ÜÇ AYLIK SOSYALİST DÜŞÜNCE DERGİSİ ÜÇÜNCÜ SAYI | 2009/2010 KIŞ
İçindekiler
Mesafe Yusuf Barman Erol Yeşilyurt Oktay Benol Murat Yakın Lev Troçki III. Enternasyonal Oktay Orhun Dicle Nadin C. Sava/O. Orhun
Bu Sayı Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak Lenin ve Ne Yapmalı? Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı Sınıf, Parti ve Önderlik Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi Şubat Devrimleri Üzerine Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği Sinema ve Siyaset İlişkisi Üzerine Düşünceler
Kış | 2009/2010 -
5 8 32 57 76 85 93 103 108 117
3
Bu sayı
Bu sayı
Mesafe’nin 3. (2009/10 Kış) sayısı, SSCB’de ve Doğu Avrupa ülkelerinde Stalinist diktatörlük rejimlerinin birbiri ardına yıkılmasının simgesi haline gelmiş olan Berlin Duvarı’nın alaşağı edilmesinin 20. yıldönümüne rastlıyor. 1980’lerin başında Polonya’daki Dayanışma sendikasının çevresinde gelişmeye başlayıp aynı on yılın sonlarında, ikiye ayrılmış haldeki Alman proletaryasının birleşmesini olanaklı kılan devasa kitle seferberliklerinin bürokratik diktatörlükleri tarih sahnesinden silmesi, hem dünya işçi sınıfının önünde nesnel olarak yeni bir mücadele ufuğu yaratmış, hem de öte yandan Sol hareket içinde ideolojik ve politik sarsıntılara, örgütsel yıkımlara ve dönüşümlere neden olmuştu. Sermayenin dünya ekonomisini yeni bir çerçeveye ve işlerliğe doğru zorladığı evreye denk düşen bu gelişmeler, neoliberalizmin ideolojik saldırı hamleleriyle de birleşince, sınıfsız ve devletsiz bir toplum seçeneği olarak Sosyalizmin Berlin Duvarı ile birlikte yerle bir olduğu inancı Sol çevrelerde bile epeyce yandaş toplamıştı. Yirmi yıl önce bu günlerde, SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerindeki kapitalist restorasyonun aktif aktörleri olarak seferberlik halindeki kitleler, hatta bizzat bu ülkelerin proletaryası gösteriliyordu. Sol hareketin içine kadar sızan bu anlayış kuşkusuz Marksizmin de köklü bir sorgulanmasını içeriyordu; ama oklar esas olarak Lenin’e çevrilmişti. Kitleleri kendi sınıf devletlerine düşman hale getirecek kadar nefretle yükleyen bürokratik rejimin, Stalinist diktatörlüğün, sorumlusu ve yaratıcısı Lenin’in partisi ve onun altında yatan örgüt anlayışı değil miydi? Böyle düşünenler elbette Troçki’nin, Rus devrimine ihanetle sonuçlanan Stalinist Termidor’un ve bu karşıdevrimin uygulayıcısı ve yararlanıcısı olan bürokrasinin, işçi devletini nasıl kaçınılmaz olarak yıkıma ve kapitalist restorasyona sürüklediğini daha elli yıl öncesinden görmüş ve ona karşı mücadele bayrağını açmış olduğunu anımsamak, bilmek istemiyorlardı. Devrimci Marksistler, 1989 sürecinin kitlelerin işçi devletlerine karşı bir ayaklanması değil, epeyden beri kapitalist restorasyonu başlatmış olan bürokratik ve baskıcı rejimin kendisine karşı devrimci bir kalkışma olduğunu görüyorlardı. Sonuçta bu rejimler yıkıldı, ama kitleler kapitalist restorasyonu önleyemediler. Önleyemediler çünkü bu perspektiften, bu bilinçten, böyle bir programdan yoksundular. Stalinist rejim altmış yıldan beri proletaryanın öncüsünü tamamen ezip dağıtmış, kitleleri yönsüzleştirmiş, onları monolitik ideolojinin ve ona dayalı dikey örgütlenmelerin içinde hapsetmiş, devrimci muhalefeti neredeyse olanaksızlaştırmıştı. 1989 devrimleri bu rejimleri yıktı, ama devrimci önderliğin, yani Leninist partinin yokluğu (ya da zayıflığı) nedeniyle, işçi devletlerini proleter demokrasisi temelinde yeniden kurabilecek bir sürekliliğe ulaşamadı.
Kış | 2009/2010 -
5
Bu sayı 1989’un Sol hareket açısından yeni bir milat oluşturduğunu söyleyebiliriz. On yıllardan beri kendilerini “devrimci hareket” olarak ilan etmiş olanlar Stalin posterlerini, “kızıl kitapları”, gerilla kıyafetlerini sandığa kaldırdılar; ama bununla da kalmadılar, Stalinizmin aslında Leninizmin doğal bir takipçisi olduğunu ilan ettiler! İhanet, teslimiyete dönüştü; karşılığında ise burjuva demokrasisi kurumlarına giriş biletleri alındı. Bunun yeni işçi, emekçi ve gençlik kuşakları üzerinde yarattığı ideolojik ve politik tahribat elbette ağır olacaktı. Devrimci partilere ve akımlara güvensizlik yaygınlaştı, bireysel kurtuluş felsefesi egemen hale geldi, burjuva demokrasisi sınıf karakterinden soyutlanıp evrenselleştirildi ve kurtuluş her toplumsal kesimin ihtiyaçlarının toplamında, “hareketlerin hareketinde” aranmaya başladı. Yusuf Barman’ın “ideolojik kasırga” olarak adlandırdığı bu süreç sınıfsız toplum biçimi olarak Sosyalizme ve onun kurucu gücü olan proletaryanın öncü rolüne inanmayı sürdüren kesimleri de etkiledi. “Toplumsal muhalefet akımlarını” bir cephe ya da parti içinde “kapitalizme karşı” birleştirmenin kuramları ve uygulamaları yaygınlaştı. Barman, bu girişimlere ilişkin bazı dünya deneyimlerini ayrıntılı olarak inceliyor Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak adlı makalesinde. Bu deneyimleri sonuçlarıyla birlikte ele aldıktan sonra, bunların dayandığı federalist parti, parti olmayan parti, yeni türden cephe gibisinden anlayışları gerçekliğin dayattığı Leninist partiye olan ihtiyaçla karşılaştırıyor. Ulaştığı sonuçları, Troçkistler olarak “Ortodoksluğa devam” sloganıyla özetlenebilecek bir çerçevede işliyor. Stalinizm bir dünya politik akımı olarak tarih sahnesinden silindi, ama Marksizm ve Leninizm üzerinde yarattığı tahribat, günümüz Solunda farklı biçimlerde de olsa sürüyor. Barman’ın incelediği “yeni parti” deneyimleri bir bakıma Stalinizmin Lenin’in parti anlayışı üzerinde yarattığı çarpıtmaların doğrudan ya da tersinden çıkarılan sonuçlarına dayandırılıyor. Bu bakımdan, Erol Yeşilyurt’un Lenin ve Ne Yapmalı? makalesinde ele aldığı konuların yeniden tartışılması, devrimci partinin inşasında büyük önem taşıyor. Yeşilyurt, çağdaş devrimci parti anlayışında bir dönüm noktası olan Lenin’in Ne Yapmalı? adlı yapıtının önemini yazıldığı somut koşullarda inceliyor; bu yapıtta ele alınan sınıf bilinci, öncü anlayışı, parti-kitleler