.
.
..
..
ISCI . . SOZU Bülten 4, Mayıs 2018
SÖZ İŞÇİNİN
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!
Kestirme yol yok
B
Seçimin kaybedeni belli! Önümüzdeki seçimlerde ne başkanlık ne de milletvekilliği adayları arasında işçi sınıfını temsil edenler bulunmuyor. Seçimin kaybedeni yoksullar olacak.
2
4 Haziran’da, ‘erken’ ya da ‘baskın’ tabir edilen bir seçim gerçekleşecek. Ülke çok hızlı bir biçimde bu seçimin havasına girdi. Bundan önceki referandum ve seçimlerde oyların çalınması ve AKP’nin her sandık kandırmacasından zaferle çıkması ile büyük hayal kırıklığına kapılan kesimler, bir kez daha umutla sandığa gitmeye hazırlanıyor... Şimdilik bazı tespitlerle yetinelim: 1. Türkiye’de sağlıklı bir seçim ya da referandum yapma koşulları yoktur. Yüksek Seçim Kurulu AKP’nin hizmetindedir. Her seçimde giderek daha fazla yolsuzluk belgeleniyor ve üzeri örtülüyor. 2. 24 Haziran’da, ne başkan adayı olarak ne de milletvekilliği seçiminde işçi sınıfının temsilcileri yer almayacak. Bunda Türkiye sosyalist solunun payı büyüktür. Dolayısıyla, burjuva partileri arasındaki bu yarış, düzenin nasıl sürdürülebileceğini belirlemek için yapılıyor. 3. Tayyip Erdoğan’ı iktidardan
gönderme beklentisi meşrudur. Ne var ki, bu umudun kendisi seçimin niteliğinin üzerini örtüyor. 4. Seçim Türkiye için hiçbir çıkış getirmeyecektir. Ülke ekonomik olarak iflas etmiştir. Özel ve kamu dış borcu inanılmaz rakamlara ulaşmıştır. Dahası, AKP döneminde imzalanan anlaşmalarla ülkenin önümüzdeki 25 yılı ipoteklenmiştir. Seçim sonrası büyük ekonomik felaket kaçınılmazdır. 5. Seçime katılan hiçbir parti, bu konuda bir emek programına sahip değil. Dolayısıyla, ekonomik felaketin faturasını ağır biçimde ödeyecek olanlar işçi sınıfı ve yoksul kesimler olacaktır. Türkiye, borçlu olduğu emperyalizmin daha fazla boyunduruğuna sürüklenecektir. 6. Sandık aritmetiği tartışmaları her kesimde zihinleri işgal ederken, devrimcilerin sorumluluk alarak 25 Haziran’da başlayacak büyük mücadeleye hazırlanması elzemdir. Zira bu seçimin kazananı değil ama kaybedeni şimdiden bellidir: İşçi sınıfı ve yoksullar...
aşkanlık yolunu hazırlayan OHAL altında ülke sesini çıkaramaz hale geldi. Tek tük çıkan sesler de saldırıların gürültüsünde duyulmuyor bile. Hak aramanın ilk mevzileri olan demokratik kitle örgütleri, ardı arkası kesilmeyen bir saldırı ve düşmanlık kampanyasının hedefinde... Medya en ufak yayın organına dek hiçbir ton farklılığı kabul etmeyecek biçimde sarayın emrine sokuldu. Kitlelerin ve toplumsal öznelerin kendilerini ifade edebilmesi için geriye kalan tek imkan olan sosyal medya ise yoğun bir baskı mekanizmasının basıncı altında. Taşlar bağlı, köpekler serbest! Bu cenderenin baş hedefinde direncin ve aynı zamanda bir çıkışın da örgütleyicileri olacak olan devrimciler var. Emek güçlerine ve devrimcilere yönelen bu örgütlü saldırılara verilecek güçlü bir cevaba ihtiyacımız var. Saldırılara karşı parça parça küçük ve gözlerden uzak ceplerde değil, bir arada, omuz omuza, cephe halinde direnmek gerekli. Ülke hızla KaçAk Saray rejiminin çıkarları doğrultusunda şekillenirken, OHAL gölgesinde seçimlere gidiliyor. Çıkacak sonuçlardan bağımsız olarak sosyalist sol belki de tarihinde ilk defa bu kadar sürecin dışına itildi ve etkisiz kalmaya zorlanıyor. Sağın alternatifinin sağ olduğu, sermayenin sermayeyle oy yarıştırdığı bir seçimi izliyoruz. Bu durumdan çıkmanın tek yolu güç biriktirmektir. Sermayeye karşı emeği örgütlemektir, örgütlenmektir. Önümüzde kestirme bir yol yok: Uzun ve zorlu bir süreçle karşı karşıyayız. Yepyeni bir anlayışla işçi sınıfı devrimciliğini kurmak, onun militanlarını yaratmak, işçi sınıfını kendi siyaseti etrafında örgütlemek zorundayız...
Göçmen işçiler köle pazarında!
T
ürkiye konumu nedeniyle son yıllarda artan sayıda göçmen işçilerle tanışıyor. Afganistan ve Suriye savaşları bu dalgayı beslemiş, Avrupa Birliği’nin sıkı eylem programları Afrikalı göçmenleri Türkiye’ye itmiş durumda. Bununla birlikte, Gürcistan, Ermenistan ve Nahçıvan’dan işsizlik ya da daha iyi ücret umuduyla kısa süreli çalışmak için gelenler ile birlikte artık göçmen işçiler emek hareketinin göz ardı edilemeyecek bir parçası oldu. Suriye ve Afgan iç savaşı en çok da emekçileri ve gençleri etkiledi. Çalışmak ve daha iyi gelecek umudu ile meşakkatli yolculuklarına başladılar. Asya ülkelerinde toplumsal kalkınmayla ilgili araştırmalar yapan sivil toplum kuruluşu The Asia Foundation’ın (Asya Vakfı) 2017 rakamlarına göre Afganistan halkının yüzde 38,8 ülkeyi terk etme eğiliminde ve bu oran geçen yıla göre yüzde 9 artmış durumda. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği
Beykoz’da kurulan “Afgan işçi pazarı” bir köle pazarını andırıyor...
