.
.
..
..
ISCI . . SOZU Bülten 1, Ocak 2018
“
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!
Bak beyim, sana iki çift lafım var... Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var... Binlerce kişi çalışıyor emrinde... Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak?.. Ama nasıl yakışmasın! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören?.. Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum... Sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi öğretmeye çalışıyorum. Hıh!.. Sen... Büyük patron, milyarder, fabrikalar sahibi Saim Bey!.. Sen mi büyüksün?.. Hayır! Ben büyüğüm! Ben, Yaşar Usta!.. Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç!.. Gözümde pul kadar bile değerin yok... Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi... Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız... Bizler birbirimizi seviyoruz... Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz... Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme! Dokunma çocuklarıma! Dokunma oğluma! Dokunma gelinime! Eğer onların kılına zarar gelirse, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun, vururum ve dönüp arkama bakmam bile!..
“
Münir Özkul’a saygıyla...
YAŞAR USTA’NIN SÖZÜ
B
SÖZ İŞÇİNİN
iz büyük bir aileyiz. Birbirimize parayla, pulla değil bağlılığımız. Kader ortaklarıyız biz. Sevinçlerimiz birbirine benzer, acılarımız, hüzünlerimiz, dertlerimiz... Büyük bir aileyiz. İşçi sınıfıyız... Sabahın alacasından, akşamın karanlığına dek çocuklarımız doysun diye çalışırız. Ömrümüz eve ekmek götürmenin kavgasıyla geçer. Davamız ekmek davasıdır... Ve bizim emeğimiz üzerinden patronlar her gece ziyafet sofraları
kurar... Ziyafetlerde gözümüz yok da... İnsanca yaşama davasıdır bizim davamız. Biz büyük bir aileyiz. Ve birbirimize kenetlendiğimizde yenemeyeceğimiz güç yoktur. Yeter ki birlik olalım... *** İşçi Sözü’nü yayına hazırlarken büyük oyuncu Münir Özkul’u kaybettik; ‘Yaşar Usta’mızı. Sinema tarihimizin en unutulmaz karakteri olması boşuna değildir. Bir patrona söylenebilecek en güzel sözü o söylemiştir çünkü. Yaşar Usta’nın sözü bizim de sözümüzdür...
Çıkış var mı?
T
ürkiye bir çıkmaza girdi. İktidarı gasp etmiş bir örgütlenme ile karşı karşıyayız. 7 Haziran 2016 seçimlerinde yenildiler, ülkenin dört yanında bombalar patlamaya başladı; hükümet kurma görevini AKP dışında bir partiye vermediler, seçimleri tekrar ettiler ve şaibeli 1 Kasım seçimiyle iktidarda kaldılar. Yine hileli bir referandumla ‘başkanlık’ sistemini getirdiler. Darbe girişimini bahane yapıp ‘padişahlık’ gibi bir rejim kurdular. Tepeden tırnağa kendilerine bağladıkları devletin gücünü kullanıyorlar. Yandaşlarını örgütlüyorlar. Silahlı gruplar kuruyorlar. Bir menfaat çarkı yarattılar. Halkın çoğunluğunu baskı altına alarak, o menfaat çarkını sürdürüyorlar. Dini kullanarak, dindar insanların gözünü boyuyorlar ama çikolata kutuları içinde dolaştırılan rüşvet paralarıyla kendilerine muazzam bir servet yarattılar. Emekçiler ağır sömürü altında. Genç işsizliği hiç olmadığı kadar büyük oranlara ulaştı. Gençler kendini çaresiz hissediyor. Yozlaşma yayılıyor. Uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık, gasp, cinayet, Türkiye tarihinin en üst seviyelerine ulaştı... Bu durumdan ‘normal’ yollarla çıkmamız mümkün değil. Yani iktidarı gasp etmiş olan menfaat örgütlenmesinin seçimlerle başımızdan gitmeyeceği ortada. Her seçime türlü hileler karıştırıyorlar, yetmediği zaman devletin de imkanlarını kullanarak, zorbalığı devreye sokuyorlar. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun başkanlık referandumu gecesi ‘silahlı gruplar’dan korkarak YSK’ya bile gidemediğini hatırlayalım. Çıkış sadece ve sadece işçi sınıfının ellerindedir. Hırsızların ve AKP devrinde servetlerini kat kat artıran patronların karşısına ancak örgütlü işçiler dikilebilir. ‘Metal Fırtına’yı hatırlayın! Patronların dizleri titremişti. Herkese heyheylenen Tayyip Erdoğan hiç sesini çıkaramadı. Son olarak ocaktan çıkmama eylemi yapan Zonguldaklı madencileri hatırlayın! İki gün içinde iktidara geri adım attırdılar. Bunlar sarı sendikacılara, inanılmaz baskılara rağmen gerçekleşti. Örgütlülüğün tüm işçi sınıfına yayıldığını, sendikaların temizlenip ayağa kalktığını, işçi sınıfının kendi partisini yarattığını düşünün... Her değeri üreten, yaratan emekçiler, ülkenin geleceğini pekala belirleyebilir. Memleketi ve dünyayı ancak örgütlenmiş işçi sınıfı kurtarabilir. İşçi Sözü bu büyük davaya katkıda bulunmak için yayınlanıyor. Gerekirse iğneyle kuyu kazarak işçi sınıfı iktidarı hedefine doğru ilerleyeceğiz.
Yalan:
Gerçek:
Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz. TC Anayasası 51. madde
Çankırı’da faaliyet gösteren Türk Japon ortaklığında kurulan Sumitomo lastik fabrikasında işçiler patronun istemediği DİSK/Lastik-İş’e üye oldukları için baskı ve tehdide maruz kaldı, ardından süreci yürüten işçilerden 8’i işten kovuldu. İşçiler, atılan arkadaşlarına sahip çıkmak ve sendika hakkı için bir dizi eylem ve etkinlik gerçekleştirdi. Patron, işçileri performans düşüklüğü gerekçesi ile çıkardığını iddia etse de, işçilerin ve sendikanın aktarımı bunun tam ters yönünde. Yaklaşık 1400 çalışanı olan fabrikada Lastik-İş 900 işçiyi sendikaya üye yapıp yetkiyi kazanmıştı. İşçilerin yetki sürecinin ardından kovulması patronun niyetini açıkça gösteriyordu...
Patron kendi hukukunu bile tanımıyor
A
slında Sumitomo’daki baskılar yetkinin belirlenmesinden önce başlamış, işçiler ve aileleri sendikaya üye olmamaları hususunda ustabaşı, vardiya amiri, insan kaynakları, mahalle muhtarları ve düzen siyasilerince defalarca uyarılmıştı. Her bir patron gibi Sumitomo patronları da işçilerin birliğini, örgütlülüğünü istemiyor. Eğer aksi söz konusu ise patron niye yetki sürecine itiraz davası açtı? Uluslararası sözleşmelerin ve TC Anayasası’nın bir hak olarak gördüğü sendikalaşma hakkına niye karşı duruyor? Peki, Çalışma ve Sosyal Güvenliği Bakanlığı ve anayasayı uygulamakla görevli cumhuriyet savcıları ne yapıyor? Aleni olarak tüm Çankırılıların önünde suç işleniyor. Anayasal olarak güvence altına alınmış sendika hakkına izin vermeyen patronlara karşı bir soruşturma var mı? İşçinin devleti mi yoksa Japon sermayeli patron devletinde mi yaşıyoruz. Üstelik ilin valisi ve garnizon komutanı her şeyin farkında olarak işçilerden eylemi fabrika önünden sendika binasına taşımaya ikna etmede başarılı olurken, işçilere
sendika değiştirmemek koşulu ile hiçbir işçinin işten atılmayacağı garantisi veriyor alenen anayasal bir hak olan sendika değiştirme hakkını ihlal edilmesine göz yumuyor. Sadece Sumitomo mu? Tabii ki hayır. Sendikalaştıkları için işlerinden kovulan ve direnişte olan yüzlerce kardeşimiz var...
