçe grev, yeni işe alıGüz | 2009 -

107


Lindsey Grevi nanların, eğer sahip değillerse, aynı ücretlere ve sendikal haklara sahip olmaları için gerçekleştirilmiş olurdu. İngiliz işçilerinin bir zafer olarak algıladıkları bu grevin sonucuna bir bakalım: bu iş için işe alınacak 198 işçiden 102 tanesi sendikalı İngiliz işçiler oldu. Diğer bir deyişle bu durum, bu işe alınmanın kenarında olan mevcut 102 İtalyan ve Portekizli işçinin bu işten mahrum kalması demektir. Yoldaş Ferrari, İngiliz grevine verdiği desteğin lehinde argümanlar bulmanın telaşı içinde bu grevi Brezilya’da CONLUTAS’ın São José dos Campos bölgesinde önderlik ettiği grev ile kıyaslamaktadır: PSTU’nun yönetiminde çoğunluğa sahip olduğu São José dos Campos bölgesi metal işçileri sendikası General Motors’un şirketin diğer çalışanlarına kıyasla daha az haklara ve daha düşük maaşa sahip 600 yeni geçici işçiyi işe almasına karşı geçtiğimiz sene kahramanca bir mücadele gerçekleştirdi. Bu seferberlik, sendikayı yeni istihdam yaratılmasına ve bölgenin gelişmesine karşı olmakla suçlayan patronların, belediyenin, kilisenin ve medyanın birleşik ve de vahşi saldırısını göğüslemek zorunda kaldı. Sendika ve işçiler direndi ve de sonunda yeni işe alınan işçiler için en ideal olanlar olmasa da daha iyi haklar elde etmeyi başardılar. Fakat Lindsey Petrol grevi Brezilya’daki gibi yeni işe alınanların çalışanlarla aynı haklara sahip olması için verilen bir mücadele değildi; İngiliz sendikacılarına göre, IREM şirketi ve Alston tarafından işe alınmayarak diğer işçiler karşısında ayrımcılığa uğratılan İngiliz işçilerinin işe alınması için bir grevdi. Lindsey Petrol’deki yabancı düşmanı grevin bir sonucu olarak, İngiliz hükümeti Avrupa Birliği kurumlarından mülteci işçilere dair düzenlemenin yerel işçiler lehine değiştirilmesini talep etmiştir. Bu göçmen işçilerin mevcutta maruz kaldığı ayrımcılığı daha da çok arttıracaktır. İşçilerin işe alınması talebiyle gerçekleşen grevler ve işletme işgalleri büyük önem arz eden işçi eylemleridir ve de pek çok kereler başarıya ulaşmıştır. İşsizliğin arttığı böylesi bir dönemde bu tip eylemlerin yaygınlaşması olasıdır. Fakat talepler, yabancı işçilere karşı yönelirse, bu sefer bu eylem sınıf karakterini kaybeder: işçileri milliyetler çerçevesinde böler ve sadece işçilerin en zayıf kesimi olan göçmenlerin ezilmesinin arttırılması ile sonuçlanır. Irkçı ve yabancı düşmanı mesajlar işçilerin saflarına, göçmenlerin o ulusun işçilerine göre, daha düşük ücretleri ve daha kötü çalışma şartlarını kabul etmeleri gibi argümanlarla nüfuz etmektedir; sanki göçmenler bunları gönüllü kabul ediyor veya bir seçme şansları bulunuyormuş gibi. Hükümetler şimdilerde işçilerin özgürce dolaşımının savunucusu ve yabancı düşmanlığının, ırkçılığın karşıtı olarak gözüküyorlar. Oysa ki; ikinci sınıf vatandaşlığı yaratan göçmenlik yasalarını uygulamaya soktuklarından, bunun asıl sorumlusu onlardır. Onları ilgilendiren tek şey, şirketlerin en düşük ücretleri talep eden işçileri çalıştırabilmesidir. Bu grev bu amaç doğrultusunda kötü olmakla birlikte, hükümetlerin işçileri bölmesine de yardımcı olmuştur. Bu grevin amacı, krize karşı Avrupa işçi sınıfının ortak bir seferberliğe kalkışma ihtimalini ıskartaya çıkarmaktır. İşçi Sınıfının Birliğine Karşı Sendika Bürokrasileri Rafinerilerdeki grevi yönlendirmiş olan İngiliz sendikacılar Avrupalı işçilerin bölünmesine göçmenlik yasalarından daha fazla katkı sağlamışlardır. “Milliyetçilik” tehlikesi, ki bu seferberlikte alt edildiği iddia edilmektedir, bizce diğer ülkelerden işçilerin işe alınmasına karşı grev yürütülmesiyle eş zamanlı olarak güçlenecektir. Bu grev faşizmin İngiliz işçileri arasında adım almasına imkân sağlamıştır. BNP’nin bu greve dair bir kutlama yapması gayet normaldir. Bu grevin örneği, her ülkenin işçisini diğer ülkele108

Sosyalist Düşünce Dergisi


Lindsey Grevi rinki ile karşı karşıya getirecek şekilde diğer ülkelere yayılabilir. İtalya’da bu İtalyan toprağında olan İngiliz işçilerin dışarı atılmasına dek vardırılmıştır. İngiliz sendikaları yabancı işçilere, bu örnekten de görüldüğü üzere Avrupa Birliği üyesi diğer ülkelerin işçileri de dâhil olmak üzere tüm yabancı işçilere karşı İngiliz işçilerine ayrımcılık yapılmasını talep etmektedir. İspanya’da CCOO ve UGT sendikaları uzun süreli oturma izni olmayan göçmen işçiler aleyhine ayrımcılık yapılmasını kabul etmektedirler. Yerel işçilerin çalışma koşullarını savunmak kisvesi altında işçilerin bölünmesini ve korporativizmi teşvik eden sendika bürokrasisinin son yıllardaki rolü tam bir alçaklıktır. İşte bu yüzden Socialist Appeal’dan Rob Sewell’ın sendika yönetiminin rolüne dair aktardıkları bizim için hiç de şaşırtıcı değildir: Fakat şaşırtıcıdır ki UNITE sendikasının genel sekreteri Derek Simpson Daily Star gazetesi için üstünde gazetenin resminin olduğu gömlekler giyen ve ‘İngiliz işçileri için İngiliz işçileri’ yazılı aynı dövizleri taşıyan iki genç kadınla çevrelenmiş şekilde poz vermeyi kabul etmiştir. Aynı gün Daily Star fotoğrafçısı ve söz konusu kadınlar grev çadırına da gitmişler ama grevciler onları hoş karşılamadıklarını açık şekilde ortaya koymuşlardır. Yabancı düşmanı sloganların savunulması yıllarca işçiler arasında beslenen bölünmenin mantıki bir sonucudur, Simpson gibi bazıları bunu açıktan yaparken diğerlerinin verdiği ise mahcup bir destektir. İşsizliğe Karşı Sınıfsal Bir Cevap İşsizliğe karşı sınıfsal bir cevabın somutlaşabilmesi için Avrupalı işçilerin hükümetlerce ve sendika bürokrasilerince beslenen yabancı düşmanlığına karşı durması gerekiyor çünkü işçilerin sorunları yaşadıkları ülkeler itibariyle aynı. Yabancı düşmanı sloganların yayılıyor olması sendika bürokrasilerinin bu sloganlara karşı çıkmıyor olmasının bir sonucudur. Lindsey Petrol grevini savunan akımların yaptığı işçi sınıfının bilinç olarak en geri kesimlerinin sahip olduğu yanlış bilinci gizlemek veya asgariye indirmeye çalışmaktır, böylece yabancı düşmanı sloganlara teslim olmaktadırlar. İşçiler arasında yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı mücadele sadece konuşmalar yaparak değil krizin etkilerine karşı sınıfsal çözümler ortaya koyarak gerçekleştirilebilir. İşsizliğe karşı savaş vermek için ücretlerde azalma olmaksızın çalışma saatlerini elde etmek üzere seferber olmamız zorunludur, işsizliğe karşı geçiş programını yansıtan slogan budur: çalışma saatlerinde oynak merdiven (değişebilen tarife-eşel mobil). Sendika bürokrasilerinin beslediği mantık öncelikle göçmenlere karşı ayrımcılık yapmaya götürüyor, ama başka noktalarda aynı şehirden olmayan işçilerin işe alınmasına karşı çıktığı gibi onlar personelin bir parçası olmadıkları için taşeronların işçilerinin işten çıkarılmasını savunabiliyor ya da belli bir yaştan sonra kalıcı işçilerle aynı ücret ve çalışma garantilerine sahip olamayacakları için geçici işçilerin çıkarılmasını destekliyor. İşleri savunmanın tek yolu bütün işçilerin birliğidir. Bunu gerçekleştirmek için eşit ücret talep etmeliyiz ve de tüm çalışanların aynı çalışma haklarına, sendikal ve politik haklara sahip olmalarını talep etmeliyiz. Aynı hakları talep etmek dünyanın her tarafında milyonlarca işçiyi sefalete sürükleyenlere karşı beraberce savaşmamıza hizmet edecek, bu sayede ekonomik krizin bedelini işçilerin değil kapitalistlerin ödemesini sağlayabileceğiz.

Güz | 2009 -

109


Toplum

Krizin Işığında “Kitle Toplumu ve Kültürü” Üzerine

Oktay Benol

Kapitalizm, tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Dünyanın dört bir yanında milyarlarca insan bu ekonomik krizin yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıya… Dünya ekonomik krizinin daha ne kadar devam edeceği, bitip bitmeyeceği, bittiğinde ortaya nasıl bir dünya durumunun çıkacağı ve olası tahribatının boyutlarının ne olacağı şimdilik belirsiz. Bu konuda birçok farklı görüş mevcut. Dünya ekonomik krizini bir iş kazası gibi gören ya da bir tür doğal afet gibi karşılayan kapitalizm taraftarları için yaşananlar geçici. Üstelik onlara göre bu krizin bir de iyi yanı var: Sistem yaşadığı bu deneyimlerle daha da güçlü hale gelecek... İnsanlığın başta açlık ve çevresel yıkım gibi küresel sorunlar karşısında giderek daha çaresiz ve geri dönüşsüz durumlara sürüklendiğini düşünenler için ise mevcut dünya ekonomik krizi hayati önemde bir gösterge. Hangi öngörü doğru? Krizin sonucunda daha güçlü olacağımız mı, küresel yok oluşa bir adım daha attığımız mı? Mesafe’nin bu sayısında bu öngörüler derinlemesine çözümleniyor. Göreceğiniz üzere günümüz dünya tablosu genelleşen ve derinleşen işsizlik, yoksulluk, açlık ve su kıtlığıyla; bölgeler ve sınıflar arası uçurumla; bitki ve hayvan türlerindeki geri dönüşsüz tahribat görünümüyle zaten geleceği beklemeden bugünden bir felaketi yansıtıyor. Bu dramatik tabloya rağmen dünyanın çok da kötü bir durumda olmadığını, hatta kapitalizmin insan ve doğa için olabilecek en iyi seçenek olduğunu iddia edenler de mevcut. Bu düşüncenin önde gelenlerinin kapitalist dünyanın burjuva egemenleri ve “liberal müritleri” olması sanırız şaşırtıcı değildir. Kuşkusuz onların böyle bir dünyadan memnun olmaları 6,5 milyar insanın da mutlu olması anlamına gelmiyor. Aksine burada tersine bir orantı söz konusu. Dünyada 1 milyar insan aç, 2 milyar insan temiz sudan mahrum. Buna rağmen nüfusun yüzde 20’sini oluşturan zengin ülkeler tüm dünya tüketiminin yüzde 80’ininden faz110

Sosyalist Düşünce Dergisi


‘‘Kitle Toplumu ve Kültürü’’ Üzerine lasını harcıyor. Küçük bir azınlığın mutluluğu geniş yığınların mutsuzluğuna rağmen var olup, devam ediyor. Dünya gelirlerinin yüzde 80’inin nüfusun sadece yüzde 2’sini oluşturan zengin bir kesimin kontrolünde olması da bunun bir göstergesi. Bütün bunlar sadece devletin zor araçları marifetiyle topluma benimsetilebilir mi? Biliyoruz ki zor, tarihin her döneminde iktidar sahipleri tarafından kullanıldı ve vazgeçilmez bir yöntem oldu. Bununla birlikte toplumun “ikna edilmesi” için sadece zor yetmez; devletin ideolojik aygıtlarının da devreye girip, işlemesi gerekir. Tekelci kapitalizm aşamasında kitle iletişim araçları, devletin ideolojik aygıtlarının topluma taşınmasında başat bir rol üstlenir. İşte bu sayede dünya ekonomik krizinin bir yol kazası ya da doğal afet gibi sunulması, sosyal ve ekonomik yıkımlara rağmen “kaybetmiyor, kazanıyoruz” propagandasının yapılması olanaklı hale gelir. Toplumun bu şekilde kandırılmasında sistemin “kanaat imalatı önderleri” başrollerde yer alırlar. Onlar, toplumu bir oyun hamuru gibi istedikleri şekilde biçimlendirme adına bir “kitle toplumu” ve onun “kitle kültürü”nü yaratma peşinde koşarlar. Bir “kitle toplumu” yaratmak olanaklı mı? İşsizleri, açları, hiç sayılanları yaşayabilecekleri en iyi hayatın yaşadıkları hayat olduğuna ikna edebilecek bir kitlesel afyon var mı? Dünya ekonomik krizinin başta işçi sınıfı ve emekçi yoksul halklar olmak üzere tüm ezilen ve sömürülenler üzerinde yaratacağı tahribatın boyutunu büyük oranda bu soru belirleyecek! Biz bir “kitle toplumu” yaratamadıklarını ve -özellikle de tekelci kapitalizm aşamasında- yaratamayacaklarını düşünüyoruz; ama bir “kitle toplumu” yaratma çabasının da farkındayız. Bu yazıda “kanaat/imalat” teknikleriyle bir “kitle toplumu” yaratma ve “insanı kaderine boyun eğmeye ikna etmeye dayalı” bir “kitle kültürü” oluşturma süreçlerinin günümüz dünya ekonomik krizi vesilesiyle teorik politik bir çözümlemesini yapmaya çalışacağım. Bir Zamanlar Dünya... İnsanların büyük çoğunluğu bugünkü kurumların ve kuralların bütün tarih boyunca değişmeden var olduğunu sanır. Hâlbuki gerçek daha farklıdır. Ünlü ilkçağ Yunan filozofu Herakleitos’a göre “her şey akar, her şey sürekli dönüşme, oluş ve yok oluş durumundadır.” Din, devlet, ulus gibi kurum ve kavramlar, tarihsel süreçlerin ürünleridir. Daima var olmamışlardır. Hukuk, ahlak, adalet, sanat, edebiyat, eğitim, savaş gibi kavramların içeriği ve kuralları tarih boyunca değişikliğe uğramıştır. Hiç kuşkusuz her gelişme ve değişme diyalektik olarak kendinden önceki süreçlerin üzerinde yükselir. Yadsıyarak ya da kapsayarak; ama mutlaka öncekilerin üzerinde… Ve sonraki süreçlerin temelini oluşturur. Tüm kurumlar, kurallar ve kavramlar böylesi bir zincirleme reaksiyonun tarih içindeki yansımalarıdır. Zorunlulukların ve rastlantıların belirlediği yaşamımız binlerce farklı olasılığa rağmen tarihsel maddi koşulların sınırları içinde devinir. Kurumların ve kuralların belirli tarihsel koşulların ürünleri olması, yani değişim ve gelişim dinamiği, bize, günümüzün algılanması ve çözümlenmesinde oldukça geniş bir bakış açısı sunar. “Kitle Toplumu”, “Kitle Kültürü” ve benzeri diğer bütün kavramlar, kurumlar, kurallar ve olgular da bu değişim ve gelişim dinamiğine bağlı olarak ele alınmalıdır. Dünyanın bir tamamlanmış şeyler karmaşası olarak değil de, görünüşte durulmuş şeylerin, tıpkı beynimizdeki zihinsel yansıları olan kavramlar gibi, kesintisiz bir oluş ve yok oluş değişmesinden geçtikleri, son olarak bütün görünüşteki rastlantılara ve geçici geriye dönüşlere karşın, ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda belirmeye başladığı bir süreçler karmaşası olarak dikkate alınması Güz | 2009 -

