.
.
..
..
ISCI . . SOZU Bülten 3, Mart 2018
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!
SÖZ İŞÇİNİN
Sabrın bittiği yer...
H
Vaat edilen gelecek AKP’nin işçiye, kadına, gence vaat ettiği tek bir gelecek var: Yobazların egemenliği altında, her geçen gün daha yoksul, utanç verici bir hayat... Seçim sistemini kendilerine uydurarak bunu sonsuza kadar garantilemek istiyorlar.
S
apıkça fetva veren dincilere, sokakları cehenneme çeviren mafyacılara, muhabbet tellallarına, hırsıza, uğursuza dokunmayan devlet; hakkını arayan işçiye, sokağa çıkıp tacize karşı sesini yükselten kadına, insanca bir gelecek isteyen gence saldırıyor. AKP’nin 16 yıllık iktidarında geldiğimiz nokta işte bu. İktidardaki örgütlü gericilik en fazla kadınları hedef alıyor. Kadınları toplumsal olarak yok etmek, toplumsal görünürlüklerini ortadan kaldırmak istiyorlar. Kadın emekçiler yoğun bir saldırı altında. “Benim başörtülü bacım” diyerek başörtülü kadınları “dokunulmaz” ilan eden iktidar sahipleri, emekçi kadınlara her türlü aşağılık saldırıyı reva görüyor. İkiyüzlü ahlakları emekçi kadınların her hak arama
mücadelesinde bir kez daha ortaya çıkıyor. AKP’nin bütün hedefi, emekçilere uyguladıkları şiddeti kurumsallaştırarak iktidarını korumak. Hesap vermekten korkuyorlar. Ne pahasına olursa olsun iktidara yapışmaya kararlılar. Emperyalizme ve burjuvaziye güven vermek için çırpınıyorlar. OHAL’i “grev olmasın diye” sürdürdüklerini açıkça söylüyorlar... Seçim sistemini “asla kaybetmeyecek biçimde” değiştirme hedefleri de bundandır. Seçim görünümü altında diktatörlüğün onaylatılması için dev bir tiyatro sahnesi hazırlıyorlar. İşçi sınıfı bu oyunu mutlaka bozmalıdır. Geleceğimizi kurtarmaya önce buradan başlayacağız.
er yeni kanunla, her yeni KHK’yla işçi sınıfının hakları biraz daha tırpanlanıyor, her özelleştirmeyle bu ülkenin kasasından işçinin payına düşen hızla yok oluyor. Emeklilik, sağlık, haftasonu izinleri, çalışma güvencesi, işçi sağlığı ve iş güvenliği, bilimsel ve laik eğitim ve daha niceleri... Ağır bedeller ödenerek kazanılan haklar ardı arkası kesilmeyen saldırılarla yok ediliyor. Alınteriyle yaşamını sürdüren milyonların geleceği kanun kanun gasp ediliyor. Kapitalizm yıllarca yeni pazarlara saldırdı, özelleştirmelerle ülkerin birikimlerini yok pahasına yuttu, ülkeleri üretim bantlarına, dünyayı koca bir fabrikaya çevirdi. Sonunda kapitalizm bugünü tüketti, şimdi yarına saldırıyor. Sömürünün yetmediği yerde doğayı talan etmeye, kaynakları ve toprakları yağmalamaya başladı. İşçi sınıfını yeniden kölelik derecesinde çalışmaya mahkum etti. Kadın ve çocuk emeği yeniden hızla artan bir oranda sömürüye açıldı. Ucuz emek küresel şirketlerin kârlılığını artırmanın baş hedefi artık. Bu sömürü ve talan düzenini beslemek için dünyanın dört bir yanında gericilik ve ırkçılık besleniyor. Piyasacı ve emperyalizmle sarmaş dolaş iktidarlar Güney Amerika’dan Avrupa’ya, Ortadoğu’dan Uzak Asya’ya her yerde... Emperyalizm her dağın altına, her denizin dibine ve nehre ulaştı. Toplumun geneli yoksullaştı ve işçileşti. Toplumun genelinin işçileşmesi tek bir anlama gelir, artık kavga sadece “biz ve onlar”dan ibarettir. Biz üreten milyonlarız, onlarsa tüketen bir avuç asalak. İşçi sınıfı bugün gericilikle aldatılmış, yoksulluk ve işsizlikle korkutulmuştur. Sahip olduğu fakat bilmediği haklar gasp ediliyor birer birer. Alınteriyle yaşayan milyonlar bir çok konuda hemfikir olmyabailir ama uzlaştıkları ve kavgasını vrecekleri biricik şey “emek”leridir. Biz de buradan başlıyoruz. Bu gidişata son vermenin yolu bugün “Dur!” demekten geçiyor. İşçi sınıfı haklarının parça parça çalınmasına karşı çıkmak için önce temel haklarını öğrenmek zorunda. Bizlere gelecekten düşen pay “Karın tokluğuna kölelik”se önce sahip olduklarımızı öğreneceğiz. Dünya çapında milyonların ucuz emek orduları haline getirildiği bir düzende yeni patlamaları bu ordular gerçekleştirecek. İşçi sınıfının büyük kavgası her yeni gasp edilen hakla, her yeni fazla mesaiyle ve her iş cinayetiyle yaklaşıyor. Hepimiz bu kavgaya bulunduğumuz noktada güçlenerek hazırlanmalıyız. Örgütlenmeli ve bilinçlenmeliyiz. Mücadele her adımında örgütleyici ve öğreticidir. Mücadeleye sahip olduklarımızı korumakla, bir adım geri adım atmamakla başlayalım.
Devlet taşerondan vazgeçmez
T
aşeron işçilerinin yoğun mücadelesi sayesinde hükümet nihayet uzun oyalamalarının ardından bir düzenlemeye gitti. Ama düzenleme umulanın beklentileri karşılamakta çok uzak. Emekli olup çalışmak zorunda olan emekçiler bu kapsamın dışında kalacağı için işlerini kaybetmiş olacaklar. Üstelik bu durumları bilindiğinden iş bulmak istedikleri takdirde daha düşük ücretlere çalışmaya zorlanacaklar. Güvenlik soruşturması ile istenmeyen emekçi düzenleme dışı tutulacak, hükümlülerin ise nasıl bir mevzuata tabi tutulacağı ise hiç açık değil. Askerlik durumu gösterilerek reddedilenler ise bir başka sıkıntı.
Güvenlik soruşturması sadece taşeron işçisini değil devlet memuru olarak atananları da yakından ilgilendiriyor. Onca sınavdan, mülakattan sonra atama hakkı kazanan ve kurumlarına evraklarını tespit edilen memurlar haklarındaki
güvenlik soruşturmasının sonucunu bekliyor. Son olarak ataması yapılan doktorlardan Türkiye genelinde 600 ve sadece Diyarbakır’da 96 doktor sebepsiz yere göreve başlatılmadı. Yani sözde taşeron kalktı, özde işsizlik büyüyor, işi olan da kaybediyor!
CHP’Lİ BELEDİYE, CHP, DİSK... HEPSİ SUSUYOR!
U
zun zamandır, herkesin görüp de görmezden geldiği, kulak tıkadığı bir direniş yaşanıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait İzenerji şirketinde çalışırken “kadro” ve “geriye dönük ilave tediye” davası açtıkları için 250 işçi işten atılmıştı. “İşimizi, ekmeğimizi istiyoruz” talebi ile altı işçi direnişe başlamıştı; gelinen aşamada direnişçi işçilerden Mahir Kılıç ve Konak direnişçileri eylemlerini büyük inat ve coşkuyla sürdürüyorlar Atılan işçilerin durumu konusunda kör, sağır, dilsiz kalan DİSK-Genel İş şubesi, patrona danışmanlık yapıp işçilerin disiplin nedeniyle işten çıkarılması gerektiği aklını verdi ve temize çıkarmaya çalıştı. Mahir için “amirine saldırdı” iddiası ortaya atıldı. Biz Mahir’e inanıyoruz. “Amirime saldırmadım” diyorsa saldırmamıştır. Sırf koltuk sıcaklığını kaybetmeyelim, belediye ile uğraşmayalım diyen sendika bürokratçıklarına inanacak değiliz. Mahir’in işi, ekmeği ve onuru için için tek başına girdiği açlık grevi eylemi yüz yirmili günleri geride bıraktı. İzmir’in CHP’li belediyesi ve baştan beri, “Taşeron işçisinin sorununu ben çözeceğim” diyen, kendini iktidar alternatifi sanan CHP parti merkezi bu işi çözemiyor. İşçiler ile
2
doğrudan konuşmak yerine dedikodu üretir durumdalar. Peki DİSK çevresinde öbeklenmiş siyasi muhataplar?.. Onlar da işçilerin farklı örgütsel aidiyetleri ve politik duruşları olduğunu düşündükleri için sessiz kalıyor. Ortada utanç verici bir suskunluk var!.. Direniş dört ayı geride bıraktı. Durum ortada. İşverene, sendika bürokratlarına ve CHP’nin ikiyüzlü “işçi dostu” görünümüne karşı, koşulsuz olarak, işleri ve onurları için direnen Mahir Kılıç ve arkadaşlarının yanındayız. İşçilerden Seval Gündüz’ün söylediklerini herkes duymalıdır: “İşimden atıldığımda sudan çıkmış bir balık gibi oldum. Çünkü ekmeğimi aşımı kazandığım bir hayat yaşıyordum ve haksızlığın bu kadarı çok fazla geldi bana. Şu anda bir işsizlik maaşım var ve Nisan ayından sonra o da bitiyor. Bu benim için büyük bir yıkım. Biri 5, biri 12 yaşında iki çocuğum var. Çocuklarım her gün eve gittiğimde beni alkışlayarak karşılıyor. Düzenli olan bir yaşantının yıkılmasıyla kaybettiğim gücü sadece direnmenin bana geri getirebileceğini düşünüyorum. Ben direnerek işimi kazanacağım. Başka bir alternatifim yok...” Başka alternatifimiz yok. Direneceğiz. Sağcısına da, “solcu”suna da, AKP’lisine de, CHP’lisine de... Avantacı sendika bürokratlarına da...