(UNHCR) verilerine göre Mart ayı sonuna dek Türkiye’de UNHCR’a kayıt yaptıran Afgan sığınmacı ve mültecilerin sayısı 169 bin 919. Türkiye’de kayıtlı Suriyelilerin sayısı 3,5 milyon, diğer ülkelerden Türkiye’ye sığınanların toplam sayısı da 365 bin. Yaşadıkları yeri, ailelerini,
kültürlerini, geçmişlerini bırakıp daha iyi bir yaşam hayalinin peşinden gelen göçmen işçiler düşük ücretler ile çalışmak zorunda kalıyor. Bütün işlerde patronlar tarafından yok sayılıyor, kölece koşullarda çalıştırılmaya zorlanıyor, tehdit ediliyor.
Onlara insan muamelesi dahi yapılmıyor! G öçmen işçilerin durumunu en iyi kendileri anlatıyor. Ve anlattıkları kölelik koşullarını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. İşte farklı göçmen işçilerin anlattıklarından medyaya yansıyan bazıları: Üç ay çalıştım ama üç ay boyunca hiç izin kullanamadım... Çalıştığım yerde ne sıcak su kullanabiliyordum ne de doğru düzgün yemek yiyebiliyordum, bana orada her gün aynı yemeği verdiler.” “Bir kot pantolon fabrikasında çalışıyordum. Onların çalışma koşulları çok kötüydü. Bir bodrum katında çalışıyorduk, Patron yemek vermiyordu, çay vermiyordu. O koşullarda ancak iki ay çalışabildim, işten ayrılmak isteyince de patron son maaşımızı vermedi.” “Amele pazarında saat 5.00 te beklemeye başlıyoruz Her gün iş olmuyor. Gidersek günlük 50-60 lira kazanıyoruz.” “Sabah 07:00 gibi işe başlıyorduk, akşam saat 19:00’a kadar aralıksız çalışıyorduk. Yemek paydosu bile yok. Yemek kabına yemek koyan işçi bulduğu boş yere çömelip yemek yiyordu. Zorunlu mesai deyip bizi gece 21.30’a kadar çalıştırıp sonra da üzerimize fabrikayı kapatıp gidiyorlardı.” “Taliban’ın ve Afganistan hükümetinin yüzünden buralara geldik. Hep köle olarak görüldük. Bir kimlik bile verilmedi bize. Ne oturma ne de çalışma izni verdiler. Çalıştığımız her yerde horlandık, insan yerine konulmadık. Bu fabrikada yaşadığımız hapishaneden daha
2
kötü. Kafamıza silah dayadılar, tokatladılar, paralarımız verilmedi. Savaş olmasa, işimiz olsa buraya niye gelelim?” Göçmen işçilerin hayatta kalmak için verdiği mücadelenin ağırlığını bir de halkın olumsuz tepkisi katmerlendiriyor. Şimdi düşünmek gerek kim sebepsiz yere ülkesini arkasında bırakır? Göçmen işçiler ücretler üzerinde baskı oluşturuyor. Kürt emekçilerin yaşadığı sorunu yaşar durumdalar. Ama düşük ücretlerin sebebi kendileri değil, patronların aşırı kâr isteği. Halbuki göçmen işçiliği de en çok bilen milletlerdeniz. Yıllardır Avrupa’da çalışan Almanya Acı Vatan türkülerini yakan, Arap çöllerinde Libya’da çalışan bizdik, yakınlarımızdı...
Suriyeli erişkin ve çocukların çalıştırıldığı bir kundura imalathanesi... Hiçbir güvenceleri yok. Karın tokluğuna çalışıyorlar. Maaş patronun insafına kalmış...
Türkiye sosyalist solu 24 Haziran 2018 seçimlerinin dışında kaldı. Halkımıza hayırlı olsun...
DAYAK NEDİR, NEDEN ATILIR?
Ş
unun şurasında bir ay öncesine kadar, düşük yoğunluklu seçim tartışmalarının kendi halinde aktığı günlerde 2019 hiç gelmeyecekmişçesine enteresan biçimde rahattık! Ancak, tartışmasız herkes Fırat Kalkanı’ndan Afrin işgaline, Varlık Fonu’ndan özelleştirmelere, ABD’ye karşı “antiemperyalist” üfürmelerden Rusya’yla imzalanan kapitülasyonların büyük birer kazanım gibi sunulmasına varana kadar tüm gelişmeleri Saray iktidarının seçime dönük birer yatırımı olarak görüp değerlendiriyordu. Bütün bunların üstüne, AKP’nin “İttifak Yasası” dayatmasıyla uyanıp “hileyi yasallaştırdıklarını” da şak diye teşhis eden kimi sol/sosyalist arkadaşlar, patlayan seçim tartışmaları üstüne bir yandan “ilgili kurullarını” toplamaya koyulurken bir yandan bu koşullarda seçim tartışmalarının temelini teşkil etmesi beklenen boykot seçeneği için “henüz erken abi ya!” deyip, bir gözleriyle CHP’yi keserek gelişmeleri biraz daha izlemeyi tercih etmişlerdi! Onlar gelişmeleri izlerken, Erdoğan ve Bahçeli’nin bir danışıklı dövüşle 24 Haziran’a korsan seçim koymasıyla çarşı karıştı. “Seçim aritmetiği”nin gizemi ve sandığın dayanılmaz cazibesine kapılıp enteresan bir çeşitlilik göstererek “işçi sınıfını seçimlerde seçeneksiz bırakmayacağız!” diyen komünistinden “boykot, ilerici kesimlerin tercih edeceği bir yöntem değildir, çekimser kalamayız!” diyen sosyalistine kadar solun bir kesiminde sandığın başına üşüşme niyetleri belirmeye başladı! Boykot tartışması için erkendi ama Erdoğan ve Bahçeli’nin mukavvadan Cumhur İttifakı karşısında muhalefetin olası ittifak seçenekleri, CHP’ye kazandırma formülleri, mecliste çoğunluğu ele geçirmenin sırları, büyülü aday arayışları ve Kılıçdaroğlu’nun sağa yatmasının gizemi üzerine gelişen seçim tartışmaları “seçim aritmetiği”ne taklalar attırarak aldı yürüdü!