111


‘‘Kitle Toplumu ve Kültürü’’ Üzerine gerektiği düşüncesi, bu büyük temel düşünce, özellikle Hegel’den beri günlük bilince öyle derinlemesine işlemiştir ki, bu genel biçimiyle artık hemen hemen hiçbir itirazla karşılaşmaz. Ama onu sözde kabul etmekle, onu pratikte, ayrıntılı olarak, araştırmaya tutulan her alanda uygulamak ayrı ayrı şeylerdir. Oysa araştırmada hiç şaşmadan daima bu görüş açısından yola çıkılırsa, artık bir daha kesin çözümler ve sonsuz gerçekler istemekten kesin olarak vazgeçilir: her zaman edinilen her bilginin zorunlu olarak sınırlı olma niteliğinin ve bu bilginin, içinde, kazanılmış olduğu koşullara bağımlılığının bilincinde olunur; hâlâ geçerli olan eski metafiziğin, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, özdeş ve değişik, zorunlu ve olumsal gibi giderilemez karşıtlıkların ancak göreli bir değerleri vardır, şimdi doğru olarak tanınan şeyin gizli bir yanlış yanı da vardır ve bu, daha sonra ortaya çıkacaktır, tıpkı şimdilik yanlış tanınanın da doğru bir yanı olduğu ve bu doğru yanı yüzünden daha önce doğru sayıldığı gibi; ve gene bilinir ki, zorunlu olduğu ileri sürülen şey, salt rastlantılardan meydana gelmiştir ve sözde rastlantı, zorunluluğun altında gizlendiği biçimdir – ve bu böyle sürer gider.1 Demokrasi, Sınıf, “Kitle Toplumu” Günümüz toplumları kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sistemle çevrelenmiştir. Burjuva ideolojisi her türlü ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel özgürlüğün burjuva demokrasi kurumlarınca, tüm toplum için garanti altına alındığını ve tüm bireylerin bu özgürlüklerden, burjuva demokrasisinin özgürlüklerinden yararlanabileceği iddiasını taşır. Bu sistem “esas olarak, burjuvazinin tanımladığı şekliyle, üretim araçlarının özel mülkiyetine saygı temelinde bir dizi hak ve yükümlülüğü olan bireylerin, meta satıcılarının oluşturduğu bir toplumda egemen olan sistemdir.”2 Bu, teoride herkesin, ama pratikte sadece zenginlerin, basın özgürlüğü, toplantı özgürlüğü, propaganda yapma ve politik olarak örgütlenme... hakkı olduğu anlamına gelir. Marksizm özgürlüğün bu tanımını sorgular ve modern kapitalist devletin “iktidar sisteminin işleyiş biçimi”nin bir sonucu olarak, burjuvazinin “iktidarına meşruiyet kazandırmak” amacıyla “kamuya dayanan bir demokratik toplum” olduğu iddiasını ideolojik olarak işlediğini gösterir. Özellikle feodal üretim tarzının ve üretim ilişkilerinin bir sonucu olan feodal toplumsal sistemin aksine, liberal demokrasi anlayışının, bireylerin “özgür iradeleriyle” toplumsal süreçlere “kanaat, görüş ve fikirleriyle” katılımının önünü açtığını iddia eder. Bu sayede kendinden önceki toplumsal sistemlerde hiçbir bireyin sahip olmadığı, yöneticilerin “belirli politikalarını eleştirebilme hakkı”ndan, gerektiğinde kendi çıkar ve fikirleri doğrultusunda, benzerleriyle bir araya gelerek birlikte örgütlenebilme hakkına kadar geniş bir alan bireyin önünde “açılır.” Kuşkusuz “meta satıcılarının oluşturduğu bir sistemde, egemen olan sistem” dâhilinde… Burjuva ideologları “bireyi” kutsar. “Birey”in binlerce yıllık esaretine, “bireylerden oluşan modern kapitalist toplum”u kurarak son verdiğini ileri süren burjuvazi, kapitalist devlet aygıtının aldığı tüm karar ve uygulamaları da “bireyin yüksek çıkarları” adına ve demokratik bir toplum olmanın gereği olarak yerine getirdiği iddiasındadır. Diğer yandan, ...burjuva ideolojisi toplumun bireylerden oluştuğunu ifade ederken, Marksistler için toplum esas olarak sınıflardan oluşur. Bu, bireylerin varlığını yadsımak için değil, ama onların sınıflı toplum içinde ait oldukları konumu belirlemek içindir. Bireyler, toplumla sınıflar aracılığıyla ilişkilidirler; onlar sınıf dolayımıyla var olurlar. Herkes aynı olanaklara sahip değildir; birinin proleter diğerinin burjuva 1 Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1979, s.29-30. 2 Nahuel Moreno, Proletaryanın Devrimci Diktatörlüğü, çev. Hakan Gülseven, Atölye Yayınları, 1998, s.52.

112

Sosyalist Düşünce Dergisi


‘‘Kitle Toplumu ve Kültürü’’ Üzerine olması, özgürlük ve gelişim açısından farklı potansiyellere sahip olmalarına yol açar. Bu nedenle, burjuva ideologları verili bir toplumda bireyler için var olan özgürlük derecesini tartışırken, Marksistler toplum içinde işçi sınıfının elde etmiş olduğu özgürlüklerin derecesini sorgulayarak işe başlarlar. Böylece, işçilerin özgürlüklerinden söz ederken, konuyu iki ayrı düzeyde ele alırız; birincisi, bir bütün olarak toplum içindeki işçi sınıfı; ikincisi, kendi sınıfları içinde birey olarak işçiler. Bu iki düzey aynı değildir: aralarında diyalektik bir ilişki vardır ve bunlar sık sık çelişir.3 ...Bireylerin sınıfları aracılığıyla var olması gerçeğine burjuva ideologları liberal demokrasi anlayışıyla cevap verirler. Bahsettikleri demokrasi her zaman genel özelliktedir. Oysa “demokrasi” her zaman için sınıf diktatörlüğünün bir biçimi olmuştur. Bundan öte bir anlam ifade etmemiştir: Bazı kesimler için bir diktatörlük olan şey, onları baskı altında tutan sınıf ya da kesimler için demokrasidir. Sınıflı bir toplumda, demokrasi (...) burjuva ideolojisi tarafından iddia edildiği gibi, asla bütün bireyler için var olmamıştır.4 Buna rağmen bireyin kendini özgür bir şekilde gerçekleştirebileceği sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel düzenden bahsediliyor olması, bizzat kapitalist sistemin kendi yapısal özelliklerinin bir sonucudur. Ne tür bir rejime sahip olursa olsun burjuva devlet, “meşruiyet sahibi bir demokratik toplum ve düzen” iddiasıyla hareket ederek, üzerinde yükseldiği kitlelerin “onayını” almak zorundadır. Burjuva iktidar sistemi bu şekilde işler: yönetimin iradesinin “halkın iradesi” olarak genelleştirilmesiyle. Bu süreç birçok değişik biçim ve yöntem altında gerçekleştirilir. “Kitle toplumu” ve “kitle kültürü” çözümlemeleri tam olarak bu çerçeveye oturmalıdır. Çıkarları “aynılaştırılarak” bütünleştirilmiş bir toplum! “Yeni ve başka bir topluma duyulan umudun, git gide daha da ‘olumlayıcı kültür’ niteliği kazanan bugünkü kültür tarafından, yıpratılıp zayıflatılmakta olduğu”5 görüşü!.. Bu görüş ancak, burjuva toplumun çıkarları zıt toplumsal sınıflardan oluştuğu ve tarihin esas olarak sınıflar mücadelesi tarihi olduğu bilimsel gerçeği ile bütünleştirilerek ele alındığı oranda açıklayıcı, değişim ve “kurtuluş” için ipuçları veren bir görüş olacaktır. Aksi yaklaşımların kabulü tarihin sonunun geldiğinin kabulüdür. “Teknolojik Belirlenimcilik” ve Wright Mills Wright Mills, “kitle toplumu” ve “kitle kültürü” yaklaşımını, toplumsal yapı ile ekonomik yapı arasında bir paralellik kurarak açıklamaktadır: “Nasıl serbest ekonomide pazardaki fiyatlar anonim, eşit güçte, karşılıklı pazarlık olanağına sahip çok sayıda insanca belirleniyorsa, kamuoyu da kendi başına düşünebilen, düşündüğünü ifade edebilen, herkesin herkesle birlikte bir büyük koronun içinde yer alabildiği toplumsal bir ortamın ürünü olmaktadır.”6 Mills burada 18. yüzyılın liberal ekonomi anlayışının toplumsal hayata yansımasını ele almaktadır. Mills’e göre 19. yüzyıl düşünürlerinin liberal demokrasi anlayışlarının sonucu olarak kamu toplumu; “kanaat, görüş ve düşüncelerin ifade edilebildiği, kamuoyunun açık tartışmalarla oluşturulduğu, kamu eylemlerinin etkin şekilde, üstelik otoriter sisteme karşı bile olsa gerçekleştiği ve iktidarın kamu ve kamuoyu üzerinde örtülü yöntemlerle nüfuz kurmaya kalkışmadığı”7 bir toplum olarak teorize edilmektedir. Kuşkusuz Mills’in bu teorik iddiası kapitalist bir sistem içinde söz konusu olamaz. Bu anlamda “kamu toplumu” tamamen bir soyutlamadır. Özellikle 19. yüzyılda işçi3 4 5 6 7

İbid.., s.53. İbid., s.54. Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev.Ünsal Oskay, Ara yayıncılık, 1989, s.260. Wright Mills, İktidar Seçkinleri, çev. Ünsal Oskay, Bilgi Yayınevi,1974, s.418. İbid., s.419. Güz | 2009 -

113


‘‘Kitle Toplumu ve Kültürü’’ Üzerine lerin ve kadınların oy hakkının olmadığı, sendikaların yasadışı kabul edildiği düşünülürse, bu yaklaşımın ham olmaktan öte ideolojik bir yaklaşım olarak kabul edilmesi daha doğrudur. Aynı şekilde tekelci kapitalizmin yaşandığı günümüzde de bir “kamu toplumu” olgusundan bahsedilemez. Mills, “kitle toplumu”nun temel özelliklerini sıralarken özellikle kitle iletişim araçlarını ön plana çıkarmaktadır. Mills’e göre bu araçların kamu üzerindeki etkisi belirleyici niteliktedir. Kitle iletişim araçlarına yapılan bu vurguda, bu araçlar vasıtasıyla iktidar, her türlü denetim, yönlendirme, engelleme ve tek yönlü sunum gücünün sahibi olmaktadır. Özgür ve bağımsız bir tartışma ve yaratım olanağı -iktidar ve yandaşlarının dışında- imkânsız hale gelmiştir. Mills’e göre, bir toplumun egemen iletişim biçimi eğer kitle iletişim araçlarıyla gerçekleştiriliyorsa, o toplum bir “kitle toplumu”dur, ve yine Mills’e göre günümüz toplumu bu nedenle bir “kamu toplumu”ndan daha fazla oranda bir “kitle toplumu” özelliği göstermekte ve bu durum “liberal iyimserliğin” de çöküşü anlamına gelmektedir. Mills’e göre, “kamu toplumu”ndan “kitle toplumu”na geçiş bir tarihsel olgu olarak görülmelidir. İktidarın merkezileşmesi, küçük iktidar odaklarının yok olması ve/ veya merkezi iktidara bağımlı hale gelmesi, ekonominin yerelden ulusala, ulusaldan uluslararasına genişlemesi, ekonomik tekelleşmenin siyasi otoritenin tekelcileşmesine neden olması, siyasi ve ekonomik merkezileşme ve tekelleşmenin kültürel, sosyal ve psikolojik tekelleri yaratması sonucu “kitle toplumu” ortaya çıkmıştır. “Kanaat imalatı teknikleri”ni kullanan tekelci burjuvazinin karşısında “modern birey” Mills’e göre çaresizdir. Mills’in çizdiği bu genel çerçeve günümüz toplumunu anlamak için çok değerli ve doğru veriler sunmasına rağmen, toplumu çıkarları zıt ve uzlaşmaz ekonomik-sosyal sınıflara göre değil de birey temelinde çözümleme yoluna gitmesi nedeniyle yanlıştır. Teknolojinin bu derece abartılması burjuva iktidarını neredeyse ölümsüz Yunan tanrıları yapmaktadır. Bu nedenle “kitle toplumu” ve “kitle kültürü” çözümlemelerinde Mills’den kopmak, değerli ve doğru verilerini kullanarak, Marx’ın deyimiyle, Mills’de baş aşağı duran bu ideolojik, politik ve kültürel sistemi ayakları üzerine dikmek gerekir. Tekelci Kapitalizm Ekonomide tekelleşme bir kez başladı mı, bir daha önüne geçilemez. O, kendi iç yasaları ve dinamikleriyle sonuna kadar genişler. Genişleyemediği, daralma baskılarıyla karşılaştığı durumlarda kurulu olanı yıkarak krizini aşar ve yoluna devam eder. Ekonomik tekelleşme bu nedenle hem siyasal hem sosyal hem de kültürel tekelleşme eğilimi ve baskılarını yaratır; ama aynı zamanda sermayenin bu uluslararası niteliğidir ki emeğin de uluslararası bir örgütlülük ve mücadele sürecine girmesine yol açar. Bu ilişki diyalektik olarak bir sarmal oluşturur. Ekonomik tekelleşme sonucu oluşan kriz nasıl var olanı yıkarak ilerleyebilirse aynı şekilde kültürel, siyasal ve sosyal tekelleşmenin yürümesi için de yıkımlar yaşanması gerekir. Tüketim, daha çok tüketim, kâr, “yenilenme,” hiç durmadan devam eden bir kısırdöngü… Kapitalizm bu özelliğiyle kendinden önceki ekonomik ve sosyal sistemlerden ayrılır. Feodal düzen yüzyıllarca aynı üretim ve tüketim ilişkisini devam ettirerek yaşayabildi; durağanlık feodal düzenin yaşamasının tek yoluydu. Kapitalizm ise ancak ilerleyerek yaşayabilir. İlerlemesi için yıkmak zorundadır. Günümüz toplumları emperyalist kapitalizm tarafından bu nedenle bir “kitle toplumu” olarak şekillendirilmek isteniyor; ama sınıflı bir toplumun sürekli ve tam bir şekilde “kitle toplumu yapılması olanaklı değil. Kapitalizmin yapısal karakteri nedeniyle artık değer üreten bir sisteme ihtiyacı var. Kapitalizmin özel mülkiyete dayalı sınıflı bir toplum olması da kaçınılmaz krizler yaşamasına neden olmakta. Bu krizlerin aşılması ise çalışan geniş kitlelerin daha kötü yaşam koşullarına boyun eğmesi anlamına geliyor. 114

Sosyalist Düşünce Dergisi


‘‘Kitle Toplumu ve Kültürü’’ Üzerine Günümüz dünya ekonomik krizi de bunun son örneklerinden biri. Nitekim Birleşmiş Milletler Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’ya göre dünya ekonomik krizi nedeniyle 2009 yılında 50 milyon kişinin daha işsiz kalması bekleniyor. ILO yıl sonu itibariyle dünya işsiz sayısını da 240 milyon olarak öngörüyor. Böylece kapitalizmin teknolojik gelişmeler ve “sosyal uzlaşmalar” sonucu yarattığı yanılsamalar dünyası da son darbelerini yiyor. II. Dünya Savaşı sonrasında “barış içinde birarada yaşama” politikalarının bir ürünü olan “uzlaşmalar” özellikle ABD ve Avrupa’da hızlı sermaye birikimlerine olanak sağlamıştı. Bu “altın yılların” bir sonucu olan “genel refah toplumları” 1970’lerde burjuvazinin düşen kâr oranlarına bağlı olarak ilk darbelerini yemeye başladı. Kuşkusuz ne işsizlik, ne de açlık ve yoksulluk bu ülkelerde hiç eksik olmamıştı. Toplumun her zaman ortalama yüzde 10’u bir göreli işsizlik, açlık, yoksulluk içindeydi. Dünyanın bu kapitalist merkez ülkeleri dışında kalan ülkeler ise “genel refahın” faturasını tam bir ekonomik sefalet ve politik baskı olarak yaşadı. Son 40 yıllık süreçte dünya çapında giderek egemen olan neoliberal politikaların da bir sonucu olarak günümüz dünya ekonomik krizine kadar gelindi. Bütün bu süreçlerin aynı zamanda daha kötü yaşam koşullarına karşı tepkinin örgütlenmesinin de dünya çapında yolunu açtığını belirtmemiz gerekir. “Kitle toplumu” yaratma çabasının temelinde emperyalist burjuvazinin daha çok kâr sağlama amacı vardır. Rekabete dayalı bir sistem olan tekelci kapitalizm bunu gerektirir. Bu süreç, sopa ve havuç politikaları eşliğinde dünyanın dört bir yanında sürdürülür. Örneğin demokrasi adına Vietnam, Panama, Nikaragua, Somali, Irak, Afganistan, Lübnan işgal edilir. Dünya “barışı ve güvenliği” için günlerce, televizyonların naklen görüntüleri eşliğinde Irak bombalanır. Emperyalist propaganda mekanizmaları gece gündüz bu saldırıları askeri olarak zorunlu, siyasi olarak gerekli ve hukuksal olarak da haklı göstermeye çalışır. Emperyalist diplomasi tüm bağımlı, yardımcı ve müttefik hükümetlere savaşın aslında barış olduğunu anlatır! Ama bu süreç, örneğin Bosna için, Kosova için, Çeçenistan için ya da Filistin ve Gazze için işlemez, çünkü “demokrasi”nin ibresi başka bir yönü göstermektedir... Eğer kapitalist dünya tam anlamıyla bir “kitle toplumu” olmuş olsaydı, kuşkusuz ne emperyalist merkezlerde ne de Ortadoğu’da örneğin Irak’ın işgaline ve Gazze’nin Siyonist İsrail’ce yerle bir edilmesine karşı gösteriler düzenlenmez, direnişler olamazdı… Lenin, tekelci kapitalizmin bu yapısal karakterine ilişkin şu can alıcı örneği verir: Demiryolları yapımı, basit, doğal, demokratik, kültürel, uygarlaştırıcı bir girişim gibi görünür: Bu, dar kafalı küçük burjuvaların gözlerine böyle göründüğü gibi, kapitalist köleliliğin iğrençliğini maskelemeleri için cepleri doldurulan burjuva profesörlerinin gözlerine de böyle görünür. Aslında bu girişimleri binlerce noktadan üretim araçlarının özel mülkiyetine bağlayan kapitalist bağlar, demiryolu yapımını, (sömürgelerin ve yarısömürgelerin) bir milyar insan için, yani dünya nüfusunun yarıdan fazlasını oluşturan bağımlı ülkelerdeki insanlar için, ve ‘uygarlaşmış’ ülkelerde sermayenin ücretli köleleri için bir baskı aracı haline getirmiştir.8 Wright Mills, Frankfurt Okulu’nda Praksis ve “Kitle Toplumu ve Kültürü” Mills’in en büyük hatası neredeyse iki insanın yan yana gelip, ortak bir çıkar ve hedef doğrultusunda hareket edemeyeceğini düşünecek kadar kaderci bir kötümserlik içinde olması ve kapitalist toplumun sınıflar üzerine kurulu olduğu gerçeğini hesaba katmamasıdır. Günümüz toplumunda, örneğin önemli muhalefet merkezlerinden olan sendikaların ve benzeri kimi siyasi ve ekonomik örgütlerin, üyelerinin çıkar ve fikirlerini gerekli 8 V. İ. Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal Süreyya, Sol Yayınları, Eylül 1989, s.11. Güz | 2009 -