İktidar patronun hizmetinde
D
İSK/Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan 88 POSCO-ASSAN işçisi iki aya aşkın direnişlerini fabrika önünden yürüyüşe çevirdi, başlarına gelenleri hep birlikte gördük: Kolluk kuvvetleri yine işçiye saldırmakla görevlendirildi. İşçilerle beraber Birleşik Metal-İş yöneticileri de polisin saldırısından nasibini aldı. Bu işyerinde patron bırakın sendika değiştirmeyi sendikalı olma hakkını bile tanımıyor. Hadımköy’de bulunan AKKİM işçisi Petrol İş sendikasına üye oldukları için işten atılan 20 arkadaşları için 1 Ağustos’tan beri fabrika önündeki eylemlerini sürdürüyor. KOD-A, Babacanlar Kargo ve DHL Kargo’da da benzer şekilde direnişler sürüyor... Önemli bir konu da şu: Sendikaların çoğu yozlaşmış, bürokratikleşmiş olduğu için sendikalardan uzak durma eğilimi var. Sendika bürokratlarını, onların yönetimlerini,
2
yöntemlerini eleştirebiliriz lakin sendikaları değiştirmek de bizim elimizde. İşçinin örgütlülüğü önceliklidir; işçilerin söz ve karar hakkına sahip olduğu sendikalar için mücadele ancak örgütlü olunca verilir. Sendikalar işçinindir. Sendika hakkını sonuna kadar savunacak, her iş yerine mutlaka sendikayı sokacağız. Aksi, taşeronlaşma, güvencesiz ve kölece çalışmaya teslim olmak anlamına gelir.
İŞÇİ SINIFI VE DEVRİMCİ HAREKET
İşçiler ve Sol... Ne yapmalı?..
T
OHAL sermaye için!
OHAL’i, grev olmasın, işçiler sendikalaşamasın diye uzattıklarını açıkça söylüyorlar. Direnişe geçen işçileri ise, son çıkan KHK ile ‘darbeci’ ilan edip silahlı adamlarını mücadeleci işçilerin üzerine salmayacaklarının garantisi yok!
T
ayyip Erdoğan patronlara hitap ederken açıkça söylemişti: “Biz OHAL’i grev olmasın diye ilan ettik!..” Gerçekten de öyle. “Fethullahçılara karşı” ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) uygulaması en çok emekçilere karşı kullanılıyor. Öyle ki, AKP ileri gelenlerinin zengin Fethullahçı damatları, akrabaları birer birer hapisten salınırken; Fethullahçı olduğu bilinen polis müdürleri, bürokratlar iktidara biat edip serbest kalıyor. Ama yasal hakkımız olan grevler yasaklanıyor, sendikalaşmamız engelleniyor, patronlara karşı başlattığımız direnişlere polis saldırıyor. Hatta Fethullahçıları “kamudan temizlemek” adına çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile solcular kamu görevlerinden atılıyor. Her yere yandaşlar dolduruluyor, OHAL’den yandaşlar yararlanıyor... OHAL sağlığa zararlı Öyle ki, doğayı mahvedecek ve mahkemelerce durdurulan ihaleler OHAL sayesinde, mahkeme kararları hiçe sayılarak, polis-jandarma eşliğinde uygulamaya konuyor. Bundan AKP’li müteahhitler fayda sağlıyor. İktidar, OHAL ve KHK’larla, neredeyse birbuçuk senedir dilediği gibi at koşturuyor. Hiçbir yasaya uymak zorunda değiller. Ülkeyi
yağmalıyorlar, doğayı mahvediyorlar, sesini çıkaranı hapse atıyorlar... İşçi hakkını aradığında karşısına polisi, jandarmayı dikiyorlar... İşçi sınıfının tavrı Sermaye bir sınıf olarak kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi beceriyor. İktidar da sermayenin hizmetinde. Kendi içlerinde ne kadar ‘kavgalı’ görünseler de, onların ‘kavga’ları uzlaşmaz değil. Bir grev tehdidinde hemen tek vücut olabiliyorlar. İşçi sınıfı ise birlik olmayı başaramıyor. Sınıfımız bölünmüş, dağınık, örgütsüz vaziyette. Dindar olanlarla olmayanlar, mezhebi farklı olanlar, farklı etnik kökenlerden gelenler diye birbirimizden ayrılıyoruz. Siz hiç patronların bu şekilde bölünerek, biri grevleri desteklerken diğerinin grevlere karşı çıktığını gördünüz mü? İşçi sınıfının birlik olması, ilk iş olarak da patronlara hizmet eden iktidara ve onun OHAL’ine dur demesi şarttır. Buradan başlamalıyız. Kanunsuzluğu meşrulaştıran, zaten bir kırık olan hukuku da ortadan kaldıran OHAL/KHK düzeni sona erdirilmelidir. İşçi sınıfımız tüm ülkeye adaleti hakim kılmak için sorumluluk almalıdır. Adalet kavgasının kilit noktası, işçi sınıfının sendikal örgütlenme ve grev hakkıdır.
ürkiye’de sol hareket çok uzun bir zamandır sınıf zeminini kaybetti. Sadece bir dönemin işçi-emekçi ağırlıklı sol hareketlerinden ya da partilerinden söz etmiyoruz; kent yoksullarına ya da kısmen köylülere dayanan sol hareketlerde de benzer bir durum söz konusu. Onlar da sınıf zeminlerini yitirdi. Türkiye’deki sol parti ve gruplar, artık ağırlığını gençlerin oluşturduğu, kent merkezlerindeki ‘yaşam alanları’na sıkışmış, yarı-aydın çevreler haline küçülmüş durumda. Bu anlamıyla Türkiye solunun kültürel bir varoluşa sıkıştığını söyleyebiliriz. İşçi sınıfı içinde, küçük de olsa bir yer tutamayan, ‘kültürel solculuk’ cenderesine sıkışan solun herhangi bir ‘yaptırım gücü’ kalmadı. Yani sol, sendikalara hakim değil, grev örgütleyemiyor, yer yer rol aldığı işçi direnişlerine ise, mücadelenin dengelerini kollamayan tutumuyla ve ‘reklamcılık’ hevesiyle faydadan çok zarar veriyor... Grev gücü olmayan bir solun, yaptırım gücü yoktur. Yaptırım gücü olmayanın ise, cılız bir protestoculuk hali ile, büyük güçlerin yedeği olma hali arasında salınıp durması kaçınılmazdır. Kimi zaman AKP’nin, kimi zaman CHP’nin, kimi zaman ise PKK’nin vitrinine oturttuğu sözde ‘sol’ figürlere rastlıyor oluşumuz bundandır. Hiçbiri işçi sınıfının parçası değildir; kendini işçi sınıfının tarihsel mücadelesine yabancı vitrinlerde sergileyen, kendinden menkul bir ‘solculuk’ hali gelişmiştir. Acıdır ama durum tam olarak budur. Sınıf çıpası olmayan, her yere savrulur. Geçmişte AKP’nin vitrine koyduğu ‘Yetmez Ama Evet’ amigolarının yerine, bugün onların tam zıddı olan Perinçekgillerin oturmuş olması tarihin acı bir cilvesi değil, sınıfsız solculuk halinin bir sonucudur. Bir bütün olarak Türkiye solunun kimlik siyasetine hapsolması da aynı sınıfsız solculuk halinden kaynaklanmaktadır. Öyle ki, ‘komünistlik’ bile bir kimliğe dönüşmüştür ve o ‘komünist’ kimliği işçilerden bağımsız, işçi sınıfının üzerinde, havada asılı bir balon gibi uçuşmaktadır. Oysa Devrimci Marksist hareketin tarihsel hedefi, işçi sınıfının iktidarı fethidir. Devrimci parti, kendisini işçi sınıfının bir parçası olarak örgütlemekle, işçilerin iktidar organlarının yaratılmasına öncülük etmekle yükümlüdür. Eğer sol devrimcilik Türkiye’de yeniden tarihsel bir önem kazanacaksa, bu ancak işçi sınıfının bir parçası haline gelmesiyle başarılacaktır. Solun etkinleşmesinin başkaca, ‘kestirme’ bir yolu yoktur. İşçi sınıfı içinde örgütlenen, işçilerin dertlerini kendi derdi olarak sırtlayan, kendini işçi sınıfının bir parçası olarak inşa eden yeni bir sol devrimcilik anlayışı yerleşmelidir. Hepimizi meşakkatli bir süreç beklemektedir. 3
Kimi şirketler kârlarını bir sene içinde yüzde 200’ün üzerinde artırdı. Ama konu işçiye maaş zammı vermeye gelince kârdan bahseden yok! Ve ilk krizde, bu ettikleri kârları unutup yine tensikata gidecekler...