Ve bugün aynı arkadaşların gırtlaklarına kadar “seçim aritmetiği”ne batması, açık söylemek gerekirse, emekçiler için her sonucu yıkım olacak seçimin yeniden meşrulaştırılmasının teminatıdır artık. Tayyip Erdoğan’ın seçimi kazanmasına yeter mi bilinmez ancak bu teminat, iki kere ikinin her zaman dört etmeyeceğini bilmesi gereken ve buna rağmen “seçim aritmetiği”ne gark olan sosyalistlerin de sandığa gitmesiyle, sandığa sahip çıkmasıyla, -artık her kime verecekse- oy vermesiyle onaylanmış olacak olan seçimlerden ve sağlanacak olan katılım oranından devşirilecek bir meşruiyettir Saray için! Erdoğan istedi bir göz. Lafı mı olur? Sosyalistler versin mi iki göz? 24 Haziran: Taraflar ve endamları! Dayatılan 24 Haziran korsan seçimlerinde tablo, Saray’ın MHP ve BBP ile beraber kurduğu Cumhur İttifakı karşısında mevzilenmeye çalışan CHPİYİ Parti-Saadet-DP ittifakı ve hiçbir ittifakta kendine yer bulamayan HDP’den oluşuyor. Arada, liberaller tarafından “arsız pazarlamacı” goygoyu ile sanki siyasal İslamcı Saray iktidarına karşı gerçek bir alternatifmiş gibi estirilen Abdullah Gül rüzgarı, ikinci turda CHP ve HDP’nin de tercihi olabileceğini gösterdikten sonra utanmaz liberallerin yapraklarını döküp gitti. AKP’nin ve Gülen Cemaati’nin tüm suçlarına ortak olan Abdullah Gül’ün adaylığı, bahçesine helikopterle indirilen Genelkurmay Başkanı marifetiyle Erdoğan’ın neler yapabileceğini göstermesi kadar, CHP ve HDP’nin bu adaylığa teveccüh gösterebileceğini göstermesi bakımından da önemli idi. Zira, anlı şanlı komünistlerimizin, pek devrimci sosyalistlerimizin sahip çıkacağı sandıklarda oyların hakkaniyetle sayılabilmesi, hiç adayı olmayan bu sol cenaha değil ama Abdullah Gül’e yarayabilirdi. Olmadı! Ancak bir düşünün; aday olup
seçilecek olsa idi, Abdullah Gül’ün bir süre sonra “eski yol arkadaşlarımın ricasını kıramadım, evime dönüyorum” demeyeceğini kim garanti edebilirdi? Her iki tarafta da akıl, ilke, ideoloji tatildedir! Belki de Abdullah Gül’e niyet, İYİ Parti’ye kısmet bir girişim olarak, çalışmaları ve beyanatları devam ediyor yoldaşların! Boykotu değil de sandığı işaret eden sosyalistlerimizin gösterdiği istikamette yer bulan alternatifler böyle! İslamcı Erdoğan değilse, ikinci turda sol şovmen Muharrem İnce’nin ya da onun tökezlemesiyle faşist/milliyetçi Akşener’in kazandırılacağı bir seçimin nesinin tarafı olabiliriz? Siyasetsizlik, sosyalist örgüt ve partilerin tabanını CHP’ye, CHP de ittifak illüzyonu içinde İYİ Parti’ye itiyor. Ya da, ölümü görüp sıtmaya, Hizbullah’ın yasal partisi Hüda-Par ile ittifak ihtimali bulunan ve ABD ile ittifakı meşru gören HDP’ye razı olma tercihi baki. Durum budur. Utanç vericidir! Ne yapılabilirdi? Evet, sadece kendimizden menkul bir boykot önerisiyle kitlelere gidemeyeceğimizi biliyoruz. Ama en azından devrimciler olarak tüm muhalefeti kuralları tamamen AKPMHP eliyle belirlenen bu “seçim”i boykota çağırmalıydık. Olmadı mı, tüm sosyalistleri temsil edebilecek bir adayla düzenin ve onun seçimlerini teşhir edebilecek bir kampanyaya girişmeliydik. 100 bin imza mı? Sosyalist sol Doğu Perinçek’in cüret ettiği işe kalkışamıyorsa konu zaten kapanmıştır. Neyse, işte böylece emekçilerin herhangi bir seçeneği olmayan bir acayip seçime doğru ilerliyoruz. Sosyalist solun basiretsizliği, gözünün önünde akıp gidecek olan seçim cayırtısına seyirci kalıp sonunda sandık beklemeye razı olmaya yol açtı. Tanrı, Türkiye solunu daha fazla dayak yemekten korusun! 3
‘Terör’e örnek mi istiyorsunuz? AKP döneminde iş cinayetlerinde 20 binden fazla işçi can verdi. OHAL’de ise iş cinayetleri yüzde 9 arttı!
Saray’ın OHAL’i, işçinin bu hali...