115


‘‘Kitle Toplumu ve Kültürü’’ Üzerine şekilde temsil etmedikleri bir gerçektir. İlk kez 18. yüzyılda sanayileşmenin artmasına bağlı olarak işçi ve emekçi sınıf örgütleri gündeme gelmişti. Bu bağımsız örgütler özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru üyelerini temsil etmekten öte onları kontrol edip denetleyen, başka bir ifadeyle “devrimci potansiyellerini sistem içine kanalize ederek pasifize eden denge örgütleri” haline gelmeye başladı. Aynı şekilde Kautsky ve Bernstein’ın başını çektiği akımlar sosyalist örgüt ve hareketlerin sosyal demokratlaşmasına neden oldu. Bunlar tarihsel olgular; ama diğer yandan bu örgütler sınıflı toplumun eşitsizliklerinin bir yansıması olarak var ve işçi sınıfının ve tüm emekçilerin bir kazanımı. Bu örgütlerin herhangi bir nedenle işlevsizleşmesi ve tamamen kullanılamaz olması, işçi sınıfının kendisini başka şekillerde ifade etmesine yol açacaktır. Günümüzün uzlaşmacı/işbirlikçi sendikalarının yapılanması, siyasi iktidarların yapılanma ve hiyerarşisine benzeyen yöntemlerle olmaktadır, ama sınıf örgütleri işçi sınıfının bilincinde meşru ve tarihsel kazanımlar olarak yer almaktadır. Sendikalar bir yandan “etkisizleştirilmiş, yıldırılmış, ürkütülmüş” bireyleri barındırırken, çok daha aktif ve kendi kaderlerini ellerine almak isteyen mücadeleci unsurların olduğu da bir gerçektir. Bu örnekleri başka sınıf örgütleri için de vermek olanaklıdır. İlerilik ve geriliklerin burjuva toplumda bir arada yaşanması bizzat kapitalist üretim tarzının parçalayıcı, yabancılaştırıcı doğasının bir sonucudur. Bu nedenle “etkisizleştirilmiş, yıldırılmış, ürkütülmüş” bireylerin varlığı kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucudur. Örneğin, daha 1850’lerde … işçi ve emekçi kitlelerine karşı sanayi kapitalizminin kurumlarını hızla pekiştirmeye yönelen sanayi burjuvazisi, devlet olanaklarından alabildiğine yararlanmaya başlamış; Paris kentini dünyanın bu yeni dönemdeki toplumun gerekleri açısından yıkılıp yeniden kurulmuş ilk başkenti yapmıştır. Caddeler genişletilmiş; kendi yaşamlarının süren karanlığı karşılığında aydınlatılan yeni bulvarlardan kentin çalışan nüfus kesimi önceleri bir seyirci, sonraları ise meta kültürünün gözü kamaşmış hayranı olarak gezinmeye başlamıştır. Eski Orta Çağın kent yapısı içindeki mahallelerinde bir arada ve yoğun bir biçimde kendi aralarında yaşayan yoksullar, bu kapalı dünyalarının yeni kent planlaması ile kalmaması sonucunda, kentin gelişkin semtlerinde oturan egemen sınıfın kültürel denetim düzenlemeleri altında kentin her yerinde, fakat değişik roller ile yaşamaya başlamışlardır.9 Benjamin bu açıdan “modern dönemin toplumsal hayatının gerçek yaşam deneyiminde erozyona yol açtığını söylemektedir.”10 Benjamin bu konuda üç olgu üzerinde durur: Öğeleri arasında bir tutarlılık ve bütünlük olan öykü anlatma (öyküleme/narration) yerine, modern dönemde, çözülmeci ve tutarlılıktan yoksun enformasyon’a geçilmesi ve bunun günümüzde başat iletişim tarzı haline gelmesi… Modern hayatta algılarımızda, sarsıcı (traumatic) şokların, belirtken uyarılar olarak, gitgide daha başat bir duruma gelişi… Baudelaire’in sanat çalışmasında kalabalığın rolünü değerlendirme biçimine karşı eleştirel bir tutum…11 Baudelaire “kalabalıkların içindeki …insanın düşünür-gezer (flâneur) ile bir ve aynı sayılabileceği anlayışındadır.” Benjamin’e göre ise “bu tür bir bakış, onaylanması zor bir bakış tarzıdır. Kalabalıklar düşünür-gezer olmaktan çok uzaktır.”12 Baudelaire’in düşünür-gezer insanı 19. yüzyıl Parisi’nde, çalışmayı reddeden, pasajlarda aylakça gezinen kalabalıklar içinde yalnız insandır. “Bu yeni dönemde ‘pazar’a 9 Ünsal Oskay, XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişimin Kültürel İşlevleri, Der Yayınları, 1993, s.77 10 Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev.Ünsal Oskay, Ara yayıncılık, 1989, s.301. 11 İbid., s.301. 12 İbid., s.301, (Benjamin’den alıntı).

116

Sosyalist Düşünce Dergisi


‘‘Kitle Toplumu ve Kültürü’’ Üzerine ziyarette bulunan fakat görünüşte aylakça gezinip etrafa bakınan intelligentsia gerçekte kendini satmak için, onu satın alacak birini aramakta… ekonomik konumunun belirsizliği nedeni ile siyasal işlevlerinde de belirsiz bir durumda bulunmaktadır.”13 Benjamin şöyle der: “Paris’te açılan ve alış-veriş yapmaksızın da girilip içinde gezilebilen, vakit geçirilebilen büyük mağazalar düşünür-gezer için Tarih tarafından hazırlanmış en son şaka olmuştur.”14 Leo Löwenthal Horkheimer ile yaptığı mektuplaşmalardan birinde kapitalizmin bu son şakası üzerine şu değerlendirmeyi yapar: “…insan ve doğa üzerinde makinenin ve çeşitli organizasyonların acımasız etkileri ile günümüzde kendini ifade eden bütün bir üretim idea’sının bilinçaltı düzeyinde de, bilinç düzeyinde de toplumun çoğunluğu üzerinde yarattığı izler dehşet ve nefretle doludur.”15 Horkheimer cevabi mektubunda kapitalizmin tüketim kıskacında insanı deliliğin sınırlarına götürdüğüne söyler: … bu toplumda, boş zamanlarında insanı yöneten mekanizmalar, aynı insanı çalışırken yöneten mekanizmalar ile bir ve aynı. Hatta şunu dahi söyleyebilirim ki, tüketim alanındaki davranış kalıplarını anlayabilmenin anahtarı, modern insanın endüstrideki konumunda, fabrika ve işlikte yüklendiği işlerde, büro ya da atölyedeki örgütlenme biçiminde bulunuyor… yemek, içmek, bakmak, seyretmek, sevmek, uyumak birer ‘tüketim’e dönüşmüştür. Tüketim, artık, insanı işliklerinin içinde iken de dışında iken de bir makineye dönüştürmüş bulunuyor… Günümüzün toplumlarında insanoğlunun uyku saatlerinin dışındaki hali ayrıntılarına varana dek düzenlenmekte olduğu için, gerçek bir kaçış, ancak uyumakla ya da delilik içinde olabiliyor…16 Bir bütün olarak değerlendirildiğinde Frankfurt Okulu üyelerinin çalışmaları “kitle kültürü” ve “kitle toplumu” konusunda oldukça geniş bir panorama sunmaktadır. Genel olarak Frankfurt Okulu’nun “kitle kültürü”ne yaklaşım ve algılayışını şu cümleler net bir şekilde ifade etmektedir: Frankfurt Okulu kitle kültüründen hiç hoşlanmıyordu. Nedeni, kitle kültürünün demokratik bir kültür oluşu değildi. Tam tersine, demokratik olmayan bir kültür oluşu idi. Onlara göre ‘popüler kültür’ kavramı da ideolojik bir biçimde kullanılmaktaydı. Kültür endüstrisi gerçek bir kültür değil, kendiliğindenliği olmayan, şeyselleşmiş bir kalıp kültür üretmektedir. Eski günlerdeki gibi, birbirinden farklı yüksek kültür ve alt-kesimlerin kültürü diye iki ayrı kültür de kalmamıştır, modern kitle toplumunda. Bu farklılık, bu ayrılık bile kitle kültürünün ‘stilize barbarlığı’ içinde erimiş, yok olup gitmiştir.17 Frankfurt Okulu temsilcilerine göre modern kapitalist toplum, ekonomik ve siyasal merkezileşme, standartlaştırma, sıradanlaştırma, herkesi ve her şeyi birbiriyle benzer hale getirme yoluyla eski kültürel ayrımları ortadan kaldırmakta ve tümünün yerine bir “kitle kültürü” koymaktadır. Frankfurt Okulu modern toplumun bir “kitle toplumu” haline gelmesinin bir sonucu olarak özgür ve bağımsız bireyin yaşam alanının da kalmadığını, olanlarında toplumsal dönüşüm sırasında devre dışı kaldığına inanmaktadır. 13 Ünsal Oskay, XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişimin Kültürel İşlevleri, Der Yayınları, 1993, s.85 (Benjamin’den alıntı). 14 İbid., s.85 (Benjamin’den alıntı). 15 Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev.Ünsal Oskay, Ara yayıncılık, 1989, s.307. 16 İbid., s.307-308. 17 İbid., s.312 Güz | 2009 -

117


‘‘Kitle Toplumu ve Kültürü’’ Üzerine Jose Ortega y Gasset: “Çağımızın Hâkimi”; “Kütleler”! Jose Ortega y Gasset’in Bedir Yayınevi tarafından yayınlanan, Kütlelerin İsyanı adlı kitabının takdimini yapan Nejat Muallimoğlu, “çağımızın hâkimi, üç nesil içinde tarih sahnesine çıkarılan, onu taşıran bu insanlar kim?” diye soruyor. Ve “modern dünyanın gerçeklerini anlayabilmek, her şeyden önce, bu insanların, ‘kütle adamı’nın ruhî yapısını bilmekle olur,” diyerek hem problemini hem de yöntemini ortaya koyuyor. İlk söylenmesi gereken nokta bizim yöntemimizin kesinlikle bu olmayacağı ve olmaması gerektiğidir. “Kitle Toplumu”nu oluşturan kalabalıklar “çağımızın hâkimi” değildir. Çağımızın hâkimi, burjuva kapitalist bir dünya düzeni içinde olmanın da zorunlu bir gereği olarak burjuvazi ve onun değişik katmanlarıdır. “Kütle insanı” en fazlasından yaşanmakta olan toplumsal değişim ve dönüşüm sürecinin sonucunda, kendini çevreleyen dünyayı algılamak ve anlamak imkânlarından yoksun bırakılmak istenen bir “kurban”dır. Diğer yandan “kütle toplumu”nun ve “kütle insanı”nın ruhî yapısı üzerinde yapılacak çalışmalar nedenlerden çok yaşanmakta olan sürecin sonuçlarına dönük cevaplar verecektir. Ortega y Gasset’e göre insanlar yaradılışları itibariyle “seçkinler” ve “vasıfsızlar” olarak ikiye ayrılmışlardır. Yine toplumların yaradılışları itibariyle, her zaman yöneten bir azınlık ve yönetilen bir azınlık olmuştur. Şimdiki sorun ise “çağlar boyunca sosyal sistem içinde yerlerini bilen” bu tehlikeli kalabalıkların tekrar eski konum ve yaşamlarına dönmeleri ve toplumun yönetimini tekrar eski “sahipleri” olan “seçkinlere” bırakmalarıdır. “Alelâde insanın da artık herkesin kanun önünde eşit olduğunu öğrenmesi” kuşkusuz Gasset için önemli bir sorundur, çünkü yiyecek sıkıntısının sebep olduğu huzursuzluk anlarında, güruh ekmek aramaya koyulur ve onu elde etmek için kullandığı vasıtalar da, umumiyetle fırınlara saldırıp, kırıp dökmektir. Bu, günümüzün kütlelerinin kendilerini ayakta tutan medeniyete karşı, daha büyük ve mutlak ölçüde takındıkları davranışın bir sembolü olarak ele alınabilir.18 Dolayısıyla Gasset kendilerini aç bırakan sisteme karşı “kütlelerin” sessiz bir şekilde ölerek saygı göstermelerini istiyor. Çünkü, diyor Gasset, o sistem onları “ayakta tutan” sistemdir. Aç da bırakabilir, susuz da! Mutlak itaat... Günümüz krizini “çözme” peşindeki tüm dünya hükümetlerinin Gasset gibi bir ekonomi bakanı arzuladığı sanırız şüphe götürmez... “Ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar…” İhtiyaçlarını asgari düzeyde karşılayabilen insanlardan kurulu bir toplumsal düzende, iktidar sahipleri belirli oranlarda yanılsamalar yaratabilir. İnsanların çoğunluğu bu yanılsamalar karşısında sesiz bir kabul içinde olabilir ya da sistem sorunlarını eleştirmek ve/veya değiştirmek konusunda isteksiz davranabilir. Diğer yandan asgari ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan insanlardan oluşan bir toplumsal düzende (örneğin günümüz dünyasında) iktidar, ne kadar güçlü kitle iletişim araçları desteğine sahip olursa olsun bir “kitle toplumu” yaratamaz. Hiçbir kitle iletişim aracı milyonlarca işsizin zihninde aslında bir işi olduğu, aç ve açıkta olmadığı yanılsamasını yaratamaz. Hiçbir “kitle kültürü” ürünü, gündelik yaşamın bu eksisini artı yapamaz. 18 Ortega Y Gasset, Kütlelerin İsyanı, çev.Nejat Muallimoğlu, Bedir Yayınevi, 1992, s.52.

118

Sosyalist Düşünce Dergisi


‘‘Kitle Toplumu ve Kültürü’’ Üzerine Öyleyse sorun nerede? Günümüzün tekelci kapitalist devletleri emperyalist yağmayla büyük kapitalist merkezlerde işçi sınıfının ve emekçi halkların bir kısmının asgari ihtiyaçlarını genellikle karşılamakta ve niceliği koşullara göre değişen bir işçi aristokrasisinin oluşumunu sağlayabilmektedir. Gelirini küçük ve orta ölçekli ticaretle sağlayanların ve büyük şirketlerde orta ve üst kademe görevler üstlenen çalışanların oluşturduğu küçük burjuvazi de toplumun alt ve üst kesimleri arasında bir katalizör işlevi görebilmektedir. Bu sayede kapitalist sistem rutin krizlerine “geçici çözümler” üretebilmektedir. Bu rutin krizlerin ortaya çıkardığı geçici çözümlerin faturasını ödeyen emperyalist boyunduruk altındaki işçi sınıfı ve emekçi yoksul halklar ise emperyalizmin, yerel iktidar sahibi burjuvazi ile işbirliği sonucu genellikle otoriter ve şiddet yoğun rejimler altında bulunmakta ve bir “sopa-havuç politikası” aracılığıyla idare edilmek istenmektedir. Bu ise krizlerin genel ve mutlak olduğu bir gündelik yaşam düzeni yaratmaktadır. Bugün yaşadığımız devasa dünya ekonomik krizi ise bütün dünyada işçi aristokrasisinin erimesine, toplumun daha az sayıda kesiminin asgari ihtiyaçlarını karşılayabilmesine, küçük ve orta ölçekli ticaret erbabının gelirlerinin azalmasına ya da tamamen yitirilmesine, orta ve üst kademe yöneticilerin işlerini kaybetmesine, bir bütün olarak toplumun genelinde hızlı bir proleterleşmeye yol açabilmektedir. İşte bu “kitle toplumu”nun gerçeğin duvarına tosladığı birçok andan biridir. Kuşkusuz eskinin hâkimiyeti yerini kolayca yeniye bırakmak istemeyecektir... Bu çerçeveden hareketle kapitalizmin tüm dünyada bir “kitle toplumu ve kültürü” yaratma çabası bir gerçektir. Bu çaba genel anlamda kapitalist merkezlerde daha fazla, geri bıraktırılmış ülkelerde daha az sonuç vermekte, ama bir bütün olarak bir “kitle toplumu” nihai anlamda söz konusu olamamaktadır! Bunun nedeni bizzat kapitalizmin yapısal karakteridir. Kapitalizmin özel mülkiyete dayalı, kâr amaçlı yapısı sermaye güçleri arasında rekabeti zorunlu kılar; “yedek sanayi ordusu” bu sosyoekonomik yapının kaçınılmaz bir sonucudur. Burjuvazi, aşırı üretime dayanan sermaye krizlerini, başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan kesimler üzerinde ancak yıkım yaratarak aşabilir, günümüz dünya ekonomik krizinde olduğu gibi... Bu nedenle “kitle toplumu ve kültürü” burjuvazinin yaratmak istediği, belirli dönemlerde ve oranlarda da “başardığı” ama yukarıda sıraladığımız yapısal nitelikleri nedeniyle sürekli ve mutlak şekilde egemen kılamayacağı bir düştür. Kuşkusuz kolay vazgeçmeyeceği bir düş! “Kitle toplumu ve kültürü”nün bu ideolojik görünümünün parçalanması, “yeni ve başka bir toplum umudu”nun şemsiyesi altında kitleleri toplayacak bir enternasyonalist devrimci sosyalist önderlikle olanaklıdır. İnsanlık ya üretici güçlerdeki olağanüstü gelişim olanaklarıyla umuda, ya da kapitalizmin üretici güçleri tahrip etmesiyle yıkımın araladığı kapıdan geçerek barbarlığa gidecek. Eğer bugün uluslararası ölçekte “kitle toplumu ve kültürü” olgusunun nihai olarak gerçekleştiğini düşünüyorsak, bu durumda geri dönüşü olmayan bir kapıdan geçmiş bulunuyoruz: umudun değil ama barbarlığın kapısından... Ama insanlık henüz o kapıdan geçmedi, yaşadığımız devasa dünya ekonomik krizi bir yandan büyük yıkımlar yaratırken diğer yandan yeni umutların yeşermesi için her zamankinden daha olgun ve uygun koşulları da beraberinde getirmekte... Öyleyse Marx’a kulak verip “koşulların bağırdığı” günümüzde yeni bir toplum için raks etmenin zamanıdır... Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek Güz | 2009 -

119


‘‘Kitle Toplumu ve Kültürü’’ Üzerine noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine mâl etmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar: Hiç Rhodus, hiçc salta! Gül burada, raks etmelisin!1

Temmuz 2009

Kaynaklar: Alan Swingewood, Kitle Kültürü Efsanesi; Bilim ve Sanat Yayınları; 1985 Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felesefesinin Sonu; çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1979 Friedrich Engels, Anti-Dühring; çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 1977 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i; çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1990 Karl Marx, Kapital; çev. Alaattin Bilgi; Sol Yayınları, 1986, cilt 3 Martin Jay, Diyalektik İmgelem; çev. Ünsal Oskay, Ara Yayıncılık, 1989 Nahuel Moreno, Proletaryanın Devrimci Diktatörlüğü; çev. Hakan Gülseven; Atölye Yayınları, 1998 Ortega Y Gasset, Kütlelerin İsyanı; çev. Nejat Muallimoğlu, Bedir Yayınevi, 1992 Ünsal Oskay, XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişimin Kültürel İşlevleri, Der Yayınları, 1993 V. İ. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması; çev. Cemal Süreyya, Sol Yayınları, 1989 Walter Benjamin, Pasajlar; çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, 1995 Wright Mills, İktidar Seçkinleri; çev. Ünsal Oskay, Bilgi Yayınevi,1974

120

Sosyalist Düşünce Dergisi


Toplum

Gıda Talanından Gerçek Bir Açlık Krizine Doğru1

Sedat D.