Patronlar kârı niye paylaşmıyor? M
etal işkolunda grup sözleşmesi ve asgari ücret için zam görüşmeleri başladı. Birkaç ufak restleşmenin ardından TÜİK’in acayip şekilde belirlediği resmi enflasyon rakamları ya da birkaç puan üzerinde bir oranda anlaşılacak. Bu fazla oran siyasi iktidarın bir lütfu olarak pazarlanacak. Bu komediye her sene ağustos ayında kamu sendikaları ile hükümet arasında ve Aralık ayında göstermelik asgari ücret komisyonunun yaptığı görüşmelerden biliyoruz. Bu yıl Türk-İş asgari ücret için açlık sınırı olan 1.893 lirayı kabul edeceğini açıkladı. Hükümetten ise yanıt başbakan tarafından verildi. “Hiçbir zaman çalışanımızı enflasyon oranını altında zamma teslim etmedik” derken yeni ‘Çalışma Bakanı’mız asgari ücretin yıllar içinde ne kadar arttığından bahsetti, sanki harcamalar yerinde duruyormuş gibi... Komik... MESS OHAL’e güveniyor Metal işkolunun patronlarının temsilcisi (MESS) ise OHAL’e de güvenerek 1 Aralıkta yapılan grup görüşmelerinde 6 aylık dönemi kapsayacak bir şekilde gerçekleşen enflasyon oranında zam yapmayı (yüzde 3,2) teklif etti. Her toplu görüşme ve asgari ücret belirlenme döneminde fedakarlık lafı ağızlardan düşmez. Hem patron hem siyasi iktidar işçiden fedakârlık yapmasını ister. Ülkeyi felaket eşiğine getiren işçiler olmadığına göre bu fedakârlığın işçilerden beklenmesi tabii ki siyasi iktidarın tercihidir. Ama gerçek öyle mi? Kimi şirketler
4
borsada işlem görmekte ve bu nedenle bilançolarını açıklamak durumundalar. Metal grup sözleşmesine dâhil otomotivin önde gelen şirketlerinden Ford Otasan 2017 ilk dokuz ayında 979,86 milyon TL kâr etmiş. Geçen yıla göre yüzde 54 kâr artışı! Şimdi Ford Otosan’da çalışan emekçi arkadaşımız yüzde 54 zam talep ederek Koç ile pazarlığa tutuşabilir mi? Ya da asgari ücretle güvenlik görevlisi ve banko memuru çalıştıran Akbank. 4514,85 milyon TL net kâr ile yüzde 28 kâr artışı elde etmiş! Goodyear işçisi yüzde 100 zam talep etse patron ne yapardı? Huzuru bozmaktan işçileri kovar mıydı? Şirket geçen yıla göre yüzde 232 kâr etmiş. 12 saati aşan mesai ile çalışan BİM işçileri kardeşlerimiz… Ya siz? Sizde sendika da yok. Ama patronunuz kârını yüzde 34 artırmış! Rakamları görmek isteyen herhangi bir yatırımcı, kuruluşun web sayfasından bu rakamlara ulaşabilir. Talebimiz nettir. Fedakârlık yapacak olan varsa bu patronlar olmalıdır, bizler değil. Bizim gelir ve
giderlerimiz hiç kimse için sır değil. Daha maaşımızı almadan vergimizi peşin ödüyoruz. Vergi kaçırma, vergi indiriminden yararlanma harcamalarımızı masraf gösterme gibi bir ayrıcalığımız yok. Ama emeğimiz sayesinde zenginleşen patronların ve işletmelerinin gelir giderleri harcamaları sır, ticari sırdır. Koruma ve kollama altındadır. Bu nedenle toplu sözleşmelerde yüzdelik ücret zam talebi aldatıcıdır. 1404 TL asgari ücretle çalışan ile 10 bin TL alan şirket müdürü vb. aynı oranda zam alması ne kadar adildir? (70 TL ve 500 TL yüzde 5 oranında zam düşünüldüğünde). Pazarlıktan önce defterleri kontrol etmek gerekir: Kim ne kadar alıyor? Nereye ne harcanıyor? Bakalım işçilere kaynak var mı, yok mu? Emekçilerden fedakarlık talebinde bulunanlar her şeyden önce kendi muhasebe defterlerini ya da harcama kalemlerini açarak işe başlasınlar. O zaman gerçek pazarlık zemini oluşacaktır...
EMEKÇİNİN GÜNDEMİ
İşçiyi sevmiyorsanız işi bırakın! Torunlarınızı sevin...
N
ihayet asgari ücret açıklandı. Türk İş Başkanı Ergün Atalay; açlık sınırı olarak belirlenen net 1893 lira teklifinde bulunmuştu. İyimser bir beklenti yaratsa da sonuç başkanın istediği gibi olmadı. 1603 lira olarak açıklandı. Ama başkan Ergün Atalay sonrasında öyle bir açıklama yaptı ki ne işçiye ne de hükümete yaranabildi. Sendika Başkanı, “Yapacak bir şey yok” dedi, topu taca attı. “Asgari ücret kabul edilebilir değil ama hayırlı olsun demekten başka bir şey yapamayız.” Yapacak bir şeyiniz yoksa, kabul edilebilir de değilse istifa edin, ayrıcalıklarınızı bırakın ve sevdikleriniz ile vakit geçirin. Mücadele kaçkını tutumunuza bakılırsa işçileri ve onların haklarını savunmaktan zevk almadığınız belli. Peki, Cumhurbaşkanı ne diyor asgari ücreti beğenmeyenlere? “Dün açıklanan asgari ücreti beyefendiler beğenmiyor. Şimdi ben milletime söylüyorum, 2002 yılında hükümete geldiğimizde asgari ücret 184 liraydı. Biz bunu geçen yıl 1404’e çıkarmıştık. Şimdi ise 14,3 artışla 1603 liraya çıktı. Eline diline dursun ya, nereden nereye!” Rahatsızlığı gidermek için devreye Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu devreye girdi ve utanmadan kameralar önünde asgari ücretli işçinin 42 maaşı ile araba alacağını söyledi. 42 maaş tam 3,5 yıl 1277 gün yapıyor. Tıpkı, “Tuvalet ücreti 1 milyondu, şimdi ülkeyi nereden nereye getirdik” açıklaması gibi. Peki, başbakan yardımcısı Hakan Çavuşoğlu aldığı maaşın 9,5 asgari ücret ettiğini biliyor mu? Kendisinin aynı arabayı almak için aç susuz kaç ay beklemesi gerekiyor? Ama suç bizde! Biz konuşturuyoruz bunları başımızda. Asgari ücret öncesinde her şeye laf yetiştiren bizler, asgari ücreti gündeme taşımak için öncesinde bir araya gelip kampanya yapamadığımız, yapmaya çalışanlara yüz vermediğimiz için. Sonrasında konuşmak haliyle kolay. Bir diğer müjde ise taşeron işçi yasası idi. KHK’sı diyelim. Tartışmaları işçinin gözünden kulağından tepkisinden kaçırmak için KHK ile düzenleme yoluna gidildi. Hayırlı olsun diyelim. Ama yetmez. Anlamadığımız bir iki şey var... Bİr: İşçinin taşeronda çalıştırıldığı döneme ilişkin açmış olduğu dava ve/veya icra takiplerinden feragat etmesi. İki: İşçinin kadroya alınması karşılığında geçmişe dönük bir hak ve alacak talebinde bulunmayacağını beyan etmesi... Şimdi bu düzenleme kime yarıyor? Ya da, hepimizin bildiğini hükümet saklamıyor. Sizin değil patronunuzun yani kendi deyimleri ile alt işverenlerinizin yanındayız. 2 Ocak itibari ile başvurular başladı. Neyse taşeron şovu sürerken yalpalamalar da geliyor. Hasta kızın ceplerine para sokmaya çalıştıkları gibi nankörlükle de suçlandık. “Ne kadrosu yahu çalışıyorsunuz işte!..” ‘Beyefendi’ olduk ama ‘elimize dilimize’ dursun! Ellerimiz kavuşsun birleşsin, dilimizde taleplerimiz yankılansın. Yeni yılda yeni bir dünyayı kuralım. Yıkalım bu köhne düzeni, yok edelim insanın insana kulluğunu!..
Elinize dilinize dursun! Son 10 yılda en alttaki yüzde 50 yoksullaşırken, patronlar ve yandaşlardan oluşan en tepedeki yüzde 1’lik “mutlu azınlığın” milli gelirden aldığı pay yüzde 35 artmış!
T
ürkiye gelir dağılımı adaletsizliğinde dünya şampiyonluğuna doğru adım adım ilerliyor. Evet, tüm dünyada en zenginlerle en yoksullar arasındaki uçurum açılıyor ama Türkiye bu uçurumun en büyük olduğu ülkelerin başında geliyor. OECD ülkeleri içinde Şili ve Meksika’dan sonra gelir dağılımının en adaletsiz olduğu ülke Türkiye. Ve AKP iktidarı altında yoksullar daha yoksul, zenginler daha zengin olmaya devam ediyor. Sabah akşam dini kullanan nutuklarıyla televizyon ekranlarında gördüğümüz Tayyip Erdoğan asgari ücret için “Elinize dilinize dursun” diyor ama Saray’ının günlük masrafı her geçen gün artıyor.