Türkiye artık “seçim yapılabilir” bir ülke olmaktan çıkıyor...
SANDIK MI DEDİNİZ?!
S
iyasi iktidar, muhtemelen kendisinin de bilmediği ya da yeni yeni anladığı cumhurbaşkanlığı sisteminin kendilerine mutlak iktidar sağlamayacağını görünce telaşa kapıldı. Bu telaş öyle böyle değil. Kendi meşruiyetlerinin alenen sorgulanmasını göze almaları noktasında bir telaş… Varmış gibi görünen burjuva demokratik kırıntılardan bile uzaklaşacak kadar büyük bir telaş… Tek bir adamın iktidarı için yapılan referandumun sonuçları hiç de istedikleri gibi gelişmiyor ve o iktidarı sağlamak için de yasa dışılığı yasal hale getirecek düzenlemeler yaparak kendilerini güvenceye almaya çalışıyorlar. Referandum sürecinde propaganda ettikleri, ”koalisyonlar son bulacak, ittifaklar olmayacak, güçlü bir iktidar olacak” sloganlarını unutmuş görünüyorlar. AKP ve MHP’nin “cumhur ittifakı” diye adlandırdıkları ucubeden söz ediyoruz. Referandumda AKP’ye açık destek veren MHP, İyi Parti’nin kurulmasıyla hızla kan kaybederek baraj altına yuvarlanmıştı. AKP’de tek başına yüzde 50 artı 1’i bulmaktan çok uzaktı. Hal böyle olunca bir şer ittifakı, var olan tüm “demokratik” teamülleri askıya alarak oluştu. Oluşmakla kalmadı bu ittifaka yasal kılıf giydirme süreci de başladı. Hazırlanan tasarı evlere şenlik. Öyle bariz bir aldatmaca içirilmiş ki, o kırıntı demokrasiyi bile tuzla buz ediyor. Mühürsüz oyları geçerli sayıyor, sandık güvenliğini kaldırıyor. İttifak ve katılan partiler pusulada ayrı ayrı yer alıyor ve her birine vurulan mühür geçerli sayılıyor. İttifaka baraj işlemiyor. İttifak bileşeni bir partinin 0.01 oy almasının bir önemi yok. Bir parti yüzde 10’u geçerse mesele bitiyor. Başka bir parti yüzde 9.99 aldığında hiçbir hakkı olmuyor. Yüzde 0,01 yüzde 9.99’dan büyük diyor pratik. Sandık kurullarını sadece devlet memurları oluşturuyor vs. vs. Bu tasarının yasalaşmasıyla birlikte
Türkiye’de seçim mevta olmuş demektir. Bu yasayla muhalefetin seçim kazanması olası değildir. Bu yasaya göre seçimi kabul eden muhalefetin görevi iktidarın ve tek adamın meşrulaşmasına yapacağı büyük katkıdır. Seçimleri meşru kabul edip bu koşullarda seçime girmek başka bir anlama gelmiyor. Fakat öyle görünüyor ki AKP’ye bu düzenleme bile yetmiyor. Yetmiyor çünkü düzenlemeye rağmen Cumhurbaşkanı ilk turda seçilemiyor. İşte muhalefete de ittifak kurun baskısının nedeni tam da budur. Muhalefetin böylesi bir oyuna gelmesiyle seçimi ilk turda garantileyeceklerinden eminler. İkinci bir Ekmelettin vakıası yani… Şimdi tüm bu gelişmeler karşısında işçi sınıfının tavrı ne olmalı? Bugüne dek burjuva siyasetinde çok fazla etkisi olmayan ve burjuva partilerin kuyruğuna takılmak zorunda kalan işçi sınıfı, yine sınıf tavrı oluşturamadan tek tek işçiler olarak bu oyuna alet mi olacak?
Faşizm açık açık kurumsallaşıyor Görünen köy kılavuz istemiyor. Burjuva demokrasisinin son kırıntıları da yok ediliyor. Cumhuriyet treni müzeye çekilmek isteniyor. Faşizm açık açık kurumsallaşıyor. OHAL solun, muhalefetin ve sokağın tepesinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanıyor. Devlet ılımlı solcuları bile bünyesine kabul etmeyerek tamamen AKP’leşip, parti-devlet haline geliyor. Sosyal medyada en fazla 5 bin arkadaşına yazıp bunlardan da sadece birkaç yüz kişinin görüp okuduğu yazılar nedeniyle insanlar sorgulanıp tutuklanıyor. Tamamen anayasal hakkını kullanan ve işi için sokakta oturma eylemi yapan insanlar karga tulumba yerlerde sürüklenerek gözaltına alınıyor. Bunlar duyarlı insanlara, muhaliflere ve işçi sınıfına gözdağı değilse nedir? Hatta yetmiyor, baskıyı ve şiddeti kurumsallaştırmanın yanında bir savaş söylemi ile milliyetçilik tırmandırılarak,
Ortadoğu bataklığına saplanmaya yol açan maceralara giriliyor. Yoksul insanlar şehitlik payesi ile avutulurken ülkenin temel direği şeker fabrikaları, emperyalist gıda tekeli Cargil’in isteği ile özelleştirilerek yok ediliyor. Tımarhaneye kapatılması gereken insanlar uzman pozlarında TV’lerden halkın belli bir kesimine kin, öfke ve küfür saçıyor. Fetva adı altında ne kadar din tüccarı varsa sapıklık teorileri ile gündemi işgal ediyor ve hiçbir kovuşturma ve soruşturmaya uğramıyorlar. Kısaca ülke bir kesim için cennet olurken diğer kesim için cehennem reva görülüyor. Burjuva muhalefet de işte bu ortamdan kurtuluş için seçimi adres göstererek halkı yanlış yönlendiriyor. Göremedikleri, seçimden sonra kendilerinin tamamen gereksiz hale gelecek olmaları. Tamam, seçimle değiştirin ama bu şartlarda değil. Seçime dair talepleri bile yok. “OHAL kalksın, adil ve demokratik bir seçim için şu şu koşullar gerçekleşsin aksi halde biz yokuz, kendiniz çalar kendiniz oynarsınız ve biz halkın sinesinde siyaset yaparız” kararlılığını gösteremiyorlar. İşte bu kararlılığı sosyalistler ve işçi sınıfı göstermeli ve burjuva muhalefetini de etkileyerek yanına çekmelidir. Sınıf siyaseti iddiasında bulunan her örgütlenmenin görevi bu olmak durumundadır. Seçime karşı soyut katılma katılmama, boykot vs. bu aşamada çok erken kararlardır ve süreç sonuna kadar zorlanmadan bu kararlar kolaycılıktan başka bir anlam ifade etmez. Her geçen gün daha da yoksullaşan örgütsüzleşen ve burjuva siyasetin peşine takılarak sorunlarına çözüm arayan işçi sınıfını ikna etmenin yolu dogmaları sürekli tekrarlamaktan değil, somut duruma somut öneriler getirip pratik çözümler sunarak mümkün olabilir. Bu da daha çok sahada, sokakta, fabrikada hiç durmadan, bıkmadan anlatarak gerçekleşecektir. 3
Her iki ülkenin iktidarı küçük hesaplarla düşmanlığa boğulmuşken muhalefetleri de kendilerini düşmanlıkla besliyor. Her iki ülke birbirinin öcüsü. Her iki ülke de halkı yoksullukla kıvranırken savaş naraları atıyor...
Türkiye-Yunanistan: Düşmanlık dostluktan kârlı!