Açlığın tarihini incelemeye kalkacak olursak, insanlığın tarihi kadar eski bir konuya el atmış oluruz. Yazılı tarihin kayıt altına aldığı ilk açlık vakası milattan önce 5. yüz yıla, antik Roma’ya dayanır. Sonrasında gelen süreçte ise, çeşitli üretim biçimlerinin çökmekte olmasından ötürü, yahut çeşitli salgın hastalıkların bir sonucu olarak kitlesel açlıklar ve ölümlere rastlamak mümkündür. Bu süreç içerisinde olduğu gibi, insanlığın tüm yazılı tarihi –yahut sınıflı toplum tarihi- boyunca yaşanan açlıklar, her dönemde farklı anlamlara bürünmüştür. Her ne kadar, 5. yüzyılın Avrupa’sında açlık çeken kişilerin, 16. yüzyılda Hindistan’da açlıktan ölen 2 milyon kişinin ve de bu gün dünyanın herhangi bir yerinde açlıktan ölmekte olan birinin biyolojik olarak içerisinde bulunduğu durum aynı olsa da, bir tarihsel materyalist açısından açlığın tanımı bu tarihsel süreçlerde sürekli olarak değişecektir. Bir tehdit olarak açlık, yiyecek yemek bulamama anlamından, savaşlarda kullanılan etkili bir silaha, oradan da bir avuç gıda tekelinin inanılmaz şekilde zenginleşmesi için olmazsa olmaza ve son olarak, belki de tüm insan cinsinin yok oluşuna dek ilerleyebilecektir.2 Emperyalist kapitalizmin tüm dünya ekonomisini sarsan krizi içerisinde dünya genelinde açlık sınırının altında yaşayan (yani günlük geliri 1 doların altında olan) insanların sayısı son bir yıl içerisinde 100 milyon arttı. Bu artışla açlık sınırının altında yaşayan insanların sayısı dünya nüfusunun yedide birinden fazlasını bularak 1 milyar 20 milyona ulaştı. İnsanlık tarihi boyunca görülmemiş bir düzey olan bu veri bizlere, kapitalizmin yol açtığı ve açabileceği felaketleri anlatan senaryoların ne denli gerçekçi olabileceğini anlatıyor. Bunun yanı sıra, konunun burjuva yetkili/ilgilileri bu artışı bir sürpriz olarak nitelenmezken, açlık tehdidinin önümüzdeki dönemde dünya nüfusunu daha da çok etkisi altında bırakacağı hususunda hemfikirler. 1

*

Yazının tamamlanma sürecinde, her daim Marksizmin köşe taşlarını işaret eden önerileriyle yazıya büyük katkılar sunan Erol Yeşilyurt’a teşekkürlerle… 2 Tarih boyunca görülen açlık vakalarının bir listesi için bak: http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_famines. Güz | 2009 -

121


Açlık Krizine Doğru İnsanlığın önündeki açlık tehdidini aşmak için, başta Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası olmak üzere pek çok uluslararası burjuva örgüt “çözüm önerilerini” sıralamaya başladı. BM sekreteri Ban Ki-moon, Obama ile yaptığı bir görüşmede açlık sorununu çözmenin dünya barışına katkıda bulunup kararlı ve dengeli bir ekonomik büyümenin de önünü açacağını ifade etmişti. Bu bağlamda da açlık sorununu çözmek için 20 milyar dolarlık bir bütçenin açılacağı ve bu bütçelerin de, ortaklıkları besleyip barış ve kardeşliği yaratacağını umduğunu belirtmişti. Bu durum ve de son yirmi yılda gıda piyasaları içerisinde inanılmaz şekilde büyüyen şirketler bize açlık tehdidi üzerinden yeni saldırı planlarının gündemde olduğunu işaret ediyor. Yeni felaketlerin ne boyutlara ulaşabileceği ve yaklaşan felakete karşı korunma çarelerinin ne olduğunu incelemeden önce, açlık oranındaki artışın sebeplerini ve artışın sorumlularını incelemekte fayda var. Açlığın “Sebepleri” Açlık sınırının altında yaşayan insanların sayısındaki bu rekor artışın sorumluluğunu kendi üzerlerinden atmak için burjuvaların ortaya attıkları iki argüman var. Bunların birincisi, artan nüfusa karşın gıda ürünlerinin yetersiz kalışı ve de buna paralel olarak gıda fiyatlarının yükselişi. Bunun doğal sonucu olarak da açlık ve yoksulluk… Bir diğer argüman ise, küresel ısınma. Söylenene göre küresel ısınmanın tarımı olumsuz yönde etkilemesi ve de azalan tarım üretiminin dünya nüfusuna yetmemesi, açlığı arttıran bir diğer temel faktör. 1-) Nüfus artışı açlık yaratır mı? İlk argüman, yani nüfus artışının gıda üretimi artışından hızlı olması ve buna paralel olarak gıda fiyatlarının hızla artması fikri konusunda bize yardımcı olabilmesi için, 1872-2008 yılları arasındaki nüfus artışı ve tahıl ürünlerinin fiyatlarındaki artışı gösteren aşağıdaki grafiğe göz atmakta fayda var. Grafik 1: 1872-2008 yılları arasında, tahıl fiyatları-nüfus artışı eğrileri3

Öncelikle nüfusu temsil eden eğriye bakacak olursak, nüfus verili zaman aralığında 1,7 milyardan, 6,7 milyara kadar çeşitli ivmelenmeler ile artıyor. Ardından tahıl ürünlerinin fiyatlarını temsil eden eğriye bakacak olursak genel kanının tam tersini 3 J. von Braun, BLS CPI veri tabanından hareketle hazırlanmıştır, Godo 2001, OECD 2005, and DGÖ 2008; Joachim von Braun, IFPRI, Mayıs 2009.

122

Sosyalist Düşünce Dergisi


Açlık Krizine Doğru ifade eden, şaşırtıcı bir veri ile karşılaşırız. Fiyat eğrisindeki üç büyük dalgayı göz ardı edecek olursak, tahıl ürünleri fiyatlarının sürekli olarak bir azalma eğiliminde olduğunu görebiliriz. Bunun bir tek anlamı var: İnsanlık makineli tarım uygulamalarının yaygınlaşması ve toprak reformları ile beraber tahıl ürünleri fiyatlarının düşmesini sağlamış ve de elde edilen tahıl ürünlerini nüfus artışını karşılayabilecek bir seviyeye getirebilmiştir. Tahıl fiyatlarının düşme eğimlinin yanı sıra, hangi dönemlerde fiyat arışlarının yaşandığını incelemekte fayda var. Tabloya bakarak, tahıl fiyatlarındaki üç dalgalanmanın hangi tarihlere denk geldiğine bakacak olursak, her bir dalgalanmanın büyük açlık ordularını yarattığını anlamak da mümkün olacaktır. Tabloya bakarak ilk büyük dalganın birinci emperyalistler arası paylaşım savaşına, ikincisinin ise, ikinci paylaşım savaşına denk geldiğini görebiliriz. Üçüncü büyük dalga ise, gıda fiyatlarının bugünkü değişiminin en önemli karakteristik özelliğini barındırmaktadır. Üçüncü dalganın başlıca sebebi, 1971’de başlayan petrol krizidir ve bu üçüncü dalga ilk ikisinden oldukça farklı ve de önemlidir. Bu üçüncü dalganın ilk iki büyük dalgadan ayrı bir yer tutmasının sebebi, artık gıda piyasaları ile enerji piyasaları arasındaki kopmaz bağın ve enerji piyasalarının gıda piyasaları üzerindeki kesin belirleyiciliğinin ilk önemli göstergesi oluşudur. Yukarıda değerlendirdiğimiz tablo, 2008 yılına kadar olan dönemi kapsamaktadır. Bu tip verilere doldurulup taşırılan yazıların okuyucu açısından sıkıcılaştığı arttırıp, yazının okunurluğunu azalttığını bilmemize rağmen, 2003’ten günümüze kadar uzanan döneme ait olan mısır, tahıl, pirinç ve de petrol fiyatlarını gösteren bir grafiğe daha baş vuracağız. Grafik 2: Ocak 2003-Haziran 2009 dönemi arasında, temel gıda ürünleri-petrol fiyatları eğrileri4

Grafik üzerine uzun uzadıya konuşmaya lüzum yok. En üstteki eğrinin temsil ettiği, petrol fiyatlarındaki dalgalanma, doğrudan doğruya gıda fiyatlarını da etkilenmekte ve enerji piyasasının gıda piyasaları üzerindeki kesin belirleyiciliğini ortaya koymakta. Buraya kadar, açlığın artışına karşı sunulan “nüfus artışının büyük etkisi” argümanı ile ilgili olarak söylediklerimizi özetleyecek olursak: 4 DGÖ ve IMF 2009 verilerinden hareketle hazırlanmıştır. Güz | 2009 -

123


Açlık Krizine Doğru 1- Günümüz koşullarında gıda üretimi, dünden daha çok ve daha ucuz yollar ile yapılabilmektedir. 2- İnsanlık son yüz yıl içerisinde artan nüfusuna karşın gıda fiyatlarının düşebilmesini sağlamıştır. Nüfus artışının gıda fiyatlarını arttırdığı, açlığı doğrudan doğruya etkilediği, ya da açlığa sebep olduğu yönündeki fikri ispatlayabilen hiçbir bilimsel veri yoktur. 3- Gıda fiyatlarının artışı bugün için esas olarak başta enerji sanayii olmak üzere, bir bütün olarak kapitalist ekonominin anarşik planlamasına bağımlıdır. Gıda fiyatlarının dalgalanmasının temel sebebi budur. 2-) Küresel Isınma Açlık Yaratır mı? Formel şekliyle ifade edecek olursak küresel ısınma; güneşten gelen enerjinin geri yansımasını engelleyen atmosferdeki bazı gazların oranının artması sonucu dünyanın sıcaklığının gittikçe artması olayıdır. Tarih boyunca atmosferin sıcaklığı hiçbir zaman sabit olmamıştır, ancak atmosfer sıcaklığındaki değişimler oldukça uzun zamanlara yayıldığı için, canlılığın bu değişime ayak uydurması kolay olmuştur. Fakat bugün durum farklıdır. Atmosferin ortalama sıcaklığı son buzul devrinden (20 bin yıl öncesinden) beri yaklaşık 5 derece artmıştır. Ancak sadece son yüz yılda atmosferin sıcaklığı 1 derece birden yükselmiştir. İşte küresel ısınmanın bugüne kadar ortaya çıkardığı korkunç bilanço budur.5 Sadece bu veri dahi, küresel ısınmanın tarım üzerinde ne denli büyük felaketlere yol açabileceğini göstermekte yeterlidir. Yakın dönem içerisinde beklenilen felaketler içerisinde, büyük susuzluklar yüzünden pek çok tarım arazisinin ekime elverişsiz hale gelmesi birinci sırada yer almakta. Tahminlere göre sırf bu sebep ile, dünyanın en verimli bölgelerinde bir daha tarım yapılamayacak. Şimdilik bu ciddi tehlikeyi, gerçekçiliğini unutmamak kaydı ile bir kenara bırakalım. Açlığın yaygınlaşması ve küresel ısınma arasındaki etkileşimin güncel bir ifadesini somutlamaya çalışırsak, tatmin edici bir veri ile karşılaşamayız. Dünya genelinde yaşanan iklim değişikliğinin bir sonucu olarak bazı ürünlerin hasadında bir azalma olduğunu söylemek mümkün olsa da, henüz bu konuda bir genelleme yapıp, küresel ısınmanın günümüzde tarım üretiminde ciddi azalmalara yol açtığı savını ortaya atmak mümkün değildir. Çünkü küresel sınmanın sonuçları henüz yeterince yaşanmamıştır ve tarım üretimine olan etkisi henüz sınırlıdır. Çeltik vs gibi sulak alanlarda yetişen ürünlerin ekiminde bazı kısmi azalmaların görüldüğünü ve bu azalışın başlıca sebebinin küresel ısınma olduğunu iddia etmek mümkün olsa da, son on yıl içerisinde tarımsal üretimde belirli bir artış dahi yaşanmıştır. Örneğin mısır üretiminde dünya genelinde %20’lik bir artış söz konusudur.6 Küresel ısınmanın tarım üzerindeki yıkıcı etkilerini henüz göstermemiş oluşu, 2003’ten beri açlık sayısındaki hızlı artışın ve de son bir yıldaki rekor düzeydeki artışın küresel ısınma ile açıklanamayacağını ortaya çıkarmaktadır. Kapitalizmin tüm insanlığı tehdit eden açlık salgınının, küresel ısınmanın etkilerinin daha belirgin görülmeye başlanacağı önümüzdeki dönemlerde ise, daha da yıkıcı bir hal alacağı aşikar. İşte o dönemde, burjuvalar, yine bugün olduğu gibi, “Bizim elimizden ne gelir ki? Kahrolasıca karbon emisyonu. İşte tüm suçlu o!” diyip duracaklar ve bir kez daha günahlarını üzerlerinden atmaya çalışırlarken, sofralarından -eğer nesli tükenmemişse- kuala etini eksik etmeyecekler. Peki burjuvaların bu adi yalanlarını bir kenara bırakacak olursak, açlığın gerçek 5 Ayrıntılı bilgi için bak: “İklim değişikliğinin neden olduğu sorunlar ve oluşturacağı riskler”, Ölçü, Temmuz 2007. 6 Ayrıntılı bilgi için bak: Ölçü; Haziran 2007.

