Bağımsız Proleter Çizgide 100. Sayı
M
arksist Tutum elinizdeki sayısıyla dalya (100) diyor. İşçi sınıfının Marksist sesi olarak 2005 yılının Nisan ayında yayınına başlayan Marksist Tutum dergisi aradan geçen 8 yılı aşkın sürede tek bir sayı dahi aksamadan her ay yayınını sürdürerek bugüne geldi. Gelinen nokta işçi sınıfı devrimcileri için bir kıvanç, bir mutluluk kaynağıdır. Marksist Tutum tüm toplumsal ve siyasal sorunlara işçi sınıfının perspektifinden bakan, işçi sınıfına dayalı devrimci yanıtlar geliştiren bir emeği ifade ediyor. Bunun farkında olan işçi sınıfı militanları 100. sayıyla birlikte onu daha sıkı kucaklıyor, ona daha çok sahip çıkıyorlar. Bu kucaklayışın çeşitli sebepleri var. Fakat tüm bunların özet açıklaması Marksist Tutum’un katıksız biçimde proleter bir sınıf tutumunu ifade ediyor olmasıdır. Bu olgu kendisini Marksist Tutum’un savunduğu temel pozisyonlardan tutun, dünyada ve Türkiye’deki siyasal gelişmelere ilişkin aldığı politik tutumlarda, meselelerin ele alınış tarzında, kullanılan üslupta, dağıtım tarzında ve işçi sınıfıyla ilişkilenme tarzında ortaya koymaktadır. Marksist Tutum küçük-burjuva sosyalizmi ve devrimciliğinin tüm görünümlerinden uzak, dahası bunlarla açık bir karşıtlık ve mücadele içinde, tüm bu cephelerde kararlı ve net bir devrimci işçi sınıfı duruşunu ortaya koyma bilinciyle hareket etti daima. Ve bugün gelinen noktada bu bilincin işçi sınıfı içinde karşılığını bulduğunu görmekten mutluluk duyuyoruz. Marksist Tutum’u eline alan kişi onun bu işçi sınıfı karakterini tüm satırlara sinmiş biçimde hissetmekten kendini alamayacaktır. Sayısı ve çeşitliliği sürekli artan okur mektuplarında işçiler çeşitli bakımlardan bu olguyu dile getirmektedirler. Kesintisiz biçimde akan zengin işçi mektuplarının bizatihi kendisi Marksist Tutum’un şaşmaz proleter karakterinin en belirgin ve güzel doğrulanma bi-
çimlerinden birini oluşturmaktadır. Dahası, bu mektupları yazan işçilerden zaman içinde yeni yeni Marksist Tutum yazarları doğmaktadır. Marksist Tutum başlangıçtan bugüne gelişti, güçlendi. Üzerinde hareket ettiği yatağı, türlü engebelerle dolu arazide daha da kazıp derinleştirerek, belirginleştirerek, ilerleterek bugünlere geldi. Bu yatak proleter devrimci sınıf çizgisinin yatağıdır. İşin doğrusu, Marksist Tutum’un özgünlüğü, çoğu sosyalist yayının sadece dilinde kalan işçi sınıfını, varlığının temeli olarak, bir gerçeklik olarak yaşaması ve yaşatmasıdır. Zihniyet dünyası anlamında bir küçük-burjuva denizi olan Türkiye’de bunun paha biçilmez bir değeri olduğuna inanıyoruz. Bunun giderek daha güçlü biçimde anlaşılmakta olduğunu da görüyoruz, ama Türkiye’yi bekleyen yeni sınıf mücadeleleri döneminde bunun anlamı çok daha iyi anlaşılacaktır. Bununla doğrudan bağlantılı diğer önemli nokta ise Marksist Tutum’un daima işçi sınıfının örgütlülüğünün, örgütlü mücadelesinin önemine keskin bir vurgu yapmasıdır. “Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey” sloganı, bu tutumun slogan düzeyinde özet bir ifadesi olarak Marksist Tutum sayfalarından daima yükselmiştir ve bundan sonra da yükselecektir. Yukarıda sözünü ettiğimiz işçi mektuplarında, aynı Marksist Tutum’un sınıf karakteri konusunda olduğu gibi, bu husus da kendini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Marksist Tutum entelektüel ilgileri tatmine yönelik kuru bir yayın olmayıp, işçileri kapitalist düzene karşı örgütlü bir mücadeleye yönelten canlı bir araçtır. Tam da bu nedenle Marksist Tutum’un dağıtımı da ticari dağıtım kanalları üzerinden değil, ruhuna uygun olarak elden yapılmakta, işçilere birebir olarak ulaştırılmaktadır. Marksist Tutum’da ortaya konan düşünceler havada uçuşan düşünceler olmayıp, sınıf mücadelesinin tarihsel
1
marksist tutum
ve güncel pratiklerinin içinden gelen ve oraya yönelen, bu anlamda ete kemiğe bürünen düşüncelerdir. Bu, Marx’ın dediği şekilde düşüncenin maddi güç haline gelmesidir. Marksist Tutum işçi sınıfının Marksist sesi olarak küçükburjuva mahfillerde değil, işçi sınıfının içinde hayat bulmakta, orada nefes alıp vermekte, işçi sınıfının mücadelesini büyütmektedir. Bunları yazmak gerçekleştirmekten kolaydır. Marksist Tutum bir göle maya çalma girişimi değildi. Bir boşluğun üzerine inşa edilmedi. Daha baştan ayakları işçi sınıfının içine basarak yol almış bir yürüyüşün yeni bir halkasını, bir aşamasını ifade ediyordu. O nedenle en başından itibaren işçi sınıfı içinde kendi yerini buldu. İşçi sınıfının öncü neferleri başından bu yana onu sevgiyle kucakladılar. Onda kendi gerçek sorunlarının ve çözüm yollarının dile getirilişini, ihtiyaç duydukları sağlam bir sınıf yönelişini buldular. Onda kendi sınıflarına yabancı olmayan bir dil, üslup ve tarzı buldular. Marksist Tutum geleneksel sosyalist solun tutumlarından tümüyle farklı bir yerde durarak, bağımsız devrimci bir sınıf çizgisinin inşasını derinleştirmeye yöneldi. Sosyalist sol içinde son derece yaygın olan küçük-burjuva rekabet ve reklâmcılıktan daima uzak durdu. Gelişen siyasal olaylar karşısında basmakalıp ve ezber formüllerden uzak durmayı, gerektiğinde yalnız da kalsa Marksizmin ilkesel duruşundan taviz vermemeyi şiar edindi. Devrimci olan tek şeyin gerçeklik olduğundan hareketle, “başkaları ne der” kaygısına prim vermeyen bir politik cesaret sergiledi. Marksist Tutum’un net ve ödünsüz proleter sınıf karakteri, çeşitli siyasal sorunlarda ortaya koyduğu tutumlarla özel bir belirginlik ve anlam kazandı. Bu tutumlar sadece Marksist Tutum’un yayın hayatında olduğu süre içinde gelişen siyasal olaylarla ilgili değildir. Bunlara değinmeden önce sınıf mücadelesinin yakın ve uzak geçmişindeki siyasal sorunlara ilişkin geliştirilen bilimsel tahliller ve bu temelde savunulan görüş ve tutumlar söz konusudur. Bunlar arasında özellikle SSCB ve benzeri ülkelerdeki rejimlerin sınıfsal karakteri ve bu temelde işçi sınıfı sosyalizmi anlayışının netleştirilmesini vurgulamak yerinde olacaktır. Tam tutarlı bir işçi sınıfı duruşu olmayanlar, ortada bir işçi sınıfı egemenliğinin olmadığı alenen belli olduğu halde, bu ülkelerdeki rejimleri bir biçimde işçi devleti olarak niteleyebilmişlerdir. Daha kötüsü bu rejimleri bıraktık işçi devleti olarak nitelemeyi, sosyalizm olarak niteleyenler vardı ve bilindiği gibi zaten bu sonuncular sosyalist hareket içinde çoğunluğu oluşturmaktaydılar. Olaylara işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları noktasından bakmayanlar bu ülkelerdeki işçi sınıflarının gerçek durumunu göremiyor ya da görmezden gelmeyi tercih ediyorlardı. Ancak güçlü bir sınıf temeline ve duruşuna
2
Temmuz 2013 • sayı: 100
sahip olanlar doğru bir tahlile ulaşma şansına sahiplerdi. Aksi, bu ülkelerde işçi sınıfının emeğinin sömürüldüğünü ve bu emek sömürüsü temelinde kendini var eden azınlık bir egemen sömürücü sınıfın varlığını görememeyle sonuçlanıyordu. Bu ülkelerdeki işçi sınıfının da, kendilerini sömüren ve ezen egemenlere karşı sınıf mücadelesi yürütmesini savunmak gerekliydi. Bu rejimler çözülme sürecine girdiğinde de, ne bunları savunmaya kalkmak ne de demoralize olmak gerekiyordu. Oysa solun büyük bölümü tam da bu konuma düştü. İşte Marksist Tutum’u var eden devrimci birikim bu konuda tam bir proleter sınıf tutumu ortaya koymuş ve ortalıkta dolaşan tahlillerden herhangi birine kendini teslim etmeden bağımsız bir bilimsel tahlil geliştirme yoluna gitmiştir. Ancak böylesi bir tahlil gerekli zihin açıklığını sağlayabilir ve geleceğin mücadelelerine sağlıklı bir hazırlığın önünü açabilirdi. Nitekim öyle oldu. Solun geniş kesimi tarafından şu ya da bu biçimde olumlu bulunan bu rejimler çöktüğünde doğal olarak büyük bir moral bozukluğu dalgası yaşandı. Türkiye’de zaten 12 Eylül darbesiyle ezilen ve geniş ölçüde tasfiyeciliğe savrulan sol, bu yeni darbeyle tasfiyecilikte yeni ufuklara açıldı. Yılgınlık ve küfür adeta sınır tanımadı. Genel olarak da sosyalist düşünce büyük bir itibar kaybına uğradı. İşte Marksist Tutum öncelikle tüm dünyada esen bu yılgınlık ve tasfiye rüzgârlarına karşı bir devrimci duruş temelinde yükselmiştir. Bu duruş küçük-burjuva devrimciliğinin temelsiz ütopik romantizminin değil, bilimsel temellere dayalı proleter devrimci tarihsel iyimserliğin ifadesiydi. Bazıları “devir değişti” edebiyatının basıncı altında türlü biçimlerde kaykılırken Marksizmin devrimci dünya görüşüne kararlılıkla sahip çıkmak, işçi sınıfının devrimci potansiyeline inancı korumak ve aşılamak hiç de göründüğü kadar kolay bir iş değildir. Kapitalizmin krizli doğasının 2000’li yıllarda daha genel ve belirgin biçimde kendini ortaya koyması ve buna paralel olarak dünya genelinde işçi ve emekçi kitlelerin mücadelelerinde yeni bir uyanışın baş göstermesi olgusu, geçmişte zorluklara karşı verilen mücadelenin yeterince takdir edilememesi sonucunu doğurabilir. O nedenle bu noktayı vurgulamak bizim boynumuzun borcudur. Bugünün ve geleceğin kazanımları bu direngen miras üzerinde yükselmiştir, yükselecektir. Marksist Tutum, cumhuriyet Türkiye’sinin siyasal tarihinde tarihsel önemde dönüşümlerin yaşandığı bir kavşak noktasında sahneye çıktı. Bu süreç egemen sınıf içinde değişik aşamalardan geçen keskin çatışmalarla dolu bir süreçti. Tüm cumhuriyet tarihi boyunca ülkedeki siyasal rejimin temel bir belirleyicisi konumundaki ayrıcalıklı asker-sivil Kemalist bürokrasi, bu çatışma sürecinde ilk kez hâkim pozisyonlarını yitirmiş ve önemli ölçüde hizaya çekilmiştir. Devletin hâkim ideolojisi olan Kemalizmin temel dayanağı olan bu kesimler, ne yazık ki solun geniş kesimi tarafından bir biçimde ilerici olarak görüldüğü için sosyalist mücadele açısından affedilmez yanlışlar yapılı-
sayı: 100 • Temmuz 2013
yordu ve halen de bu devam etmektedir. Türkiye’de sosyalist solun büyük bölümü ne yazık ki başından bu yana Kemalizmin şu ya da bu ölçüde etkisi altında olmuştur. Bu etki Kemalizmin burjuva elitist doğası gereği solun proleterleşmesinin önünde ciddi bir engel olmuştur. Bu süreçte Marksist Tutum geleneksel sosyalist solun tutumlarından tümüyle farklı bir yerde durarak, bağımsız devrimci bir sınıf çizgisinin inşasını derinleştirmeye yöneldi. Sosyalist sol içinde son derece yaygın olan küçük-burjuva rekabet ve reklâmcılıktan daima uzak durdu. Gelişen siyasal olaylar karşısında basmakalıp ve ezber formüllerden uzak durmayı, gerektiğinde yalnız da kalsa Marksizmin ilkesel duruşundan taviz vermemeyi şiar edindi. Devrimci olan tek şeyin gerçeklik olduğundan hareketle, “başkaları ne der” kaygısına prim vermeyen bir politik cesaret sergiledi. Bu tavır kelimenin tam anlamında akıntıya karşı yüzmek anlamına geliyordu. Ama zaten Marksist Tutum’un karakteristik özelliklerinden birisi daima bu oldu. Marksist Tutum’a can veren devrimci birikim ve irade daha başından, bu topraklarda zayıf bir damar olarak kalmış olan proleter devrimci çizgiyi temsil ediyordu. Ve bunun temel bir gereği, solun genel bir zaafı olan Kemalizme karşı kesin ve sonuna kadar tutarlı bir duruş ortaya koymaktı ve bu sınavdan alın akıyla çıkılmıştır. Şurası kesindir, Kemalizmden ve onun asıl toplumsal tabanı durumundaki küçük-burjuva katmanlardan nemalanmaya çalışarak Türkiye’de proleter devrimci bir güç yaratmak, yani çağın gerçek devrimci gücünü yaratmak mümkün değildir. Bu uğurda hayallere kapılanlar geçmişte olduğu gibi bundan sonra da sükûtu hayale uğrayacaklardır. Hayal görmeyenler ise hayal kırıklığına uğramazlar. Marksist Tutum başından itibaren Kemalizmden arındırılmış bir proleter devrimci damar oluşturmaya azmetmiştir ve bu çaba sonuna kadar sürdürülecektir. Bununla doğrudan bağlantılı olarak, Marksist Tutum milliyetçiliğe, özellikle onun “yurtseverlik” gibi kılıklara sokulmaya çalışılan sinsi görünümlerine karşı amansız bir ideolojik-politik mücadele yürüttü ve işçileri bu tuzaklara karşı bilinçlendirmeye büyük önem verdi, veriyor. Kürt sorunu bir turnusol kâğıdı durumundaydı ve burada da bağımsız bir işçi sınıfı duruşu hayati önem taşımıştır. Şovenizmin alabildiğine kol gezdiği ve ezilen Kürt halkının haklı mücadelesine kem küm etmeyen açık ve net bir tutumla destek vermekten hemen herkesin kaçtığı bir ortamda Marksist Tutum kararlı bir duruş sergiledi. Kürt halkının haklı ulusal-demokratik talepleri Marksist Tutum tarafından her zeminde açık ve net biçimde savunuldu. Ancak bu açık ve net tutum bir küçük-burjuva demokratik duyarlılıktan değil, işçi sınıfının devrimci enternasyonalist geleneği üzerinde yükselen proleter sınıf tutumundan kaynaklanıyordu. Dolayısıyla Kürt halkına ve onun mücadelesine verilen destek, devrimci işçi sınıfının verdiği bir destek olmuştur. Öte yandan bu destek Marksist Tutum sayfalarında dile getirilen sözlü bir destek
marksist tutum
olarak kalmamış, Marksist Tutum’u sahiplenen devrimci işçiler, işçi sınıfı açısından her anlamlı fırsatta Kürt halkının haklı mücadelesine desteklerini sunmuşlardır. İşçi sınıfı içinde şovenizmi ve Kürt düşmanlığını körükleme kampanyasına, proletarya enternasyonalizmi ve halkların kardeşliği ilkesiyle hareket ederek karşı durmuşlardır. Marksist Tutum’u mücadelelerinde bir yol gösterici olarak kucaklayan işçiler arasında Kürt işçilerin önemli bir yer tutmaları ve genelde Kürt emekçilerin Marksist Tutum’a gösterdikleri sıcak ilgi bunun en güçlü göstergesidir. Marksist Tutum’un bu proleter devrimci duruşu, örgütlülüğe yaptığı hayati vurgu ve güncel ve tarihsel sorunlarda ortaya koyduğu duruş, onu kucaklayan, rehber edinen devrimci işçilerin bu temellerde hayatın içinde verdikleri mücadeleler, aradan geçen yıllar içinde doğruluğunu ve isabetliliğini defalarca göstermiştir. O nedenle Marksist Tutum’u bağrına basan işçilerin sayısı istikrarlı biçimde artmış, onların mücadeleleri nicel ve nitel olarak yeni yeni biçimler alarak büyümüştür. Marksist Tutum’un dayandığı enternasyonalist komünist çizgi bu anlamda geleceği temsil etmektedir. Dünya çapında sınıf mücadelelerinin yükselmekte olduğu yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dalganın henüz ilk evrelerindeyiz ve emekçi yığınlar dünya çapında henüz ilk ataklarını yapmış durumdalar. Bunları yenilerinin izleyeceğine şüphe yoktur. Bunu doğrularcasına, adeta gün geçmiyor ki dünyanın farklı bir köşesinde yeni isyanlar, kalkışmalar yaşanmasın. Bu durum kapitalizmin çürümüşlüğünün her gün ortaya konan yeni kanıtlarını oluşturuyor yalnızca. En zor dönemlerde buna dikkat çeken ve rüzgârlar karşısında dik duran Marksist Tutum’un haklılığı gün gibi ortadadır. Aynı zamanda bu yeni mücadelelerin ortaya koyduğu tüm enerjiye rağmen, temelde örgütsüzlük nedeniyle yenilgilerle ya da yetersiz sonuçlarla yüz yüze gelmesi de Marksist Tutum’un örgütlülüğün hayati önemine yaptığı vurguyu haklı çıkarmaktadır. Gerçek anlamda bir proleter devrimci örgütlülük, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yaratılmadığı müddetçe kitlelerin patlak veren isyanları düzen tarafından bir biçimde savuşturulacaktır. Tüm tarihsel deneyim bunu göstermektedir. Türkiye’de de önümüzdeki dönemde büyük sınıf mücadeleleri olacağına kuşku yoktur. Yeni kuşak bir işçi sınıfı şekillenmekte ve bunlar şimdilik mevzi mücadelelerle ilk denemelerini yapmaktalar. Türkiye kapitalizminin yakaladığı görece elverişli konjonktür ve içine girilen adeta yeniden inşa süreci, burjuvaziye bir tarihsel nefes aralığı yaratmış olsa da, bunun ilelebet sürmeyeceği açıktır. Bugünkü mevzi mücadelelerde işçilere yol gösteren Marksist Tutum, o büyük günler geldiğinde de mücadele sahasının ön saflarında bilinçli işçilerin ellerinde dalgalanacaktır. Buna inancımız tamdır. Bu proleter devrimci birikim, tüm küçük-burjuva rüzgârlara inat, yatağını daha da derinleştirerek ve büyüterek yoluna devam edecektir. n
3
“Gezi” Hareketinin Niteliği, Yanılsamalar ve Burjuva Kamplaşma Zeynep Güneş Protesto eylemlerinin ilk günlerinde, küçük ölçekli bir direnişin hükümete karşı kitlesel bir harekete dönüşmesindeki tetikleyici faktörün, AKP’nin dayatmalarına, otoriterliğine ve yaygınlaşan polis terörüne duyulan tepki olduğuna işaret etmiştik. Bu yazımızda ise, gelişim süreci içinde genel karakteri gün be gün netleşen bu hareketin niteliğine, temel eksikliklerine, ona dair yaratılan yanılsamalara dikkat çekeceğiz. Kuşkusuz genelde AKP’nin ve özelde de Erdoğan’ın bu direniş karşısında izlediği politikanın nelere işaret ettiğinin yanı sıra, burjuva muhalefet güçlerinin hareketi kendi çıkarları doğrultusunda kullanma çabaları, burjuvazi arasındaki çatışmanın ve rekabetin pek çok açıdan harekete yansıması gibi temel hususları da ele alacağız.
G
ezi Parkı’na yönelik talan projesine karşı başlayıp büyük bir yaygınlık kazanan protesto dalgası, yaklaşık üç haftalık bir sürecin ardından sönümlenme aşamasına girmiş görünüyor. Bu süreçte dört genç katledildi, binlerce insan yaralandı, bunların bir bölümü ciddi şekilde sakatlandı, binlercesi gözaltına alındı. Taksim’i, Gezi Parkı’nı ve diğer kentlerdeki eylem alanlarını azgın bir polis terörüne başvurarak eylemcilerden arındıran AKP hükümeti, ardından KESK üyelerine, sosyalistlere, çeşitli derneklere, Çarşı grubuna vb. kapsamlı bir saldırı harekâtı başlatarak öç almaya girişti. Onlarca insan “terör örgütü üyeliği” ve “kamu malına zarar vermek” suçlamasıyla tutuklandı. Erdoğan’ın “mesajı aldık” derken ne kastettiği, hükümetin polisi güçlendirmeye, gaz stoklarını arttırmaya ve sosyal medyayı denetim altına almaya dönük yeni girişimlerinden de açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü AKP, bu kitle hareketinin gölgesinin, artık atacağı her adımda onu takip edeceğinin farkındadır. Ortaya çıkan protesto hareketinin pek çok açıdan ayrıntılı değerlendirmeleri hak ettiği açıktır. Önümüzdeki dönemde bu olgu kuşkusuz çeşitli yönleriyle ele alınmaya devam edilecektir. Protesto eylemlerinin ilk günlerinde, Gezi Parkı’nın Topçu Kışlası adı altında yağmalanmasına karşı başlayan küçük ölçekli bir direnişin hükümete kar-
4
şı kitlesel bir harekete dönüşmesindeki tetikleyici faktörün, AKP’nin dayatmalarına, otoriterliğine ve yaygınlaşan polis terörüne duyulan tepki olduğuna işaret etmiştik. Diğer pek çok yazımızda1 ayrıntılı bir şekilde ele aldığımız bu hususlara, temel başlıkları itibariyle bir kez daha dikkat çekmiştik. Bu yazımızda ise, gelişim süreci içinde genel karakteri gün be gün netleşen bu hareketin niteliğine, temel eksikliklerine, ona dair yaratılan yanılsamalara dikkat çekeceğiz. Kuşkusuz genelde AKP’nin ve özelde de Erdoğan’ın bu direniş karşısında izlediği politikanın nelere işaret ettiğinin yanı sıra, burjuva muhalefet güçlerinin hareketi kendi çıkarları doğrultusunda kullanma çabaları, burjuvazi arasındaki çatışmanın ve rekabetin pek çok açıdan harekete yansıması gibi temel hususları da ele alacağız.
Hareketin niteliği Protesto eylemlerinin ilk aşamasında, ortaya çıkan hareketin demokratik dinamikler taşıdığını belirtmiş, çeşitli açılardan yararlı bir deneyim oluşturduğuna işaret etmiş, ancak o aşamada bile hareketin genel zaaflarına ve onu bekleyen tehlikelere dikkat çekmiştik: “… bu tepki örgütlü bir zeminde başlayıp gelişmeme-
sayı: 100 • Temmuz 2013
sinin ve halen genel bir örgütsüzlük damgası taşımasının yanısıra proleter sınıf karakterinin belirgin olduğu bir nitelik de taşımamaktadır. Şu anki aşamada, işçi sınıfı örgütlü bir tarzda hareketin bir parçası haline gelmemekle birlikte, işçi ve emekçiler bireysel tepkilerini harekete taşımakta ama daha ziyade “beyaz yakalı” işçilerin, üniversite gençliğinin ve Kemalist önyargıları güçlü olan “orta sınıf ”ın ağırlığı hissedilmektedir. Harekete damgasını vuran, AKP ve Erdoğan’a duyulan nefrettir. Ancak siyasal bileşim oldukça karışıktır; bu bileşim içinde faşist Türk Solu çevresi ve İP gibi çevrelerin yanısıra CHP’nin darbeci-şovenist kanadı da mevcuttur ve bu sonuncular hareketi Kürt karşıtı şoven bir çizgiye çekmeye çalışmaktadırlar. … örgütlü proleter sınıf hareketi devreye girmedikçe, genelde örgütsüz olan bu dinamik sönme ya da piyasadaki en büyük hükümet karşıtı güç olan CHP gibi ulusalcı odakların elini güçlendirme tehlikesiyle karşı karşıyadır.”2 İlerleyen günlerden itibaren hareketin niteliğinin netleştiğini ve yukarıda dikkat çektiğimiz olumsuzlukların ve tehlikenin eylemler boyunca daha belirgin bir şekilde ortaya çıktığını belirtmeliyiz. Taleplerinin, sloganlarının, hedeflerinin ve bizzat eylem tarzının da gösterdiği üzere, bu hareketin proleter sınıf karakteri değil “orta sınıf ” karakteri taşıdığının altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Protestolara katılan geniş kitlelerin önemli bir bölümünün emekçi sınıflara mensup olmaları bu gerçeği değiştirmemektedir. Çünkü onlar bu eylemlerde sınıfsal kimlikleri, aidiyetleri, talepleri ve örgütlülükleriyle değil tek tek bireyler olarak bulunmaktadırlar. Dahası söz konusu olan “beyaz yakalı” işçiler olduğunda, genelde “orta sınıf ” zihniyeti, yaşam tarzı ve buradan kaynaklı duyarlılıklar öne çıkmaktadır. Nitekim hareketin esasen bu tür hassasiyetlerden türeyen bir AKP ve Erdoğan düşmanlığıyla sınırlı kaldığı görülmektedir. Örneğin işçi ve emekçi kesimlerin çalışma ve yaşam koşullarına dizginsiz bir saldırı olduğu, anti-demokratik uygulamalar ayyuka çıktığı, Türkiye emperyalist savaş cehennemine sürüklendiği, Kürt sorunu tüm canlılığıyla gündemi işgal ettiği, metal işkolunda on binlerce işçiyi ilgilendiren satış sözleşmeleri imzalandığı ve THY grevi büyük baskı koşullarında ölüm-kalım mücadelesi verdiği halde, sınırlı birkaç demokratik talep dışında, işçi sınıfının can yakıcı hiçbir talebi dile getirilmemektedir. Sıkça öne çıkarılan “bireysel özgürlük” özlemine rağmen, siyasal hak ve özgürlüklere dair taleplere rastlanmamaktadır. İstifa etmesi istenen AKP’nin ve Erdoğan’ın yerine neyin, kimin ya da nasıl bir iktidarın istendiğine dair bir açıklık da söz konusu değildir. Tam da bu nedenlerle, bu hareketi, biçimsel bazı benzerliklerinden yola çıkarak Tunus ve Mısır başta olmak üzere çeşitli Arap ülkelerinde totaliter rejimlere karşı yükselen halk isyanlarıyla aynı kategoride değerlendirmek doğru değildir. Aynı şekilde, söz konusu hareket, İspanya’da işsizliğe ve kemer sıkma politikalarına karşı
marksist tutum
gelişen “Öfkeliler” hareketinden, Yunanistan’da devrimci duruma yol açan sınıf hareketinden, ABD’de işten atmalara ve krizin yükünün işçi sınıfının sırtına yüklenmesine karşı patlak veren “İşgal Et” hareketinden ya da son günlerde Brezilyalı yoksul emekçi kitlelerin zamlara ve devletin Dünya Kupası için ayırdığı bütçeye duydukları tepki sonucu yükselttikleri hareketten de kategorik olarak ayrışmaktadır. Elbette sözünü ettiğimiz bu hareketler de kendiliğinden, örgütsüz ve düzen sınırları dışına çıkamayan hareketlerdir. Ancak bu hareketlerin tümünde, işçi ve emekçiler, demokrasi, adalet, herkese iş, aş, sosyal güvence gibi talepleri çok güçlü bir şekilde dile getirmiştir ve bu en sıradan gözüken taleplerin bile kapitalizm altında kalıcı bir şekilde karşılanamayacağı ortadadır. Tam da bu yüzden, söz konusu hareketlerin önemli bir bölümü, devrimci bir önderliğin yol göstericiliği altında burjuvaziyi iktidardan alaşağı etme potansiyeline sahiplerdi. Oysa, Taksim’e çadır kurmakta birbirleriyle yarışan onca sosyalist grubun varlığına rağmen, “Gezi Parkı” protestolarından, bıraktık anti-kapitalist sloganları, bu tür talepler bile yükselmiş değildir. Çok önemli bir diğer husus da, yukarıda sıraladığımız hareketlerin önemli bir bölümüne proletaryanın tek tek bireyler olarak değil sınıf olarak, grevlerle, işgal eylemleriyle vb. katılmış olmasıydı. “Gezi” protestolarında ise işçi sınıfının hiçbir kesimi bu eylemlere sınıf kimliğiyle katılmadığı gibi, sanayi proletaryasının çoğunluğu da, yaratılan burjuva kutuplaşmanın etkisiyle harekete uzak durmuştur. Gezi Parkı-Taksim başta olmak üzere merkezi meydanları “işgal” edenlerin büyük bir kesimi “orta sınıf ailelere” mensup liseli ve üniversiteli gençlerden ve “beyaz yakalı”lardan oluşmaktadır. Bunların önemli bir bölümü apolitikliği ve örgütsüzlüğü büyük bir meziyet olarak görmekte, aileleri ve burjuva liberaller tarafından da bu nedenle övülüp yere göğe sığdırılamamaktadırlar. Aynı şekil-
Merkezi meydan ve parklarda bir araya gelen gençlerin önemli bir bölümü apolitikliği ve örgütsüzlüğü büyük bir meziyet olarak görmekte, aileleri ve burjuva liberaller tarafından da bu nedenle övülüp yere göğe sığdırılamamaktadırlar
5
marksist tutum
de, “beyaz yakalılar” nesnel olarak işçi olmalarına rağmen bilinç olarak “orta sınıf ” dürtüleriyle hareket ettiklerinden, onlar da liberallerin ilgisine mazhar olmaktadırlar. Eyleme yönelik olarak “beyaz yakalı”ların dillendirdikleri ve sosyalist geçinenlerin bazıları tarafından da övgüyle aktardıkları “gündüz işte, akşam eylemdeyiz!” ifadesi, aslında eylemin sınıfsal niteliğini çok güzel yansıtmaktadır. Gündüz herkes ses çıkarmadan ücretli köleliğine devam etmiş ya da dükkânını işletmiş, akşam olduğunda ise “gezi”ye çıkılmıştır! Gelinen noktada, Alevilerin yoğun yaşadığı ve sosyalist grupların belli bir etkinliğe sahip olduğu mahalleler dışında ağırlıklı olarak tuzukuru semtlerdeki parklarda gerçekleştirilen “forum”lara ve “duran adam” eylemlerine dönüşen süreç de, hareketin niteliğine dair önemli bir gösterge oluşturmaktadır. İşçi sınıfının tepkisi öncelikle üretim alanlarında yükselmedikçe ve hareketin temel eksenini sınıfın damgasını bastığı talepler oluşturmadıkça, meydanlara yüz binler de aksa, bu hareketin çıkışsızlığa ve sönümlenmeye mahkûm kalacağı açıktı ve nitekim sonuçta olan da budur. Düzeni hiçbir şekilde zorlamayan bu hareketin, “çapulcu” Cem Boyner’den Koç grubuna, TÜSİAD’dan burjuva liberallere, AKP’ye ayar vermek isteyen burjuva kesimleri fazlasıyla memnun ettiği aşikârdır. Her grevde devrim öcüsü gören burjuvazinin, böylesine geniş ölçekli bir kitle hareketini korku duymaksızın destekleyebilmesi bile hareketin niteliğini sorgulamak için yeterli bir veri oluşturmaktadır aslında. Bu durumda, niteliği ve kapsamı belirginleşmiş olan bu harekete olduğundan daha büyük anlamlar atfederek onda güçlü devrimci dinamikler keşfeden ve anti-faşist mücadele olarak niteleyenlere sormak gerekiyor: Siz hiç bu burjuva kesimlerin şevkle destekledikleri bir işçi hareketine tanık oldunuz mu? Ya da tekelci sermayenin önde gelen kesimlerinin alkışladığı bir anti-faşist hareket gördünüz mü? Sonuç olarak, sendikal hareketin dibe vurması, sosyalist hareketin proleter sınıf devrimciliğinden alabildiğine kopukluğu ve burjuvazinin iç kapışmasının toplumda yarattığı yapay kutuplaşmanın bir türlü aşılamaması nedeniyle, ne işçi sınıfının geniş kesimleri bu hareketi sahiplenmiştir ne de hareketin sınıfla buluşup bunu arzu edilen içeriğe kavuşturma ve bir üst düzeye yükseltme gibi bir çabası olmuştur. Dolayısıyla, özü itibariyle, son derece dar bir çerçeveye hapsolarak sönümlenme kaderinden kaçınamayacak bir küçük-burjuva hareket olarak kalmış ve burjuva kutuplaşmanın eksenine girmiştir.