KaçAk Saray para emiyor! Atatürk Orman Çiftliği’nden yapılan arsa tahsisatındaki usulsüzlük, büyüklüğü, lüks ve şatafatı tartışma konusu olan Beştepe’deki KaçAk Saray harcama rekorları kırıyor. 2015’te 471 milyon 929 bin lira olan yıllık harcama, 2016’da yaklaşık 3 katına çıkarak 1 milyar 292 milyon lira oldu. 2017 harcamalarının bu rakamı da aşması bekleniyor! Proje bedeli resmen 1 milyar 370 milyon TL olarak açıklanan Saray’ın 2016’da neredeyse yapım maliyeti kadar harcaması dikkat çekti. Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz yılki ödeneği 591 bin liraydı. Dünyada en çok kazanan 7. cumhurbaşkanı Erdoğan. 2016 yılı Cumhurbaşkanlığı personel giderleri 88.4 milyon lira! KaçAk Saray’ın 440 milyonluk taşıt, 393.5 milyonluk arazi ve arsa, 107.5 milyonluk demirbaş, 22.7 milyonluk da tesis, makine ve cihazı bulunuyor. KaçAk Saray, 2016’da 136.5 milyon liralık mal ve hizmet alımı yaptı. Gösterişli toplantıların yapıldığı KaçAk Saray, temsil ve tanıtma giderlerine 31 milyon lira harcadı! 5
İRAN VE TÜRKİYE: 100 yıl sonra ‘Kahrolsun isdibdat, yaşasın hürriyet!’
O AKP iktidarının rant uğruna yarattığı neoliberal tahribat her geçen gün büyürken, İran’da patlak veren ve sınıfsal sebeplerden doğan isyan, gündemi meşgul etmeye devam ediyor. İran ve Türkiye yaşadıkları tarihsel dönüşümler ele alındığında birbirine çok benzer süreçlerden geçmiş iki ülke. Örneğin 100 yıl önceyi ele aldığımızda gördüğümüz tablodan başlamak ve bugüne uzanmak coğrafyamızda emperyalizm, işçi sınıfı, devrim sorunlarına dair ışık tutabilir...
6
rtadoğu 19. Yüzyıl’da büyük bir değişime gebeydi. İran ve Türkiye’deki hanedanlar ülkelerini eski ‘kudret’leriyle yönetemiyordu. En başta karşılaşılan sorun Avrupa’nın 19. Yüzyıl’da emperyalizme varacak olan sermaye birikiminin ihtiyaçlarıydı. Bu birikimi çoğaltmanın yolu Türkiye, İran ve Çin gibi kapitalizme daha geçiş yapamamış ve ekonomik olarak zenginliklerini Avrupa’daki gibi üretime ve sanayi gelişimine dönüştüremeyen geri coğrafyaları sömürmekti. İran ve Türkiye hâlâ büyük ölçüde topraktan alınan vergilere, feodal nitelikteki ekonomiden gelen gelirlere bağlıydı. Bu gelirler ise yetersizdi, ekonomide Batı’dan gelen basınç giderek merkezi otoritelerini sarsıyordu; Batılı devletlerin tehditlerine karşı çıkabilecek askeri ve bürokratik modernleşme programlarını finanse edemez hale geliyorlardı. Hindistan gibi işgale uğramak da mümkündü fakat bu üç ülke İngiltere, Fransa, Rusya gibi üç büyük devletin birbirlerine bu topraklar üzerinde fırsat vermeme çabası yüzünden bir şekilde yarı bağımsız, yarı sömürge kalmaya devam
ediyordu. Lenin 1920’de dünya devrimin partisi Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde yaptığı konuşmada tam bu durumu vurguluyordu: “Emperyalizmin ayırdedici özelliği, bütün dünyanın, gördüğümüz gibi şu anda püyük sayıda ezilen halklarla muazzam servetleri ve büyük bir askeri gücü elinde bulunduran küçük sayıda ezen halklara bölünmüş olmasıdır. Eğer dünya nüfusunu bir milyar yediyüzelli milyon olarak tahmin edersek, bunun, bir milyarın üzerinde, yaklaşık olarak bir milyar ikiyüzelli milyonu, yani dünya nüfusunun aşağıyukarı yüzde 70’i, ya doğrudan doğruya sömürge bağımlılığı düzenine bağımlı kılınmış, ya İran, Türkiye, Çin gibi yarı-sömürge durumunda olan, ya da büyük bir emperyalist devletin ordusuna yenilerek bir barış antlaşması gereğince bağımlı durumda tutulan ezilen halklardandır.” Merkezi otoritelerini ülkelerinin çıkarları için değil, kendi saray egemenlikleri için kurmaya çalışan ama saraylarının artan masraflarını
ödeyemeyen padişahlar ve şahların durumu ise gülünçtü. Örneğin Osmanlı’da hâlâ Batı’nın ticari ayrıcalıkları baskın biçimde devam ediyordu ve Osmanlı 1856’da Galata’daki bankerleri es geçerek ilk defa doğrudan Batı’dan borç almaya başlamıştı. Bu borçlar devlet bütçesi her açık verdiğinde başvurulan bir yöntem haline gelmişti. Örneğin Sultan Abdülaziz’in pahalı köşk yaptırma merakı yüzünden borçlanma artmıştı. İran tarihinde isyan İran’da ise benzer bir süreç dış ticaret tekellerindeki hakların yabancılara satışı yoluyla gerçekleşiyordu. Örneğin İran şahı Nasreddin, sarayın masrafları için tütün tekelinin haklarını yabancılara satışa çıkarınca 1891’de çarşı esnafı ve ulemadan oluşan halk ayaklanmıştı. 1906’da İran’da bu durum bir kere daha büyük bir halk isyanına yol açtı. Nasreddin Şah’ın oğlu Muzaffereddin Şah İran’da bulunan petrolün ciddi bir payını saray masraflarını karşılamak için nakit karşılığı İngilizlere verince isyan patladı. Çarşı esnafı, modern bürokrasi ve iktidar kastının dışındaki
İran’daki isyanı Amerika ve İsrail mi kışkırtıyor?
N
eredeyse 40 yıldır gerici mollaların istibdadı altında yaşayan İran’da, baskılara, yolsuzluklara ve gelir dağılımı adaletsizliğine karşı, yoksulluğa karşı ayaklanan halkı ABD ve İsrail’in kışkırttığına dair bir tartışma başladı. ‘Kışkırtma’ teorisini öne sürenler, kaçınılmaz olarak, İran halkının bu kışkırtmaya ‘uymaması’, evlerine gidip oturması gerektiğini savunuyordu. Bir kere, hemen belirtmek gerekir: Dünyada tek bir olay yoktur ki emperyalizm ondan fayda sağlamaya çalışmasın. ABD ve onun dünyadaki baş müttefiki İsrail’in İran’daki molla rejimiyle arasının hiç de iyi olmadığını, dahası emperyalist şirketlerin İran petrollerine ve doğal gazına nicedir göz diktiğini cümle alem biliyor. İran’daki rejimin sallantıya girmesi, emperyalist şirketlerin ve dünya emperyalist egemenliğinin baş temsilcisi ABD’nin ellerini ovuşturmasına yol açacaktı elbette. Peki, sırf emperyalistler bu işten menfaat sağlayabilir diye, İran’da sokağa çıkan ve hayatları pahasına, çıplak elleriyle gerici molla rejimine karşı isyan eden yüz binlerce emekçi ve yoksul insanı ‘emperyalizm yanlısı’ ilan edip, “Evlerinize dönün” mü diyeceğiz? (Hoş, biz öyle desek bile kaç yazar? O laflar gevezelikten öteye geçmez...)
