.
.
..
..
ISCI . . SOZU Bülten 2, Şubat 2018
SÖZ İŞÇİNİN
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!
İşçiler ve iktidar
E
Neden işçi çocukları? Kahramanlık nutuklarını atanlar hep zenginler. Oysa savaşlarda hep işçi çocukları ölüyor. Çünkü bütün holding patronlarının, kalbur üstü siyasetçilerin, hatta generallerin çocukları, iş askerliğe gelince ya ‘çürük’ ya bedelli!..
A
frin’e yönelik ‘harekat’ bir kez daha gösterdi: Savaşlarda hep yoksulların, işçilerin çocukları ölüyor. Kahramanlık nutuklarını hep zenginler atıyor ama ölenler hep fukaralar oluyor. Kahramanlık nutuklarını atanların hiçbiri askerlik yapmıyor. İstisnasız bütün holding patronlarının çocukları askerliğini döviz karşılığı yapmış. Koç, Sabancı, Şahenk, Özilhan, aklınıza daha kim geliyorsa, Türkiye’nin en zengin ailelerinin hiçbirinde, ilaç niyetine bir tane bile normal askerlik yapan yok! Sadece onlar mı? Tayyip Erdoğan başta olmak üzere AKP ileri gelenlerinin çocukları ya ‘çürük’ raporu alıp askere gitmedi, ya da yurtdışında çalışıyor görünüp dövizli askerlik yaptı. Tayyip Erdoğan’ın büyük oğlu Burak ‘çürük’ raporlu; küçük oğlu Bilal ve damadı Berat dövizli askerlik yaptılar!..
Yüksek bürokratların, hatta generallerin çocuklarından nizami askerlik yapan kimse yok!.. Ama bütün bunlar kahramanlık nutukları atıyor, “şehit edebiyatı” yapıyor, gençleri ölüme yolluyor ve savaşın kaymağını yine kendileri yemeye çalışıyor! Ense tıraşınızı görelim! Gençlerin kafasını dinci, milliyetçi, hatta ırkçı palavralarla doldurup gönüllü olarak savaşa yollamak dahil her türlü sahtekarlığı yapanlar da bunlar. Bir yandan işsizlik de var. Gençlere asker olup ölüme gitmekten başka çare bırakmıyorlar zaten. Bir de utanmadan, “Gerektiğinde biz de gidip savaşırız” diye nutuk atıyorlar. İşte Afrin, işte dağlar. Laf anlatacağınıza hele bir gidin de ense tıraşınızı görelim! Palavracılar! Unutmayın, savaş sadece işçi çocuklarını öldürür! Savaşa hayır!
konomik kriz ve yoksulluk işçi sınıfını pençelerine almışken, Saray diktası ülke üzerindeki gücünü pekiştiriyor. Saray güçlendikçe yoksulluk ve gelir eşitsizliği artıyor. Saray güçlendikçe patronlar zenginleşiyor ve işçiler geçinemiyor. Saray güçlendikçe evine, ailesine ekmek götüremeyen işçiler bedenlerini ateşe veriyor. Saray güçlendikçe baskılar artıyor ve işçi sınıfı ya iş cinayetlerinde ya da Saray’ın savaşlarında can veriyor. Ocak 2018’de en az 141 sınıf kardeşimiz iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Saray güçleniyor ve biz ölüyoruz. Seçim sonuçları ve rakamları yanıltmasın. Saray’ın iktidarıyla işçi sınıfının gücü arasında ters bir orantı var. Saray’ın bu kadar güçlü olmasının sebebi işçi sınıfının kitlesel örgütsüzlüğü. Sınıfın örgütlenmesi ve örgütlü bir siyasal güç olarak tarih sahnesine dönmesi ise biricik görevimiz. 12 Eylül’den bu yana uygulanan, AKP eliyle bin kat ağırlaşan neoliberal politikalar işçi sınıfını sosyal güvencesizliğe mahkum etti. Yıllar içinde işçilerin tüm hakları gasp edildi. Sonra ücretler düştü, ücretler düştükçe yoksulluk ağırlaşmaya başladı. Alınteriyle çalışan milyonlarca işçi, geçinemez halde. Bunun sebebiyse yalnızca patronların kâr hırsı değil. Saray rejimi ülkeyi yoksullukla yönetiyor. Yoksullar alınteriyle değil sadakayla geçinmeye mahkum oluyor. Bugün milyonlar işsizliğin, yoksulluğun, açlığın pençesinde, uçurumun kenarında sadaka ve biatla yaşamını sürdürebiliyor. Biat ve derin yoksulluk sınıfın örgütlenmesini, politikleşmesini engelliyor. Bir zamanlar sendikal mücadeleyle ve toplu iş sözleşmeleriyle elde edilen hakların yerini bugün biat aldı. Biatla elde edilen biatla korunuyor. Biat ve sadaka yalnızca mücadeleyi değil, geleceği de parçalıyor. Artık biatın yerini mücadelenin, örgütlenmenin alma zamanıdır. Hayatta kalmamızı sağlayan son haklarımızı, kalan son lokmalarımızı korumak için... Emekçilerin ortak derdi gündelik hayatta. Faturalar ve hayat pahalılığı öfkemizi kamçılıyor. Bu öfke yeni bir sıçramanın zemini haline geldi. Sınıfımız örgütlü bir siyasal güç olarak yeniden ortaya çıkmalı, işçi sınıfı iktidar hedefini yeniden önüne koymalıdır. Buraya giden yolun başlangıcı bugün hepimizin görebildiği düşmanlarla, yoksulluk ve hayatta kalmak için verdiğimiz savaşla başlıyor. İşçi sınıfının mücadelesi ve direnişleri aynı zamanda örgütleyicisi olacak. Çünkü mücadeleyle kazanılan mücadeleyle korunur ve mücadele en büyük okuldur. İşçi sınıfı için örgütlenme zamanı!
Sendikaların ve sendikacıların hali Bu sözleri iyi okuyun: “Kimi konfederasyonlar ve sendikalar, ana muhalefet partisini de yanına alarak OHAL’in sendikal çalışmalara olumsuz etki ettiğini ve çalışma yapamadıklarını dile getirip duruyorlar. 28 yıldır profesyonel olarak sendikacılık yapan biri olarak son 15-16 yıldır sendika çalışmaların en rahat yapıldığı yılları yaşadığımızı net bir şekilde ifade edebiliriz... Ayrıca, sendikalı olmayı destekleyen bir hükümet varken, bu denli açıklamaların yapılması neye ve kime hizmet edildiğini açıkça belli etmektedir…”
Y
ukarıdaki cümleler bir Sendika başkanına ait. Kendisi HAKİŞ Konfederasyonu Genel Başkan Yardımcısı ve Öz Taşıma-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Toruntay. OHAL’ de grev erteleniyor, işçilerin eylemleri polis tarafından OHAL bahane edilerek engelleniyor. Cumhurbaşkanı patronlara yaptığı konuşmada “Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade edip izin vermiyoruz” diyor... Peki ‘sendikacı’ Mustafa Toruntay bunları bilmiyor mu? Haber izlemiyor ya da kendi üyesinin dışında olan bitenle ilgilenmiyor mu desek?.. 28 yıldır sendikacılık yapmak nedir? Sendikacılık nasıl bir meslektir, meslek midir? 28 yıl koltukta kalabilmek için bu tür açıklamalar yapmak mı gerek? Mutlaka “iki dönemden fazla yönetici organlarda görev yapılamaz” ilkesini sendikalarımıza kabul ettirmemiz gerekiyor. Sendikacılık yapmayı ne zannediyor ki, en rahat dönemini yaşıyormuş bu arkadaş? Emekçilerin yüzde 33.6’sı kaçak çalışırken, 14 milyona yakın çalışan emekçi arasından sadece 1 milyon 623 bin 638 işçi sendikalarına üye olurken... Bu işçiler sendikalı olmak için kovulmayı göze alırken sendikacılık yapmak rahat tabii! Belki diğer sektörlere yabancı olabilir. Taşımacılık sektöründe çalışan işçilerin sadece yüzde 2.92’sini temsil etmeyi yeterli buluyorsa, işçilerin kendilerine
neden meyil etmediği de açıktır. Yine güzellemesi yapılan taşeron işçilerin kadroya geçirilmesi tepkileri de beraberinde getiriyor. Kendilerine kadro verilmeyen yol işçileri, PTT işçileri ve sağlık işçileri eylemler düzenliyor. İstanbul Belediyesi’nde İSKİ’de çalışan emekçiler taşeron düzenlenmesinden yararlanmıyorlar. Üstelik asıl işi yapmalarına rağmen. En ağır koşullarda çalışan emekçiler kadro talebi ile değişik eylemler düzenliyor. Taşerona bağlı çalışan 2 bin 600 taşeron işçiden 2 bini kadro hakkı için 8-910 Ocak’ta üç günlük dönüşümlü iş bırakarak “İnsan pisliğini çeken bize, bu kadar mı değer veriyorsunuz?” sözleriyle hükümete taleplerini iletmeye çalıştı. Sınıf mücadelesinin, işçilerin mücadelesinin kazanım ile sonuçlanması biraz da gösterilen dayanışma ile ilgili. İşçilerin hakları için dayanışmak için destek ziyaretinde bulunan DİSK Enerji-Sen’in varlığı ise bir başka sendikacıyı rahatsız edebiliyor.