Burjuvazinin kitleleri iç kapışmasına alet etme çabası Tüm bu zaaf ve eksikliklerden ötürü, çeşitli burjuva kesimlerin direnişi yönlendirme ve ondan kendi çıkarları doğrultusunda faydalanma çabaları da boşa çıkarılamamıştır. TÜSİAD’ın belkemiğini oluşturan ve Erdoğan
6
Temmuz 2013 • sayı: 100
karşısında bir süredir geri çekilme pozisyonunda olan sermaye grupları, AKP’ye ve özellikle de Erdoğan’a ayar vermek, yeni burjuva iktidar alternatiflerine zemin hazırlamak üzere, bu fırsatı değerlendirmeye girişmişlerdir. Bu burjuva kesim, ilk birkaç günün ardından hareketi açıktan desteklerken, bir taraftan da onun “raydan çıkmamasını” sağlamak için elinden geleni yapmıştır. Eski örgüt anlayışının Gezi’de kamp kuran “özgür” gençlere hitap etmediği, bunların “marjinal” gruplara yüz vermemesi gerektiği, örgütlenme işinin örgütler olmadan twitter üzerinden de gayet güzel yapılabildiği, bugünün gençliğinin ince mizah anlayışıyla ve teknolojik donanımla harikalar yaratabildiği yolundaki abartılar, söz konusu kesimin elindeki medya organlarına postu seren liberaller tarafından köpürtüle köpürtüle beyinlere şırınga edilmiştir. Bu süreci hükümetle kozlarını paylaşmak üzere kullanmaya çalışan bir diğer burjuva kesimse Fethullahçı kanat olmuştur. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz sermaye kesimlerinden farklı olarak, bu kanadın medya organlarında bir yandan Erdoğan’ın tavırları “dostane” bir dille eleştirilirken, öte yandan eylemcilere dönük kara propagandaya aynen eşlik edilmiştir. Böylece Erdoğan’a, “biz hâlâ seni destekliyoruz ama bizi dikkate almazsan seni çiğ çiğ yiyeceklerini de gör” mesajı verilmek istenmiştir. Erdoğan’ın sırası geldiğinde kendilerine de diklenmesinden ve sıkça kontrolden çıkabilmesinden rahatsızlık duyan emperyalist güçler de, ortaya çıkan halk tepkisini Erdoğan’ın balonunu söndürmek ve AKP’ye ayar vermek için fırsata çevirmeye girişmişlerdir. ABD ve Avrupa merkezli (CNN International’dan New York Times’a,
sayı: 100 • Temmuz 2013
Economist’ten Guardian’a, Bild’den Le Monde’a) çok sayıda etkili burjuva medya organı, kendi devletlerinin ya da patronlarının ekonomik-politik çıkarlarına aykırı düştüğünde görmezden geldikleri, çarpıttıkları ya da iki satırla geçiştirdikleri olayların aksine, bu protestolara uzun uzun yer vermiştir. Bu medya organları Erdoğan’ı “diktatör”, “beton kafalı” gibi sıfatlarla nitelendirmiş, kimileri onu Arap ülkelerindeki diktatörlerle eş tutan bir yayın politikası izlemişlerdir. Böylece “Müslüman dünya bizi model alıyor” diyerek şişinen Erdoğan’a, “fazla efelenme, haddini bil” mesajı verilmiştir. AKP’ye gelecek olursak, Erdoğan tüm bu süreçte, dilini ve tutumunu yumuşatarak bu yorumlara mahal vermemek yerine, kendilerini tehdit altında hisseden egemenlerin klasik tavrıyla saldırı dozunu alabildiğine arttırmıştır. Eylemlerin dış mihrakların komplosu olduğunu, bunun yerli ayağını “faiz lobisi”nin oluşturduğunu vb. söyleyerek ve eylemcileri “çapulcu”, “ayyaş” gibi sıfatlarla aşağılayarak kendi tabanının sarsıntı geçirmesini engellemeye çalışmıştır. Son derece bilinçli bir politikayla, yapay kutuplaşmayı derinleştirmeye çalışarak, aslında kendi tabanını tahkim etmeye girişmiştir. Yükselecek tepkiyi bile bile Taksim’e ve Gezi Parkı’na saldırı emri veren Erdoğan, eylemcilere ve kendisini yıpratmaya çalışan burjuva kesimlere meydan okumakla kalmamış, Gezi Parkı saldırısının hemen ertesi gününde gerçekleştirilen İstanbul mitinginde de muzaffer komutan edasıyla gövde gösterisinde bulunmuştur. Suriye politikasında sıkışan, Kürt sorununda attığı adım nedeniyle yoğun eleştirilere maruz kalan ve çok övünüp güvendiği ekonomik istikrar tablosunun son derece kırılgan olduğunu gören Erdoğan, başkanlık hayallerini gerçekliğe dönüştürme yolunda kritik bir önem taşıyan yeni anayasanın hazırlanma sürecinde ve önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerin arefesinde patlak veren bu hareket karşısında, her türlü sert eleştiriye göğüs gererek gardını almaya çalışmaktadır. Bunun kendisi ve partisi için bir hayat memat meselesi olduğunun bilincindedir ve bu yüzden de bir kez daha mağduriyet edebiyatına sarılarak toplumdaki yapay kutuplaşmayı kendi kutbunu güçlendirmek üzere derinleştirme siyaseti izlemektedir. AKP karşısında CHP ve diğer ulusalcı kesimlerin de benzer bir kutuplaştırma siyaseti izledikleri açıktır. Ergenekon, Balyoz vb. davaların, asker-sivil bürokrasinin özgün konumunu kaybederek AKP denetimine girmesinin ve böylece Kemalist mevzilerin teker teker kaybedilmesinin ardından umutsuzluğa kapılan ulusalcı kesimler, hükümet karşıtı bu hareket sayesinde yeni bir canlanma yaşamış ve hareketi kendi çizgilerine kanalize etmeye çalışmışlardır. Sonuçta işçi sınıfı, mevcut bilinçsizlik ve örgütsüzlük koşullarında, bağımsız sınıf çizgisi ekseninde tavır alıp harekete geçememekte, burjuva kutuplaşmanın cenderesinden kurtulamamaktadır. AKP’ye oy veren işçiler Erdoğan’ın sözlerini sorgulamaksızın doğru kabul edip
marksist tutum
onu savunmaya itilirken, protesto eylemlerine destek veren veya bizzat katılan işçi ve emekçilerin büyük çoğunluğu ise CHP’nin gönüllü ya da gönülsüz destekçileri konumuna sürüklenmektedir.
Yaratılan yanılsamalar Gerek kitlesel işçi hareketlerinin gerekse halk hareketlerinin başlangıç aşamasında kendiliğinden patlamalar şeklinde ortaya çıkması Marksistler açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Bu tür hareketlerin, beklenmedik anlarda ve beklenmedik nedenlerle tetiklendiğine dair sayısız örnek mevcuttur. Hatta kimi hallerde devrimci durumlara yol açacak denli ileri gidebilecekleri de bilinmektedir. Ancak “Gezi” protestolarının ortaya çıkardığı hareket nesnel ve öznel eksiklikleri nedeniyle devrimci durum doğurmamak bir yana, halkın çoğunluğunun aktif ya da pasif desteğini kazanamamıştır. Esas olarak eylemlerin merkezi durumunda olan sınırlı sayıdaki alanda yoğunlaşan polis saldırısının ve buna direnişin getirdiği olağandışı durum haricinde, sistemin işleyişinde ve toplumsal yaşamın akışında herhangi bir aksama olmamış, hareket üretim alanlarına hiçbir şekilde uzanmamış, gündemine büyük ölçüde yansımasına rağmen işçi sınıfının geniş kesimleri harekete uzak durmuştur. Durum buyken, sosyalist hareketin, 12 Eylül’den bu yana on yıllardır ilk kez tanık olunan bu ölçekte kitlesel bir protesto ve direniş hareketi karşısında kendinden geçip, gerçeklikten tümüyle koptuğu görülmektedir. Taksim’de giderek kalabalıklaşan örgütsüz kitlenin ağır basmasıyla güçsüzlükleri ve dolayısıyla yönlendirme-önderlik etme kapasitesinden yoksunlukları alenen ortaya çıkan sosyalist gruplar, ne yazık ki tümüyle kitle kuyrukçuluğu olarak özetlenebilecek bir pozisyona düşmüşlerdir. Harekete çapından büyük anlamlar atfedenler, bundan kaynaklı olarak çeşitli yanılsamalar da üretmişlerdir. İşçi sınıfının harekete uzak durduğunu ve bunun büyük bir eksiklik oluşturduğunu vurgulamak zorunda kalanların bile kendilerini heyecana kaptırıp “devrime ilerliyoruz” ruh hali içinde davranmaları, aslında proleter sınıf temelinden uzaklığın yarattığı bir gerçeklikten kopma haline işaret etmektedir. Küçük-burjuva bakış açısı ve onun koşullandırdığı ruh hali, AKP’ye ve polis terörüne duyulan haklı öfkeye odaklanan ve harekete yönelik övgülerin pek de ötesine geçmeyen bir tutumda ifadesini bulmuştur. İşçi sınıfı devrimcileri, proletaryanın örgütlü ve devrimci bir güç olarak sürecin başını çekmediği durumlarda bu tür hareketlerin ezilmeye, sönümlenmeye ya da kalıcı başarılar elde edememeye mahkûm olduğu bilinciyle, asıl eksikliği gidermeye odaklanırlar. Kitlesel bir canlanmanın olduğu, gündemin bu konuya odaklandığı, diğer halk kesimleri gibi işçi sınıfının da algılarının açık hale geldiği bu politik ortam, elbette sosyalistlere önemli bir propaganda olanağı sağlamakta, işçileri doğru temelde bilinçlendirme,
7
Temmuz 2013 • sayı: 100
marksist tutum
kazanma ve yönlendirme fırsatı sunmaktadır. Her sosyalist örgütün bu fırsatı kullanarak gücünü arttırmaya çalışmasından daha doğal bir şey olamayacağı da açıktır. Fakat ortada bu harekete yön verecek güçte hiçbir sosyalist yapının bulunmadığı herkesin hemfikir olduğu bir olguyken, üstelik de proleter nitelikte olmayan küçük-burjuva karakterli bu harekete abartılı anlamlar yüklemek, sınırlarını görmezden gelmek ve hele ki sonucu hayal kırıklığından öteye geçmeyecek devrim yanılsamaları yaratmak sınıf devrimcilerinin işi olamaz, olmamalıdır. Devrimci faaliyeti polisle çatışmaya ve reklâmcı tarzda kendini göstermeye indirgeyen, proletaryanın örgütsüz durumunu zerre kadar umursamayan ve Türkiye sosyalist hareketi içinde ne yazık ki çoğunluğu teşkil eden küçük-burjuva solun yaptığı ise tam da bu olmuştur. Küçük-burjuvalıkla malûl sosyalist hareketin tamamı için yönlendirici olan şey, süreci soğukkanlılıkla tahlil edip buna göre tutum almak değil “hissedilen duygular” olmuştur. Esiri olunan coşkun ruh hali, neredeyse bütün sosyalist solu bir yanılsamalar deryasına sürüklemiştir. İsyanın AKP’yi devirmeden durmayacağı, bunun faşizme karşı bir özgürlük başkaldırısı olduğu, devrimci bilinci hızla yeşerttiği, yeni bir devrimciler kuşağının doğduğu, 21. yüzyıl sosyalizmini bu tür sokak hareketlerinin yaratacağı vb. yolundaki tespitlere, açıktan ya da örtük olarak bolca örgütsüzlük övgüsü eklenmektedir. Sonuç, “hareket” tapınıcılığı, kendiliğindencilik ve kuyrukçuluktur. Bu süreç, sosyalist hareketin ulusalcı, popülist kesimlerinin, uzun süredir içinde bulundukları ruh halini de tersinden bir dolayımla açığa vurmuştur. On yılı aşkın süredir iktidarda olan AKP karşısında Kemalist hezeyanlar içindeki CHP’li seçkincilerin tepkisiyle birebir örtüşen bu ruh hali, patolojik bir umutsuzluk ve karamsarlık tablosu çizmekteydi. “Gezi” eylemleri işte bu ruha ilaç gibi gelmiş, patlak veren hareket onlar için “halka” ve “devrime” yeniden inanç ve güven tazeleme vesilesi olmuş, bu nedenle de hiç sorgulamadan, eksikliklerini görmeden, sınırlarını düşünmeden içine dalınıp sonuna kadar oynanacak adrenalini bol bir oyun olarak görülmüştür. Bu kesime mensup sosyalist bir akademisyenin aşağıdaki satırları bunun açık ve samimi bir itirafı olduğu için alıntılanmayı hak ediyor: “… Gezi Parkı’ndaki ağaçlar kesilmeye başlanana kadar, bireysel olarak inanılmaz bir yalnızlık duygusunun içine gömülmüş durumdaydık. Gezi Direnişi hepimizi bu yalnızlığın içinden çekip çıkardı. 28 Mayıs’tan başlayarak her gün büyüyen ve farklı renk ve biçimler kazanan Gezi Parkı Direnişi tüm Türkiye’ye yalnızlığı, umutsuzluğu sadece kendisinin yaşamadığını gösterdi; bu yanılgıyı geçersiz kıldı.
8
“Bu duyguya o denli ihtiyacımız vardı ki, son 12 gündür bu duyguyu sonuna dek yaşamakla yetindik. Belki henüz derinlikli siyasal çözümlemeler yapmanın ve geleceğe dair öngörülerde bulunmanın zamanı değil. Ama 3 yıl önce bize benzer duyguları hissettiren, yüreklerimize umut kıvılcımını, akıllarımıza ‘mücadelenin yeni bir safhası mı başlıyor’ sorusunu düşüren Tekel Direnişi ile Gezi Direnişi arasındaki bağları kurmanın tam da zamanı.” (Funda Başaran, sendika.org, 10.06.2013) Aslında sadece bu kesimler için değil küçük-burjuvalıkla malûl sosyalist hareketin tamamı için yönlendirici olan şey, süreci soğukkanlılıkla tahlil edip buna göre tutum almak değil “hissedilen duygular” olmuştur. Esiri olunan coşkun ruh hali, neredeyse bütün sosyalist solu bir yanılsamalar deryasına sürüklemiştir. İsyanın AKP’yi devirmeden durmayacağı, bunun faşizme karşı bir özgürlük başkaldırısı olduğu, devrimci bilinci hızla yeşerttiği, yeni bir devrimciler kuşağının doğduğu, 21. yüzyıl sosyalizmini bu tür sokak hareketlerinin yaratacağı vb. yolundaki tespitlere, açıktan ya da örtük olarak bolca örgütsüzlük övgüsü eklenmektedir. Sonuç, “hareket” tapınıcılığı, kendiliğindencilik ve kuyrukçuluktur. Sosyalist hareket şimdiye kadar, bu haliyle de devrime öncülük edebileceği zehabı içindeydi. Yaşanan süreç herkese ayna oldu ve güçsüzlüğü, zayıflığı çıplak bir biçimde gözler önüne serdi. Ancak bu kez de buradan doğru sonuçlar çıkarıp asıl göreve, yani proleter sınıf temelli bir çalışmaya odaklanmak yerine, devrimci önderlik ve öncülük olmaksızın da devrim olabileceği noktasına savrulunduğu görülüyor ki, bu ölümcül bir savrulmadır. Hareket karşısında sarhoşluğa kapılıp kendilerini akıntıya bırakanların tersine, sınıf devrimcileri, işçi sınıfının düzeni temellerinden sarsacak, burjuvaları korkudan titretecek isyanını ateşlemek için yapılması gereken ve herkesin yapmaktan kaçtığı meşakkatli çalışmaya odaklanırlar. Bunun gereği olarak proleter devrimci örgütlülüğün sınıf içinde gücünü arttırmasına, işçi sınıfının gerekli bilinç ve örgütlülük düzeyine kavuşmasına ve burjuvazinin dümen suyundan çıkarak bağımsız sınıf çıkarları çizgisinde hareket etmesini sağlamaya çalışırlar. Ancak bu yapıldığı ölçüde proletarya önümüzdeki süreçte yaşanması muhtemel kitle hareketlerine damgasını basabilir ve bunları gerçekten proleter devrimin kaldıracı haline getirebilir. n www.marksist.com sitesinden alınmıştır
___________________ Bu konuda öncelikle Mehmet Sinan’ın Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP başlıklı yazısının üçüncü bölümüne (Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi) bakılmasını öneriyoruz.
1
2
Kapitalist Talana ve Polis Terörüne İsyan Büyüyor, MT, Haziran 2013
Egemenlerin Kirli Dili Zehra Aras
T
arih boyunca egemenler, üzerinde hâkimiyet kurdukları emekçi sınıfları aşağılamak ve mevcut iktidara başkaldıranları karalamak üzere çeşitli sıfatlar kullandılar. Roma İmparatorluğundaki köle sahipleri, başkaldıran köleleri “sesli alet” diye nitelendiriyordu. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim, katlettiği Alevileri karalamak için akla hayale sığmayacak iftiralar üretiyordu. 1789 Fransız İhtilali’nde isyana katılan yoksul kitlelere “baldırıçıplaklar” deniyordu. Paris Komünü’nün saflarında çarpışan kadınlar “şirret cadalozlar” diye anılıyordu. Afrika kıtasından köle olarak Amerika’ya zorla götürülen Afrikalı yerlilerin, evrimini tamamlamamış maymunsular olduğu iddia ediliyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk Kürt isyanları kanla bastırılırken, Kürtlerin dağlarda ve mağaralarda yaşadığı ve “kuyruklu” olduğu propaganda edilmişti. Son 30 yıllık dönemde ise egemenler, Kürt isyancılara “eşkıya”, “şaki”, “terörist” gibi sıfatları lâyık görürken, Kürtler de “kıro” denilerek aşağılandılar. Kısacası muktedirler, tepeden baktıkları, yönettikleri, sömürdükleri, ezdikleri, şiddetle bastırdıkları, yeri geldiğinde hunharca katlettikleri insanları aşağılamak ve karalamak için türlü sıfatlar kullanmışlardır. Muktedirlerin hepsinin ortak yönleri ise iktidarlarına karşı çıkan kesimlerden nefret etmeleri, esiri haline geldikleri kibirleri, tepeden baktıkları insanları aşağılamaları, düşman olarak göstermek istedikleri kesimi karalamak üzere yalan ve iftirada sınır tanımamalarıdır. Gezi Parkı direnişiyle yükselen protesto dalgası da Türkiye’nin şimdiki muktedirlerini öfkeden kudurttu. Başbakan eylemlere katılanlara “çapulcu” dedi. İktidarın
şefi, Topçu Kışlası-AVM yapmak için ağaç keserken ve parkı biçerken, “3-5 çapulcuya soracak” değildi! “Ayaklar baş mı olacak”tı! Ardından klasik psikolojik savaş taktikleri devreye sokuldu. Polis terörüyle yaralanan insanların Dolmabahçe’de sığındığı ve revire çevirdiği camide alkollü içki içildiği yalanı sistematik biçimde tekrarlanmaya başlandı. İktidarın provokatör destekçilerinden Akit gazetesi, yalancılıkta ve iftiracılıkta Başbakan’ı da aşan bir çirkeflikle camide toplu seks yapıldığını iddia etti. Rezilce iftiraların ardı arkası kesilmedi. Eylemlere destek veren sanatçılara gözdağı vermek için Mehmet Ali Alabora kurban seçildi. Alabora’nın oynadığı bir tiyatro oyununun ayaklanma provası olduğunu iddia etti Başbakan. Nihayet iktidarın emrindeki medyada protestolara katılan çevreci grupların ve sol siyasi örgütlerin “vandal”, “marjinal”, “provokatör” olduğu yalanı işlenmeye başlandı.
Aşağılama, hedef gösterme ve çarpıtmalar Gezi Parkı direnişiyle başlayan protesto gösterilerine katılanlar, Başbakan’ın “çapulcu” hakaretini sahiplenerek bu iftirayı boşa çıkarmaya çalıştılar. Türk Dil Kurumu, Başbakan’ın protestocuları karalamak için sarf ettiği “çapulcu” sıfatını haklı çıkarabilmek için internet sitesindeki çapulcu kelimesinin tanımını alelacele değiştirdi. TDK’nın yeni tanımına göre çapulcu “düzene aykırı davranışlarda bulunan, düzeni bozan” demekmiş. Ancak TDK’nın Başbakan yalakası memurları kelimenin kökünün, yani “çapul” kelimesinin tanımını değiştirmeyi akıl edememişler. TDK sözlüğüne göre “çapul” kelimesi soy-
9
marksist tutum
gunculuk ve yağma anlamlarına geliyor. Dolayısıyla “çapulcu” gerçekte soygun, yağma yapan kişi anlamına geliyor. İşçilerin emeğini sömüren, yağmalayan burjuva sınıfın ta kendisidir. İşçi ücretlerinden kesilen işsizlik sigortası paralarını işsizlere vermemek için bin dereden su getiren, biriken milyarlarca liranın büyük kısmının üzerine yatan, bir kısmını da burjuvalara peşkeş çeken, hükümetin ta kendisidir. Yüksek vergi oranlarıyla işçi ve emekçi halkı çapullayan hükümet değil midir? Kentsel dönüşüm adı altında en değerli arazileri yağmalayanlar, kıyıları, ormanları yandaş şirketlere peşkeş çeken en büyük çapulcular işadamı ve siyasetçi kılığında karşımıza çıkıyor. Gezi Parkı’nı çapulcu iktidara bırakmamak için direnenlere “çapulcu” diyenler için söylenecek tek söz var: “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır!” Gözlerini açıp etrafına bakan milyonlarca emekçi gerçekte kimlerin büyük ölçeklerde çapul yaptığını, son yıllarda kimlerin muazzam zenginleştiğini gayet iyi görecektir. Gerçek çapulcular gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistler, sermayeye hizmette sınır tanımayan pervasız burjuva politikacılar ve iktidarın nimetlerinden faydalanmaya çalışan bilumum çakal sürüsüdür! Gelelim provokatörlük meselesine. Öncelikle şunu belirtelim: Polis saldırmadığı sürece genelde hiçbir protesto gösterisinde çatışma çıkmaz. Örneğin 2011 ve 2012 yıllarında hükümet Taksim’deki 1 Mayıs gösterilerine polisi saldırtmadığı için hiçbir çatışma çıkmamıştı. Hükümetin alanları emekçilere kapatıp polis terörü estirdiği her 1 Mayıs’ta ise çatışmalar çıktı. Hükümetin Suriye politikasının sonucu Cilvegözü ve Reyhanlı’da bombalar patladı ve onlarca insan öldü. Hükümet, Reyhanlı ile ilgili olarak medyaya yayın yasağı koydu. Bununla da kalmadı; Reyhanlı ile ilgili gerçekleştirilen onlarca protesto gösterisine polisi azgınca saldırttı ve çatışma çıkarttı. Gezi Parkı’nda yatıp kalkan eylemcilerle polis arasındaki çatışma da, polis saldırısı ve parkta nöbet tutanların çadırlarının yakılması sonrasında başladı. Aynı gün on binlerce insan, “hükümetin saldırganlığına ve polis terörüne yeter” demek için Taksim Meydanı’na yürüdü. Hükümetin, polisi kitlelerin üzerine saldırttığı her an çatışma oldu. Polis saldırısına ara verildiği zamanlarda herhangi bir çatışma yaşanmadı. Polisin TOMA, biber gazı, plastik mermi, hatta gerçek mermi ile saldırısı sonucu 4 kişi öldü, ondan fazla kişi kör oldu, binlerce kişi yaralandı. Ama hükümet bir yandan polisi azgınca kitlelere saldırttı, öte yandan bulabildiği her araçla kendisini savunmaya, polis saldırısına direnmeye çalışan insanları suçlu gibi göstermeye çalıştı. Devlet ve polis terörünü gözlerden saklamaya uğraşıp, kendilerini savunmaya çalışan göstericileri “şiddet düşkünü” olarak suçlamak egemenlerin tipik tavrıdır. Gerçek provokatörler, polisi kitlelerin üzerine saldırtanlardır; Alevileri kışkırtmak için 3. köprüye “Yavuz Sultan Selim” adını vereceklerini açıklayanlardır; 1 Mayıs’ta Taksim’i sahtekârca bahanelerle yasaklayanlar ve polis te-
10
Temmuz 2013 • sayı: 100
rörüyle
Burjuva medya, Erdoğan’ın yürüttüğü propaganda savaşının neferi olarak görevini canla başla yerine getirerek kitlelerin haklı öfkesine mazhar oldu.
emekçilere saldıranlardır; protestocuların içine sivil polislerini, silahlı ajanlarını gönderenlerdir; protestoculara çapulcu diyerek hakaret edenlerdir; “camide alem yapıyorlar” diye iftira edenlerdir; yaralılara yardım eden doktorları, eylemlere destek veren sanatçıları hedef gösterenlerdir; polisi otellere, hastanelere, evlere kadar saldırtanlar, gaz bombası attıranlardır; polisi adliyenin içindeki avukatlara bile saldırtanlardır; eli sopalı sivil itlerini halkın üzerine salanlardır; 4 insanı öldürtenler, polisi cenazelere bile saldırtanlar, insanlara sokaklarda ve meydanlarda işkence edenlerdir… Şu “marjinal örgütler” lafı üzerine de birkaç kelam etmek gerekiyor. Düşünceleri veya yaşam biçimi toplumun genelinden farklı olanlar “marjinal” olarak adlandırılıyor. Bu tanıma göre her çağda yerleşik düzene ve değer yargılarına karşı duranlar, egemenler tarafından “marjinal” olarak görülmüşlerdir. Roma İmparatorluğunda köleliğe karşı olmak marjinallikti. Spartaküs ve yoldaşları “marjinal”di. Mekke’deki egemenleri rahatsız etmek pahasına tek tanrı inancını savunan, ilk dönemde yoksulları ve köleleri yanına toplayan İslam peygamberi Muhammed de bir zamanlar “marjinal”di. Ortaçağda dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyen bilim adamları da, kilisenin aforoz belgelerini yakan isyancılar da, krallıkların kaldırılmasını ve herkesin eşit vatandaşlık haklarına sahip olması gerektiğini ileri süren burjuva devrimcileri de kendi çağlarında “marjinal”di. Bugün de sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya için mücadele eden sosyalistler egemenler tarafından “marjinal” olarak nitelendirilmektedir. AKP hükümeti eylemcilerin yanı sıra eylemi de karalamak için her türlü çarpıtmaya ve manipülasyona başvurdu. Hükümet yıllardır sıcak parayı çekmek için atmadık
sayı: 100 • Temmuz 2013
takla bırakmıyor, yabancı sermayeyi İstanbul Borsasına yatırım yapmaya çağırıyor. Sermayenin en küçük bir istikrarsızlık yaşandığında daha güvenli piyasalara kaçacağını biraz ekonomiden anlayan herkes bilir. Düne kadar borsa spekülatörlerinin ayaklarına kırmızı halı serenler herhalde Gezi Parkı eylemcileri değildi. Milyarlarca doları borsaya yatırıp döviz açığını kapattıkları sürece spekülatörlere canım cicim diyen Başbakan, istikrarsızlığı görüp paralarını çektikleri anda bu spekülatörleri komploculukla suçlamaya, “faiz lobisi” diye feveran etmeye başladı. İşçilerin ve emekçilerin uluslararası finans kurumlarıyla, borsa spekülatörleriyle bir alışverişi yoktur. Onlarla yıllardır çeşitli düzeyde ilişkiler geliştiren, hükümetin ve Başbakan’ın ta kendisidir. AKP burjuvazisine rakip burjuva güçlerin hükümeti protesto eylemlerinden faydalanarak hükümete ayar çekmeye çalıştığı da inkâr edilemez bir gerçektir. AKP burjuvazisinin uluslararası arenadaki rakipleri de eylemlerden faydalanmaya ve saldırgan bir dış siyaset izleyen AKP’yi hizaya çekmeye çalıştılar. İşçiler ve emekçiler ne AKP burjuvazisiyle ve Türkiye’deki rakip burjuva güçlerle, ne de Avrupa Birliği üyesi kapitalist ülkelerle ve ABD ile aynı kaptan yemek yiyorlar. Bu güçlerle bazen çekişen, bazen ortaklık kuran ama nihayetinde aynı kaptan yemek yiyen AKP hükümetidir. Gerek ülke içindeki rakip burjuva güçler arasındaki çekişme, gerek küresel düzeydeki rekabet ve hegemonya mücadeleleri, nihayetinde işçi sınıfının sömürüsüyle yaratılan zenginlikten kimin ne kadar pay alacağının kavgasıdır. Bugün ortaklık eden burjuvalar yarın birbirine düşer, bugün düşman ilan edilenler yarın ortak haline gelirler. Bu nedenle işçi sınıfı ve emekçiler burjuvalar arası ortaklıkların da çekişmelerin de tarafı olmamalıdır. AKP’ye ayar çekmek isteyen burjuva odaklar, Gezi Parkı protestolarının örgütlü işçi sınıfının öncülüğünden yoksun, işçi ve emekçilerin taleplerini ve mücadele hedeflerini taşımayan, kapitalist düzene tehdit oluşturmayan bir hareket olduğunu, AKP’ye karşı biriken tepkilerin patladığını gayet iyi biliyorlardı. Bu yüzden Gezi Parkı protestolarını kendi çıkarları için kullanmaya çalışabildiler. Şunu çok iyi biliyoruz: Türkiye’de örgütlü bir işçi mücadelesi yükseldiğinde ülke içindeki ve dışındaki tüm rakip burjuva güçler kapitalist sömürünün bekası için işçi sınıfına karşı domuz topu gibi birleşecektir. Eğer işçiler sınıf örgütleriyle ve sınıfsal talepleriyle eylemlerde yer alıp öncülük edebilselerdi, sosyalist gruplar kitlelerin kuyruğuna takılmanın ve protesto eylemlerinin içerisinde ruhlarını tatmin etmenin ötesine geçebilecek bir perspektife ve güce sahip olsalardı, devrim hayaleti ile dehşete kapılacak Cem Boyner tipi burjuvalar, bırakalım Taksim’e çıkıp poz vermeyi, eylemlerin yakınına bile yaklaşmaya cesaret edemeyecek; Tayyip Erdoğan’ın paçalarına yapışıp sömürü düzenini kurtarması için arkasında saf tutacaklardı. Ancak maalesef bunu gerektirecek bir durum yoktu ortada. Eylemlerde kendi yaşamsal sorunlarının çözümüne yö-
marksist tutum
nelik hiçbir şey bulamayan geniş işçi ve emekçi kesimler, eylemlere uzak ve seyirci kaldı. Bu sayede Tayyip Erdoğan, “sessiz çoğunluk” olarak tanımladığı ve eylemlere seyirci kalan kesimleri kandırmaya, destekçisi haline getirmeye yönelik taktikler geliştirebildi. Erdoğan’ın temel taktiği, protestolara katılanları karalamak, yalanlar ve hakaretler üzerine kurulu sahtekârca bir propaganda yürütmekti. AKP medyası, Erdoğan’ın yürüttüğü propaganda savaşının neferi olarak görevini canla başla yerine getirdi. Erdoğan, eylemlerden faydalanarak kendisine ayar çekmek isteyen Türkiye’deki ve dünyadaki rakip burjuva güçlerin varlığını da propaganda savaşının argümanı haline getirebildi. Türkiye’deki ve dünyadaki rakip burjuva güçlerin varlığı sayesinde Erdoğan, “Türkiye’nin gelişmesini istemeyen güçler” ve “faiz lobisi” gibi söylemlerle saldırıya geçmek için uygun zemin yakaladı. Saldırgan ve kışkırtıcı üslubuyla kendisine karşı gelişen hareketin sınırlarını test ederken, parti tabanını ve “sessiz çoğunluğu” arkasında tahkim etmeye girişti. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken, partisi içinden çatlak sesler çıkaran kadroları da hizaya getirerek “tek adam” pozisyonunu güçlendirmeye çalıştı. “Komplolar karşısında dik duran lider” imajı çizerek cumhurbaşkanlığı seçimlerinde rakip olarak karşısına çıkabilecek Abdullah Gül’ü ve onu destekleyen kesimlerin itibarını zayıflatmayı da ihmal etmedi.
* * * Bugün işçi sınıfının ve ezilenlerin büyük çoğunluğunun zihinleri sömürü düzeninin sınırlarıyla kuşatılmış haldedir. İşçilerin büyük çoğunluğu, kendi haklarını savunmak için gerekli örgütlülükten yoksundur. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadele eden örgütlü işçiler, bugün için ne yazık ki azınlık durumundadırlar. Bu işçiler örgütlü mücadele içerisinde öğreniyorlar, gelişiyorlar ve çevrelerindeki işçilere gerçek çıkarlarının nerede olduğunu gösteriyorlar. İşçi sınıfı örgütlü olmadığı sürece, örgütlü işçi mücadelesi yol göstermediği sürece hiçbir toplumsal hareketin kapitalist düzeni alt edemeyeceğini; küçük-burjuva hareketlerin kuyruğuna takılarak bir şey elde edilemeyeceğini, sınıf mücadelesinde işçi sınıfı adına yeni mevziler kazanılamayacağını tarihsel deneyimlerden biliyorlar. İşçi sınıfının, kendi programı, kendi örgütü, kendi talepleri ve kendi bayrağı altında mücadeleye atılmadığı sürece burjuvazinin şu ya da bu kesiminin oyuncağı haline geleceğinin bilinciyle hareket ediyorlar. İşçi sınıfını örgütlü olmaya ve kendi çıkarları için dövüşmeye davet ediyorlar. Geleceğe dair umutları ve bilinçleri yüzünden egemenlerin hışmına uğrayan devrimci işçiler, kendi sınıflarından asla kopmayacak ve yarın milyonlarca işçiyle sömürü düzeninin karşısına dikileceklerdir. Başka bir dünya kurma hayalini kapitalistler için gerçek bir kâbusa çevirmenin, zalimlerden hesap sorulacak o büyük günlere doğru yürümenin başka bir yolu yok! n
11
Taksim’de G Tarihin mi, Rantın mı İhyası İsteniyor? Selim Fuat
12
ezi Parkı’nın yıkılarak yerine Topçu Kışlası’nın yapılması girişimlerinin protesto edilmesi ile başlayan hükümet karşıtı gösterilerin mahiyeti çeşitli yönleriyle tartışıldı. Tartışılmaya da uzun süre devam edilecek gibi görünüyor. Ancak protestoların başlamasına vesile olan Topçu kışlasını yeniden inşa etme girişimi de tüm diğer konular gibi üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. Çünkü Başbakan Erdoğan’ın “tarihin ihyası için hayata geçirmek istiyoruz” dediği, ama tarihin ihyası ile ne alâkası varsa AVM ve rezidans ile birlikte andığı bu proje için söyledikleri de asıl niyetlerin üzerinin örtülmesi çabasından başka bir şey değildir. “Tarihin ihyası” dendiğinde neyin canlandırılmak istendiği ya da nelerin canlandırılmak istenmediği de bize pek çok şey anlatır aslında. Neticede Erdoğan’ın sözünü ettiği “tarih”te Topçu Kışlası kısa bir süre yer almıştır. Örneğin onun öncesinde o bölgede bir Ermeni Mezarlığı vardır ve o mezarlık kaldırılıp yerine Topçu Kışlası inşa edilmiştir. Mezarlığın bir parçası olan Ermeni kilisesi de 1930’larda yıkılarak yerine bir otel yapılmıştır. Benzer biçimde Gezi Parkı’na çok yakın bölgede bulunan Maçka’daki tarihi Şark Kahvesi de yıkılıp yerine Swiss Otel inşa edilmiştir. Mesele tarihin ihyası ise, Erdoğan’ın “madem tarihe sahip çıkıyorum, o zaman o otelleri de yıkıp, kilise ile Şark Kahvesini de yeniden yapmam lazım” diye düşünmesi gerekmez mi? Elbette Erdoğan böyle düşünmez. Çünkü o da TC egemenlerinin Osmanlı’dan devraldıkları Ermeni düşmanlığına ve azınlıkların tarihteki tüm izlerini silme çabalarına ortaktır. Ayrıca el konulacak Gezi Parkı gibi kamu alanları varken, müteşebbis burjuvaların mülklerini ellerinden alarak tarihi ihya etmek aklının ucundan geçemez. O bunun yerine, ideolojisine uygun seçimlerle simgesel güç gösterileri yapmayı ve arazi rantı için kamusal alanları talan etmeyi yeğler.
sayı: 100 • Temmuz 2013
Topçu Kışlası Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaşma eğilimlerinin güçlenmesiyle birlikte 18. yüzyıldan itibaren Batı tarzında askeri okullar kuruldu. İstanbul’da kurulan önemli askeri okullardan biri, Anadolu yakasındaki Selimiye Kışlası idi. Bunun Avrupa yakasındaki karşılığı ise Taksim Topçu Kışlası oldu. 1806 yılında III. Selim döneminde inşa edilen Taksim Kışlası, kapıkulu askerlerinin topçu ocağı olarak kuruldu ve hizmet gördü. Ancak zaman içerisinde tahrip olan yapı Sultan Abdülmecid döneminde 19. yüzyılın mimari üslubuyla gösterişli bir tarzda yeniden inşa edildi. 1860-1870’li yıllarda en parlak dönemini geçiren kışla, 1909’da gerçekleşen 31 Mart isyanının da başlangıç noktası olmuştu. Başbakan Erdoğan’ın Topçu Kışlası’nın yeniden inşa edilmesi için yasal ve toplumsal her türlü engeli zorlamasında, bu kışlanın 31 Mart vakası olarak bilinen ve II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan isyanda önemli bir yerinin olmasının da rolü bulunuyor. Erdoğan’ın ideolojik altyapısı düşünüldüğünde, Büyük Doğu Cemiyeti faaliyetleri sırasında “üstadı” Necip Fazıl’dan “Ulu Hakan” Abdülhamid ile ilgili pek çok şey öğrendiğini ve ona dair ciddi bir hassasiyet taşıdığını tahmin etmek zor olmaz. 31 Mart olayını kısaca hatırlatalım. Taksim Topçu Kışlası’nda bulunan avcı taburuna bağlı askerler, 12 Nisan (eski takvime göre 31 Mart) 1909 tarihinde, başlarındaki subaylara karşı ayaklanarak onları tutukladılar. Buradan çıkan askerler, “şeriat isteriz, padişahım çok yaşa” sloganları eşliğinde, büyük bir halk kalabalığının da desteğiyle Meclis-i Mebusan’a doğru yol aldılar. Taksim Topçu Kışlası’ndan başlayıp Meclis-i Mebusan’ın önünde devam eden isyan hareketi İttihatçı Hareket Ordusunun İstanbul’a gelmesiyle farklı bir boyuta ulaştı. Sultan II. Abdülhamid’in çatışma olmasın emrine karşın avcı taburları ile Hareket Ordusu arasında çatışma yaşandı. Bu çatışmaların en şiddetli yaşandığı yerlerden biri olan Taksim Topçu Kışlası da bu çatışma sırasında ciddi tahribata uğradı. Taksim Topçu Kışlası bu tarihlerden itibaren, askeri amaçlar dışında, konumuna ve boyutlarına bağlı olarak farklı şekillerde kullanılmaya başlandı. Osmanlı’nın son döneminde şehir müzesi, sergi alanı, gösteri merkezi olarak hizmet veren kışla, 1923’ten itibaren futbol stadyumu olarak kullanıldı. Taksim Topçu Kışlası’nın yıktırılmasına giden süreç ise 1939 yılında başladı. Dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından Taksim Meydanı düzenleme çalışması yapılmaya başlandı. Elbette CHP’nin tek parti iktidarı da, şimdilerde iyiden iyiye otoriterleşen AKP gibi hiç kimseye sorma ihtiyacı hissetmeden kışlayı yıkma kararı aldı. Mustafa Kemal’in daveti ile 1936’da İstanbul’a gelen Fransız şehir planlamacısı Henri Prost’un önerile-
marksist tutum
ri ile Taksim’den Harbiye’ye kadar uzanan bölge için bir proje geliştirildi. Projede büyük bir park, sosyal tesisler ve büyük apartmanlar yapılması planlanmaktaydı. Sonuçta, Taksim’den Nişantaşı’na uzanan ve Dolmabahçe vadisini de içine alarak denize kadar devam eden yaklaşık 30 hektarlık kesintisiz bir yeşil alan yaratmayı hedefleyen bir park tasarlandı. Parkın ismi İnönü Gezisi olacak ve parkın ortasına Milli Şef İnönü’nün heykeli dikilecekti. Projenin ilk adımı olarak 1940 yılında Taksim Topçu Kışlası yıktırıldı. Kışlanın arazisi üzerine bir park yapıldı. Ancak projenin geri kalan kısmı gerçekleştirilemedi. Tüm bunlara rağmen aslında Topçu Kışlası tarihsel olarak simgesel bir anlama sahip olmadı. Evet, 31 Mart ayaklanması orada başladı ve bu ayaklanmada en son orası düştü. Ama ne o dönemde ne de sonrasında Topçu Kışlası Abdülhamit yanlıları tarafından simgeleştirilmedi ya da karşıtları tarafından lanetlenen bir yer olmadı. Toplumsaltarihsel hafıza açısından durum böyle olsa da, anlaşılıyor ki Erdoğan’ın düşünsel dünyası için Abdülhamid’in devrilişinin ve İttihatçı karşıtlığının simgesi olarak Topçu Kışlası önemli bir yer işgal ediyor ve Kışla’nın ihyası bu nedenle de bir hesaplaşmayı ifade ediyor.