2
Mart 2018’de iki Yunan askeri Karaağaç bölgesinde kaçakçılık takibi yaparken sınırı geçmeleri neticesinde tutuklandılar. Askerler karda izlerini kaybettikleri ve karda casusluğun mantıksız bir iddia olduğu açıklamalarına ve bugüne dek bu tür olaylarda hızlıca iadeler yapılmasına rağmen “ikamet izni olmayışı, sınır ihlali ve casusluk” iddiasıyla iki Yunan ordusu askeri Edirne Cezaevinde. Askerlerin aileleriyle yaptığı görüşmeler sonucunda aileler koşulları “açık konuşmak gerekirse her yer tertemiz ve yemekler çok iyi, kötü bir muamele yok” açıklaması yaptı, Yunanistan’da yüreklere su serpti. Yunanistan ise askerlerin “Avrupa sınırlarını korurken rehin alındığını” söyleyerek AB ve NATO’ya bildirimde bulundu. Askerlerin üzerinden çıkan telefonun adli tıp incelemesinde Yunan bir uzmanın da bulunması talebi Türk adalet sistemine güvensizliğin somut bir ifadesi. Yunanistan ve Türkiye ilişkileri daima nabza göre düşmanlık verilen bir ilişki biçimi oldu. Zaman zaman dostluk söylemleri duyulsa da bu güzel günler geride kaldı. Şimdi istenildiği ölçüde gündeme gelen bir düşman Yunanistan. Türkiye ise Yunanistan için daima en büyük tehditti. Buradaki her çalkantı Yunanistan’ın dikkat kesilmesine yol açtı. İki ülke arasında eski sorunlar kadar yeni sorunlar da var. Bir de her iki ülkenin cebelleştiği siyasi ve ekonomik sıkıntılar. Sorunlar Kardak kayalıklarında somutlanan Ege’de sınır anlaşmazlıkları hâlâ sıcaklığını koruyor. Gemiler birkaç
4
kayalığın etrafında birbirinin önünü kesiyor. Uçaklar ‘it dalaşı’na giriyor ve sürekli iki tarafta kırmızı çizgilerin aşıldığını açıklıyor. Burada yeni bir şey yok ve uzun süre olmayacak da. Yeni ve büyük meselelerden biriyse 15 Temmuz sonrasında Yunanistan’a sığınan darbeci subaylar ve siyasi tutukluların iadesi meselesi. Yunanistan’a kaçan 8 subay Türkiye’nin ısrarlı taleplerine rağmen teslim edilmedi, benzer şekilde DHKP-C’li tutuklular da. Yunanistan Türkiye’den kaçan siyasi sığınmacılar için güvenli bir liman ve bu Saray iktidarını çok rahatsız ediyor. Yunanistan ise Türkiye’nin Batı Trakya’daki Türk azınlıkla kurduğu derin diyalogdan ve Türkiye’de yaşayan Rum toplumuna uygulanan şartlardan rahatsız. Türkiye’nin engellemediği göçmen akışının yarattığı toplumsal ve ekonomik sıkışıklık belini büküyor. Fakat esas mesele çok daha büyük. Mesele Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji havzasının yarattığı kriz. Doğu Akdeniz Enerji Krizi Kıbrıs’ın güneyinde İsrail-Filistin açıklarında ve daha birçok alanda bulunan doğalgaz rezervleri Ortadoğu üzerinde dönen enerji hesaplarını batıya taşımaya başladı. Kıbrıs’ın bölünmüşlüğünde adanın güneyine sahip olan güneydeki Rum Kesimi hızla ABD ve Rusya’nın stratejik ortağı oldu. ABD, Rus, İtalyan ve Fransız şirketleri doğalgaz aramaya ve çıkarmaya talip. Kıbrıs, Mısır ve İsrail en baştan anlaştılar ve işler tıkırında ilerliyor. Bu sırada İsrail’in Filistin halkına
ait doğalgaza el koymuş olması da kimsenin umurunda değil! Gazın çıkarılıp AB’ye ulaştırılması kritik önemde çünkü AB doğalgazda Rusya’ya bağımlılığı azaltmayı hedefliyor. Bu doğalgazın ulaşması için iki yol gündemde. Biri Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden AB’ye ulaşan Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru Hattı iken, diğeri Ceyhan üzerinden AB’ye tankerler yoluyla doğalgazın ulaşması. Fakat kimse Türkiye’ye güvenerek iş yapmak istemiyor, hele Türkiye de Akdeniz üzerinde hesaplar yaparken. Kıbrıs’ın güneyinde bulunan doğalgaz arama sahalarına karşılık Türkiye de Kuzey Kıbrıs’tan ‘hızlıca’ doğalgaz arama ruhsatı aldı ve sismik gemilerle araştırmaya başladı fakat umduğu sonucu alamadı. Bunun üzerine Güney Kıbrıs’ın ilan ettiği araştırma sahalarında doğalgaz aramalarını savaş gemileriyle engellemeye başladı. İtalyan ENI şirketinin arama platformunu bu şekilde engelledi ama ABD eski Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un ortağı olduğu ABD’li Exxon Mobil şirketinin arama gemileri ABD donanmasının korumasında adaya ilerliyor şu günlerde. Akdeniz’de yeni bir oyun kuruluyor. Bu oyunda herkes birbiriyle iyi anlaşırken Türkiye herkesle kavgalı. Yunanistan Kıbrıs’ın bütününün AB toprağı olduğu mesajını vererek hem aralarında köklü bağlar bulunan Güney Kıbrıs’ı destekliyor hem de Doğu Akdeniz doğalgaz boru hattının Girit üzerinden Yunanistan’a ulaşmasını hedefliyor. İşler karmaşıklaşıyor...
Haydut Devlet
Türkiye siyasi amaçlarını gerçekleştirmek için esir almayı bir diplomatik araç haline getirerek bir çeşit haydut devlet haline geldi. Türk asıllı Alman Gazeteci Deniz Yücel’in tutuklanması ve serbest bırakılmasını izleyen silah anlaşmaları, Hatay’da uçağı ÖSO çetelerince düşürülen Suriyeli pilotun gayet iyi muamele gördüğü kamera görüntülerinden bir ay sonra tutuklanması ve 6 ay
sonra serbest bırakılması buna örnektir. Türkiye’nin hukuk devleti vurgusu Yunanistan’ın darbeci askerler davası için yaptığı hukuk devleti açıklamalarına paralel. Bu durum ve Türkiye’deki cezaevi koşulları düşünüldüğünde iki Yunan askerin ailelerinin açıklamaları gayet net bir şekilde askerlerin bu geniş pazarlıklarda koz olarak elde tutulduğunu gösteriyor.
Peki, çözüm ne?
Bu sırada Ege’nin her iki yakası da muhalefetin tıkanıklığının ceremesini çekiyor. Yunanistan’da Çipras hükümetinin Alman işbirliğiyle dayattığı kemer sıkma politikaları halkı felç ederken Yunanistan muhalefeti Kuzeydeki Makedonya’yla tarihsel isim kavgalarını kışkırtıyor. Muhalefet Çipras hükümetini ulusal duyarlılıklara sahip olmamakla suçluyor. Çipras hükümetiyse rehin askerler meselesini alttan alarak çözmeye çalışsa da ilk çatlak koalisyon ortağı Savunma Bakanı Kamenos’tan geldi. Esir askerler meselesi Yunanistan’ı çok çalkalar. Türkiye’deyse yoksulluğun ve işsizliğin toplumu esir aldığı, güneyinde cihatçı katillerin kol gezdiği, çetelerle beraber yürütülen bir savaşın olduğu sırada Yunanistan’la kime ait olduğu belirsiz adalar üzerinden iktidarında atacağı savaş naralarını anlatıyor.
Her iki ülkenin iktidarı küçük hesaplarla düşmanlığa boğulmuşken muhalefetleri de kendilerini düşmanlıkla besliyor. Her iki ülke birbirinin öcüsü. Her iki ülke de halkı yoksullukla kıvranırken savaş naraları atıyor. Bir taraf “Makedonya Yunan’dır” diye topluma gaz verirken diğer taraf Ege’nin ortasındaki kayalıklar için savaştan söz ediyor. Savaşın karşısında biz iki halkın kader ortaklığını görüyoruz. Emperyalizmin dur durak bilmeden at koşturduğu bu düzende dostluk ve barış ancak sınıf dayanışmasıyla mümkün. Ege’ye barış ne “Ege, Ege’de yaşayan balıklarındır” gibi iyi niyetli sözlerle ne de zor kullanarak gelebilir. Ege’ye barış enternasyonalizmle ve sınıf mücadelesiyle gelecek. Biz o güne dek her iki halkın ortak sömürücüleriyle savaşmaya devam edeceğiz.
EMEKÇİNİN GÜNDEMİ
Sendikal rekabet değil, mücadele edecek sendika!