Bize nasıl sendikacı lazım?
B
ize bürokrat, tepeden atanmış sendikacı değil, mücadele içinden çıkacak, kendisi de işçi, kendisi de işçi kadar ücret alan sendikacı lazım. Yoksa patron gibi yaşayarak, müdürlerin-amirlerin-siyasilerin yanında oturarak, onlarla yemeklerde bir araya gelenlerin işçilerin gerçek temsilcisi olmasını beklemek boş hayal olur.
2
Hak-İş’e bağlı Enerji-İş Başkanı Mahmud Altunsoy patronlar ile mücadele etmek yerine eylem alanında işçilerin önünde sadece dayanışma amacıyla bulunan DİSK’e üye emekçiler ile utanmadan tartışıyor. İşçiler ise bu rekabetin yerinin burası olmadığını ifade ederek Mahmud Altunsoy’u dinlemiyorlar. Bu yaptığı ile sendikacı unvanı taşıyan zat bizzat işçilere kendisinin sınıf dayanışmasından zerrece haberi olmadığını göstermiş oldu. İşçiler bir eylemde ve kadro talep ediyor. Görüşecek sorumlu arıyor. Sendikacının derdi başka! Bu sendikacılar ile olmaz, bunu biliyoruz. İşçiler mücadele halinde. Eğer işçilerin güvenini kazanmak gibi bir derdiniz varsa provokasyon yapmak yerine işçilerin mücadelesine önderlik eder, onları yalnız bırakmaz ve görüşmelerin şeffaf bir şekilde yapmasını sağlarsınız. Rekabeti başka zaman sürdürürsünüz, eğer böyle bir derdiniz varsa.
“Sendikacılık yapmak çok rahat” diyordu ya yukarıda başkan. Bu iş Anadolu’da daha da zor. Bir örnekle kapatalım: Karabük’te UMER Haddecilik’te çalışan işçiler olumsuz çalışma koşulları ve düşük ücretler sebebiyle Birleşik Metal-İş’te örgütlendi. Yetkiyi de aldılar. Patron önce işten attı öncü işçileri. Mücadele devam edince kanunsuz lokavt ilan etti. İşçiler direniyor...
İŞÇİ SINIFI VE DEVRİMCİ HAREKET
Nasıl bir işçi sınıfı partisi?
OHAL aslında bu hal!
M
emleket bir buçuk yıldır her üç ayda bir uzatılan OHAL ile yönetiliyor. OHAL’in hukuki ayağını ise Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) oluşturuyor. Bu koşullarda iktidarda her kim olursa olsun, gücü olsun olmasın çok kolay yönetir. Çünkü şimdiye kadar çıkan KHK’ler de gösterdi ki OHAL’in amacı öyle söylendiği gibi FETÖ ile mücadelede iktidarın elini rahatlatmak filan değil. IŞİD zanlısı olarak yakalananlar tez zamanda salıveriliyor. FETÖ’nün finans kaynağı diye lanse edilenlerden içeride kimse kalmadı. Halihazırdaki uygulamalar da gösteriyor ki OHAL’de, KHK’ler de muhalif sesleri kısmak, emekçilerin muhalefetini önlemek için kullanılıyor. Grevler KHK’lerle yasaklanıyor. Gösteri ve miting hakkı fiilen gasp edilmiş durumda. Yazan, çizen, düşünen insanlar tutuklanıyor. Üniversitelerde aydın ve bilimsel namusunu koruyacak bilim adamı bırakmadılar. 70 bine yakın öğrencinin tutuklu olduğu basında yazıldı. Buna rağmen iktidar, kendisine meşruiyet yaratması için tarikatlardan, MHP’den VP’den, BBP’den medet umuyor. Bu yapılar da iktidarın umudunu boşa çıkarmayıp desteklerini esirgemiyorlar. Karşılığında ise, fiili güçlerinin binlerce kat üstünde bir taltif görüyorlar. Tüm bu gelişmelere baktığımızda ülkenin hızla bir kaosa sürüklendiğini görüyoruz. Ekonomik krizin yükü elektrikten akaryakıta, iğneden ipliğe zamlarla halkın sırtına yıkılıyor. Siyasi krizin faturasını emekçiler, aydınlar, öğrenciler ödüyor. Tüm bu faşizan uygulamalar ise OHAL ve KHK’ler ile
yapılıyor. Meclis’in etkisizleşmesine karşı sözde muhalefetin bir stratejisi yok. Aslında öyle görünüyor ki muhalefet de yok. Parti grup toplantılarında liderlerin esip gürlemesi, twitter’de mesaj atılması ve basın demeçleri ile meselenin hallolduğunu sanan bir düzen muhalefetimiz var. Ne iktidara gelmek umurlarında ne de ülke… Halkı aldatıp siyasi iktidarın programını eksiksiz uygulaması için, varsa yoksa bir seçim gündemi ile avunup duruyorlar. Yanılsamalar üzerine kurulan yaşama en büyük desteği muhalefet veriyor. Hiç kimse seçimlerin nasıl olacağına dair kafa yormuyor. Her şey olağanmış, adil şartlarda seçimler olacakmış gibi davranarak halkın tedirginliğini rahatlatma işlevi görüyorlar. OHAL ve KHK’ler ile gidilecek bir seçimin sonucunun belli olduğunu, seçimler olacaksa OHAL’in kaldırılması gerektiğini, aksi halde bu seçimlere katılmayıp halkı uyandırmak için çalışacaklarını ilan eden tek bir muhalif düzen partisi yok. Faşizm hızla kurumlaşıyor ve adına seçim dedikleri sonucu belli meşruiyet ilanı için bütün ülkeyi yakmaya hazırlanırken düzen muhalefeti de susarak ve o koşulları kabul ederek faşizme desteğini esirgemiyor. Ne yazık ki ülkenin hali bu... Bir halk deyimi vardır. Bu hal, hal değil. O halde, OHAL, bu hal olmayacaksa, umut birleşip ciddi bir kitle muhalefeti kurabilmeyi dayatıyor. Ya hayatın dayatmasına uygun davranılır ve bir çıkış yolu bulunur ya da faşizmin zulmünden düşen paya razı gelinir.
S
ovyetler Birliği başta olmak üzere dünyadaki tüm bürokratik işçi devletleri birer birer çöktü. Kapitalizm bu ülkelere yeniden yerleşti. Yerleşti ve insani birer yıkıma yol açtı. Adına bir zamanlar ‘sosyalist’ denen ve kapitalizmin yeniden tesis edildiği bu ülkelerin tamamında ortalama insan ömrü ciddi biçimde düştü, okuma oranı, eğitim ve sağlık niteliksel bir gerileme yaşarken, suç oranı inanılmaz boyutlara ulaştı. Fakat bu vahim sonuçlardan kimse işçilerin iktidarda olmasının faydalı olduğu sonucuna varmadı; tersine, emperyalizmin paralı amigoları büyük bir yaygara kopardı ve sosyalizmin yaşayamayacağı gibi yaygın bir kanı oluştu. Fakat bu genel kanaat geçicidir. Tüm dünyada işçi sınıfı ve yoksullar daha büyük yoksulluklara, baskılara, adaletsizliğe mahkum oluyor, dolayısıyla her yerde mücadeleler artıyor. Biz, cehenneme dönen dünyada yeni bir sol dalganın kaçınılmaz olduğunu düşünüyoruz. İşte bu yeni yükseliş dalgasına hazırlanan, ısrarla işçi sınıfı içinde örgütlenen, işçilerin öncülerini birleştiren, işçi sınıfının iktidarı alması hedefini gözeten devrimci bir programa sahip, demokratik merkeziyetçi tarzda örgütlenmiş ve iç demokrasisini gerçekten işleten bir partiye ihtiyacımız var. Önyargılarımız yok. Sol hareket içinde farklı akımlardan gelen, devrimci ilkelere ve programa sahip çıkmak isteyen dost örgütler olduğunu biliyoruz. Devrimci bir işçi sınıfı partisini bu gerçekliği göz ardı ederek, kendimizden menkul bir girişim gibi görmüyoruz. Farklı geleneklerden geliyor olabiliriz. Bunu bir zenginlik sayarak, sınıfı partisini program ve ilkeler temelinde hep birlikte inşa etmek için elimizden gelen bütün çabayı harcadığımızı/ harcayacağımızı vurgulamak istiyoruz. Önümüzdeki dönem, bu çabanın vücut bulacağı adımları mutlaka atacağız. Evet, şimdi bir çeşit faşizmi devletin tepesinden toplumun tırnağına kadar örgütleme çabası içinde olan kanunsuz bir iktidarla muhatabız. Ama her karanlık gecenin bir sabahı vardır. İşçi sınıfının, kendisini saran yozlaşma ve örgütsüzlük zincirini kıracağı, tekrar ayağa kalkacağı bir sabaha uyanacağımızdan kuşkumuz yok. İşte biz, bütün gücümüzle o güne hazırlanacağız... 3
Yapılan her yurtdışı gezisi halkın sırtındaki yükü biraz daha arttırıyor. Her gezi biraz daha borca sebep oluyor. Eylül 2017 ABD ve Ocak 2018 Fransa gezileri, halkın vergileriyle yapılan siyasi şovlara ve ticari mahkumiyetlere hizmet etti...