124

Sosyalist Düşünce Dergisi


Açlık Krizine Doğru sebepleri nelerdir? Açlığın Gerçek Sebepleri Konuya tarihsel olarak baktığımızda son yüz yıl içerisindeki kitlesel açlığın artışının temel sebebinin, kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkileri olduğunu söylemek mümkündür. Son yüz yıl içerisinde dünya her an tüm insanlığın ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar gıdaya sahip olmuştur. Ancak, kapitalizmde -her metada olduğu gibi- gıdanın da eşitsiz dağılımı söz konusudur. Sözgelimi, burjuvalar gıdaya insanların yaşamlarını sürdürebilmek için zorunlu olarak ihtiyaç duydukları temel bir madde gözü ile değil de, alınıp satılabilen, yani artı değer elde edilebilen bir meta gözü ile bakmaktadırlar. Bu yüzden de gıda ürünleri kapitalistlerin ambarlarında, açları doyurmayı değil, payara çevrilmeyi bekleyen bir metalardır. Gıdanın ne kadar besleyici olduğunun, yahut birim yatırımla ne kadar fazla insana ürün ulaştırılabileceğinin de bir önemi yoktur. Bir kapitalist için mühim olan, “yatırımın” ne kadar kar getirdiğidir. Dünya genelindeki, fiyatı yüksek olan büyük baş hayvancılık üzerine yapılan yatırımların bu denli fazla olmasının sebebi bu basit prensipte yatar. Burjuvaların ambarlarındaki gıda, alım gücüne sahip olanlar içindir. Açlarınsa alım güçleri yoktur. Bu yüzden de, onların sayılarının kaç olduğunun kapitalizm açısından hiçbir zaman önemi olmamıştır. Kapitalizmin açların sayısını gerçekçi bir şekilde azaltmak gibi bir amacı ve gayreti ise tarih boyunca görülmemiştir. Kapitalizmde açlık konusunu başından başlayarak kısaca inceleyelim. 1800’lü yılların sonlarından itibaren, tekelleşme çağına girmekte olan kapitalist ülkeler, dünyanın çeşitli bölgelerindeki sömürgelerinin tarım ürünlerine el koyarak, kendilerine ciddi ticari gelirler elde ettiler. Bunun en tipik örneği Hindistan ile İngiltere arasında yaşandı. İngiltere Hindistan’ı sömürgeleştirirken, Hindistan’ın tüm tarımsal üretim ilişkisini yıktı. Hindistan’ın ürettiği gıda ürünleri İngilizler tarafından pazarlanmak üzere İngiliz ambarlarına dolduruldu. İngiltere sadece Hindistan’dan, 10 milyon ton ürün elde ederken, bunun karşılığı olarak Hindistan’da yirmi milyon insan açlıktan öldü. Sonuç olarak bu dönem içerisinde, başta Afrika, Çin ve Hindistan’da kitlesel ölümlerle sonuçlanan açlık vakaları yaşanırken Avrupa’nın kapitalist devletlerinin en büyük sorunu ellerindeki fazla gıdayı stoklayacak yer bulmaktı. İşte burjuva “zenginliğinin” gerçek yüzü ve dünya genelindeki açlığın tarih sahnesine kıtlık değil de, bolluktan ötürü girdiği ilk an! Özellikle ikinci dünya savaşının ardından gelen süreç, kapitalizmin gıda piyasalarını korumak amacı ile iyiden iyiye kurumsallaştığı bir dönem oldu. Gıda Yardım Programları çerçevesinde, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) ve IMF aracılığı ile atılan adımlar, esasında gıda tekellerine yardımdan başka bir işe yaramadı. İlk dönemde Avrupa’da Marchall planı içerisinde, ikinci dönemde ise, Latin Amerika’da Güney Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) içerisinde büyük gıda tekellerinin yol haritaları çizilmiş oldu. Bu sayede sayıları dördü geçmeyen gıda tekelleri tüm gıda ürünlerinin fiyatlarını kontrol edebilir hale geldiler. Zenginliğin, burjuvaların ellerinde yoğunlaşması buna karşın da işçi sınıfının yoksulluğunun sürekli olarak artması şeklinde açıklanabilecek olan sefaletin artması yasası, esasında kapitalizmin temel özelliklerinden biridir. Bu yasayı açlık sorununa uyarlayacak olursak; gıda tekellerinin ettiği kârlar arttıkça ve bu tekeller büyüdükçe bunun kaçınılmaz sonucu olarak, açlığın artması beklenecektir. Bu yüzden açlığın artışında hiçbir olağan dışılığın olmadığı söylenebilir. Ancak kapitalizmin bu doğal özelliğinin yanı sıra, gıda fiyatlarının belirlenmesinin ve de açlığın artmasının bazı başka sebepleri de vardır. Ki bu sebepler açlığın olağandışı bir hızla artması sonucunu doğurmuştur. Öncelikle, daha önce de belirttiğimiz üzere tarımdaki makineleşme tarım ürünGüz | 2009 -

125


Açlık Krizine Doğru lerinin fiyatının petrol fiyatlarına paralel olarak artması veya azalması sonucunu doğurmuştur. Bu tip krizlerin bir sonucu olarak, kitlesel açlıklarda artışlara rastlamak mümkündür. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere 1971 sürecinde yaşanan petrol krizinin ardından gıda fiyatlarının patlamasının sebebi de tam olarak budur. Şimdi süreci faklı bir biçimde ele alalım ve petrol krizini petrol şirketlerinin krizi ve de bu krizi de kapitalist ekonominin krizi, yani bir tür fazla üretim bunalımı olarak okuyalım. Bu durumda, 1971’den itibaren açlık; salt gıda ürünlerinin eşitsiz dağılımından ibaret olmaktan çıkmış, emperyalist kapitalizmin içine girdiği farklı (fazla üretim) krizlerinin de etkisi ile, gıda fiyatlarındaki artış eğilimine paralel olarak artmıştır. Kısacası, kapitalizmin basit yasası gereği, burjuvaların ambarlarının dolup taşması dünyadaki yoksul kitlelerin açlığa itilmeleri için tek sebep olmaktan çıkmıştır. Gıda sanayii, makineleşmedeki inanılmaz artışın doğrudan bir sonucu olarak, pek çok sektörün bunalımından doğrudan etkilenerek krizlere sürüklenebilen hassas bir bünyeye sahip olmuştur. Kapitalist düzenin sürekli krizlere gebe olan insanlık dışı örgütlenmesinden her daim nasibini alan “gıda sektörü”, etkilendiği her krizin ardından açlık sorununu daha da büyütmüştür. Fakat kapitalizmin doğurduğu bu yeni durum yetmezmiş gibi, tarımsal üretimin endüstriyel tarıma ağırlık vermeye başlaması ile; tarımın başka sektörlerin maliyetini düşürür ve daha fazla artı-değer vaat eder hale gelmesi sonucu “gıda krizi”nin yeni boyuları da ortaya çıkar. İşte gıda sanayisinin bu yeni boyutu, açlık meselesini insanlık tarihinin yüz karası olan bir zirveye, olağan dışı bir hızla taşınmasına sebep olmuştur. Bahsettiğimiz sektörlerden bir tanesi, biyodizel aracılığı ile daha da güçlenen enerji sektörü, bir diğeri ise, tarım ile doğrudan doğruya ilişkisi olan biyoteknoloji sektörüdür. Yoksulların Ekmeğinden Alınıp Petrol Sanayisine Katılan Mazot: Biyodizel Biyodizel, çeşitli tarım ürünlerinden (ayçiçeği, mısır, soya, aspir, kolza...) elde edilen organik yağların, çeşitli baz ve alkollerle karıştırılarak dizel yakıta dönüştürülmesi ile elde edilir. Dizel motorların tümünde, motor çalışma prensibinde hiçbir değişiklik uygulanmaksızın biyodizel kullanmak mümkündür. Biyodizelin bu potansiyeli, 2000’li yıllarda enerji piyasalarının içerisine girdiği kriz ortamında, petrol şirketlerine yüksek karlar kazandırdı. Burjuva hükümetler küresel ısınmaya karşı önlem alınmak mazereti ile, dizel yakıtlara belirli bir yüzdelik oranlar ile biyodizelin karıştırılmasını zorunlu kılmışlardı. Bu sayede, birkaç yıl içerisinde inanılmaz şekilde büyüyen biyodizel üretimi, ilk etapta söylendiğinin aksine çeşitli çevre felaketleri yarattı. Mısır ekimi için katledilen yağmur ormanlarının dışında ekimi ve toplanması sürecinde de çevreye inanılmaz zararlar verdi. Konumuza geçecek olursak da, biyodizel üretiminden ötürü, başta Latin Amerika olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde, tarım alanları satış garantisine sahip oldukları için üretimlerini biyodizel sektörüne yapmaya başladılar. Yazının başında belirtilen, mısır üretiminin %20 oranında artmasının temel sebebi de budur. Ancak biyodizel üretiminin tek sonucu, yalnızca biyodizel üretilebilen ürünlerin gıda olarak değerlendirilmeyip, biyodizel için kullanılması olmadı. Biyodizel üretimi, belirli gıda ürünlerinin inanılmaz şekilde zamlanması sonucunu da doğurdu. Bu da yetmezmiş gibi, başka gıda ürünlerinin ekildiği alanların da hızla biyodizel olarak kullanılabilen tohumlar ile doldurulması sonucu da ortaya çıktı.7 Bu sebeple, başta Latin Amerika ve Afrika olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerindeki insanların açlık ve yoksulluk sınırının altına itilmesi olağan dışı bir hız kazandı. Yoksulların karınları boşaltılırken, petrol şirketlerinin kasaları doldu... Bunun yanı sıra, 7 Ayrıntılı bilgi için bak: National Geographic Türkiye, Ekim 2007.

126

Sosyalist Düşünce Dergisi


Açlık Krizine Doğru toprak üzerindeki aşırı sömürüden ötürü şimdiden pek çok verimli tarım arazisinin yakın gelecekte kullanılamaz hale gelme ihtimali de söz konusu. Bu durumun en can alıcı sonuçlardan biri ise şu; ikinci dünya savaşı’nın ardından gıda tekellerinin kontrolünde olan büyük tarım alanları, zaten alım gücünün daha yüksek olduğu bölgelere üretim yapıyordu. Gelir seviyesi düşük olan kimselerin bu tekellerden alış veriş yapması mümkün değildi. Açlıktaki bu olağandışı artış içerisindeki kimseleri, bugüne kadar besleyenler, yerli küçük üreticilerdi. Ancak endüstriyel tarımın bu denli büyümesi pek çok stratejik ülkedeki küçük üreticiyi ya yok etti, ya da onların da üretimlerini endüstriye yapabilmelerinin yolunu açtı. Böylece, yoksulların önündeki son bir parça ekmek de ellerinden alınmış oldu. Ne uğruna? Bir avuç tekelin daha fazla karı uğruna... Burjuvazinin Açlıktan Daha da Fazla Faydalanmaya Niyeti Var: GDO Kapitalizmin yıkıcı karakteri, kendi rutin işleyişinden ötürü pek çok felakete yol açmaktadır. Ancak insanlık için belki de en tehdit edici olanı, kapitalizmin kendi yerle bir ettiği şey üzerinden de kendine has “çözüm önerileri” aracılığı ile yeniden yükselebilmesi, yüksek karlar elde edebilmesidir. Sonuç olarak da kapitalizmin her “çözümü” kendi yarattığı yıkımı daha büyük bir enkaz haline getirmektedir. Bu bahsettiğimizin en çarpıcı örneklerinden birini de açlık sorununda görmek mümkün. Burjuvazi 90’lı yıllarda, artan açlık tehdidine karşı GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) aracılığı ile bir çözüm oluşturabilecekleri savını ortaya attı. Onlara göre; besin değeri daha fazla olan, daha kolay yetişen, tohumu daha ucuz olan ve de ilaçlamaya lüzum olmaksızın yetişebilen bu tohumlar, tüm dünya yoksullarının karnını doyuracaktı! 90’lı yıllardan bu yana GDO’nun yaygınlığı arttı ve bu atış, 2000’li yıllardaki açlık oranındaki rekor yükselişi engelleyemedi. Sadece bu veri bile GDO’nun çözüm üretmekten ne denli uzak olduğunu bizlere göstermeye yeter. Fakat daha da kötüsü, açlığı azaltmayı bir kenara bırakalım, GDO’nun dünya çapındaki açlığın daha da hızlı yayılmasında ciddi hizmetleri oldu. Yakın gelecekte başımıza açabileceği tehlikeler ise daha da fazla. GDO’nun sebep olduğu aşırı toprak sömürüsü, biyolojik çeşitliliğin azalması, insan ve hayvan sağlığına verdiği zararları bir kenara bırakıp, sadece açlık ile olan ilişkisini incelemeye bakalım. 2005 yılının verilerine göre, dünya üzerindeki yıllık olarak elde edilen toplam soyanın %57.5’ini, toplam mısırın %11’ini, pamuğun %21’ini ve kanolanın da %14’ünü genetiği değiştirilmiş çeşitler oluşturmaktadır. Buna ek olarak da GDO’lu tohum ekiminin yasallaşıp kullanıldığı ülkelerin sayısı da gün geçtikçe artmaktadır.8 Bu artış içerisinde, tüm biyoteknoloji pazarı dört şirket arasında paylaşılmış durumda. Bu şirketlerden biri olan Monsanto adlı bir Amerikan şirketi ise, tek başına tüm piyasanın %90’ını kontrol etmekte. Bu şirketler şu anda dünyada kullanılan pek çok tohumu patentlemiş durumda ve de, kendi patentledikleri tohumların dünyanın herhangi bir yerinde ekilmesine müsaade etmemekteler. Ayrıca bu şirketler kendi ürettikleri tohumların yanı sıra, ekimi yüz yıllardır yapılan bazı tohumların patentlerini de satın alarak yeni krizler yarattılar. Şu anda, bu tohumların yüz yıllardır ekildiği coğrafyalarda dahi patent sahibi şirketten tohum alımı yapılmadan üretimin yapılması yasaklınmış durumda. Bir kereliğine ekilebilen ve de bir daha tohum vermeyen bu “terminatör tohumlar” ise, ciddi bir mail yük yaratıyorlar. Bunların yanı sıra, biyoteknoloji tekelleri tarım ilaçlarının patentlerini de satın alarak, bu sektör üzerinde de bir

8 Ayrıntılı bilgi için bak: Ölçü, 2005. Güz | 2009 -

127


Açlık Krizine Doğru hakimiyet kurmuş durumdalar.9 Sonuç olarak GDO’nun kullanışının artması ile beraber dünyanın dört bir yanındaki pek çok üretici, tohum yokluğu, yahut patent sorunu yüzünden üretim yapamamakta. Bunun dışında da üretim kar getirecek coğrafyalara kaymakta ve gıda kıtlığının yaşandığı bölgelere gıda ürünleri yine ithalat aracılığı ile pahalı yollardan girmekte. Bu gidişat da, tekellerin karlarını milyarların açlıktan ölümü ile arttırmakta... Türkiye’de Açlık Sorunu TÜİK’in verilerine göre Türkiye de günlük asgari besin ihtiyacını karşılayamayan nüfusun oranı 2002 ile 2006 yılları arasında 1.35 ile 0.87 arasında salınmış.10 Ancak en kritik dönem olan, işsizliğin ve yoksulluğu hızla arttığı 2008-09 dönemine dair herhangi bir veri bulunmamakta. Türk-İş’in açlık ve yoksulluk ile ilgili hazırladığı raporlarda ise, Haziran 2009’da 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 733 TL olarak belirlenmiş durumda. Bunun yanında, 2009 yılı içerisinde temel gıda ürünlerinin fiyatları, Haziran ayını saymazsak, sürekli olarak artmakta.11 Şimdiye kadar açıklanan veriler ekonomik krizin etkilerinin bir yansıması olarak görünüp, anlaşılabilir olarak betimlenebilir olsa da, krizin etkilerinin derinleşeceği ve uzun süreli olacağı hesaba katılırsa, yakın gelecekte bizleri çok ciddi tehlikeler bekliyor olacak. Bu bağlamda, Ziraat Mühendisleri Odası’nın Türkiye’de tarımın geleceği ile ilgili olarak yaptığı çalışmalarda oldukça iç karartıcı sonuçlar elde edilmekte. Başta sulak arazilerin kaybedilmesi ve yanlış sulama ile aşırı toprak sömürüsünün tarım arazilerini kullanılamaz hale getirmesi ciddi bir gıda krizinin kapımıza dayanmak üzere olduğunu bizlere göstermekte. Bu “rutin” tehlikenin dışında Türkiye’de, GDO’nun ekimi ve tüketiminin tamamen yasallaşmasını sağlayacak olan yasa (şu anda meclisin onayını bekliyor), eğer yürürlüğe girerse, bu durum Türkiye’deki açlık sorunun daha da hızlı bir şekilde büyüyeceği anlamına gelebilir. Tüm bunların yanı sıra, Türkiye’deki açlık sorununun istatistiklere yansımaya en önemli boyutu Kürt topraklarında yaşanmaktadır. Senelerce bu topraklarda uygulanan zorunlu güç uygulaması, “terörle mücadele” kapsamında yakılan ormanlar ve bu bağlamda tarımsal üretimin aldığı büyük darbeler, GSMH’nın Türkiye genelinde yükselişte olduğu dönemlerinde dahi bu topraklarında düşmesi, yakın geçmişteki en ciddi açlık sorunun niçin Kürdistan’da yaşandığını bizlere anlatacaktır. Sonuç Açlık sorunu, genel olarak kapitalizmin yarattığı ve doğası gereği asla önlemini alamayacağı bir sorundur. En basit şekliyle, tekelci kapitalizm olarak adlandırılabilecek olan emperyalizmin doğrudan bir sonucu ile birlikte açlık sorunu daha da ciddi boyutlar kazandı: bir yandan doğal kaynakların tahribatı hızlanırken, diğer yandan dünyayı veba gibi saran korporasyonlar ve özellikle gıda tekelleri, gıda fiyatlarını tek başlarına kontrol ederek, tüm dünyadaki yoksulları açlığa mahkum etme meziyetini göstermiştir. Emperyalist kapitalizmin neo-liberal politikalarının sonucu dünya çapında (gerek metropol gerekse de yarı sömürge ülkelerin şehirlerinde) artan yoksulluk ile günümüzdeki açlık sorunu arasında doğrudan bir ilişki vardır. On yıllar boyunca yoksulluğa 9 Ayrıntılı bilgi için bak: Neşe Yılmaz, “GDO: Yanıtlanamayan Sorular”, Kızılcık Dergisi, MayısHaziran 2006. 10 Bak: http://nkg.tuik.gov.tr/tum.asp?gosterge=47&Submit=G%F6r%FCnt%Fcle. 11 Bak: http://www.turkis.org.tr/?wapp=52521E5F-FCA5-4BDD-940D-A284DA6F151D.