E
mekçilerin birliğini bozan, örgütsüz bırakan sendikal rekabetin işçi sınıfı içindeki temsilcisi, uzlaşmacı sendikal anlayışlardan başkası değil. İşyerinde yetkiyi almanın yolunu işçilerin çıkarlarını savunmak yerine patronla iyi ilişkiler kurmakta görüyorlar. İşçiler patron zoruyla sendika değiştirmeye zorlanıyor. Son dönemde ise kamu ortaklı şirketlerde, “Bakan-milletvekili bu sendikayı istemiyor” diye işçilerin tercihlerine müdahale ediliyor. İşçilerin oy vermek zorunda kaldığı partilerin işçinin çıkarını ne kadar temsil ettiği ortada. Hepsi patron partisidir ve işçi milletvekilleri yoktur; listelerde göstermelik bile olsa aday göstermemektedirler. Oy başka, sendika başka. İşçilerin oy verdikleri partiye göre bölünmesi en çok patrona yarar. Bültenimizde mücadele haberlerine değindiğimiz farklı işyerlerinde olduğu gibi, sendikalar sırf yetki peşinde olduğu için atılan işçiler umurlarında olmuyor, mücadeleler etkisizleşiyor. Bu durum, işçilerde sendikaya yönelik var olan olumsuz bakışı körüklüyor. Doğru tespit ettikleri gibi, birçok sendikacı bu işi mevki-makam, para ve siyası temsil uğruna yapıyor. Rekabet halindeki taraflar işçilerin taleplerinden bağımsız bir şekilde birbirlerini işçi sınıfına yabancı kavramlarla, dedikodularla, ahlaki sebeplerle suçluyor. İşçilerin kutuplaştırıldığı bir işyerinde işçilerin lehine gelişmeler yaşanması elbette olası değil. Sendikacıların peşinden koşmak yerine ortak sorunlarımızı dile getiren, taleplerimizi güçlü kılan, birliğimizi gerçek anlamda oluşturan örgütlülüklerimizi inşa etmek gerek. Sendikayı bürolardan çıkarıp işyerine taşımalıyız. O zaman bazı şeyler değişmeye başlar...
5
Türk işi milenyum
2019 T
Toplumun yıllar içinde mücadelelerle kazanılmış tüm hakları, sağlığı, eğitimi, yaşam alanları, geleceğinin artık tehdit altında olmaktan çıkıp açıkça gasp edildiği bir dönem yaşanıyor. Ve biliyorsunuz, bir Türk olarak doğuştan asker olmanız yetmiyor artık... Değiştiriyoruz: Her Türk “şehit” doğar, bazıları bedelli!
6
ürkiye’de, Saray iktidarının her hayati hatasını bir öncekine kıyasla daha büyük yalanlarla kamufle etmeye calıştığı, sonra dönüp bu kamuflajın yırtık ve söküklerini de başka yalanlarla yamarken gerçeklikle bağını iyiden iyiye kopardığı bir dönemden geçiyoruz. İstisnasız her gün, toplumun karşı karşıya bırakıldığı tehdit, tecavüz, taciz, şantaj, işkence, gözaltı, tutuklama, hak gaspları, yasaklama vakaları gündeme düştükçe Saray iktidarının ve iktidar medyasının bu vakalara yaklaşım biçimi daha açık ortaya çıkıyor. Bütün bunların toplum üzerinde organize bir sindirme aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Bu amaçla her türlü rezilliğin önünün açıldığını, gösterilen cılız toplumsal tepkiler karşısında açılan göstermelik kovuşturmalar sonrasında da cezasız bırakılarak bu vakaların ve faillerin arkasında durulduğunu, kısacası iktidar eliyle teşvik edildiğini gösteren politik
sallandırılırken hangi emperyalist gücün tekeline bırakılacağı tartışılan, bu salınım esnasında hangisine değse büyük bir parçasını -iktidarını sürdürülebilir kılmanın bir diyeti olarak- hükümet eliyle orada bırakan bir ülkede bu boşluk, toplumun bu uygulamaları Her Türk “şehit” doğar! gündelik hayatın olağan İktidarın, gerçeklikle bir parçasıymış gibi bağı koptukça vatan, kanıksamasının o “olağan” millet, bayrak nutuklarına şartlarını mayalıyor. Bu sarılarak “şehitlik” adı kanıksamanın sonu, altında halka sunduğu toplumun ölüm fermanını ölüm vaadine, “muhalafet” kendi boynuna asıp adı altında toplumun evinde sonunu beklemeye umudunu öğüten siyasi koyulmasından başka bir kurumlar ve liderlerce de şey değildir. iştirak edilmekte, böylelikle Bu süreç, toplumun iktidarın şiddet, savaş, yıllar içinde mücadelelerle kan ve ölümü birer politik kazanılmış tüm haklarının, araç olarak kullanma sağlığının, eğitiminin, eğilimi yaygınlaşarak yaşam alanlarının, yerleşik hale gelmekte, geleceğinin artık tehdit kurumsallaşmakta ve altında olmaktan çıkıp normalleştirilmektedir. açıkça gasp edildiği bir Bu gidişatı durduracak dönem olarak şu anda bu düzeyde bir toplumsal ülkede yaşanmaktadır. muhalefetin örgütlenemiyor Ama biliyorsunuz, bir olması, siyaset alanında Türk olarak doğuştan asker büyük bir boşluk yaratıyor. olmanız yetmiyor artık. Hele ki Türkiye gibi, Siyasal Değiştiriyoruz: Her Türk İslamcı bir hükümet “şehit” doğar, bazıları tarafından faşizm askısında bedelli!
bir tutumla karşı karşıyayız. Saray iktidarının devlet kadrolarını, kolluk gücünü ve sivil faşistlerin yanı sıra tekelinde tuttuğu yargıyı da kullanarak toplumu karşı karşıya bıraktığı bütün bu uygulamalar faşizmin kurumsallaşması anlamına geliyor.
T
Konformizm için: Uyduk hazır olan imama!
ürkiye’de siyaset, iktidar, devlet, faşizm, medya, demokrasi vb kavramlar ve bu kavramların toplumsal yaşam içinde ifade ettiği kurum ve uygulamalar tamamen şekil değiştirerek kendilerine yeni fonksiyonlar üstlenip yeni alanlar açarken, düzen içi “muhalefet” unsuru da iktidar tarafından dayatılan şartları kabullenerek, kendisine çizilmiş ve günden güne daralan bir alan içinde kalmaya özen göstererek, açılan bu yeni alandaki konformizmin yüzü suyu hürmetine mesai yapmaktadır! Düzen içi muhalefetin kendisinden bekleneni iktidara fazlasıyla sunmasının özetidir bu. 7 Haziran’da kaybettiği seçimi, kan ve ölümü sahaya sürerek 1 Kasım’da kazanan AKP iktidarına karşı meclis muhalefetinin hiçbir somut itiraz ve yaptırım girişiminde bulunduğuna şahit olmadık. Zaten Saray’ın güdümünde olan yargıya yapılan birkaç başvurunun da hiçbir sonuç üretmeyeceği başından belliydi. Hele ki Saray’ın, 16 Nisan referandumunda ortaya çıkan halk iradesine açıktan el koymasına meclis muhalefetinden gelen yapay itirazlardan sonra bugün artık o referandumun bir sonucu olarak Türk tipi başkanlık, yani bir tür diktatorya inşası için düzenlenecek 2019 seçimlerini nasıl meşrulaştırdıklarına,
R
ED’de de yazılarını okuduğunuz ekonomist Sabri Hoca, bir Marksist olarak yaptığı uyarıların dikkate alınmadığını gördükçe, farklı düşüncelerde olduğunu gayet iyi bildiği kimi isimlerin ekonominin yapısal sorunlarına ilişkin tesbitlerini, “Ulan sosyalist olduğumuz için bizi dinlemiyorsunuz, bakın benimle aynı şeyi söylüyor, bari bunu dinleyin!” notuyla zaman zaman sosyal medyada da paylaşıyor. İstiyor ki, kimin söylediğinden ziyade ne söylendiğine bakılsın, haklı uyarılar dikkate alınsın ve iktidarın kötü niyetli ve yanlış yönettiği bütçe üzerinden bu halk daha fazla soyulmasın, ekmeği daha fazla küçülmesin, zarara uğratılmasın. Geleceği ipotek altına alınmasın, borçlandırılmasın, kaynakları har vurulup harman savrulmasın. Çünkü, “muhalif” İslamcıların ve liberallerin o tespitlerini gerek iç dinamikler gerekse uluslararası ekonomik dengeler içinde yerli yerine oturtup açarak sonuçlarıyla beraber defalarca yazmışlığı vardır. Gelin görün ki, İslamcıları geçtik, bu liberal tayfanın bizim Sabri Hoca’dan “aferin” alan tespitleri de bir yere kadar. Bütçe açığı, üretim sorunu, dış ticaret açığı, faiz, kur riskleri, gelir adaletsizlikleri, borçlanmanın
bu seçim için girdikleri arayışlara, kurmaya çalıştıkları ittifaklara, tartıştıkları isimlere, başlattıkları hummalı çalışmalara bir göz atmak bile bu muhalefetin “muhalefet” sıfatıyla elde ettiği konformizmi korumak dışında hiçbir kaygısı, hesabı, hedefi olmadığını ortaya koymaya yeter. Muhalefet olduğu sanılan bütün düzen içi güç odakları, ülkenin yakın geleceği içinde kendilerine bir yer edinebilmenin pazarlıkları ile meşguller. Yoksa, öyle toplumsal bir kurtuluş ideali ile değil. Bu arayış ve pazarlıklara, şüphesiz sol görünümlü muhalefet kadar, bu sol görünümlü muhalefetin ayrılmaz parçası sayılması gereken sivil toplum örgütlerinin çoğu da dahildir. Şu süreçte, toplumun yükselen tepkisini kendi bünyelerinde soğurup etkisizleştirmekte, böylelikle iktidarın ekmeğine yağ sürüp mesai doldurmaktadırlar. Kendi kitlelerini kuru söylemlerle konsolide edip olası toplumsal tepkileri rölantiye alarak, karşılığında iktidarın ekmeğinden düşen kırıntıları kirli pazarlıklarla paylaşmak üzere kişisel ve kurumsal çıkarları uğruna içine girmedikleri çarpık ilişki biçimi kalmamıştır; Bu listenin başına CHP ve DİSK’i yazıp aşağıya doğru sayısız eklemeler yaparak, siz de bir “muhalefet ne değildir?” listesi
Liberal virüs...