1
5 Temmuz darbe girişiminin ‘lütufla’ karşılanmasının sebebi 20 Temmuz 2016’da açıkça anlaşılmıştı: Türkiye OHAL’le yönetilecekti ve Başkanlık Sistemine geçişin yolu hazırlanacaktı. O günden bu yana 19 aydır OHAL’le yönetiliyoruz. 19 aylık OHAL hukuksuzluğu, emek düşmanlığı ve saldırganlığıyla Saray iktidarının Başkanlığa sahip olduğu bir Türkiye’yi görmemizi sağladı. Bu uygulamaları alt alta dizdiğimizdeyse hedefte ne eski yol arkadaşları Fethullahçı çetenin, ne de meşhur ‘dış güçler’in olmadığını görüyoruz. OHAL’in hedefinde yoksullaştırmak ve köleleştirmek var, işçi sınıfı var. OHAL ilan edildiği günden beri Başkanlık sisteminin adım adım yerleştirilmesine yol açtı. OHAL Başkanlığın bilfiil dayatılmasıdır. Başkanlıksa işçi sınıfının düşmanıdır. 24 Haziran Seçimleri süreci sonucu OHAL’in Başkanlık adı altında sonsuza
dek sürmesi planları yapılıyor. Başkanlık OHAL’in sonsuzlaştırılmasıdır. Türkiye bu sebeple halihazırda Başkanlıkla yönetilir hale gelmiştir. Ülke hızla 24 Haziran’a giderken önce OHAL’in dökümünü yapalım: Yönetim Biçimi: KHK OHAL ilan edildiği günden bu yana ülkenin yönetim biçimi değişti, Türkiye artık KHK’larla yönetiliyor. Yasama, yürütme ve yargının birbiriyle olan ilişkisine göre kullanılan güçler ayrılığı ya da güçler birliği ilkesini de aşan bir yönetim biçimi haline geldi KHK. Sözün kanun yerine geçtiği günleri binlerce yıl sonra yeniden yaşıyoruz. “Tiz kellesi vurula” makamlarda yeniden. Süngü minareler ve miğfer kubbeler değişti, artık KHK’lar süngü, OHAL ise Başkanlığın miğferi haline geldi. İlan edildiği günden bu yana çıkan 31 KHK hakkında en çok birazdan burada özetleyeceğimiz ihraçlar konuşuldu ve akılda kaldı. Fakat KHK’lar
• KHK’larla, Meclis Kararı adı altındaki emirlerle OHAL güvencesi altında Saray iktidarı için aşılmadık engel bırakılmadı, ülke saray için dikensiz gül bahçesine çevrildi. • Eğitime müdahale edilerek eğitimin her kademesi paramparça edildi. İlk ve orta öğrenimden sonra üniversiteler de ağır darbeler aldı. YÖK 12 Eylül’de dahi sahipoalamadığı otoriteyle Sarayı üniversitelere hakim kıldı. Rant uğruna üniversiteler bölünmeye heves edildi. Akademide seçimler ve sandıklar yoksayılarak Saray atamalarının önü tamamen açıldı. Güneydoğuda köyleri boşaltılan öğrencilere bağlanan burslar kaldırıldı. • Medyayı ve iletişim kanalarını ele geçirmeye doyulmadı, medya doğrudan saraya bağlandı. Haberlerin aktarılma biçiminden seçim sürecindeki yayınlar üzerindeki YSK denetiminin kaldırılmasına hatta evlilik yayınlarının kaldırılmasına dek her türlü medya operasyonu KHK eliyle, OHAL iktidarı eliyle yapıldı. • Araç plakalarının biçimi ve kış lastiği takmanın zorunlu hale getirilmesi de KHK yoluyla oldu. İlçeler kurdu, İlçeler taşıdı KHK’lar. 4
ihraçların da ötesinde bir devletin Saray iktidarının istediği biçimde şekillendirilmesine hizmet etti. Bu ülke ve içerisindeki herkesle her şey tek bir adamın, tek bir ailenin ve ortaklarının çıkarlarına zimmetlendi. OHAL süresince çıkarılan 31 KHK içerisinde yok yok; yargı, savunma, güvenlik, sosyal güvenlik, kamu kurumlarının yapısı ve personelleri, medya, eğitim, yerel yönetimler ve zorunlu kış lastikleri... Araç plakaları ve kış lastikleri hakkında dahi AKP’nin çok sevdiği ‘torba yasa’ tekniğiyle çıkarılan KHK’lar toplamda 370 yasanın 1202 maddesini kapsıyor. Anayasa referandumuna gitmeye, halkın ya da temsilcilerinin onayını almaya ihtiyaç dahi duyulmadan oldu bittiler yoluyla ülke başkanlık rejimi doğrultusunda yeniden tasarlandı. Ardından 31 KHK’nın 26’sı meclis tarafından noter hızıyla onaylandı. Bilfiil olan hukuk çerçevesine girdi böylece.
• KHK ve OHAL Türkiye’si devasa bir hukuksuzluk yuvası haline geldi. KHK’lar iç hukuk yollarını tıkadı. Aşırı Özel Yetkili OHAL Komisyonu ihraç davalarına yetişememesi için tasarlanarak oluşturuldu. Bu yolla alınan kararların sorgulanmasını ve değiştirilmesini imkansızlaştırdı. Savunma gizliliğini ihlal eden, avukatsız duruşmalara ve avukatların davadan men edilmesine yol açan KHK’lar yayınlandı. Uzun gözaltı ve tutukluluk süreleri cezanın kendisine dönüştü. Cezaevleri toplumdan izole edildi ve tek tip kıyafet dayatmasının da başlamasıyla cezaevleri hukuksuzluğun kalesi haline gelecek. • OHAL kapsamında 21 Ocak 2018 itibariyle 159 bin 506 kişi gözaltına alındı, 47 bin 523 kişiyse tutuklandı. Bu rakamların güncel halleri çok daha şişkin olacaktır. • Saraya bağlanan kurumlarla ve verilen yetkilerle Saray kendi başına iktidar haline geldi. Bugün sarayın kendi özel ordusu, kendi istihbaratı, kendi savunma sanayisi ve yeni diplomatik silah “tutuklu takası” yetkisi var. Fakat bütün bu yapısal değişikliklerin gerçek ifadesi emekçilere ödetilen ağır bedelde özetleniyor.