KaçAk Saray iktidarını biz besliyoruz! T
ürkiye’de devletin kasası halktan toplanan dolaylı vergilerle dolar. Saray diktası devletle bütünleştiği ölçüde halktan toplanan vergileri yutmaktan öteye gidiyor. Bu vergileri siyasal iktidarının bekası ve şov için saçmaya başladı. Yaptıkları şaşalı ve gürültülü ticari anlaşmalardan, açtıkları savaşlara kadar her yer bizim vergilerimizle besleniyor. Giriştikleri askeri harekatlar ve kurmaya çalıştıkları “uluslararası dengesizlik” dengesinin bir aracı olarak halkın vergileri yalnızca sarayı değil, Arap sermayesinin kasalarından Avrupa bankalarına, Moskova oligarklarından ABD çokuluslu şirketlerine kadar her yeri besliyor artık. S-400: Pahalı Dostluk Türkiye yarım asırdan fazladır kendini NATO kapısına bağlamıştır ve Türkiye burjuvazisi bu durumdan hayli memnundur da, Saray rejimi de öyle. Türkiye devletinin iliklerine dek işlemiştir NATO. Fakat kendisini iktidara getiren dinamikleri aşma, iktidara tutunma mahkumiyeti Saray’ı ve beraberinde Türkiye’yi daha uzaklara savuruyor. Gerek Batı’yla yaşanan hesap-kitap-Zarrab gerginlikleri, gerekse de Ortadoğu’da yaşananlar, Saray’ı Rusya’yla pahalı bir dostluğa itiyor. S-400’ler ve üzerlerinde dönen tartışma da bu pahalı dostluğun somut meyvesi. Aslında bir NATO ülkesi olarak Türkiye 80’lerin sonundan bu yana kapsamlı bir uzun menzilli hava savunma sistemine ihtiyaç duyuyordu. Özellikle de Körfez Savaşı’ndan 4
ve önce Güney Kıbrıs’ın aldığı fakat Türkiye’nin tehditleri sonucu Yunanistan’a devrettiği S-300’lerden sonra bu durum acil bir hal aldı. Bu açıdan Türkiye Rus menşeli hava savunma sistemi alan ilk NATO ülkesi de değildir. O zaman sorun nedir? Sorun bu satın almanın ihtiyacın ötesinde bir siyasal hamle, yanaşma olmasında yatıyor. Türkiye silah ticaretinden çok çekti bugüne dek. Bunda hem bütçenin yüklüce miktarının uzun yıllar NATO envanterinden çıkan ikinci el silahlara harcanması, hem de giriştikleri askeri maceraların tasvip edilmemesi halinde Kıbrıs’ta karşılaşıldığı gibi ambargo ihtimali, neoliberalleşen Türkiye’de ilginç bir sonuç doğurdu. Devlet eliyle desteklenen bir “savunma sanayisi” patlaması yaşandı. Bunda Türkiye’nin uzun yıllardır düşük yoğunluklu çatışmaların içinde ve fazlasının kapıda beklemesiyle, savaşın tatlı kârının tadını alan Türk burjuvazisinin payı var. Bu nedenle bir yerli silah üretme çabası başladı. Bu çabanın bir sonucu da hava savunma sistemi ihalesinde belirdi. İhalede satın alınacak sistemin teknoloji transferinin yapılması öngörülüyor, gelecekte benzerlerinin üretilmesinin önü açılmak isteniyordu. Bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin önündeki tek seçenek ABD yapımı Patriot füzeleriydi fakat bunlarda teknoloji transferi yapılmıyordu, ayrıca ABD kongresi Türkiye’ye böyle bir satışa da sıcak bakmıyordu. Uzun yıllar bu şartlarla sürüncemede kalan
ihale 2015’te birden gündeme geldi: 3,4 milyar dolara Çin’den HSQ-9 füzeleri (S-300 Çin kopyası) alınacaktı, üstelik teknoloji transferi dahildi. Tabii ki kıyamet koptu NATO içinde. NATO’dan dışlanma tehditleri havada uçuştu ve ihale tıpkı ortaya çıktığı gibi unutuldu. Sanki bir deneme gibi. Yerini esas sorun aldı. Uzun süre tartışılan Rusya’yla S-400 alışverişi 15 Temmuz sonrası süreçte hızla kesinleşti. 29 Aralık 2017’de imzalar atıldı. 2,5 milyar dolara iki sistem satın alındı, ilk sistem 2020’de teslim olmak üzere. Pahalı bir alışveriş. Peki bizde bu kadar para var mı? Yok. Değirmenin suyu da Rusya’dan. Ödemenin yüzde 45’i peşin yapılacak, geri kalan yüzde 55’i de yine Rusya’nın Ruble üzerinden verdiği krediyle ödenecek. Anlaşmayla Batı’dan yükselen homurtular yerini öfkeli uyarılara bıraktı. NATO içinde yalnızlaştırılma, yaptırımlar, satın alınan S-400 sistemini NATO hava savunma sistemine bağlamama vb. Madem bağlamayacaktık, neden aldık? Ruslar teknik bilgilerin paylaşılmayacağını, bakımın ordu tarafından yapılsa da teknik işlerin yine Rusya tarafından yapılacağını söylüyor. Madem teknoloji transferi yok, neden aldık? 29 Aralık’taki satın almanın üzerinden bir hafta geçmişti ki bir sözleşmeye daha imza attık. Bu defa 5 Ocak 2018’de Fransa-Almanyaİtalya ortaklığındaki Eurosam’le Hava Savunma Sistemleri geliştirme anlaşması imzaladık. Böylece bu “ortaklıkla” yerli hava savunma
sistemleri geliştirilecek. Madem böyle bir imza atılacaktı, neden ötekini aldık? Aslına bakılırsa ne teknoloji transferi, ne de sistemlerin NATO içinde uyumluluğu Saray’ın umurunda. Türkiye Rusya’ya iktidar rüşveti vermiştir, halkın parasıyla Rus dostluğu satın alınmıştır. Sadece S-400 değil, Nükleer Santral ihaleleri ve daha birçok yerde de böyledir. Alınterimizle alınan bu silah sistemleri de Saray’ı koruyacaktır ki sisteme entegre olmaması, istenen bir durumdur. Alınan sistemler halk için değil ikitdarın bekası için alınmıştır. Çadır Devleti Almanya açısından Türkiye kârlı bir ortaktır daima. Ürettiği silahları daima yüksek sayılarda Türkiye’ye satabilmiştir. Kârlı ortaklık günleri şimdi geride kaldı. Sebebi, Türkiye hızla Saray rejimiyle çadır devleti olma yolunda ilerlerken Alman demokrasisinin “yerinde sayıyor” oluşu. Yerli üretim olduğu iddiasıyla yıllarca boy boy tanıtılan Altay tankı esasında Güney Kore tasarımı olan Black Panther K2 tankının motorsuz kopyası. Tank üzerinde yıllarca çalışıldı
Y
fakat bu çalışmalar sırasında “nasıl olsa Almanlardan motor alırız” denilerek motor üzerinde durulmadı. Almanya ise Türkiye’deki Saray rejimi ile çatışmalar ve toplumdan gelen demokratik baskılar neticesinde Türkiye’yle olan silah ticaretini dondurdu. Bu kararı Avusturya da izledi. Avusturya ve Almanya’yla son dönemde yaşanan karşıklı atışmaların temeldeki nedenlerinden biri de bu durum. Fakat dış politika Saray rejiminde aynı anda bir iç politika aracı olduğu için bambaşka bir hale bürünüyor. Altay tankının motorlarının üretimi ve ayrıca daha önce satılan Leopard 2 tanklarının modenizasyonu Alman burjuvazisi için çok kârlı bir iş. Ortaya çıkan hukuksal engellerin bir anda aşılması için hükümete baskı yapıyorlar. Fakat aynı zamanda Alman vatandaşı gazeteci Deniz Yücel’in açıklanamaz bir şekilde Türkiye’de tutuklu olması Alman hükümeti üzerinde daha büyük bir toplumsal basınca sebep oluyor. Özetle elimizde tank var, motoru yok. Halkın vergileri de bu süre zarfında tankı üretecek olan Koç Holding kasalarına dolmaya devam ediyor!..
Ağanın eli tutulmaz!
apılan her yurtdışı gezisi halkın sırtındaki yükü biraz daha arttırıyor. Her gezi biraz daha borca sebep oluyor. Bunlara bir örnek Eylül 2017 ABD ve Ocak 2018 Fransa gezileri. Her iki gezi de halkın vergileriyle yapılan siyasi şovlara ve ticari mahkumiyetlere hizmet etti. Önce ABD’li Boeing’ten 11 milyar dolara 40 uçak ödemesine imza atıldı. Sonrasında da Avrupa’nın da hatrı kalmasın dercesine
Airbus’la da 25 tanelik uçak alımı sözleşmesi imzalandı. Para sonra ödenecek. Kağıt üzerinde THY’nin yeni uçak alımları yapması gerekliydi fakat karlarının hızla eridiği bu dönemde gelirleriyle ödemesi imkansız olan bu borç anlamsızdır ticari olarak. Açıkça ortadadır ki Saray ABD ve AB’yle ilişkisinde güven teminatlarını verirken ihalelerle de ağızlarına birer parmak bal çalmış; halkın vergileriyle şov yapmıştır.