dayandığı boyut, işsizlik ve Türkiye’ye neden yatırım gelmeyeceğinden tutun da ABD’den gelen yaptırım sinyallerine kadar yaptıkları onca tespit ve eleştiri ile alkış aldıkları okur ve takipçi kitlesini peşlerinden sürükleyip, Saray’ın politikalarına rıza üreten sihirli söylemlerle iktidara teslim olan ilkesizlik içinde boy veriyorlar. Bunlardan biri, ekonomist Atilla Yeşilada. Sosyal medya paylaşımlarından görebileceğiniz gibi sıkı CHP taraftarı bir muhalif kardeşimiz! Kılıçdaroğlu da onun tartışmasız lideri. Sorsanız, Kılıçdaroğlu çok çalışkan, CHP sıkı muhalif ama halk anlamıyor! Afrin’de hayatını kaybeden askerlere dair şu mesajı paylaşıyor twitter hesabından: “Siyaset bir yana, TSK öteki yana. 11 kardeşimiz biz rahat uyuyalım diye canını kaybetti. Asla vefa borcumuzu ödeyemeyiz. Askere sonsuz minnetimi ifade etmek istedim.” Şimdi, “TSK Afrin’e girmezden önce ne tür bir uyku sorunun vardı ulan pezevenk?!” diye sormak, ardından başka şeyler söylemekten ziyade artık harekete geçip başka şeyler yapmayı tetikleyeceği için bu açık soytarılığı teşhir edip benzer söylemlerle oluşması muhtemel zehirlenmelere karşı toplumu uyanık tutmak yine bize düşüyor.
yapabilirsiniz! Saray’ın kendi iktidarını sürdürülebilir kılmak için ihtiyaç duyduğu savaş konseptini oluşturmak üzere giriştiği Afrin harekatını eleştirmesini beklediğiniz CHP’nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, getirdiği eleştiri ile savaş karşıtlığını bir adım öne taşımak yerine, iktidarın yerinde kendisi olsa daha ileriye gideceğini söyleyip gerekirse 10 bin “şehit” vererek Türk bayrağını Afrin’e dikmekten bahsediyorsa, listenin en başında yer almayı hak ediyor şüphesiz. Bu yaklaşımın, pekala Saray’ın kendi varoluş sorunundan doğan ve başka hiçbir haklı gerekçesi olmayan Afrin harekatının birinci dereceden meşrulaştırılmasına hizmet etmek dışında hiçbir getirisi yoktur. Kılıçdaroğlu, iktidarını sürdürülebilir kılmak için AKP’nin düzenlediği bu harekatı açıkça desteklemekte, daha iyisi için de Erdoğan’la yarışa tutuşarak “şehitlik” üzerinden kendi halkına ölüm vaat ederek saçmalıkta kendini aşma denemelerini sürdürmektedir. Bu liste, 2019 için umudunu İyi Parti, Saadet Partisi ve DP arasında kurulacak bir ittifaka bağlayıp bunun propagandasını yapan hani o “solcu” gazeteci İsmail Saymaz’a kadar gider!
Zira, o askerlerin vatan savaşında değil, Saray’ın savaşında bir hiç uğruna can verdiğini ve bunun hesabının altından hiçbir iktidarın kalkamayacağını bağıra bağıra anlatmak gerekiyor. Liberal alçaklıkla kodlanmış bu virüs türü, hiç de öyle ayrı olmayan siyaset-asker ilişkisi içine yedirdiği vatan, bayrak, millet, şehitlik söylemleriyle bu çarpıklığın üstünü örtmekte de pek hünerlidir! Ne zaman ki bu liberal tayfa, rahat uykularını o askerlerin ölümüne bağlayıp gerçekliği minnet kelamlarıyla örtbas etmek yerine o çocuklar öldükçe uykularından olurlar, o zaman bunların insan olup olmadığına tekrar bakarız. Koltukta oturduğu sekiz yıl boyunca bırakın iktidar olmayı, iktidarı zorlayacak bir çoğunluğu elde edemeyen, yüzde yirmibeşi yirmialtı yapmak gibi bir derdi de olmayan Kılıçdaroğlu, her kritik dönemeçte iktidarı haklı çıkaracak veya girişimlerini meşru kılacak nutuklar atarken, “gerekirse Afrin’de onbin şehit verirdik, o bayrağı oraya dikerdik” derken, parti içinden birileri masasına vura vura “analar ağlamasın” diyerek o koltuğa oturduğunu ve şehit verilen askerlerin partinin arka bahçesinde yetiştirilmediğini hatırlatmıyorsa , günü gelir kafasına vura vura anlatılır! 7
AKP’nin iktidarı, ekonomik ödevlerinin iktidarıdır. O ödevler, ülkemizin bütün zenginliğini peşkeş çekme üzerine kuruludur.
YAĞMA İKTİDARI
A
KP emperyalizmin, tekelci sermayenin ve devlet desteğiyle semirtilen burjuvazinin partisidir. İktidara geldiği günden bugüne izlediği politikalar, çıkardığı yasalar ve gericiliği dahil hepsi Türkiye’yi emperyalizm için dikensiz gül bahçesine çevirmek, ülkenin birikimlerini, kaynaklarını peşkeş çekmek içindi. Bugüne kadar AKP’nin bu misyonun dışında tek bir iktisadi girişimi olmadı. AKP iktidarı ekonomik ödevlerinin iktidarıdır. Bu iktidarın hikayesi “15 günde 15 yasa”nın özetidir. AKP o günden bugüne ödevlerini büyük bir titizlikle yerini getirmiştir ve yerine getirmeye devam etmektedir. Türkiye’nin izlediği ekonomi politikaları, üretimin AKP dönemindeki düşüşü ve işçi sınıfının haklarının gaspıyla hızla yoksullaşması bunun sonucudur. Dağlar, sahiller, ovalar, derler,
şehirler, parklar ve fabrikalar yağmalanmıştır; AKP bir yağma iktidarıdır. Bu yağma rant ve özelleştirmelerle gerçekleşti. AKP’nin suç dosyası kabarıktır ve bunda özelleştirme yağmasının yeri büyüktür. Özelleştime: Yasal Yağma AKP iktidarı kendi Maliye Bakanı’nın ifadesiyle son 15 yılda yağmayı şöyle anlatmaktadır. “101 kuruluşta bulunan kamu payları ile 10 liman, 90 elektrik santrali, 40 işletme, 11 otel/sosyal tesis, 3 bin 703 taşınmaz, 37 maden sahası, 3 gemi, 6 bin 808 kalem makine-teçhizat, 155 adet isim hakkı/marka ve araç muayene hizmetleri özelleşmiştir. Ayrıca, iki kuruluştaki kamu payları ile bir işletme, bin 230 taşınmaz, 95 gemi ve 102 kalem makine-teçhizat da toplam 1 milyar dolar bedelle kamu
Şimdi yağmanın hedefinde şeker fabrikaları var. Bu pek çok bölgede köylüye ekonomik yıkım getirecek. 8
kurumlarına devredilmiştir.” Bu tablo çok belirsiz gelmişse şöyle sadeleştirelim: Türkiye’de emekçilerin alınterinden arttırılanlarla inşa edilen her şey satılmıştır. Fabrikalarından limanlarına her şey yağmalandı. Ülke soyulup soğana çevrildi. Bugün devlet kocaman bir bürokratik ve askeri iskeletten ibaret kalmıştır. Bu soygunda toplam 60,9 milyar dolar gelir elde edildi fakat kasaya 58,4 milyar dolar girdi. 2,5 milyar dolar hala tahsil edilemedi. Bu soygunların ne kadar uzun vadeyle gerçekleştiğini görebiliyoruz. Türk Telekom, TEKEL, PETKİM ve TÜPRAŞ, SEKA ve SEK daha niceleri zarar ettirilmeye sürüklendi ve yok pahasına satıldı. Bu özelleştirmelerin her biri bir soygun hikayesidir. Türk Telekom’da peşkeş çekmeyi, TEKEL’de yağmayı, SEKA’da kayırmacılığı, PETKİM ve TÜPRAŞ’ta burjuvazinin beslenmesini gördük. 80 yıllık birikim önce sağ iktidarlarca kötürüm bırakıldı, sonra da bu Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT’lerin hepsi gelirine, katkısına ve önemine bakılmaksızın yalnızca peşkeş çekmek için satıldı. Sonuçta ülkede 15 yılda imalat sanayii yüzde 6,5’ten yüzde 3,5’e düştü. Üretim düştü, istihdam düştü, yoksulluk katlanarak arttı. Tarım bitirildi; et, süt ve tarım ürünlerinin fiyatları fırladı. Tarlalar, mandıralar ve köyler boşaldı. Şehirler şimdi daha kalabalık, emekçiler daha da aç.