ulema bir araya gelerek Anayasa ilan etti ve halk meclisi Şah’ın tekelinde olan pek çok yetkiyi kendi üstünde topladı. 1908’de ise Osmanlı kaynıyordu. İran’da girişlen anayasalcı devrimin başarısı ilham olmaya devam ederken, Padişah İkinci Abdülhamit’in istibdat rejimi son günlerini yaşıyordu. Abdülhamit bir yandan Batılı güçler tarafından parçalanan imparatorluktaki ulusların isyanıyla, diğer yandan modernleştirmeci programın askerler, doktorlar ve bürokrasi içinde yarattığı özgürlükçü, devrimci görüşlerle boğuşuyordu. Dış politikası Batılı güçleri birbirine düşürerek ama her seferinde büyük imtiyazlar vererek kurtulma olarak özetlenebilecek Abdülhamit, içeride ise İslamcılık düşüncesini pompalayarak ve siyasi polisin baskısına dayalı istibdat rejimiyle ayakta durmaya çalışıyordu. 1908’de ise artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, halk vilayetlerde vergilere karşı bir süredir isyan ederken, Reval’de Rusya ve İngiltere’nin Osmanlı’yı paylaşmak için anlaştığı iddialarıyla ülke çalkalanıyordu. Makedonya’da ve Anadolu’da komitacı faaliyetler Türk, Ermeni, Bulgar devrimcilerince bir süreden beri çoğaltılmıştı. En son İstanbul’a sıçrayan kitlesel eylemler Abdülhamit’i Meclis’i yeniden açmaya
Dünyanın dört bir tarafında iktidarların yolsuzluklarına, adaletsizliklerine karşı yükselen bütün isyanlar meşrudur. “Emperyalizmin parmağı” gibi bahanelerle, gerici rejimleri savunmak bizim işimiz değildir. Öte yandan, son dönemde dünyanın dört bir yanında meydana gelen isyanların tamamında, ülkemizdeki 2013 Haziran Ayaklanması’nda da, görülen çok önemli bir zayıflık söz konusudur: İsyanlarda devrimci bir işçi sınıfı liderliği yoktur. Bu nedenle, yoksul halkın sokaklara dökülmesiyle başlayan, gencecik emekçilerin hayatları pahasına gerici rejimleri sarsan, kimi zaman da deviren her isyan, hakim sınıf olan patron sınıfı lehine düzenin yeniden tesis edilmesiyle sonuçlanıyor. O halde, şu ya da bu ayaklanmaya, “Emperyalizmin işine gelebilir” diye karşı çıkmak yerine, bütün dünyada devrimci işçi sınıfı partilerinin yaratılması için mücadele etmek ve isyanlarda işçi sınıfını iktidara taşıyacak devrimci programı öne çıkarmak zorundayız. Komünist Manifesto’dan bu yana önemini hiç yitirmeyen, hatta her geçen gün çok daha büyük bir ihtiyaç haline gelen “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” şiarının gerçek anlamı, bu zorunlulukta ifadesini bulmaktadır...
zorladı ve Osmanlı yeniden meşrutiyet rejimine kavuştu. 100 yıl sonra yeniden devrim O günlerden bugüne köprünün altından o çok sular aktı tabii. En başta kendi tahtlarının çıkarlarından başka bir şeyi savunmayan ve halkının Batılılar tarafından sömürülmesinde tekel olarak kalmak isteyen monarşiler Türkiye ve İran’da farklı tarihlerde kovuldu. İki ülke de farklı tarihlerde bağımsızlıkçı liderler tarafından yönetildi, örneğin Türkiye’de Mustafa Kemal Türk burjuvazisini yaratırken, onun çağdaşı Rıza Şah modernleşme programını hızlandırdı ve bir başka İran lideri Musaddık ülkesinin bağımsızlığı için emperyalizme kafa tuttu. İran 1979’da devrim yaşadı; İslamcılar, sosyalistler ve liberaller el ele Şah rejimini devirdi. İran’daki iktidar mücadelesinde pasif konumda kalan sosyalistleri kolayca ekarte eden İslamcılar iktidara oturdu. O günden bugüne Ayetullahlar İran ekonomisini kontrol eden güç olarak Şah dönemi burjuvazisinin yerini aldılar ve giderek zenginleştiler. İran’da rejimin emperyalizmle olan çelişkileri ve İsrail karşıtlığı ona kendine özgü bir renk verse de bugün İran halkının sokaklarda haykırdığı fakirlik ve rejimi doğrudan hedef alması mollaların sömürü düzeninin emperyalist sömürüden çok da farklı olmadığını ortaya koymakta.
Türkiye ise 2002’den beri AKP tarafından yönetilse bile esas kırılma 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle yaşanmıştı. Türkiye’de işçi sınıfı hareketi ve sol ezilirken, neoliberal dönüşümler askeri cunta, ANAP, 90 dönemi koalisyonlarıyla beraber devam etti. Eğitimde ve bürokraside gerici kadrolar giderek yerleşirken, 2002’de AKP tüm bu gerici birikimin üzerine oturarak iktidara ABD emperyalizminin onayıyla geldi. AKP zamanla kendi çıkarları için belli uluslararası dolandırıcılıklar yaptı ve Ortadoğu’da kendi nüfuz alanını zorladı, bu emperyalizmle olan gerginliği arttırdı. 2002’den 2018’e kadar süren tabloya baktığımızda ama bir şey değişmedi, halkın artan fakirliği, işçi sınıfının gasp edilen hakları ve artan sömürü. ‘Dış mihraklar’! Bugün iki ülke de görece emperyalizme kafa tutar gibi gözüken İslamcılar tarafından yönetilse dahi gerçeklik değişmiyor, sömürücü sınıfları temsil eden islamcı kesim kapitalist sömürüyü sürdürmeye devam ediyor ve halkın isyanını adice bir propaganda yoluyla ‘dış mihrakların’ işi olarak açıklamaya çalışıyor. Gezi’de yaşanan buydu, bugün İran’da da Ayetullah Hamaney’in sokaktaki halka ‘dış güçlerin işi’ demesinin arkasında bu var. Öyleyse Bolşevik disiplininden gelen bizlerin 100 yıl önceden gelen ve bugün hala geçerli olan vereceği yanıt açık: İşçi sınıfı her zaman haklıdır, kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet! 7
Otellerde kuraldır: İş ne zaman biterse o zaman çıkarsın!
H
BEŞ YILDIZLI SÖMÜRÜ
er bültenimizde işçi arkadaşlarımızla söyleşilere için bir yerden bir yere gitmek vakit alan bir şey. Örneğin yer vereceğiz. Farklı sektörlerde çalışan emekçiler çalıştığınız alandan yemekhaneye gitmeniz minimum 5 birbirlerinin yaşam ve çalışma koşullarını anlamalı, dakika; yemek sırası, yemeği almanız vs derken 5 dakikanız sorunları paylaşmalı diye düşünüyoruz. da böyle geçiyor ve 20 dakika içinde yemeği bitirip çalışma Bu sayıda, otelde çalışan genç bir arkadaşımız alanına dönmeniz bekleniyor sizden. Bazen yemeği sorularımızı yanıtladı... bitiremeden ya da doymadan çalışma alanına dönmek Ne kadar zamandır bu işte çalışıyorsun? zorunda kalıyoruz. Çünkü eve gönderilme ve ücretinizin Yaklaşık 5 aydır otellerde garson olarak çalışıyorum. ödenmeme tehdidi aklınızın bir ucunda hep. Aynı durum Taşeron olarak elbette ki... ihtiyaç molası için de geçerli elbette. Çalışma esnasında Günde kaç saat ve haftada kaç gün çalışıyorsun? dinlenmenize kesinlikle izin verilmiyor, sizden sürekli Öğrenci olduğum için dersimin olmadığı günlerde yani misafirlerle ilgilenmenizi istiyorlar, örneğin misafirlerin genelde haftanın 4 günü çalışıyorum; yoğun taleplere görmeyeceği bir yerde birkaç saniye sırtınızı dayamanız size göre bazen ani olarak çağırılabiliyoruz. Dersimin olduğu azar ve diğer çalışanlar önünde küçük düşürülme olarak günlerde bile derslerden çıkar çıkmaz işe gittiğim zamanlar geri dönüyor. Sizden asla boş durmamanızı bekliyorlar. oluyor. Günlük çalışma saati ise en az Verdikleri üç kuruş ücretin karşılığı Beş yıldızlı otellerde ziyafetler 10 saat oluyor, bazen bu 12 saate kadar olarak sizden bunu isteme hakları verilir ya, işte o ziyafetlerde hizmet çıkabiliyor; otellerde kuraldır: “İş ne olduğu düşünüyorlar: Diyelim ki eden işçiler, 12 saat boyunca bir yere zaman biterse o zaman çıkarsınız!” çalıştığınız gün bir düğün ya da bir yaslanmasına bile izin verilmeden Fazla mesaiye sık kalıyor musun, şirketin bilmem kaçıncı yıldönümünün çalıştırılan modern kölelerdir. ücreti ödeniyor