EMEKÇİNİN GÜNDEMİ
İşçi katilleri!
T
ürkiye’nin AKP iktidarıyla beraber ağır bir utanmazlık dönemine girdiğini söylüyoruz. İktidarın her açıklaması, iktidar mensuplarının her konuşması, yeni bir utanmazlık örneği olarak tarihe geçiyor. Geçenlerde Tayyip Erdoğan, “Biz OHAL’i grevleri engellemek için kullanıyoruz” diye açık açık söylüyordu patronlara. Aslında okuma-yazma bilen herkes için son derece açık bir durum var ortada. Aynısı Mehmet Cengiz denen ırz düşmanı AKP müteahhiti için geçerli. AKP iktidarı, “Milletin a..na koyacağız” diyen bu ırz düşmanının yüz milyonlarca liralık vergi borcunu silmişti. Sadece onun değil, bütün büyük holdinglerin böyle böyle silindi vergi borçları. Niye? İşçinin üç kuruşluk borcu için evine haciz gönderenler, para babalarının borçlarını niye siler? Son olarak, ‘Üçüncü Havalimanı’ ve bağlı yol inşaatında pek çok işçinin yaşamını kaybettiği iddiaları gündeme geldi. Artvin başta olmak üzere memleketin bir sürü noktasında doğayı katleden, işçileri işsiz bırakan ve üstüne bir de katleden Mehmet Cengiz de inşaatın konsorsiyumunda. Dediğini yapıyor! Milleti mahvediyor! İşte bu inşaatta yoğun işçi ölümleri gerçekleşmesi üzerine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından bir açıklama yapıldı. Yeni bir ‘utanmazlık belgesi’ydi bu. Bakanlıktan yapılan açıklamada, özetle, “Yok, o kadar işçi ölmedi, sadece 27 tanecik işçi öldü” dendi! 27 can!.. Abartmayın, 27 tanecik, diyorlar! Bu kez şehitlik edebiyatı da yapamıyorlar tabii. Sessiz sessiz geçiştirmeye çalışıyorlar! Evet, Üçüncü Havalimanı ve bağlı çevre yolu inşaatında, bilinen kadarıyla onlarca işçi iş cinayetine kurban gitti. Hayatını yitiren işçi sayısı konusunda iddialar ayyuka çıkınca, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, hiç utanmadan şu açıklamayı yaptı: “İGA Havalimanları İnşaatı Adi Ortaklığı Ticari İşletmesi’nin yürüttüğü 3. Havalimanı inşaatında, çalışmaların başladığı Mayıs 2015 tarihinden itibaren Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre sağlık sorunları ve trafik kazası vakalarının da yer aldığı olaylarda 27 emekçimiz hayatını kaybetmiştir. İlgili projenin başladığı tarihten itibaren görevlendirilen Bakanlığımız İş Müfettişleri, 3,5 milyon metrekare büyüklüğünde ve 30 bini aşkın çalışan bulunan inşaat sahasında denetim faaliyetlerini aralıksız sürdürmektedir.” Ya! Denetim yapıyorlarmış! Ya bir de denetim yapmasalardı ne olacaktı kim bilir?! Bunlar, patronlarından bakanlığına kadar topu birden işçi katilleridir. Bu katillerden hesap sormak boynumuzun borcudur. 5
KaçAk Saray’a seçim yaması:
SAVAŞ! Saray iktidarının ayakta durabilmek için bir süredir yüzünü nereye, hangi güç odaklarına çevireceğini, kimlerin kapısını aşındıracağını bu denli şaşırmış olması iki gerçeğe işaret ediyor; 1) İktidarını ayakta tutabilmek için ihanet edemeyeceği ilke ve değer yoktur. 2) İktidarının son demlerini yaşamaktadır.
6
B
aşından beri, içeride ve dışarda kurduğu koalisyonlarla ülkeyi yönetmeye çalışan (Erdoğan’ın deyimiyle, pazarlayan!) AKP’nin, bir gün imana gelip yüzünü halka dönmesini ve gerçek bir halk iktidarı olmayı en azından denemesini sınıfsal karakteri nedeniyle zaten beklemiyorduk. İktidarın kim olduğunu, kim için var olduğunu ve çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu halkın bu denklemin neresinde yer aldığını izah eden en nadide açıklamalardan biri daha, geçenlerde Erdoğan ile patronlar arasındaki dayanışmayı ifade eden karşılıklı söylemlerde vücut buldu, malumunuz. Ne demişti Erdoğan? “İşçilerin greve gitme ihtimali olan yerlere OHAL sayesinde müdahale ediyoruz!” Nitekim daha yeni, metal işçilerinin grev kararı yasaklandı. Erdoğan’ın bu jestini nasıl yanıtladı patronlar? “Fabrikamdan istediğiniz kadar işçiyi Afrin’e, savaşa götürebilirsiniz!” Teklif ettiği şey fabrikada üretilen
herhangi bir ürün değil, araç değil, para değil, mal değil. Nedir? İşçi! Maaşını ödeyince sahibi olduğunu sandığı işçinin hayatı! Emek sömürüsü üstüne oturan düzen sahiplerinin, iş (ve suç) ortaklığı yaptığı iktidar sahipleri sıkıştığında işçilerin hayatlarını da bir çeşit rüşvet, kendilerine sunulan imkanların karşılığında bir çeşit diyet olarak masaya sürebileceklerini hatırlatan yakın ve irice bir örnek vakadır bu. Amerika’nın, Büyük Ortadoğu Projesi’ne küçük ortak yapmak üzere onaylayıp desteklediği Erdoğan, ABD sayesinde sıcak ilişkiler kurduğu Avrupa Birliği’nden Arap ülkelerine, Gülen Cemaati’nden liberallere, ulusalcılardan derin devlet artıklarına, TÜSİAD’dan Anadolu kaplanlarına bir çok güç odağının desteği ile donandığı günlerde, üstüne pek oturmasa da “demokrat” rolü ile ortalıkta boy gösterirken, arkasındaki güç odakları dağılmaya başlayınca panikleyip bu rolü bıraktı. Astığı astık kestiği kestik bir diktatörlük
macerasına soyundu. Ne var ki, Saray iktidarının ayakta durabilmek için bir süredir yüzünü nereye, hangi güç odaklarına çevireceğini, kimlerin kapısını aşındıracağını bu denli şaşırmış olması iki gerçeğe işaret ediyor; 1) İktidarını ayakta tutabilmek için ihanet edemeyeceği ilke ve değer yoktur. 2) İktidarının son demlerini yaşamaktadır. Bugüne kadar, içeride ve dışarda mahkum olduğu koalisyon ihtiyacını karşılayan güç odakları arkasından çekildikçe (veya çıkar çatışmalarının bir sonucu olarak dağıtıldıkça), onların yerine derme çatma tarikatları, fırsatçıları, çeteleri ikame ederek yol almaya çabalayan Saray iktidarı, orasını burasını yamayabilmek için kurmaya çalıştığı dengeler bir türlü istediği sonucu üretmediği ve iktidarının geleceğini garanti eden kalıcı bir formül oluşturamadığı için, son çare, adına “savaş” dedikleri bir küçük işgal denemesine soyundu. Yeri dar. Şimdilik bu kadarına cüret edebildi!
S
Bir küçük işgal girişimi: Afrin
uriye’de Esad’ın varlığını kendi varlığına tehdit gören ama “Emevi Camii’nde namaz” rüyası suya düşen Erdoğan, boyunu hayli aşan bir işe girişti; Afrin işgali. Kendisini Erdoğan’a adamış akademisyeninden köşe yazarlarına kadar Saray eşrafından kimselerin nedenini gerekçelendirmeye aklının yetmediği bu işgal girişiminde Erdoğan’ın en çok güvendiği unsur, Türk Silahlı Kuvvetleri ile “müttefik” gördüğü ve önden otobüslere doldurup cepheye sürdüğü ÖSO (Özgür Suriye Ordusu). Gerçi Erdoğan, Saray’a adanmış kalem erbabının kafasını yormasına gerek bırakmayacak bir illüzyonla tüm gerçekleri ters yüz etmekte çok mahir. Erdoğan’ın bağıra çağıra söylediğine göre, ülkesini “ılımlı İslamcı” IŞİD’den temizlemek için
E
“Devrimci” gaspçı ÖSO!