128

Sosyalist Düşünce Dergisi


Açlık Krizine Doğru itilmiş kitlelerin payına, bugün açlık sınırının altına itilmek düşüyor. Yazımızda vurguladığımız gibi kapitalist-emperyalist sistem açlığın varlığını sürdürmesi ve yayılmasından sorumludur. İnsanlığın ihtiyaçlarını karşılamak için değil ama kar için üretim yapan gıda sanayisi, diğer sektörlerdeki kapitalist krizlerden çok çabuk etkilenmekte ve bunun sonucu olarak da gıda fiyatlarında artış yaşanmaktadır. İkinci olarak tarımsal faaliyetin endüstriyel üretime kayması, büyükbaş hayvancılık ve biyodizel örneğinde görüldüğü gibi, artı değer yoğunluğu daha fazla olan sektörlerde üretimin yoğunlaşması sonucunu doğurmaktadır. Son olarak dünya tarımındaki payını hızla arttıran GDO’lu ürünler, patent ve aşırı toprak sömürüsü ve buna eşlik eden küçük ve orta çaplı üreticilerin iflasa sürüklenmeleri ve gıdanın ulaşılabilirliğinin azalması gıda ürünlerinin fiyatlarının artmasına neden olmaktadır. Hiç şüphesiz mali piyasalarda gerçekleştirilen spekülatif faaliyetler petrol fiyatlarının olduğu gibi gıda ürünlerinin fiyatlarında önemli bir artışa neden olmaktadır. Yukarıda vurguladığımız bu sebepler dolayısıyla açlık tarih boyunca hiç görülmemiş bir şekilde hızlanarak sürmektedir. Burada söz konusu olan açlığın yaşanmasının temel sebebinin hiçbir şekilde güncel ve gerçekçi bir “gıda krizi” olmamasıdır. Açlığın bu denli artmasının tek sebebi neo-liberal politikalar ve gıda piyasalarının içerisine girdiği kârlılık krizlerdir. Bu basit çözümlemeden, açlar kitlesin daha da artacağı sonucu çıkıyor. Ancak bizi gelecekte bekleyen tehlike bunun da ötesinde. Kapitalizmin yeni üretim teknikleri, doğa üzerinde öylesine büyük bir tahribat yaratmaktadır ki, gerçek bir gıda krizi orta vadeli bir gelecekte kapımızdan içeri gireceğe benziyor. Dünyanın biyolojik çeşitliliği kaybedilmekte, tarıma elverişli araziler hızla yok olmakta ve ciddi bir su krizi bize doğru yaklaşmakta. Tüm bu tehlikelerin belirli sektörlerdeki burjuva mülkiyetinden kaynaklandığını görecek olursak, acil korunma çarelerini söylemek bizim için kolaylaşacaktır. Öncelikle, insanlığın geleceğini tehdit eden bu duruma karşı, başta gıda ve enerji olmak üzere tüm doğal kaynaklar üzerinde kamulaştırmaların savunulması en acil ihtiyaçtır. İşte bu, canlılığın devamı ve açlığın önlenmesi açısından önümüzdeki tek gerçekçi çözüm önerisidir. Son on yıl içerisinde açlık sınırının altında yaşayan insanların sayısındaki olağandışı patlama ise, kapitalizmin bugün vardığı aşamada insanlığın sorunlarına bir çare bulmaktan çok uzak olduğunun açık bir kanıtıdır. Kapitalist geminin izlediği rotada artık kara göründü. Bu karanın bayrağında insanlık için sadece şu cümle yazıyor: “Barbarlık yolu ile toplu yok oluş!” Hızla artan ve kapitalizmin koşulları altında daha da büyük patlanmalar ile artacağı kesin olan açlıktan ölmekte olan insanların sayısı, barbarlığının karşısındaki tek alternatifin sosyalizm olduğunun açıkça ispat etmektedir. Şöyle diyebiliriz, sosyalizm belki de hiç bugün olduğu kadar gerçekçi bir çözüm önerisi olmamıştı! Tüm bu anlattıklarımızdan çıkan sonuç kapitalizmin yarattığı tahribatın vardığı boyutların proletaryanın tarihsel sorumluluğunu daha da artırdığıdır. Sadece burjuvazinin tarih sahnesinden süpürülmesi, yarattığı tüm yıkımları onunla beraber yok etmeyecektir. Kapitalizmin yarattığı hasar o denli büyüktür ki, proletaryanın bir görevi de, kapitalizmin yarattığı tüm yıkımları onarmak ve iyileştirmek olacaktır. Sosyalistler açlığın temel nedenlerinin ortadan kaldırılmasını talep ederken kapitalist emperyalist sistemin sözcüleri açlık sorunu karşısında iki yüzlü bir tutum almakta. Onlar, açlığa çözüm aradıklarını iddia ederken, sadece gıda tekellerinin krizlerine çare yaratmanın peşlerindeler ve açlık sorununa dair ise sadece kozmetik tedbirler peşinde koşmaktadırlar: BM’nin Ban Ki-moon aracılığı ile sunduğu çözüm önerilerinin gerçekçi hiçbir yönü yoktur. Ne 20 milyar dolarlık sadakalar, ne de gıda piyasalarını iyileştirme paketleri açlık sorununa çare olabilecek potansiyelde değildir. Güz | 2009 -

129


Açlık Krizine Doğru Dünyanın yedide biri aç ve soruna kaynaklık eden hiçbir etmen ortadan kaldırılamıyor! Artık keskin bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Günümüzde, açlık krizinin bir burjuva çözümü söz konusu olamaz! Ban Ki-moon’a katıldığımız tek bir konu vardır: Açlık sorununu çözmek, dünyaya barışı, hem de sonsuz bir barışı getirecektir.

Temmuz 2009

130

Sosyalist Düşünce Dergisi


Toplum

İstanbul ve Kentsel Dönüşüm

Neoliberalizm Kentleri Dönüştürürken

Burak Tanyılmaz

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Başbakanlık Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ile birlikte 1 milyonu aşkın binanın yıkılmasına, 3-4 milyon kişinin yer değiştirmesine, bu rakamın yaklaşık yarısının da İstanbul dışına sürülmesine yol açacak kapsamda bir planı hayata geçirmeye girişmiş durumda. Bu planın yasal ayağını oluşturacak olan “ Dönüşüm Alanları Yasa Tasarısı” ise Meclis gündeminde. Söz konusu yasa tasarısıyla Silahlı Kuvvetler’in elindeki arazilerin dışında kalan tüm arazilere iktidarın ve hatta TOKİ’nin etkin şekilde müdahale etmesinin de yolu açılacak. Uzun bir zamandan beri İstanbul’un rantsal değeri yüksek noktalarına yönelik projelerle -ve özellikle 2010 Kültür Başkenti “seferberliği” kapsamında atılmaya çalışılan adımlarla- İstanbul’da sermayenin ihtiyaçlarına daha fazla alan açılması, bu eğilimin bir sonucu olarak emekçilerin de daha fazla kent periferilerine itilmesi gündemdeydi. Öte yandan 2008 yılından itibaren netlik kazanan ve kuvveden fiile geçen planlar, “dönüşüm” planının ölçeğinin katlandığını, yalnızca çok gözde noktalarla yetinmeyip İstanbul’un tamamını kapsar hale geldiğini ve dahası süratli, etkin ve muhalefet kabul etmez bir anlayışın hedeflendiğini ortaya koydu. “Kentsel dönüşüm projesi” olarak adlandırılan planlar bütünü ile, sanayi üretimi İstanbul’un periferilerine ve hatta yabancı ülkelerdeki taşeron bölgelere kaydırılırken, sanayi kuruluşları ile emekçilerin öteden beri barındığı blok ve gecekondulardan kalan arsalara da büyük plazalar, lüks kompleksler, eğlence ve alışveriş merkezleri, turizm ve kültür endüstrisi yatırımları hız kazanmış durumda. Her ne kadar kentsel dönüşüm ihtiyacı İstanbul’un dizginlenemez nüfusundan ve kilitlenmiş alt yapısından kaynaklı sorunların giderilmesi, “Avrupa Birliği yolunda kentlilik bilincinin” geliştirilmesi türünden Güz | 2009 -

131


İstanbul ve Kentsel Dönüşüm argümanlara dayandırılmaktaysa da bu yatırımların, esas olarak sermayenin ve serbest piyasa ekonomisinin emrine amade olması hedeflenmekte. Böylece uluslararası sermaye kuruluşları, Güneydoğu Avrupa, Ortadoğu ve Kafkasya’yı “dönüşüme uğramış” İstanbul’da sağladıkları korunaklı ve istikrarlı merkez üslerinden kontrol edecek. İstanbul ise kendini uluslararası sermayeye eşsiz emlak olanakları, “zengin” hizmet, turizm ve kültür endüstrisi ürünleriyle sunacak. Neoliberalizmin Kentleri 21. yüzyıl, dünya düzeyinde nüfusun ağırlıklı bir bölümünün artık kentlerde yaşamaya başladığı, kır ile kent arasındaki dengelerin köklü bir biçimde dönüşüme uğradığı kent ve barınma sorunlarının yeni birikim modelleri eşliğinde merkezi bir önem kazandığı yeni bir evreyi temsil etmekte. Yalnızca Türkiye örneği bile başlı başına bir gösterge. Zira, 1945’te ülke nüfusunun yüzde 18,3’ü kentlerde yaşarken, bu oran 2000 yılında yüzde 60 seviyesine ulaşmış durumda artık. Kapitalist üretim ilişkilerinin hükümranlığı altında ve özellikle de 1970’lerle birlikte öne çıkan neoliberal üretim süreçlerinin belirleyicilik kazandığı kentler, -ama özellikle de gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırılan emperyalizme bağımlı çevre ülkelerdeki kentler- kapitalist ekonomi politiğin doğal bir sonucu olarak sosyal ve siyasal temelde eşitsizliği derinleştiren bir görünüm ortaya çıkarmış durumda. Metropolleşmiş kentlerin sayısındaki artışla beraber, orta ve küçük ölçekli kentlerdeki gelişme dinamikleri de giderek bu tip kentlerin ekseninde belirlenmekte. Kentlerdeki işsizlik, sağlıksız konut alanlarına sıkışıp kalan kalabalık yığınların, özellikle Latin Amerika ve Asya kentlerindeki sokaklarda, meydanlarda ve parklardaki umutsuz evsizlerin artışına rağmen, büyük çaptaki kentsel dönüşüm projeleri hız kesmemekte, “tasarımın ve konseptin” öne çıktığı arayışlar, sınıfsal çelişkilerdeki acımasız eşitsizliği gizlemek istercesine çoğalmakta. Çözümsüz hale gelmiş ev ve iş sorunuyla sağlık ve güvenlikten yoksun bir kentsel çevrede yaşayan, yok sayılmış sınıfın temsilcileri açısındansa estetik ve ekonomik açıdan dönüştürülmüş kentler şiarı, barınma hakkını kaybetmekten başka bir anlam taşımıyor. Daha önceki tüm kentsel dönüşüm aşamalarında da yaşandığı gibi kent sürecinin bu en son ve köklü genişlemesi de derin yaşam biçimi dönüşümlerini beraberinde getirdi. Artık, ...kent yaşamının kalitesi kentin kendisi gibi, tüketimcilik, turizm, kültürel ve bilgi temelli endüstrilerin kent ekonomi politiğinin büyük çehreleri haline geldiği bir dünyada bir mal haline geldi. Hem tüketici alışkanlıklarında hem de kültürel biçimlerde pazar nişleri oluşturmayı cesaretlendirmeye duyulan post-modern tutku çağdaş kent deneyimini, paranız olduğu sürece, bir seçenek özgürlüğü havasıyla çevreliyor. Alışveriş merkezleri ve çokkatlı fast-food ve zanaatçı pazaryerleri gibi hızla çoğalıyor. Şimdi elimizde olan, kent toplumbilimcisi Sharon Zukin’in ortaya koyduğu gibi, “kapuçino ile uzlaştırmadır”. Birçok alanda egemenliğini sürdüren tutarsız, donuk ve sıkıcı banliyö arazi gelişmesi bile şimdi kendi panzehirini, kent rüyasını doyurmak için topluluk ve butik yaşam tarzlarının satış çığırtkanlığını yapan “yeni kentçilik” hareketinden sağlıyor. Bu, içinde, yoğun sahiplenici bireyciliğin neoliberal etiğinin ve bunun akrabası olan toplu eylem biçimlerinden siyasi vazgeçişin insan toplumsallaşması için şablon haline geldiği bir dünyadır.1

1 Hilde Nafstad vd., “Ideology and Power: The Influence of Current Neoliberalism in Society”, Journal of Community and Applied Social Psychology, Cilt 17, Sayı 4 (Temmuz 2007), s. 313–27.

132

Sosyalist Düşünce Dergisi


İstanbul ve Kentsel Dönüşüm Türkiye’de Kent Politikaları Bugünün Türkiye’si, kentsel yarılma ve gecekondu sorunuyla; yoksulluğun derinleşip yaygınlaşan biçimleriyle, bölgeler arası ekonomik eşitsizlikleri, etnik sorunları, cinsler arası eşitsizlikleri ve doğal yıkımları bir mukadderat olarak kanıksatan bir çarpılmayla yüz yüze. Avrupa düzeyinde en düşük ücretler karşılığında en ağır çalışma koşullarına maruz kalan bu toprakların emekçileri açısından, gündelik hayatlarını her türlü alt yapıdan yoksun kentlerde bir kabus filmi izler gibi geçirmelerini sağlayan bu kentsel çarpılma, aynı zamanda sorunun yerel yönetimlerce ve neoliberal politikaların uygulayıcılarınca ileri sürüldüğü gibi salt teknik bir sorun olarak ele alınamayacak kadar kritik ve bütünlüklü bir sorun olduğunu ortaya koymakta. Türkiye’de 1950’lerden itibaren ağırlık kazanan emperyalizme bağımlı kapitalist birikim modeli, temelde ve öncelikle ucuz işgücü kaynaklarından yararlanmaya ihtiyaç duymuş, bu ihtiyaç ağırlıkla kırsal bölgelerden göç yoluyla karşılanmaya çalışılmıştır. Ne var ki, ülkenin gecikmiş kapitalizmi ve uluslararası rekabetteki zaafları nedeniyle geleceğin işçisi olarak kırlardan akan bu göçmen yığınların en temel ihtiyaçları için ne sermaye ne de devlet tarafından hiçbir kaynak ayrılmamıştır. Bu çarpık ve plansız sanayileşme modeli sayesinde Türkiye kentleri, bölgesel dengesizlikler içinde gelişti ve kapitalist merkezlerin ekonomik ihtiyaçları temelinde büyüdü. Başlıca sanayi merkezlerinin, İstanbul ve Marmara Bölgesi’ne yığılması ya da İzmir’in geçirdiği türden hızlı ve çarpık sanayileşme süreci, gerçekte ithal ikameciliğe dayalı bir sanayileşme modelinin yansımalarından başka bir şey değildir. Bu durum, başlıca sanayi bölgelerindeki kentsel gelişmeyi de tümüyle dışa bağımlı bir eksene sürüklemiştir. Türkiye’nin önemli kentleri, Batı kapitalizminin ihtiyaçlarını gidermek noktasında işlevler üstlenmeye mahkum edilmişlerdir. Etkisi ağırlaşarak günümüze miras kalan, alt yapısı günümüzde tümüyle kilitlenmiş sağlıksız kentler ve çarpık kentleşme olgusu, bu süratli ve çarpık sanayileşme sürecine endeksli yerleşim politikasının bir sonucudur. İstanbul, Bursa ve İzmir gibi tarihsel zenginlikleri geçmiş yüzyıldan miras almış kentlerde, kültürel dokunun başlıca öğeleri acımasızca imha edilmiş; ortaya yeşil alan yoksunu, alt yapısı tümüyle kilitlenmiş sağlıksız kentler çıkmıştır. Bu ucubeleşmiş kentsel görünümün başlıca sonucu ise özellikle kentlerde birikmiş emekçi yığınların yaşam kalitelerindeki yıllara yayılan belirgin düşüştür. AKP tipi Neoliberal belediyecilik 12 Eylül 1980 askeri darbesi marifetiyle ve zor yoluyla yürürlüğe konan toplumsal ve ekonomik dönüşüm projesiyle birlikte neoliberalizmin “güneşi” Türkiye’nin ufkunda belirir. Böylelikle Türkiye’nin dünya ile ekonomik ve siyasal düzlemde “entegrasyonu” ancak serbest piyasanın mutlak hakimiyetiyle söz konusu olabilecektir. Hemen tüm siyasal ve ekonomik alanlar piyasanın mutlak hakimiyetine terk edilecek, gümrük ve korumacılık duvarları kaldırılacak, sermaye giriş çıkışlarındaki kontrole son verilecektir. Türk tipi neoliberalizmin kentsel ve kamusal düzlemde başlıca yansıması ise, kamuya dönük hizmet ve mal üretimlerinin özelleştirilmesi/ticarileştirilmesi olmuştur. Geride kalan 30 yıl boyunca sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda ve sistematik bir biçimde, kentsel dönüşüm projelerinin zeminini hazırlayacak yerel ve merkezi politikalar hayata geçirildi. Tüm bu düzenlemeler, yeni bin yılın başında “dünya pazarlarına açılma ihtiyacı” düsturuyla bütünleştirilmiş durumdaydı. Her ne kadar, neoliberal belediyecilik anlayışının kökleri Özal hükümeti’ne ve Refah Partisi yönetimlerine dek uzansa da, kabul etmek gerekir ki bu doğrultudaki en cesur, kapsamlı ve vurucu darbeler AKP hükümeti ve yerel yönetimleri döneminde gündeme geldi. AKP tipi neoliberal belediyecilik anlayışının başlıca belirleyeni ise, Güz | 2009 -