ilişkisi, profesyonel devrimcilik, hegemonya, gibi kavramları, bunların üzerinde yapılan tahrifatlardan ve çarpıtmalardan ayıklayarak Lenin’in bunlara ayırdığı gerçek yere tekrar yerleştiriyor. Oktay Benol, Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası başlıklı makalesinde, bizim topraklarımızdaki Leninist devrimci parti inşası çabalarını, güncel krizin sınıf mücadelesi üzerinde yarattığı etkiler bağlamında işliyor. Ama bugünkü ekonomik ve mali kriz sadece son iki yılın bir ürünü değil; bu krizin temelinde neredeyse otuz yıldan beri sürdürülmekte olan neoliberal politikalar yatıyor. Bu politikaların, proletaryanın önderlik krizinin de ağırlaşmasıyla birlikte, işçi hareketi içinde doğurduğu olumsuzlukların, emekçi halkın mücadelesinde yol açtığı gerilemelerin, elbette bu arada sendikalarda neden olduğu zayıflamanın bilançosu yapılmadan, devrimci partinin inşasının dayandırılacağı taktikleri ve sloganları belirlemek imkânsız. Benol’un makalesi, bu bilançonun yapılması açısından önemli bir katkı sunuyor bizlere. Leninist parti ve onun inşası sorunlarının incelendiği bir dosyada kuşkusuz Nahuel Moreno’ya değinmemek, ondan yararlanmamak mümkün değil. Murat Yakın, Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı başlıklı makalesinde, bu parti inşası kuramcısı ve ustası yoldaşın, dünya ölçeğinde yetişen binlerce kadronun ve militanın yararlandığı öğretisinden partiye ilişkin başlıkları ele alıyor ve bizlere aktarıyor. II. Dünya Savaşı sonrası Troçkizminin yeniden canlanmasında ve kitlesel devrimci partiler halinde vücut bulmasında büyük katkıları olan Moreno’nun 25 Ocak’ta anacağımız 22. ölüm yıldönümünde, Mesafe’nin Parti Dosyası aynı zamanda onun anısına bir ithaf niteliği taşıyor. Bu dosyamızda iki belge sunuyoruz. Birincisi, Troçki’nin 1940’ta Stalin’in bir ajanı 6
Sosyalist Düşünce Dergisi
tarafından katledildiğinde henüz masasının üzerinde bulunan, tamamlanmamış bir makalesi: Sınıf, Parti ve Önderlik. Troçki bu makalesinde İspanyol devrimi bağlamında, kitle mücadeleleri, sınıf bilinci ve devrimci önderlik diyalektiğini inceliyor, devrim için proletaryanın “olgunlaşması” kavramının ne anlama geldiğini anlatıyor. İkinci belge ise, III. Enternasyonal’in 1921’deki 3. Kongresinde kabul edilen Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi Üzerine Tezler’den yaptığımız bir derleme. LeninistTroçkist akımımızın ve IV. Enternasyonal’in kendisini üzerinde inşa ettiği temel anlayışların bir özeti, Leninist parti anlayışının bir sentezi olarak kabul edilmeli bu tezler. Oktay Orhun’un Şubat Devrimleri Üzerine başlıklı metni bir tartışma yazısı olarak öne çıkmakta. Kendi amacını ise yine kendi açıklıyor: “Bu yazı, 1917 Şubatı’nda Rusya’da gerçekleşen devrime ilişkin Lenin ve Troçki’nin dile getirdiklerinden hareketle II. Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen bir dizi toplumsal dönüşümün niteliğini açıklayan Nahuel Moreno’nun tezi arasındaki ilişkiyi açımlamaya çalışacaktır.” Dicle Nadin, Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği başlıklı makalesinde, kadın emeğinin kendine özgü yapısını değerlendirebilmek açısından, kadının ev içindeki emeğine odaklanıyor. Bu tahlil, kadının ezilmişliğini ve kapitalizmdeki cinsiyetçi mekanizmaları kavrayabilmek açısından önem kazanıyor. Bu emeğin kapitalizm ve ataerkillik arasındaki ilişkinin yeniden üretilmesine olan katkısı da, söz konusu tahlilde, bu iki dinamiğin birlikte ele alınması gerekliliğini gösteriyor. Öte yandan yazar, neoliberal dönemde ev emeğinin kullanım biçimlerini, emeğin feminize edilmesi olgusuyla birlikte ele alıyor. Bu bağlamda, ev-içi emeğin kadın cinsinin zorunluluğu haline dönüşmesi ve bu dönüşümün ne şekilde ters yüz edilebileceği de yazının sonuç bölümünün tartışma konusu oluyor. Cemre Sava ve Oktay Orhun’un beraber kaleme aldıkları Sinema ve Siyaset İlişkisi Üzerine Düşünceler başlıklı kısa metin; sinemanın, devrimci bir sanat olarak yeniden yapılandırılması için geliştirilen kuramların tartışma zeminine ilk adımı atıyor. Başta Güncel Sanat olmak üzere, tüm bir estetik sahasının pek de konu edilmediği Sol yazında, bu metin dosya dışı yazılarımıza zenginlik katıyor. 2010 baharında, 4. sayımızda buluşmak üzere...
Kış | 2009/2010 -
7
Dosya
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak
Yusuf Barman
Yaklaşık yirmi yıldır bir ideolojik kasırganın içinden geçiyoruz, sınıf mücadelesi üzerinde politik etkilere yol açmış olan bir kasırga. Sınıfsal bir kategori olarak proletaryanın tarihten silinmiş olduğu, dahası işçi sınıfı ve halk devrimleri tarihinin sona erdiği, böylece zincirlerinden kurtulmuş olan serbest piyasanın insanlığın önünde artık evrensel bir gelişme-ilerleme çağı açtığı tezlerine dayalı; daha doğrusu bunların böyle olması gerektiği varsayımından hareketle geriye olarak kurulmuş yapay bir ideolojinin yarattığı bir kasırga bu. Neoliberalizmin kuramcılarının, yıkılan Stalinist diktatörlüğün cesedini didikleyerek yarattıkları bu “modernlik sonrası” (postmodern) kurgunun gücü sadece artık kendilerinin de birer gerçek “tüketici” haline gelebileceğine inanan yoksulların zihninde yarattığı umutla karışık şaşkınlıktan kaynaklanmıyordu; söyleminin yanı sıra bir de politik yönergesi vardı: sermayenin küreselleşmesinin önündeki her türlü ulusal ya da uluslararası engelin, demokratik işlerlik içinde –örneğin, parlamentolarda kabul edilen “reformlar” aracılığıyla sendikal yapıların çözülmesi- ya da “önleyici şiddet” uygulanarak ilga edilmesi –Irak, Afganistan, Haiti... Devrimler ve savaşlar çağının, karşıdevrim ve işgal bisturileriyle kürtaj edilmesi çabasında morfin olarak kullanılan neoliberal ideolojinin ve söylemin etkisi oldukça uzun sürdü; ama daha dün sadece Asya’da her yıl milyonlarca insanın dünya proletarya ordusuna katılmakta olduğu gerçeğini “işçi sınıfına veda” marşının gürültüsü içinde boğmaya çalışanlar, şimdi bizzat emperyalizmin merkezinde yaygınlaşan “işsizliğin” devasa boyutları karşısında duydukları ürküntüyü dile getirmeye başlamış durumdalar. Modernlik sonrası çağda sendikalara gerek kalmadığını iddia eden teorisyenler bugün, kapitalizmi içine sürüklendiği bunalımdan çekip çıkarmakta sendikaların –sendika bürokrasilerinin- ne denli gerekli olduğunu vaaz ediyorlar. ABD emperyalizmi Irak ve Afganistan’da içine gömüldüğü bataktan kurtulabilmek için, daha düne kadar “zaman dışı” ulusalcı hükümet olarak gördüğü İran’daki mollalar iktida8