Yağma ve Direniş AKP iktidara gelir gelmez ilk adımlarından biri TEKEL’in satışıydı. 2003 yılında TEKEL üçe bölünüp satıldı; Tuz, Alkol ve Tütün. TEKEL Tuz İşletmeleri kurum olarak dağıtılarak tuz üretim sahaları teker teker satıldı. TEKEL Alkollü İçkilerse 2003 yılında Limak-Nurol-Özaltın grubuna 292 milyar dolara satıldı. Satın alırken yüksek perdeden vaad edilen üretim, kar ve istihdam hedefleriyle kurulan Mey İçki 3 yıl sonra 3 katına yakın fiyata, 2006 yılında 810 milyon dolara Texas Pacific Group’a satıldığında unutulmuştu. 2011 yılındaysa yine 3 katına yakın bir fiyata, 2,1 milyar dolara dünya çapında alkollü içki tekeli olan Diego’ya satıldı. Alkollü içki pazarının %80’ini kontrol eden bir kamu kuruluşu böyle peşkeş çekildi. Tekel’in Tütün kısmının başına gelenlerse çok daha acı. Tütün üretiminin ve pazarının tamamını kontrol eden TEKEL Tütün 2008’de 1,7 milyar dolara dünya tütün tekeli British American Tobacco’ya satıldı. British American Tobacco, dünyaca ünlü Türk Tipi tütünü işleyen, işlediğinin %90’ını yurtdışına ihraç eden, tıkır tıkır çalışan fabrikaları alır almaz kapattı. İhracatçıyken ithalatçı olduk. Tütün üretimi %61, tütün üreticisiyse %86 düştü. Kasabalarda, şehirlerde fabrikalar kapandı, tarlalar boş kaldı. Yaygın işsizlik sonucu büyük bir göç yaşandı, göç etmeyenlerin kaldığı kasaba ve köylerse yoksulluğa ve gericiliğe mahkum oldu. Bugün Adıyaman’ın adı tütünle değil IŞİD hücre evleriyle anılıyor.
Ve Büyük Direniş, İlk Kıvılcım
Kapanan Fabrikaların ardından devlet tarafından kamusal iş güvencesi verilen işçilerin geleceği belirsizleşti. Mart 2009 seçimleri öncesinde verilen sözlere rağmen oluşturalan 4/C statüsüyle yıllarca çalışarak edindikleri tazminatları ve daha bir çok hakları gasp edildi. Bağlı oldukları Türk-İş’in Tek Gıda- İş sendikası onları yalnız bıraktı. Hakları için direnen işçiler 15 Aralık 2009’dan itibaren Ankara’nın ortasında bir adım geri adım atmadan her türlü saldırıya, korkutmaya ve caydırmaya aldırmadan direndi. İş akitleri feshedildi, dönemin başbakanı, bugünün “başkan”ı tarafından çalışmadan kazanmakla, hazır yiyicilikle suçlandılar. -4 Dereceye varan soğukta kurdukları çadırlarda direndiler. Tüm bunlara karşı 78 gün boyunca TEKEL Direnişçileri kurdukları çadırlarda Ankara’nın orta yerinde işçi sınıfının sesi olmuştu. Çadırlar işçi sınıfıyla dayanışmanın ve bütünleşmenin en güzel yeri haline geldi. TEKEL Direnişi toplumun ve emek hareketinin silkindiği ve canlandığı mücadele oldu. 78 Gün sonunda işçiler önce hükümete geri adım attıracak, ardından da kazanımlarını Danıştay kararıyla perçinleyeceklerdi. Direnişleri işçilerin lehine 4/C yasasının tümden değişmesi oldu. Kamu emekçilerini önceki kazanımlarından yoksun bırakan bütün uygulamalar iptal edilmiş, üstelik tüm 4/C’liler lehine sonuç alınmıştı. TEKEL Direnişi bir kıvılcım olmuş, toplumsal muhalefeti ve kendinden sonra gerçekleşecek işçi direnişlerine ilham vermişti.
Mücadeleler sürüyor... * Karabük Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren UMER Haddecilik’te çalışan işçiler anayasal haklarını kullanarak Birleşik Metal İş sendikasına üye oldu ve sendika işyerinde çoğunluğu alarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanlığından yetkiyi aldı. Sendikasız, kuralsız, güvencesiz çalıştırmaya alışkın patron doğal olarak sendikayı tanımadı ve sendikal mücadelenin önünü kesmek için bir anda hukuk tanımaz yöntemlerle lokavt ilan ederek işçileri işten çıkarmış oldu. Bu duruma tepki gösteren işçiler iki aya yakın bir süredir direniyor ve seslerini duyurmak için eylemlerde bulunuyor. En son seslerini duyurmak için 20 Şubat’ta fabrikanın çatısına çıkan işçiler 12 saat süren eylemlerini istenilen hedefe ulaşması nedeniyle sonlandırarak fabrika önünde direniş çadırında sürdürüyor. * Manisa’nın Turgutlu ilçesinde UNO patronuna bağlı alt şirkette çalışan 10 işçi patronun istemediği sendikaya üye oldukları gerekçesi ile işten atıldı. Atılan işçilerin üstelik kıdem ve ihbar tazminatları henüz ödenmiş değil. Kişiye özel olan e-devlet şifresini işçilerden isteyen patron işçileri zorla Öz-Gıda İş’e üye yapmak istiyor. Mart ayının ilk günlerinde işten çıkarılan işçiler mücadele yöntemlerini tartışıyor. Bu UNO patronun aynı işletmedeki ilk vukuatı da değil. Üç yıl önce Öz Gıda İş ile yapılan toplu iş sözleşmesinden hoşnut olmayan işçiler sırf memnuniyetsizliklerini dile getirdikleri için 9 işçi arkadaşlarının sudan sebeplerle işten atılmasına tanık olmuştu * Benzer bir durum Aydın Söke’de faaliyet gösteren Sibaş gıda fabrikasında yaşanıyor. Sendikalı olabilmek için faaliyet gösteren işçiler, fabrikayı kapatmak ve lokavt ile tehdit ederken, son önlem olarak patron işçilerden e devlet şifrelerini talep etti. * Yine Eskişehir OSB’de armatür üreticisi İspanyol sermayeli ROCA fabrikasında iki yıldır Birleşik Metal İşin örgütleme çabasına engel olmak isteyen patron Çelik-İş’i işçilerin kararlılığını kırmak için kullanıyor. Patron uygulayageldiği mobing tehdit vb ile işçileri sendika değiştirmeye zorluyor. Patronun bir sendikaya alerjisi olup diğer sendikayı sevmesinin sebebini biliyoruz. Şu meşhur 2010 referandumunda işçilere ve sendikalara şirin gözükmek için birden fazla sendikaya üye olmaya izin çıkmıştı. Şimdi Özgıda-İş yöneticilere bu konuda ne düşünüyor çok merak ediyoruz. Örgütlü bulundukları fabrikada işçiler başka bir sendikada örgütlenmeye çalıştıkları için işten atılıyor. Atılan bu işçileri savunmak her sendikacının üyesi olup olmamasına bakmadan savunması gereken bir durum değil mi? Sendika rekabeti işçilerin çıkarlarını iyi temsil etme konusunda yaşanacak ise alkışlarız, işçilerin tercihine saygı duyarız. Sırf başka bir sendikaya üye oldu diye atılan işçiyi savunmamak sadece sendikal rekabetle açıklanamaz. İşçisinden uzaklaşmış patronu ile simbiyotik ilişki kurmuş bu sendikalardan ve ağalarından kurtulmak ilk görevimiz olmalı. Mücadeleci sendikalarımızı inşa etmek, edenlerle bir araya gelmek için birleşik bir emek hattını oluşturmak için daha fazla çaba göstermeli ve patronun karşısına tek ses olarak çıkabilmeliyiz. 9
Afrin saldırısında son durum:
‘ZEYTİN DALI’
2