mu? Zorla fazla mesai kutlaması var ve gece sonunda bu düğün Ve onların yemekleri, ‘dışarıdan’, yapmaya itiliyor musun? ve kutlama bittikten sonra bile sizi taşerondan getirilir... Otellerde mesaisiz gün kavramı yok çalıştırmaya devam ediyorlar. Hizmet neredeyse. Normal çalışma saatiniz 8 saat ama oteller safhası bittikten sonra sizi depo kısmına alıp tabak ya da sizi fiks olarak 10 saat çalıştırıyor. Mesaiye kalmama gibi çatal bıçak takımı sildiriyorlar çalışma saatiniz doluncaya bir şansın yok örneğin, çalışma saatin dolduğunda çıkıp kadar ya da koca bir salonun masa ve sandalyelerini size gitmeye çalıştığında ya da mesaiye kalmak istemediğinde taşıttırabiliyorlar, bazen daha ağır işler de olabiliyor. Sizi ücretini ödememekle ya da bir daha işe çağırmamakla garson olarak otele çağırıp her türlü işi yaptırabiliyorlar tehdit ediyorlar. Bazen daha da ileri gidip isminizi diğer yani. Ve bu işlemler sırasında da oturmanız ya da bir yerlere otellere bildirip aleyhinizde kötü telkinlerde bulunmakla yaslanmanız kesinlikle yasak. Başınızda sorumlu olmasa tehdit ediyorlar ki başka yerlerde çalışmanızın bile önünü bile sürekli güvenlik kameralarından izleniyorsunuz ve alabiliyorlar. Mesai ücreti ödeniyor ama komik rakamlar işi aksatmanız halinde kamerayı izleyenler tarafından tabii. başınızdaki sorumluya şikayet ediliyorsunuz anında. Bu Çalışma şartları nasıl? Mesela çalışma şartlarından çalışma şartları ve uzun çalışma süreleri yüzünden aşırı dolayı sağlığın olumsuz etkileniyor mu? sırt, eklem ağrıları ve uyku bozuklukları başladı. Bazen Çalışma şartları oldukça ağır, mola saatleri kesinlikle çalıştığım günün ertesinde 2-3 gün kendime gelemiyorum; yeterli değil. Yarım saat yemek molanız oluyor mesela ağrılar ve uykusuzluk yüzünden tabii, sonra yine aynı ve buna ek olarak 15 dakika da sigara, ihtiyaç vs molası sancılı iş süreci... Bir süredir bu durum rutine bindi. ‘veriliyor’ size. Sizin başınızda duran yetkili/sorumlu kişi Haftanın yedi günü bu işi yapanları düşünemiyor insan. bunu size bir lütufmuş gibi sunuyor ve yarım saati bir İşyerinde mobbing/bezdirme var mı? Varsa bu duruma dakika geçmeniz halinde sizi eve yollamakla ya da ücretinizi karşı ne yapıyorsun? ödememekle tehdit ediyor. 5 yıldızlı otellerde çalıştığımız Elbette ki var çalışma süreniz boyunca asla boş 8
durmamanız bekleniyor sizden. Yaptığınız en ufak hatada hakaret ediliyor. Bazı işlerin ağırlığından dolayı yapamayacağınızı söylediğinizde küçük düşürülüyorsunuz. İşlerin hızlı halledilmesi için başınızda sürekli bağıran birileri oluyor. Yorgunluğunuza rağmen sizden sürekli güler yüz bekleniyor. Bunlara karşı itiraz hakkımız pek yok itiraz ettiğinizde anında yollanıyorsunuz. Çalıştığın iş yerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri nasıl? İşçi sağlığı için açıkçası alınan bir önlem yok. En basitinden 5 yıldızlı bir otelde bir ecza dolabı bile bulmakta zorlanıyorsun. Bir keresinde bir çalışanın eli kesilmişti, çalışan yetkililerden bir yara bandı istediğinde onu bile verme gereği duymadılar. “Küçük bir şey, peçeteye sar yeter” denilip çalışmaya zorlanmıştı. İşverenin ve işyerinin size ücret dışında sağladığı çeşitli imkanlar var mı? Elbette ki yok. Taşeron işçi için ne gibi bir imkan sunar ki bir otel. Sadece saat gece on ikiyi geçtikten sonra servis hizmeti var. O da merkezi bir noktaya kadar sizi bırakıyor. Bıraktığı noktadan evinize yürümek zorunda kalıyorsunuz tabii ki. Çalışanlar arasında dayanışma ve patrona karşı ortak dirençler var mı? Taşeron çalışma sistemi olduğu için çoğu zaman çalışanlar birbirini tanımayan insanlardan oluşuyor. Böyle durumlarda dayanışma ağı örmek oldukça zor. Mesela normal çalışma saati bittiğinde çıkmak istemeniz bile ücretinizin ödenmeme sebebi; bu durumda patrona karşı nasıl bir direnç gösterilebilir ki? Otellerde bu türden taşeron çalışan işçilerin sendikalaşma imkanları olduğunu düşünüyor musun? İşçilerin sendikaya bakışı nasıl? Açık konuşmak gerekirse, çalıştığım süre boyunca sendikanın adı bile geçmedi otellerde; çoğu çalışan taşeron işçisi zaten. Birçok insan ek iş olarak yapıyor bu işi; normal çalıştığı işten kazandığı para yetmeyenler yani ya da benim gibi öğrenciler. Çoğu kişi sendikanın ne olduğu bilmiyor bile. Her çalışan çalışma şartlarından şikayetçi ama mecburiyetten herkes çalışmaya devam ediyor. Sendikaların bu insanları örgütlemesi gerek, yüzlerce, binlerce insan otellerde köle gibi çalıştırılıyor. Bu taşeron sisteminde nasıl olur bilmiyorum ama bu modern köleliğe dur denilmesi gerek. Sence acil çözüm bulunması gereken sorunlarınız neler? Çalışma saatleri öncelikle, günde 10-12 saat çalışıp komik paralar almak insan onuruna aykırı bir durum. İkinci olarak mola ve yemek saatleri elbette. İnsanlar molalarda mola saatlerinin kısalığı yüzünden işime vaktinde dönecek miyim diye düşünmekten doğru dürüst dinlenemiyor bile. Son olarak işçilere verilen yemeklerin kalitesizliği. Misafirlerine, konuklarına oldukça lüks yemekler sunan otel, çalışanlarının yemeklerini yine bir taşeron firma aracılığıyla dışarıdan getirtiyor. Taşeron olduğu için de yemeklerin kalitesinin oldukça düşük olduğunu söylemeye gerek yok...
Geçtiğimiz yıl iş cinayetlerine 2006 kardeşimizi kurban verdik!
O
HAL koşullarında iş cinayetlerinde patlama yaşandı. 2017 yılı içinde kayda geçen iş cinayetlerinde 2006 işçi yaşamını yitirdi. İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi raporuna göre, AKP’nin iktidar yılları boyunca İş Cinayetlerinde yaklaşık 20 bin 500 işçi yaşamını yitirdi. OHAL/KHK rejimi ise güvencesiz, esnek ve kuralsız çalışma koşullarını daha da ağırlaştırdı ve yaygınlaştırdı. İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporundan bir bölüm şöyle: ILO verilerine göre 1 “iş kazası sonucu ölüm” karşılığında yaklaşık 6 “işle ilgili hastalık sonucu ölüm” olmaktadır. (Bu durumda, ILO verileri baz alındığında) Türkiye’de 2017 yılında 12.000 işçi işle ilgili hastalıklardan ölmüş olabileceği görülmektedir. Meslek hastalıkları buzdağının görünmeyen yüzüdür... 2006 işçinin çalıştıkları işkollarına, ölüm nedenlerine, cinsiyetlerine, yaş gruplarına ve şehirlere göre bilgilerinin satırbaşları ise şöyle; • 116 kadın ve 1890 erkek işçi • 18’i 15 yaş altında olmak üzere 60’ı çocuk işçi • Çoğunluğu Suriyeli olmak üzere 88’i göçmen/mülteci işçi • İşçilerin 453’ü inşaat, 385’i tarım, 272’si taşımacılık, 154’ü ticaret/büro, 116’sı metal, 93’ü madencilik, 89’u belediye ve 65’i enerji işkolunda çalışıyordu • Ölüm nedenlerinin 446’sı trafik/servis kazası, 347’si ezilme/göçük, 317’si yüksekten düşme, 183’ü kalp krizi/beyin kanaması, 164’ü şiddet ve 135’i elektrik çarpmasıydı • Metal, madencilik ve enerji işkollarında ölümler arttı. Söz konusu durumun OHAL/KHK rejimiyle örgütlü işçilerin bile haklarını savunamaz hale getirilmesinden kaynaklandığını düşünüyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın patronlara yaptığı konuşmasında “OHAL’i grev tehdidi olan yere müdahale için kullanıyoruz” sözleri sebepsiz değildi. Yetkililerin gözünde işçilerin yaşamı, sermaye birikiminin yanında önemsiz bir detay olarak görülmektedir. İSG Yasası’nın ertelenmesi de buna dair bir gösterge. 9
“Honduras nere, Türkiye nere” demeyin...