l Kaide, Feylak El Şam, Nurettin Zengi Tugayları, Ahrar El Şam, Cephet El Şamiyye, Semerkand Tugayı, Sultan Murat Tümeni, Ceyş El Nasır, Fatih Sultan Mehmet Tugayı, Sukur El Cebel, vb gibi bir düzine örgütten bir araya getirilmiş ama daha kendi aralarında müttefik olamamış toplama bir katiller sürüsüdür ÖSO. Sıkıştıkları yerde birbirlerini satıp saf değiştiren, kendilerini var eden eğit-donat programlarıyla silahlandırıldıktan sonra silahlarını güya savaştıkları IŞİD’e götürüp satan, 12 yaşında bir Filistinli çocuğun başını kesip şov yapan ve adına ÖSO denen bu çete artıklarını “yerli ve milli” sayan Erdoğan’ın muradı, herhalde biraz da iç kamuoyunda yükselen muhalif sesleri bunlar üzerinden tehdit edip dizginlemeye çalışmaktır. Bugün Suriye Kürtlerine, yarın size, diyerek! Tabii, bir sürüsünün saf değiştirip YPG’ye teslim olduğu söylenen ve birbirini satmakla meşhur olan bu katiller, zoru görünce bir anda taraf değiştirip Erdoğan’ı Afrin’in orta yerinde yapayalnız bırakmazlarsa. Zira, Erdoğan Zeytin Dalı’yla dişlerini karıştırırken ılımlı İslamcısından Siyasal İslamcısına, selefi cihatçısından El Kaide ve Taliban eskilerine kadar enteresan bir çeşitlilik gösteren ve cephede yaptığı paralı askerlik dışında yağmacılık, kaçakçılık, sivillere yönelik katliam, hırsızlık ve gaspçılığıyla da tanınan bu çete artıkları için Afrin operasyonu “alınmış bir iş”tir, vatan savaşı değil. Kaldı ki, insanlık dışı eylem ve suçlardan müteşekkil örgütlerden devşirilmiş bu katil sürüsüyle bir komşu ülkenin topraklarında icra edilen iş “vatan savaşı”
E
savaşan Suriye Ordusu teröristtir. Dolayısıyla Erdoğan’ın, henüz kısık sesle dahi telaffuz edemediği ama ima ettiği gibi Suriye Ordusu’nu destekleyenler de (yani Erdoğan’ın bir yıl öncesine kadar Şanghay Beşlisi’ne alınmak ve yeni müttefiklik ilişkisini kalıcı hale getirmek için takla attığı, ilişkileri geliştirmek muradıyla masasına konan ne kadar enerji anlaşması varsa hepsini imzalamayı görev bildiği ve ağzına baktığı Rusya ile komşumuz İran da) bu durumda teröristtir. Ancak, daha dün El Kaide’nin Suriye’deki uzantısı El Nusra ile iş tutan, kafa kesip elin toprağında tetikçilik yapmak için ikiyüz dolar maaşla Suriye’de işbaşı yapan ve adına ÖSO denen çete artıkları ise Suriye’nin geleceği için çarpışan “devrimci” vatanseverdir, Erdoğan’a göre!
olamaz. Ne TSK için müttefik saydığı o ÖSO yerli ve millidir, ne de bu Afrin meselesi! İnsanın, verin şuna çok istediği o gazilik ünvanını da, artık ne ülke olarak itibarımız daha fazla yerde sürünsün ne de gencecik insanlar kendilerine ve vatanlarına ait olmayan bu çatışmalarda ölsün, diyesi geliyor. Ancak biliyoruz ki, Erdoğan’ın sıkıntısını bu dindirmeyecek. İktidarının bekası için daha fazlasına ihtiyacı var. Biliyoruz ki, faşizmin gıdası içeride ve dışarıda kan ve savaştır. Sarayların bekası, vatanın bekası diye pazarlanır ve sınıfsal gerçekliğinin farkında olmadığı için toplumun en gerici kesimleri bu sahtekarlığa ilk inanan tabakayı oluşturur. Sonra, insanların bir hiç uğruna ölüme sürüldüğünü ve bunun da er geç hesabının sorulacağını söyleyen siz, biz “terörist” ilan ediliriz! Erdoğan, Kürtleri bahane edip adına savaş dediği bu işgal girişimi için gözüne kestirdiği Afrin’i kendi oyun alanı sanıyor. Menbiç ve İdlib’e açılıp oyunun kurallarını değiştirebileceğini sanması ise olsa olsa “Stratejik Derinlik” günlerinden kalan bir yanılsamadır. İnsanların abartılı ve yanlış iddiaları karşısında şaşkınlık ifade etmek üzere, “ya matematik bilmiyor, ya da hiç dayak yememiş” derler. Menbiç için ABD’nin oradan derhal çekilmesi uyarısını yapan Çavuşoğlu, en azından dört işlemi bilmiyor olabilir mi? Ülke, Saray’ın bekası için böylesine körlemesine bir maceranın peşinde sürükleniyor. Bu ülkenin çocuklarının, işgale kalktıkları bölgedeki sivillerin hayatları pahasına.
Saray’ın yan profilden fotoğrafı: Faşizm
rdoğan için iş daha İdlib’e gelmezden önce Rusya kalkar da Afrin’in kontrolünü YPG’den alıp Suriye’ye, zeytinin dalını da kırıp Erdoğan’a verirse, bu beklenmedik gelişme karşısında Erdoğan, savaş iştahını bastırmak için herhalde bu sefer, ya tekrar içerdeki Kürtlere ve tabi sola karşı kapsamlı bir başka ölümcül oyuna girişecek yada mesela “İlk hedefiniz Güney Kıbrıs” temalı yeni manşetler Afrin hezimetini unutturmak için kan damlatmaya devam edecek.
Bütün bunların, tam da faşizmin karakteristiği gereği vatan, bayrak, millet temalarının arkasına saklanılarak yapılacak olması, iktidarın çaresizliğinin yan profilden fotoğrafıdır. Faşizmi teşhir etmek ve ona karşı mücadeleyi örgütlemek ödevimizdir. Dışardan topraklarımıza yönelik açık bir saldırıya maruz kalmadığımız sürece, İşçi sınıfının altında toplanacağı tek slogan vardır; Savaşa hayır! 7
Depolarda günde en az sekiz saat ayakta çalışıyor işçiler. Hafta sonu mesaisi var. Maaşlar ise asgari ücret seviyesinde...
HAYATIMIZ TAŞERON! E
mekçiler çok farklı sektörlerde çok benzer sömürü süreçleriyle karşılaşıyor. Her bültenimizde farklı işyerlerinden işçi arkadaşlarımızın deneyimlerine yer veriyoruz. Bu hafta deneyimlerini aktaracağımız arkadaşlarımızdan biri, İstanbul’da büyük bir depoda taşeron olarak çalışan bir kadın işçi. Onu dinliyoruz. Şimdi çalıştığın depoda ne kadardır işçisin? Beşinci yılımı doldurdum, altıncı yılıma girmiş bulunuyorum. Çalışma koşulları nasıl? Takriben ne kadar çalışıyorsun? Genellikle günde 8 saat çalışıyorum, genel olarak bu çalışma saati sınırını aşmıyoruz. Ama hafta sonlarında da çalışmak zorunda kalıyoruz. Haftalık çalışma saatimiz 45-48 saat civarını buluyor; buna cumartesi de dahil. Peki hiç fazla mesai olmuyor mu hiç? İşin yoğunluğu gereği fazla mesaiye kalıyoruz tabii. Fazla mesai icretinde şu ana kadar bir sıkıntı görmüşlüğüm yok, yatırılıyor; elbette zorla fazla mesaiye itildiğimiz günlerimiz oluyor. Bazen mesailere gelmeyenlerin isimleri alınıyor ve bu işverenenin elinde bir koz olarak kalabiliyor Çalışma koşullarınız nasıl? Depoda çalışmak bedenen epey yıpratıcı olmuyor mu? Bu durum sağlığını olumsuz etkiliyor mu? İşim gereği hep ayaktayım, 8
bedensel yorgunluğum haliyle oluyor. Şu an pek fazla farketmiyorum ancak ilerleyen zamanlarda sağlığım açısından endişe duymuyor da değilim. Pek çok işyerinde gerek patron, gerekse yöneticiler tarafından ‘mobing’/bezdirme uygulandığı biliniyor. Sen bu tür sorunlarla karşılaştın mı? Bu bakımdan şanslı sayılırım. Elbette zaman zaman sorunlar yaşıyoruz ama böyle bir durumla sistemli olarak karşılaşmadım.
İşyeri revirimiz ve doktorumuz da var. Peki işveren size maaş dışında herhangi bir imkan sağlıyor mu? Hiç bir imkan sağlanmış değil, bugüne kadar hiç görmedim. Çalışanlar arasında dayanışma ve patrona karşı ortak direnç geliştirme eğilimi var mı? Maaşımızı zamanında alamadığımız zaman toplanıp işverenle konuşuyoruz. Karşılığını alamadığımız zaman da kendimizce iş yavaşlatma kararı alıp tepkimizi koyuyoruz. En fazla bunu yapabiliyoruz. İşim gereği hep ayaktayım, bedensel Sendika? Daha fazlasını yorgunluğum haliyle oluyor. Şu an pek sendikayla yapmak mümkün değil fazla farketmiyorum ancak ilerleyen mi? zamanlarda sağlığım açısından endişe Maalesef bizim işyerimizde bir duymuyor da değilim. sendika yok, birden fazla taşeron var içeride. Şu ana kadar sendikalaşma Çalışma performansı diyerek, yönünde bir imkan yaratma gibi bir emekçilerin canını çıkarmaya durum olmadı. İşçilerin bir işyerine çalışıyorlar. Sizde de bu yönde bir sendikayı nasıl getirebiliriz ya da bir ‘performans’ baskısı yok mu sendikalı nasıl olabiliriz sorularına mesela? verecek cevapları yok çünkü bu Tabii ara ara oluyor. Bizde günlük konuda genel bir bilinçsizlik hakim. bir iş limiti belirleniyor. Buna ‘rakam’ Sence en büyük, acil çözüm da diyebiliriz. İşte o rakamın altında bulunması gereken sorununuz ne? kalınınca, işveren tarafından bir tepki En büyük sorun taşeron tabii ki de. geliyor. Taşeron çalışınca maaşlar da haliyle Çalıştığın işyerinde işçi sağlığı düşük, asgari ücret seviyesinde ve iş güvenliği konusunda durum oluyor. Bizde sadece müdür kesimi nasıl? Yeterli tedbirler var mı? kadrolu (beş-altı kişi), diğer nereden Depo işçisi olduğum için iş baksan 300-400 işçinin hepsi güvenliği ve işçi sağlığı konusunda taşeron. Ha, bir de sendikasızlık var mutlaka dikkatli olunmak zorunda. tabii ancak sendikalaşma zeminini Bu konuda durum pek de kötü değil. yaratmak çok güç.