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak rından medet umuyor; Haiti ve Honduras’ta Lula’nın ve Chavez’in yardımına ihtiyacı var. Dünya ekonomik kriziyle birlikte neoliberal ideolojinin ne denli çürük temeller üzerinde kurulmuş olduğu yavaş yavaş açığa çıkıyor; ama işçi sınıfı hareketi üzerinde yarattığı tahribat oldukça derin ve proletaryanın doğal bir nekahet döneminden sonra kendiliğinden ayağa kalkmasını beklemek safdillik olur. Önümüzde yeni bir mücadeleler ve inşa dönemi açılıyor. Çözülme Süreci Neoliberal ideologların “elveda” demesiyle işçi sınıfı tarihten silinmedi elbette, ama onların bu sevinç çığlığı sınıfın politik örgütlülüğündeki bir çözülme süreciyle de hepten ilişkisiz değildi. 1980’lerin sonlarından başlayarak Sovyetler Birliği’nin çökmesi, onunla birlikte diğer Doğu Avrupa işçi devletlerinin yıkılması, komünist partilerin eriyip yok olması, sendika bürokrasilerinin ve sosyal demokrat partilerin kabuk değiştirip sosyal liberalizme yönelmesi, işçi sınıfının büyük bölümünün kendisini bir “sınıf” olarak tanımlamasında araç olan bütün bu kurumların ve temsil organlarının tasfiyesi, bir anlamda sınıfın “örgütlü bir hareket” olarak toplum sahnesinden silinmekte olduğu anlamına gelmiyor muydu? Oysa işçi sınıfı hareketinde oluşan asıl tahribatı Stalinist partilerin ortadan kalkması, Stalinist sendikal önderliklerin eriyip sosyal demokratlaşması ya da sosyal demokrasinin neoliberalizmin yeni toplumsal önderliğine aday olması yaratmamıştı. Gerçekte bu gelişmeler dünya proletaryasının önündeki en güçlü öznel engellerin ortadan kalkması anlamına da geliyordu. Ama asıl sorun, onlardan boşalan politik alanın yeni bir devrimci alternatif tarafından doldurulamamış olmasında yatıyordu. Bu alan, iki farklı uçta cisimleşen iki anlayıştan ötürü doldurulamadı. Birinci uçta, özellikle Latin Amerika’da kümelenmiş devrimci Troçkistler yer alıyordu; bunlar doğru olarak, 1980’lerin sonunda Doğu Avrupa’da açılan süreçleri işçi devletlerindeki politik devrimlerin başlangıcı olarak tanımlamışlar, Stalinist partilerin yıkılmasını proleter devrimin önünde dikilen bu büyük engellerin ortadan kalkması olarak görmüşler, ama hemen bununla birlikte işçi sınıfının kendiliğinden bir biçimde Troçkist programa sarılacağına, devrimi gerçekleştirecek organları derhal kuracağına inanmışlar, Lenin’in devrimci dönemlerde devrimin görevlerini üstlenmeye hazırlıklı partiler olmadığı sürece proletaryanın başarıya ulaşamayacağı yolundaki ikazının üzerinden atlamışlardı. Bu hatalarını sadece içine sürüklendikleri bir dizi kriz sonucunda Nahuel Moreno döneminde inşa ettikleri devasa mirasın parçalanmasına neden olarak ödemekle kalmadılar, aynı zamanda bir dizi ülkede proletaryanın önderlik krizinin derinleşerek sürmesine katkıda bulunmuş oldular. Merkezinde bugün LIT’in (Liga Internacional de los Trabajadores – Uluslararası İşçi Birliği)1 ve UIT’in (Unidad Internacional de los Trabajadores – İşçilerin Uluslararası Birliği) yer aldığı bu dünya akımının, “sol oportünizm” diye adlandırabileceğimiz bu sapmadan kurtulması, bünyesinde açılan örgütsel ve programatik yaraları sarması ve yeniden bir inşa sürecine girmesi oldukça zor oldu ve uzun yıllar aldı, hâlâ da bu süreç sürmekte. Bunun karşı ucunda ise, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasını işçi sınıfı adına bir “tarihsel yenilgi” olarak gören ve neoliberalizm ile birlikte dünya kapitalizmi tarihinde “yeni bir aşamanın” başlamış olduğuna kanaat getiren, özellikle Avrupa kökenli eski Troçkist partiler ile feminizmden çevrecilere kadar uzanan bir yelpazede kendini tanımlayan “yeni toplumsal hareketler” yer alıyordu. Bu kanadın merkezi referans noktasına, toplumsal hareketçilik ile Marksizm arasında kuramsal ve eylemsel bir köprü oluşturmaya çalışan, daha doğrusu devrimci Troçkist programdan ve Leninist partiden uzaklaşmanın “Leninist ve Troçkist” argümanlarını oluşturmaya girişen Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreterliği (DEBS) ile onun Fransa –eski- seksiyonu LCR’yi (Ligue Communiste Révolutionnaire – Devrimci Komünist Birlik) yerleştirmek yanlış 1 LIT’in Alicia Sagra tarafından yazılmış kısa bir tarihine http://morenist.blogspot.com/ adresinden erişilebilir. Kış | 2009/2010 -
9
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak olmaz. Çevresinde farklı uluslararası Troçkist kökenli parti ve akımların da yer aldığı bu kesimin2 genel yaklaşımının son bir örneğini, DEBS’in Mart 2009 tarihli Uluslararası Komite toplantısında 16. dünya kongresine sunulmak üzere kabul edilen karar taslağında bulmak olanaklı:3 5. Görüşlerimizi 1992’den itibaren çeşitli biçimlerde, son iki dünya kongremizde, “Yeni Dönem, Yeni Program, Yeni Parti” broşüründe, Enternasyonal’in çeşitli belgelerinde dile getirdik. 