AKP’nin inşaat sevdası Erdoğan’ın düşünsel dünyasında Topçu Kışlası bunlara karşılık gelse de, şüphesiz bütün bu ısrarın sebebi bunlardan ibaret değildir. Gelişmenin motor gücü olarak görülen inşaat sektöründeki projeler AKP’nin tüm iktidar dönemine damgasını vurmuş durumda. 2002 yılından bu yana inşaat sektörü sürekli büyümektedir ve bu büyümenin arkasında hükümetin önemli bir rolü bulunmaktadır. Sektörle ilgili kurumların yetkilerini yeniden düzenleyen yasalarla, ihtiyacın çok daha fazlası büyüklükteki alanları imara açan belediyelerle, devlet destekli olarak pazarlanan konut kredileriyle, AVM ve lüks konut üretimine sürekli destek olan bir TOKİ ile, kentsel dönüşüm projelerine yatırımcıların ve devletin yoğun ilgisi ve çabaları ile, lüks oteller ve tüketim kompleksleri yapılması için kapitalistlere tahsis edilen ve satılan kamu arazileri ile hükümet, inşaat sektöründeki kapitalistlerin sermaye birikimini arttırmak için elinden geleni yapmaktadır. Yani AKP hükümeti iktidara geldiği 2002’den itibaren inşaat sektöründeki büyümenin arkasındaki düzenleyici lokomotif güçtür. Hükümet eliyle yaratılan rant ekonomisi sayesinde, bilhassa hükümeti destekleyen burjuva çevreler hızlı ve büyük bir sermaye birikimi sağlamaktadır. Cumhuriyetin kendi burjuvazisini yaratırken hayata geçirdiği uygulamaları, daha gelişkin biçimde bugün AKP kendine güç veren burjuvaların sermayelerini büyütmek için kullanmaktadır. AKP hükümeti sayesinde gücünü hızlı bir biçimde arttırmış olan açgözlü burjuvalar da şehirleri neredeyse bir talan görüntüsü oluşturacak biçimde dönüştürmekte, rant kapılarını sonuna kadar zorlamaktadırlar.
13
Temmuz 2013 • sayı: 100
marksist tutum
“Tarihin ihyası” dendiğinde neyin canlandırılmak istendiği ya da nelerin canlandırılmak istenmediği de bize pek çok şey anlatır aslında. Neticede Erdoğan’ın sözünü ettiği “tarih”te Topçu Kışlası kısa bir süre yer almıştır. Örneğin onun öncesinde o bölgede bir Ermeni Mezarlığı vardır ve o mezarlık kaldırılıp yerine Topçu Kışlası inşa edilmiştir. Mezarlığın bir parçası olan Ermeni kilisesi de 1930’larda yıkılarak yerine bir otel yapılmıştır.
Hükümet, kentsel dönüşüm uygulamaları sayesinde, özellikle kent merkezlerindeki binaların ve arazilerin burjuvaziye büyük rant gelirleriyle birlikte geçmesini sağlamaktadır. Depreme karşı dayanıksız yapıların ortadan kaldırılması gerekçesiyle, ekonomik gücü sınırlı emekçilere baskı uygulanmakta ve nihayetinde büyük bölümünün elinden evleri ucuz fiyatlarla alınmakta, sonrasında da burjuvaziye bu rant alanları teslim edilmektedir. AKP’nin kentsel dönüşüm ile ilgili çıkardığı yasayı anlatan bakan Bayraktaroğlu’nun söyledikleri bu mekanizmayı özetlemektedir: “Bakanlığımız, binaların sağlamlığını kontrol etmesi için teknik heyete lisans verecek. Bu heyet yetkili olacak. Vatandaşa, ‘Bu teknik ekibe binanı kontrol ettir’ diyeceğiz. Binanın sağlam olmadığı ortaya çıkarsa vatandaşa, ‘Bu binayı yık’ diyeceğiz ve belli bir süre vereceğiz. Bina yıkıldığı zaman içinde kiracı varsa ona kira yardımı vereceğiz. Hak sahibi varsa ve maddi durumu müsait değilse ona da ev alması için kredi imkânı sağlayacağız. Vatandaştan, binasını yıkıp orayı boş arsa haline getirmesini isteyeceğiz. Vatandaşa, ‘binanı yıkmazsan biz yıkacağız’ uyarısında bulunacağız. Halen yıkmama konusunda ısrar ederse vali ve kaymakamların kontrolü altında belediye veya TOKİ marifetiyle bu binaların tahliye edilip yıkımını sağlayacağız.” Bayraktar’ın bu sözleri açıkça hükümete bağlı kurumların, istediği her alanı, yasalara dayandırarak kentsel dönüşüme sokabileceğini, istediği alanlardan rant üretip dağıtabileceğini göstermektedir. Hükümet, rantın bol ol-
14
duğu alanları kentsel dönüşüme sokabilecek sınırsız bir yetkiye sahip olmuştur. Kentsel dönüşüm projeleri ile işçi sınıfını şehir merkezlerinden kovan, küçük-burjuvalara ve beyaz yakalı işçilere uzun dönemli krediler kullandırtarak fahiş fiyatlarla konutlar satan müteahhitler de özellikle hükümete yaslanarak büyük sermayeler biriktirmişlerdir. Turizm sektörünün alabildiğine geliştiği bir dönemde, üstelik İstanbul’un kalbinde yer alan Taksim çevresinde bulunan “inşaata müsait” alanların, kentleri talan etmenin sefasını süren bu müteahhitlerin ağızlarının suyunu akıtması ve hükümetin de bu talana ön açması bu yüzden hiç de şaşırtıcı değildir. On yıldan fazla süren bir dönemde işler hep bu biçimde yürümüştür. Onlar için talan ve buna göz yumulması normal olandır. Kentte yaşayanların buna karşı tepkisi ise şaşırtıcı ve tahammül edilemeyecek bir şeydir! Gezi Parkı’nı Topçu Kışlası adıyla AVM ve rezidansa dönüştürme isteğinin arka planında işte bu ekonomik saikler vardır. Bu projenin bir diğer güdüsünü de Taksim’i işçi ve emekçilerin mitinglerine kapatma arzusu oluşturmaktadır. Zira İstanbul’un en büyük merkezi meydanı olanTaksim’de son yıllarda yapılan 1 Mayıs mitinglerinin geniş kitlelerin ilgisini çekmesi AKP hükümetini tedirgin ve rahatsız etmiştir. AKP özellikle 1 Mayıslara giderek artan bu ilgi karşısında bu olumlu gidişatı sekteye uğratmak için 2012 1 Mayıs’ının hemen ardından bu projeyi hayata geçirmeye başlamış ve 2013 Taksim 1 Mayıs’ını yasaklayarak bundan sonra Taksim’de miting yapılmasına izin verilmeyeceğini ilan etmiştir. Kentsel dönüşüm esasında komünistlerin karşı duracağı bir uygulama değildir. Kapitalizmin kentlere inanılmaz kötü koşullarda hapsettiği milyonlarca işçinin yaşadığı sağlıksız konutların dönüştürülmesi ihtiyacı tartışma gerektirmez. Ancak kapitalizmin hayata geçirdiği kentsel dönüşüm uygulamaları yukarıda kısaca anlattığımız gibi işçileri kent merkezlerinden kovan, kira başta olmak üzere genel giderlerini arttıran ve kapitalistleri ihya eden bir içeriğe sahiptir. İşçi sınıfının devrimci programındaki kentsel dönüşümler ise işçiler için parasız, sağlıklı konutları içerir. Dahası, bu program, işçilerin, yaşadıkları yerlerle ilgili her türlü sorunda söz, yetki ve karar sahibi olmasına dayanır. n
B
ir milyon insan ulaşıma yapılan zammı protesto için Brezilya’da sokaklara döküldüğünde başbakan Erdoğan heyecanla şu sözleri sarfetmişti: “Orada da aynı oyun oynanıyor!” Böylece Türkiye’de yaşanan protesto gösterilerini başlatan asıl sebebin anti-demokratik ve baskıcı politikalar, azgın polis terörü ve giderek artan otoriterleşme eğilimi olduğu gerçeğini gözlerden saklamayı amaçlıyordu. Brezilya’da yaşanan süreçle Türkiye’deki protestolar arasında benzerlikler bulma ve bağlar kurma çabasının, burjuva liberallerden ulusalcılara ve kimi sosyalistlere kadar geniş bir kesim tarafından da sarfedildiğini kaydetmek gerekir. Bu çabanın temelini meselenin sınıfsal niteliğinin göz ardı edilmesi ve işin biçimsel yönlerine ya da olası sonuçlarına odaklanılması oluşturuyor. Oysa toplumsal hareketler incelenirken öncelikle bakılması gereken sınıfsal niteliğidir ve bu açıdan bakıldığında ilk göreceğimiz şey şudur; Brezilya’daki “oyun” tamamen farklıdır. Eylemlerde bazı biçimsel benzerlikler olsa da, gerek hareketin ortaya koyduğu talepler ve gerekse de gösterilere katılan kitlelerin sınıfsal bileşimi açısından Brezilya’da tamamen farklı bir durum sözkonusudur. Hareketin talepleri kent yoksullarından öğrenci gençliğe, yerlilerden tarım proleterlerine kadar emekçi sınıfların geniş kesimlerini içine alacak şekilde halkın yakıcı ekonomik ve sosyal sorunlarına denk düşmektedir. Bu nedenle de, çok daha kitlesel ve ülke geneline yayılan gösterilere işçi ve emekçi halktan milyonlar katılmış1 ve Türkiye’deki gibi toplumda bir karşıtlık oluşmamıştır. Ve yine aynı nedenle Türkiye’de büyük burjuvazinin önde gelen temsilcilerinden bazıları göstericileri destekler ve hatta gaz maskesini takıp bizzat Gezi Parkı’nda saf tutarken,
Brezilya’da Emekçi Kitleler Ayakta Kerem Dağlı
15
marksist tutum
Temmuz 2013 • sayı: 100
Brezilya’da büyük burjuvazi hararetli biçimde iktidardaki PT (İşçi Partisi) hükümetini desteklemiştir. Brezilya’nın bu farklılıklarının kavranması ve yaşanan toplumsal olayları hazırlayan koşulların irdelenmesi, başta Türkiye olmak üzere çeşitli ülkelerdeki toplumsal hareketlerin gerçek doğasının anlaşılmasına katkıda bulunacak ve böylece emekçi kitlelerin sosyalizm mücadelesine nasıl çekilebileceği meselesine de ışık tutacaktır. Arap coğrafyasında yaşanan halk isyanlarıyla başlayan ve dünyanın pek çok Brezilyalı emekçiler dünya kupasına ayrılan milyarlarca doların sağlık ve eğitim gibi kamu hizmetlerine ayrılmasını istiyorlar ülkesinde farklı nitelik ve çeşitlilikteki toplumsal patlamalarla araçlarına yapılan zammın geri çekilmesi talebine, dünya devam eden süreç göstermektedir ki, sosyalistleri hareketli kupası organizasyonlarına ayrılan milyarlarca doların sağve sıcak günler beklemektedir. Bu da ideolojik, politik ve lık ve eğitim gibi kamu hizmetlerine ayrılması, yolsuzlukla örgütsel düzeyde hazırlığın önemini arttırmaktadır. Oysa etkin şekilde mücadele edilmesi ve hükümetin icraatlarısosyalist hareketin önemli bir kesiminde, bu gerekliliğe nın denetlenebilmesini kısıtlayan anayasa reformunun tezat oluşturacak denli ciddi bir kafakarışıklığı sözkonugeri çekilmesi gibi talepler de eklendi. Protestoların daha sudur. Düzeni bekleyen tehlikenin farkında olan burjuva da büyümesinden ve tamamen kontrolden çıkmasından ideologları, örgütlü ve politik mücadeleyi kötüleyen, kakorkan “solcu” devlet başkanı Dilma Rousseff’in taleplerin pitalizmi tehdit edecek toplumsal hareketlerin motor gükarşılanması yönünde adımlar atması sayesinde, Haziran cünün örgütlü işçi sınıfı olduğu gerçeğini gizleyen ve işçi sonuna doğru gösteriler sönümlenmeye başladı. sınıfının toplumsal rolünü önemsizleştirmeye çalışan bir Brezilya’daki gösteriler Türkiye medyasında Haziran kara propagandayı gayet bilinçli bir biçimde yürütmeksonlarına doğru yer almaya başlasa da, başlangıcı daha tedirler. 90’larda “kapitalizmden öte yol yok, sınıf mücagerilere çekmek mümkün. Öncelikle MPL’nin ulaşımın deleleri, krizler ve emperyalist savaşlar dönemi sona erdi, ücretsiz hale getirilmesi yönündeki eylemlerinin 2006’dan işçi sınıfı öldü bitti” gibi söylemlerle kimi sosyalistleri tubu yana her sene tekrarlandığını ve zaman zaman da olzağına düşüren burjuva ideologları, tarihin bu yalanları dukça kitleselleştiğini belirtmek gerekir.2 Bu bağlamda, acımasızca teşhir etmesi ve tam aksi yönde bir dönemin son öfke patlamasının başlangıcı olarak, 2012 Ağustosaçılması üzerine bu kez de farklı bir yol deneyerek, gideEylül ayında yaşanan ve Otobüs İsyanı diye adlandırılan rek yayılan toplumsal olaylara sistemin yol açtığı gerçeğini gösteriler kabul edilebilir. Aynı protesto dalgası 2013 ve işçi sınıfının bağımsız temellerde oluşturulacak örgütMartında da devam etmiş ve sonunda mahkeme zamlü-politik mücadelesinin önemini gizlemeye çalışıyorlar. ların geri çekilmesine karar vermiştir. 22 Mayısta zamların tekrar yürürlüğe konması üzerine gösteriler de tekrar “Dünya kupasına değil, parasız ulaşıma, canlanmış, 6 Hazirandan itibaren kitleselleşmeye ve ülke eğitime ve sağlığa ihtiyacımız var!” geneline yayılmaya başlamış, 13 Hazirandan itibaren iyice Brezilya’da protesto gösterilerinin kıvılcımını toplu taazgınlaşan polis şiddeti yüzünden 17 Haziranda 250 bin şıma araçlarına yapılan zamlara karşı düzenlenen eylemler ve 20 Haziranda toplam 100 şehirde 2 milyona yakın inoluşturdu. Bu eylemleri, 2005’teki Dünya Sosyal Forumu san protestolara katılmıştır. Birçok eyalette yapılan zamlasırasında kurulan ve toplu taşıma araçlarının ücretsiz hale rın geri çekildiğinin açıklanması da gösterilerin hızını kesgetirilmesini hedefleyen Movimento Passe Livre (MPL, memiştir. Bunun üzerine devlet başkanı Dilma Rousseff Ücretsiz Geçiş/Seyahat Hareketi) organize etmişti. Sayıları eylemcilerin taleplerini değerlendirdiklerini ve birçoğunu birkaç bini geçmeyen gençlerin başlattığı protesto eylemkabul ettiklerini açıklamak zorunda kalmıştır. lerine yönelik polis şiddetinin toplumda yarattığı tepki, Gösterilerin kıvılcımını toplu ulaşıma yapılan zamlar yıllardır bir türlü çözülemeyen toplumsal sorunlardan dooluştursa da, emekçi kitlelerin talepleri bununla sınırlı delayı zaten patlama noktasındaki emekçilerin de milyonlar ğildir. Dünyanın sayılı petrol üreticilerinden biri olmasına halinde gösterilere katılmasına sebep oldu. Toplu taşıma rağmen Brezilya’da oldukça pahalı sayılabilecek bir top-
16
sayı: 100 • Temmuz 2013
lu ulaşım hizmeti verilmesi nedeniyle, ulaşım zammına karşı gelişen haklı tepkileri genel anlamda kamu hizmetlerine erişimde yaşanan sıkıntıların bir ifadesi, sembolü olarak görmek gerekir. Ardı arkası kesilmeyen yolsuzluk skandalları da, kamu hizmetlerine ayrılan ya da ayrılması gereken paraların birilerinin cebine gittiğini ortaya koyduğundan, yolsuzluklara karşı mücadele de gösterilerde yer alan temel taleplerdendir. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanında ciddi sorunlar ve yetersizlikler mevcutken, 2013 Konfederasyon Kupasına ve 2014 Dünya Kupasına toplam 32 milyar doların ayrılması ve 2016 Yaz Olimpiyatlarına da yine milyar dolarların harcanacak olması halkın çileden çıkmasına yol açmıştır. Kamu hizmetlerine bütçeden ayrılan pay sürekli düşürülürken, özellikle inşaat ve turizm sektöründe köşebaşlarını tutmuş köklü burjuva ailelerin ceplerine akan milyar dolarlar ve bu esnada dönen ciddi yolsuzluk vakaları bardağı taşıran damlalar olmuştur. Bu nedenle temel taleplerden birisi de bu milyar dolarların daha ucuz ve kaliteli eğitim ve sağlık hizmetlerine ayrılmasıdır. Bu tabloya enflasyon sebebiyle sürekli artan hayat pahalılığının ve yüksek vergilerin yarattığı öfkeyi, düşük ücretleri ve bilhassa gençlik içinde artan işsizlik oranlarını de eklemek gerekir. Her ne kadar eylemleri gerçekleştiren kitlelerin ezici çoğunluğu örgütsüz olsa da, ülkede sol hareketin ve sendikaların genel olarak güçlü durumda olması ve işçi sınıfının sahip olduğu mücadele geleneği, emekçi kitlelerin çoğunluğunun seferber olmasını ve eylemlerde ortaya konulan taleplerin önemli bir kısmının federal hükümet ve kongre tarafından kabul edilmesini sağlamıştır. Öncelikle toplu ulaşıma yapılan zamlar tamamen geri alınmıştır. Kamu Bakanlığına yönelik yargı soruşturmasını engellemek amacıyla gündeme gelen anayasa değişikliği önerisi geri çekilmiştir. Petrolden elde edilecek devlet gelirlerinin %75’inin eğitime ve sağlığa ayrılması kabul edilmiştir. Her türlü yolsuzluk, rüşvet, görevi suiistimal ve zimmete para geçirme vakasının yüz kızartıcı suç olarak kabul edilmesi onaylanmıştır. Hak kaybı getiren yasal düzenlemelerde kongrede gizli oy kullanılmasına son verileceği açıklanmıştır. Toplu ulaşımda bilet fiyatlarının artışına sebep olan tüm vergilendirmelerin iptal edilmesi kongrece onaylanmıştır. Eğitim, sağlık ve toplu ulaşım hizmetlerinin ge-
marksist tutum
liştirilmesine, mali sorumluluğun ve enflasyonun kontrolünün sağlanmasına yönelik ulusal düzeyde bir proje hazırlanması, siyasi reformlara dönük tüm ülke çapında bir referanduma gidilmesi hükümet tarafından kabul edilmiştir. Ancak, GSYİH’nin %10’unun eğitime ayrılması, öğrencilere toplu ulaşımın ücretsiz hale getirilmesi, eşcinselliği “tedavi edilmesi gereken bir hastalık” olarak gören yasa taslağının geri çekilmesi, Yargıtayın kongre kararlarını sorgulayamamasına dönük anayasa reformunun geri çekilmesi ve kongrede gizli oturumlara son verilmesi yönündeki talepler ise henüz karşılanmış değildir.
Sosyal ve tarihsel arka plan Taleplerin düzeyi, içeriği ve çoğunun kabul edilmiş oluşu da göstermektedir ki, Brezilya’da yaşanan protesto dalgasının kökü oldukça derinlerdedir ve altında birikmiş, geniş kesimleri kapsayan bir toplumsal huzursuzluk yatmaktadır. Egemenler, ister Türkiye’deki gibi muhafazakâr olsun ister Brezilya’daki gibi “solcu”, “ekonomi büyüyor” söylemiyle halkı kandırmaya çalışmakta, ama artan toplumsal sorunlar ve hız kesmeyen neo-liberal saldırı programları gittikçe daha fazla sayıda emekçide tepki birikimine yol açmaktadır. Brezilya dünyanın altıncı büyük ekonomisiyken halkın 20 sentlik bilet zammı yüzünden sokaklara dökülmesi, ülkede sürekli artan işsizliğin, yoksulluğun ve eşitsizliğin sonucudur. Ulaşım zamlarına yönelik protestoların yanı sıra son birkaç yıldır sayıları giderek artan boykot ve grevler de bu durumun göstergesidir. Bir yanda öğrenciler bilet zamlarını protesto ve üniversite harçlarını boykot ederken, öte yanda öğretmenler düşük ücretlere karşı grevler düzenlemekte, kırsal kesimde ise tarım işçileri kapitalist çiftlik patronlarına isyan etmekte ve
17
marksist tutum
toprakları tekeller tarafından gaspedilen yerlilerin mücadelesi devam etmektedir. Büyük spor organizasyonlarına ev sahipliği yapan Brezilya burjuvazisi kârları cebe indirirken, ormanları katlederek, emekçileri kentin dışına sürerek yapılan stadlar ve devasa tesisler nedeniyle emekçiler aleyhine bir kentsel dönüşüm yaşanmakta, evlerinden atılan yoksullar evsizler ordusunu sürekli büyütmektedir. Nüfusu 200 milyonu bulan ülkede 50 milyondan fazla insan yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Gökdelenlerin doldurduğu şehir merkezlerinin etrafı halen gecekondu mahalleleriyle sarılıdır. Enflasyondan kaynaklı olarak temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları, kiralar, ulaşım maliyetleri, elektrik ve su fiyatları sürekli artmaktadır. Geçen onyıllar boyunca suç oranlarında kaydadeğer bir azalma olmamıştır. Zaten yoksul olan kesimlerin yanı sıra, son birkaç yıldır işçi sınıfının görece daha iyi ücret alan, eğitimli kesimlerinin durumu da kötüleşme eğilimindedir. Bu kesimin gösterilere yoğun bir şekilde katılmasının temel sebebi budur. İşin aslı bu toplumsal tablo özünde yeni değildir ve 2002’den beri iktidarda olan PT (İşçi Partisi), tam da öncesinde daha beter durumda olan bu tabloyu değiştirme vaadiyle seçilmiştir. Sendikal hareketten gelen ve kendisi de eski bir metal işçisi olan Lula, 2002 yılında işçi sınıfının oylarıyla devlet başkanı seçildiğinde, gelir dağılımındaki adaletsizliği düzelteceğine ve ülkeye demokrasiyi getireceğine söz vermişti. Lula iktidarı devraldığında nüfusun yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyordu, kent merkezleri sefalet içindeki gecekondu mahalleleriyle çevriliydi. Suç oranları oldukça yüksekti, uluslararası tekeller ve bir avuç burjuva aile tüm ülkeyi talan ediyordu. Ülke oldukça yüksek bir enflasyon oranının pençesinde kıvranıyordu ve dış borç sarmalı altında emekçi halk inliyordu. Lula’yla birlikte iktidara gelen PT hükümeti altında ülke ekonomisi gerçekten de ciddi bir büyüme kaydetti ve
18
Temmuz 2013 • sayı: 100
emekçi halkın durumunda kısmen de olsa düzelmeler gerçekleşti. Ancak neo-liberal ekonomi politikalarıyla paralel giden ekonomik büyümeden asıl faydalananlar, Lula’yı iktidara taşıyan emekçi sınıflar değil burjuvazi ve tekeller oldu. Finans sektörü görülmemiş ölçüde yüksek kârlar etti. Devlet sürekli olarak çok yüksek faizler karşılığında belli sayıda burjuva aileye borçlanarak IMF’ye olan dış borcu bitirdi, ama işçi ve emekçiler açısından durum pek de değişmedi. Onlar ödedikleri yüksek vergilerle bu borç faizlerini ödemeyi sürdürdüler. Sosyalist solun yanlış tutumlarının da yardımıyla kendisini bir işçi hükümeti olarak lanse etmeyi başaran PT hükümetinin en önemli icraatlarından biri, yönetime katmak adı altında sendikaları doğrudan hükümetin ve devletin güdümüne sokmak oldu. Ülkenin en büyük sendika konfederasyonu yöneticilerine bakanlıklar verildi. Böylece sendikaların toplumsal muhalefete öncülük etmesinin de önüne geçilmiş olundu. Ne Topraksız Köylü Hareketinin, ne Amazon ormanlarının talan edilmesine karşı mücadele eden yerli hareketinin, ne de PT’ye oy veren milyonlarca işçinin beklentileri karşılandı. Topraksız köylülere, yerlilere ve kent yoksullarına çeşitli yardım programlarıyla verilen şey sadece kırıntılar oldu. Oy kaybetmesine rağmen tekrar seçilen Lula ve onu takip eden “eski gerilla” Dilma’nın başkanlığında Brezilya alt-emperyalist bir güç haline geldi. Dünyanın altıncı uranyum ve beşinci petrol üreticisi olan Brezilya’daki tekeller küresel düzeyde de oldukça önemli yere sahipler. Özellikle finans, havacılık, madencilik, petrokimya ve gıda gibi sektörlerde Brezilyalı tekeller başa güreşiyor. Bu ekonomik büyümeye paralel olarak askeri bir büyüme de “solcu” PT hükümetinin temel hedeflerinden biri. Brezilya’nın emperyalist ABD ve Fransa’yla askeri anlaşmaları bulunuyor. İsrail’den insansız hava araçları alıyor, Türkiye’ye biber gazı satıyor. Çin ve Rusya ile de ikili silah anlaşmaları mevcut. Bugün Brezilya Latin Amerika’nın en büyük sermaye ihracatçısı konumunda ve Brezilyalı tekellerin özellikle Uruguay, Paraguay ve Bolivya’da muazzam yatırımları bulunuyor. Pek çok Latin Amerika ülkesi Brezilya’yı emperyalist politikalar uygulamakla suçluyor. Kıtadaki en büyük askeri güç haline de gelmiş bulunan Brezilya, Küba ve Venezuela ile iyi geçinerek siyasi durumunu dengelemeye çalışıyor. Kısacası işçi sınıfının oylarıyla, sendikaların ve sol partilerin desteğiyle iktidara gelen PT hükümeti, aradan ge-
sayı: 100 • Temmuz 2013
çen 10 yıl zarfında kısmi reformlar dışında işçi ve emekçiler için hiçbir şey yapmamış, ama büyük burjuvaziyi ihya ederek aslında hangi sınıfa hizmet ettiğini net biçimde ortaya koymuştur. Böylece zamanında Latin Amerika halklarına örnek gösterilen “Brezilya modeli”nin ne işe yaradığı görülmüştür. Haziran ayında yaşanan kitlesel protesto gösterileri, işçi ve emekçilerin, sosyalistlerin önemli bir kesiminin halen desteklemeye devam ettiği PT hükümetine verdiği krediyi artık kestiğinin ilanıdır. Gösterilerde sıklıkla atılan “aşk bitti, sokaklar artık bizim” sloganı da bunun ifadesidir. Fakat ne yazık ki, pek çok ülkede ve örnekte olduğu gibi Brezilya’da da temel sorun işçi-emekçi sınıfların önündeki siyasal alternatifsizliktir.
Hareketin eksiklikleri ve sorunları Kapitalizmin küresel ölçekte içinde bulunduğu savaş ve kriz ortamı, işçi ve emekçi sınıflardaki hoşnutsuzluğun artmasına, toplum genelinde bir hoşnutsuzluğa, sonuçta da pek çok ülkede farklı nedenlerle de olsa toplumsal patlamalara yol açıyor. Bu toplumsal hareketler düzeni tehdit ettikleri ölçüde, egemenler de karşı önlemler alıyorlar. İşte gelişen hareketlerin zaaflarının ve eksiklerinin doğru saptanması, giderilmesi yönünde çaba sarfedilmesi bu açıdan da önem arzediyor. Brezilya ve Türkiye örneklerini bu bağlamda karşılaştırdığımızda kimi benzerlikler bulmamız kaçınılmazdır. Her iki örnekte de hareketin ana gövdesini oluşturan kitleler örgütsüzdürler. Bu da egemenlerin karşı saldırıya geçerek hareketi bölmesine, sosyalist grupları yalıtmasına olanak tanımaktadır. Burjuvazinin en önemli saldırısı örgütsüzlüğe yapılan vurgudur ve on yıldan fazla süredir iktidarda olan PT hükümetinden kitlelerin duyduğu hayalkırıklığı, burjuvazinin örgütsüzlüğe ve apolitikliğe yaptığı övgünün kitleler nezdinde belli bir yankı bulmasına yol açmaktadır. PT içinde yer almayan sosyalist grupların çoğunun yıllardır seçimlerde PT’yi desteklemiş olmaları bugün onlar için bir handikapa dönüşmüştür. PT’nin günahları kitleler tarafından bu sosyalist gruplara da maledilmekte ve dolayısıyla bu gruplar kitlelerle güçlü bağlar kuramamaktadırlar. Ve bu bağların olmayışı, Türkiye’den farklı olarak, aslında kapitalizm karşıtı bir potansiyel taşıyan bu hareketin devrimci bir önderlik altında çok daha farklı noktalara evrilme olasılığının da heba olmasına neden olmaktadır. Milyonların örgütsüz biçimde kendiliğinden katıldığı hareket bir eylem programından yoksundur ve talepler de sınırlı düzeyde kalmaktadır. Ayrıca hükümet, bugün taleplerin birçoğunu kabul etse de bunların kalıcı kılınamayacağı aşikârdır. Yıllardır ulaşım zamlarına karşı kitlesel gösteriler gerçekleştirilmesine rağmen her seferinde yeni zamların farklı biçimlerde halka dayatılması bunun kanıtıdır. Muhalif sosyalist grupları “marjinal” diye
marksist tutum
damgalayıp kitleden ayrıştırmayı başaran PT hükümeti, bir yandan yumuşak söylemlerle protestocuları sakinleştirmeye çalışıp barışçıl amaçlı göstericilerle görüşeceğini açıklarken, diğer yanda polis (üstelik de bir “işçi partisi” iktidarı altında) alabildiğine azgın bir şiddeti pervasızca uygulamıştır. Bu örnek bile, egemenlerin söylemlerinin yumuşak veya sert biçimde olsa da sonuçlarının ve yöntemlerinin aynı olduğunu açıkça göstermektedir. PT’li devlet başkanı Dilma da, tıpkı Erdoğan gibi, adeta “yaptıklarımız gözünüze dizinize dursun” diyerek göstericileri nankörlükle suçlamaktadır. Brezilya dışişleri bakanı da Erdoğan’ın Arap Baharı benzetmesine karşı çıkması gibi, “burası Türkiye değil, bizde demokrasi var” demiştir. Ve yine benzer şekilde burjuva medya, penguen belgeseli yayınlayacak kadar düşmese de, gösterileri son derece sınırlı biçimde yayınlamış, gösterilere katılım sayılarını sürekli olduğundan çok daha düşük vermiş, polis şiddetini gizleyip göstericileri “vandal” ilan etmiştir. Aslında Brezilya ve Türkiye gibi örneklerin iyi incelenmesi, dersler çıkartılması ve doğru analizlerin yapılması son derece hayati önemdedir. Bizzat burjuva ideologlarının ortaya attığı ve yaydığı “örgütsüz olan güzeldir” fikrine prim verenler, kendiliğinden hareketlerin büyüsüne kapılanlar, sonuçta hareket sönümlendiğinde elleri böğürlerinde kalakalmaktadırlar. Oysa tüm örnekler göstermektedir ki, gerçek anlamda düzenin temellerine yönelebilecek nitelikteki toplumsal hareketlerin olmazsa olmaz lokomotifi örgütlü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının sahnede yer almadığı veya işçilerin örgütsüz biçimde bireysel olarak harekete katıldığı durumlarda, çeşitli nedenlerle yaşanan patlamaların veya isyanların uzun ömürlü olması mümkün değildir. Asıl belirleyici olan işçi sınıfının kendi talepleriyle ve örgütlü gücüyle sahneye çıkmasıdır. Bu da sınıfın bağımsız politik çizgisinin ve örgütlülüğünün yaratılmasıyla mümkündür. Bu nedenlerle akılda tutulması gereken en önemli husus şudur: işçi sınıfı örgütlü olmadan devrim, devrim olmadan toplumsal kurtuluş olmaz! n _______________________ Eylemler sürerken, Brezilya’da çıkan haftalık Epoca dergisinin Ibope enstitüsüne yaptırdığı anket, halkın %75’inin gösterilere destek verdiğini ortaya koydu.