İşçiyi bezdiriyorlar
H
avalimanında teknisyen olarak çalışan bir arkadaşımızın sorularımıza verdiği yanıtlar... Havalimanında ne zamandır çalışıyorsun? Yedi yıldır buradayım. Günde kaç saat ve haftada kaç gün çalışıyorsun? Günde sekiz saat, haftada altı gün çalışıyoruz. Fazla mesaiye sık kalıyor musun, kalıyorsan ücreti ödeniyor mu? Zorla fazla mesaiye yapmaya itiliyor musun? Zorla fazla mesai gibi bir durumla sık karşılaşmıyoruz. Mesaiye kaldığımızda ise ücretler ödeniyor. Herhalde bu durumun nispeten kurumsal bir işyeri olmasıyla ilgisi var. Çalışma şartları nasıl? Çalışma şartlarından dolayı sağlığının olumsuz etkilendiğini düşünüyor musun? Dediğim gibi, daha kurumsal, vitrinde bir işyeri olduğu için çalışma şartları da daha düzgün. Şimdilik herhangi bir sağlık sıkıntısı yaşamıyorum. İş yerinde mobbing/bezdirme var mı? Varsa bu duruma karşı ne yapıyorsun? Bezdirme elbette var. Ne kadar ‘kurumsal’ olursa olsun, bu durumun önüne geçilemiyor ve mobinge karşı bir şey yapılamıyor. O halde, bu baskılar ‘performans’ üzerinden yapılıyor olmalı. Çalışma performansını arttırmaya yönelik baskı var mı? Var. Bezdirme de zaten bununla ilgili. Sürekli bu konuda basınçla karşı karşıyayız. Peki çalışanlar bu konuda bir dayanışma ve işverene karşı ortak bir direnç geliştirebiliyor mu? Ortak bir direnç geliştiremiyoruz. Maalesef dayanışma çok zayıf. Sendika böyle bir dayanışma yaratamıyor mu peki? İşçilerin sendikaya bakışı nasıl? Bizim işyerimizde sarı sendika Çelik-İş örgütlü, işçiler de sendikaya zorla üye yapılıyor zaten. Sarı sendikanın dayanışmayı güçlendirmesi, işçinin sorunlarını dikkate alması beklenmiyor doğal olarak. İşyerinde acilen çözüm bulunması gereken sorunlar ne sence? Benim açımdan en temel sorun yöneticilerin çalışanlara karşı bilinçsiz tavrı ve buna bağlı olarak mobbing uygulamaları. Acilen çözüm bulunması gereken bu...
Ocak ayında iş cinayetlerine 141 kardeşimizi kurban verdik!
O
HAL koşullarında iş cinayetlerinde yaşanan yükseliş devam ediyor. 2018’in ilk ayında kayda geçen iş cinayetlerinde, tespit edilebildiği kadarıyla 141 işçi iş cinayetine kurban gitti. İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi raporuna göre, OHAL/KHK rejiminin yaygınlaştırdığı güvencesiz, esnek ve kuralsız çalışma koşulları altında işçiler yok pahasına yaşamlarını yitirmeye devam ediyor. Ölenlerin tamamına yakını sendikasız çalışan işçilerden oluşuyor! İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporundan bir bölüm şöyle: Yüzde 90’ını ulusal ve yerel basından; yüzde 10’unu ise işçilerin mesai arkadaşları, aileleri, iş güvenliği uzmanları, işyeri hekimleri ve sendikalardan öğrendiğimiz bilgilere dayanarak tespit ettiğimiz kadarıyla Ocak ayında en az 141 emekçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi... • 141 emekçinin 120’si ücretli (işçi ve memur), 21’i kendi nam ve hesabına çalışanlardan (çiftçi ve esnaf) oluşuyor... • Ölenlerin 2’si kadın işçi, 139’u erkek işçi... • 2’si 14 yaş ve altında olmak üzere 5 çocuk çalışırken can verdi... • Savaş nedeniyle yurtlarından gelen 10 mülteci/göçmen işçi yaşamını yitirdi. Mülteci/göçmen işçilerin 5’i Suriyeli, 2’si Afgan, 2’si Pakistanlı ve 1’i Tacik... • Ölümler en çok inşaat, tarım, metal, taşımacılık ve belediye/genel işler işkollarında gerçekleşti... • En fazla ölüm nedeni yüksekten düşme, trafik/servis kazası ve ezilme/göçük • En çok iş cinayeti İstanbul, Bursa, Antalya, Kocaeli, Konya, Adana, Aydın ve İzmir’de yaşandı... • Ölenlerin 11’i (yüzde 8) sendikalı işçi, 130 işçi ise (yüzde 92) sendikasız. Sendikalı işçiler gıda, madencilik, metal, enerji, taşımacılık ve belediye işkollarında çalışıyorlardı... Meclis raporunda ayrıca işçi intiharları da ele alındı. Ağır hayat şartları ve çalışma koşullarının işçileri intihara sürüklediği vurgulanan rapor şöyle: Türkiye’de yasalarımıza göre işyeri içinde gerçekleşen her intihar, nedeni ne olursa olsun ‘iş cinayeti’ kapsamındadır. İSİG Meclisi olarak bizler ise hem yasal mevzuata uyarak işyeri içinde (işe bağlı olan-olmayan) gerçekleşen hem de işyeri dışında salt işe bağlı intiharları da raporlarımıza alıyoruz. Ancak evde, işyeri dışında her yıl yüzlerce işçi intihar ediyor. Çok az bir kısmının iş ile bağlantılı olduğunu saptayabildik ama bu durumda bütün işçi intiharlarının nedeninin araştırılması aciliyetinin de altını çizmek zorundayız... Tespit edebildiğimiz kadarıyla; 2013 yılında en az 15 işçi, 2014 yılında en az 25 işçi, 2015 yılında en az 59 işçi, 2016 yılında en az 90 işçi, 2017 yılında ise en az 89 işçi işyeri içinde (işyeri dışında ise işe bağlı olarak) intihar ederek yaşamını yitirdi. 9
AKP iktidarı altında sosyal ve ekonomik yağmalar...
SERİ CİNAYET DEVRİ
A
KP’nin iktidara bir proje olarak geldiği çokça yazıldı çizildi, buna dair verilerse bu kadar sık dile getirilmedi. İktidara gelişinden bu yana 16 yıl geçen AKP gerisinde bir seri katil gibi ekonomik ve sosyal cinayetlerinin cesetlerini bırakıyor. Bir IMF projesi olarak iktidara hazırlanan AKP, iktidara geldiği günden bu yana bu projeyi adım adım yerine getirdi büyük bir hızla. Bunu yaparken de yalnızca kendisine verilen ekonomik değişim ve devlet dönüşümü görevlerini yerine getirmekle kalmayıp, kendisini iktidara sabitleyecek önlemleri de almaya başladı. Emperyalist ortaklarla kurduğu bu yeni tezgahta, küçük ortağın ufak araklamalarından herkes haberdardı ama neoliberalizme uyum reçetesi uygulandığı sürece kimse sorun etmedi. Bugün gelinen noktada AKP kendisine verilen ekonomik reçeteyi
başarıyla uyguladı. KİT’lerin neredeyse hepsi özelleştirildi, özelleştirmelere karşı oluşabilecek tüm engeller bir bir ya yok edildi ya da aksine ele geçirildi. Sadece bunlarla da kalmayarak AKP gericileşme, rant/yolsuzluk ve saldırganlık arasında bir denge kurdu. Elindeki ekonomik reçeteyi başarıyla uygulayan bir iktidar projesinin tüm görevler tamamnlandığında dağılması beklenir öyle değil mi? Halbuki AKP reçete sonrasına artık hazırdı; Başkanlık sistemi bu başarılı geçmişe dayanarak emperyalist sermayeye yönelik “Bir de şimdi neler yapabileceğimizi düşünün” diyen bir hamleydi. Geçmişte IMF reçeteleri doğrultusunda parsel parsel satılan ülke ve kamu varlıkları, şimdi de başkanlık sisteminin bekası doğrultusunda Varlık Fonuyla satışa hazırlanıyor. Ülke varlıkları peşkeş çekilmeye, halka
Türk Telekom cinayeti
gitmesi gereken paralar ise siyasal iktidarın uluslararası dengede ayakta kalmak için verdiği rüşvetlere dönüştü. Yönetim biçimimiz rüşvet ve ihale dağıtarak iktidara tutunan bir Saray Rejimi haline geldi. Bütün bu ihale, kamulaştırma soygunları ve iktidar rüşvetlerinden geriye kalan ise halkın birikimlerinin yok pahasına peşkeş çekilmesi ve bu yetmezmiş gibi bu soygunlardan doğan zararın yeniden halka ödettirilmesi. Türk Telekom, Tekel, Uçaklar, Hava Savunma Sistemleri ve Köprüler... Çalınan bizim, faturasını ödeyen biziz. İşçi Sözü’nün bu sayısında talan ekonomisinin işlediği sosyal ve ekonomik cinayetlerin birkaçını sıraladık fakat bunlar koca bir listenin bir kısmı. Tablo vahim olsa da hepsini alt alta koyduğumuzda bir mücadele hattının ortaya çıktığını göreceksiniz.