133


İstanbul ve Kentsel Dönüşüm 2000’li yıllar boyunca Türkiye’nin dış finans kaynaklarına olan bağımlılığıydı. Bu anlayışın merkezinde, kent arsaları ve bu arsalar üzerinde gerçekleştirilen spekülasyon yer alıyordu. Yabancı sermayenin İstanbul’a daha kapsamlı nüfuz etmekteki şevki, AKP yönetimleri ve burjuvazi tarafından eşsiz bir fırsat olarak algılanmış, başlıca kâr getiren yatırım alanlarından biri olarak sermaye; emlak ve inşaat sektörlerinde yoğunlaştıkça “dönüşüm projelerinin” çapı da genişlemişti. İstanbul gibi doğal sınırlarına dek yapılaşmış bir kentte yatırım yapmayı kârlı hale getirecek merkezi alanlar nasıl yaratılabilir sorusunun yanıtı için bu alanlara üşüşen ulusal ve çok uluslu firmaların yer seçimlerini ve bu alanların dağılım özelliklerini incelemek, kentsel dönüşüm planlarıyla ilgili dağılım haritalarına bir göz atmak yeterli olacaktır. Merkezi ve tümüyle organize bir şekilde üretildiği belli olan dönüşüm projeleri, anlaşıldığı kadarıyla, mevcut alanlar arasında daha yüksek kârlılık oranları sağlayacak arazileri yıkarak yeniden yapılandırmayı öngörmekte. Anadolu yakasında Gülsuyu ve Gülensu gibi Marmara Denizi’nin manzarasına hakim alanlar ve 1 Mayıs Mahallesi türünden direniş potansiyeli taşıyan bölgelerin etrafları finans kuruluşlarının emlak yatırımlarıyla kuşatılmakta, Maslak hattının finans ve ticaret merkezine dönüştürülmesiyle benzer bir politika, Avrupa yakasında 1940’lı yıllarda bölgeyi kuşatan fabrikaların ve üniversitelerin işgücünü karşılayan Derbent, Baltalimanı, Armutlu gibi alanlara kaydırılmaktadır. Planın yapısal dönüşüm hedefi doğrultusundaki önemli bir politikası ise tek merkezli yapıdan çokmerkezli bir yapıya geçerek, Anadolu ve Avrupa yakasında çekim merkezleri ve gelişme alanları oluşturmak… Avrupa Yakası’nda Çekmece’nin batısında, Anadolu Yakası’nda ise Sabiha Gökçen Havalimanı’nın doğusunda kalan alanlar, yeni çekim merkezleri ve gelişme alanları olarak tanımlanmakta, İstanbul’un güneyine lineer olarak yayılan bir mekansal dönüşüm öngörülmektedir. Marmaray’ın da dahil olduğu raylı sistem ve deniz taşımacılığı ulaşım projelerinin de bu mekansal dönüşümü destekleyen tamamlayıcı projeler olarak düşünüldüğü anlaşılmaktadır.2 Dahası Kartal, Başıbüyük, Sultanbeyli türünden uç alanların yanı sıra, tarihi yarımada olarak adlandırılan İstanbul’un merkezi noktalarında da hummalı bir dönüşüm faaliyeti gündemdedir. Zeytinburnu, Tarlabaşı, Sulukule gibi yoğun iç göçe maruz kalmış ve kent merkezine hayli yakın alanlarda “tarihi dokuyu yeniden dönüştürmek” doğrultusunda bir atak kısa sürede hayata geçmiştir. Haliç kıyıları boyunca tarihi değer taşıyan binalara yerleştirilen Kadir Has ve Bilgi Üniversiteleri kongre turizmi ve kültür endüstrisi merkezli planların Truva atına dönüşmüş; Fener, Balat, Gedikpaşa, Samatya türünden tarihi semtler alt sınıflardan temizlenerek orta ve üst sınıflara açılacak “soylulaştırılmış” bölgeler olarak değerlendirilmiştir. Bu alanların dönüştürülmesi doğrultusunda yerel yönetimlerle işbirliğine girecek düzeyde maddi olanağa sahip olmayan yığınlar, Sulukule örneğinde görüldüğü gibi, yarattıkları kültürel dokuyla birlikte bu alanları soylulaştırmaya soyunmuş sermayenin insafına terk etmeye zorlanmaktadır. AKP’nin neoliberal belediyecilik anlayışı gereği, artık merkezi kent arsaları sermaye tarafından terör, uyuşturucu ve sefalet batağından sıyrılmış “steril” alanlar yaratmak adına “kentsel dönüşüme” uğratılacak alanlar olarak ilan edilmiş, emekçilerin barınma alanları ise kent periferisine taşınmaya mâhkum edilmiştir. TOKİ açın halinden anlar mı? Bize göre terörün arkasında gecekondulaşma var… Gecekondulaşmanın bitmesi 2 Mustafa Sönmez, İstanbul’u “planlı” satarken Anadolu’yu kurutmak, 3 Haziran 2007, bak.: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=11596

134

Sosyalist Düşünce Dergisi


İstanbul ve Kentsel Dönüşüm için üniversiteler, meslek odaları, sermaye grupları destek vermeli... 2008 yılında İstanbul’da her bölgeye gireceğiz. Belediye yapmak istiyorsa belediyeye yetki verilecek, TOKİ yapmak istiyorsa belediyeler TOKİ’nin önünü kesemeyecek.3 Bir savaş ilanından farksız bu sözlerin sahibi TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar, yalnızca uygulanmakta olan “Dönüşüm Planının” çeperini berrak bir biçimde ortaya koymamakla kalmamakta; ayrıca bu planın geniş kesimler nezdinde yaratacağı infiali savuşturabilmek için bir meşrulaştırma çabasına da girişmekte. Dönüşüm projelerinin başlıca ortağı olan ve geniş yetkilerle donatılan TOKİ, sistematik bir biçimde kamu arazilerinin gecekondularca “haksız işgaline” son verileceğini, böylelikle bu marjinal bölgelerde yoğunlaşan “suç unsurlarının” kentten süpürüleceğini, her bütçeye uygun konutların kendilerince yapılacağını vaat ediyor bugünlerde. Gelin görün ki, var oluş amacı kamu fonları yardımıyla sosyal meskenler inşa etmek olan TOKİ, son yıllarda kendisini tümüyle farklı gelir gruplarına yönelik konut üretmeye hasretmiş durumda. TOKİ’nin 1966 yılından bu yana ürettiği sosyal konut sayısı 1600. Oysa bu kuruluş, son bir kaç yıl içinde önüne koyduğu 50 bin konut hedefini tutturmuş durumda. Belki de sorun tam bu noktada düğümleniyor. TOKİ sosyal konut üretme amacını son yıllar içinde ve tümüyle stratejik bir plan doğrultusunda değiştirmiş durumda. Tam da bu bilinçli tercihin bir sonucu olarak, büyük olasılıkla yakın bir gelecekte İstanbul çok derin sosyal sorunlarla baş etmek zorunda kalacak. Sonuç Yerine Neoliberalizmin yükselişine tanık olduğumuz son 20 yıl içinde, Barselona, Sao Paolo, Mexico City, Şangay ve bu trenin son vagonuna atlamayı başaran İstanbul gibi bazı büyük metropoller, “küresel kent olmak” türünden iddialı bir role talip oldular ve hatta uluslararası sermaye tarafından doğrudan bu role özendirildiler, kıyası bir rekabet merkezine dönüştürüldüler. Oysa bugünlerde yaşanan derin ekonomik krizin istihdama, ucuz borçlanma ve kredi sistemine vurduğu darbe ve çoğu finansal spekülasyonlar üzerinden kazanç sağlamış yatırımcıların krizle birlikte uğradıkları ciddi kayıplar göz önüne alındığında “finansal merkez”, “küresel kent” türünden rollere soyunan bu kentlerin ufkunu koyu bir belirsizliğin kaplamakta olduğu açıkça anlaşılacaktır. Kentlerde birikmiş emekçi sınıflar ve kent halkları açısından derinleşen bir eşitsizliğin kaynağına dönüşen ve temelde spekülasyona ve kazanılmış hakları yağmalamaya dayalı kentsel dönüşüm projelerinin, sınıfsal gerilimi ve çatışmayı kışkırtacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Tam da bu nedenle bu dönüşümün hayata geçirilmeye çalışıldığı kapitalist kentlerde, yerel yönetimler ve burjuvazi otoriterleşme eğilimine girmekte. Şimdi bir yandan, bu kentler gerekli altyapı ve kapsayıcılıktan yoksun ve daha otoriter bir şekilde yönetilirken, diğer yandan egemen sınıflar topyekûn güven duygusu yaratan dışa kapalı refah adacıkları oluşturup, tahkim etmekle meşguller. Temmuz 2009

3 Bak.:http://www.nethaber.com/Ekonomi/44713/TOKI-baskani-Parasi-olmayaniIstanbuldan-uzak-tutmanin. Güz | 2009 -

135


Toplumsal Cinsiyet

Kapitalizm, Kriz ve Kadın Ücretli Emeği

Cemre Sava

Kapitalist sistem, üretici güçlerde öncülüne kıyasla yarattığı gelişmeye rağmen kadının özgürleşmesi iddiasının çok gerisinde kalmıştır. Bu sistemle ataerkil yapı yalnızca miras alınmakla kalınmamış; canlı tutulmuş, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin kapitalist üretim ilişkileri ile eklemlenmesi yolu ile toplumsal düzeni belirleyen ana unsurlardan biri olma özelliğini sürdürmüştür. Bu eklemlenme elbette kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal cinsiyet ilişkilerine eklemlenmesi olarak da okunabilir. Ancak iki tür okumada da unutulmaması gereken ikisinin de durağan ve değişmez bir yapıya sahip olmadığıdır. Karşılıklı etkileşimleri sonucunda, iç çelişkilerinin de dinamiğiyle birbirlerini yeniden üreten ve kimi zaman kuran bir bütünleşme söz konudur. Bu bütünleşme kapitalizme mahsus değildir, tarihte ilk iş ayrışması kadın ve erkek arasında yapılmıştır.1 Kapitalizmi konu edinmenin gereği ise bugün kadın emeğini erkek emeğinden farklı kılan ayrıştırıcı ve ayrımcı mekanizmanın hem yapısal hem de tarihsel özelliklerini kavrayabilmektir. Sermaye birikimine dayanan yeni üretim biçiminin konumuz gereği birincil ayrıştırması üretim ve yeniden-üretim alanlarını birbirinden koparması olmuştur. Bunun paralelinde, erkek üretimden sorumlu görülürken; kadın, hayatın ve dolayısıyla kuşakların yeniden-üretiminden sorumlu kılınmış; iş ve ev, erkek ve kadın arasındaki farklı sorumluluk alanları olarak paylaştırılmıştır. Tabii “farklı” demek bağımsız ya da eş iki alan/sorumluluk anlamına gelmemektedir. Bu ayrıştırma daha çok, ikincisinin birincisine tâbiliğinin koşullarını yaratmıştır. Elbette öncelikle maddi olarak. Ama ardından, bu ayrıştırmanın zihinsel yeniden üretimi de daim kılınmış ve süreç yaratılan meşruluğun gölgesinde sorgulanamaz olmuştur. “Yuvayı yapan 1 Ayrıntılı tarihsel bilgi için bkn: Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları; Evelyn Reed, Kadının Evrimi 1-2, Payel Yayınları.

136

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kapitalizm ve Kadın Ücretli Emeği dişi kuş” ama “evin reisi erkek”tir. Bu, kadın evden dışarı çıkamaz ya da çalışamaz anlamına gelmemiştir; hatta ilk kurulan fabrikalarda –elbette sektör de belirleyici- çokça kadın istihdam edildiğini belirtmek gerekir. Ancak, kadının birincil sorumluluğu çalışıp eve para getirmek olarak görülmediğinden üstte bahsettiğim koşullar kadın ücretli emeğinin kullanımının hem koşullarını hem şeklini açıkça belirlemiştir. Bu aşamada Yıldız Ecevit’in işgücü piyasasında kadınların ortak ve evrensel nitelikleri olarak saydığı yedi özgüllüğe değinmekte yarar var; Kadınlar işgücü piyasası dışındayken, ucuz ve bu piyasaya kolayca çekilebilecek bir emek kaynağı oluştururlar. Kadınlar işgücü piyasasına girerken ayrımcı işe alma uygulamaları ile karşılaşırlar. Ücretli kadın emeği, değeri düşük emektir. İşkollarına ve yapılan işlere göre değişmekle birlikte, kadınlar genellikle erkeklerin ücretlerinin yarısı ile dörtte üçü arasında ücret alırlar. Ücretli kadın emeği uzun dönemli güvenceden yoksun, vazgeçilmesi kolay, piyasa dışına atılma olasılığı yüksek emektir. Kadınların ücretli işçiler olarak kolektif örgütlenmeleri güçlü bir şekilde gelişmemiştir. Kadınlar işgücü piyasasına girerken, işlerin toplumsal cinsiyete göre ayrıştığı bu piyasada, kendi arzu ettikleri değil, kendileri için önceden belirlenmiş işler arasından seçim yapmak durumundadırlar. İşgücü piyasasında kadınların alınması uygun olan sektörler, işkolları ve meslekler önceden belirlenmiş ve ilgili normlar saptanmıştır. Sanayi sektörü özelinde bu ayrışma, sektörler arası eşitsiz dağılımı ve bazı sektörlerde yoğunlaşmayı getirir. Bu sektörler emek yoğun, ekonomik dalgalanmalardan daha çabuk etkilenen, düşük ücret ödenen, vasıfsız işçi kullanımına dayanan sektörlerdir. Toplumsal cinsiyet temelli ayrışma ve ayrımcılığın ikinci aşaması işyerinde gerçekleşir. Her iki cinsten de çalışanın bulunduğu işyerlerindeki işbölümü incelenirse, kadınların en düşük statülü işlerde yoğunlaştığı, vasıfsız oldukları, yönetici görevlerde çok seyrek bulundukları görülür. Ayrıca işe alınma sırasında, işyerinde görev ve sorumluluklar dağıtılırken iş eğitimi ve yükselme fırsatlarını kullanabilmede, otorite, denetim ve kontrole tabi oluşta, üretim faaliyetinde çalışma biçim ve koşulları saptanırken ayrımcılıkla karşılaşırlar. 2 Yine Ecevit’in belirttiği gibi bu niteliklerden yola çıkarak kadınların işgücü piyasasında “ikincil statüde” ve “altasıralı” olduğunu vurgulamak gerekir.3 Ve bu konumlandırmayı hem bir sonuç; hem de bir neden olarak açımlayabilmek önemli. Sonuç; çünkü ataerkil kapitalist sistem, tüm fiziki ve zihinsel örgütlenmesini, çalışmanın kadın için birincil ve zorunlu olmadığı üzerine kurarak yapıyor. Bu da, çalışması durumunda bile, kadının ücretli emeğini erkeğinkine bir katkıdan öte görmeyen bağımlı emek kategorisi yaratıyor: Kadın, kendisi de babanın veya kocanın ücretli emeğine bağımlı bir ek çalışan olarak, aile bütçesine genellikle geçici olarak katkı sunuyor. 2 Yıldız Ecevit, Türkiye’de Ücretli Kadın Emeğinin Toplumsal Cinsiyet Temelinde Analizi, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. (Ed:Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu). İstanbul: Türkiye İş Bankası, 1998, s. 58 3 Age., 57. Güz | 2009 -

137


Kapitalizm ve Kadın Ücretli Emeği Bu sürecin, kadın tarafından da pek nadiren sorgulandığını bilmek gerek. Bunun için de temelde iki gerekçeden bahsedilebilir. Birincisi, kadının da toplumsal cinsiyetin bu yeniden üretim sürecinin içinde doğması ve farklı mekanizmalarla bu süreci içselleştirmesidir. Bir diğeri ise –ki bu güçlü bir belirleyen olarak birincinin de altyapısını besler- kadının çalışması durumunda taşımak zorunda kaldığı “çifte yük” tür. Evde hâlihazırda yemek, temizlik ve her türlü bakım hizmetinden sorumlu tutulan kadın, zorunlu olmadıkça/görmedikçe çalışmaya başlamaktan, artı bir yük olduğu gerekçesiyle kaçınmaktadır. Kadının bu biçimde konumlandırılması aynı zamanda da bir nedendir. Çünkü toplumsal cinsiyet ilişkileri ile kapitalist üretim ilişkilerinin eklemlenmesi, kapitalizmin yararına olan, –tabii kapitalizmin saydığı tek yararın kâr etmek olduğunu atlamadanonu besleyen bir süreçtir ve cinsiyetçi ideolojinin paralelinde kadın ücretli emeğine giydirilen bu nitelikler ona daha çok kazandıracak elverişli koşulları hazırlar. Ücretli kadın emeğine ilişkin tartışmanın önemini vurgulamak adına şundan da bahsetmek gerekir: Kadının ezilmişliği sorunu sık sık ev ve aile içine referansla işlenmiştir. Bu sorunu canlı tutan ve toplumsal cinsiyet ilişkilerini yeniden üretenler olarak ev-içi mekanizmalar işaret edilmiştir.4 Ve bu kavrayış, beraberinde, kadının ev-dışına çıkmasının (çalışma yaşamına katılmasının) kadının özgürleşmesi sürecine olumlu etkisini vurgulayan öngörüleri getirmiştir. Kadının ezilmişliği sorununu, ücretli kadın emeği üzerinden okuyarak derinleştirmek ise en başta bu öngörünün sınırlarını gösterir. Ve elbette kadının emek süreci ve işgücü piyasası içinde ikincil konumlandırılması üstünde yükselen bir sistemin –kapitalizmin- kadının kurtuluş koşullarını değil, tersine bağımlılık koşullarını güçlendirdiğini çünkü kendisinin de bundan beslendiğini kanıtlar. Hacer Ansal, Kapitalist Üretimde Cinsiyetçilik makalesinde ataerki ve kapitalizm arasındaki etkileşimi ve bu etkileşimin kadının ücretli emek konumuna etkisini üç sektörden yola çıkarak inceler: Matbaacılık, tekstil ve konfeksiyon. Kapitalizmin ilk gelişme yıllarını mercek altına alan üç örnekte de göze çarpan; 1) Sermaye, emek sürecini kontrol altına alma mücadelesinde kadının ezilmişliğini ve emek piyasasındaki ikincil konumunu (ucuz emek) kendi çıkarları lehine –emeğin maliyetini düşürme amaçlı- erkek işçiye karşı kullanmıştır.5 2) Emek-yoğun işler kadın işleri olarak görülür ve bu işlerde kadın istihdamı artarken, sermaye yoğun işlerde erkek egemenliği sürmüştür. 3) Konfeksiyon gibi mevsimlik dalgalanmalara uyum sağlayabilecek bir emek sürecine gereksinim duyan sektörlerde kadın ucuz emek olmanın dışında piyasaya girip çıkma koşulları bakımından esnekliğe sahip olduğu için de tercih edilmiştir. 4) Ayrıca, sektörlerde “ortaya çıkan hiyerarşiye göre, erkekler daha üst düzeydeki işlere geçtikçe sermaye onların boşalttığı alanları ucuz kadın emeği ile doldurmuştur”.6 Özellikle ilk başlarda, erkek işçilerin hem sahip oldukları erkek egemen ideolojiden kaynaklı bir güdülenmeyle; hem de işlerini kaybetmeme ve ücretlerindeki düşüşü engelleme refleksiyle bu süreç karşısında –loncalardan ve sendikalardan kadınları dışlamak dahil- çeşitli yöntemlerle direniş gösterdiklerini söylemek gerekir. Öte yandan, bedensel güç kullanımını kadın işçiler karşısında avantaj olarak gördüklerinden, bu gücün kullanımını azaltan teknik yeniliklere de karşı çıkmışlardır.7 Sermayenin vasıflı ve vasıfsız iş arasındaki farkın maddi temellerini teknik gelişmeler sonucunda yok etmesi karşısında da vasıflı ve vasıfsız iş tanımını, birincisinin “erkek 4 Hacer Ansal, Kapitalist Üretimde Cinsiyetçilik, 11. TEZ, no 9, s 8. (Yıldız Ecevit de üstte alıntıladığım makalesinde bunun özellikle 1970’lerin başlarında yer edinmiş bir eğilim olduğunu belirtir.) 5 Age., s. 13 6 Age., s.14 7 Age., ss. 16-17