1
2
Ücretsiz Geçiş Hareketi denilen oluşumun doğmasına yol açan ilk eylem yine Brezilya’nın Salvador eyaletinde 2003 yılında gerçekleşmiştir. Eyleme katılan binlerce genç, öğrenci ve işçi, ulaşım ücretine yapılan zamları protesto amacıyla 10 gün boyunca yolları kapatmış ve şehrin ulaşımını felç etmişlerdir. Bir yıl sonra bir başka Brezilya şehrinde aynı sebeple halk sokaklara dökülmüş, bu kez öğretmenlerin başını çektiği isyan oldukça başarılı şekilde sonlanmıştır. 2005’te, 2006’da ve 2011’de Brezilya’nın birçok büyük şehrinde tekrarlanan ve kimisi haftalarca süren benzer içerikli gösteriler de zamların geri çekilmesiyle bitmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere toplu ulaşıma yapılan zamlara karşı gerçekleşen emekçi halk isyanları Brezilya’da bir gelenek yaratmıştır.
19
AKP’nin MİT Tahkimatı Hakan Sönmez
İ
çinden geçilen kriz ve savaş konjonktürüne de bağlı olarak tüm dünyada burjuvazinin otoriter, muhafazakâr, milliyetçi ve militarist eğilimleri güçleniyor. Türkiye’de de bu eğilimler AKP eliyle yükseltilmektedir. Statükocu-Kemalist bürokrasi karşısında demokrat pozlara bürünen, karşısındaki güce ağır darbeler indirerek iktidarını sağlama alan AKP hükümeti, gerçek yüzünü ortaya koyan anti-demokratik, otoriter ve baskıcı uygulamaları teker teker devreye soktu. Toplum mühendisliğine soyunan AKP hükümeti, bir yandan polisin yetkilerini güçlendirip polis devleti uygulamalarını yaygınlaştırırken, bir yandan da 4+4+4 yasası, kürtaj düzenlemesi, dizilere ayar çekilmesi, alkol yasası, polisin tekrar üniversitelere yerleştirilmesi, YÖK yasası gibi birçok kanun ve uygulama aracılığıyla itaatkâr-muhafazakâr bir toplum yaratmaya girişti. Devlet kurumları üzerinde hâkimiyetini garantiye aldığına kani olduğundan bu yana AKP hükümeti en sıradan demokratik haklara bile tahammülsüzce yaklaşmış, en sıradan protestolar bile polis terörüne maruz kalmıştır. Taksim Gezi Parkı’na yapılmak istenen Topçu Kışlasına karşı başlatılan protestolara şiddetli bir polis terörü ile karşılık vermesi, AKP’nin otoriter uygulamalarını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Gezi Parkı’na müdahale sonrasında da Erdoğan polis terörünü “polisimiz destan yazmıştır” diyerek savunmuş, polis teşkilatının daha da güçlendirileceğini söylemiştir. Son dönemde fazlasıyla güçlendirilen bir başka teşkilat ise MİT’dir. Geçtiğimiz haftalarda, Milli Eğitim Bakanlığı, THY, PTT, Ulaştırma Bakanlığı gibi kamu kurum-
20
larıyla MİT arasında, bu kurumların veri tabanlarını ve arşivlerini MİT’e vermelerini öngören “çok gizli” damgalı bir protokol imzalandığı ortaya çıkmıştır. Bu protokole dayanarak ilgili kurumlar ellerindeki tüm kişisel bilgileri, kayıtları vb. MİT’e göndermektedir. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı öğrencilere dair tüm bilgilerin yanı sıra velilerin telefonlarından mail adreslerine kadar tüm kişisel bilgilerini, THY ve TCDD yolcuların her tür bilgilerini, keza PTT de elindeki tüm kişisel verileri MİT’e iletmektedir. Böylece nüfusun neredeyse tamamı MİT tarafından ayrıntılı bir biçimde fişlenmiş olacaktır. Hukukçular, kişilerin özel bilgilerinin gizliliği sözde anayasal teminat altındayken bu protokollerin bizzat anayasanın ihlali anlamına geldiğini beyan ederken, MİT’e verilen yetkiler bunlarla da sınırlı değildir. AKP hükümeti MİT’in istihbarat ve operasyon yetkilerini arttıran yeni yasal düzenlemeleri Meclis gündemine getirmeye hazırlanmaktadır. Buna göre, MİT hiçbir mahkeme kararı olmadan ve birtakım protokollere ihtiyaç duymadan istediği herkesi fişleyecek ve operasyon yapabilecektir. Hazırlanan tasarının 4/c maddesi şöyledir: “Anayasal düzene ve milli menfaatlerin gerçekleştirilmesine engel olan veya engel olması muhtemel iç tehdit odaklarına karşı her türlü istihbarî ve operasyonel faaliyetlerde bulunmak.” Görüldüğü üzere, hâkim ve savcı kararı olmadan her türlü fişleme, gözaltı ve sorgulama kararı her zaman olduğu gibi “iç tehdit” adı altında kılıfına uydurulmuş bulunuyor. Üstelik de tehdidin ortaya çıkması ve gerçek olmasıyla yetinilmiyor ve “muhtemel tehdit” ibaresiyle devletin istedi-
sayı: 100 • Temmuz 2013
ğine keyfi bir şekilde müdahale etmesinin önü açılıyor. Toplumsal muhalefetin canlanmaya başladığı ve burjuvazinin daha büyük toplumsal patlamalar için tetikte olduğu bir dönemde MİT eliyle toplumu fişlemek ve keyfi operasyonların yolunu açmak herhalde tesadüfi bir durum olamaz. AKP hükümeti bu tür baskı yasalarını kullanarak hem hâkim sınıf içindeki çatışmada üstün pozisyonunu korumak, hem de işçi-emekçi sınıflardan gelecek tehlikeyi engellemek istemektedir. MİT’e tanınmak istenen yeni yetkiler, aslında EMASYA protokolleriyle orduya tanınan yetkilerin bir benzeridir. Bu gizli protokol açığa çıkınca 2010 yılında yürürlükten kaldırıldı. AKP gerçekte ordunun yetkilerini tırpanlamak için bunu yaparken demokratlık taslıyordu, ama şimdi dizginleri ele aldığından EMASYA protokolünü Nisan ayında yeniden yürürlüğe soktuğu yetmezmiş gibi, benzer yetkileri de yine “iç tehdit” lafının ardına gizleyerek MİT’e de tanımaktadır. Geçmişte Genelkurmay internet andıcı vb. uygulamalarla internet sitelerini fişlerken ve kara-propaganda siteleri kurarken, şimdi aynı yetkiler üstelik de yasal olarak MİT’e tanınmak istenmektedir. Bu yetki yasa tasarısında “Psikolojik istihbarat faaliyetlerinde bulunmak, iç ve dış tehdit odakları tarafından yürütülen psikolojik hareket çalışmalarına karşı koymak” başlığı altında düzenleniyor. Genelkurmay’ın kara-propaganda sitelerinin görevi de “yazılı, görsel ve sanal medya üzerinden ordu karşıtı görüşlere karşı savaş açmak ve olası bir savaş durumunda savaşın psikolojik boyutunu yönetmek” olarak tanımlanıyordu darbe planlarında. Bir zamanların mağduru AKP hükümeti devletin kontrolünü kendi eline alınca aynı yöntemleri kullanarak, yani MİT aracılığıyla gayrimeşru siteler vb. kurarak, mailleri ve telefonları takibe alarak, burjuva basını yönlendirerek, her türlü muhalefeti ezmek istemektedir. Çıkarılmak istenen yasayla MİT’e, “ihtiyaç duyulan her türlü sinyal istihbaratını toplama” adı altında mahkeme kararı olmadan telefon dinleme, internet takibi yapma vb. yetkisi tanınması da bunun ifadesidir. MİT’e olağanüstü yetkiler vererek onu kendi vurucu gücü haline getirmek isteyen hükümet, MİT tarafından yapılan hizmet alımlarını da denetim dışı bırakmaktadır. Yani bütçeden MİT’e ayrılan payın nerelere, ne şekilde, ne kadar kullanıldığını denetlemek mümkün olmayacaktır. Ayrıca geçmişte nasıl JİTEM’ciler işledikleri onca katliama rağmen koruma altına alındılarsa, şimdi de suç işleyen MİT mensupları çeşitli mekanizmalarla koruma altına alınmaktadır. Bunun yasal kılıfı da şu şekilde maddeleştirilmiş; “Madde 26/bMİT mensupları hakkında 3713 sayılı kanunun 10. maddesine göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığı’nın teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca Ankara ilinde görevlendirilecek özel yetkili ağır ceza mahkemesinde görülür.”
marksist tutum
Oluşturulan özel mahkemelerin nasıl kararlar vereceği ortadadır. MİT’le ilgili bir dava süreci yaşandığında Adalet Bakanlığının talimatıyla oluşturulacak olan özel güvenlik mahkemesi göstermelik olmaktan öteye gitmeyecektir. Bunun da ötesinde, MİT mensuplarına soruşturma açılması için başbakanın izni gerekmektedir ve dolayısıyla dava safhasına ilerlemek başbakanın onayı olmadıkça mümkün değildir. Olağanüstü yetkiler bununla sınırlı kalmıyor. MİT’e toplumsal olaylara müdahale yetkisi veriliyor: “Madde 6/c- MİT mensupları kolluk kuvvetlerine tanınmış hak ve yetkileri kullanabilir. Kolluk yetkisinin kullanımına dair usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir.” Yani kolluk kuvvetlerinin yetkileriyle donatılıp, silahlı özel bir güç haline getirilmek isteniyor MİT. Bütün burjuva devletlerde “istihbarat”ın amacı devletin bekasını ve sermayenin çıkarlarını korumaktır. Bunun için her türlü istihbaratı toplamakla, gelecek tehlike karşısında burjuva devleti uyarmakla mükelleftirler. “Türk tipi başkanlık” sistemini getirerek bütün yetkileri kendi elinde toplamak isteyen Erdoğan, buna uygun mekanizmaları da geliştirmek istemektedir. MİT’e tanınan geniş yetkilerle Erdoğan, direkt kendine bağlı özel bir güç oluşturmuş olacak. Diğer taraftan bütün dünyada bu tip eğilimler artmakta, kızışan emperyalist savaşla birlikte burjuva devletler demokratik hakları rafa kaldırmaktadır. Benzer bir durum da ABD için geçerlidir. ABD’de Ulusal Güvenlik Ajansı NSA’nın milyonlarca insanın telefonunu dinlediği, Google, Microsoft ve Facebook gibi internet sitelerinin kayıtlarını izlediği ortaya çıktı. Obama yönetimi de “terörist saldırılardan” korunmak için böyle bir yönteme başvurduklarını ve bunun bir zorunluluk olduğunu söyleyerek mevcut uygulamayı savundu. Mesele burjuvazinin çıkarı ise özel hayatın gizliliği, insan hakları, demokrasi teferruattır! Burjuvazinin böylesine saldırması, toplumu dinlemesi, her adımı takip etmesi, azgınca polis terörü uygulaması boşuna değildir. Tüm dünyada birbiri ardına patlak veren isyanlar, işçi sınıfının kriz karşısında yaygınlaşan grevleri burjuvazinin yüreğine korku salıyor. Bu yüzden bütçeden iç güvenliğe ayrılan pay her geçen yıl katlanarak artıyor. MİT’e bu ölçüde geniş yetkilerin tanınmasındaki amaç da iç güvenlik adı altında işçi sınıfının yükselecek devrimci mücadelesini bastırmaktır. Kapitalizmin yaşadığı ekonomik kriz ve kızışan emperyalist savaş, çelişkileri alabildiğine derinleştiriyor. Toplumsal patlamalara gebe böylesi dönemlerde hayati olan şey, işçi sınıfını devrimci temelde örgütleyebilmek ve devrimci durumda işçi sınıfına yön gösterecek komünist örgütlülüğü yaratmaktır. İşçi sınıfı ancak devrimci önderliğinin olduğu bir koşulda burjuvaziden gelen tehlikeleri, darbeleri bertaraf ederek, diktatörleri, Bonapartları ve bizzat kapitalist sömürü düzenini alaşağı edebilir. n
21
Lenin’i Anlamak /5 Utku Kızılok
G
ünler ilerledikçe özellikle Petersburg ve Moskova merkezli işçi ve köylü yığınların tahammülleri tükeniyor, devrimci basınç giderek artıyordu. 18 Haziran ile 4 Temmuz arasında gerek işçi kitleleri gerekse Bolşevik taban zapt edilemez bir noktaya ulaşmıştı. Bir an önce harekete geçilmesini ve burjuva hükümetin tepelenerek iktidarın sovyetlere verilmesini talep ediyorlardı. Devrimin bu günleri, pek çok açıdan oldukça öğreticidir. Bilhassa iki başkentte emekçi yığınlar, sosyalist partilerden ve hatta Bolşeviklerden bile daha radikal görünen bir çizgiye gelmişlerdi. Bolşevik Parti’nin sol kanadı kitlelerin bu radikal çizgisiyle iç içe geçerken, Kamanev gibilerinin temsil ettiği sağ kanat çubuğu ters tarafa bükerek fazladan itidal çağrısı yapıyordu. Lenin, elbette sol çizgideydi ama son derece temkinliydi. Çünkü yeterince hazırlıklı olmadıklarını, iktidarı ele geçirmeleri halinde Petersburg ve Moskova’nın ötesine geçemeyeceklerini ve dolayısıyla iktidarı ellerinde tutamayacaklarını düşünüyordu. Bu nedenle çubuğu, beklemek ve hazırlanmak gerektiği noktasına büküyordu. Kollontay, anılarında, sık sık parti merkezini ziyarete gelen ve harekete geçilmesi yönünde Lenin’i ikna etmeye çalışan işçi ve asker delegasyonlarının şu cevabı aldıklarını aktarır: “Daha erken, henüz zaman olgunlaşmadı, kadrolarımız nerede? Hazırlıklarımız nerede?” Ne var ki biriken kitle basıncı tüm ertelemelere rağmen 3 ve 4 Temmuzda kendiliğinden patladı. İşçiler ve silahlı askerler hükümeti devirmek ve iktidarı sovyetlere vermek üzere ayaklandılar. Bolşevikler, kontrolü sağlamak ve ayaklanmaya örgütlü bir karakter vermek amacıyla, mecburen kitlelerin başına geçmek zorunda kaldılar. Fakat ayaklanmanın egemen güçleri tepelemeye yetmeyeceği her açıdan belliydi; bu nedenle kitlelere geri çekilme çağrısı yapıldı. Devrimci güçlerin henüz yeterince güçlü olmadığını ortaya koyan bu ani ve zamansız kalkışma, karşı-
22
devrimi dizginsiz bir şekilde harekete geçirdi. Menşevik ve Sosyal-Devrimcilerin de desteğiyle burjuva hükümet, Bolşeviklere karşı büyük bir taarruz başlattı; gazetelerini kapattı, Troçki dâhil onlarca önderini tutukladı, parti yarı yarıya yer altına çekildi ve Lenin Finlandiya’ya geçerek illegal koşullarda yaşamaya başladı. Lenin, olayların hemen sonrasında kaleme aldığı bir yazıda şöyle diyordu: “Rus devriminin barışçıl bir yolla gelişmesi üzerine kurulan umutlar geri dönmemek üzere sönmüştür. Nesnel durum şöyle görülmektedir: Ya askeri diktatörlüğün tam zaferi ya da işçilerin silahlı ayaklanmasının zaferi.”1 Bu satırlar oldukça önemlidir. Çünkü ortaya konan perspektif, devrimci sürecin hızla yeni boyutlar almasıyla birkaç ay içinde işlevini yitirmişti. Lenin, şimdi ortaya çıkan durumla örtüşen bir çalışma ve politik hedef koymak gerekliliğine işaret eder. Bu dönemde kaleme aldığı pek çok makalede, Şubat ile Temmuz arasındaki koşulları inceler, toplumsal ve siyasal değişimi ortaya koyar. Özellikle Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin burjuvaziyle anlaşmanın eğik düzlemine adım attıktan sonra, giderek ona bağlandıklarını ve durdurulamaz bir şekilde karşı-devrimin bok çukuruna yuvarlandıklarını ifade eder. Bu sözümona sosyalist partilerin karşı-devrimci burjuvazinin payandası haline gelmesiyle dört beş aylık sınıfsal güç dengeleri değişmiş ve bu sürede ifadesini bulan şiarlar da anlamsızlaşmıştı. Ani dönüşler karşısında körleşmemek gerektiği konusunda uyarıda bulunur Lenin: “Tarihte ani dönüşümler olduğunda, ileri partilerin bile az çok uzunca bir süre yeni duruma alışamadıkları ve dün doğru olan, ama bugün her türlü anlamını yitirmiş, tarihin ani dönüşümü nasıl «birdenbire» ortaya çıkmışsa öyle «birdenbire» anlamını yitirmiş olan şiarları tekrarladıkları sıkça görülmüştür.”2 Lenin, “bütün iktidar sovyetlere” sloganının da değiştirilmesi gerektiğini
sayı: 100 • Temmuz 2013
söyler. Çünkü der, şimdiki sovyetler karşı-devrim karşısında güçsüzleşmiştir, üstelik buradaki Menşevik ve SosyalDevrimci çoğunluk burjuvazinin payandası konumundadır ve sloganın somut hayatta bir karşılığı yoktur. Lenin, devrimin tekrar yükselişiyle yeni sovyetlerin ve partilerin ortaya çıkabileceğinin de altını çizer. Aslında Lenin, sovyetlere biçimsel olarak bakılamayacağını daha önce de dile getirmişti. Zira önemli olan onun hangi sınıfları temsil ettiği, devrimci kitlelerin mücadelesinin aracı haline gelip gelmediği ve iktidar organı özünü koruyup korumadığıdır. Daha Nisan Konferansında şöyle demişti: “Bizim için sovyetler biçim olarak önemli değildir, bizim için önemli olan, bu sovyetlerin hangi sınıfları temsil ettiğidir. Bu yüzden proletaryanın bilincini aydınlatmak için uzun süreli bir çalışma gereklidir.”3 Lenin, devrimin alabildiğine sertleştirdiği çelişkilerden ötürü yeni aşamada silahlı ayaklanmadan başka yol kalmadığını tespit ettikten sonra, iktisadi yıkımın ve uzayan savaşın kitleleri geri dönüşsüz bir şekilde ayağa kaldıracağını belirtir. Bu tespit son derece doğrudur. Emperyalist dünya savaşı tüm şiddetiyle sürerken, Geçici Hükümet askerleri tekrardan aktif savaşa sürdü. Üstelik daha da ileri gidip, kaldırılan ölüm cezasını yeniden yürürlüğe koydu. Kitlelerin şimdilik suskunluk aşamasına geçtiği görülüyordu. Ama bu arada Menşevikler, Sosyal-Devrimciler ve doğal olarak Geçici Hükümet emekçi yığınlar nezdinde kesin olarak itibar kaybederken, diplerde büyük bir değişim mayalanmaktaydı. Hükümetin bir türlü devrimi kontrol altına alıp istikrar sağlayamaması, savaşın sürdürülmesini garanti edememesi ve süregiden çalkantı, egemen sınıfları ve emperyalist ortaklarını alabildiğine tedirgin ediyordu. Bolşeviklerin başının ezildiğini düşünen ve bundan yararlanmak isteyen egemen sınıf içinde arayışlar başladı. Monarşistler, toprak sahipleri, burjuvazi, bunların ordu kurmayı ve siyaset arenasındaki temsilcileri genelkurmay başkanı Kornilov eliyle gerici bir ordu darbesi tertip etmeye giriştiler. Ne var ki planları tutmadı: Çeşitli nedenlerle sözde sosyalist Başbakan Kerenski ve Geçici Hükümetin sosyalist partileri direnme kararı aldılar. İşçi ve asker yığınları Ağustosun son günlerinde başlayan Kornilov darbesi girişimine karşı kitlesel bir şekilde ayağa kalktılar. Kitleleri örgütleyip sevk eden, ordu içinde Kornilov’a karşı çalışma yürüten esas olarak Bolşeviklerdi. Darbenin püskürtülmesi, aynı zamanda devrimin yeniden yükselişinin de bir ifadesiydi. Dengeler yeniden değişmiş ve Bolşevikler, iki ay öncesinden çok daha güçlü bir biçimde siyaset arenasına geri dönmüşlerdi. Lenin, “Kornilov ayaklanması olayların seyrinde beklenmedik (bu anda ve bu biçimde beklenmedik), neredeyse inanılmaz derecede sert bir dönemeçtir” diye yazmaktaydı. Bu dönemecin etkisi her alanda kendisini göstermeye başlamıştı. Özellikle Temmuzdan sonra kırda başlayan köylü ayaklanmaları giderek yayılıyordu. Yoksul köylüler toprak ve barış istiyorlardı. Lenin, Nisan başında,
marksist tutum
köylü partileri üzerinden burjuva hükümete angaje olduğunu düşündüğü köylülüğün tutum değiştirdiğini görüyordu. Bu durum toplumdaki değişim açısından son derece çarpıcıydı ve gelecek günlerde bunu gündeme tutmaya devam edecekti. Yoksul köylülüğün ve devrimci proletaryanın ittifakını sağlamak maksadıyla, toprağın devletleştirilmesi şiarını terk edip, köylülerin topraklara el koyması çağrısında bulundu. Hiç kuşkusuz bu, köylülüğe verilmiş bir tavizdi; ancak Lenin, “biz doktriner değiliz” dedikten sonra ekliyordu: Olayın özü, iktidarın işçi sınıfının eline geçmesidir. İşçi sınıfındaki değişim ise, kendini kent Duma’sı seçimlerinde ve sovyetlerde Bolşevikleri çoğunluk haline getirerek dışa vurdu. Daha 20 Ağustosta Bolşevikler, Petersburg’da oyların %33’ünü almayı başardılar. 6 ve 9 Eylülde, önce Petersburg ve bilahare Moskova Sovyeti’nde Bolşevikler, tüm diğer partilerin toplamını aşarak çoğunluğu elde ettiler. Troçki, Petersburg Sovyeti başkanlığına seçildi. Kitlelerin işçi sınıfının devrimci iktidarı çizgisine kayması, Moskova kent Duma’sı seçimlerinde de çarpıcı bir düzeyde ifadesini buldu. 24-26 Eylülde yapılan seçimlerde Bolşevikler oyların %52’sini alarak ezici çoğunluk oluşturdular. Üstelik kentteki 17 bin askerden 14 bini Bolşevikleri destekliyordu. Devrim eğrisindeki bu ani ve keskin yükseliş, işçiemekçi kitlelerin burjuvaziyle hesaplaşma isteğinin apaçık bir göstergesiydi. Havanın döndüğünü kavrayan ve gerekli zaman kaçırıldığında devrimin heba olacağını gören Lenin, derhal bitmez tükenmez bir enerji ve iradeyle ayaklanma çağrısı yapmaya başladı. Koşullar değişmişti ve durulamazdı. 14 Eylülde Bolşevikler İktidarı Ele Geçirmelidir başlığıyla parti merkez komitesine yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Bolşevikler şimdi, iki başkentte İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetlerinde çoğunluğu elde ettikten sonra, devlet iktidarını kendi ellerine alabilirler ve almalıdırlar.” Burjuva hükümetin Demokratik Konferans adıyla bir ön parlamento toplama girişimlerini olumlu karşılayan parti içindeki sağ kanadı da eleştiriyor, amacın oyalamaca olduğunu, oysa geniş yığınların ayaklanma çizgisine geçtiğinin altını çiziyordu. “Aygıtımız yok mu” diye soruyor ve şöyle cevap veriyordu: İşte aygıtımız: sovyetler ve demokratik örgütler. Lenin, iktidarı şimdi ele geçirmedikleri takdirde tarihin kendilerini asla affetmeyeceğinin altını çiziyordu. Parti merkez komitesi mektubu okuduğunda kelimenin tam anlamıyla şaşkınlığa düşmüştü. Buharin o anı şöyle betimliyor: “Hepimizin nefesi kesilmişti. Birimiz bile sorunu bu kadar keskin koymamıştık. Ne yapılacağını kimse bilmiyordu.”4 Tüm merkez komite, çeşitli nedenlerle, derhal ayaklanmaya girişilmesine karşı çıkmıştı. İki eğilim vardı: Sol kanat ayaklanmadan yana olmasına rağmen, bunun nasıl olacağını kestiremiyor ve verileri doğru okuyamadığı için ülke ölçeğinde başarılı olunamayacağını düşünüyordu. Kamanev ve Zinovyev’in başını çektiği sağ kanat ise, ayaklanmaya karşıydı. Temmuz günlerinin
23
Temmuz 2013 • sayı: 100
marksist tutum
yıkıcılığı tüm parti üzerinde etkisini hissettiriyordu, ama özellikle de sağ kanat üzerinde. Lenin’in sürekli oklarını fırlattığı bu sağ eğilim, özü itibariyle burjuva cumhuriyetinde güçlü bir muhalefet partisi olmaya odaklı bir siyaset anlayışına sahipti. Bu nedenle de bin dereden su getirerek ayaklanmaya karşı durdular ve hatta bozgunculuğa savruldular. Troçki’nin ifadesiyle Nisan günleri geri gelmiş gibiydi. Lenin ardı ardına yazdığı yazı ve mektuplarda parti merkezine, parti tabanına ve kitlelere sesleniyordu. Çok çarpıcı, kesin bir dil kullanıyor ve olguları tüm yönleriyle sergileyerek ayaklanmanın kaçınılmazlığını ortaya koyuyordu. Devrimin aldığı seyri, değişimi ve uluslararası durumu analiz ediyordu. Temmuzda iktidarı almaya hazır olmayan kitlelerin, gelinen aşamada bunu arzuladığını, üstelik kararsız küçük-burjuva saflarda muazzam bir yalpalama olduğunu ve bunun bir sonucu olarak Menşeviklerin ve Sosyal-Devrimcilerin geçici hükümetten koptuklarına dikkat çekiyordu. Avrupa’da işçi sınıfının hareketlendiğini, Almanya’da bir devrimin eşiğine gelindiğini, emperyalist düşmanların geçmişe nazaran zayıfladıklarını ve bu açılardan da devrimin koşullarının olgunlaştığını ifade etmekteydi. Dolayısıyla bir dakika zaman kaybetmeden ayaklanma başlatılmalı ve hükümet tutuklanmalıydı. 29 Eylül tarihli Kriz Olgunlaşmıştır adlı mektubunda, merkez komitesinin kendisine yanıt vermediğini ve yazılarına sansür uygulandığını belirtir. Ön Parlamentoya katılma kararını utanç verici bulduğu yönündeki ifadelerinin yayınlanmadan önce metinden çıkartıldığını, bu tutumun, MK’nın “dilini tut ve uzaklaş” ikazı olarak algıladığını, bu nedenle merkez komitesinden istifa ederek parti tabanında ajitasyon yürütmeye geçeceğini açıklıyordu. Sağ kanadın bastırmasıyla partinin Ön Parlamentoya katılması ve parlamenter kürsüyü kullanmaktan dem vurması trajiktir. Sanki kitleler ayaklanma çizgisine gelmemişler, sanki sovyetler Bolşeviklerin eline geçmemiş ve “bütün iktidar sovyetlere” sloganı son derece yakın bir ihtimal haline gelmemiş gibi, Kamanev çizgisi, Lenin’in zamanında boykot karşıtı tutumu üzerinden burjuvazinin nefes almak için ileri sürdüğü uyduruk Ön Parlamentoya katılmayı haklı çıkarmaya çalışıyordu. Lenin, durmaksızın yazıyor, parti örgütlerine sesleniyor ve ayaklanma karşıtı eğilimi yenmeye çalışıyordu. Zaman kaybetmenin ölüm olacağının, hem Rus hem de dünya devriminin başarısının iki ya da üç günlük savaşa bağlı olduğunun altını çiziyordu. Zaman kaybetmek istemeyen Lenin, 10 Ekimde saklandığı yerden Petersburg’a döndü ve merkez komitesi yaptığı uzun toplantı neticesinde Kamanev ve Zinovyev’in karşı çıkmasına rağmen ayaklanma kararı aldı. Bu ikili ilerleyen günlerde ayaklanma kararını düşman gazetelere yazdıkları bir yazıda açık edecek ve “grev kırıcı” damgası yiyerek Lenin’in tüm şimşeklerini üzerlerine çekeceklerdi. Ancak ayaklanma kararı alınmasına rağmen, bunun
24
ne zaman başlatılacağına dair bir tarih belirlenmemişti. Lenin, derhal hazırlıklara girişilmesini ve ayaklanmanın başlatılmasını isterken, Troçki’nin de içinde olduğu grup, ayaklanma kararının bir iki hafta içinde toplanacak olan Tüm Rusya Sovyet Kongresinde alınmasının politik açısından daha uygun olacağını savunuyordu. Böylece geniş emekçi kitlelerin gözünde, tartışmalara yer vermeyecek şekilde meşruiyet sağlanmış olacaktı. Lenin ise, önce Kerenski’yi yen, sonra kongreyi topla; önemli olan fırsat kaçmadan iktidarın alınmasıdır diye karşılık veriyordu. Parti içinde süren tartışmalar gerek parti tabanında gerekse işçi ve asker kitlesi içinde muazzam bir gerilim yaratmıştı. Artık tahammülü kalmayan Lenin, 24 Ekim gecesi son mektubunu yazıp ayaklanmayı başlatmak üzere harekete geçti. Ne var ki ayaklanma hazırlıklarını bastırmak üzere davranan burjuva hükümetin müdahalesiyle ayaklanma başlamıştı bile. İki gün içinde işçi sınıfı iktidarı ele geçirecek ve tarihteki ilk muzaffer proleter devrim böylece gerçekleşmiş olacaktı. Troçki, eğer Bolşevikler Ekimde iktidarı almasalardı, bir daha asla alamazlardı diye belirtir. Kuşkusuz bunu sağlayan, sınıf mücadelesinin nabzını tüm yönleriyle duyumsayıp ölçen, biriken devrimci basıncın işçi sınıfı iktidarına hayat vermesini sağlayan Lenin’di.
Lenin’in mücadelesi Sosyalistler kadar burjuva siyaset bilimci ve tarihçiler de Lenin’in politik taktikler konusunda önemli bir kişilik olduğunu teslim ederler. Ancak örgütlü bir güç ya da bunun için bir mücadele olmadan ne politik deha ortaya çıkar ne de politik taktikler hayata geçirilebilir. Modern sınıf mücadelesi tarihi göstermiştir ki, şu ya da bu biçimde ortaya çıkan tüm toplumsal hareketlere son tahlilde yön verenler örgütlü güçler olmuştur. Hangi nesnel zeminde ve her ne biçimde ortaya çıkarsa çıksın hiçbir kendiliğinden hareket boşlukta durmaz, duramaz. Başlangıçta heterojen bir karaktere sahip toplumsal hareketler kısa zamanda ayrışır ve mücadele farklı sınıfsal çıkarlar temelinde yürütülür, yani eninde sonunda işçi sınıfının yahut da burjuvazinin hegemonyası altına girer. Devrimler tarihinin bu konuda acı deneylerle dolu olduğunu bilen Lenin, bıkıp usanmadan örgütlülüğe vurgu yapmış, proletaryaya önderlik eden devrimci bir örgüt olmadan burjuvazinin alaşağı edilemeyeceğini dile getirmiş ve daima bu yönde çalışmıştır. Örgüt meselesini yüksek bir bilinçle kavrayan Lenin, gericilik yıllarında ağır koşulların basıncı altında mevzileri terk edip örgütsüzlüğü veya gevşek örgütlenmeleri savunan sosyalistlere karşı amansız bir mücadele vermiştir. İşçi sınıfının burjuvazi karşısında başarıya ulaşması için, birçok mücadele biçimini iç içe geçirerek bir bütün halinde yürütmek gerektiği Marksizmin amentüsüdür. Fakat bilhassa burjuva gericilik dönemlerinde ideolojik
sayı: 100 • Temmuz 2013
mücadele fazlasıyla öne çıkar. 1905 devriminin yenilip geri çekilmesi sürecinde devrimci saflarda büyük bir savrulma meydana geldi. Bolşevik ve Menşeviklerin kitlelerle bağları koptu ve yalıtıldılar. Yenilginin ağır atmosferinde karamsarlık ve bireysellik, illegal örgüt düşmanlığı ve tasfiyecilik kapladı ortalığı. Kuşku, korku, umutsuzluk ve belirsizlik örgütlü mücadeleden kaçışı getirmekle kalmadı, aynı zamanda burjuva ideolojisinin basıncıyla devrimci saflarda bilinç bulanıklıkları da meydana geldi. Krupskaya anılarında o dönemi şöyle anlatıyor: “O yıllar, Sosyal Demokratlar arasında en büyük fikir karışıklıklarının olduğu yıllardı. Marksizmin en belirgin esaslarını yeniden gözden geçirmek için girişimlerde bulunuluyor ve Marksizmin bütün olarak dayandığı maddeci kuramı sarsmak için felsefi çabalar harcanıyordu. O günler karanlık günlerdi.”5 Bu dönemde tasfiyecilik ve örgütsüzlük propagandası birçok kanaldan geliyordu. Bir kesim güya daha devrimci bir tutum geliştirdiğini iddia ederek legal alan çalışmasına tümüyle son verilmesini, parlamentodan ve sendikalardan çıkılmasını, tümüyle gizli bir faaliyet yürütmek gerektiğini söylemekteydi. Sağa sola ültimatom veren bu anlayış, görünürde radikal ve biçimsel olarak devrimci idi. Ancak savundukları, pratikte devrimci çalışmanın kitlelerden kopartılması, içe kapanma ve neticede dağılma ve tasfiyecilik anlamına geliyordu. Bu nedenle Lenin, görünüşte son derece devrimci bir tutummuş gibi gelen bu anlayışı haklı olarak tasfiyeci olmakla eleştiriyordu. Oysa işçi sınıfının verili örgütlü gücü hesaba katılmalı ve bu temelde hareket edilmeliydi. Lenin, gerçek devrimci mücadelenin ilkelerden ödün vermeden kitlelerle bağ kurmayı, en zor koşullarda dahi işçi hareketi içinde örgütlü bir varlığı ayakta tutmayı ve geliştirmeyi gerektirdiğini söylüyordu. Örgüt ve militanlar en elverişsiz koşullara kendilerini uyarlayabilme yeteneği kazanmalı, devrimci ilkeler alabildiğine belirginleştirilmeli ve kitlelerin gerçek hayat sorunları üzerinden onlarla bağlar kurulmalıydı. Diğer bir kesim ise illegal örgütlenmenin terk edilmesini, sosyalist hareketin mevcut yasalar çerçevesinde kendisini legalize etmesini ileri sürerek örgütsüzlüğe övgüler düzüyordu. Bu aklıevveller, devrimci örgüt ve çalışma biçimlerinin komünistleri zor durumda bıraktığından ve güya kitlelerden yalıttığından dem vurarak, örgütsüzlüğü propaganda ediyor ve bu şekilde kitleselleşmeyi hayal ediyorlardı. Bu kervanın tasfiyeci Menşevik yolcuları arasında Bolşeviklerin bir kesimi de yer almaktaydı. Örgütlü mücadeleden ve proleter temelli devrimci çalışmadan kaçış, kendini ideolojik alanda da dışa vuruyordu. Özellikle felsefe alanında ortaya konan birtakım görüşler, örgütlü devrimci mücadele alanındaki kaçışın biçim değiştirmesinin ifadesiydi. Yeni Kantçı idealist filozofların görüşleri göklere çıkartılarak, Marksizm revize edilmeye çalışılıyordu. Haklı olarak Lenin, felsefe alanındaki bu tartışmayı politik alandaki mücadelenin bir parçası olarak gördü ve
marksist tutum
buna göre tutum aldı. Zira sanat ve benzeri alanlarda nasıl tarafsızlık ve politika dışılık yoksa felsefede de yoktur. Filozof ya da felsefe üzerine yazan kimse, felsefe alanında aldığı tutumu şu ya da bu biçimde politika alanında da sürdürür. Bu nedenle Materyalizm ve Ampiryokritisizm kitabını yazan Lenin, aslında felsefi alandan hareket ederek de ideolojik ve politik bir mücadele vermiş olmaktaydı.6 Nitekim kitap bittikten sonra Lenin, kardeşine bir mektup yazarak meselenin bu boyutuna dikkat çeker: “Bu kitabın mümkün olduğu kadar tez piyasaya çıkması benim için öldüresiye önemli; sadece edebi bakımdan değil, fakat siyasal nedenlerden ötürü de çok önemlidir.”7 Lenin’in o dönem verdiği ideolojik-politik mücadele, daha sonraki yıllarda işçi sınıfı içindeki devrimci çizginin güçlenmesini sağlamıştır. Bu mücadelenin önemini Krupskaya şöyle anlatmaktadır: “Geriye dönüp o yıllara baktığımız zaman, mücadelenin ne için yapıldığı şimdi daha parlak bir şekilde açığa çıkıyor. Bugün, geçirilen deneyler Lenin’in izlediği yolun doğruluğunu o kadar açık biçimde ortaya koyuyor ki, verilen mücadele çoğu kimse tarafından daha az önemseniyor. Oysa bu mücadele yapılmasaydı, yükselen devrimci eğilimler sırasında Parti, kendi amaçlarını geliştirme olanağı bulamayacak ve zafere doğru ilerlemesi tehlikeye girecekti.”8 Şurası çok açık ki verilen mücadele gerçekte, işçi sınıfı eksenli devrimci bir faaliyeti savunanlar ile sınıf ekseninden kayan ve küçükburjuva zemine yuvarlananlar arasındaki bir mücadeleydi. Marx, berrak bir açıklıkla vurgulamıştır: Düşünce biçimlerini belirleyen son tahlilde nesnel toplumsal zemindir. İşçi sınıfı devrimciliği çizgisinde durmayan ve yaşamlarını bunun gereklerine göre belirlemeyen kimselerin düşünceleri, elbette sınıf eksenli olamaz. Bu geçmişte de böyleydi, bugün de böyledir. Buradan da anlaşılacağı üzere, ortaya çıkan parti içi sorunların kaynağında Lenin’in kavgacı, haşin ve sert yaradılışının yattığını düşünenler, asıl bu hakikati hasıraltı etmekteydiler. Lenin, bir proleter sınıf devrimcisiydi ve önderleri olarak kabul ettiği Marx ve Engels’in şu sözünü rehber edinmişti: İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır! Ancak birileri bu düsturdan işçi sınıfının kendiliğinden eylemlerini anlamaktadır. Oysa kapitalist üretim tarzından kaynaklı, nesnel olarak devrimci potansiyele sahip işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi yükseltilmedikçe ve devrimci öncüsü yaratılmadıkça sermaye düzeni yıkılamaz. Lenin, verilecek mücadelenin eksenine, işçi sınıfının kendinde sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf haline gelmesini oturtur. Esasında her proleterde bir sınıf içgüdüsü vardır ve bu içgüdü toplumsal gelişmeler karşısında şu ya da bu biçimde kendini dışa vurur. Doğal olarak bu içgüdü, bilinçli olmayan bir tutumu, bir sınıf olmanın kendiliğinden getirdiği sezgisel bir tutumu ifade eder. İşte devrimci mücadelenin hedefi bu sınıf içgüdüsünün bilinçli proleter sınıf tavrı düzeyine yükselmesini sağlamak olmalıdır.