OHAL ve KHK’ların tek hedefi işçi sınıfı
Ö
lümden Beter - İhraçlar: KHK’lar sonucu 110 bin 778 kamu çalışanı ihraç edildi. İhraç edilenklerin 3 bin 604’ünün iade edilmesiyle net ihraç sayısı 107 bin 174 oldu. İhraç edilenlerin 4’te 1’ini kadınlar oluşturuyor. Toplam kamu çalışanlarının yüzde 3’üne denk gelen bu rakamlar kamuda büyük bir tasfiye yaşandığı açıkça ortaya çıkıyor. Bu tasfiyenin iki yönü var. Bir yanda 657 nolu yasanın kaldırılması ve kamuda güvencesizleştirilmenin artırılması süreci. Diğer yanda da devletin içerisinde farklı kadroların iç hesaplaşma sonucu tasfiye sürecine eklemlenen topyekün tasfiyeler. Bu iki yön de bir arada var. KHK’lar sonucu Yargı üyelerinin yüzde 27,3’ü, Kamusal idare üyelerinin yüzde 19,3’ü, Emniyet’in yüzde 8,7’si ve TSK’nın yüzde 4,4’ü ihraç edildi. Bu oranlar iç hesaplaşma tasfiyelerinin boyutu ve devlette eski ortakların kadrolaşması hakkında fikir veriyor. Fakat bu sürecin yanında 4 bin 218 KESK üyesinin de ihraç edilmesi ve 386 akademisyenin “Barış” istedikleri için uzaklaştırılması geniş bir ‘devleti yeniden fetih operasyonu’ olduğunu gösteriyor. Diğer yandan da çıkarılan kadrolu personelin yeri sözleşmelilerce doldurulmaya çalışılarak güvencesizleştirme kamuda yaygınlaştırılıyor. Taşerona Kadro Yalanı: Büyük vaatlerle gelen Taşeron İşçiler İçin Kadro sözlerinin ne kadar boş olduğu zaman geçtikçe anlaşıldı. Önce kamusal alanda Kamu
İktisadi Teşebbüsleri (KİT) ve kamu kurumlarında çalışan taşeron işçileri kapsam dışında bırakıldı. Belediye işçileriyse emekli olup çalılşamaya devam edenler, emekliliğe hak kazananlar, eski hükümlüler, her kurumun kendi belirlediği haksız sınavlar ve hangi sebeple elendiği belirtilmeyen muğlak güvenlik soruşturmaları gibi elemelerle ayıklandı. Geriye kalanlarsa kadroya geçmek için önce eski dava ve haklarından feragat etmeye zorlandı. Ardındansa kadroya alınsalar da aynı şartlarla aynı ücretlerle çalışmaya mahkum edildi. Böylece Taşerona Kadro Kampanyası fare doğurdu. Kadroya alınanlardan misliyle fazlası sözleşmeleri feshedildiği için işsiz kaldı. Kadro alabilenlerse uğradıkları hak kaybı sonucu zararı çıktı. İşçi Sınıfının Sayısal İfadeleri: Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) rakamlarına göre üye ülkelerin haftalık çalışma saatleri 40,4 iken Türkiye işçi sınıfı 49,3 saat çalışıyor. Bunca fazla mesaiye, fazla saate rağmen alınteriyle yaşayanların yüzde 70’i geçinemediğini söylüyor. İşsizlik bir dipsiz kuyu gibi derinleşiyor. TÜİK’in resmi rakamlarınca bile yüzde 12 olan işsizliğin gerçekte kaç misli olduğunu tahmin etmek zor değil. Her 4 gençten 1’i işsiz, çalışanlarınsa 3’te 1’i sigortasız ve güvencesiz. İşçi Sınıfı OHAL’de Can Veriyor: OHAL Türkiye’si iş cinayetleri ve meslek hastalıklarında
dünya üçüncüsü ve Avrupa birincisi. AKP iktidarı boyunca 20 binden fazla işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. OHAL’le beraberse iş cinayetleri yüzde 9 artış gösterdi. Yalnızca OHAL süresince 21 Temmuz 2016 - 31 Mart 2018 arası en az 3 bin 775 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. İş cinayetleri önlem alınmak yerine ‘fıtrat’ ve ‘kader’ denilerek geçiştiriliyor. İş cinayetlerinin önüne geçmesi için 2012 yılında yasalaşarak yürürlüğe girmesi gereken ‘İş Sağlığı ve İş Güvenliği Uzmanlığı Yasası’ önce 2016’ya, ardından 2017’ye ve son olarak da 2020’ye ertelenerek yeni iş cinayetlerinin önü açıldı. Ayrıca tüm bu ertelemler esnasında da yasa iyice budanarak neredeyse etkisiz hale getirildi. 10’dan fazla eleman istihdam eden şirketlerin işçi ve iş güvenliği uzmanı istiham etme zorunluluğu 50’den fazla eleman istihdam edilmesine çekilerek esnetildi. Burada
açığa çıkacak boşluğunsa yerini patronun kendisinin alacağı ya da işçisine aldıracağı eğitimlerin geçmesi bekleniyor. İşçi sınıfı gözgöre yine ölüme, yaralanmaya mahkum ediliyor. Patronların En Güzel OHAL’i: OHAL’in işçi düşmalığını bizzat sahibinin ağzından duyabiliyoruz açıkça: “Bir tane fabrikada grev söz konusu mu? Böyle bir şeyde anında müdahalemizi yapıyoruz. Ve OHAL anında bir çözüm kaynağı oluyor.” Yalnızca sözlerde değil AKP iktidarının yasakladığı grevlerle de görebiliyoruz. İkitidara geldiği günden beri 13 grevi yasaklayan Saray, bunlardan 5’ini OHAL marifetiyle yasaklamıştır. AKP iktidarı sonucunda sendikalaşma son 50 yılın en düşük noktasında. Her ne kadar dünya çapında sendikalaşma oranları düşüş gösterse de Türkiye’de bu genel eğilimi aşan bir durum var. 5
‘Kadro’ palavrası emekliyi vurdu
EMEKÇİNİN GÜNDEMİ
OHAL Mengenesi Nasıl Kırılır?