2003’teki son Dünya Kongresi’nde geniş antikapitalist partilere ilişkin olarak temel tercihlerimizi belirttik. Dördüncü Enternasyonal, bir bütün olarak, yeni bir aşamaya girmiştir. Devrimci Marksist militanlar, çekirdekler, akımlar ve örgütler, işçi sınıfının yeni bir bağımsız politik temsilini oluşturmak perspektifiyle, antikapitalist, devrimci oluşumların inşası sorununu önlerine koymalıdırlar. Bu her ülkenin kendi ölçeğinde olduğu kadar uluslararası düzeyde de geçerlidir. Son on yıl boyunca sınıf mücadelesi deneyimi, küresel adalet hareketinin gelişimi, savunma mücadeleleri ve savaş karşıtı seferberlikler temelinde, ve özellikle de Brezilya’daki İşçi Partisi (PT) ve İtalya’daki Komünist Yeniden Kuruluş (RC - Rifondazione Comunista) partilerinin evrimi ile Fransız antiliberal solunun tartışmalarına ilişkin deneyimlerin ışığında, devrimci Marksistler Brezilya’da PSOL’un (Partido Socialismo e Liberdade – Sosyalizm ve Özgürlük Partisi), İtalya’da Sol Eleştiri’nin (Sinistra Critica), Fransa’da NPA’nın (Nouveau Parti Anticapitaliste - Yeni Antikapitalist Parti), İngiltere’de Respect’in inşasını üstlenmişlerdir. Bu perspektifle Portekiz’deki Sol İttifak (Bloco de Esquerda) ve Danimarka’daki Kızıl Yeşil İttifakı ile ortak deneyler geliştirmeyi sürdürdük. Ortak hedefimiz, farklı yollar izleyerek, geniş antikapitalist partiler inşa etmektir. Bu, eski yeniden kümeleşme ya da salt devrimci akımlar formüllerine geri dönme sorunu değildir. Hedefimiz, sadece devrimci güçleri değil, bunların ötesindeki güçleri bir araya getirmektir. Aynı belgenin 7. maddesinde “yeni oluşumların”, yani hedeflenen “antikapitalist” partilerin bir araya getirmesi gereken güçler olarak şunlar sayılmakta: “Çeşitli türden Troçkistler, liberterler, devrimci sendikalistler, devrimci ulusalcılar, sol reformistler”. Troçkistlerin Leninist parti kavrayışında hiçbir zaman anarşistlerle, ulusalcılarla ya da –sağlı sollu- reformistlerle birlikte devrimci parti ve Enternasyonal inşası yer almadığından, bu “çeşitli türden Troçkistler” tanımını, farklı uluslararası kökenlerden gelen eski Troçkistler olarak okumak herhalde yanlış olmaz. Öte yandan, bu tür akımlarla kurulacak “geniş antikapitalist” partinin hedefinde proletarya diktatörlüğüne dayalı sosyalizmin inşası yer almayacağı çok açık olduğundan, “yeni” partinin antikapitalizminin geleneksel Leninist-Troçkist programdan farklı olacağını anlamak da zor değil. Buna aşağıda somut örnekler bağlamında geri döneceğiz. Bu noktada belirtmek istediğimiz, 1980’lerin sonlarından itibaren Doğu Avrupa devrimleriyle birlikte Stalinist bürokrasinin yıkılması, onun tarihi üzerinde gelişmiş olan komünist partilerin hızla erimeye ve sosyal demokrat “mutasyona” uğramaya başlaması, geleneksel sosyal demokrat partilerin liberalleşmesi ve nihayet neoliberal ideolojinin toplumsal kesimler arasında dikey bir yaygınlaşma olanağı bulması sonucunda işçi sınıfı ve sosyalist hareket bünyesinde ağırlaşan önderlik bunalımına DEBS ve benzeri merkezlerin getirdiği yanıtın, bizzat bu krizin yol açtığı “sol enkazın” bazı parçalarını tekrar biraraya getirme çabasının ötesine geçememiş olduğu. “Sağ oportünizm” olarak tanımlayabileceğimiz bu kanatta yer alan akımlar farklı noktalardan hareket etseler de4 ortaklaştıkları nokta, antikapitalist olmanın ölçütünün artık prole2 Örneğin İngiltere’deki Sosyalist İşçi Partisi (SWP), İskoçya Sosyalist Partisi (SSP), Arjantin’deki Sosyalist İşçi hareketi (MST), vb. 3 “Dördüncü Enternasyonal’in Rolü ve Görevleri” , bkz.: http://www.internationalviewpoint. org/spip.php?article1629. 4 Örneğin bazıları kapitalizmin “emperyalizm sonrası” yeni bir aşamaya girdiğinden söz ederken, diğerleri kalkış noktasını “toplumsal kültürün” klasik Leninist parti anlayışının ötesine
10
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak tarya diktatörlüğü paradigması ve devrimci-reformist ayrımı temelinde ifade edilemeyeceği, dolayısıyla da sol hareketin yeniden örgütlenmesinin neoliberalizme muhalif tüm toplumsal hareketlerin hedeflerine ve duyarlılıklarına dayandırılması zorunluluğu. Ve de Dünya Sosyal Forumlarının bu yeni paradigmanın geliştirilmesine hizmet ettiği, hizmet etmesi gerektiği. Eski Stalinist hareketlerin bazı kalıntılarının, “dürüst” ya da “iyi niyetli” diye tarif edilen çeşitli reformist önderlerin, bir bütün olarak “muhalif” toplumsal hareketlerin, vb. neoliberal dönemde sola doğru kaymakta olduğu iddiasından/inancından hareketle, onlarla buluşabilmek için sağa çark eden eski radikal devrimci hareketlerin, bazılarının “taktik” diğerlerinin ise “stratejik yöneliş” söylemleriyle giriştikleri bir dizi “yeniden gruplaşma” ya da “yeniden örgütlenme” örneği yaşandı, halen de yaşanmakta. DEBS’in yukarda alıntıladığımız belgesinde de değinilen bu deneyimlerden bazıları önemli seçim başarıları elde etti; örneğin Eylül ayında Portekiz, Almanya ve Yunanistan’da gerçekleştirilen genel seçimlerde, sırasıyla, Sol İttifak oylarını %6,4’ten %9,85’e (8’den 16 milletvekiline), Die Linke (Sol) %8,7’den %11,9’a (54’ten 76 milletvekiline) ve Syriza %4,5’e (12 milletvekili) yükseltti. Bunların hemen hepsinin içinde, diğerlerinin yanı sıra, DEBS’in “çeşitli türden Troçkistler” olarak andığı akımlar bulunmakta, bununla birlikte bizzat bu akımların bazıları tarafından inşa edilmeye çalışılan birkaç örnek var ki, içerdikleri dersler açısından tartıştığımız konuya oldukça ışık tutucu. Bunlara biraz daha yakından bakalım. “Yeni Antikapitalist Parti” Fransa’dan başlayalım. DEBS’in en önemli partilerinden biri olan LCR, Mayıs 1968 ayaklanmaları içinde, öğrenci hareketinin o dönemdeki liderlerinden Alain Krivine önderliğinde doğdu ve 1969 Nisan ayında Ligue Communiste (Komünist Birlik) adıyla politika sahnesine çıktı. İki ay sonra düzenlenen başkanlık seçimlerinde Krivine oyların %1’ini aldı. Aynı yıl ve daha sonra 1973’te parti iki kez İçişleri Bakanlığı tarafından kapatıldı, ama bu tarihten sonra LCR adıyla mücadelesine devam etti. Kısa sürede Ernest Mandel, Pierre Frank ve Livio Maitan önderliğindeki DEBS’in Avrupa’daki en büyük partisi haline gelen LCR, aynı zamanda bu uluslararası Troçkist akımın ideolojik ve politik merkezi haline dönüştü, bir anlamda DEBS’in “anaç partisi” oldu. 1970’lerin ortalarına değin Guevaracı gerilla mücadelesine, ardından avrokomünist anlayışlara uyarlanmasına karşın kendisini genel olarak Troçkist geleneğin sınırları içinde tanımladı ve IV. Enternasyonal’in yeniden inşası perspektifine sadık kaldı, ta ki 1989’da Stalinizmin yıkılmasına değin. Bu tarihten sonra, Stalinizmin tarihe gömülmesiyle birlikte Troçkizmin de farklı bir akım olarak var olmasının tarihsel anlamının kalmadığı ve dünya sınıf mücadelesinin yeni bir aşamasına girildiği tespitlerinden hareketle Troçkist programdan ve Leninist parti anlayışından iyiden iyiye uzaklaşmaya yöneldi. 