25
marksist tutum
Bu meyanda belirtelim ki, politika alanında kullanılan terminoloji ve kavramlar, gerçekte savunulan teorik-politik dünya görüşünün doğrudan dile gelmesidir. Lenin’in mütemadiyen işçi sınıfı ve devrimci örgüt vurgusu yapması son derece bilinçli bir tutumdur. Vurguları, sınıf devrimciliğinin doğrudan bir yansımasıdır. Lenin, işçi sınıfının devrimci gücüne büyük bir güven beslemiş ve bunu pratikte ortaya koymuştur. Meselâ 1918 yazında iç savaşın kızıştığı günlerde Lenin işçilere şu çağrıyı yapar: “Devrimin durumu kritiktir. Unutmayın devrimi yalnızca siz kurtarabilirsiniz, başka kimse yok.” Lenin, düzenli olarak doğrudan işçilere seslenir, onlarla konuşur ve yardımlarını ister. Zira işçiler devrime sahip çıkar ve mücadele ederlerse işçi iktidarı ayakta kalabilirdi. Tüm burjuva iftiraların aksine Lenin, işçi sınıfı olmadan asla ve asla bir proletarya diktatörlüğü kurulacağına inanmamış, partiyi sınıfın yerine ikame etmeyi savunmamış ve bunu defalarca dile getirmiştir. Daha 1919’dan itibaren bürokratikleşmeye vurgu yaparken, işçi sınıfının bilinçli mücadelesi olmadan proletarya iktidarının ayakta kalamayacağını belirtiyordu. Kararnamelerle devrim yapmayı ve hatta sosyalizmi kararnamelerle kurmayı hayal edenlerden kökten farklı bir anlayışa sahipti Lenin. Ona göre, “sosyalizm yukarıdan kararnamelerle kurulmaz. Resmi bürokratik otomatiklik onun (sosyalizmin) özüne yabancıdır. Yaşayan yapıcı sosyalizm, halk kitlelerinin bizzat kendilerinin yaratacağı bir şeydir.”9 Lenin’in bürokrat olmadığını gören ve bilen işçi ve köylüler, onu kendilerine yakın hissetmekte ve bürokratlardan dert yanarak yardım istemekteydiler. Krupskaya, Lenin’in kendisine yapılan şikâyetleri incelediğini, takipçisi olduğunu ve sovyet demokrasisinin gelişmesi için tüm ayrıntıların üzerinde durduğunu belirtir. Lenin ile Stalin’i birbirinden ayıran şey işte bu temel anlayış farklılığıdır. Birincisi toplumun önünde yürüyerek ve ona yol göstererek ama onunla birlikte sosyalizmin inşasına inanırken, ikincisi topluma yol göstermez, onunla birlikte yürümez, uzakta durur, ona rağmen ve onun adına tepeden bir inşa faaliyetine girişir. Böyle olduğu için de inşa edilmeye gi-
26
Temmuz 2013 • sayı: 100
rişilen şeyin gerçekte sosyalizmle hiçbir ilgisi yoktur. Lenin ile Stalin’in kişiliğinin tümüyle zıt kutuplarda olduğunu ortaya koyan pek çok örnek verilebilir. Bunu, 1905’te bir konferansta Lenin ile karşılaşan Stalin’den dinlemek daha çarpıcı olacaktır: “Partimizin dağ kartalını görmek ümidindeydim, büyük bir adam görme ümidindeydim. Sadece siyasal anlamda bir büyüklük değildi bu. Buna isterseniz fiziki büyüklük diyebilirdiniz. Çünkü hayalimdeki Lenin, kocaman, güçlü kuvvetli bir insandı. Fakat ne gördüm, şaşırtacak kadar normal görünümü, zayıf denecek kadar ince, sıradan fanilerden hiçbir farkı olmayan biri.” Büyük adamların toplantılara geç geldiğini, öncesinde insanları beklettiğini, sonra da “hişt geliyor” sesleri arasında salona giriş yaptığını ve bunun kendisine yapmacık gelmediğini söyleyen Stalin, Lenin’i bu örneğiyle karşılaştırır: “Bir de baktım ki, Lenin bütün delegelerden önce salona girmiş, yerine oturmuş, dip köşelerden birinde konuşmaya dalmıştı. Hem de sıradan bir delege ile havadan sudan konuşmaya başlamıştı… Açıkça söyleyeyim ki, böyle bir manzara ile karşılaşınca belli temel kuralların çiğnendiği zehabına kapıldım.”10 Komünist bir örgütün konferansı yapılıyor, komünist delegelerden bir kısmı konferans öncesinde yerlerini almışlar, bu komünist delegelerden biri ama aynı zamanda partinin lideri Lenin, yoldaşlarından birisiyle sohbete dalmış ve Stalin’e göre “sıradan” bir delege ile bunu yaptığı için suç işlemiştir. İşte size küçük-burjuva bürokrat bir kafa! Bir küçük-burjuva, eşit yoldaşlık ilişkisi, deneyime dayalı saygı ve hürmet yerine ayrıcalık ister. Nitekim Stalin’in karşı-devrimci bürokrasinin lideri olarak vücut bulması hiç de tesadüf değildir. Her gerçek siyasal oluşum kendi doğasına uygun bir liderliği ortaya çıkarır. Uyuşukluğu, dağınıklığı, kırtasiyecilik işlemlerini bir tören edasıyla yapışı nedeniyle edebiyat alanında ve özellikle romanlarda yergi konusu olmuş ve alay edilmiş Rus bürokrasisinin Stalin liderliğinde ifadesini bulması çok anlamlıdır. Stalin’in oynayabileceği uğursuz rolü gören ve parti sekreterliği görevinden alınmasını isteyen Lenin, ne yazık ki geç kalmış ve bu isteğini gerçekleştirememiştir. Bir işçi sınıfı devrimcisi olan Lenin ile Stalin arasında ehemmiyet verilecek hiçbir benzerlik yoktur. Tarihsel ve güncel deneyim gösteriyor ki, işçi sınıfı devrimciliği demek, aynı zamanda burjuva düzenin özendirdiği tüm ayrıcalıkları ve ilişkileri reddederek yaşamak demektir. Lenin, hiçbir zaman işçilere tepeden bakan, onları küçümseyen, onlarla arasına mesafe koyan ve buradan tatmin üreten birisi olmadı. O bir komünist lider olarak işçilerle bağlar kurdu, gözlemledi, konuştu, anlamaya ve yardımcı olmaya çalıştı, en mühimi onlar gibi yaşadı. Uzun yıllar Cenevre’de kaldığı pansiyonun sahibi Lenin’in
sayı: 100 • Temmuz 2013
sohbet arkadaşı bir işçi idi. Lenin’in liderliği bürokratik ve aygıt yoluyla tepeden dayatılan bir liderlik olmamıştır. O, kendisinden başka çevresinde herkesin hata yaptığını tekrarlayan bir lider konumuna düşmemiştir. Neredeyse her önemli dönemeçte Lenin, lideri olduğu örgüt karşısında tek başına kalmış ve amansız bir mücadeleyle örgütünü kendi çizgisine yeniden kazanmıştır. Gün gelip devrim rüzgârları aynı noktaya ittiğinde, Troçki gibi yıllarca mücadele ettiği kişilerle yollarını birleştirmekten ve onların en üst düzeyde görev almalarını sağlamaktan geri durmamıştır. 1917’de 52 Bolşevik liderden 23’ü, merkez komitedeki 21 liderden 9’u bir zamanlar Lenin ile mücadele halinde olan insanlardı. Bir yazarın da tespit ettiği üzere, 1917 devrim sürecinde pek çok bağımsız komünist örgütlenme dereler ve nehirler olarak Bolşevik Parti’ye akmış, parti gelişip devasa bir nehre dönüşmüştür. Bu engin nehri kucaklayan Lenin’in ferasetli liderliği olmuş, partinin bu yepyeni yapısına rağmen kimse kalkıp Lenin’in liderliğini sorgulamamıştır. Lenin’in mücadelesi ve Rus devrim deneyimi pek çok açıdan bugüne ışık tutmakta ve ne yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Lenin’in muazzam birikimi, işçi sınıfının devrimci potansiyeline olan bilimsel inancı, tutkusu ve iradesi devrimde başat bir rol oynamıştır. Lenin, daima devrimin sadık ve çalışkan bir işçisi olmuştur. İşçi sınıfının iktidara gelmesini istemek ve bu temelde zorlu bir çalışmaya girişmekle, kişi ya da örgütlerin devrimcilik adı altında kendilerini tatmine dönük pratiklere kaptırmaları bambaşka şeylerdir. Birincisi teorik-politik netlik, her koşulda işçi sınıfı içinde planlı ve uzun soluklu bir çalışma, doğru taktikleri doğru zamanda uygulayabilme feraseti demekken, ikincisi devrimci biçimcilik altında saklanmış küçük-burjuva özlemleri tatmine yönelmek demektir. Motivasyonların farklılığı, nasıl bir çalışma yürütüleceğinden eylem biçimlerine değin her şeyi belirler. Sınıf mücadelesini devrimci militanların ne denli “kahraman” olduğuna indirgeyen bir anlayışla, işçi sınıfını çeşitli sorunlar üzerinden bir milim dahi olsa ileriye çekmek için gecesini gündüzüne katarak çalışan bir anlayış aynı olabilir mi? Lenin’in örgütlenme anlayışı, sınıflar arası güç dengesini ve sınıf mücadelesini tüm çıplaklığıyla görmeyi, işçi sınıfının taktiklerini buna göre belirlemeyi, ne zaman taarruza geçileceğini ya da ne zaman ricat edileceğini ve güç toplama çalışmasına ağırlık verileceğini tayin etmeyi sağlar. Her devrimci önderlik, sınıfın genel çıkarlarını düşünmek ve burjuvazi karşısında tüm sınıfın liderliğini temsil ediyormuş gibi hareket etmek zorundadır. Lenin’i koşullayan daima bu anlayıştır. Meselâ 1917 Temmuz günlerinde muazzam bir kitle hareketi ortaya çıkmasına rağmen, Lenin, işçi sınıfının henüz yeterince hazırlıklı olmadığını tespit ederek devrimci kitlelerin o anda ayaklanmaları için koşulların uygun olmadığını söylemiştir. Lenin ve Bolşevik Parti, kabarıp taşan ve hükümeti yıkmaya azimli
marksist tutum
kitle hareketinin o an için frenlenmesinin sorumluluğunu alabilmişlerdir. Zira komünistler, “ne olursa olsun ama hareket olsun” budalası değillerdir. Bir kitle hareketinin hangi zeminde ve hangi sınıfsal bileşimle geliştiği, hareketin boyutları, talepleri, egemen sınıfın bu hareket karşısında nasıl bir tutum aldığı ve en önemlisi de devrimci işçi sınıfının örgütlülük düzeyinin ne olduğu gibi hususlar göz önünde tutulmalıdır. Bu perspektiften baktığımızda, günümüzde esasen küçük-burjuvazinin damgasını bastığı çeşitli kitle hareketlerine boyundan büyük anlamlar yükleyen “sosyalistlerin” neden Lenin’i anlamadığını da görmüş oluruz. Burjuva kesimler arası mücadelenin de konusu haline gelebilen bu tür kitle hareketleri, kendiliğinden harekete tapan “sosyalistler” tarafından alabildiğine abartılmakta, bir çırpıda, “halk ayaklanması”, “devrim”, “doğrudan demokrasi deneyimi” vb. olarak adlandırılabilmektedir. İşçi sınıfının bağımsız devrimci mücadelesinden son derece uzak olan bu sosyalist kesimler (aslında küçük-burjuva sosyalistleri), havai fişek patlamalarını gök gürültüsü zannederek kovalarını kapıp yağmur suyuna koşmaktalar. Vurgulayageldiğimiz üzere, teorik olan ile pratik olanı örtüştürmek, doğru görüşlere somut hayatta can vermek oldukça zordur. Zira teori gridir ama yaşam ağacı yeşildir. Lenin, yalnızca hangi halkanın kavranması gerektiğini bilmenin yetmeyeceğini, aynı zamanda bu halkanın nasıl kavranması gerektiğini ve zincirin nasıl çekileceğini bilmek gerektiğinin de altını çizer. İşte tüm krizlere rağmen Bolşevik Parti’nin işçi sınıfının önderliğini kazanması ve devrimde yol göstermesi bu bütünü kurmayı başarması sayesindedir. Günümüze gelecek olursak, çok uzun yıllardır eksik olan şey, işçi sınıfının bağımsız sınıf siyaseti temelinde hayat bulmuş bir devrimci öncünün yol göstericiliğidir. Değişmeyen görev, işçi sınıfının bağımsız sınıf siyaseti temelinde yol almakta olan enternasyonalist komünist örgütlülüğü güçlendirmek ve onu gerçek anlamda işçi sınıfının liderliği mertebesine yükseltmektir. n
____________________ Lenin, “Siyasal Durum”, Nisan Tezleri, Sol Yay., s.105
1
Lenin, “Şiarlar Üzerine”, Seçme Eserler, c.6, s.176
2
Lenin, “Nisan Konferansında Politik Durum Üzerine Rapor”, Seçme Eserler, c.6, s.88
3
akt: Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, s.18
4 5
Krupskaya, Lenin’den Anılar, c.2, s.5
6
Bu konuda bkz. Akın Erensoy, Devrimci Marksist Teorinin Yeniden Üretimi, www.marksist.com
7
akt. Bertram D. Wolfe, Devrimi Yapan Üç Adam, c.3, s.216 Krupskaya, age, s.7-8
8
akt. Krupskaya, age, c.3, s.29
9
akt. Bertram D. Wolfe, age, s169-70
10
27
Nükleerden “Güzel Ölümleri” Beklerken /2 Oktay Baran
En ileri teknoloji ve her türlü önlem yalanı Tüm nükleer santrallerin yapıldığı dönemde en ileri teknolojiyle donatıldığı ve en ileri güvenlik önlemlerine tâbi olduğu söylenir. Ama kısa süre sonra bir önceki dönemde aslında nükleer güvenlik konusunda neredeyse cahil olunduğu gerçeği açığa çıkıverir. İşin aslı şu ki, kâğıt üstünde bile kalsa, yapıldığı dönemde değil ama tasarım ve projelendirme aşamasında genelde en ileri teknoloji kullanılır. Ama kısa bir süre sonra bu teknolojinin aslında geri olduğu, güvenlik önlemlerinin yetersiz olduğu gerçeği kendisini ortaya koyar. Bugün tasarımı ve projesi biten bir santralin ancak 5-10 yıl içerisinde inşaatının biterek işletmeye alınabildiği düşünülecek olursa, her nükleer santralin gerçekte bir nesil öncesinin teknolojisine, güvenlik önlemlerine, sosyal-siyasal-iktisadi koşullarına vb. dayandığı apaçık görülebilir. Tüm önlemleri aldık yalanına bir örnek. Fukuşima kazasından sonra AB, aldığı kararla sınırları dahilindeki 145 nükleer reaktörü stres testine tâbi tutacağını açıklamıştı. O sırada yazdığımız yazılarda, biz bunun göstermelik olacağını, asla gerçek fiziksel testler yapmayacaklarını söylemiştik. Gerçekten de öyle oldu, stres testleri yalnızca projelerin kâğıt üzerinde incelenmesiyle sınırlı kaldı. Ama bizim söylediğimizden bile daha vahim bir tablo ortaya çıktı! Deprem riski, sel riski, minimum sismik tehlike sevi-
28
yesi, kazalarla mücadele ekipmanları, elektrik kesintilerine karşı önlemler, acil durum prosedürleri, pasif tedbirler vb. açısından projeler incelenmiş. 54 reaktörde deprem riski hesaplaması, 62 reaktörde ise sel riski hesaplamaları hiç yapılmamış, 65 reaktörde sismik tehlikeler incelenmemiş vb. Buyurun size “nükleer güvenlik kültürünün”, çevre duyarlılığının, ileri teknolojinin vs. yüksekliği! Unutmayalım ki, Çernobil’deki büyük kazanın ardından emperyalist nükleer lobisi, SSCB’deki “nükleer güvenlik kültürünün” eksikliğinden bahsetmiş ve kazanın temelde bundan kaynaklandığını belirtmişti. Batı hayranı ve teknoloji hastası Türkiyeli nükleercilerin yanı sıra enerji bakanı ve başbakan da bu açıklamaları kendilerine amentü bellemişlerdi. Bir başka örnek. Mersin Akkuyu’da bir nükleer santral yapılabilmesi için gerekli “yer lisansı” 1976 yılında çıkartılmıştır. Ama aradan geçen 40 yıl içerisinde bölgede o dönemde bilinmeyen önemli ve aktif fay hatlarının olduğu ortaya çıkmış, dolayısıyla aslında “yer lisansı” geçersiz hale gelmiştir. O tarihlerde bu lisansı veren üç kişiden biri olan Prof. Tolga Yarman, bugün, “o yıllarda ne Ecemiş fayını biliyorduk ne de Akdeniz bir turizm bölgesiydi” diyerek, Akkuyu santraline karşı çıkmaktadır! Öte yandan, jeofizik profesörü Ahmet Ercan da, bölgede büyüklükleri 7,9’u bulan, 200 kilometrelik bir uzaklığa etkileri bulunan, binlerce kilometre uzaklığa erişen tsunamiler yaratan depremlerin Doğu Akdeniz’de yaşandığının belgelendiğini
sayı: 100 • Temmuz 2013
söyleyerek, Akkuyu’nun yanlış yer seçimi anlamına geldiğini belirtiyor. Ama kimin umurunda. Başbakan Erdoğan, Fukuşima’da ölenlerin gerek Japon halkının, gerek Türk halkının yüreklerini dağladığını söyleyerek timsah gözyaşları döküyor, sonra da ekliyor: “Bunlar olağan, olabilecek olaylardır, ama hayat devam ediyor ve şimdi daha ileri teknolojiyle bu noktada çok daha başarılı adımlar atılıyor.” Göçük altında kalıp ölen onlarca madenci için “kader”, “güzel öldüler” diyen AKP zihniyeti, milyonları etkileyen kazaları da olağan olay olarak görüp gösteriyor.
Nükleere muhtacız yalanı AKP’li enerji bakanı ve nükleerci uzmanlara göre nükleere muhtacız, çünkü enerji talebi giderek artıyor. Bu uzmanlardan biri olan Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) başekonomisti Fatih Birol, Türk ekonomisini gelişmiş diğer ülkelerle karşılaştırdıktan sonra, diğer ülkelerin hem ekonomilerinin hem nüfuslarının hem de enerji tüketimlerinin artmadığını, dolayısıyla enerji talebinde bir artış olmadığı için yeni santraller yapmalarına gerek olmadığını söylüyor. Ardından, Türkiye’de üç açıdan da farklı bir durum olduğunu belirtiyor; ekonomi büyürken, nüfus ve elektrik talebi de artıyor diyor. Birol ayrıca, Türkiye’de cari açığın büyük ölçüde enerji ithalatından kaynaklandığını vurgulayarak nükleer enerjinin hem artan elektrik talebini karşılayacağını, hem de enerjide dışa bağımlılığı azaltıp, cari açığı daraltacağını savunuyor. Kapitalist toplumda enerji de bir metadır ve burjuvazi onu daha kârlı şekilde ve daha fazla üretmekten başka bir şey düşünmez. Enerji ihtiyacının arttığı doğru ama artan elektrik üretiminin nerelerde, hangi amaçlarla ve nasıl tüketildiği sorusu, üretimi nasıl arttırırız sorusundan çok daha öncelikli bir toplumsal soruna işaret etmektedir ki, nükleercilerin ve aslında tüm burjuva uzmanların üzerinden atladığı temel sorun budur. Enerji sorunu, teknik bir sorun değil çok derin bir toplumsal sorundur: “Aşırı üretim krizleriyle sarsıntılar yaşayan kapitalist üretim biçimi topluma tüketim çılgınlığını dayatıyor. Yegâne amacı daha fazla kâr etmek ve sermayeyi büyütmek için üretimi her seferinde daha büyük ölçekte yenilemek olan kapitalist üretimin, doğanın kendini yenilemesi gereğiyle uyumlu olması, ona zarar vermeden var olması mümkün değildir. Doğanın ve insan emeğinin talan edilmesiyle inanılmaz boyutlarda üretim yapılıyor ve bu üretimin önemli bir kısmı satın alınmasına rağmen tüketilmeden çöplüğü boyluyor. Anlamlı hiçbir insan ihtiyacına denk düşmeyen, tümüyle yapay ve şişirilmiş sözümona ihtiyaçları karşılamak için inanılmaz bir emek, hammadde ve enerji israfı sözkonudur. Diğer taraftan kalitesiz ve dayanıksız üretim bilinçli bir şekilde sürdürülerek, üretimtüketim zinciri yapay olarak canlı tutulmaya çalışılıyor; israf büyüdükçe kapitalistler de sermayelerini büyütüyorlar. İşte bu yüzden «katlanarak artan enerji arzına» insanlığın değil
marksist tutum
kapitalistlerin ihtiyacı olduğu bilinciyle, bu akıldışı üretim sisteminin yerle bir edilmesini savunuyoruz.” (Oktay Baran, Kapitalist Cinayet: Nükleer Santraller, MT, Nisan 2011) Enerji bakanının son açıklamaları bu yorumu doğruluyor: Son on yılda elektrik üretimi iki katına çıkmış, benzer şekilde 2012 yılında ekonomi %3,2 büyürken, elektrik üretiminde artış %8,2 olmuş. Bu, elektrik üretimi ve tüketimindeki artışın sanayide artan üretimden değil, esas olarak bireysel tüketicilerin artan talebinden kaynaklandığı anlamına geliyor. Bir tarafta büyük plazaların, pahalı rezidansların, eğlence merkezlerinin, zengin semtlerin aydınlatmaları vb. giderek daha şaşalı hale geliyor ve tüm bunlarla ışık kirliliği de artıyor. Paralel olarak toplumun tuzukuru kesimlerinin alımgücü yükseldikçe, gereklisinden gereksizine elektrikli ev aletlerinin kullanımı artıyor. Kimileri diş fırçalarını elektrikli hale getirirken, toplumun emekçi çoğunluğu elektrik faturasını nasıl kısarım diye kafa patlatıyor. Bugün ileri kapitalist ülkeler, nasıl daha fazla elektrik üretirim sorusunu daha farklı şekillerde ele almaya zorlanıyorlar. Artık yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelme, enerji üretim ve tüketiminde verimliliği arttırma ve enerji tasarrufu uygulamalarını geliştirme kaygıları daha fazla öne çıkıyor. Hiç kuşku yok ki bu yönelim değişikliği, çevre konusunda duyarlılığı arttırma ve bu duyarlılık temelinde bir basınç oluşturma çabalarının bir sonucu. Örneğin Almanya’da Fukuşima kazasının ardından yükselen tepkiler nedeniyle hükümet nükleer santralleri 2022 yılında tamamen kapatma kararı aldı. Kuşkusuz bu bir oyalamacadır, çünkü bu santrallerin ömürleri zaten o yıllarda dolmuş olacaktır. Ama yeni santrallerin yapılmayacağı sözü verilmesi önemlidir ve işçi hareketinin bu sözün takipçisi olması gerekir. Katlanarak artan elektrik ihtiyacı yalanını, bu enerjiyi üretmek için nükleerden başka bir seçenek olmadığı yalanı izliyor. Gerçekten de enerji üretimi için çok az seçeneği olan birçok ülke olduğunu ve bu sorunun yalnızca o ülkelerin değil tüm insanlığın sorunu olarak görülmesi gerektiğini, meseleye ulusal bir çerçevede asla bakılmaması gerektiğini vurgulayalım. Bu enternasyonalist bakış açısını koruyarak, AKP’nin ve nükleercilerin Türkiye’nin enerji kaynaklarının yetersiz olduğu şeklindeki iddialarının tastamam bir yalan olduğunu da ekleyelim. Şöyle diyor enerji bakanı: “Bugün Türkiye, 10 yıl öncesine göre neredeyse iki kat daha fazla elektrik tüketiyor. 10 yıl sonra ise bugüne kıyasla iki kat fazla elektrik tüketeceğiz. Tüm yerli ve yenilenebilir kaynakları harekete geçirsek bile bu ihtiyaca cevap vermiyor. Bu açıdan nükleer enerji, Türkiye için bir tercih değil, bir zorunluluktur.” Ama sayılar başka konuşuyor. Türkiye’nin 2012 yılı elektrik tüketimi 241 milyar kilovatsaat (kWh) oldu. Bakanın iddiasının aksine, şu anda henüz kullanmadığı kaynaklarıyla birlikte Türkiye’nin enerji üretim kapasitesi yıllık 800 milyar kWh civarındadır. Bunun içinde güneş enerjisi 380 milyar kWh, rüzgar
29
Temmuz 2013 • sayı: 100
marksist tutum
120 milyar kWh, linyit 100 milyar kWh, hidroelektrik 100 milyar kWh, biyogaz 35 milyar kWh ve jeotermal 16 milyar kWh’lik bir paya sahiptir. Bunlara sanayide ve binalardaki yalıtımla sağlanacak 58 milyar kWh ve mevcut santrallerin bakım ve rehabilitasyonundan sağlanacak 20 milyar kWh’lik tasarruf da eklendiğinde 800 milyar kWh’lik bir toplama ulaşılmaktadır. Atıl durumda bekleyen ve sadece %2’si kullanılan temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarını daha fazla kullanmak varken, nükleere muhtacız şeklindeki açıklamalar bir masal ve yalandan ibarettir. İleri kapitalist ülkelerde bu konudaki toplumsal bilinç ve duyarlılığın artması nedeniyle nükleer giderek gözden düşüyor. Dünya enerji üretiminin yaklaşık yüzde 5’i, elektrik üretiminin de yaklaşık yüzde 11’i (kimi kaynaklara göre yüzde 15’i) nükleer fisyon santrallerinden sağlanıyor. Özellikle Fukuşima kazasından sonra, önümüzdeki yirmi yıl için yapılan projeksiyonlarda bu oranın daha da düşeceği öngörülüyor. Nükleer enerjiye ilgi tüm dünyada giderek azalıyor. 70’li yıllarda, henüz büyük kazalar gerçekleşmemiş ya da kamuoyundan saklanmışken, UAEA geleceğin nükleer enerjinin altın çağı olacağını söylüyordu. Oysa UAEA’nın o tarihlerde 2000 yılına ait projeksiyonlarında saptadığı nükleer enerji üretim tahminlerinin bugün onda birine bile ulaşılmamıştır. Bunun temelinde, kamuoyunda nükleer karşıtlığının artması ve nükleer enerjinin giderek pahalanması yatıyor ki, aslında her iki faktör de gerçekte nükleer enerjinin güvenilir ve temiz bir enerji kaynağı olmamasından kaynaklanıyor. Yaşanan yüzlerce küçük ve 10’u aşan büyük kaza nedeniyle bir taraftan kamuoyunda tepkiler artıyor, diğer taraftan da güvenlik kriterleri giderek arttırılmak zorunda kalınıyor ve bu da maliyetleri daha da yukarıya taşıyor. Bu gidişat devam ederse 2020 yılına kadar nükleerin elektrik enerjisi üretimindeki payının yüzde 5’e ineceği tahmin ediliyor. Enerji bakanı ise başka bir dünyada yaşıyor, o 2030’da Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 15’inin nükleerden sağlanmasını hedeflediklerini ilan ediyor. Eller gider tersine, Bakan gider Mersin’e! Dışa bağımlılık konusuna gelince. Gerçekten de Türkiye bugün tükettiği elektrik enerjisinin %72’sini ya ithal ettiği yakıtlardan sağlıyor ya da dış ülkelerden satın alıyor, bunun maliyeti ise 60 milyar dolar. Nükleer santrallerle dışa bağımlılığın kırılacağı ise tam bir yalandır. Tasarımı, projesi, inşaatı, işletmesi, yakıt tedariki ve muamelesi tümüyle Ruslara ya da JaponFransız ortaklığına ait
30
olan nükleer santrallerle dışa bağımlılığın kırılması nasıl mümkün olacaktır? Üstelik petrol ve doğalgazın önemli bir bölümünü Rusya’dan alırken, yine nükleer yakıtını da santralini de Rusya’dan almak nasıl bir “enerji kaynağı çeşitliliği” yaratmak, “enerji güvenliğini” sağlamak olacaktır? Nükleer sayesinde doğalgaz ithalatının azalmasından mütevellit cari açığın ciddi ölçüde azalacağı da koca bir yalandır. Bakan, “iki nükleer santralin üretime geçmesiyle yıllık 7,2 milyar dolarlık doğalgaz ithalinin önüne geçeceğiz” diyor. Yine enerji bakanı, “Sinop’a, 4 üniteden oluşan toplam 4 bin 480 megavat nükleer santral kurulacak. 4 ünite işletmeye alındığında santralde, yılda 40 milyar kilovatsaat elektrik üretilecek” diyor. Akkuyu’daki santral de yakın bir güçte olduğuna göre bakanın verdiği sayılar ve fiyatlar dikkate alındığında, bu elektriğe yaklaşık olarak 10,5 milyar dolar yıllık ödeme yapılacaktır! Ya bakanın verdiği sayılar yanlış ya bakan dört işlem bilmiyor ya fena bir kazık yiyorlar ya da hepimizi aptal yerine koyuyorlar.
Bu neyin acelesi? Bunca yalanın inatla dillendirilmesi akla başka sorular da getiriyor. Akkuyu’ya inşa edilecek VVER-1200 dünyada işletme lisansı almış bir reaktör değildir, üstelik Ruslar bugün bu tip bir reaktörü kendi ülkelerinde 10 milyar dolara projelendirirken, Türkiye ile yaptıkları anlaşmayı 20 milyar dolara fatura etmişlerdir. Henüz bir yer lisansına bile sahip olmayan Sinop’a santral yapacak Fransız ve Japon şirketleri de “tarihi bir anlaşma” diyerek bayram ediyorlar. Zira Fransızlar, kötü sicillerinin de katkısıyla, 2007’den bu yana başka ülkelerden nükleer santral ihalesi alamıyorlar. Kendi ülkelerinde kurulum ve işletme lisansı alamayan ATMEA-1 reaktör tipini, başka bir ülkeye 22 milyar dolara satmak epey keyifli olsa gerek. Sinop santraliyle ilgili ilginç bir diğer nokta da, daha ihale sürecinin tamamlanmasından bir ay önce, Japon gazetesi Nikkei’de ihalenin Japon-Fransız ortaklığı tarafından kazanıldığının tüm detaylarıyla duyurulması oldu. Aynı haberde Japon başbakanın Mayıs ayında Türkiye’ye gelerek anlaşmayı imzalayacağı söylenirken, AKP’li enerji bakanı, sürecin ve görüşmelerin halen sürdüğünü belirterek, “Japon basınında çıkan haberler çok erken, bu yarış hâlâ devam ediyor” diyordu. Ardından başbakan Erdoğan aynı gazeteye bir röportaj vererek haberi doğrularken, enerji bakanı Taner Yıldız ise Sinop’taki santral konusunda “Ben de sayın başbakanımızın 3 milyon tirajlı bir Japon gazetesine verdiği demeci manşetlerinden izledim”
sayı: 100 • Temmuz 2013
açıklaması yapıyordu. Ortada gerçek bir ihale olup olmadığı şüpheli! AKP’nin Sinop ve Mersin için adım attığı santral projeleri, birçok nükleer bilimci tarafından da soru işaretiyle karşılanıyor. Örneğin ABD’li nükleer uzmanların çıkardığı Atom Bilimcileri Bülteni’nde (The Bulletin of Atomic Scientists) yayınlanan bir makalede, Türkiye’nin sınırlı finansal kaynaklarla, kısa sürede hayata geçirmek üzere giriştiği bu projelerin riskli olduğu söyleniyor. Bu projelerin yabancı şirketler tarafından yapılacağı, onların mülkiyetinde olacağı ve yine onlar tarafından işletileceği “yap, sahip ol, işlet” şeklindeki modelin nükleer santrallerin yapımında hiç kullanılmadığının belirtildiği makalede, tüm kontrolün yabancı şirketlere bırakıldığı bir projede gerek inşa gerekse de işletim sırasında gerçek bir denetlemenin mümkün olmayacağı ve bu şirketlerin “maliyetleri düşürmek için kestirme yollara sapıp sapmadığının” anlaşılamayacağı söyleniyor. AKP’li yetkililerin 2023’te “yerli santralimizi kurup işleteceğiz” şeklindeki açıklamalarının da eleştirildiği makalede, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEA) nükleer enerjiye geçecek ülkelere 10-15 yıllık bir hazırlık sürecini tavsiye ettiği hatırlatılıyor. Bir diğer husus da, UAEA’nın kontrol kurumlarının Türkiye Atom Enerji Kurumu (TAEK) gibi zaten nükleer enerjinin tanıtımını ve teşvikini yapan kurumlardan bağımsız olmasını gerekli görmesi. Doğrudan Başbakanlığa bağlı olan TAEK’in, hem ulusal lisans verme hem de denetleme tekelini elinde tutarken nükleer enerjiyi özendiren bir kurum olarak sağlıklı bir denetleme yapması hiç de mümkün gözükmüyor. Bu durumda, ABD’li uzmanlar soruyor, bu neyin acelesidir? Biz cevap verelim. Mesele, enerji ve ekonomiden ziyade, AKP’nin ve Türk burjuvazisinin emperyalist hevesleridir. Büyük burjuvazi, nükleer enerjiyi bir prestij meselesi olarak görüyor ve nükleer enerjiye (ve orta uzun vadede nükleer silahlara) sahip hale gelerek bölgesel bir güç olma iddiasını güçlendirmek istiyor: “Bunlar yetmiyor, belirleyici bir bölgesel güç olma yolunda, siyasal ve askeri prestij peşinde koşuluyor. Nükleer enerjiye sahip olmak bu doğrultuda atılmış bir adım olarak görülüyor. Ne de olsa, burjuvalar ve onların hizmetindeki bilim adamları, nükleer enerji üretimi olmadan nükleer silah geliştirmenin de pek mümkün olmadığını, bu enerjinin barışçıl kullanımı ile askeri kullanımı arasında iddia edildiği gibi Çin Seddi bulunmadığını biliyorlar. Tarihsel olarak nükleer teknoloji atom bombası imalatı çalışmalarıyla gelişmiştir ve bugün bile alnındaki bu militarist damga kaybolmuş, militarist eğilim ve kaygılardan arınmış değildir. Güçlü militarist eğilimlere sahip ülkelerin kullandıkları nükleer santral tiplerine baktığımızda da bunu görüyoruz; atom bombası için gerekli plütonyum izotoplarını daha büyük ölçüde üreten reaktör tiplerini tercih etmekteler. TC’nin Akkuyu’da inşa etmeyi planladığı basınçlı su reaktörleri de bu tiplerden biridir. Bunun basit bir tesadüf olduğuna inanmak için bir nedenimiz var mı?” (Oktay Ba-
marksist tutum
ran, agm) İran’ın bu alanda attığı adımlar, onun bölgedeki tarihi rakibi olan Türk egemenlerini daha da sabırsızlandırıyor. Üçüncü santrali biz kendimiz yapacağız şeklindeki ayakları yere basmayan açıklamalar da, enerji bakanının açıklamaları da emperyalist heveslerin varlığını doğruluyor: “Nükleer santraller, sadece enerji arz güvenliği için değil, daha gelişmiş bir Türk sanayisi ve müteahhitlik sektörü için de önemli bir fırsat olacak. … Nükleer enerji teknolojisine sahip olan Türkiye, yalnızca enerji arz güvenliğini değil, bölgesinde lider ve stratejik konumunu da güçlendirecek.”