O
HAL emeğiyle geçinen herkesi hedef alıyor. Fabrikadan okula, sokaklardan evlere her yere sızıyor. OHAL yüzünden konuşamaz, yazamaz ve düşünemez hale geliyor bu toplum. En ufak itirazlar dahi OHAL kalkanına çarpıyor. Toplumun sesini çıkarmasının ve hatta nefes almasının önündeki bütün yollar bir bir kapatılıyor. Bir toplum böyle uzun süre yaşayamaz, ‘toplum’ halinde kalamaz. Yaklaşan ekonomik yıkımla beraber baskılar iktidar cephesinde bozulma ve belki de bir restorasyon, geriye dönüş yaratır diye beklemek boşunadır. 21. Yüzyıl’ın emperyalizminin yönetim biçimi burjuvazinin kendi inşa ettiği kurumları dahi ıskartaya çıkarttığı başkanlık rejimidir. Başkanlık işçi ölümlerini örter, başkanlık ihaleleri garantiler, başkanlık uluslarası işgallere sorgusuz sualsiz destek çıkar... Seçimlerden mevcut iktidarın yenilgisi gibi bir sürpriz çıksa bile, yeni oluşacak iktidarın işçi sınıfı için getireceği hiçbir sürpriz yoktur: Sermaye egemenliği pekişecek, ülke kaynakları daha fazla emperyalizmin denetimine girecek, güvencesizlik ve sendikasızlık bir kaide olmaya devam edecektir. Bu şartlar altında devrimci görev uzun vadeli düşünen bir strateji oluşturmak ve buna uygun adımlar atmaktır. İşçi sınıfını ve onun çevresinde emeği, halkçılığı merkez alan bir kampanyadan yola çıkarak OHAL’in kaldırılması öncelikli hedef olarak belirlenmelidir. İşçi Sınıfı patronlarla mücadele ettikçe, OHAL’le yüzleşecek, OHAL’le yüzleştikçe patronlara karşı bir araya gelecek. Mücadele deneyimi sınıfın da sınıf devrimcilerinin de bu sıkışmışlıktan çıkış yolu haline gelebilecek... Çıkış yolunun uzandığı güzergah ise, işçi sınıfının gerçek sendikal örgütlerini yaratmayı gerektiriyor. İşçi sınıfı örgütsüz olduğu sürece, hem geçmiş kazanımlarımızı yitireceğiz, hem de yeni kayıplara uğrayacağız. Sendikal örgütlülük çabasına koşut olarak, gerçek bir işçi sınıfı partisinin devrimci temellerde inşa edilmesini hedeflemeliyiz. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada işçi sınıfı ile emperyalizm ve sermaye arasında büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyoruz. Bu hesaplaşma aynı zamanda insanlığın ve hatta gezegenin kaderini belirleyecek. Ya işçi sınıfı ve sosyalizm kazanacak ya da hep beraber büyük bir felakete sürükleneceğiz...
6
T
aşeron işçilerinin göstermelik kadroya alınması daha önce emekli olmuş işçileri de vurdu. Yıllarca çalışıp emekli olmuş ama geçinebilecek ücretten yoksun emekçiler tekrar çalışmak durumunda. Ama getirilen KHK ile taşerona bağlı çalışan emekliler prim gününü doldurdukları için işlerinden
oldu. Emekli olup iş arayanların sayısı her gün artmakta. DiskAR verilerine göre 2017 yılında her 100 emekliden 48’i iş aradığını ifade etmiş durumda. Emekliler sosyal güvenlik hakkına sahip oldukları gerekçesi ile daha çok kayıt dışı çalışmaya zorlanıyor.
Akkim patronunun yüzsüzlüğü!
“B
oyalar, vernikler ve müstahzarları kategorisinde ihracat üçüncülüğü ödülünü de aldık. Akkim Yapı Kimyasalları olarak, 5 kıtada 112 ülkeye gerçekleştirdiğimiz ihracatla, büyüyen Türkiye’nin küresel gücü olmaya devam ediyoruz” dedi Akkim patronu... (03.04.2018) Aynı patron mahkemede ise ekonomide yaşanan küçülmeden dolayı işçileri işten çıkardığını söyledi!..
İstanbul Hadımköy’de bulunan Akkim Yapı Kimyasalları Fabrikası’nda çalışan 22 işçi, ‘küçülme’ adı altında sendikalı oldukları gerekçesiyle 31 Temmuz 2017’de işten çıkarıldı. Sonraki farklı zamanlarda işçi çıkarmaya devam eden fabrika yaklaşık 100 işçinin işine son verdi. Bunun üzerine direniş kararı alan işçiler, fabrika önündeki eylemlerini sürdürüyor ve işe iade için açtığı davaların sonucunu bekliyorlar.
Yandaş değilsen iş-miş yok!
E
ge Üniversitesinde çalışan ve güvenlik soruşturması gerekçesiyle kadroya geçemeyerek, işsiz kalan 87 Genel-İş üyesi rektörlük binası önünde oturma eylemine devam ediyor. Diyarbakır’da ise tam bir kıyım yaşanıyor. Bağlar Belediyesinden 255, Büyükşehir’den 242,
Kayapınar’dan 190, Sur Belediyesinden 42, Yenişehir Belediyesinden 52, Ergani Belediyesinden 56 olmak üzere toplam 500’e yakın işçinin kadroya geçişi engellendi. Adana büyükşehir belediyesinde ise 1000 işçi bu konumda ve belediye ile işe alım görüşmeleri sürüyor.