HİLELİ SEÇİM İSYANI
D
ünyada suç oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri olan, yoksulluk ve yolsuzluklarla boğuşan Orta Amerika ülkesi Honduras’ta 26 Kasım Pazar günü devlet başkanlığı seçimleri yapıldı. Seçimlerde kazanmasına kesin gözüyle bakılan sol popülist Diktatörlüğe Karşı Muhalefet İttifakı adayı Salvador Nasralla karşısında iktidarda olan ve anayasa değişikliği sayesinde ikinci kez seçime giren sağ Ulusal Parti adayı Juan Orlando Hernandez (JOH) ile 2009’da darbeyle koltuğundan indirilen eski devlet başkanı Liberal Parti adayı Manuel Zelaya vardı. Oylamalar başladığından itibaren gelen haberler bizim için tanıdıktı: Ölülerin yerine oy kullanılması, kimliksiz kullanılan oylar ve seçim sandıklarının bir saat öncesinden kapatılması!.. Seçimler sırasında gelen gelen olumsuz haberlere rağmen oylar sayılmaya başladığında her şey yolundaydı, 28 Kasım Salı günü oyların yüzde 70’i sayıldığında muhalefetin adayı Nasralla, Hernandez’in 5 puan önündeydi ve zafer kesindi. Sonrasında aniden elektrikler ve internet 36 saat boyunca kesildi. Geldiğindeyse Hernandez kılpayı bir şekilde kazanmıştı, Hernandez yüzde 42,92 Nasralla ise yüzde 41,42. Seçimlerden sorumlu Yüksek Mahkeme’ye göreyse fark çok daha açıktı ve ortada açıklanmayan 5 bine yakın tutanak vardı. Kullanılan tüm devlet imkanlarına rağmen seçimlerdeki hile ayan beyan ortadaydı. Bu sonuçlarla da yıllardır
10
baskıcı ve işbirlikçi iktidar altında kıvranan Honduras halkı sokaklara çıktı ve ülke kaynamaya başladı. 2000’lerin başından itibaren Latin Amerika genelinde yükselen sol popülist dalga boyunca ABD emperyalizminin baskısı altında olan Honduras’ta 2006 seçimleriyle Manuel Zelaya iktidara geldi. Yaygın yoksulluk ve suça karşı sosyal devlet reformları gerçekleştiren, Venezuella ve Bolivya gibi ülkelerle dayanışmaya giren Zelaya ABD’de büyük bir rahatsızlık yarattı. Oyların yüzde 70’i sayıldığında muhalefetin adayı Nasralla, Hernandez’in 5 puan önündeydi ve zafer kesindi. Sonrasında aniden elektrikler ve internet 36 saat boyunca kesildi. Geldiğindeyse Hernandez kılpayı bir şekilde kazanmıştı!.. 2008 ekonomik krizi sonrasında reformların aksamasıyla birlikte halk arasında Zelaya iktidarının popülerliği düşerken, 2009 seçimleri öncesinde Zelaya anayasayı değiştirerek seçimlere ikinci defa girmenin yolunu açtı. Zelaya’nın yeniden iktidar olma ihtimaline karşı seçimlere saatler kala ABD destekli bir darbe gerçekleşti ve Zelaya ülke dışına çıkarıldı. O tarihten itibaren ülkede başlayan kargaşa hiç durulmadı. Darbeci askerlerin yerini bıraktığı iktidar önce orduya af çıkardı, ABD üssüne izin verdi, ardından da hızla bir talan ekonomisi kurarak sosyal devleti tasfiye edip, ülke kaynaklarını emperyalist şirketlere peşkeş çekmeye başladı. Ülke yağmalanırken karşılaşılan her
direnişte halk direnişinin önderleri katledildi. Honduras suçun katlanarak arttığı bir ülke haline geldi. Uyuşturucu ticaretinin sözde önlenmesinde ABD’nin çok önem verdiği ortağı olan Honduras’ta uyuşturucu üretimi patlama yaptı, devlet başkanı Hernandez’in kardeşi ve ülkenin güvenlik bakanı dahil bir çok üst düzey ismin adının karıştığı uyuşturucu ticareti skandalları ortaya çıktı. 30’dan fazla ölü! Bu kadar yozlaşmış bir iktidara karşı Filistin asıllı eski bir tv programcısı, spor yorumcusu olmasına rağmen sol popülist Salvador Nasralla’nın kazanması beklentisi kesindi. Fakat seçimin hileli sonuçlarının Yüksek Mahkeme tarafından tanınmasına karşı halk seçim sonuçlarına sessiz kalmadı ve sokaklara çıktı. Duruma hakim olamayan Hernandez iktidarı 1 Aralık’ta OHAL ilan etti ve 10 gün boyunca temel anayasal hakların askıya alındığını duyurdu. Şiddeti artan gösteriler yandaşlarla girilen çatışmalar ve mahallelerde tutulan nöbetlerle büyüdü. 4 Aralık’a gelindiğindeyse polis içinde bir çataama meydana geldi, ABD tarafından toplumsal olaylara karşı özel eğitim verilmiş polis birimi açıklama yaparak halka karşı saldırılarda yer almayacaklarını açıkladı. 5 Aralık günü ülke genelinde Genel Grev çağrısı yapılarak ve kitlesel grevler başladı. Gösterilerde yılın son günlerine dek 30’dan fazla eylemci hayatını kaybetti, yüzlerce de yaralı var.
Reza Zarrab meselesi...
Daha düne kadar Bakanlar önüne yatıyordu. Cumhurbaşkanı kendisine sahip çıkıyordu. İktidar kanalında bayrak önünde demeçler veriyordu. Ona plaket verip ‘madalya’ bile taktılar... O şimdi Amerika’da ‘itirafçı’!.. Peki, işin aslı ne?..
Honduras’ta Enternasyonal’in tavrı Birbirinden bu kadar uzak iki ülkenin bu kadar benzer süreçler yaşaması hiç şaşırtıcı değil. Emperyalizm nüfuz ettiği her yerde kendi işbirlikçi iktidarlarına iktidara tutunmayı öğretiyor. Bugün Hernandez hiçbir toplumsal meşruluğu olmadan yalnızca iletişim imkanları ile ordunun kontrolünü elinde bulundurarak ve ABD desteği sayesinde iktidara tutunuyor. Bir yanda hem ticari bağlar nedeniyle iktidarda kalmaktan vazgeçemezken uyuşturucu ticareti suçlamalarıyla da iktidara mahkum. İktidarla özdeşleşmiş, zor kullanarak tutunabilen bir iktidar görüntüsüne bu topraklar alışık. Başkanlık sistemiyle yönetilen iki ülkenin hikayesi ortak, biri ‘fiili’ olsa da... Seçim hilelerinden elektrik kesintilerine kadar tanıdık bir durum bu. Honduras’ta yaşananlar Türkiye’de yaşanan 16 Nisan Referandumu Süreci’nin sonuçları üzerine yeniden düşünme imkanı tanıyor. Bu süreçte edindiğimiz birikimle Honduras’a bakıp çıkarabileceğimiz sonuçlar var. • Diktatörlüğe karşı halkın ortak direncini oluşturabilmek. Toplumun çeşitli kesimlerinde oluşan muhalefetin doğru bir siyasi eksenle birleşik bir siyasi zeminde toplanamaması hareketin Honduras’ta bölünmesine sebep oldu. Benzer politik programlarla ortak tabana hitap eden Nasralla ve Zelaya yüzde 41 ve yüzde 16 alarak iktidardaki Hernandez’e fırsat tanımış oldu. • Dikta hukukuna güven olmaz, iktidar sokakta değişir. Toplumdaki geniş muhalefetin sandığa yansımasına rağmen burjuvazinin hukuku kendi çuvalına sığmaz. Sandıkta sindirilmeye cevap sokakta verilir. Bugün Honduras’ta halk seçimlerin hesabını sokaklarda sordukça seçimlerin meşruiyeti sorgulanıyor, iktidar sarsılıyor. Bugün Honduras’ta iktidarı değiştirecek olan oyların yeniden sayılması değil halkın kitlesel seferberliği ve sokaktaki mücadelesi olacak. • Müzakere mücadeleyi kurutur. Bugün iktidara oynayan tüm adaylar devlet başkanıyla uzlaşma peşinde koşarken Honduras halkının mücadelesine “sakin olma çağrısı” yapıyor. Çünkü halkın siyasi özneleri aşan eylemliliği onları daha çok korkutuyor. Halbuki mücadele yükseldikçe ve eylemler yükseldikçe iktidar günbegün zayıflıyacak, itidal çağrılarıysa iktidara toparlanma şansı tanıyor. Muhalefet partileri iktidardan çok halkın örgütlü gücünden ve sonsuz öfkesinden korkuyor. • Dış destek ancak ikincil önemdedir, esas olan halkın örgütlü mücadelesidir. Bugün Hernandez iktidarı ABD desteğine sahiptir fakat halkın yükselen protestoları karşısında eli kolu bağlıdır. Halkın sokaklardaki mücadelesinin karşısına koyabileceği gücü zayıf. Emperyalist destek mahalle sokaklarındaki barikatlarda bir karşılık bulmuyor Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal (UİB-DE)’nin Honduras partisi olan PST (Sosyalist İşçi Partisi) tam da bu doğrultuda mücadelenin içerisinde. Hernandez iktidarının acilen alaşağı edilmesi ve Hernandez ile Yüksek Mahkeme üyelerinin yargılanarak cezalandırılması için Ulusal İsyan Grevi örgütleniyor. Honduras halkı yalnızca kendi gücüne güvenerek, müzakeresiz biçimde hesap sormaya hazırlanıyor. Honduras’tan Türkiye’ye çıkartılacak dersler çok. 2017 iki başkanlık örneği ve dersleriyle geride kaldı, 2019 ise yaklaşıyor. Talana, yoksulluğa ve yolsuzluğa dur demek için katedecek uzun bir yolumuz, çıkaracak derslerimiz var.