Nükleere de, burjuvaziye de, onların bilimcilerine de güvenilemez Fukuşima’da önce kaza örtbas edilmeye, olduğundan küçük gösterilmeye çalışıldı. Ardından kabahatin kimde olduğu konusunda kamuoyu önünde bir piyes sergilendi. Japonya başbakanı TEPCO yöneticilerini kendisini bilgilendirmemekle suçladı vb. Ardından gelişen büyük tepkiler sonrasında, Japonya Eylül 2012’de yeni bir enerji stratejisi benimsediğini açıklayarak, en kısa sürede nükleer enerjiden kurtularak farklı kaynaklara yöneleceğini ilan etti. Ne var ki, Japon burjuvazisi bu adımı kendi vicdanıyla değil, yüzbinlerin katıldığı protestolardan duyduğu çekincelerle atmak zorunda kalmıştır. Aynı durum AB için de geçerlidir. Fukuşima’dan sonra birçok ülke nükleerden vazgeçeceğini, santralleri kapatacağını ve yeni reaktör kurmayacağını açıkladı. Kimileri nükleer santrale yasak getirirken, kimileri derhal ya da ömürleri tamamlandığında nükleer enerjiden vazgeçeceğini karara bağladı. Tabii ki şimdilik! Eğer kitle bilinci, duyarlılığı ve eylemliliği geri çekilirse, nükleer santrallerin yeniden devreye sokulacağından en küçük bir kuşku bile duyulmamalıdır. Nitekim, Japonya’daki Eylül deklarasyonunun ardından yapılan seçimlerle iktidara gelen liberal demokratların lideri Şinzo Abe, yeni santraller kuracaklarının sinyallerini vermiş ve aynı güvenlik teranelerine başvurmuştur: “Şimdi inşa edilecek olanlar, 40 yıl önce yapılanlardan farklı olacak. Halkın desteğini kazanarak yeni reaktörler inşa edeceğiz.” Apaçık ki, burjuvaziye hiçbir şekilde güvenilemez. İnsanlığın geleceği ve kaderi asla burjuvaziye bırakılamaz. Nükleer enerji santrallerine karşı mücadeleyi büyütmek, bunun nükleer silahlanmaya bağını sürekli olarak teşhir etmek, temiz, yaşanabilir bir doğa kavgasını yürütmek işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin kopmaz bir parçasıdır. Nükleer santralleri engelleyebiliriz. Unutmayalım ki, her şey gibi, onları da inşa edecek olan işçi sınıfıdır. Bu noktada işçi hareketinin duyarlılığını sağlama, göstermelik olarak değil gerçek bir mücadele başlığı olarak nükleer karşıtlığını sendikaların gündemine sokma görevi devrimci işçilerin önünde duruyor. n
31
Suriye’deki T Gelişmeler ve İran Seçimleri Gülhan Dildar
32
unus’la başlayıp Mısırla devam eden ve kısa sürede tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı etkisi altına alan halk isyanları dalgası 2011 Martında Suriye’ye de sıçramıştı. Başlangıçta kitlelerin Esad diktatörlüğüne karşı başlattığı protesto gösterileri, bir yandan rejimin terörü bir yandan da emperyalist güçlerin sürece müdahil olmasıyla geri çekildi ve yerini her gün onlarca insanın katledildiği kanlı bir iç savaşa bıraktı. Bu iç savaşta Birleşmiş Milletler tahminlerine göre 93 bin kişi yaşamını yitirdi, 4 milyonu aşkın insan evlerinden ayrılmak zorunda kaldı, 1,6 milyonu ise mülteci oldu. Başlangıçta Esad diktatörlüğünün altı ayda düşeceği iddia edilirken, iki yıldır devam eden iç savaş süreci giderek karmaşık bir hal almakta ve bu sürecin faturası emekçilere çıkmaktadır. Sözümona bölgede barış sağlamaya çalışan, Esad diktatörlüğünün halka yaşattığı zulme karşı olduklarını söyleyen emperyalist-kapitalist güçler, gerçekte kendi çıkarları doğrultusunda sürece müdahil olmaktadırlar. Emperyalist kutuplaşmanın başını çeken iki büyük güç ABD ve Rusya, Mayıs ayında, Suriye’deki çatışmanın siyasi ve diplomatik yollarla çözülmesi için ortaklaştıklarını duyurdular ve Cenevre’de uluslararası bir barış konferansı düzenlenmesi çağrısında bulundular. Konferansın geçen yıl Haziran ayında yine Cenevre’de düzenlenen “Suriye Eylem Grubu” toplantılarının devamı niteliğinde olması düşünülüyor ve Haziran sonunda yapılması planlanıyordu. Ancak gelinen aşamada, söz konusu konferans, muhaliflerin hazır olmaması gerekçesiyle belirsiz bir tarihe ertelenmiş durumda. Suriye rejiminin temsilcileriyle muhalifleri bir araya getirmeyi amaçladığı iddia edilen bu konferansa, Suriye hükümeti resmi olarak katılacağını belirtmişti. Muhalifler ise Mayıs ayında İstanbul’da üç günlüğüne planlanan ancak beş güne
sayı: 100 • Temmuz 2013
uzatılan toplantılarına rağmen henüz ortak temsilciler belirleyemediler ve hazır olmadıklarını duyurdular. Peki, 2. Cenevre Konferansına doğru gidilirken ne tür gelişmeler yaşanıyor, bu konferansa Esad rejimi, muhalifler ve onları destekleyen devletler nasıl hazırlanıyor? ABD’yi Suriye’de pasif kalmakla eleştiren burjuva güçler, Cenevre Konferansını, oyalama ve Esad rejimine zaman kazandırma hamlesi olarak değerlendiriyorlardı. Bu düşüncenin ana savunucusu bilindiği gibi Türkiye idi, ta ki Mayıs ayında yapılan ABD ziyaretine kadar. Erdoğan, ziyaret öncesine kadar “Cenevre 2” sürecine “ipe un sermek” olarak bakarken, sonrasında destek vereceğini açıkladı. Erdoğan’ın görüşmeden beklentileri, “uçuşa yasak bölge”nin ilan edilmesi, muhalefetin silahlandırılması ve mülteciler için Suriye tarafında güvenli bölgelerin kurulmasıydı. Fakat bu görüşmede Türkiye ikna eden değil ikna edilen taraf oldu. Erdoğan görüşme sonrasında konferansa destek sözü vererek yelkenleri suya indirdi. Bölgede yürüyen kavganın baş aktörlerinden biri olan Türkiye, “bu, ABD ile Türkiye’nin karar verebileceği bir konu değil” demek zorunda kaldı. Anlaşılan o ki, işletilmek istenen siyasi-diplomatik süreçte yer almak isteyen Türkiye ile Ortadoğu’da kendi politikalarıyla uyumlu bir Türkiye’ye ihtiyaç duyan ABD belli konularda anlaşmış durumda. Öte yandan ABD’nin doğrudan askeri müdahalede bulunmaması sürece müdahil olmadığı anlamına gelmiyor. Suriye’de yürüyen emperyalist savaşta, bizzat muhaliflere silah sevkinin organize edilmesinden, teknik destek ve CIA aracılığı ile eğitim verilmesine kadar ABD’nin ciddi rolü vardır. ABD tercihini şu an Esad’a karşı vekâleten bir savaş yürütülmesinden yana kullanmaktadır. ABD’nin izlediği bu siyaseti anlamak için, ilgisini daha çok Asya ve Afrika’ya kaydırdığını da göz önünde bulundurmak gerek. Obama, Suriye’de çatışan tarafların Cenevre’de bir araya getirilmesinde Türkiye’nin önemli bir rol oynayacağının da altını çizmişti: “Başbakan, Esad’ın olmadığı demokratik Suriye’ye geçiş için uluslararası çabalarda ön safta yer alıyor. Ve biz rejim ile muhalefeti bir araya getirirken Türkiye önemli rol oynayacak.” Obama Türkiye’den, etkisi altındaki muhalifleri sürece hazırlamasını isterken, Rusya’dan da Esad’ı ikna etmesini istemişti. Obama’nın sözlerinde dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta ise, Esad’sız bir geçiş sürecinden bahsedilmemesi, yani Rusya ile ABD’nin Esad’ın görev süresinin bittiği 2014’e dek iktidarda kalabileceği yönünde anlaşmış olduğudur. Rusya dışişleri bakanı Sergei Lavrov da, barış görüşmelerinde Esad’ın koltuğunu bırakmasının bir ön koşul olarak ileri sürülmesine karşı olduklarını söylemesine rağmen Esad iktidarının sürdürülmesinde ısrarcı olmadıklarını dile getirmişti: “Biz bir kişinin akıbeti konusunda kaygılı değiliz. Suriye halkının akıbeti konusunda kaygılıyız.” Bu ikiyüzlü açıklama, gerçekte halkların çıkarını düşünmek bir yana, Esad gidecekse de yerine getirilecek
marksist tutum
kişinin kendi güdümlerinde olması ve rejimin boşlukta kalmaması arzusunun dile getirilmesinden başka bir şey değildir. “Cenevre 2”ye doğru süreç ilerlerken taraflar masaya oturuncaya dek ellerini güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Bir tarafta, Esad rejimine karşı savaşan burjuva muhalif güçlerin arkasında olan ve ABD’nin başını çekip, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ün de içinde bulunduğu kanat, diğer tarafta ise Esad rejiminin destekçileri Rusya, Çin, İran ve Hizbullah bulunmakta. Bu savaşa müdahil olan bölge güçleri açısından aynı zamanda mezhepsel bir kutuplaşma da söz konusu. İran, Suriye, Hizbullah ve Irak yönetiminin oluşturduğu Şii cephenin karşısında, Türkiye, Özgür Suriye Ordusu, Suudi Arabistan, Mısır ve Katar ittifakından oluşan Sünni cephe konumlanmış durumda. Mezhepsel çatışma tehlikesi doğuran bu durumun bölge halklarını çok daha kanlı savaşlara sürükleyebileceği açıktır. Nitekim Irak’ta tam da bu nedenle yıllardır her gün onlarca insan can vermektedir. Cenevre Konferansına katılacağını açıklayan Esad yönetimi, bu süreçte, hiç de gösterildiği gibi zayıf olmadığını göstermeye girişmiştir. Muhalif güçlerin elindeki pek çok stratejik nokta geri alınmıştır. Bunların başında da, Humus’a bağlı ve Esad rejimi açısından can damarları sayılabilecek bir bölge olan Kuseyr gelmektedir. Özellikle bölgenin Lübnan’a sınır olması ve muhalif güçlerin bu ülkeden yardım alarak Esad rejimi karşısında güçlenmesi dikkate alındığında, Kuseyr’in önemi daha bir ortaya çıkmaktadır. Ayrıca ülkenin bütün enerji nakil hatlarının geçtiği Humus, hem önemli sanayi tesislerini hem de ülkenin önemli rafinerilerinden birini barındırıyor. Kuseyr’in alınmasında Hizbullah’ın da devreye girmesinin önemli bir rol oynadığı biliniyor. Hizbullah lideri Nasrallah, artık Esad için savaştıklarını gizlemiyor. Hizbullah’ın bu açıklamasının arkasında, rejimin düşmesi halinde en büyük destekçisini kaybetme ve kendisine lojistik destek sağlayan İran ile aralarındaki köprünün kopacağı korkusu yatmaktadır. Esad’ın düşmesinin ardından sonraki hedefin İran olacağı ve nihayetinde Hizbullah’ın Lübnan’daki konumunun tehlikeye gireceği açıktır. Muhaliflerin silahlandırılmasına tepki gösteren, Esad’ın diğer müttefiki Rusya da sattığı S300 füzeleriyle rejime büyük destek sunmaktadır. Burjuva egemenler çıkarları uğruna, kadın çocuk demeden halkların katledilmesinde kullanılan silahların tedarikini türlü kılıflarla yüzsüzce savunabilmekteler. Esad rejiminin kimyasal silah kullanmasının kendisi için kırmızıçizgi olduğunu söyleyen ABD, 17-18 Haziranda İrlanda’da toplanan G8 zirvesi öncesinde bunu gündeme getirerek, muhaliflere “askeri destek” de dâhil her türlü yardımın arttırılacağını açıkladı. ABD ve diğer Batılı güçler G8 zirvesi öncesinde Rusya’ya geri adım attırmaya ve elini zayıflatmaya çalıştılar. Ancak zirveden çıkan sonuca bakılırsa pek de istedikleri-
33
marksist tutum
ne ulaşamamış ve Rusya’yı ikna edememişlerdir. G8’den çıkan kararda Esad’ın gitmesinde ısrarcı olunmamasında güç dengelerinin önemi büyüktür. Dolayısıyla diplomatik çözüm süreci Cenevre’ye kalmıştır. Bu süreçte de taraflar boş durmamakta ve diplomasi alanında ellerini güçlendirmek için askeri alanda da ellerini güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Mayıs ayında Ürdün’de toplanan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “Suriye Halkının Dostları” grubu, Cenevre öncesi ilkesel tavrını ve koşullarını belirledi: Beşar Esad’ın tüm icracı yetkilerini terk etmesi, eli kana bulaşmamış rejim temsilcileri ve muhaliflerden oluşacak bir geçiş hükümeti kurulması ve bunun belirlenen bir takvim çerçevesinde yapılması. Ancak, Esad’ın müzakereye yanaşmaması durumunda muhaliflere desteğin arttırılacağı da belirtildi. Geçtiğimiz günlerde Doha’da tekrar bir araya gelen “Suriye Halkının Dostları” grubundan bu kez bu süreçte muhalif güçleri destekleme ve silahlandırma kararı çıktı. Üstelik Esad yönetimi Cenevre’de masaya oturacağını açıklamış olmasına rağmen. Tabii bunun üzerine Rusya ve Suriye’den tehditler gelmesi gecikmedi. ABD’nin muhalifleri güçlendirme kararının ardından, Doha’daki toplantının sonuç bildirisinde de “Sahadaki muhaliflere gereken tüm materyal ve ekipman sağlanacaktır” kararının çıkması, Cenevre öncesinde Suriye rejiminin askeri gücünün dirayetini kırmak ve Esad’ı görevi bırakmaya zorlamak anlamına gelmektedir. Ancak Suriye rejiminin kolayca pes etmeyeceği de malûmdur. Buna bağlı olarak söylemler de keskinleşmektedir. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim Doha’dan çıkan karara tepki gösterip, Esad’ın görevi bırakması şartına “Esad istifa etmeyecek. Şartınız buysa Cenevre’ye gelme zahmetinde bulunmayın. Cenevre’de iktidarı diğer tarafa bırakmayacağız” yanıtını verdi.
Temmuz 2013 • sayı: 100
Tüm bu karşılıklı restleşmelerle birlikte taraflar boş durmuyor. Bir yandan Türkiye’nin bölgede Cenevre için hazırlıkların tamamlanması çabası doğrultusunda Erdoğan bölge turuna çıkarken, diğer yandan İran ve Rusya da sahayı boş bırakmıyor. İran Dışişleri Bakanı Ali E. Salihi, Suriye’ye savaş ve silah sevkinin önlenmesi amacıyla Mayıs ayında Amman ve Cidde’ye ziyaretlerde bulundu. Ayrıca Salihi, Katar-Türkiye-ABD ekseninde olan ve borçları dolayısıyla ABD’ye ekonomik bağımlılığı nedeniyle silah sevkine izin veren Ürdün’e de ABD’nin tuzağına düşmemesi gerektiği, İran’ın ekonomik olarak yardım edebileceği mesajını verdi. Ancak muhaliflerin askeri açıdan güçlendirilmesinde önemli bir konuma sahip olan Ürdün, ABD’nin güdümünde hareket etmektedir. ABD, Ürdün’deki üslerden bölgeyi denetlemektedir. Buna ek olarak ABD’nin Ürdün’e Patriot ve F-16 uçakları sevk ettiği ve muhaliflere verilmek üzere hafif silahların yanı sıra füzeler gibi çeşitli tanksavar silahlar da göndermek istediği hatırlanmalıdır. Bölgede diğer önemli bir ülke olan Mısır ise, G8 zirvesi öncesinde Suriye ile diplomatik ilişkilerini kesti.
“Reformcu”ların galip çıktığı İran seçimleri Suriye bağlamında bu kapışma yürürken, burada çok önemli bir rolü ve konumu olan İran’da da cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. 14 Haziranda, mollaların gerçekleştirdiği karşı-devriminin 34. yıldönümünde yapılan bu seçimleri, “reformcu”ların da desteklediği Hasan Ruhani kazandı. 50 milyon seçmenin bulunduğu ülkede, Ruhani yüzde 51’lik oranla yaklaşık 18 milyon oy aldı. İşçi sınıfının yasal siyasi ve ekonomik mücadele kanallarının tümüyle tıkalı olduğu İran’da yapılan seçimler burjuva güçler arasındaki kapışmanın açığa çıktığı bir Egemen sınıfın has adamlarından biri olan Ruhani’den işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda rejimde değişiklikler yapmasını beklemek saflık olur. “Reformcu” olarak adlandırılanların hedefi İran İslam Cumhuriyeti rejimini yıkmak, şeriatı ortadan kaldırmak, işçi ve emekçi kesimlere özgürlüğü ve refahı getirmek değildir. Burada asıl mesele, 2009 seçimleri sonrasında sert bir çatışmayla ortaya çıktığı gibi, burjuva kesimler arasında rejimin yapısında köklü bir değişiklik olmaksızın ekonomik ve siyasal iktidarın nasıl paylaşılacağıdır.
34
sayı: 100 • Temmuz 2013
alan oldu. 2005’ten bu yana cumhurbaşkanlığını sürdüren Mahmud Ahmedinecad yasalar gereği bir kez daha adaylığını koyamazken, pek çok “muhafazakâr” ve “reformcu” seçimlere aday olmak için başvurdu. Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin uygun bulduğu 8 adaydan 6’sı seçimlere katılırken, iki “reformcu” adayın seçimden çekilmesiyle eski cumhurbaşkanları Muhammed Hatemi ve Haşimi Rafsancani’nin desteğini alan Ruhani seçimlere güçlü girdi. Seçime katılımın %73 olması, rejim açısından böylesi bir Ortadoğu konjonktüründe zafer olarak gösterildi ve bu oran rejime verilen bir onay olarak kitlelere sunuldu. Oysaki her türlü sendikal ve ekonomik talebin bile şiddetle yasaklanıp bastırıldığı bu rejimde, gerçek bir alternatiften yoksun olan işçiler ve emekçiler, seçimlere ve adaylara ehven-i şer gözüyle bakmaktadır. Oyların yüzde 51’ini alan Ruhani, öyle görülüyor ki, seçim öncesinde kararsız olan büyük kesimin de desteğini almış durumda. Cumhurbaşkanı seçilen 64 yaşındaki Ruhani, rejimi reforme edebilecek “ılımlı” bir aday olması ve ekonomik yapıyı değiştirmeyi vaat etmesiyle oylarını arttırdı. Ruhani, nükleer enerji gibi konular dâhil olmak üzere Batı ile restleşme yerine diyalog yoluyla yaptırımlardan kurtulmayı umuyor. İran’ın dış politikasındaki “sert” tutumunu da değiştirmeyi amaçlıyor. Bunu ne kadar yerine getirebileceğini önümüzdeki süreç gösterecek olsa da bu tutumu hem İran halkı, hem de ABD dâhil emperyalist güçler olumlu karşıladı. Ruhani’nin entelektüel ve diplomatik yanı da, öne çıkmasında etkili oldu. 5 yabancı dili akıcı konuşan ve Farsça, Arapça ve İngilizce eserlere imza atmış bir devlet adamı olan Ruhani, en nihayetinde rejimin içinden bir molladır. Ruhani, Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve 16 yıl boyunca Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreterliği görevlerinde bulundu. Milli Güvenlik Yüksek Konseyi’nde dini lider Ali Hamaney’in temsilciliğini yaptı. Ayrıca rejimin en temel kurumları olan Düzenin Yararını Teşhis Kurulu ve Uzmanlar Meclisi’nin üyesi, Stratejik Araştırma Merkezi’nin de başkanıdır. İran’ın nükleer programı konusunda eski başmüzakereci de olan Ruhani, tüm bu görevleriyle rejime güven verirken, reformcular için de umut olmaktadır. Egemen sınıfın has adamlarından biri olan Ruhani’den işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda rejimde değişiklikler yapmasını beklemek saflık olur. “Reformcu” olarak adlandırılanların hedefi İran İslam Cumhuriyeti rejimini yıkmak, şeriatı ortadan kaldırmak, işçi ve emekçi kesimlere özgürlüğü ve refahı getirmek değildir. Burada asıl mesele, 2009 seçimleri sonrasında sert bir çatışmayla ortaya çıktığı gibi, burjuva kesimler arasında rejimin yapısında köklü bir değişiklik olmaksızın ekonomik ve siyasal iktidarın nasıl paylaşılacağıdır. Akın Erensoy’un belirttiği gibi; “Reformcu olarak adlandırılan kesimler sistemin içe kapalı yapısından kurtularak dışa açılmasını, kapitalist piyasa kurallarının daha fazla egemen kılınmasını, özelleştirmelerin önünün açılmasını, yani sermayenin önüne dikilen en-
marksist tutum
gelleri aşmak için zorunlu olan yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmesini istemekteler.” (İran’da Toplumsal Patlama, MT, Temmuz 2009) “Reformcu”ların aksine, devlet işletmeleri ve vakıflar üzerinden büyük servetleri kontrol eden mollaların büyük bir kesimi ise mevcut yapının değişmesine karşı çıkmaktalar. İran’da liderin sıkı denetimi altında yürütülen seçimlerde, rejimin istemediği bir adayın seçimlere katılabilmesi bile mümkün değil. Ayrıca halkın oylarıyla seçilen parlamento ve cumhurbaşkanlığı makamı velayet-i fakih’in (dini liderin) üzerine çıkamamakta ve belirleyici olan dini lider olmaktadır, yasama değil. 1997’de iki sefer cumhurbaşkanı seçilen “reformcu” ya da “ılımlı” denen Hatemi, ne burjuvazinin ne de kitlelerin değişim isteğini yerine getirebilmişti. İçinden geçtiğimiz emperyalist savaş ve kriz koşullarıyla ve Ortadoğu’daki halkların değişim isteğiyle birlikte düşündüğümüzde, işsizlik ve yoksulluk içerisinde yaşayan kitlelerin biriken öfkesi ve egemen sınıf içinde keskinleşen çelişkiler İran rejimini giderek daha fazla zorlamaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da kitlelerde biriken öfkenin düzen içine hapsedilmek, kitlelerin burjuva kanattan birinin arkasına yedeklenmek istenmesi ve “reform” aldatmalarıyla kitlelerin gazının alınmasıdır. Ancak içinden geçtiğimiz emperyalist savaş ve kriz koşullarıyla ve Ortadoğu’daki halkların değişim isteğiyle birlikte düşündüğümüzde, işsizlik ve yoksulluk içerisinde yaşayan kitlelerin biriken öfkesi ve egemen sınıf içinde keskinleşen çelişkiler İran rejimini giderek daha fazla zorlamaktadır. Önümüzdeki süreç “reformcu” Ruhani’nin vaatlerinin ne kadarını yerine getireceğini gösterecektir. Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da kitlelerde biriken öfkenin düzen içine hapsedilmek, kitlelerin burjuva kanattan birinin arkasına yedeklenmek istenmesi ve “reform” aldatmalarıyla kitlelerin gazının alınmasıdır. Her ne kadar İranlı sosyalistler, politik tutsakların ve sendikacıların serbest bırakılması propagandası eşliğinde aktif boykot kararı almış olsalar da bugünkü baskıcı ve yasakçı İran koşullarında ne yazık ki bu çaba çok da karşılık bulamamıştır. Molla rejimi, değişim korkusuyla baskı ve zorbalığını ne kadar arttırırsa arttırsın, çelişkiler mutlaka bir yerden patlak verecektir. Molla rejiminin ne yönde çözüleceğini belirleyecek olan şey sınıf mücadelesidir. İşçi sınıfının öz-örgütlülüğü ve sınıf kimliği ile siyaset sahnesine çıkması ise devrimci bir değişimi gündeme sokacaktır. Tıpkı emekçilere göz açtırmayan, toplum üzerinde muazzam bir baskı kuran Şah diktatörlüğünü tuzla buz ettiği gibi, molla rejimini de sermayenin egemenliğiyle birlikte ortadan kaldıracak olan örgütlü işçi sınıfıdır. n
35
Pozantı’dan Şakran’a “Devletin Şefkatli Eli” Dicle Yeşil
İ
şkence, taciz, tecavüz, yok sayma, psikolojik baskı, çaresiz hissettirme, kimliksizleştirme ve hiçleştirme… Cezaevleri kapitalist sistemin baskısının bir aracı ve aynı zamanda karanlıkta kalmış yüzü. Devletin ve düzenin sahibi olan egemen sınıf, kendisine şu ya da bu biçimde muhalefet eden unsurları “etkisiz hale getirmek” için zindanlara tıkıyor. Tornadan çıkmışçasına “zararlı” yanlarını törpüleyerek istedikleri gibi bir toplum yaratma mühendisliğine girişen AKP hükümeti döneminde tutuklu sayısı 60 binden 130 bine çıktı. Çocuk tutsakların sayısı ise Adalet Bakanlığı verilerine göre Mayıs 2013 itibariyle 1343’ü tutuklu olmak üzere 1763 oldu. Cezaevlerinde tutsak çocukların başına gelenler ve yaşadıkları işkencelerse insanın kanını donduruyor. Son günlerde Şakran Cezaevi ve Antalya Cezaevlerinde çocukların yaşadıkları işkenceler Pozantı Cezaevi’nde yaşananları hatırlatıyor ve sistemin caniliğini bir kere daha ortaya koyuyor. Sokakta oynaması gereken çocuklar, yaşlarından kat kat daha ağır acılara boğuluyorlar. Özellikle de Kürt halkının çocukları çocuk sayılmıyor ve peşinen devleti yıkacak “terörist” ilan ediliyor. Çağdaş Hukukçular Derneği 22 Mayısta Şakran Cezaevindeki, BDP ise Antalya Cezaevindeki çocuk tutsaklarla görüşerek bir rapor hazırladı. Raporda çocuklara yaşatılan travmalar, dayak, işkence, süngerli oda, taciz ve hatta tecavüz olayları vardı. Raporda, aslında çocukların hayatları boyunca unutamayacakları acıları vardı.
“Çocuklar için adalet projesi” Bundan bir yıl önce Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 2012 ve 2014 yılları arasında çocuklar için adaletin sağlanacağını, onların topluma yeniden kazandırılacağını, fiziksel, zihinsel, sosyal ve psikolojik gelişme açısından özel bakım, yardım ve yasal koruma getirileceğini söyleyerek bu yönde bir proje hazırladıklarını açıklamıştı. Bu proje cafcaflı sözlerle tanıtılmış ve bundan sonra çocukların haklarının daha iyi korunacağı, adil yargılanacakları ve adalet sisteminin uluslararası standartlara çıkartılacağı söylenmişti. Ancak bu açıklamadan iki gün sonra Pozantı Cezaevindeki çocuk tutsakların anlattıkları olaylar, hangi
36
hakların korunduğunu, hangi adaletin sağlandığını ortaya seriyordu. Özellikle de Kürt çocukları bir toplantı ya da yürüyüşe katıldıkları için, zafer işareti yaptıkları için, taş attıkları için “adil” yargılandılar ve “adil” bir biçimde de yaşlarından daha fazla cezalara maruz kaldılar. Dışarıda onlara uygulanan baskı, sindirme politikası yetmedi, içeride de hayatları boyunca unutmayacakları işkenceler gördüler. Onursuzlaştırma, değersizleştirme, kimliğini ezme işkenceleri sonucunda çocuklar ya intihar ediyor ya da intihara teşebbüs. Pozantı Cezaevinde kalan bir çocuk önce intihar etmeyi düşündüğünü sonra vazgeçtiğini söylüyor ve ekliyor: “Bundan utanması gereken ben değilim, devlettir.” Ardından şöyle devam ediyor: “Tutuklanıp cezaevine götürüldüğümüzde gardiyanlar bize bağırıp plastik borularla ‘ilk giriş dayağı’ attı. Adli mahkûmlardan bize eziyet etmeleri isteniyordu. Ailemizin yatırdıkları paraları kendileri harcıyordu. Taciz ve tecavüz sürekli oluyordu.” “2011 yılında gözaltına alındım. Polis karakolunda dayak ve işkence gördüm. İşkence sonucunda sol kolum dirseğinden çıktı. Ayrıca vücudum morluklar içinde kaldı. Doktor bunları gördüğü halde bile raporuna yazmadı. Pozantı Cezaevi’nde gardiyanlar hangi suçtan geldiğimi sordu. ‘Siyasi’ deyince oradaki dört beş gardiyan ‘siz teröristsiniz’ diyerek dövdü. Bazı arkadaşlarımıza adli tutuklular tarafından defalarca tecavüz edildi. Bazen zorla pantolonlarımızı indirmeye çalışıyorlardı.” “Koğuştan çıkmak isteyince, koğuş sorumlusu elinde kesici bir aletle beni öldürmekle tehdit edip dayak attı. Gardiyan da çıkmak istediğim için dövdü. Koğuş sorumlusu tarafından ayaklarım bağlandı ve ayaklarımın altına sopayla vuruldu. Koğuş sorumlusu bir arkadaşımızı basketbol potasına boynundan astı. Arkadaşımız tam boğulacakken onu indiriyor, sonra tekrar yukarı çıkarıyordu. Diğer arkadaşlarla birlikte koğuş sorumlusunu dövmeye kalktık. Bunun üzerine müdüre götürdüler bizi. Müdür de bizi dövdü. Daha sonra dört gardiyan daha bizi dövdü ve koğuşa gönderildik.” Pozantı Cezaevi olayları gündeme gelir gelmez Sadullah Ergin hiçbir olayın karanlıkta kalmayacağını açıklamıştı. Olayların ardından Pozantı’daki 218 çocuk
sayı: 100 • Temmuz 2013
ailelerinden 8 saatlik uzaklıktaki Sincan Cezaevine gönderildi. Pozantı Cezaevinde yaşanan vahşeti gündeme taşıyan gazeteciler tutuklandı. Pozantı Cezaevi müdürü Naci Tel ne tesadüftür ki Ankara Sincan Cezaevine, ikinci müdür Alper Şirin ise başarılarından dolayı terfi ettirilerek Van Erciş’e birinci müdür olarak atandı! Pozantı Cezaevi kapandı ama çocukların yaşadığı acılar bitmedi. Onların bir kısmı Şakran Cezaevine gönderildi. Devlet kendi katillerine ödül verirken, sicilini kaydettiği çocukların peşini bırakmadı ve hayatlarını karartmak için elinden geleni yaptı, yapıyor. Pozantı Cezaevinde yaşanan olayları anlatan bir başka Kürt çocuğu ise 18 yaşını geçmesinin ardından yeniden tutuklandı. “Bundan tam üç küsur yıl önce gözaltına alındım; psikolojik ve fiziksel baskıya maruz kaldım. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir yıla yakın cezaevinde, hiçbir canlının yaşayamayacağı bir ortamda yaşamak mecburiyetinde kaldım. Yasa değişikliği olup çıkınca mutlu olduk; her şey bitti, uğradığımız haksızlık sona erdi diye sevindik. Ama bunların hepsi birer kandırmacaymış; meğer 18 yaşımızı geçmemizi bekliyorlarmış. 18 yaşını geçen içeriden çıkan çocukların büyük bir çoğunluğu yeniden cezaevine girdi; uyduruk ve aslı astarı olmayan nedenlerden.”