1990’larda yükselen “yeni toplumsal hareketlere” dayalı yeni bir parti ve Enternasyonal, ve yeni bir toplumsal devrim projesi geliştirmeye koyuldu. 2000’lerin başında “kuşak değişimi” yaşayan LCR’nin kamuoyu önündeki temsilini, genç posta emekçisi Olivier Besancenot üstlendi. Dünya kapitalizminin 2001’de yaşadığı kriz ve geleneksel işçi partilerinin hızla erimesi, radikal devrimci sol için yepyeni bir alan yarattı, ve nitekim 21 Nisan 2002 başkanlık seçimlerinde, Fransa’daki en eski Troçkist örgütlerden biri olan Loutte Ouvriere’in (LO - İşçi Mücadelesi) tarihsel önderlerinden Arlette Laguiller ile Besancenot’un listeleri birinci turda oyların %10’unu alarak Fransız Komünist Partisi’ni (%3,37) tarih kitaplarına gömmüş oldular. Ama bu başarı aynı zamanda iki örgüt için bir krizin de başlangıcını oluşturdu. İlk sorun 1999 Avrupa Parlamentosu seçimlerinden beri süregelmekteydi; bu seçimlerde ortak LCR-LO listesi oyların %5,18’ini toplayarak AB parlamentosuna 5 temsilci göndermeyi başarmış ve bunun hemen ardından bu başarının kalıcı bir kimliğe dönüşmesi doğrultusunda dünya Troçkizmi içinde bir basınç doğmuştu. Tüm Troçkist akımların, bu geçmiş olduğu iddiasına yerleştirmekte. Kış | 2009/2010 -
11
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak iki örgütün ortak bir yeni devrimci parti inşasına girişmesi çağrısında bulundukları bir dönemde Arlette Laguiller önce böyle bir olasılığı öngören açıklamalarda bulunmuş, ama LO merkezi daha sonra Laguiller’yi yalanlayarak –LCR’nin birlikte hareket ettiği toplumsal hareketleri kastederek- “küçük burjuva ütopyacılarıyla” birlikte bir parti kurulamayacağını ilan etmişti. İki farklı liste halinde girilmiş olsa bile 2002 başkanlık seçiminde elde edilen ortak başarı birleşik bir parti kurulması yönündeki taleplerin canlanmasına yol açarak iki örgüt içinde de farklılıkların doğmasına neden oldu. İkinci sorun ise, başkanlık seçiminin ikinci turunda verilecek oy konusunda patlak verdi; LCR faşist Jean-Marie Le Pen karşısında Chirac’ın desteklenmesi çağrısında bulunurken, LO burjuva adaylardan hiçbirinin desteklenemeyeceğini ilan etti, ve bu farklılık iki örgütün birbirinden iyiden iyiye uzaklaşmasına neden oldu. Daha sonraki seçimlerde LCR ve LO ortak seçim platformları oluşturmakla birlikte, Fransız Troçkizmine sıçrama yaşatacak bir moment kaçırılmış oldu ve her iki örgütün seçim performansında ciddi düşüşler gerçekleşti: Mart 2004 belediye seçimlerinde LCR-LO ortak listesi oyların ancak %5’ini toplayabildi, üç ay sonraki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ise oylarının toplamı %2,4’e düştü. 2007 başkanlık seçimleri LCR için bir dönüm noktası oluşturdu. Her iki Troçkist örgütün oy toplamı ancak %5’e ulaşmış olmakla birlikte (Besancenot %4,8, Laguiller %1,33), LCR kendi adayının LO’nun çok önüne geçmiş olması fırsatından hareketle “artık birleşik cephe politikasına son verilmesini” kararlaştırdı. O güne kadar izlenen, LO ile ya da komünist ve sosyalist partilerden kopan kesimlerle birliktelik arama çizgisi terk edilecek ve “tek başına” hareket edilecekti. Ama bu “yeni döneme eski araçla” girilemezdi, dolayısıyla da “gündelik yaşamın kahramanlarıyla birlikte” yeni bir parti kurulmalıydı. Böylece LCR 2008 sonlarında düzenlediği son kongresinde kendisini feshederek, “stratejik olarak tanımlanmamış” yeni bir antikapitalist partinin kuruluşuna geçilmesi kararı aldı.5 Bu doğrultuda sürdürülen kampanya 8 Şubat 2009’da düzenlenen ortak bir kongreyle sonuçlandı ve 9.000 üyeyi (bunların 3.200’ü LCR kökenliydi) temsil eden 600 delegenin çoğunluk oyuyla NPA (Nouveau Parti Anticapitaliste - Yeni Antikapitalist Parti) doğmuş oldu. NPA’nın kuruluşunda LCR’nin yanı sıra LO’dan kopan Kıvılcım Fraksiyonu, Devrimci Sol (Troçkist hareket içinde Militan akımı olarak adlandırılan İşçi Enternasyonali İçin Komite’nin Fransa seksiyonu), Enternasyonalist Devrimci Grup (Arjantin kökenli Dördüncü Enternasyonal İçin Troçkist Fraksiyon’un Fransa seksiyonu) ile bir dizi toplumsal hareket çevresi ve bağımsız devrimci yer aldı. NPA ilk seçim deneyini Haziran 2009 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yaşadı ve %4,9 oyla henüz LCR’nin bıraktığı yerde beklemekte olduğunu gösterdi; buna karşılık Komünist Parti ile –SP’den kopmuş olan- Sol Parti ittifakı %6 oyla NPA’nın önüne geçti. NPA’nın, dünya ekonomik krizinin tüm dönemsel iniş ve çıkışlarına karşın uzunca bir süre daha devam edeceği ve kaçınılmaz şekilde işçi-emekçi muhalefetiyle karşılaşacağı önümüzdeki süreçte nasıl bir politika izleyeceğini göreceğiz, ama bazı temel politik noktalar partinin yukarıda özetlediğimiz kuruluş tarihçesinden hareketle, bizzat belgelerinden kolayca anlaşılabilir. Dikkati çeken birinci husus, NPA’nın kuruluşuna öncülük eden LCR kökenli önderliğin, III. Enternasyonal’in geliştirmiş olduğu ve dünya Troçkist hareketinin hep savunageldiği geleneksel “birleşik cephe” politikasından kopmuş olduğu. Bu kopmanın karakterini eski LCR’nin ve yeni NPA’nın söylediklerinden ve belgelerinden kalkarak tespit etmek oldukça zor. Burjuvazinin ve politik gericiliğin saldırıları karşısında işçi sınıfının birleşik bir direniş cephesini oluşturmaya yönelik bu politika esas olarak işçi sınıfının politik ve sendikal örgütlerinin ortak mücadelesini oluşturmayı, bu arada reformist ve bürokratik önderliklerin uzlaşmacılığını ve ihanetlerini kitlelerin gözünde teşhir etmeyi amaçlar. Oysa NPA şimdi Fransa’daki Sosyalist ve Komünist partileri “kurumsal sol” olarak tanımlamakta ve seçimlerde ve 5 LCR’nin ve NPA’nın belgelerine, görüşlerine ve proramına http://www.lcr-rouge.org/ ve http://www.npa2009.org/ adreslerinden erişilebilir.