2004’te ihaleye çıkan Türk Telekom’a bu tarihte tüm teknolojik altyapısı, tesisleri ve sektördeki tekel konumuyla 11 milyar 850 milyon dolar bedel AKP’nin 16 yıllık iktidarında içlerinde Türk Telekom, Tekel, Tüpraş biçilmişti. Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin zarar ettiğini iddia eden AKP ve daha nicelerinin de olduğu 72 milyar dolara yakın kamu varlığı elindeki IMF reçetesi uyarınca halka ait, halktan toplanan vergilerle kurulan özelleştirildi. Bunların arasında en büyüğü 6,5 milyar dolarla Türk Telekom ve de fazlasıyla gelecek vaad edip, kâr eden, zarar etmesi imkansız bu kamu oldu. Özelleştirildiği günlerde ülke tarihinin en büyük ihalesiydi ve “ülke şirketinin yüzde 55 hissesini 21 yıllığına “kiralıyordu”. Halka ait böyle kritik ekonomisine katkı sağlamak” amacıyla yapıldığı söylenmişti. Ne var ki, bir kuruluş satılmamalıydı fakat bu kiralama aslında düpedüz bir peşkeş bugün rakamlara bakınca hiç de öyle görünmüyor. Satılmasının üzerinden satışıydı, altın yumurtlayan tavuk kesilecekti. geçen 13 yıldan sonra ortaya çıkan Türk Telekom tablosu tam bir ekonomik İhale sonuçlandı ve Türk Telekom’un yüzde 55’i 11 Kasım 2005’te Oger cinayet örneği. Telekom’a yok pahasına bir bedele, 6 milyar 550 milyon dolara satıldı. 3 Kasım 2002 seçimleriyle iktidara gelen AKP daha iki ay dolmadan 31 Satış bedelinin yüzde 20’si olan 1.3 milyar doları Oger Telekom nakit olarak Aralık 2002’de Türk Telekom’a özelleştirme ihalesine hazır olma talimatını ödedi hemen. Geri kalanını da karşılığında satın aldıkları Türk Telekom’u göndermişti bile. AKP iktidarından da önce Türk Telekom’u satma girişimleri göstererek Türk ve dünya bankalarından aldıkları kredilerle ödeyeceklerdi. olmuş fakat hepsi önce yargıdan dönmüş, sonrasındaysa 2000’li yılların Ülkenin en değerli kurumlarından birinin yüzde 55’i 6.5 milyar dolara siyasi belirsizliğinde talep görmemişti. Sonraki yıllarda Çiller, Türk Telekom’u satılmıştı. Geri kalan yüzde 45 hisse ise Hazine’ye devredildi. Yönetim iki kat fiyata satabileceklerini fakat yapamadıklarını söyledi. Aslında AKP’ye Kurulu 6’sı Oger’den, 4’ü kamudan 10 yöneticiyle devlet kendi kurduğu Türk iktidar yolunu açan ve iktidarını kurma imkanını sağlayan zeminin de bu Telekom’un küçük ortağı haline geldi. “Ülke ekonomisine katkı” lazımdı ve şekilde oluşmaya başladığı görülebilir. bu paranın ödenmemesi de imkansızdı. 10
Değirmenin suyu... Oger Telekom, Lübnanlı Hariri ailesine ait bir şirket. Şirketin kurucusu ise suikaste kurban giden eski Lübnan başbakanı Refik Hariri. 70’li yıllarda kurduğu inşaat şirketini Suudi Arabistan Kraliyet ailesine yaptığı saray inşaatlarıyla zenginleştiren Refik Hariri, ileriki süreçte Suudi Arabistan’ın Lübnan ve Ortadoğu’daki askeri haline geldi. Servetini Suud ailesinin petrol zenginliğiyle doldurduğu şirketlerle ortaklaştırdı, bu geniş serveti başka yatırım alanlarında ve Lübnan siyasetinde değerlendirmeye başladı. Hariri ailesi ve Oger şirketleri Lübnan’ı yağmalamaya başladı. Hatta bu yağmaya 2008’de Suudiler de bilfiil katıldı ve Oger’in yüzde 35’ini 2.6 milyar dolara aldı. Yani IMF reçetesi gereğini yerine getiren AKP daha o tarihlerden itibaren örtülü ve açık Suudi sermayesiyle iktidar bağları kurmaya başlamıştı. Özelleştirmeden sonra her türlü kolaylık yapıldı, her şeye göz yumuldu. Kurumlar vergisi yüzde 30’dan yüzde 20’ye indirildi. Şirkete ait borçları piyasadan toplamakla kalmayıp şirkete ait ne varsa elden çıkarmaya başladılar. Binalar, arsalar hatta depolardaki kablolar bile satıldı. Özelleştirmeden sonra toplam 22 milyar lira kâr etti Oger. Bütün bu tatlı paralar kâr payı olarak hesaplara geçti ve yurtdışına çıkarıldı. Türk Telekom, Oger için dikensiz gül bahçesi halindeydi. Sektöründe tekel olan, altyapısı dünya standartlarında bir kurum para basıyordu. Peki ama borçlar? Borçlar ödenmiyordu. Şirket hisselerini rehin ederek aldıkları kredileri 8 yıl boyunca kâr etmelerine rağmen ödemediler. Şirket 2013’te borç yapılandırmasına gitti. Türk Telekom’u satın almak için aldıkları kredileri yeniden yapılandırdılar ve ayrıca 30’a yakın Türk bankasından 4.75 milyar dolar kredi aldılar. Peki bu sefer kredilere karşılık ellerinde gösterecek ne vardı? Türk Telekom’un kendisi zaten önceki kredilerle ipotek altındaydı. Elbette halkın vergileri boşuna durmuyordu ve yeni kredilere Hazine kefil oldu. 2013’ten bu yana geçen 5 yılda da bir şey değişmedi. Türk Telekom’a hiçbir yatırım yapmadan kettiği onca kâra rağmen 2013’te aldığı kredilerin taksitlerini aksatmaya devam etti. Eylül 2016, Mart 2017 ve Eylül 2017’de ödemesi gereken her biri 290 milyon dolarlık taksitlerin hiçbirini ödemedi. Bankalar, krediler ödenmeyince Türk Telekom’u borç listelerine ekleyip aynı zamanda bütün bu borçların kefili de olan Hazine’nin kapısını çaldı ve Hazine 2017 Ağustosunda “el koyma uyarısı” mektubunu yollayarak elleri kolları bağlı biçimde çıkacak faturayı beklemeye başladı. Kaynak yaratması için yok pahasına satılan Türk Telekom kâr ettiği halde batmıştır ve halk göz göre göre zarara uğratılmıştır. 2005’te 11.8 milyar dolar değere sahip olan Türk Telekom, özelleştirmeden 13 yıl sonra 2018’de 5.6 milyar dolar değere sahiptir. İhale şartnamesinde söz verdiği yatırımların hiçbirini yapmadıkları gibi yatırım için ayrılması gereken bütçeleri dahi kar olarak yurt dışına kaçırmışlardır. Altyapıda tekel konumunda oldukları için zarar etmeleri imkansızdı ama başardılar. Oger’in elde ettiği onca kara rağmen satılan mülkler, krediler ve diğer yolsuzluklarla beraber Türk Telekom 98 milyar TL zarara uğratılmıştır ve bu zararın faturası halka kesilmek üzeredir
AKP soygunun neresinde?