“Devletin şefkatli eli” Pozantı olayları gündemden düşmüş, devlet rahat bir nefes almaya başlamıştı ki, bu sefer çocuk tutsakların çığlıkları Şakran ve Antalya Cezaevlerinden bir kere daha duyuldu. Projeler, çocuk cezaevlerini resimlerle süsleme çabaları, modern çocuk eğitim merkezlerinin makyajı bir anda akıverdi. Adalet Bakanı aynı yüzsüzlükle tekrar İzmir Şakran ve Antalya Cezaevlerinde yaşananlar için basın mensuplarının karşısına çıkacak, açıklamalar yapacak ve rahatlıkla “Evet sorunlar var kabul ediyoruz. Hak ihlalleri tamamen yoktur diyemem. Zaman zaman belli cezaevlerimizde olabiliyor ama bunların olduğu yerde kesinlikle tolerans göstermiyoruz. Yapılması gereken idari, adli soruşturmalar yapılıyor ve verilmesi gereken cezalar varsa veriliyor” diyecekti. Ancak onların adalet anlayışları sorumluları cezalandırmak değil, ödüllendirmek üzerine kurulu! Şakran Cezaevinde de, Antalya Cezaevinde de işkence, dayak, hortumla dövme, taciz, tecavüz ve süngerli oda cezası vardı. Adalet Bakanlığı olayların ardından durumu değerlendirip “iddialara” cevap vermişti. Ancak verdikleri cevaplar kabahatlerinden daha ağırdı. Onlara göre bu çocuklar zaten cezaevinde oldukları için “suçlu”lardı. Öncelikle çocukların yağma suçundan dolayı yargılandıklarını hatırlatan bakanlık, “cezaevi müdürü çocukları hortumla dövüyor” gibi iddiaların gerçekleri yansıtmadığını ileri sürebiliyordu. Üstelik pişkin bir biçimde bugüne kadar “idareye böyle bir şikâyet gelmedi” diyebilecek kadar da gayri ciddi cevap verebiliyordu. Çocukların yakınlarıyla telefonla iletişiminin ya da görüşmesinin kesil-
marksist tutum
diği, engellendiği bir hapishaneden böyle bir şikâyet acaba nasıl gelebilirdi? Bir çocuk iletişim haklarının engellendiğini şöyle anlatıyor: “Ailelerimizle telefon görüşmelerimiz dinleniyor. İçerde yaşadıklarımızı anlatmaya başlayınca telefon hemen kesiliyor. Bir seferinde ‘baba İHD’ dedim, hemen telefon kesildi. Ertesi hafta telefonla görüşmeme cezası aldım.” Bakanlık cezaevlerindeki süngerli odayı, çocuk odası olarak tanımlıyor! Bakanlık çocuklara kendi “odalarında” kalmaları şeklinde beş gün ortak etkinliklere katılmama cezası verildiğini söylüyor. Aslında bu odalar psikolojik durumu bozulduğu için kendisine zarar verme ihtimali olan tutuklu ve hükümlülerin geçici süre kalacakları süngerli oda olarak kullanılıyor. Süngerli odaların tüm duvarları yumuşak malzemelerle kaplanmış ve içeride de ses yalıtımı var. Yani içeriden dışarıya ses gitmiyor. Bu hücrelerin kapısında mont, kemer ve ayakkabılara da el konuluyor. Böyle özel tecrit bölümlerinde ne ısıtıcı, ne yatak, ne battaniye, ne de masa, sandalye var. Tek başına atılıp günlerce kaldıkları bu hücrelerde tutsakların hiçbir ihtiyaçları karşılanmıyor ve hatta su bile verilmiyor. Bir başka çocuk ise, “Çocuklara 60 güne varan hücre cezaları veriliyor. Çocuğa hücre cezası verilebilir mi?” diye soruyor. Şakran Cezaevi raporunda özellikle cezaevi müdürünün “Sadullah Ergin benim arkadaşım” diyerek çocuklara kötü muamele ettiği belirtiliyor. Antalya Cezaevinde ise çocuklar aralarında büyük yaş farkı olan kişilerle bir arada tutuluyor. Uyuşturucu, Nevrotin ve Serogal gibi teskin edici ilaçlar hapishane yönetimi tarafından atanan koğuş ağaları eliyle dağıtılıyor ve bu ilaçlarla uyutulan çocuklara tecavüz ediliyor. Özellikle de gençler için dindar bir nesil yetiştireceğim diyen AKP hükümeti, okulda, sokakta, hapishanede, kısacası her yerde çocukların üzerine azgınca saldırıyor. Hatırlayalım Erzurum’da düzenlenen “Huzur Toplantısı”nda Dumlupınar İlköğretim Okulu Müdürü Mustafa Aydın’ın sözleri sermayenin zihniyetini özetliyordu. “Suçluların” kanının alınıp gen haritasının çıkarılmasını isteyen müdür, yeni doğan bebeklerin bu haritaya göre incelenmesini istemişti. Utanmadan da “vatana, millete ve bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin” demişti. Şakran Cezaevi, Antalya ve öncesinde Pozantı’da yaşananlar, cezaevlerindeki çocukları yok etmek için neler yapıldığını gösteriyor. İşkence, binlerce çocuğun yaşamını henüz fidan çağlarında solduruyor. Cezaevlerinde yaşananlar vahşet ve zulümdür. AKP hükümeti daha fazla cezaevi inşa ederek Kürtlere, işçilere, devrimcilere, muhaliflere ve çocuklara yeni Pozantılar, Şakranlar ve Antalya Cezaevleri hazırlıyor. Çocuklara yönelik cinsel istismar, süngerli oda işkencesi, hücre cezası ve her türden işkenceye son verilmelidir. Çocuklarımızı vahşi kapitalizmin pençelerinden kurtarabilmenin tek yolu ise hapishaneleriyle birlikte kapitalizmi yerle bir etmektir. n
37
Okurlarımızın Okurlarımızdan 100. sayı coşkusu
Tam Boğulmak Üzereyken T
am 22 yılımı Stalinci bir politik çizgide geçirdim. Daha sosyalizmi öğrenmeden, “Stalin’i savunmadan sosyalizmi savunamayacağım” öğretilmişti bana. Sosyalizmle Stalin özdeş şeyler haline getirilmişti. Peki Stalin’i kime karşı savunacaktık? Yıkıp yok ettiği iddia edilen egemen sınıflara karşı mı? Eğer mesele böyle bir şeyse, savunulması gereken Stalin değil bütün bir işçi sınıfı ve Marksizm olmalıydı. Tabii ki mesele bu değildi. Stalin’i ve Stalinizmi ona karşı savunmamız gereken kişi Troçki ve onun sürdürücüsü olduğu Bolşevizm idi. Troçki adı geçtiğinde, devrim ve sosyalizm adına ne varsa ona düşman bir imge oluşuyordu kafamızda. Troçki’nin tek bir eserini, tek bir makalesini okumadan düşman oluvermiştik. Ne Kızıl Ordu komutanlığının önemi vardı, ne de iç savaştaki başarılarının. Ne Petrograd Sovyeti Başkanı olduğundan söz edilirdi ne de Komünist Enternasyonal’in kuruluşundaki öneminden. Bildiğimiz bir şey varsa, ısrarla beynimize kazınan “hainliği” idi! “Yüce önder Stalin” Troçki hainine karşı savunulmalıydı! “Yüce önder” tek ülkede sosyalizm diyordu. Nasıl olur da “özel hamurdan yapılmış” (Stalin komünistlerin özel hamurdan yapıldığını iddia eder) “yüce önder”in “tek ülkede sosyalizm” savunusuna karşı çıkılabilirdi? Troçki işte bu anti-Bolşevik çarpıtmaya savaş açmıştı. Leninist çizgiyi savunmak, Bolşevik geleneği savunmak onun omuzlarına binmişti. “Yüce önder”in bürokratikleştirdiği parti bütün sovyetleri yok ediyor, aşamalı devrim çarpıtmaları proleter devrim çabalarını boğuyor, Leninist sosyalist dünya devrimi teorisi katlediliyor, buna karşı savaş açmak görevi ise Troçki’nin omuzlarına çöküyordu. Kim ki Stalin despotizminin karşı-devrimci uygulamalarına karşı çıkıp Leninizmi savunursa yok edilmeliydi. Tabii ki başta Troçki. Bundan dolayıdır ki Bolşevik önderleri düzmece mahkemelerde yargılayıp katletmek, binlerce Bolşevik militanı sürgünlere göndermek ve kurşuna dizdirmek bu “yüce önder” e nasip olmuştur. Evet bütün bu gerçekleri kırkından sonra MARKSİST TUTUM’un benim için hayati derecede önemi olan yazılarından öğrendim. Marksist Tutum’un internet sayfasıyla bir araştırma yaparken tesadüfen tanıştım. Okudukça kafam açıldı ve daha çok merak etmeye ve öğrendikçe daha çok okumaya başladım. Her okuduğumda şaşırıyor “kim bunlar” diye soruyordum kendime. Ve gittikçe “tamam” diyordum “işte gerçek Marksist bir tutum bu”. Bolşevizmin ruhu canlanmıştı sanki. Karanlıkta bir kutup yıldızı olmuştu benim için. Genel geçer, plansız, geleceksiz, inançsız ve iddiasız
38
çalışma ve örgüt biçimleri her geçen gün umutlarımı kırar ve inançlarımı törpülerken, adım adım tüketirken, ve neredeyse TAM BOĞULMAK ÜZEREYKEN bir el uzanıp çıkardı beni boğulmak üzere olduğum yerden. Bu Marksist Tutum’un eliydi. Ben de bundan sonra, ömrüm oldukça bu eli sımsıkı kavrayıp hiç bırakmayacağım. Ve yıllarca önce yazdığım bir şiiri 100. sayısı vesilesiyle MARKSİST TUTUM’a ve tüm Marksist Tutum yazarlarına atfediyorum. onlar ki yaşamın gören gözü işiten kulağıdır. bembeyaz saçları kırışıklıkları göz kenarlarının tarih bilincidir görmek isteyenlerin her taşın altında elleri her yükün altında bedenleri vardır. Şirin’in gözünde Ferhat Ferhat’ın gözünde sevdadır dağlar delinesi mesele belki ne Şirin’i sevmek ne de dağları delmektir sevdası uğruna inceden inceye bir derde tutulup sevdadan ölmek de değildir belki. onlar Ferhat’ın direnci Şirin’in aşkıdır aşklar olabildiğince yaşansın diye onlar ki bulutta yağmur
yağmurda dere derede ırmak ırmakta denizdirler çatlamasın diye yaşamın dudakları martıların kanadında özgürlük özgürlüğün koynunda koca bir yaşam bir dağın eteğinde kaynayan göze yol kenarında koca bir çınardırlar gölgesinde soluklanılan. çiçeklerin yedi vereni karanfil kırmızısı yayla çiçeği kokusudurlar kokuşmuşluklar içinde. kuş uçmaz kervan geçmez yolların yolcusu yeşile hasret ovalarda çimen yeşilidirler, başak başak ekindirler çapa vurulmamış topraklarda onlar ki yürek yürek büyüyen özlemi deli deli çarpan yüreğidirler en son dağın ardındaki sevdiklerine kavuşmak için Yaşasın Marksist Tutum! Yaşasın Sosyalist Dünya Devrimi! Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
Adana’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Okurlarımızın 100. sayı coşkusu Okurlarımızdan
Tarihin Dalgaları ve Marksist Tutum B
ugün dünya sosyalist hareketinin geniş bir kesimi, Marx’ın devrimci öğretisinden, 1917 Ekim Devriminin değerlerinden ve Bolşevizmden anlaması gerekeni anlamıyor. Bu değerlere anlamak ve içselleştirmek üzere yoğunlaşacak kadar itibar etmiyor. Kapitalizmin karanlığını yırtarak yol gösterecek olan bu değerler pek çok “sosyalist” tarafından “eskimiş” olarak görülüyor. Oysa 100. sayısına ulaşan Marksist Tutum ve proleter sınıf devrimcileri Marksizme sahip çıkarak günün görevlerine odaklandılar. Sömürüsüz bir dünya yaratma mücadelesine katmak üzere işçi sınıfının öncülerini kazanmaya çalışan enternasyonalist komünistler, kilitlendikleri bu hedefe nasıl varacaklarını Marksist Tutum’la ortaya koyuyorlar. Tarihin çok özel bir kesitinden geçiyoruz. Dünya derin bir yapısal ekonomik krizle sarsılıyor. Krizin tüm semptom ve sonuçları hiç kimsenin kaçamayacağı bir biçimde, en derinden yaşanıyor. Açlık, işsizlik, yoksulluk, ahlâki ve manevi çöküş yaygınlaşıyor. Emperyalist savaş yayılarak büyüyor. Dünya genelinde milyarlarca insanın yaşamını daha da zorlu hale getiren bir otoriterleşme eğilimi var. Bununla beraber gıda krizi, işsizlik, göçmen işçilere yönelik baskılar, temel ihtiyaç maddelerine yapılan zamlar gibi nedenlerle pek çok ülkede halk isyanları ve büyük eylemler yaşanıyor. Yeni ve kuvvetli dalgalar üst üste binerek, toplumun ve insanlık tarihinin tüm erdemlerini, işçi sınıfının tüm öfkesini, tüm yaratıcılığını en derin okyanusların dibinden söküp alacak ve en üste taşıyacak. Yeni depremler için geriliyor faylar. O depremler için ısınıyor ve harekete geçiyor yerkürenin merkezindeki magma gibi işçi sınıfının kurtuluş özlemi. Marksist Tutum, sayfalarında bu gerçeklere ışık tuttu, sözde “sosyalistlerin” sırtını döndüğü bu gerçeklerin yarattığı tarihsel iyimserliğe sahip çıktı. Marksizmin tarihsel iyimserliğinin nedenini kavramayan, tarihin içinden geçtiğimiz bu özel kesitini anlamayan işte bu sözde “sosyalistler” işçi sınıfından ümitlerini çoktan kestiler. İşçi sınıfının Bolşevik temellerde örgütlenecek öncüsünün insanlığın kaderini değiştirebileceğini unuttular. Tarihin dalgalarının onlarla nasıl oyun oynadığının farkında olmayan bu “sosyalistler” ya yaşamın ve sınıf mücadelesinin tüm gerçeklerinden uzak, ayakları havada sekter varoluşlarına iyice gömüldüler ya da geçmişin ve sınıf mücadelesinin tüm temel değerlerini çiğneyerek burjuvazinin örgütsüzlüğe methiyeler sıralayan korosuna katıldılar. “Artık eskilerin örgüt anlayışı ile bir yere varılamaz. Günümüzde Bolşevik örgüt yerine geniş kitlelerin kendilerini ifade etme alanı bulduğu kitlesel partiler gereklidir. Günümüzde işçi sınıfı toplumun en dinamik kesimi değildir. İşçi sınıfından daha dinamik kesimler vardır ve bunların hareketi önemlidir.” İşte böyle düşünenlerin sayısı hiç de az değildir. Bu tür yaklaşımlarla, işçi sını-
fının yarattığı tarihsel mevzilerden ve derslerden kaçış eğilimi büyüyerek artmaktadır. 100. sayısına ulaşan Marksist Tutum işte tüm bu karmaşanın, tabiri caizse gaz ve toz bulutunun ortasında; Bolşevik geleneği yaşatıp güçlendirmeye çaba harcadı. Marksist Tutum ilk sayısından itibaren işçi sınıfı içinde yeşeren yeni bir ümidin yaratıcısı oldu. Proleter sınıf devrimciliğinin, Bolşevik tarzın, ideolojik-politik-örgütsel bütünlüğün temsilcisi oldu. Marksist Tutum, günlük olayları analiz ederken bu olayları tarihsel bağlamından koparmıyor. İdeolojik, politik, örgütsel hattını oluştururken geçmişin değerlerini ve bunun geleceği inşa etmekle bağını unutmuyor. Geçmişin değerlerini yeniden gün yüzüne çıkarırken, hem yeni hem de tarihsel olan bir tarz yaratma cesaretini gösteriyor. Marksist Tutum, işçi sınıfı içinde çalışma görevinden kaçmıyor. Sabırla, iğneyle kuyu kazarcasına, adım adım büyütüyor mücadelesini. Ezberlerin dışından, örgütsüzlüğe methiyeler düzen koronun dışından ama işçi sınıfının içinden yükselen bir ses oluyor Marksist Tutum. Marksist Tutum bir tutum alışın billurlaşmış ifadesidir: Kapitalizme karşı tutum alıştır. Burjuva ideolojisine karşı tutum alıştır. Tarihin dalgalarının yarattığı dönemsel karanlıklara kendini kaptıranlara karşı tutum alıştır. İşçi sınıfından ümidini kesenlere karşı tutum alıştır. Marksist Tutum’un büyüyen çabası işçi sınıfı içinde karşılığını bulmaya devam ediyor. İşçi sınıfının öncü ve nitelikli unsurları Marksist Tutum’un sayfalarından yayılan ışıkla aydınlanmaya ve sınıfsız bir dünya yaratma mücadelesine katılmaya devam ediyorlar. Önemli olan da budur. Marksizmin ışığında ve yol göstericiliğinde yürüyenler için kendini sınamak üzere başkaca bir mihenk taşı aramaya gerek yoktur! Marksist Tutum 100. sayısına ulaştı. Marksist Tutum tam 100 sayıdır “enternasyonalle kurtulur insanlık” diyor. Marksist Tutum, işçi sınıfının öncüsünü örgütlemek üzere enternasyonal düzeyde sabırlı ve zorlu çalışmalarına devam ediyor. Türkiye topraklarında yeni bir kültür ve anlayış yaratma yolunda titiz çalışmalarını sürdürüyor. Rüzgâr yön değiştirdikçe yön değiştirmiyor. Rotasından şaşmıyor. Akıntıya karşı kürek çekiyor. Marksist Tutum’u güçlü kılan budur. İşçi sınıfının kılcal damarlarına sirayet edebilmesini sağlayan şey budur. İşçi sınıfının bağrından çıkan öncüler, ihtiyaç duydukları ideolojik ve politik berraklığı Marksist Tutum’da bulmaya ve bu tarzı içselleştirmeye devam ediyorlar. Marksist Tutum’a sahip çıkıyorlar. Onun gösterdiği yolda sınıfsız bir dünya yaratma mücadelesinde ustalaşıyorlar, ilerliyorlar. Marksist Tutum’un küçük-burjuvaca rekabetçi anlayıştan fersah fersah uzaklığı kendini yalnızca bu kritere göre değerlendirmesindendir. Ne toz toprak, ne etraftaki enkazlar, ne “boşuna uğraşıyorsunuz” diye bağıran korkak ve yılgın çığırtkanlar
39
Okurlarımızın Okurlarımızdan 100. sayı coşkusu bu mütevazı görünen ama tarihsel ve politik anlamı çok büyük olan çalışmayı durdurabilir. Harç karılıyor, tuğlalar diziliyor, ter akıyor. Yapı yeri tıpkı işçi sınıfının unutulmaz ozanı Nâzım Hikmet’in tarif ettiği gibi. Yapı yükseliyor kan ter içinde. Yapıcılar türkü söylüyor. Nâzım Hikmet, “merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak yükseliyoruz” diyerek güneşe akını anlatır. Bu unutulmaz dizeler, işçi sınıfının komünist öncüleri için nasıl da ilham vericidir. Marksist Tutum, dişleriyle ve tırnaklarıyla ördüğü o merdivenlerin çengelini geleceğe, işçi sınıfının büyük devrimlerle yaratacağı sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya astı. Hedefine kilitlendi. O zorlu yolculukta işçi sınıfının dev gövdesini ileri taşımak için o gövdenin en kuvvetli yerine, öncü kesimine asıldı ve ileri çekmeye başladı. Marksist Tutum işçi sınıfını ileri çekmek için savaşmaya ve ter akıtmaya devam ediyor. O çengelin asılı olduğu dünyayı yarat-
maya kilitlenenler geride kalan yılgınlıkla açıklamazlar geleceği. Kendilerini o yılgınlarla kıyaslamazlar. Öğrenmekten, herkes tersini söylerken doğru bildiğine asılmaktan ve ter akıtmaktan korkanlar, yılgınlığa kapılanlar geleceği temsil edemezler, geride kalırlar. Marksist Tutum, geçmişten aldığı güçle gözünü geleceğe dikti. Marksist Tutum yürüyor, mücadele büyüyor. Selam olsun tarihin kuvvetli dalgalarına, selam olsun o dalgaları karşılamaktan ve büyütmekten kaçmayan cesur Marksist Tutum’a. Selam olsun Marksist Tutum’a emek veren gözüpek, yüreği aydınlık, bilinci berrak, elleri nasırlı komünistlere. Selam olsun Marksist Tutum’un aydınlığını evlerine, fabrikalarına, alınterlerine, ruhlarına, zihinlerine kabul eden ve bu ışığa güç katan sınıf kardeşlerimize. Yolumuz açık, ışığımız Marksizm olsun.
Gebze’den bir Marksist Tutum okuru
Marksist Tutum 100. Sayısında İşçi Sınıfına Yol Göstermeye Devam Ediyor B en uzun yıllar farklı sektörlerde çalışmış olan devrimci Marksist bir işçiyim. Marksist Tutum dergisini ilk sayısından itibaren takip ediyorum. İşçilerin yaşam koşulları, çektikleri sıkıntılar, yoksulluk, işyerlerindeki baskılar, örgütsüz olmalarından kaynaklı güçsüzlük ve dağınıklık, kendilerine güven duymalarına engel oluyor. Bu durum işçilerin bir araya gelmelerini de zorlaştırıyor. Bir de bunun üstüne onlara bağımsız sınıf siyasetini gösteren olmayınca, kapitalizm altında sorunlar çığ gibi büyüyerek hayatı katlanılmaz duruma getiriyor. Kapitalizm bütün pisliğini, yaşamak için gece gündüz zor koşullarda çalışan işçilere de bulaştırıyor. Burjuvazi boşluk tanımıyor, kendi cephesini güçlendiriyor. Ben şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim, böyle bir dünyada mücadeleye gönül vererek örgütlü ve onurlu bir yaşam sürüyorsam, kapitalizmin bulaştırdığı pisliklerinden arındıysam, bunda Marksist Tutum’u yaratanların payı büyüktür. Yıllar önce mücadele ateşini yakan Marx, Engels, Lenin ve onların yoldaşları büyük bedeller ödediler. Bütün zorluklara, baskılara, acılara rağmen hiç vazgeçmediler, direndiler. Verilen bu kavga sonucunda, işçi sınıfının bilimini yani bağımsız siyasetini yaratarak bizlere ışık oldular, yol açtılar. Marksist Tutum da
40
işçi önderlerinden aldığı bu görevi bizlere ve bizden sonraki kuşaklara taşımak için canla başla çalışıyor. İlk sayısında yayınlanan “Temel Görüşlerimiz” başlıklı yazısı 17 maddeden oluşuyor. Bu yazıda kısaca bizlerin yani dünya işçi sınıfının gelişen olaylara nasıl bakması gerektiği anlatılıyor, aslında bizim yol haritamız. İşçi sınıfı, güzel ve onurlu bir yaşamı fazlasıyla hak ediyor. Hayatı ellerimizle yarattığımız halde, nimetlerinden faydalanamıyoruz. Bir avuç sömürücü, bütün ürettiklerine el koyarak işçilerin hayatlarını zindana çeviriyor. Bütün işçilere, devrimci Marksistlere düşen görev, bu asalaklardan kurtulmak için gece gündüz demeden çalışan, her gelişme karşısında günlerce, aylarca araştırarak bizlere doğru bilgiyi ulaştırmaya çabalayan, yaşananlara bizlerin işçi sınıfının penceresinden bakmasını sağlayan Marksist Tutum dergisini sahiplenmek, takip etmek, doğru şekilde kavramak, öğrettiklerini diğer işçilere aktarmak ve öğretmektir. Dünya işçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının bağımsız siyaseti, teorisi, pratikle birleştiğinde mümkündür. Marksist Tutum dergisi de ilk sayısından itibaren kendi çizgisinden ödün vermeden devam ediyor. Marksist Tutum, Türkiye ve dünya işçi sınıfına ışık olmaya, yol göstermeye devam ediyor. Kocaeli’den bir metal işçisi
Okurlarımızın 100. sayı coşkusu Okurlarımızdan
Marksist Tutum Yolumuzu Aydınlatıyor Ç
alıştığım fabrikada sendikalaşmak için direnişe başlamıştık. Biz kapıda beklerken yanımıza desteğe işçiler geliyorlardı. Bildiğim sıradan işçilere, bana, babama, ağabeyime, fabrikada çalışan işçi arkadaşlarıma hiç benzemiyorlardı. Söyledikleri her şey benim de hayatımda bir yere denk düşüyor, sohbetleri, duruşları ve insani yaklaşımları ile adeta beni büyülüyorlardı. “Dünyada iki sınıf vardır. İşçiler ve patronlar. İşçiler gece gündüz çalışır, patronlar da işçilerin ürettikleri ile zevkü sefa sürer” diyorlardı. Ben ve işçi arkadaşlarım da gece gündüz çalışıyorduk. Biz aybaşını zar zor getirirken, patronumuz her geçen gün servetine servet katıyor, her ay yeni bir araba alıyordu. “Ben de bunlar gibi bir işçi olmalıyım” diyordum kendi kendime. Onlar gibi duyarlı, bilgili ve mücadeleci olmalıydım. Bir süre sonra direnişimiz kazanımla sonuçlandı. Ama direnişten sonra da ben o arkadaşlarla görüşmeye, konuşmaya, tartışmaya devam ettim. Bir gün o işçilerden bir tanesi bana bir dergi verdi ve “bizim gibi bir işçi olmak istiyorsan bunu okuman ve yazılanları hayatına yansıtman lazım” dedi. Eve gidince hemen o dergiye baktım. Marksist Tutum diye bir dergiydi. Üstünde “Burjuvazinin emperyalist politikalarına alet olma! İşçi sınıfının enternasyonalizm bayrağını yükselt!” ve “enternasyonalizmle kurtulur insanlık” diye bir başlık vardı. Bunlar o an için bana çok uzak kelimelerdi. Burjuvazi, enternasyonalizm o güne kadar hiç duymadığım kelimelerdi. Ama ben de o işçiler gibi olmak istiyordum. Ne yapıp edip bunları öğrenmem ve hayatıma yansıtmam gerekiyordu. Sayfalarını çevirip okumaya başladım. Sayfalardan bir tanesinde “işçi gençliğin yeri devrimci mücadelenin saflarıdır” diye bir başlık gözüme çarptı. O başlığı görünce önce bir irkildim. Devrim ve devrimcilik bana kötü bir şey olarak öğretilmiş ve benimsetilmişti. Ama dergiyi bana veren işçiler çok iyiydi. Hayata çok farklı bir pencereden bakıyor, bu sistemin tüm pisliklerini görüyor, bana da gösteriyorlardı. Biraz düşündükten sonra “bir yerde bir yanlışlık olmalı, bu insanlar kötü insanlar olamaz” dedim. Kendi hayatımı, çevremde olup bitenleri sorgulamaya başladım. Sorgulamaya kendimden, işçi ailemden ve işçi arkadaşlarımdan başladım. Biz işçilerin yaşadığı hayatın hiç adil bir hayat olmadığını, milyonlarca işçi açlık ve yoklukla boğuşurken bir avuç asalağın nasıl da sefahat içinde yaşadığını fark etmem çok kolay olmadı. O işçiler ve bana verdikleri Marksist Tutum dergisi gerçek hayatı tanımama çok yardımcı oldu. Hayat hiç de benim düşündüğüm gibi böyle gelmiş böyle gitmiyordu. En son bir yerde bir yanlışlık olduğunu fark ettim. Yanlış olan yaşadığım sistemin ta kendisiydi. Tek sorun ve yanlış, sömürüye dayalı kapitalist sistemdeydi. Yaşadığımız bütün sorunların kaynağı kapitalist
sistemdeydi. Bu sistemin bir şekilde değişmesi lazımdı, ama nasıl? Bu sistemin değişmesi, benim de bu sisteme karşı mücadele eden Marksist Tutum saflarındaki yerimi almamla ve çevremdeki işçilerle birlikte bu halkayı daha da genişletmemizle mümkün olabilirdi. Tıpkı başlıkta yazdığı gibi, benim de devrimci mücadele safındaki yerimi almam gerekiyordu. Böylece her ay düzenli olarak dergiyi almaya ve okuyup aklıma takılanları gidip o işçilere sormaya başladım. Marksist Tutum her geçen gün kendimi daha da geliştirmemi sağladı. Hem gündeme dair yazılarla bana ışık oluyordu hem de geçmişte yaşanan deneyimleri, işçi sınıfının zaferlerini, yenilgilerini, sebepleri ve sonuçlarıyla bana yansıtıyordu: 1800’lü yıllarda hayata gözlerini açan Marksizmi, 1917 yılında işçi sınıfının şanlı Ekim Devrimini, Türkiye işçi sınıfının 15-16 Haziran genel direnişini ve daha birçok şeyi. Zamanla bu sistemin nasıl değişmesi gerektiği hakkında kafam netleşmeye başladı. Marx’ın da dediği gibi “bu dünyayı değiştirebilecek tek güç işçi sınıfının gücüdür”. Bunun nasıl ve ne şekilde olacağını şanlı Ekim Devrimi bize gösteriyordu. Bolşevik tipte, işçi sınıfının bütün katmanlarında örgütlü devrimci bir işçi partisi gerekliydi. Bunun da ancak doğru teorik bilgi ve işçi sınıfının içinde fabrikalarda, mahallelerde sabırla örgütlenen devrimci işçilerle mümkün olabileceğini Marksist Tutum dergisi sayesinde gördüm. Lenin öncülüğünde Bolşevik Partinin Rusya’da yaptığı şanlı Ekim Devrimini ve bugün işçi sınıfının zaferinin de böyle bir örgütlülükle mümkün olabileceğini Marksist Tutum sayfalarından öğrendim. Artık her ay dergiyi sabırsızlıkla bekliyorum. Artık hayata burjuva medyanın bize aşılamak istediği yalan yanlış haberlerle değil, devrimci işçi sınıfının penceresinden bakan, şanlı Ekim Devrimini gerçekleştiren Bolşevik Partinin yolundan yürüyen Marksist Tutum’un gözüyle bakıyorum. Bu ay dergiyi elime aldığımda 99. sayısı olduğunu fark ettim. Tam 99 aydır Marksist Tutum biz devrimci işçilerin yolunu aydınlatıyor, bize ışık oluyor. Her geçen gün büyüyor ve devrime olan inancımızı bir kat daha büyütüyor. Marksist Tutum dergisinin 100. sayısını sabırsızlıkla bekliyor, çevremdeki işçi arkadaşlarımı da devrimci mücadelenin saflarına katmaya çalışıyorum. Marksist Tutum’un bana gösterdiği gibi planlı ve sabırlı bir şekilde yoluma devam ediyorum. Tıpkı şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dediği gibi: “Hız koşusu değil bu, ey yolcu, engelli koşudur bu. Engelleri aşa aşa, gücünü koruya koruya varmalısın oraya, çünkü oraya varmaktır amacın, koşmak değil.” Marksist Tutum ile engelleri aşalım ve varalım oraya, o büyük kurtuluşa. Aydınlı’dan bir metal işçisi
41
Okurlarımızın Okurlarımızdan 100. sayı coşkusu “Şaşırtıcı Karşılaşma” M elih Cevdet Anday bir şiirinde okuyucularına şöyle seslenir:
Yaşamak anımsamak mıdır yoksa? Sanmam, biz de bir sestik belki Birileri için yıllar önceki Şaşırtıcı karşılaşmada. Çok fazla zaman geçmedi Marksist Tutum’la “şaşırtıcı karşılaşma”mın üzerinden. Ona ilk önce internette rastladım. Marksist Tutum’un sesini ilk önce böyle duydum. Halkımızın bir sözü vardır hani “arayan Mevlasını da belâsını da bulur” diye. Ben aradığım sesi, işçilere ait, aydınlatıcı, yol gösterici sesi bulmuş oldum. Bu dünyada bir işçi olarak, yıllarca kafamı bir oraya bir buraya vura vura dişimle tırnağımla biriktirdiklerimi anlatıyordu Marksist Tutum bana. Ben bölük pörçük konuşuyordum. O beni tamamlıyor, alıp ileri taşıyordu. Sesini yüreğimde hissettim. Böylece dostluğumuz, okurluğumuz gelişti.Bu dostumun şimdi 100.sayısı çıkıyor! Nice dolu dolu sayılara, bunun işçilere taşınmasına… 1979 yılında, TEDAŞ’ta işçi olarak çalışıyordum. O güne kadar bir işçi olarak faaliyetlerinde yer aldığım politik grup teorik olarak tıkanmıştı. Dün ak dediğine bugün kara der olmuş, bizlerin de kafasını epey karıştırmıştı. O günkü şartlarda yazılı değil ama sözlü olarak sözümüzü şöyle söylemiştik: “Türkiye’de Marksist bir grup yok. Devrimci teoriye önem verilmiyor. Teorinin yeniden üretimi yapılmıyor, yapılamıyor.” Bizler sıfırdan, ustalara, Marx’a ve Lenin’e dönüp okuyacağız demiştik. O günkü şartlarda okuma gurupları kurduk. Kütüphanemizi oluşturduk. Manifesto’dan başladık, Kapital’in birinci cildini okuyup tartıştık. Bu özgür okumalarımız bizleri resmi tarih anlayışlarından, Kemalizmden ve Stalinizmden uzaklaştırdı. Teorinin onca birikmiş sorunlarına sağlıklı yanıtlar vermeden yürümek olanaklı mı? İşçi sınıfı diye bir derdin varsa, işçi sınıfının bir devrimcisiyim diyorsan, işçi sınıfına neyi, nasıl ve niçin taşıyacağın, amacının, hedefinin ne olduğu, nereye, niye yürüdüğün büyük bir önem taşır. Bence, bizim ülkemizde bir sorun var. Kendine sosyalistim diyenler ya dar pratiklerde koşturuyor, bolca boş konuşuyor ve kalıcı hiçbir teorik miras bırakmıyor geride, ya da devrimci teori de önemlidir deyip saflarına, sayfalarına bolca akademisyen doldurup kürsülerini onlara bırakıyor. İşçi sınıfına akademik Marksizmi taşıyor! Marksist Tutum bu anlamda (son sayılardan sadece bir örnek verirsek bile, Utku Kızılok’un “Lenin’i Anlamak”) farklı bir yerde duruyor. Bir işçi arkadaşımın içten gelerek söylediği gibi, “sanki Lenin’in ruhu Rusya’dan süzülüp gelmiş ve Marksist Tutum yazarlarının içine akmış…”.
42
Ben onca insan tanıdım, internetten takip eden Marksist Tutum’u. Sohbetlerde, tartışmalarda geçiyor ister istemez. Binleri bulan kalıcı makaleleri ile çok yaygın okunduğunu, takip edildiğini söylemek abartı olmaz. Orada onca birikmiş makaleler var emek verilmiş. Okuması da harika. Bir hakkın teslimi zaman alsa bile kaçınılmazdır. Diğer okuyucular da bizler gibi, vakti geldiğinde “şaşırtıcı karşılaşma”ları mutlaka kendi zaman ve tarihlerinde yaşayacaklardır. Onca yoldan gelmiş, yorulmamış bir işçi dostunuz olarak, sadece internetten değil bizzat elime alıp okuduğum için, yeni yeni abonelere seni taşıdığım için de çok mutluyum sevgili Marksist Tutum. Bana “devrimci teorinin sorunlarını biliyoruz, birçoğuna cevaplar ürettik, üreteceğiz, sadece entelektüel gevezeler olmadık” duygusunu, pratiğini yaşattığınız için de teşekkürler Marksist Tutum. İyi ki o şaşırtıcı karşılaşmayı yaşamışım. Yukarıda sözünü ettiğim işçi arkadaşımın duygusuna ben de yürekten katılıyorum. İçinize akan o ruhu hissedip görüyorum. Bu sayıya kadar tüm emeği geçenlere sonsuz teşekkürler. Bundan sonraki nice yüz sayılara da… Ben tüm yazan dostlarıma M. Cevdet Anday’ın bir başka şiirini daha yollayıp, hepinizin eline, emeğine ve yüreğinize sağlık diyorum: Sıvacıkuşu bekledi uykusuz Sabahın çanak yaprağını, Nisan gümüşünün kar sevincinde Parıldar hüznümün bıçağı, Parıldar o avutucu bilgelik, Defne’nin soluklarını duyuyor musun? Bekle, ağaç olsun. Çınar ağacı olmak kolay değil. Andız ağacının yetişmesi zor ve zaman alır. Onca emek ister. Su ister. Zaman ister. Ha deyince olmaz. Yüzüncü sayısına ulaşmış Marksist Tutum da, onca emeğin ve sabrın ürünü. Düne, bugüne, yarına ışık tutan yüzlerce makalesiyle, tıpkı çınar ve andız ağaçları gibi kollarını açmış, seni yeni ve şaşırtıcı karşılaşmalar için bekliyor. Katıl da gün olsun Sarıl da GÜNÜMÜZ OLSUN. Adana’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Okurlarımızın 100. sayı coşkusu Okurlarımızdan Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık!