0 Ocak 2018 günü TSK ve onun desteklediği cihatçı milislerin başlattığı ‘Zeytin Dalı’ isimli Afrin’i işgal harekâtı Suriye’deki savaşın dönüm noktalarından biri noktasına geldi. AKP bu işgali kendi tabanına her ne kadar ‘’sınır güvenliği’’ ve Afrin’de bulunan Kürt Savunma Güçleri’nin varlığını öne sürerek anlatsa da asıl amacı Suriye Ordusu’nun başlattığı İdlib harekâtı karşısında, desteklediği cihatçı güçlerin İdlib’te sıkışmasını engellemek ve Cerablus-İdlib arasında Suriye sınırları içinde kara bağlantısını sağlayarak desteklediği cihatçı güçlere nefes aldırmaktı. Nitekim Afrin 7 yıllık Suriye savaşında neredeyse savaşın uğramadığı bir yerdi ve AKP’nin tabanına yansıttığı gibi sınır güvenliğini tehdit etmiyor ya da Türkiye’ye karşı herhangi bir saldırı gerçekleşmiyordu. 7 yıllık savaşın 5 yılı ‘asil’lerin vekillerine dışarıdan verdikleri destekle devam etti. Suriye savaşı son 2 yılında ‘asil’lerin sahaya inmesiyle sahayı daha da karmaşık bir hale getirdi. ‘’Zeytin Dalı’’ harekâtı da bu karmaşık durumun bir parçası oldu. AKP’nin bu işgali en büyük iki asil aktör olan ABD ve Rusya’nın izni olmadan, tıpkı Fırat Kalkanı Harekâtı’nda olduğu gibi, gerçekleştirmesi mümkün değildi çünkü Afrin hem savaş boyunca Rusya ve Suriye’nin desteğini alırken öte yandan Afrin’de Rus Kuvvetleri olmasına rağmen ABD’yle de kontak halindeydi. Suriye Hükümeti bu işgale karşı çıkıp Türk uçaklarına karşı önlem alacağını söylese de 20 Ocak günü Türk Birlikleri ve savaş uçakları Afrin’i bombalamaya başladı. AKP’nin bu hamlesine göz yuman iki büyük ‘asil’ gücün beklentileri ve çıkarları farklıydı. Ruslar uzun zaman önce Astana ve Soçi görüşmelerinde
10
masaya oturtmayı başardığı Türkiye’yi biraz daha masada tutmak istiyordu ve ayrıca Suriye Ordusu’nun Şam’ın Doğu Guta bölgesine yapacağı operasyonları sırasında Türkiye’nin sözünün karşılık bulduğu cihatçı grupların İdlib’te ve Güney Halep’te Suriye Ordusu mevzilerine saldırmamayı taahhüt etmesini bekliyordu nitekim öyle de oldu. Zeytin Dalı Harekâtı’yla birlikte Suriye Ordusu Doğu Guta’ya yönelirken arkasından bir hançer yemedi şu ana kadar ve ordu Doğu Guta’nın yüzde 40’ında kontrol sağlamayı başardı. ABD ise uzun zaman önce Suriye’de “rejimi devirme” planları yerine Suriye içinde kendisine bağlı hakimiyet bölgeleri yaratma ve bu bölgeler aracılığıyla Suriye Hükümeti’ni baskılama ve zayıflatma planları yapıyordu. Nitekim AKP bu harekatla ABD’nin karşısına çıkarken ta Rakka Savaşı’ndan bu yana ABD’nin YPG’yi değil kendisini ve bağlı bulunduğu grupları vekil güç olarak tayin etmesini istiyordu. ABD için tam anlamıyla bir “win-win” durumu ortaya çıkmıştı. Hem Fırat’ın doğusunda hem de batısında kendisine bağlı vekil güçler aracılığıyla Suriye’yi zayıflatacak hakimiyet bölgeleri olacaktı. Harekât öncesinde ve başladığı andan itibaren Suriye HükümetiRuslar-YPG arasında bir dizi görüşme yapıldı. Suriye Afrin’i Türk savaş uçaklarına karşı koruma karşılığında YPG’den bir dizi taleplerde bulundu; bunlardan bazıları Afrin’in tamamen Suriye Ordusu’na teslim edilmesi, Suriye Ordusu dışında hiçbir silahlı gücün Afrin’de bulunmaması, kamu binalarına Suriye Bayrağı’nın asılması ve ABD’yle birlikte Deyrezzor doğusunda ele geçirdikleri petrol ve doğalgaz tesislerinin Suriye Hükümeti’ne tekrar
teslim edilmesi vs. Keza Ruslar’ın da talepleri Suriye tarafıyla örtüşüyordu. İlk görüşmeler YPG’nin bu şartları kabul etmemesiyle sonuçsuz kaldı. Daha sonra yapılan görüşmeler sonucunda, sosyal medyaya yansıdığı kadarıyla, Suriye Hükümeti’yle YPG’nin anlaştığı hatta Suriye Ordusu’nun hava savunma sistemleriyle birlikte Türk uçaklarına karşı konuşlanacağı hususunda anlaşıldığı ama Rusya’nın Türkiye’yi Soçi masasında tutmak ve İdlib’teki çatışmazlık durumunun devam etmesini sağlamak adına Suriye Ordusu’nun ve hava savunma sistemlerinin girişine izin vermediği söylendi. Ve birkaç gün sonra Suriye Ordusu değil ama orduya bağlı İran’ın ve Hizbullah’ın eğittiği Suriyeli yerel savunma güçleri Afrin’e destek için girmeye başladı. Raco ve Cinderes gibi iki büyük kasabaya konuşlanan milisler Türk Ordusu’na ve bağlı bulunduğu cihatçı gruplara kayıplar verdirtse de Türk savaş uçaklarının saldırılarıyla ağır kayıplar vermeye başladılar. Harekatla birlikte bugün gelinen noktada ise Cerablus’taki Fırat Kalkanı unsurlarıyla İdlib’teki AKP kontrolündeki cihatçı koalisyonunun Suriye içindeki kara bağlantısı sağlanmış oldu. Sonuç olarak ‘Zeytin Dalı Harekatı’yla birlikte tabloya baktığımızda Rusya’nın çıkarları örtüştüğü sürece her türlü asil aktörün Suriye’nin işgaline, Kuzey’de Türkiye, Doğu’da ABD, Güney’de ise İsrail işgali ve saldırganlığı, göz yumabildiğini, ABD’nin ise kendisine bağlı ve Suriye Hükümeti’ne karşı olduğu sürece her türlü girişimi desteklediğini, İran-Hizbullah-Suriye Ordusu üçlüsünü Kuzey Suriye’de yeni durumların ortaya çıkması ve belki de Halep merkezinin tekrar tehlikeye girmesiyle zor günler beklediğini görmek hiç de zor değil.
Şırnak günleri...
M
ayın tarama timi vardı 10 kişiden oluşan. Her sabah ve akşam tümenden bölüklere giden yolları tararlardı. Metal dedektörleri çalışmıyordu ama. Çalışmadığını da tümende bilmeyen yoktu. Tüm tümenin bildiğini de öbür taraftaki dünden biliyordur elbette. Ama maksat görüntü vermek... Hesapta mayın taraması yapılıyor işte. Alt tarafı bir metal dedektörü, saraydaki bir bardak parası. Ama askerin canından daha kıymetli. Sen şehit olmayı dilersin ama seni cepheye süren adamlar canına bir bardak kadar değer vermez. Kendi çocuklarını çürük raporuyla, bedelliyle askerden kaçırıp sen ölünce dökülen kanın üstünden vatanseverlik şovları yaparlar. Alevi isen cemevine, cenazene bile gelmezler. Kürt isen arkandan yakılan ağıtla alay ederler. Cenazeni seçim etkinliğine dönüştürürler. O zaman bu şehadet hevesi nedir? Açıklaması en zor şeylerden biridir yoksulların şehit olmak için can atması. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur oysa. Vatan için asıl endişelenmesi gerekenler, penceresiz gecekonduda yaşayanlar değil vatanın balını, kaymağını dibine kadar emenler... Sana geçim sıkıntısından, yoksulluktan başka ne bırakıyor vatanı parselleyenler? Kim avcuna ne sıçtıysa al yüzüne aynısını sür aklın varsa. Resmi olarak vatandaşı olduğum devlet bugün üç değil altı kıtaya hakim olsa da ,ya da tam tersine küçülse de benim durumum gene değişmez. Gene haftanın yedi günü şantiyelerde mesai yapan bir inşaatçı olurum. Bunları düşününce fetih suresi ve mehter tamtamları da hiç heyecanlandırmıyor beni. 100 yıl önce ülke imparatorluktu işte. Ama dedemın iki öküzüyle bir tarlası vardı en fazla. Benim gün yüzü görmem tek bir şekilde mümkün; işçi arkadaşlarımla birlikte sendikalarda, sosyalist partilerde örgütlenip emek mücadelesi verirsem ancak hayatım iyileşir. Çalışma saatlerim azalır, ücretim yükselir, işsizliği azaltan istihdam yasaları çıkar, sigortam yatar... Onun için şehit olmakla değil örgütlenmekle uğraşacağım. Hangi açıdan bakarsam bakayım ben “şehit” olmaya heveslenmek için mantıklı bir neden göremiyorum. Çok heveslilerse saraydakiler gitsin olsun. Tutan da yok zaten...
Şubat ayı iş cinayetleri...