B
unlar olurken iktidar bihaber değildi elbette. Haberi olanlar arasında tanıdık isimler var; Telekom’dan da sorumlu Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve diğerleri. 10 Kişilik yönetim kurulunda kamuyu temsil eden 4 üye vardı. Neredeydi bu üyeler? Oradaydılar ve de Lübnan-Suud’ların küçük Saad Hariri ve Tayyip Erdoğan ortağı olan AKP yeni ihaleler kovalıyordu. Hazine’ye ait olan yüzde 45 payı da savurmaya başladı. Yüzde 15 oranındaki hisseleri halka arz adı altında neredeyse ikinci bir özelleştirme yoluna giderek 2.8 milyar TL aldı. Sonrasında da geçtiğimiz yıl kurulan Varlık Fonu’na da yüzde 5 hisse daha koyarak satışa hazırladı. Bugün Türk Telekom’da Hazine’nin payı yüzde 25’e kadar indi. BDDK, verdikleri krediyi geri isteyen bankalara ilettiği güvence mesajında “Kredi takibine almayın, ya Hazine alacak ya da Suudiler” dedi. Her iki seçenekte de halk zararı ödemeye mahkumdur. Hazine alacak demek, 6.5 milyar dolara sattığı hisseleri 20-25 milyar dolara alması ve bu paranın tamamen Hazine’den karşılanması demek oluyor. Yahut 8 yıl sonra kira süresi sona erecek olan Oger’in yok yere bedavaya bir süre daha işletmeye devam etmesi demek. Suudilerin almasıysa zaten hali hazırda ortak oldukları Türk Telekom’un ve ülkenin Suudi hanedan sermayesine biraz daha teslim olması anlamına gelecek. Nitekim 2017 sonlarında Suudi Arabistan’da yapılan iç operasyonların faturasının Hariri ailesine de kesilmesiyle ve Türkiye-Katar ilişkilerinden doğan gerginlikle bu ihtimal de gündemdedir. Fakat bankalar elbette bu zararın Hazine tarafından karşılanmasından yanalar. Böylece diğer yanda 2014’te Çukurova Holdinge verilen krediler içinde emsal olabilecektir bu karar. (Bu yazı yazıldığı sıralarda Saad Hariri Ankara’dadır, ilerleyen haftalarda faturamız belli olacaktır) Tüm bunlardan zarar gören yalnızca halkın birikimleriyle var edilmiş bu kurum ve çalınan milyarlarca lira da değil. Bu kurumda çalışan ve hiç bir zarar görmeyecekleri temin edilen 18 bin 500 kişi işsiz kaldı. Birçok kişi de işten çıkarılarak yerlerine yandaşlara iş verildi. Soygun var! Öfke var! Bu ülke özelleştirme politikalarıyla soyulmuştur ve bu özelleştirmelerin her birine baktığımızda aynı tabloyu görürüz. Yok pahasına satılan kurumlar ve fabrikalar; satın alanlar tarafından misliyle tekrar satılanlar ya da satın aldığı fabrikayı çalıştırmak yerine çalışan fabrikayı hurdacıya satıp yerine inşaat yapanlar. Bakınız Tekel, bakınız Seka. Hepsi ve daha niceleri. Türk Telekom örneğinde ve diğer özelleştirmelerde de yaşananlar ekonomik ve sosyal bir cinayettir. Bugün halkın birikimleri Hariri ailesi ile Suud ailesinin banka hesaplarında bulunuyor. Şimdi de biz bankaları ve bu aileleri bir kez daha, biraz daha zenginleştirmek üzereyiz. Türkiye IMF tarafından verilen ekonomik reçetesiyle bugünlere gelen, bundan sonrasını Başkanlık ve Varlık Fonu yoluyla ülkeyi aile şirketi haline getirerek yola devam edecek olan AKP’yle, Saray Rejimi’yle yönetilemez. AKP tek gündemi gericilik olmayan, neoliberalizm iliklerine dek işlemiş ve bu ülkeyi parsel parsel satmaya, iktidarda kalmak için her şeyi yapmaya hazır bir partidir. Karşımızda devletin her kurumunu ele geçirmiş, ekonomik ve sosyal mevzileriyle örgütlü bir düşman var. Biz bu mücadeleye yalnızca haklılığımızın verdiği güvenle devam edemeyiz. Bu sermaye-gerici güruh işbirliğinin karşısına güçlü çıkmalıyız, kalabalık çıkmalıyız, sınıfça çıkmalyız, devrimci önderlikle çıkmalıyız. 11
‘Büyüme’ masalları anlatılırken...
GERÇEKLER KUYRUKTA!
1
1 Aralık tarihinde açıklanan büyüme rakamları iktidar partisini bile sürprize uğratmış, 2017 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 11’lik büyüme ile göğsümüz kabardı açıklamaları ekranları kaplamıştı. Tabii birileri bu büyüme ile gurur duyabilir ama ekonomik büyümenin biz emekçiler için anlamı olabilmesi için yaşamımıza dokunması, geçen yıllara göre refahımızda, ülkenin insani gelişmişliğinde bir artış görülür olması gerek. Yaşanan daralmadan sonra ekonomide bir büyüme yaşanması beklenilen bir olgu. Ama bu büyüme bir türlü istihdamda yaşanmıyor, yaşanan ekonomik büyüme ile insani gelişmişlik bir paralellik göstermiyor. Aslında son 20 yılda gerek dünyada gerek Türkiye’de bu konuda bir paralellik yok. Hükümetin tahminlerine göre 2017 yılındaki büyüme ise yüzde 7. Ama değinmek istediğimiz, ekonomideki büyümenin doğrudan istihdama yani işsizliğin azaltılmasına bir faydası olmadığı. Büyüme ile gururlananlar her ayın 15’inde açıklanan istihdam verilerine bakıp göğüs kabartamıyor. Bir farkla. Bu ay ekim ayı içinde yayınlanan istatistiklere göre işsizlikte geçen yıla göre oransal bir düşüş var ve hemen “istihdamdan iyi haber, istihdam seferberliği işe yaradı” haberleri. Ekim 2017 tarihi verileri ile TÜİK’e göre işsizlikte geçen yıla göre 360 bin kişilik bir azalış yaşandı. İşsizlik oranı yüzde 11,8 den 10,3’e geriledi. Hükümetin hazırladığı orta vadeli programa göre 2015-2017 arasında işsizliği tek basamaklı hanelere indirme, yüzde 9,1’e çekme hedefi başarılı olmadı. AKP yöneticileri bunu biliyor ve bu konuda başarı tablosu sunmak mümkün olmadığı için üst
İŞSİZLİK SORUNU NASIL ÇÖZÜLÜR? İşsizlik çözülmeyecek bir konu değildir. 30 milyona yakın kayıtlı çalışanın bulunduğu bir ülkede ücretlerde kesintiye gidilmeksizin çalışma sürelerinin 1 saat azaltılarak haftalık çalışma süresinin 40 saatten 35 saate indirilmesi bile yeterli olacaktır. Hesabı güçlü olan alsın kalemi hesap etsin. İkinci talebimiz ise her işçiye 1 ay ücretli izin hakkı. Üçüncü olarak kamu istihdamının artırılmasıdır. Özelleştirilen kurumlar derhal kamulaştırılmalı ve kamu yararı gözetilerek istihdam politikaları işçilerin denetiminde belirlenmelidir.
üste istihdam seferberliği kampanyası düzenliyorlar. Ama ekonomide yüzde 11’lik büyüme yakalanırken sevinenler, istihdam artış oranı bu oranın kat be kat altında, yüzde 1,4’lerde kalırken başka masallar anlatma arayışındalar. Net ifade edelim: Şu an itibari ile devletin resmi kayıtlarına göre iş arayan işsiz sayısı 3 milyon 287 bin kişidir. 2000’li yıllardan itibaren tek basamaklı hanelerden yüzde 10-12 bandına yükselen işsizlik her yıl yüzde 7 civarında büyüyen bir ekonomi için kalıcı hale geldi. Aynı istatistiklerde verilen bir rakam var ki gerçekten devlet ciddiyetinden uzak ve inanmak istemeyeceğimiz bir rakam: Kayıt dışı çalışanların oranı yüzde 33.9! Genç nüfustaki işsizlik oranları ise yüzde 19 ile 22 bandında değişmekte ama bu rakamlar sahici değil çünkü birçoğu çırak, stajyer ve kursiyer adı altında sigortalılık kapsamında ve çalışır durumda gözüküyor. İstihdamda yaşanan azalma aslında genç öğrenci emeğinin İŞKUR aracılığı ile düşük ücretle emek sömürüsüne dahil edilmesi sayesinde yakalanmış gözüküyor. 2016 Haziran ayında sigorta kapsamında görülen çırak ve stajyer enternasyonal.org / aylık bülten
sayısı 385 bin 548 iken, 2017 ilk ayında 710 bin 640 ve Haziran’da ise 1689 bin 473 kişi. Üniversite öğrencilerinin durumunu dahil etmekse oldukça zor. Yine TÜİK verilerine göre sanayi üretiminde yüzde 7’lik bir artış yaşanıyor. Yani üretim artıyor, ekonomi büyüyor ama aynı oranda ya da civarında bir azalma yaşanmıyor işsizlik rakamlarında. Çünkü kuralsız güvencesiz çalışma dayatılıyor. Çalışanlar daha fazla çalışmaya zorlanıyor, geçinemeyeceğimiz ücretleri verdikleri için fazla mesaileri kabulleniyoruz. Bu, işsizliği artırırken aynı zamanda işi olanlar üzerinde baskı oluşturup aşırı çalışmayı kabullendiriyor. Her ne kadar işsizliği bitireceğiz deseler de kapitalizm doğası gereği yedek işçi ordusuna, işsiz işçi ordusuna ihtiyaç duyar. O nedenle işsizliği bitireceğiz diyen hiçbir burjuva partisine inanma, oy atma. İşsiz işçilerin varlığı patron için sömürüyü artırmanın güvencesidir. İşsizlik ile sistem, kapitalizmin duraklama ve ortalama refah dönemlerinde işçi sınıfını baskı altında tutar, aşırı üretim ve refah dönemlerinde onların isteklerini dizginler.