12
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak sınıf mücadelesinde bu partilerle bir cephe oluşturma politikasına kapıyı kapatmakta. Neden? Bu partiler “kurumsallaşmaları” nedeniyle işçi sınıfı örgütleri olmaktan mı çıkmış durumdalar, bu soruya bir yanıt getirmiyor NPA. Sadece SP ve KP’nin “halkın özlemlerine sırt çevirmiş olduğunu” söylüyor. Ama Leninist III. Enternasyonal birleşik cephe taktiğini bizzat bu nedenle, yani reformist işçi partilerinin proletaryanın devrimci taleplerine sırt çevirmiş olduğundan ötürü geliştirmemiş miydi? Eğer NPA kendisini proletaryanın devrimci partisi olarak tanımlamış olsaydı, birleşik cephe politikasından uzaklaşmasını bir “sol sapma” olarak nitelemek olanaklı olurdu, ama durum öyle değil. Bu da yeni partiyi tanımlayabilmemizi olanaklı kılan ikinci noktaya tekabül ediyor: NPA kendisini bir sınıf partisi olarak tarif etmiyor. NPA’ya göre, yeni parti kendisini “kapitalizm karşıtı” olarak tanımlayan bütün toplumsal kesimlerin ve hareketlerin partisidir: “NPA’nın tamamen demokratik, arzuladığımız toplumun bir yansıması olmasını istiyoruz.” NPA belgelerinde arzulanan topluma ilişkin olarak bütün sol ve ilerici söylemde rastlanabilecek bir dizi teşhirin ve talebin dışında somut bir projeye rastlamak olanaklı değil; bütün dile getirilen tarif edilmemiş genel bir “ekososyalizm” ya da Chavezci propagandadan devralınmış bir “21. Yüzyıl Sosyalizmi”. Kuruluş belgelerinde asla yer almayan noktalar ise tüm parlaklığıyla gözalıyor: Proletaryanın öncü devrimci partisi ve işçi sınıfının devrimci diktatörlüğü. Bunlar NPA için (elbette eski LCR ve yeni toplumsal hareketler için), çağdışı, “yeni toplumsal kültüre” ters düşen kavramlardır. Dolayısıyla, NPA bir sınıf partisi değildir ve sınıf cephesine yönelik taktikler izlemenin anlamı kalmamıştır, birleşik cephe politikası son bulmuştur. Hedef tanımlanmamış bir ekososyalist toplumun yansımasını oluşturacak, stratejik olarak tanımlanmamış ve kapitalizmle sorunu olan herkesin, bu arada elbette işçilerin de içinde yer alabileceği bir partidir. Parti mi, Cephe mi? Buradan Britanya’daki bir başka örneğe geçelim: “Geniş parti” ve “Respect” olarak anılan blok çevresinde dönen tartışmalara. Bu tartışmalarda ve parti-blok inşası faaliyetlerinde başı çekenler SWP6 (Socialist Workers Party - Sosyalist İşçi Partisi) ve SSP’dir7 (Scotish Socialist Party – İskoçya Sosyalist Partisi). Tartışmalar ve birleşme/ ayrışmalar Stalinizm sonrası yeni dönemde, özellikle de Britanya’da Tony Blair’in İşçi Partisi için geliştirdiği neoliberal “Üçüncü Yol” çizgisiyle birlikte bu partinin girdiği çöküntü evresinde “nasıl bir sosyalist parti?” sorusuna aranan yanıt çevresinde yoğunlaşmakta. Gerçekte SSP, Britanya’daki Militan akımının çok uzun yıllardan beri İşçi Partisi (İP) içinde sürdürdüğü “entrizm” politikasına 1990’ların başlarında son vermesinin bir ürünü olarak görülebilir. Bu dönemde İP önderliği parti içindeki Troçkistlere yönelik bir tasfiye kampanyası başlatmıştır. Buna tepki olarak CWI önderliği, İP’ye ilişkin tarihsel “işçi partisi” tanımına son verir ve kendisine bağlı tüm seksiyonların içinde çalıştıkları sosyal demokrat ve sosyalist partilerden koparak bağımsız devrimci örgütlerin inşasına geçmelerine yönelik bir karar alır. Akımın kurucusu ve tarihsel önderi Ted Grant’ın (1913-2006) tasfiyesiyle sonuçlanan büyük bir krize ve bölünmelere yol açan bu karar, özellikle İrlanda, İngiltere (ve Galler) ve İskoçya’da “Sosyalist Parti” adlarıyla yaşama geçirilmeye başlar. İskoçya partisi SSP 1998’de başarılı bir kuruluş gerçekleştirir ve 2003 seçimlerinde İskoçya Parlamentosuna 6 üye sokmayı başarır; ne var ki, “Stalinizm ve sosyal demokrasi sonrası” dönemde devrimci partinin ne tür olması gerektiği üzerine gelişen tartışmalar hareket içinde yeni bir krize ve bölünmeye neden 6 SWP, Troçkist çevrelerde “Devlet Kapitalizmcileri” olarak adlandırılan, Tony Cliff (1917-2000), Alex Callinicos ve Chris Harman (1943-2009) önderliğindeki Uluslararası Sosyalist Eğilim’in (IST – International Socialist Tendency) ana partisi. 7 SSP, 1998’de (Militan akımı olarak bilinen) İşçi Enternasyonali İçin Komite’nin (CWI- Committee for a Workers’ International) İskoçya seksiyonu olarak kurulan parti; 2002’de CWI’den ayrılmış, politik olarak DEBS’e doğru yaklaşmıştır. Kış | 2009/2010 -
13
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak olur. SSP çoğunluğu, yeni oluşumların eski devrimci örgütlerin bir tekrarı değil, yeni dönemde ortaya çıkan çok farklı akımları da içeren “geniş partiler” olması sonucuna ulaşır (ve CWI’den kopar). Bir dönem SSP’nin önderliğini yapan Murray Smith, SWP ile gerçekleştirdiği bir polemikte8 “geniş parti”yi şöyle açıklar: Bugünkü halleriyle SWP, LCR, vb. tipi devrimci örgütler inşa etmenin anlamsız hale geldiğine ve bu örgütlerin yeni geniş sosyalist partilerin kurulmasına katkıda bulunarak onların içinde akımlar olarak faaliyet göstermeleri gerektiğine inanıyorum. Yoksa stratejik bir perspektif olarak devrimci parti, yani bir devrime, toplumun sosyalist dönüşümüne önderlik edebilecek partilerin inşasının anlamsızlaştığına değil. Bana göre devrimci Marksistlerin görevi geniş sosyalist partiler inşa etmek, bir yandan da kendi Marksist pozisyonlarını o partilerin içinde savunmaktır; ama “entrist” bir perspektifle devrimci bir fraksiyon oluşturmak amacıyla değil, partiyi bir bütün olarak ileri taşımak ve partinin karşılaşacağı sorunlara bir bütün olarak yanıtlar aramak amacıyla. Devrimci Marksistlerin devrimci örgütler inşa etmeleri anlamsızlaşmıştır, kurulmasına yardım edecekleri geniş partinin içinde devrimci bir fraksiyon da oluşturmamalıdırlar, ama kendi Marksist pozisyonlarını savunmalıdırlar... Örgütlü ifade hakkı olmayan düşünce özgürlüğü(!) Kendisiyle çelişik bu tip savlar, son tahlilde devrimci Marksizmin reformist ideolojiler arasında kaybolmasına yol açabilecek iddialardır. Ama Smith ve SSP bununla da yetinmiyor ve devrimciler ile reformistler arasındaki ayrılığın yok olduğunu, daha doğrusu “tersine döndüğünü” ileri sürüyor: Uzun yıllar reformizm tamamen egemendi ve devrimci örgütler birer azınlık olarak kaldılar. İşçiler bu partilerin peşinden gittikleri sürece reformist partilerin solunda devrimci kitle partileri inşa etmenin olasılığı yoktu. Bugün vardır. Bugün İngiltere, Fransa ve diğer ülkelerde on binlerce işçi ve genç antikapitalist politik eyleme girişmiş durumdadırlar ve bunların gerçek bir alternatif sunan partilere kazanılması olanaklıdır... Bugün ayrım çizgisi antikapitalizm/sosyalizm ile kapitalizm yanlısı olmak arasındadır. Bu, küreselleşme karşıtı hareket içinde çok belirgindir. Karşıtlık, sosyalizme nasıl ve hangi yoldan ulaşılacağı konusunda farklı düşünen devrimciler ile reformistler arasında değildir. Neoliberal küreselleşmeye karşı kapitalizmden kurtulmadan, kapitalizmin daha insancıl bir biçimine geri dönülerek mücadele edilebileceğini düşünenler ile neoliberalizmin kapitalizmin tam da çağdaş biçimi olduğunu ve yıkılması gerektiğini düşünenler arasındadır. Eğer karşıtlık kapitalizm yanlıları ile karşıtları arasındaysa ve yeni “geniş” parti antikapitalist olacaksa, devrimci Marksistler neden ayrı bir kimlik olarak kendi görüşlerini savunacaklardır? Yoksa antikapitalist olmanın farklı biçimleri mi var, yani sosyalizme nasıl ulaşılacağı konusunda görüş farklılıkları doğması potansiyeli mi söz konusu? Hani bu tip bir reformist/devrimci karşıtlığı yok olmuştu? Bütün bu çelişik “Leninizm sonrası” ifadelerle kendisini yeni dönemin “geniş sosyalist partisi” olarak sunan, ve Fransa’da NPA’nın kuruluşunu coşkuyla selamlayan SSP, 2007 seçimlerinde İskoçya Parlamentosu’ndaki bütün sandalyelerini kaybetmesine karşın varlığını ve savlarını sürdürüyor. İngiltere’de buna paralel bir başka süreç de Respect (Saygı, Eşitlik, Sosyalizm, Barış, Çevrecilik, Cemaat ve Sendikacılık sözcüklerinin İngilizce karşılıklarının ilk harfleri uyarınca) koalisyonunun gelişimi oldu. Bu koalisyonun kökeni 1990’ların başlarında Britanya’nın çeşitli kesimlerinde bazı sosyalist gruplar arasında gelişen bölgesel ittifaklara 1999’da SWP, Enternasyonal Sosyalist Grup (DEBS İngiltere seksiyonu), İşçi Gücü (SWP’den kopan 5. Enternasyonal savunucuları) gibi Troçkist örgütlerin katılımıyla ulusal düzeyde oluşan “Sosyalist İttifak” platformuna dayanır. İttifak’ın 8 Murray Smith, “The broad party, the revolutionary party and the united front”, 4 Ekim 2004, bkz.: http://www.redflag.org.uk/frontline/nine/09msreply.html.