2
018’in ikinci ayında kayda geçen iş cinayetlerinde, tespit edilebildiği kadarıyla en az 123 sınıf kardeşimiz iş cinayetine kurban gitti. İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi raporundan bir bölüm şöyle: Şubat ayındaki tespit edebildiğimiz meslek hastalığı nedeniyle gerçekleşen iş cinayeti yok. Oysa ILO ve WHO verilerine göre 1 “iş kazası sonucu ölüm” karşılığında yaklaşık 6 “meslek hastalığı sonucu ölüm” olmaktadır. Bu durumda Türkiye’de Şubat ayında 700’ün üzerinde işçinin meslek hastalıklarından dolayı ölmüş olabileceği görülmektedir.... • 123 emekçinin 102’si ücretli (işçi ve memur), 21’i kendi nam ve hesabına çalışanlardan (çiftçi ve esnaf) oluşuyor... • Ölenlerin 11’i kadın işçi, 112’si erkek işçi. Görülmeyen kadın emeği ve gizlenen kadın işçi ölümlerini değerlendirdiğimizde, bu ay kadın işçi ölüm oranı genelde tespit edebildiğimizin üzerinde... • 15-16 ve 17 yaşında olan 3 çocuk çalışırken can verdi. • Savaş nedeniyle yurtlarından gelen 3 mülteci/göçmen işçi yaşamını yitirdi. Mülteci/göçmen işçilerin 2’si Suriyeli ve 1’i Iraklı... • Ölümler en çok inşaat, tarım, taşımacılık, metal ve ticaret / büro işkollarında gerçekleşti. Diğer yandan OHAL sonrası için yaptığımız sanayi işçilerinin iş cinayetlerindeki oransal artış sürüyor. Sadece metal değil, madencilik, tekstil ve enerji işkollarına da dikkat çekelim. • En fazla ölüm nedeni trafik/servis kazası, ezilme/göçük ve yüksekten düşme. Bu ay kalp krizi / beyin kanaması kaynaklı ölümlerde de ciddi oransal bir artış söz konusu. • En çok iş cinayeti Kocaeli, İstanbul, Hatay, Aydın, Denizli, Mersin, Samsun, Antalya, İzmir ve Zonguldak’ta yaşandı... 11
Özelleştirme denen yağmada son durak:
ŞEKER!
A
niden gündeme gelen şeker fabrikalarının özelleştirilmesi süreci aslında iki gerçeği açıkça gösteriyor: İlki, AKP’nin ipleri emperyalizmin elindedir. Tarihinin en ‘ABD karşıtı’ döneminde, 2019 öncesi oya en çok ihtiyacı olduğu dönemde ABD’li Cargill şirketinin tek raporuyla şekerde özelleştirme gündeminde en ön sırasında! İkincisi ise AKP ve sıcak paraya, sürekli nakit girişine mahkum oldğunu gösterdi. Yıllarca üretimin imha edilmesi özelleştirme yağmasından gelen parayla örtbas edildi, bütçe şişirildi. Yağmayla gelen tatlı paralarla her şey yolunda görünüyordu. Fakat hazıra dağlar dayanmaz ve savaş pahalı bir şeydir. Son iki yıldır bütçe artan oranlarda büyük açıklar veriyor. Savaş içeride ve dışarıda sürerken faturası emekçiye kesiliyor. Hem canıyla, hem alınteriyle, hem de geleceğiyle ödüyor. Şeker ve Türkiye Birinci Sanayi ve Kalkınma Planı (1934) ‘Üç Beyazlar’ın yani un, şeker ve pamuk üretiminin kamusal biçimde modern tekniklerle artırılmasını ilk hedef olarak belirlemişti. Bu çerçevede inşa edilen şeker fabrikaları sonraki süreçlerde şeker üretiminin kârlı olduğu görülünce, zengin illerin dışında yoksul ve üretimden yoksun Doğu ve Orta Anadolu illerinde inşa edildi. Böylece şeker fabrikaları her bölgede şeker pancarı üreticisi çiftçiyi, fabrika çalışanını ve kasabayı kalkındıracaktı. Bugün Türkiye toplam 2,6 milyon tonla dünyadaki işlenmiş şekerin yüzde 7’sini üreterek altıncı sırada. Sektörde
devlet eliyle şirketleştirilmiş Pankobirlik ve devlete ait Türk-Şeker ile gittikçe artan özel sermaye var. Özel sermayenin yüzde 75’i yabancı sermaye. Cargill Gerçeği Yabancı sermaye ise Cargill şirketi. Cargill dünya çapında tekelleşmiş, rakip tanımayan, neredeyse devletlerüstü bir şirket. ABD cumhuriyetçilerinin, sağın kalesi. Bugün Trump’la birlikte yeniden iktidara ortak ve dünyada açgözlülükle yeni paylar koparıyor. Cargill’in Türkiye’ye girişi yeni değil. İlk fabrikalarını 14 Ocak Kararları’nın meyvesi olarak 1986’da açtı. Bugün Türkiye’de özel sektöre ait 5 fabrikadan 3’ü Cargill’e ait. Cargill burada yurtdışından ithal ettiği mısır nişastası şekerine dayanarak üretim yapıyor. Kotalı şeker üretiminin yüzde 90’ını Cargill yapıyor. Üretimin artışı, ithalatı kotaya bağlı olduğundan dolayı da her yıl hükümete mısır ithalat kotasını artırma basıncı yapıyordu. Türkiye’de şeker pancarının varlığı ve piyasaya hakimiyeti onun için tehdit. Yeni Trump iktidarında tek raporla istediklerini almak üzereler, piyasa paylarını arttıracaklar. Özelleştirme Yağması Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi en baştan beri programda vardı fakat hükümet tarafından bile ayak diretilmişti. Çünkü oy deposu köylüye bunu açıklamanın hiçbir yolu yoktu. Fakat sözde “dünyaya meydan okuyanlar” alelacele özelleştirme sürecine başladı. AKP bugün emperyalizmin gözüne girmek için köylüyü satıyor.
ÖZELLEŞTİRMELERE NİYE KARŞIYIZ? * Özelleştirmeler ülke doğasını ve kaynaklarını emperyalizme ve burjuvaziye peşkeş çekmektir. * Özelleştirmeler, yoksulların alınteriyle inşa edilen, parasız sağlık sistemini, bilimsel ve laik bir eğitimi beslemesi gereken kamu kuruluşlarının, patronları beslemeye başlamasıdır. * Özelleştirmeler kapanan fabrikalar, işsizlik, üretimin durması ve hayatın pahalılaşmasıdır. * Özelleştirmeler emperyalizmin uzun yıllardır yıprattığı ülkeyi parça parça yutmasıdır. enternasyonal.org / aylık bülten
20 Şubat 2018’den itibaren takvime giren süreçte Türk-Şeker’e ait 25 fabrikadan 14’ü özelleştirilecek ilk kısımda. Şeker üretiminin diğer kısmı Pankobirlik ise 2004 kooperatifler yasasıyla kâr amacı güden kuruluşa dönüştürülmüştü. (Bu da tarıma bir başka darbeydi.) O günden bugüne devlet şeker fabrikalarına bilerek yatırım yapmadı, verimsizleştirdi. Buna rağmen Türk-Şeker hâlâ kâr etmeye devam ediyor. Kâr eden bir kamu kuruluşu daha peşkeş çekiliyor. Şirketleşen Pankobirlik ise durumdan memnun, satıştan kendi payına düşen kırıntıları koparmayı hesaplıyor. Bu nedenle sesi çıkmıyor, aksine mutlu. Özelleştirme en büyük zararı köylüye verecek. AB uyum yasaları çerçevesinde kotaya bağlanan şeker pancarı üretimi zaten çiftçiyi zor durumda bırakmıştı, şimdi tamamen yok edecek. Köylerden şehirlere yeni göç yaşanacak. Şeker fabrikalarının işçileri de vuracak. Hem yeni işsizler doğacak hem tüm işçiler için gıda fiyatları yükselecek. AKP’nin yaptığı et, süt ve tekel özelleştirmeleri ciddi ölçüde gıda ve üretim krizine yol açmış, fiyatlar aşırı yükselmişti. Kartel Şekeri: Zehir! GDO’lu mısırlardan elde edilen mısır nişastası şekeri, şeker pancarı şekerinden farklı. Yapısal farklılığı sebebiyle doymamışlık hissine sebep oluyor. Obezite ve mısır şekeri arasında güçlü bir bağ var. Ayrıca mısır şurubu şekerinin pankreas kanserinin sebepleri arasında yer aldığı da biliniyor. Fakat bu konudaki araştırmalar güçlükle ilerliyor çünkü mısır şekeri üreten şirketler, başta Cargill olmak üzere her türlü bilimsel çalışmayı engelliyor!.. Benzer şekilde halkın kendini koruması da engellenmiş durumda. Rekabet kanunu gereği, ürünlerin “içindekiler” kısmında açıkça mısır nişastası şekeri ya da değildir diye belirtmek de yasak!