U
ğruna bakanlar, “Önüne yatarım Reza” dedi. Neden? Çünkü o adamlarına, “Memurun ve fahişenin bahşişini peşin verin” diye talimat vermişti. Çikolata kutularında ‘bahşiş’ler gidip geldi. Hapisten kurtarıldı, plaket verildi, fonda bayrakla televizyona çıkarılıp ‘milli kahraman’ ilan edildi... Ve nihayet Reza, Amerikan mahkemesine itirafçı olmayı seçti!.. Konuyu kısaca özetleyelim: ABD İran’ın nükleer programını engellemek ve İran rejimini dize getirmek için kuklası Birleşmiş Milletler aracılığıyla İran’a ambargo koydu. Ambargoya göre İran’a mal satmak veya İran’dan mal almak yasak değil. İran’a para aktarmak yasak. İran Türkiye’ye doğalgaz veya petrol satınca bunun parası Halkbank’a yatıyor. İran bu parayı doğrudan çekemiyor. İhracatçı İran’a mal sattığında, parasını Halkbank’daki hesaptan çekiyor. Yani İran’ın parasını harcayabilmesinin tek yolu karşılıklı alışveriş yapmak. Zarrab, Halkbank ve AKP ‘ileri gelenler’i Halkbank’daki bu parayı İran’a ihracat yapmış gibi göstererek altın ve döviz aldı. Bu parayı Zarrab aracılığıyla İran’a transfer ettiler, amgargoyu deldiler. Bu üçkağıtçılık, ‘milli menfaat’ icabı değil, doğrudan avanta için yapıldı. Aksi takdirde, İran Türkiye’den sattığı petrol ve doğalgaz karşılığı milyarlarca dolar değerinde mal almak zorunda kalacaktı. Yani ‘milli menfaat’ zedelendi! Şimdi bir yandan Batı’ya seslerini yükseltiyormuş gibi yapıp, bir yandan da yeni ekonomik tavizler vererek, uçak alarak, ihale sunarak kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla, Zarrab meselesi bir ‘milli mesele’ değil, bir ‘milli rezalet’tir. Amerikan mahkemeleri bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren, hırsıza hırsız deyip demektir... 11
Taşeron çalışmanın baş sorumlusu olan AKP iktidarı, şimdi yine umut tacirliğine soyundu...
Taşeron öğretmenler kadroya geçebilecek mi? 2
4 Aralık sabahı çıkan KHK ile kamuda çalışan taşeron işçilerin başvurmaları ve münasip görülmeleri halinde kadroya geçebileceğine ilişkin KHK yayınlandı. Halbuki taşeron işçiliği yaygınlaştıran bu iktidarın kendisidir: Belediyelere kurdurdukları özerk şirketler, ihale kanunu ve özelleştirmeler sayesinde taşeron yaygınlaştı. Şimdi hem talebi karşılar gözükmek hem de olası bir baskın seçim öncesi göz boyamak amacıyla bir düzenleme yayınlandı. Taşeron işçilik sadece işçilik olarak düşünülmemeli. İşçi statüsü dışında en çok taşeron, Sağlık ve Milli Eğitim bakanlıklarında yaşanıyor. İl valiliklerinin belirlediği sayıya göre 2017 Şubat ayı verilerine göre 60 ile 80 bin arasında öğretmen taşeron olarak çalışmakta. Aynı işi yapan öğretmenlerin ücretleri arasında yaklaşık olarak üç kat fark var. Her yıl yaklaşık 20 binin üzerinde öğretmen emekli oluyor. Son iki yılda yapılan ihraçlarda ise 33 bin öğretmen ihraç edilmiş durumda. Artan nüfus ve derslik ihtiyacı düşünüldüğünde, göreve başlatılan öğretmen sayısı bunun altında kalıyor ve bu durum atanmayı bekleyen ve hepimizin bildiği atanamayan öğretmen ordusunu büyütüyor. Aralık ayı içinde MEB branş değişikliği için başvuracak öğretmenlere yönelik yayınladığı rakamlar ile bu durumu da kabul etmiş oldu. Bazı branşlarda öğretmen
50 ÖĞRETMEN ADAYI İNTİHAR ETTİ! Öğretmenlik eğitimi alıp atanamadıkları için ya ailelerinin yanında işsiz olarak hayatlarına devam eden ya da inşaat işçiliğinden garsonluğa kadar çeşitli işler peşinde koşan atanamayan öğretmenler, yıllardır seslerini duyurmaya çalışıyor. Ancak çaresi bir türlü bulunamıyor. Eğitim her geçen gün daha fazla ticarileşiyor, öğretmen adayları ise çarkın dişlileri arasında eziliyor. Üniversiteleri işsizliği gizlemek için kullanan iktidar, mezunlara iş imkanı yaratamıyor. Durum MEB’de de aynı. Atanamayan öğretmenlerin sayısı her geçen gün artarken, öğretmen adayları ciddi psikolojik sorunlar yaşayıp intiharın eşiğine geliyor. Rakamlara göre, 2006 yılından bugüne 50 civarında öğretmen adayı atanamadığı için bunalım sonucu intihar etti. Gerçek işte bu!.. ihtiyacının olmadığı açıklanırken yaklaşık 100 bin öğretmen açığı bulunduğunu verdiği rakamlar ile de kabul etmiş oluyor. İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 904 bin 679 öğretmen görev yapmakta ve kadro doluluk oranının yüzde 90’a ulaştığı belirtiliyor. Bu öğretmenlerin ne kadarının sözleşmeli ne kadarın ücretli olduğu belirtilmiyor. Atama bekleyen öğretmen sayısı 412 bin 15 kişi iken, öğretmenliğe kaynak görülen eğitim fakültelerinde öğrenim gören öğrenci sayısı 276 bin 061 yine öğretmen olarak atanabilecek farklı fakültelerde okuyan öğrenci sayısı ise 432 bin 422 ve toplam aday öğretmen sayısı 700 bin 483 kişi. Kabaca 1 milyon’a yakın öğretmen atama için sıra beklemekte!.. Binali Yıldırım her yere üniversite açılırken planlama eksikliğinin yapıldığını kabul ederken, bakanlık aday öğretmenleri özel sektöre yönlendirerek soruna çare arıyor gibi gözüküyor. Lakin özel eğitim için enternasyonal.org / aylık bülten
verilen onca teşvike rağmen istenilen rakamlar bir türlü tutturulamıyor. Bu kadar öğretmen adayının bulunması ücretleri düşürüyor; özel sektör öğretmenlere düşük ücret ve kuralsız güvencesiz denetimsiz iş koşullarını dayatıyor. Bir nevi taşeron düzeni eğitim sektöründe kural haline geliyor. Tabii tüm öğretmenlerin bir anda atanmalarını beklemiyoruz. Ama: 1. Bakanlık önce kendisi taşeron öğretmen uygulamasına son vermeli, ücretli öğretmen çalıştırmaktan vazgeçmelidir. 2. Tüm öğretmenler aynı statüde çalışmalı sözleşmeli ve mülakata dayanan atama sisteminden vazgeçilmelidir. 3. Bakanlık toplam ihtiyaç duyulan öğretmen sayısını belirlemeli, bu sayı şeffaf olarak açıklanmalı ve tüm eksik kadroları gidermelidir. 4. Her sene emekli ve açılacak derslikler ve okullar düşünülerek bir planlama yapılarak yıllara göre ihtiyaçlar belirlenmeli ve umut tacirliğinin önüne geçilmelidir.