14
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak en kalabalık grubu olan SWP için Sosyalist İttifak “yeni türden” bir birleşik cephedir, yoksa bir “geniş parti” değil. Aslında SWP de İngiliz İşçi Partisi’nin erimekte olduğunu, bunun reformist sosyalizmin solunda yeni bir alan açtığını ve bu alanın küreselleşme karşıtı bütün güçlerin bir araya gelmesiyle doldurulması gerektiğine inanmaktadır. Bu yüzden de SWP kendi devrimci programını geri çekmeye ve böylece henüz devrimci şiarların tümüne kazanılmamış akımlarla ittifaklara girmeye hazırdır. Ne var ki, onu Militan akımından ve SSP’den ayıran, reformizmin erime sürecinin ritmi üzerinedir; ona göre, yeni bir “geniş parti” ancak İP’den büyük kopmaların gerçekleşmesiyle olanaklı olabilecektir, bu gerçekleşmediği sürece de “yeni türden bir birleşik cephe” taktiği izlenmek zorundadır. SWP’nin önde gelen liderlerinden Alex Callinicos, bunu şöyle anlatır: Stratejik bakış açısından Britanya’da kitlesel bir sosyalist parti ancak İşçi Partisi’nin tabanından önemli kesimler koparabilmesi durumunda gelişebilir, oysa İP, çürümekte olmasına karşın hâlâ işçi sınıfı örgütlerinin ve topluluklarının derinliklerine ulaşabilmektedir. Sosyalist İttifak’ın amacı, İP kökenli geniş kesimlere doğrudan seslenebilmek ve onları kazanabilmek amacıyla, aşırı solun sağlıklı unsurlarını (yeni türden) bir cephe içinde bileştirmekti. Bu yüzden de SWP, Sosyalist İttifak’ın programının bariz bir biçimde devrimci olması doğrultusunda gerçekleştirilen girişimlere karşı koydu. Reform mu devrim mi sorusunu açıkta bırakarak kapıyı hayal kırıklığına uğramış İP destekçilerine açık tutmayı umduk.9 Sosyalist İttifak 2000 Londra belediye başkanlığı seçimleri ile 2001 genel seçimlerinde tatmin edici oylar toplamakla birlikte ne cephe olarak gelişir, ne de SWP dışındaki güçlerin istediği biçimde bir partiye dönüşür. Bu arada İttifak içindeki gruplar SWP’nin militan gücünü dayatmacı bir biçimde kullanmasından ve cepheyi kendi politikaları doğrultusunda yönlendirmesinden şikâyet etmeye başlarlar. Militan akımının temsilcisi Sosyalist Parti’nin İttifak’tan ayrılmasıyla kopmalar gerçekleşir, ama tam o anda imdada 2001 yılında Bush hükümetinin Afganistan’a saldırısına karşı çıkışla gelişen savaş karşıtı hareket yetişir. SWP’nin de katılmasıyla doğan “Savaşı Durdur Koalisyonu”nda (StWC), Tony Blair’in savaş yanlısı politikalarına karşı çıkan İşçi Partisi militanlarından (bazı milletvekilleri dâhil), Britanya Komünist Partisi ve bazı Troçkist gruplar ile sendikacılara kadar yayılan bir yelpazeden geniş kesimler katılır; koalisyon aynı zamanda Müslüman cemaatlerle yakın bir ilişki geliştirir. Koalisyonun en önemli sözcülerinden biri, savaş karşıtı tutumu nedeniyle partiden ihraç edilen İP milletvekili George Galloway’dir. SWP 2003’te Sosyalist İttifak’a, savaş karşıtı hareket içindeki güçlerle yeni bir politik koalisyon oluşturulması kararı aldırır ve böylece 2004 başında Respect kurulur. Bu yeni ittifakın bileşimini ve niteliğini Callinicos şöyle açıklar: Dört ana güç Respect’i oluşturdu. Birincisi, George Galloway’in şahsında temsil edilen, Blair hükümetine ilişkin hoşnutsuzlukları onları partiden kopmaya itecek denli derin kıdemli İşçi Partisi üyeleriydi. İkinci akımı, aşırı solun gözleri sekterlikle körleşmemiş ve dolayısıyla savaş karşıtı hareketin sunduğu tarihsel fırsatın farkına varan kesimleri oluşturuyordu. Bunların içinde en önemlisi SWP olmakla birlikte, bu grupta Sosyalist İttifak’ın bazı başka unsurları ile büyük sinema yönetmeni Ken Loach gibi bireyler de yer alıyordu. Üçüncü kesim ise, Türk ve Kürt örgütlerinin yanı sıra büyük bölümü Müslüman kökenli aktivistlerden ve aydınlardan oluşan “etnik cemaatti”. Ve nihayet, önemli sayıda sendikacı... Bu güçler bileşimi, yukarıda da ifade ettiğim gibi, başka yerlerde aşırı solun uyguladığı diğer seçim modellerinden önemli bir farklılığa tekabül eder; örneğin, Fransa’da LCR ve LO’nun izlediği açık devrimci kampanya ya da SSP önderlerinin oluşturmaya çalıştığı geniş parti modelleri. Gerçekten de, Respect o kadar olağandışıdır ki, İngiltere’de ve başka yerlerde aşırı sol unsurlar tarafından 9 Alex Callinicos, “The European Radical Left Tested Electorally”, Haziran 2004, bkz.: http:// www.istendency.net/pdf/bulletin_5_2004.pdf. Kış | 2009/2010 -
15
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak “oportünizm”, “halk cepheciliği”, vb. temellerinde suçlanmıştır... (Respect’in) odağına aldığı konular –savaş, neoliberalizm, ırkçılık, cinsiyetçilik- Avrupa Sosyal Forumlarında öne çıkan sorunların aynısıdır. Respect’in geniş ideolojisi aslında birçok bakımdan Avrupa’da, özellikle de Cenova’da gelişen antikapitalist hareketin ideolojisidir, birçok farklı akımı (reformist, sosyalist, otonomcu, vb) içerir, ama bununla birlikte onları ilkeli bir temelde birleştirir.10 Özetle, SWP stratejik olarak “geniş partiye” karşı değildir, ama bunun için reformizmden önemli kopmaların olması gerekir, ki henüz böyle bir süreç söz konusu değildir. Bu gerçekleşene değin de, parti yerine aynı “geniş ideolojiyi” temsil eden “yeni türden cepheler” üzerinden yürünmelidir. SWP’nin Militan kökenli SSP ile DEBS kökenli Yeni Antikapitalist Parti’den ayrılığı stratejik ya da programatik değil, taktik karakterlidir. Böylece bir dizi farklı kökenli devrimci hareket politik açıdan, Ernest Mandel’in “devrimci programın yeni öncünün duyarlılığına uyarlanması” tezinde birleşmiştir; “yeni