M
Marksist Tutum’un 100. Sayısı ve Değişim
D
arksist Tutum dergisinin 100. sayısının çıkacağını fark edince, ilk sayısından bugüne kadar yaşadıklarımı ve duygularımı kısa bir mektupla anlatmak istedim. Marksist Tutum’un ilk sayısı çıktığında ben bir grev çadırında işçi arkadaşlarımla birlikte patrona karşı direnme mücadelesi içindeydim. Sınıf mücadelesinde yerimi almaya çalışıyor ve sınıfımızın politikasını yeni öğreniyordum. Marksist Tutum dergisini ilk elime veren arkadaş öyle güzel anlatmıştı ki, sanki bir annenin, bir babanın çocuğuna “oğlum bak bunun yolundan ayrılma, seni kurtaracak olan budur” demesi gibiydi. Eh ben de bu candan nasihate elimden geldiğince uymaya çalıştım. Derginin sayfalarını karıştırdım ve yazıları okumaya başladım; okumam pek yavaş ve bozuk olmasına rağmen inatla bütün yazıları birkaç günde okudum. Tabii ki grevde olmanın faydaları da vardı. Ne de olsa sabahtan akşama kadar patrona çalışmıyordum. Bundan dolayı bolca vaktim oluyordu. Bir şeyler öğrenmeye başladıkça arkadaşlarımla bu öğrendiklerimi eksik de olsa paylaşmaya başladım. Ama bu iş biraz zordu, okurken kavrayamadığım yerler oluyor, anlatmakta sıkıntı yaşıyordum. Fakat yine imdadıma dergiyi bana veren arkadaş yetişti ve dergideki yazılar üzerine sohbetler yapmaya başladık. Grev çadırımızda “Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık” yazan bir dövizimiz vardı. Ne anlama geldiğini anlıyordum ama gerçek anlamda Marksist Tutum’un birinci sayısındaki yazıyı arkadaşımla birlikte okuyup tartıştıktan sonra enternasyonalin ne kadar değerli ve biz işçiler için gerekli olduğunu anladım. Sonra aylar, yıllar geçti ve Marksist Tutum bugün 100. sayısına ulaştı. Bu süre zarfında benim gibi işçilere, sınıf mücadelesine, Kürt sorununa, Ermeni sorununa ve bu topraklarda yaşananlara nasıl bakmamız gerektiğini gösterdi. Ama bununla sınırlı kalmadı; Irak’ta, İran’da, Orta Asya’da, Amerika’da, Avrupa’da yani tüm dünyada neler olduğunu ve nasıl bakmamız gerektiğini gösterdi. Bize tüm dünyadaki sınıf kardeşlerimizle birlik olabilmemiz için gerekli olan sınıfımızın politikasını, Marksizmi anlattı. Patronlar sınıfının bizim içimize kadar işlettiği alışkanlıklarımızdan kurtulmak için bize yol gösterdi. Bize devrimci Marksist bir işçi olmamız için doğruları ve yanlışları gösterdi, gösteriyor. Bize doğruları hayatımıza geçirmeyi öğretirken, yanlışlardan uzak kalmayı değil onlarla mücadele edip ortadan kaldırmayı öğretti. Anlatılacak çok şey var ama son sözü sınıfımız söyleyecek. Marksist Tutum’a dünya işçi sınıfının devrimi ve komünist toplumun oluşması yolunda aldığı görev için sonsuz teşekkür ediyorum. Bu yolda onun gösterdiği şekilde yürüyerek son burjuva ve burjuva ideolojisi dünyamızdan silinene kadar mücadeleye devam.
aha düne kadar kendi çıkarları için yaşayan, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen, bu sistemde “babana bile güvenme” diyen, işçi olduğunu fark etmeyen, iyi bir mertebeye gelmenin yanındaki işçi arkadaşını ezmekten geçtiğini sanan, özgürlüğün gece eve geç saatte gelmek olduğunu sanan, etrafında olup bitenlere duyarsızlaştırılan, bu sistemin bana verdiği kadarıyla yetinebilen ben… Bu sistem bana uzun bir süre böyle yaşamayı öğretti. Sadece bana da değil etrafımdaki birçok insana böyle yaşamaktan başka bir seçenek bırakmıyor. Korkak, paylaşımsız, sindirilmiş, “sus sen konuşma” ile büyümüş, her hakkını aradığında darbe yemiş bir nesil yaratıyor. Özgür olmak ne demek ve nasıl bir şey diye düşündüm. İçinde yaşadığımız sistemde ne kadar özgürüz, hürüz? Özgürlük namına zerre kadar bir şey olmayan hayatlarımızda birileri bizim yerimize düşünüyor ve sen de bunu düşüneceksin diyor. En temel ihtiyaçlarımız olan yeme-içme ve barınma ihtiyacımızı bile karşılayamadığımız bu sistem bize özgürlük alanı bırakmıyor. Karanlığa gömüp yalnızlaştırıyor. Düşünmeyi, üretmeyi suç sayıyor. Ama umutsuz değiliz. Koca bir kuyunun içindeyiz; karanlık. Ama yukardan bir ışık sızıntısı var, aydınlığın yolu. O karanlık kuyudan çıkışın yolu. İnsanın kendi iç hesaplaşmasını yaptığı, doğru bildiği yanlışları fark ettiği, onurlu bir şekilde yaşamak için mücadele verdiği bir yol bu. Örgütlü mücadele etmeyi öğreten, mücadeleyi doğru temellerde inşa eden Marksist Tutum, bütün dünyanın işçilerini aydınlatmaya, o kuyudan çıkarmaya hazır bir güneş. Kapitalist sistemin ipliğini pazara çıkaran ışık. Evet, Marksist Tutum 100. sayısında biz işçileri aydınlatmaya devam ediyor. İnsanı kendiyle tanıştıran, doğru mücadele etmeyi öğreten Marksist Tutum 100. sayısını da çıkardı. “Örgütlülük, birlik, beraberlik, paylaşım” bizlerin hayatlarında sıklıkla kullanılmayan, hatta kötü bir şeymiş gibi algılatılan bu sözcükler, bugün hayallerimizi genişletiyor. Bugüne kadar evimizin bahçesinden öteye gitmeyen hayallerimiz tüm dünyayı sarıyor, barışı, birliği, beraberliği haykırıyor. “Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin” diyen Marksist Tutum, sınıfsız, sınırsız bir dünyayı anlatıyor. Sosyalizmi anlatıyor. Bu dünyanın nimetlerini, güzelliklerini yaratan işçilere, birleşince nasıl da güçlü olacağını anlatıyor. Bu kadar bolluğun, varlığın içinde niçin bu denli yoksullaştırıldığımızı, sömürüldüğümüzü anlatıyor. Ve kapitalist sisteme karşı doğru temellerde ve örgütlü mücadele etmeyi öğretiyor. Marksist fikirleri biz işçilere aktaran, bizi Marksist Tutum’un ışığında aydınlatan, bu fikirlerle tanıştıran tüm yazarlarımız, EMEĞİNİZE, YÜREĞİNİZE SAĞLIK YOLDAŞLAR!
Marksist Tutum okuru bir işçi
İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
43
Okurlarımızın Okurlarımızdan 100. sayı coşkusu Sevinç, Gurur ve Özlem
M
arksist Tutum’un 100’üncü sayısının yayınlanmasını büyük bir sevinç, gurur ve özlemle karşılıyorum. Her sayısına damlayan alınteri bende olduğu gibi işçi sınıfının öncü kesimlerinde de karşılığını bulacaktır. Buna inancım tam. Derginin sayfalarında Marksizmin, Bolşevizmin ışıldayan parlaklığı insanlığın sonsuz kurtuluşunun yolunu gösteriyor. Marksist Tutum’u okumanın, anlamanın ve fikirlerin çelik zırhında mücadeleye koşmanın sınıfsal gururunu yaşıyorum. Dergimizin rehberliğinde, burjuvazinin çarpıtmalarına ve yalan bombardımanlarına karşı uyanık kaldık. Marksist Tutum o dolu dolu teşhirleriyle yoldan sapmaya izin vermedi. Marksist Tutum, en özel vurguyu enternasyonale yapıyor¸enternasyonalle kurtuluşu muştuluyor. Bu büyük çağrı elbette kapitalizmin mezar kazıcısı olan mücadeleci işçilere büyük sorumluluklar yüklüyor. Küçük başarılar peşinden koşmamak, küçükburjuva aydın ukalalığından uzak durmak, devrimci fikir üretimine katkı sunmak. İşte bu mütevazılık ve yaratıcılık içinde önündeki engelleri temizleyerek yol alıyor Marksist Tutum. Bugün sınıf çatışmaları bütün dünyada kör gözlerin dahi göreceği bir aşamaya ulaştı. İlk sayısından bu yana bu büyük canlanmanın ayak seslerini bizlere duyuran Marksist Tutum, Bolşevik örgütlenmenin önemini ortaya koydu. Sarkaç mücadeleye eviriliyor, tarih bize bir kez daha büyük fırsatlar sunuyor. Bu büyük kavgada yön göstericimiz olan Marksist Tutum’un daha nice sayısının üretimine katkı sunacaklara selam olsun. Gebze’den bir işçi
K
Yeni Bir Dünya İçin Savaşıyoruz
alem kimin elindeyse, yıllarca onların hikâyelerini dinledik. Onların yalanı bizim gerçeğimiz oldu. Bize avcının hikâyesini anlattılar. Onun kudretini, yenilmezliğini, gücünü. Aslanınsa hep yenilgiye mahkûm olduğunu, çaresizliğini anlattılar. Gerçekleri öğrenmememiz ve görmememiz için zihinlerimizi, ruhlarımızı hapsettiler. Bize unutturmaya çalıştıkları, umut denilen şeydi. Umut insana yaşadığını, var olduğunu hissettirir. Umut etmek insana sorular sordurur. İstediği şeye ulaşmanın ilk adımıdır. Ama artık kalem doğru ellerde. Bu eller, gözümüzün önündeki kara perdeyi yırtıp atan Marksizmle tanıştırdı bizi. İnsan hayatındaki en sancılı şeyi, değişmek fikrini öğrendik. Zihnimize korkuları, yalanları, umutsuzlukları yerleştirenlere karşı en büyük silah olan değişmek ve değiştirebilmek fikrini. Bu fikir “artık yeter” diyebileceğimizi gösteriyor. Bu fikir milyonlarca işçinin, emekçinin kapitalist sisteme hayır diyebileceğini gösteriyor. Kabul etmemeyi, boyun bükmemeyi öğretiyor. Marksist Tutum bizlere bu gerçekleri gösteren, doğru fikirlerin, doğru bakış açısının işçi sınıfına iletilmesini sağlayan bir kılavuzdur. Kalem artık doğru ellerde demiştim. O kılavuz, yüzüncü sayısıyla, sabırla ve inatla işçi sınıfına gerçekleri anlatmaya devam ediyor. İşçi sınıfının ozanı Nazım Hikmet’in de dediği gibi, yeni bir dünya için savaşıyoruz: “Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman. Ben yirminci asırlıyım ve bununla övünüyorum. Bana yeter yirminci asırda olduğum safta olmak bizim tarafta olmak ve dövüşmek yeni bir âlem için...” Pendik’ten bir Marksist Tutum okuru
İşçi Sınıfının Rehberi: Marksist Tutum
M
arksist Tutum ilk çıktığı günden bugüne yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Kapitalist sistem işçi sınıfının hak ve özgürlüklerine azgınca saldırıyor. İçine girdiği ekonomik krizle birlikte işçi sınıfına nefes aldırtmayan kapitalizmden ancak örgütlü mücadeleyle ve doğru bir bakış açısına sahip olarak kurtulabiliriz. Burjuva medyada her gün işçi sınıfını ilgilendiren birçok olay anlatılıyor, yazılıp çiziliyor. Bir olayı, bir gelişmeyi anlamak, kavramak, onun nereye evirileceğini bilmek, işçi sınıfının siyaseti açısından büyük önem taşıyor. Kısacası kapitalist sistemde tüm olaylara işçi sınıfının penceresinden bakmak gerekiyor. Marksist Tutum bu anlamda bize en iyi rehber oluyor. İşçilerin doğru bir şekilde olaylara bakmasını ve kavramasını sağlıyor. Marksist Tutum, ekonomik krize, emperyalizme, em-
44
peryalist savaşlara, sömürüye, Kürt sorununa, çevre sorununa, hak gasplarına karşı işçilere doğru bir tutum almayı ve mücadele etmeyi öğretiyor. Patronlar işçilerin siyaset yapmasını istemezler, işten eve evden işe gelip gitmelerini istiyorlar. Ama işçiler siyaset yapıyor. Hem de doğru bir bakış açısıyla öğrenerek yapıyor. İşçi sınıfı patronların siyasetine kendi siyasetini yaparak karşı durabilir. Olaylara işçi sınıfının penceresinden bakmamızı sağlayan, doğru bir bakış açısına sahip olmamızı sağlayan Marksist Tutum’a çok teşekkür ediyorum. Marksist Tutum dergisini 100 sayıdır takip ediyorum ve etmeye de devam edeceğim. 100 sayıdır bize rehber olan Marksist Tutum’a ve emeği geçenlere sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Sarıgazi’den bir işçi
Okurlarımızın 100. sayı coşkusu Okurlarımızdan Marksist Tutum 8 Yaşında
M
arksist Tutum dergisi ilk çıktığı günden bugüne kapitalist kriz daha da derinleşti. Dünyanın birçok yerinde bölgesel savaşlar hâlâ devam ediyor. Bununla birlikte dünya işçi sınıfı da artık uyanıyor. Ortadoğulu emekçiler başlarındaki diktatörleri alaşağı ettiler. Dünya işçi sınıfı kapitalizmin dizginsiz saldırısına karşı isyan bayrağını giderek yükseltmeye başladı. Sovyetler Birliği çöktüğünde, sosyalizme kara çalan, insanlığın kurtuluşunun kapitalizmde olduğunu ve Marksizmin öldüğünü propaganda eden egemen sınıfın maskesi düştü. Öyle ki bugün artık kendi temsilcileri bile Marx’ın haklı olduğunu söylüyorlar. İşçi sınıfının kurtuluşunun yegâne yolu olan Marksist fikirler artık dünya emekçilerinin sloganlarında, pankartlarında, alanlarda yerini buluyor. Türkiye’de ise 1980 darbesi ile birlikte sosyalist fikirler işçilerin ve onların çocuklarının hafızalarından kazındı. Ama bugün bu topraklarda da işçi sınıfı kıpırdamaya başladı. Özellikle genç nesil 1980 darbesinin o ölü toprağını üzerinden atıyor ve tüm dünyada olduğu gibi mücadeleye atılıyor. Bugün dünya işçi sınıfının nihai sonuca ulaşabilmesi için Marksizmin bilimine, onun ışığına her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Marksist Tutum Marksizmin en önemli temsilcilerinden biridir. Onun bizleri aydınlattığı yoldan ilerlemeli ve işçi sınıfına bu fikirleri ulaştırmalıyız. Marksist Tutum dergisinin ilk sayısının çıkarken yazısında şunlar yazıyordu: “Marksist Tutum gökten zembille inmiyor, uzun ve zorlu bir yoldan gelerek işçi sınıfı hareketi içinde gerçek anlamda Marksist bir damar açma çabasını ilerletmeyi hedefliyor. Marksist Tutum’un, özellikle kendisini milliyetçilikten ve reformizmden arındırmayı başarmış, geçmişin derslerini hazmetmiş yeni bir Marksist işçi ve gençlik kuşağının şahsında muhatabını bulacağına varlığımızın tüm gücüyle inanıyoruz.” Onun varlığı bugün işçi sınıfı içinde yerini bulmaya başladı. Bizlere düşün görev Marksist Tutum’un açtığı bu damarı daha da genişletmektir. Gebze’den bir metal işçisi
M
Ç
Yaraya Merhem
ıktığı ilk günden beri işçi sınıfının örgütlü mücadelesi içinde, sınıf tavrından ödün vermeksizin yoluna devam eden, dünyayı, hayatı, yaşadığımız topraklardaki gelişmeleri doğru şekilde görmemizi ve yorumlamamızı sağlayan Marksist Tutum dergisi 100. sayısı ile bize yol göstermeye devam ediyor. Ben yıllardır çeşitli sektörlerde, sendikalı, sendikasız, irili ufaklı pek çok fabrikada alınteri akıtmış bir işçiyim. Marksist Tutum’u daha ilk çıktığı günden beri takip ediyorum. Her ay yeni sayısını tıpkı ilk günkü gibi aynı heyecan ve aynı merakla bekliyorum. İşçi sınıfı mücadelesinin gerekli düzeye çıkamadığı günümüzde, patronların işçi haklarına ve örgütlü mücadeleye dönük azgın saldırıları hız kesmeden devam ediyor. Öyle ki, en ufak hak arama talebine bile tahammülü olmayan patronlar ve onların temsilcisi burjuva hükümetler, polisleriyle, jandarmalarıyla, yasalarıyla, işçilerin kazanılmış haklarına ve işçi direnişlerine amansızca saldırıyorlar. Yaşanan tüm bu olumsuzlukların ortasında, Marksist Tutum, içindeki her bir satırla, beynimizde, bilicimizde yeni umutların yeşermesini sağlıyor. Tam da bu nedenle bize burada bir görev düşüyor. O da daha Marksist Tutum’u tanıma şansına erişememiş işçi kardeşlerimizi Marksist Tutum’la tanıştırmak ve yeni yeni kalplerde, beyinlerde karamsarlığı kovup umudun, mücadelenin yolunu açmak. Unutmayalım ki Marksist Tutum’u bekleyen yüzlerce işçi var, biz de üzerimize düşeni yapalım ve onlara elimizi uzatalım. Çünkü bizim en büyük derdimiz kapitalist sistemin ta kendisidir. Derdimiz kapitalizmledir. Derdimizin dermanı işçi sınıfının örgütlü mücadelesidir, Marksist Tutum da kanayan yaralarımıza merhemdir. Gebze’den bir kadın petrokimya işçisi
Selam Olsun Marksizmi Bizlere Taşıyanlara!
arksist Tutum büyük emeklerle, büyük birikim ve deneyimle sınıfın bağrında yaşama sarıldı. Burjuva ideolojisinin yaydığı rüzgâra hiç kapılmayarak, komünist ilkelerinden asla taviz vermeyerek işçi sınıfının siyasetini güttü. Biz genç işçilere enternasyonalist bir bakış açısı kazandırarak, ideolojik ve örgütsel konularda uzlaşmaz Bolşevizm bayrağını elden düşürmeyen Marksist Tutum yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. 100 aydır hiç ara vermeden biz işçilere sınıfımızın devrimci perspektifini taşıyanlara selam olsun! Kocaeli’den bir kadın petrokimya işçisi
45
Okurlarımızdan Karanlık Yolda Bir Işık
M
erhaba Marksist Tutum okurları. Marksist Tutum’um 100. sayısına ulaştı. Bu beni çok heyecanlandırıyor, gururlandırıyor ve sevindiriyor. Ben bir fabrika işçisiyim. Marksist Tutum’u 3. sayısından beri takip ediyorum. Türkiye’de ve dünyada yaşanan olaylara Marksist bakış açısıyla, sınıf perspektifini yarattığını düşünüyorum. Bir yol vardır zifiri karanlık düşünün. O yolda yürüyorsunuz. Bu ne kadar zor olur değil mi? Korkarak adımlarınızı atarsınız. Ama Marksist Tutum bu yolda benim fenerim oldu. Adımlarımı korkmadan atıyorum. Çünkü en başta işçi sınıfının penceresinden bakıyor, ne yaptığını iyi bilen, yaptığı işte kararlı ve hep deriz ya “umutsuz olmaz” işte umudunu hiç yitirmeyen bir tarzda her ay bizlere ulaşıyor. Her yazısı o kadar anlaşılır ki, okumak, öğrenmek, istekli işçilere tam anlamıyla zevk veriyor. Nice 100. sayılara derken, dayanışmanın önemini de vurgulamak istiyorum. Kapitalizmin yarattığı karanlığı aydınlatmak bizlerin elinde; ne kadar çok Marksist Tutum okuru olursa o kadar çok yolumuz aydınlanır. Gücünü birliğinden alan işçilerin, yolunu aydınlatacak feneri de güçlü olmalı! Gebze’den bir petrokimya işçisi
Selam Olsun Umudu Yeşertenlere!
M
arksist Tutum 100 aydır hiç durmadan işçi sınıfının bilimi ışığında bizlerin yolunu aydınlatmaya devam ediyor. 90’ların başında Sovyetler Birliği benzeri bürokratik diktatörlükler çöktüğünde dünya burjuvazisi hep bir ağızdan “işçi sınıfı bitti! Sosyalizm bitti” nutukları atmaya başlamış, ideolojik ve sınıfsal üstünlüklerini ilan etmişlerdi. Oysa yenilen ne işçi sınıfıydı ne de sosyalizm; çözülen ve kapitalist sisteme entegre olan şey, “sosyalist” geçinen bürokratik diktatörlüklerdi. Marksist Tutum inatla işçi sınıfının ideolojisi olan Marksizmin ışığında bizlere yol gösterdi. Sosyalizm bitti diyenlere inat işçi sınıfının içinde yükselen bir soluk oldu. Burjuva ideolojisinin tepetaklak ettiği konularda inatla Marksizmi savundu. İşçi sınıfının ideolojik ve siyasal meselelerinde doğru tutum almasını sağlayarak, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin bayrağını elinden bırakmayarak, hiçbir zaman hedeften şaşmadı. Selam olsun umudu yeşertip bugünlere taşıyanlara! Gebze’den Marksist Tutum okuru bir metal işçisi
Bir İş Görüşmesinden Alâkasız Sorular
P
ek çok kez iş görüşmelerine gideriz. Her görüşme birbirinden farklı olur. Yaşadığımız işsizlik, sıkıntı yetmezmiş gibi bir de iş görüşmesinde patron ya da “yetkili” kişilerce akla hayale gelmeyecek sorularla karşı karşıya kalırız. Yaşadığım son iş görüşmesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Çalıştığım hastanenin bilgi işlem bölümü için işçi aradığını öğrendim. Ben de başvuruda bulundum. Biraz daha fazla ücret alıp bir nebze nefes alabilmek için yaptığım başvuru üzerine görüşmeye çağırıldım. Müdür denen “zat-ı muhterem”in böbürlenerek yanıma gelip, daha merhabalaşmadan “sakin ol, heyecanlanma, biz bizeyiz” demesi bir gariplik olacağının habercisi gibiydi. Sonra sorularını sormaya başladı. İş hakkında bilgiler sordu; ben de ne kadar biliyorsam anlattım. Daha sonra “evin uzak mı, uzaksa olmaz. Seni her çağırdığımda gece-gündüz geleceksin, yoksa başka arkadaş bulmamız gerek” diye söylenirken, ben daha fazla çenesini yormasın diye “yakın” dedim. Ardından soru üstüne soru geldi. Benim için olumlu geçtiğini düşünürken birden müdürün gözü CV’deki doğum yerime ilişiverdi: “Nerelisin, ben mi yanlış gördüm” dercesine memleketimi sordu.
46
“Tunceli” cevabını alınca birden doğruldu, surat ifadesi değişti. “Okumayı sever misin, herhangi bir kuruma üye misin, manevi değerlere önem verir misin, namaz kılar mısın” gibi sorularla “iş görüşmesi” devam etti. O dakikadan sonra, olumlu geçtiğini sandığım iş görüşmesi tam tersine dönüyordu. Müdür “ben deneyim isterim, sende yok sanırım” deyip görüşmeyi sonlandırmak istedi. Kendisine zaten o işi yaptığımı söyledim, “daha ne deneyimi olabilir ki” demeden sözümü kesip, “sana bir şey söyleyeceğim, bu görüşme benim için hiç olumlu geçmedi” dedi ve görüşmenin bittiğini söyleyerek odadan ayrıldı. Arkadaşlar sermaye işçi sınıfını her yönüyle bölmeye çalışıyor. İşçi sınıfının dini, dili, ırkı olmaz. Üreten biziz, %99 biziz ama bu kadar bölünmüş ve parçalanmışken güçsüzüz. İşyerlerinde greve çıkarken Alevi-Sünni, Kürt-Türk, Çerkez-Laz ayrımı yapılıyor mu? Hep birlikte ter akıtmıyor muyuz işyerlerinde? İşçi sınıfı olarak bizler bunları sınıf bilinci ve örgütlülüğüyle aşabiliriz. Sermayenin sömürü düzeni, bizim dağınıklığımızdan, bölünmüşlüğümüzden besleniyor. İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
Sefaköy’den bir işçi
Okurlarımızdan
Silahlanma Yarışı Son Sürat Devam Ediyor
D
ünyanın birçok bölgesinde emperyalist savaşlar giderek yaygınlaşıyor. Neredeyse tüm devletler silahlanma yarışına girmiş durumdalar. Geçtiğimiz yıl toplam silahlanma harcaması 1 trilyon 630 milyar dolara çıkmış. Bir taraftan insanlar açlıktan ölüyor, bir taraftan trilyonlar silahlara, savaş teknolojisine harcanıyor. Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri de Hindistan’dır. Dünyanın en büyük silah ithalatçısı olan Hindistan’da her yıl 9 milyon çocuk açlıktan hayatını kaybediyor. Silahlanmaya ayrılan pay her geçen gün artarken, işçilerin payına sağlık hizmetlerinde kesintiler, emekli maaşlarının düşürülmesi, emeklilik yaşının uzatılması, düşük ücretler ve uzun çalışma saatleri düşüyor. Toplam silahlanma harcamalarının %43’ünü tek başına gerçekleştiren ABD, silahlanmaya yılda 689 milyar dolar harcıyorlar. Avrupa ülkelerinde de durum farklı değil. Ekonomik kriz gerekçesiyle işçi sınıfına yoğun saldırıların gerçekleştirildiği Avrupa’da 2006 yılında 367 milyar dolar olan silah harcamaları, 2010 yılından itibaren %12 artış göstererek 382 milyar dolara yükselmiş. Silah tacirleri daha çok kâr elde etmek için dünyanın pek çok bölgesinde, yıllarca sorunsuz bir şekilde bir arada yaşamış kardeş halklar arasında etnik ça-
tışmalar, mezhep çatışmaları yaratıyorlar. Afrika’nın tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Etiyopya, Sudan, Ruanda, Mozambik, Uganda, Sri Lanka, Somali bunlardan sadece birkaç tanesidir. Bu kanlı savaşlarda cephelerde ölen de öldürülen de biz işçileriz. Dünyanın herhangi bir ülkesinde adını bilmediğimiz, yüzünü hiç görmediğimiz insanları katleden silahları üretenler de biz işçileriz. Bizler daha gün ışımadan ekmek parası kazanmak için yollara düşüp gecenin kör karanlığına dek ömürlerimizi fabrika köşelerinde tüketiyoruz. Ekmek parası kazanmak için alınteri akıttığımız fabrikalar, kimi zaman bu ölüm makinelerinin üretildiği silah fabrikaları oluyor. Bizler yaşamak için çalışmak zorunda olan insanlarız. Düşünün ki yaşamak için çalıştığınız fabrikada, her gün binlerce mermi üretiyorsunuz. Bunları süs olsun diye üretmediğinizi bile bile! Ürettiğimiz silahların namluları her gün Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de masum insanların kafalarına dayanıyor. Türkiye silah üretimi açısından dünyada hatırı sayılır bir yere sahip. Silahlanmaya ayrılan bütçe yıldan yıla artış gösteriyor. 2013 yılı bütçesinde en büyük pay “savunma” adı altında silahlanmaya ayrıldı. Çok miktarda silah ithalatının yanı sıra Türkiye’de silah üretimi yapılan pek çok büyük fabrika mevcut. Dünyanın neresinde olursa olsun patronlar sınıfı, biz işçilerin üzerinden kârlarını daha da büyütmenin derdiyle yanıp tutuşuyorlar. Bu sadece çalıştığımız fabrikalarla sınırlı kalmıyor. Kendi çıkarları için çıkardıkları kirli savaşlarla da bunu yapıyorlar. Binlerce insanın ölümüne neden olan bu savaşları, girdikleri ekonomik krizleri atlatmanın yolu olarak da görüyorlar. Her gün televizyonlarda, gazetelerde patlayan bombalarla parçalanmış bedenler, yerle bir olmuş şehirler görmek bizi hiç rahatsız etmiyor mu? Daha geçtiğimiz aylarda Suriye’de askeri malzeme üreten bir fabrikanın işçilerini taşıyan servis aracı bombalanmamış mıydı? Onlarca işçi bu saldırıda can vermemiş miydi? Bugün Ortadoğu’da, Afrika’da patlayan silahların, yarın burnumuzun dibinde patlamayacağının garantisi var mı? Bizden uzakta diye tüm bunlara kayıtsız kalmak ne kadar doğru? Ne kadar insani? Ya yaşadığımız topraklar? Bu topraklarda 30 yılı aşkın bir süre boyunca devam eden haksız savaşta 40 bini aşkın insanımız ölmedi mi? Silkinip kendimize gelmemiz için bu soruları kendimize sormamızın zamanı geldi. O halde yapılması gereken şey bir an önce bir araya gelmek ve insanlığa bu acıları yaşatan kanlı kapitalist düzeni örgütlü gücümüzle yıkmaktır. O zaman, savaşsız, sömürüsüz, herkesin refah içinde yaşayacağı, üretenlerin kendi kendilerini yönettikleri bir dünyanın da yolu açılmış olacaktır. Bir kadın metal işçisi
47
Okurlarımızdan Dereler Kuruyor, Patronlar Kâra Doymuyor D
oğa kapitalizmin elinde can çekişiyor. Kapitalistler HES (hidroelektrik santralleri) projeleriyle doğayı katlediyorlar. Daha fazla kâr için girilmedik orman, kurutmadık dere bırakmıyorlar. HES projeleri gün geçtikçe daha çok yayılıyor. Türkiye’nin hemen hemen her bölgesinde santraller kuruluyor. Santral kurulan yerlerden birisi olan İkizdere Vadisinde dereler kuruma noktasına geldi. Yemyeşil ormanı ve gürül gürül akan deresiyle bir doğa harikasıdır İkizdere Vadisi. Bu doğa harikası 2010 yılında faaliyete geçen HES santrali yüzünden kuruma noktasına geldi. Vadide 2010 yılından bu yana 4 HES santrali faaliyete geçti, ayrıca 26 santralin daha faaliyete geçirilmesi planlanıyor. Daha şimdiden 25 kilometrelik bölümünün kuruma noktasına geldiği derenin 26 santralle ne hale geleceği kapitalistlerin umurunda bile değil. Daha çok enerji, daha çok kâr uğruna doğayı talan etmeye devam ediyorlar. Santraller sadece dereleri kurutmakla kalmıyor, orada bulunan bitki ve hayvan türlerinin, tarım alanlarının da yok olmasına neden oluyor. İkizdere Vadisi, sadece o bölgede yaşayan bitki ve canlı türleri açısından dünyanın en önemli 200 vadisi arasında gösteriliyor. Üstelik İkizdere Vadisi doğal yaşam ve bitki örtüsünün çeşitliliği nedeniyle Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunca 2010 yılında doğal SİT alanı olarak ilan edilmiş. Fakat söz konusu olan kâr olunca sit alanı filan dinlenmiyor ve bu zenginlik kapitalistler tarafından hiç düşünmeden yok ediliyor.
Sermayenin temsilcisi olan AKP hükümeti, daha çok santral yapılmasını haklı göstermek için her türlü yalana başvuruyor. Örneğin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, HES’lerin artmasıyla elektrik maliyet oranlarının düşeceğini ve elektrik fiyatlarının azalacağını söylüyor. Fakat onca santrale rağmen, elektrik fiyatları bıraktık düşmeyi, sabit bile kalmıyor. Bunu her ay ödediğimiz elektrik faturalarından görüyoruz. Elektriğe 2012 yılı içinde yaklaşık %32 zam geldi. Karl Marx yıllar önce, “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” demişti. Marx’ın bu sözü, kapitalistlerin kâr hırslarını çok güzel anlatıyor. Kapitalistler HES projeleriyle kâr elde etmek için sıraya girmiş durumda. Doğu Karadeniz’de hidroelektrik santrali yapımı için 341 firma başvurmuş ve şu anda bunlardan 73’üne izin verilmiş. Taksim’de Gezi Parkı’ndaki ağaçları kesip alışveriş merkezi yapmak isteyen zihniyetle İkizdere’de dereleri kurutan aynı zihniyettir. Bu zihniyetin temel dürtüsü “daha fazla kâr”dır. Patronlar yağma projeleri istiyor, hükümetler onaylıyor. İşçi ve emekçilere ise ne sağlıkla soluyacak hava ne de sularında serinleyebilecekleri dere bırakılıyor. Oysa doğayı katletmeden enerji üretmek mümkün. Güneşten ve rüzgârdan enerji elde edilebilir. Fakat patronlar bunu maliyetli görüp daha kârlı yöntemleri tercih ediyorlar. Doğaya ve insanlığa zarar veren patronlar sınıfından ancak örgütlü mücadeleyle kurtulabiliriz. Sarıgazi’den bir işçi
Kredi Kartlarının Avantajları!
M
erhaba. Biz iki üniversite öğrencisiyiz. Son zamanlarda gözümüze sıkça takılan bir konuyu paylaşmak istedik. Bilindiği üzere kredi kartı kullanımı günden güne artmakta. Bunu yaygınlaştırmak için de bankalar harıl harıl çalışıyor. Bir gün fakültenin önünde otururken iki kişi bizi kredi kartı almamız için ikna etmeye çalıştı. Bize kredi kartının “avantajlarını” anlatmaya başladılar. Kabul etmeyip yemekhaneye gittik. Yaklaşık 10 dakika sonra başka bir bankadan yine iki kişi geldi. Aynı şeyleri yine ballandıra ballandıra anlattılar. Kartı kullanmasak bile yanımızda olmasının bizi güvende hissettireceğini, anında ulaşabileceğimiz paramız varmış gibi benimsetmeye çalıştılar. Bu kişiler prim usulü çalışıyorlar, her gün yüzlerce kişiyi kredi kartı sahibi yapmaya uğraşıyorlar ve bunu başarıyorlar. Çünkü birçok arkadaşımız öğrencilere sunulan avantajlara kanıp borç altına girdiler. Bunun yanı sıra pek çok öğrenci hem katkı kredisi alıp hem kredi kartı kullanıyor. Yani bu demek oluyor ki, bu insanlar daha bu yaşta borç batağı içine sürükleniyor. Kısacası kredi kartları okul sıralarından başlayıp hemen hemen tüm insanların hayatında yer edinmiş du-
48
rumda. Gazetede okuduğumuz bir habere göre, OcakNisan döneminde kredi kartıyla yapılan alışveriş tutarı 2012’ye göre yüzde 20 artarak 119,6 milyar liraya çıkmış. Kredi kartıyla günde ortalama 996,8 milyon liralık alışveriş yapılmış. Kapitalistler medyasıyla, bankalarıyla insanlara kredi kartının avantajlarından bahsedip, kullanmaya teşvik ediyorlar. Fakat işin başka bir yönü de var. Geçim sıkıntısıyla boğuşan işçi sınıfının mensupları, kredi kartı kullanmaya mecbur bırakılıyor. Bunun sonucu olarak da borçların altından kalkamadıkları için bunalıma giren, eşlerinden ayrılan, cinnet geçiren ve hatta intihar edenlerin sayısı ne yazık ki her geçen gün hızla artıyor. Burjuvazi bizi her alanda kıskacı altına almak istiyor. Bizi kapitalizme bağımlı, bireysel düşünen insanlar olarak yetiştirmek için elindeki tüm olanakları kullanıyor. Ama biz, kapitalistlerin sunduğu “avantajlara” kanacak değiliz. Bizi kurtaracak olan daha fazla borçlanmak değil, bize borç batağında sürünmeyi reva gören düzeni yıkmaktır! Yıldız Teknik Üniversitesi’nden iki öğrenci