138

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kapitalizm ve Kadın Ücretli Emeği işi”ni ikincisinin “kadın işi”ni karşılayacağı biçimde yeniden doldururlar. Ancak, süreç, sermayenin üretim (emek) maliyetlerini düşürme/düşük tutma stratejisine yenik düşer. Ve kapitalizm, kadın emeğinin ikincil konumu ve bunun işgücü piyasasında yarattığı rekâbet ile birlikte yol alırken; toplumsal cinsiyet ilişkilerini kendi lehine olacak biçimde yeniden üretmiştir ve üretmektedir. Kriz Dönemleri ve Kadın İstihdamı Ekonomik kriz dönemleri, üretim sürecindeki toplumsal cinsiyet temelli işleyişin mekanizmasını berraklaştırır. Kâr oranlarındaki düşüş neticesinde sermaye birikim sürecinde tıkanmaya yol açan bu dönemler üretimin daralması paralelinde işsizlik artışına sebebiyet verirken, bir yandan da krizden çıkış olarak maliyetlerin düşürülmesi yollarını arar. İşçi sınıfının yaşam koşullarında toptan ve hızlı bir gerilemenin, maruz kaldığı sömürüde ve baskıda artışın bir ifadesi olan bu dönem, işgücü piyasasında hâlihazırda dezavantajlı konumda bulunan kadınlar için katmerli bir sürece dönüşür. Öncelikle, vasıflı işkollarında işten çıkarma süreçlerinde ilk sırada kadın çalışanların olduğunu belirtmek gerekir. Bu noktada üstte açıklanan, kadının elde ettiği geliri hane için birincil nitelemeyen toplumsal cinsiyet temelli yapı hem sonucu belirlemiş, hem de kendini yinelemiş olur. Öte yandan, bu dönemlerde kadın istihdamının göreli olarak artış gösterebildiğine (ve/ya kadının işgücüne katılımında artış olduğuna) dair bir kanı vardır ki bunu 1970’ler krizinden de yola çıkarak tartışmak fayda sağlayabilir. Kriz dönemlerinden çıkış yolunda temel ve kapitalizmin kâr oranlarındaki artışı yeniden elde edebilmesi için zorunlu olan sürecin maliyetleri düşürmek olduğu belirtilmişti. Maliyetleri düşürmek derken, kârın artı-değer sömürüsüne dayandığından hareketle bunun temelde işgücünün maliyetinin düşürülmesi olduğunu vurgulamak önem taşır 1970’lerde yaşanan krizle birlikte, sermaye birikim sürecinde yaşanan tıkanmayı aşmak adına, üretim sürecinde, -Fordist modelin yerini alacak- üretimin mekânsal örgütlenmesine de yansıyacak bir parçalanmaya gidilmiştir.8 Bunlar, üretim maliyetlerini azaltacak esnek üretim modelleri olarak sunulmuş ve desteklenmiştir. Ayrıca, ihracata dayalı birikim modeline geçen az gelişmiş kapitalist ülkeler için uluslararası kapitalist sistemle bütünleşmeyi arttıracak rekabet gücünü, –ucuz işgücüne sahip olduklarındanemek-yoğun sektörlere dayandıran bir uluslararası işbölümü söz konusu olmuştur. Bu yapılanma içinde belirleyici başat unsur ise esnek işgücü piyasasının da yaratılmış olmasıdır. “Üretim süreçlerinin parçalanabilirliği sermayeye –teknolojik özelliklerine göre- emek-yoğun bölümlerini (özellikle montaj işlemlerini) ya emeğin bol, ucuz ve örgütsüz olduğu deniz aşırı ülkelere taşıma, ya da aynı ülke içinde dışarıya iş verme yoluyla emek-yoğun işlemlerde dağınık ve marjinal emekten yararlanma seçeneklerini”9 vermiştir. Esnek işgücü piyasaları bir yandan , “işsizlik, düşük ücretler, cinsiyet ve millete bağlı parçalanmış işgücü piyasası, enformel istihdamın genişlemesi, sendikasızlaşma, işgücünün vasıfsızlaşmasıyla birlikte genişle[rken], ekonomik kriz dönemlerinde daralan talebe uyumlu esnek üretim, ‘maliyetlerin en aza indirilmesi’ noktasında, işgücünün vasıfsızlaştırıldığı, ‘tam istihdam’ yerine geçici, kısmi ve mevsimlik çalışmanın yaygınlaştığı bir çalışma hayatını açığa çıkar[mıştır]. Artan işsizlik oranları ile dünya ölçeğinde daha düşük ücretlere razı bir işgücünün oluştuğu, 8 Başak Ergüder, Türkiye´de Kadın Emeğinin Değişen Yapısı: Enformel Kesimde Kadın Emeği ve Kadın Emeğine Talep, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. 9 Hacer Ansal, age. s.18. Güz | 2009 -

139


Kapitalizm ve Kadın Ücretli Emeği azgelişmiş ülkelere taşınan üretim tesislerinde kadın ve çocuk emeğinin yoğun olarak kullanıldığı üretim süreçleri, emek süreçlerini dönüşüme tabi tut[muştur].”10 Böylelikle 1970’lerde üretim süreçlerindeki esnekleşme ve enformelleşme ile birlikte ihracata yönelik üretim yapan ülkelerde kadın istihdamının artışını beraberinde getiren bir döneme girilmiştir. Kadın emeği aile işletmelerinde, küçük atölyelerde, ev içi parça başı üretimde yoğunlaşmıştır.11 Kırsal alanda yıllarca ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadın, ülkelerin sanayileşme hızlarına ve buna paralel göç hareketlerine uyumlu olarak yeni, esnek emek piyasasının içine çekilmiştir. Ancak geçici, ucuz ve örgütsüz bir işgücü olarak. Ve maalesef böylece değişen süreç kadının elverişsiz ve eşitsiz koşullarını değiştirmemiş, tersine pekiştirmiştir. Kadına halihazırda ucuz ve esnek işgücü olarak bakan kapitalistler, kriz dönemlerinde “maliyetleri düşürme” ve “kâr oranlarını arttırma” isteminden hareketle özellikle enformel kesimde kadınları istihdam etme arzusunda artış gösterseler de, bu durumun kadının konumunu güçlendirici bir etkisi olmamaktadır. Nitekim, kadın istihdamında artış olarak sunulan bu sürece toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yeniden üretimi merceğinden baktığımızda üç tespit göze çarpar: Birincisi, üstte kadın ücretli emeğinin özgül nitelikleri olarak belirtilen sıfatlar bu süreçte belirleyici olmaktadır. Yani, kadın tam da ikincil konumundan hareketle bir rekabet unsuru olarak piyasaya girmeye teşvik edilimekte; işveren, böylece, ücretler ve çalışma koşullarının istediği düzeye çekilmesinin koşulunu yaratmaktadır. Bu gerçekliğin yanı sıra şunu da belirtmek gerekir. Krizin yarattığı yoksullaşma ve hane gelirindeki düşüş de bu süreci içten olumlar. Kadın, aile bütçesine katkı sunmak amacıyla ona dayatılan koşullarda çalışmaya rıza gösterir. Ve işte, maddi koşulların dayatması! Çelişkili bir biçimde bu durumda aile bireyleri tarafından kadının çalışması da desteklenir. Ama elbette geçici olarak. Ve mümkünse, pek de evden dışarı çıkmadan… 1970’lerle birlikte esnek üretim modellerine eşlik eden enformelleşme eğilimi, tam da bu nedenle ücretli kadın emeğinin istihdam koşulları açısından belirleyicilik taşır. Önemli bir ayağı eve iş verme sistemine dayanan enformel sektör, kadını evden dışarı çıkarmadığı, kadının ev ve çocuk bakımı ‘sorumluluklarını’ aksatmadığı için, haneye ek gelir kisvesinde “kadın ücretli ev emeği” ile birlikte en yaygın istihdam biçimlerini oluşturur. Yani cinsiyetçi ideoloji, yeni-muhafazakarlık (neo-conservatism) kalıpları içinde yeniden üretilirken; tarımın çözülmesi sonucunda, kadının ücretsiz aile işçiliği istihdamındaki düşüşü; enformel, istikrarsız ve genellikle eve iş alma ya da kendi hesabına çalışma biçimleri almaya başlar. İkinci olarak, kriz dönemlerinde artan kadın istihdamının, toplam istihdamdaki azalmaya eşlik ettiğini unutmamak gerekir. Veriler birlikte okunduğunda, bu dönemlerde kadın istihdamında artış olarak vurgulananın, daha çok, piyasa gözüyle “eksik erkeğin daha ucuza istihdamı” olduğu ortaya çıkar. Üçüncü ve toplumsal cinsiyet analizi açısından en yakıcı olanı ise, kapitalizmin tüm birey vurgusunun arkasında en temel ekonomik birim olarak “aile”yi kutsamasıdır. Bu hem ideolojik hem de işlevsel bir unsurdur. Aile-içi hiyerarşiyi besler ve ailenin reisi erkektir, algısını yıkmamaya özen gösterir. Ekonomileri hane gelirleriyle, hane gelirini erkeğin kazancı ile ve ancak ek gelir unsurunu kadının çalışmasıyla tanımlar. Hane ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak çalışanın ücretine yansıtan aile 10 Başak Ergüder, 120. 11 Başak Ergüder, 122.

140

Sosyalist Düşünce Dergisi


Kapitalizm ve Kadın Ücretli Emeği ücreti uygulamaları bunun en çarpıcı örneğidir. Çünkü uygulama, erkeği ‘aile’nin geçimini sağlamakla ‘onurlandıran’, kadını ise evin iç düzenin biricik sorumlusu kılan mekanizmayı, toplumsal cinsiyetçi ideolojinin dişlilerini keskinleştirerek işletmektedir. İşverenler %2 (+0,3) Kendi Hesabına Çalışanlar %28 (-5,4)

Ücretli İşiler %46 (+3,7)

Ücretli Hane Emekçileri %24 (-9,3)

Kaynak: Uluslararası Çalışma Örgütü, ILO Ocak 2009

Ücretli kadın emeği istihdamının genel eğilimlerini biraz da sayılara başvurarak yorumlayacak olursak; ILO’nun 2008’i temel alarak açıkladığı verilere göre12, dünyada istihdam edilen 3 milyar kişiden 1 milyar 200 bini kadın ve çok büyük bir kesimi de halen tarım sektöründe istihdam edilmekte. Gelişmiş kapitalist ülkeleri dışarıda bırakırsak, tarımda çalışan kadınların toplam kadın istihdamına oranı yarıya yarıya. Kadın istihdamının yoğunlaştığı ikinci sektörse hizmet. Bu sektörde de oran yüzde 46,3’ü bulmakta. Buna karşılık sanayi alanında istihdam edilen kadınların oranı ancak yüzde 18,3’e ulaşmakta; erkeklerde ise bu oran yüzde 26,6. Öte yandan toplam istihdamın yüzde 40’ı düzeyindeki kadın istihdamı aldatıcı olmamalı. Yukarda, 1970’lerle birlikte kadın istihdamı için belirginleşen genel eğilimden bahsettik. Şu bilgiyi eklemekte yarar var: Dünya genelinde, kadın istihdamının yüzde 52,7’sini kendi hesabına işçilik ve ücretsiz aile işçiliği oluşturmakta. Ve bu istihdam biçimleri kırılgan/zayıf istihdam (vulnerable employment) olarak adlandırılmaktalar. Aynı zamanda istikarsız bir istihdama karşılık gelen bu biçimlerle yoksulluk arasında da kuvvetli bir paralellik söz konusu; çünkü enformel kesim içinde yer alan bu tip istihdamlar, işçiyi her türlü sosyal güvenceden mahrum bırakırken, onu çok düşük ücretlere ve hatta karın tokluğuna mahkûm eder. Nihayet, kadının bir cins olarak sömürüsünün, istihdama katıldığı durumlarda da kadının ücretli emeğinin sömürüsü olarak, üstelik ilkini yok etmeden, tersine güçlendirerek açığa çıktığını söylemek gerekir. Kriz dönemleri tüm sömürü ve baskı yöntemlerinin yanı sıra bu ayrımcılığı da besler. Bugün karşı karşıya olduğumuz ekonomik krizin açığa çıkardığı eğilimler de bu çerçeveden gözlemlenebilir. Son krizle birlikte toplam işsizlik, 2008 yılı sonunda yaklaşık 5 milyon kişi artarak, 33.7 milyona varmış durumda. 2007 yılı ile karşılaştırıldığında ise işsizlik erkeklerde yüzde 0,4 (5,9), kadınlarda ise yüzde 0,3 (6,3) artmış durumda. Aynı tabloda “Gelişmiş ekonomiler ve Avrupa Birliği” başlığı altında sunulan veriler ise 12 ILO, Global Employment Trends for Women, 2009 March. Güz | 2009 -

141


Kapitalizm ve Kadın Ücretli Emeği krizin etkisini daha görünür kılıyor. Bu sınıflandırmaya sokulan sanayileşmiş kapitalist ülkelerde işsizlik erkeklerde yüzde 5.5’ten 6.5’e çıkarken; kadınlarda 6.0’dan 6.8’e çıkıyor.13 (Elbette bu noktada kadınların işgücüne katılımın yüzde 52.6, buna karşılık erkeklerinkinin yüzde 77,5 olduğunu belirtmek gerekiyor.) Ancak krizin istihdam açısından etkilerine değinirken bu krizin finans sektöründe patlak verdiğini göz ardı etmemek gerekir. Son yıllarda en yüksek istihdam artışını sağlamış bu sektör, krizden öncelikle etkilenenlerden. Sektörün bir diğer özelliği ise, kadın istihdamının en yoğun olduğu sektörlerden biri olmasıdır. Dolayısıyla, bu sektördeki tahribatın öncelikle -ve görece olarak daha fazla- kadın istihdamını azaltacağı öngörüsünde bulunulabilir. Ancak ILO’nun raporunda vurguladığı şu gerçek de unutulmamalıdır: Kriz finans sektörü ile birlikte ve hatta bazı ülkelerde finans sektöründen de önce sanayiyi vurmaktadır ve istihdamın üçte ikisi ve daha fazlasını erkeklerin oluşturduğu bu sektörde, krizin istihdama etkisi erkekler için daha yakıcı olabilecektir. Elbette yine göreceli olarak. Öte yandan, toplumsal cinsiyet merceği altına alındığında sorumuz ya da sorunumuz, kadının mı erkeğin mi süreçten göreceli payı daha fazla alacağı değildir. Ekonomik kriz tüm sonuçlarıyla birlikte ele alındığında krizin esasında toplumsal bir kriz olduğu gerçeği ve hem kadın hem de kadının ücretli emeği açısından etkilerinin değerlendirilmesinin salt istihdam baz alınarak yapılamayacağı kesindir. Bu verilerse bir yansımayı betimlediği için önemlidir. Mesela, sektörel işsizlik artış eğilimleri açısından incelediğimiz kadın istihdam dağılımları tablosu bize en başta şunu söyler: Üretimde kadın ve erkek işleri ayrışması vardır. Kadın istihdam biçimleri dağılımı tablosuna baktığımızda ise, kadınların üçte birinin çoğunluğu tarımda olmak üzere ücretsiz aile işçisi olarak istihdam edildiğini görürüz. “Ücretsiz işçilik” kavramını, bunun hangi mantıkla istihdam verisi olarak kabul edildiğini sorgulamasak da tablo en azından bu gerçekliği yansıtır. Her nicelik bir niteliksel düzeye denk düşmektedir. Bu açıdan tüm veriler ataerkil kapitalist sistemin bir yansımasıdır. Kadın istihdamının göreli hareketi bu noktada önem kazanır. Arttığı durumlarda, kapitalizmin krizin etkilerini emme yöntemleri çerçevesinde ücretli kadın emeğinin dezavantajlı konumunun nasıl kullanıldığından ve pekiştirildiğinden bahsedildi, düştüğü durumlarda bu durumun da gerisine gidileceği ise aşikâr. Süreç kadın için her iki yönüyle de olumsuz görünüyor. Bu da haliyle işleyen biçimiyle “kadın istihdamı”nı sorgulamayı gerektiriyor. Kadın emeğinden anlaşılan ikincil, bağımlı ve ucuz emekken, kadın istihdamıyla sağlananın kadını özgürleştirici bir rol oynaması pek de mümkün gözükmüyor. Çünkü kalıcı ve dönüştürücü bir kadın istihdamı için gerek düzenlemeler (işyerlerinde kreş; ebeveyn izni; kadınların evdeki iş yükünü hafifletecek toplu yemekhane ve çamaşırhane gibi düzenlemeler vb.) yapılmadığı gibi, kazanılmış haklar da sistemli bir biçimde geri alınmaya çalışılıyor ve aynı zamanda kadının eşitsiz konumunu sağlamlaştıran zihniyet sürekli yeniden üretiliyor. Sonunda kurtarılan yine ve maalesef kapitalist sistem oluyor. Ağustos 2009

13 ILO, Global Employment Trends for Women, 2009 March.

142

Sosyalist Düşünce Dergisi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.