AKIN REÇBER, MAYIS 1996 kın Reçber, hareketimizin Ankara gecekondularında hızla büyüdüğü 1995 senesinde, 17 yaşında genç bir emekçi iken devrimci mücadeleye katıldı. Yiğitti. Gözü pekti. 1996 1 Mayısı’nda İstanbul’da olma kararı gereği Ankara’dan yola çıkan yoldaşlar arasında o da vardı. İlk kez İstanbul’a gidecekti... Akın, Yenimahalle’nin yukarısında, Şentepe bölgesindeki gecekondulardan yola koyulan ekiple birlikteydi. Kadıköy’de toplanan korteje katıldığında da bir sorun yaşadık. Alana girişte üç yoldaşımız “yasadışı pankart, bildiri ve kuşlamalar” nedeniyle gözaltına alındı. 1996 1 Mayısı kanlı başlamıştı; henüz yürüyüşün başlarında katiller iki devrimciyi öldürdü. Aynı sıralarda gözaltına alınan yoldaşlarımızı almak üzere harekete geçen ekibin içinde Akın Yoldaş da vardı. Polis ateş açmaya başladı. Buna rağmen gerilemedik. Ateş aça aça kaçan polislerin arasından, polis aracından üç yoldaşımızı aldık. Ardından Kadıköy’de başlayan çatışmalarda bir devrimci daha katledildi. Kitle hareketinin gösterdiği tepkiyle dağılan polis kuvvetleri alanı terk ederken, kortejimiz disiplinini bozmadan eylemini tamamladı. Ne var ki, eylem sona erdikten sonra, arbede esnasında kortejden ayrılmış olan Akın Yoldaş Kadıköy’de gözaltına alındı. İfade vermeme tavrı nedeniyle ağır işkenceler gördü. İşkenceciler Akın yoldaşı kum torbalarıyla dövüyordu. Ciğerleri tahrip olmuştu... Akın yoldaş, serbest bırakıldıktan sonra, Ankara’ya döndü. Senatoryum’a gitti fakat doktorlar onun derdini anlamadı. Evine yolladılar... Akın da, ‘Şentepeliler’in diğerleri gibi, ‘canına gaddar’dı; şikayetinden bahsetmedi. “Nasılsa geçer” dedi. Fakat ciğerlerinin durumu kötüleşti. Gözaltından salındıktan kısa süre sonra, 20 Mayıs 1996’da aramızdan ayrıldı. 1996 1 Mayısı’nda, alanda katledilen üç devrimcinin ardından, toprağa düşen dördüncü kızıl gül oldu. Burjuvazinin işkencecileri onu bizden koparmıştı. O, burjuva diktatörlüğünün alaşağı edilerek, yerine emekçiden, yoksuldan yana, devrimci bir işçi iktidarı kurma gereğini kavramış mütevazı bir devrimci, hayatını çalışarak kazanan gencecik, 18 yaşında bir emekçiydi. Akın yoldaşı mücadelemizden koparmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Onun anısı her geçen yıl daha da güçlenerek aramızda yer alacak. Adı hep bayrağımızda yazacak...
A
ABDÜLKADİR DEMİR, NİSAN 2014 azı yaşamlar vardır, süresi asra yaklaşır ancak geriye insanlık adına bir şey bırakmaz. Bazı ölümler ise ne kadar zamansız ve erken olursa olsun, kısa geçmişine rağmen geleceğe dair büyük bir miras ve çözümü zor gibi görünen toplumsal sorunlar için ipuçları ve umut tohumları bırakır. Abdülkadir Demir, bilinen adıyla Kadir Hoca bir yaşam ustasıydı... O çözümlemelerini teorik ifadeler ve formüller yerine hayatın gündelik pratiği ve onun dönüştürülmesindeki somut adımları üzerinden yapardı. Bu yanıyla, Dietzgen’e benzer. Nasıl bir kundura ustası materyalizmin temel sorunlarına kalıcı çözümler üretmeyi başarmışsa, Kadir Hoca da yaşama karşı getirdiği pratik çözümleriyle benzer bir etki bırakmayı bildi. Bu yüzden de pek çok yoldaşı için o, ‘hayatı kolaylaştıran adam’dı. Üç kez faşist saldırıya uğrayıp dokuz kurşun yarası almasına rağmen hayatta kalmayı başaran, ancak yakalandığı amansız hastalığa boyun eğen Abdülkadir Demir yoldaşı, bilinen adıyla Kadir Hoca’yı Nisan 2014’de toprağa verdik. 58 yıllık yaşamının 42-43 yılını sosyalist hareketin içinde geçiren Kadir yoldaşın hayatı, solun son 50 yılının da bir özeti gibidir. İlk olarak70’li yıllarda Halkın Kurtuluşu ile yolları kesişen Kadir Hoca, ilk pratik deneyimlerini bu çevrede yaşadı. 1977 1 Mayıs’ı ve ardından yaşananlar, hareketin bölünmesine yol açarken, bu süreçten, önce Devrimci Proletarya hareketi çıktı. Yaşanan ortak sıkıntıları dile getirmesine rağmen, çözüm konusunda gerekli adımları atmakta yetersiz kalınınca, bu hareket de diğerleri gibi bölünmekten kurtulamadı. Yapılanma süreci ilk büyük kesintisini 12 Eylül ile yaşadı. Kadir Hoca önce 45, ardından 90 günlük askeri sorgulardan sır vermeden çıktı. Sonra, Enternasyonal süreci başladı. Kadir yoldaş hayatının son döneminde çok önemli görevler üstlendi. Enternasyonal’in Türkiye’de inşası için büyük bir çaba harcadı. Onun bu süreçteki rolü niteliksel olarak ayırt edicidir. Varlığı ve liderliği hepimize güven vermiştir. İstisnasız her bir yoldaşımızın sevgisini ve saygısını kazanan Kadir yoldaş, hepimizin ‘Kadir Hoca’sı olmuştur. Hiç kuşkusuz, onun aramızdan ayrılışı, yeri kolay kolay doldurulamayacak bir boşluk yaratmıştır. Kadir yoldaşın anısı mücadelemizde yaşayacak...
B
7
Patronlar iktidara talimatı veriyor:
TAŞERONA DEVAM!
P
atronlar örgütlü, sendikaları var. Patron örgütü TİSK sermaye devletine “Günümüzde artan rekabet, işletmeleri en verimli üretim şekillerine yönlendirmektedir. Dış hizmet kullanımı (outsourcing/Taşeron) ile işletmeler yaptıkları bazı işleri uzman kurumlara aktarmakta ve bu şekilde maliyet ve zaman tasarrufu elde etmekte, üretimde etkinlik ve kalite yükselişi sağlamaktadır. İşletme bu yöntemle, tüm enerjisini uzmanlık konuları üzerine yönelterek verimliliği ve rekabet gücünü artırmaktadır. Alt işvereni reddetmek ya da kabul eder gibi görünüp getirilen kısıtlamalarla uygulanamaz hale getirmek hiçbir kesim için çözüm değildir” diye talimat veriyor. Aslında patronlar ne istediğini çok iyi biliyor. Başta maliyet, istihdam kolaylığı, esnek çalışma, kolay denetim, sendikal örgütlülük gerekçeleri ile bu düzeni sürdürmekten yanalar. “Maliyet”i düşük maaş, “istihdam kolaylığı”nı kolay işten çıkarma, “esnek çalışma”yı geçici, parttime mevsimlik ya da çalışma sürelerini aşan mesai olarak; “kolay denetim”i formenin ağzından çıkan küfür, “sendika olmaması”nı da kuralsızlık, işçi cinayeti ve meslek hastalığı olarak anlayalım. Taşeron düzeni yeni ve bize özgü değil. Küreselleşme ile birlikte dünya tek pazar haline geldi ve bu pazara üretim yapılıyor. Sanayi üretiminin düşük örgütlülük düzeyine sahip ve düşük ücretler ile çalışmaya mecbur bırakılan belli coğrafyalara yönelmesi ile bu durumla rekabet etmek ve kâr oranlarını korumak isteyen sermaye düzeni için bu sistem biçilmiş kaftan. Üstelik sosyal devlet düzeni ortadan kalkmış, işçi haklarını savunmak işçilerden bahsetmek eski dünyaya ait kavramlar 8
olarak görüldüğü bir dönemde. Sendikalar gelişen istihdam biçimlerine uyum sağlamamış, bir nevi işçi aristokrasisinin çıkarlarını savunmayı yeterli gördüğü bir dönemde. Net ifade edelim, taşeron düzeni güvencesizliktir, kuralsızlıktır, belirsizlik içinde bir hayat sürdürme mücadelesidir. İşçi sınıfını bölen, aynı iş yerinde dayanışma duygularını zedeleyen işçi sınıfı geleneğine aykırı bir uygulamadır. Bir fark var ki Türkiye’de taşeron düzeni kamu işyerlerine de hakim. Kamuda taşeronda çalışan işçilerin yıllara yayılan ısrarlı mücadeleleri sonucunda hükümet nihayet bir adım atarak çıkardığı KHK ile taşeron işçilerden “belirli” kriterleri taşıyanları kadroya geçireceği düzenlemesinde bulundu ve kurumlara tanıdığı süre 2 Nisan itibari ile doldu. Kadro hakkı elde edildi, peki sonrasında ne olacak, burası pek açık değil. Tabii belirleyici olan vereceğimiz mücadele ve örgütlülük düzeyi olacak. Bize göre gerçekleştirilen, taşeron sistemini yeniden yapılandırarak neredeyse tüm toplumsal üretim ilişkilerine egemen kılınmak istenmesidir. 4 /AB/C/D hepsi birbirinden farklı statü ve bu farklı statü durumları ortadan kaldırılmaya çalışılarak güvencesizlikte eşitlenmeye çalışılıyor. Dillendirilen performans, toplam kalite uygulamaları ve son döneme özgü ihbarcılık ve torpille tüm kamuda çalışan emekçiler tehdit altında. KHK tehdidi statü tanımıyor. Güvenlik Soruşturması ile sol hareketlere, sendikal ve işçi mücadelelerine yakın işçilerin tasfiyesi ile örgütlenme girişimleri en başından engellenmeye çalışılıyor.
Anayasa’da tarifi olan ama kendisi rafa kalkmış sosyal hukuk devletinde bu düzenlemeden faydalanan insanların ücretlerinde ve çalışma koşullarında ne değişecek? Odaklanmamız gereken ve zor olan yer burası. Tabii “yeter ki bir işimiz olsun” mecburiyetinde olanların, yedek işçi ordusunun resmi rakamlarda bile yüzde 15’lere dayandığı bir ülkede bu gerçekten zor ama birliğimiz bunu aşacak güçtedir, buna güveniyoruz. Taşeron düzenlemesi müjde gibi sunulurken işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırılar OHAL ile ivmelenmiş, sendikal örgütlülük engellenir, grevler yasaklanır olmuş. Kıdem tazminatı şu an rafa kalkmış olsa da fona devri için burjuvazinin ısrarı sürüyor çünkü sermaye için önemli bir kaynak oluşturacak. Özel istihdam büroları ile kiralık işçilik, bölgesel asgari ücret tartışmaları önümüzdedir. Sermaye düzeni krizler içinden geçiyor, krizi aşmanın yolunu bu kez beka sorunu, milli güvenlik vb. laflarla işçi sınıfına yüklüyor. Güvenlik Soruşturması Sürenin dolmasının ardından değişik belediyelerden ve sağlık bakanlığına bağlı üniversite hastanelerinde güvenlik soruşturması gerekçesi ile işçilerin kadroya geçirilmediği haberleri geliyor. Çalışma bakanı bu rakamı 572 olarak açıkladı ve abartılmaması gerektiğini söyleyerek 572 ailenin işsizliğe açlığa bırakılmasını önemsiz olarak görüyor. Medyaya yansıyan rakamlar bu sayının hayli üstünde olduğunu gösteriyor. Çalışma hakkının en temel insan hakkı ve suçun şahsiliği ilkesi hiçe sayılarak bir çırpıda işsiz bırakılıyoruz. Hiç hayale kapılmayalım: Önümüzdeki dönem ekmeğimiz için mücadele dönemidir.