öncüyü” ise, Cenova temsil etmektedir. “Geniş ideoloji” üzerine kurulan Respect daha başından itibaren önemli bir gerilim içerir: Galloway’in önderlik ettiği İP kökenli aktivistlerin salt seçimlerde daha fazla oy toplamaya yönelik politikaları (elektoralizm), SWP’nin örgütsel ağırlığıyla koalisyonun etkinliğini politik ve organik açılardan denetleme arayışıyla çatışma içindedir. Ama önceleri, özellikle savaş karşıtı seferberliklerin, yavaş yavaş geri çekilmeye başlamakla birlikte hâlâ sürmekte olduğu 2004-05 yıllarında Galloway, kendisini desteklediği sürece SWP’den şikayet etmez. SWP de “geniş ideoloji” politikası çerçevesinde sosyalizm talebini ne Respect’e, ne de işçi sınıfına sunar.11 2004’teki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde 250 binin üzerinde (%1,5) oy toplayan Respect böylece tarihte ilk kez İşçi Partisi’nin dışında bu denli desteklenen Sol oluşum olur. 2005 genel seçimlerinde ise oy oranı sadece %0,3 olmakla birlikte (68.094) Galloway parlamentoya girer; ayrıca Londra dışındaki bazı bölgelerde en fazla oyu alan liste haline gelir (bazı bölgelerde ise ikinci ya da üçüncü sıraya oturur).12 2006 ve 2007 yerel seçimlerinde de benzer oylar toplayan koalisyonda kriz tam bu dönemde patlak verir. Galloway ve çevresinin parlamenter etkinliği SWP’nin denetimi dışına kaymaya başlar; SWP’nin buna yanıtı ise Galloway’i “birlikte kabul edilmiş minimum programın dışına çıkmakla” ve sağa kaymakla eleştirmek olur. SWP, koalisyon içindeki örgütlü gücünü oluşuma “demokratik merkeziyetçi” bir yapı kazandırmak doğrultusunda harekete geçirir, Galloway yanlıları ise bu girişimi dayatmacılık ve örgütsel kaos yaratmak olarak suçlar. 2007 Ekimi’nde Galloway yanlıları SWP dışında bir konvansiyon toplarlar ve DEBS seksiyonu Enternasyonalist Sosyalist Grup, Müslüman cemaat dernekleri, bağımsız sol sosyalistler ve bazı SWP üyelerinin (bunlar daha sonra SWP’den ihraç edilirler) desteğiyle “Respect Renewal” (Respect Yenilenme) adıyla yeni bir oluşum kurulur. Böylece Respect deneyimi fiilen sona ermiş olur. “Güneş Partisi” Örneği Pek çok Sol hareket birkaç yıl öncesine kadar Brezilya’da Lula’nın İşçi Partisi’ni (PT) “ideal” örnek olarak kabul ediyordu; ama daha sonraları, PT’nin özellikle de 2002’de Lula’nın devlet başkanlığına seçilmesinden sonraki uygulamaları kuşkuyla gözlenir oldu; nihayet 2004’te ondan kopan –ya da ihraç edilen- kesimlerin kurduğu PSOL (Partido Socialismo e Liberdade13 – Sosyalizm ve Özgürlük Partisi) bu kez “Sol birlik” 10 Alex Callinicos, ibid. 11 Respect’in kuruluş konferansında SWP önderlerinden Lindsey German, Sosyalist İttifak’ın başarısızlığını “fazlasıyla sosyalist” olmasına bağlar ve Respect’in ancak “daha geniş” olması halinde başarıya ulaşacağını ileri sürer. 12 Bu dönemde Seçim Komisyonu kayıtlarına göre Respect’in 5.739 üyesi ve üç ücretli görevlisi bulunmaktadır; SWP önderlerinden John Rees, oluşumun sekreterliğini üstlenmiş durumdadır. 13 PSOL, aynı zamanda P-SOL, yani “Güneş Partisi” olarak anılır.
16
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak ve “antikapitalist geniş parti” umutlarının toplandığı merkez haline geldi. PSOL’un Brezilya’daki sınıf mücadelesi açısından taşıdığı önemi asla küçümsemeden, bu deneyimin özelliklerini ve zaaflarını tahlil edebilmemiz, görebilmemiz gerekiyor. Bu incelemede PT’nin kuruluşu ve evrimi tarihçesine girmemize olanak yok, ancak PSOL’un belirleyici özelliklerini kavrayabilmek için bu tarihçenin bazı temel noktalarını anımsamamızda yarar var. Şubat 1980’de kurulan PT, 1964’ten beri sürmekte olan askeri diktatörlük rejimine karşı 1970’lerin sonlarında yükselen işçi mücadelelerinin bir ürünü oldu. Düşey biçimde örgütlenmiş, korporatist ve devlete bağımlı CGT’nin (Comando General de los Trabajadores – Genel İş Yönetimi) içinde sınıf sendikacılığına yönelen muhalif kesimler bir yandan grevlere ve direnişlere önderlik etmeye başlamışlar, bir yandan da kendiliğinden biçimde yaygınlaşmakta olan mücadeleleri belirli politik ve örgütsel çerçevelerde birleştirme çabasına girişmişlerdi. Daha sonraları, 1983’te –bugünküCUT’u (Central Única dos Trabalhadores – Tek İşçi Merkezi) oluşturacak olan bu sendikal hareket 1978 ve 1979 yıllarında São Bernardo, ABC (São Paulo), Santo André, São Caetano, São José gibi bölgelerde özellikle metal sanayisinde on binlerce işçinin katıldığı başarılı başarısız grev ve direnişlerle askeri rejimin temellerini sarsmaya başlamış ve diktatörlük hükümeti “yavaş, tedrici ve güvenli” bir demokrasiye geçiş programı kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu aşamada Brezilya işçi sınıfının en önemli sorunu, askeri rejimin geleneksel araçları olarak ön plana çıkan burjuva partileri ile proletaryayı CGT aracılığıyla rejime bağlamanın manivelası olarak işlev gören Brezilya Komünist Partisi’nden bağımsız bir politik temsilin oluşturulması haline gelmişti. İşte tam bu dönemde Brezilya’daki Morenocu Troçkist hareketin örgütü Sosyalist Birleşme (CS - Convergência Socialista) Ocak 1979’da Santo André’deki metalürji işçileri sendikasının kongresine bir işçi partisinin kurulması için çağrıda bulunma önerisini sunar. Kongrece kabul gören öneri birkaç hafta sonra da São Paulo eyaleti metalürji işçileri sendikası kongresinde tartışılarak onaylanır. Böylece doğan harekete ardı ardına sendikalar, Stalinizmin ve gerillacılığın etki alanı dışındaki devrimci sol akımlar, Kurtuluş Teolojisi hareketi ve aydınlar katılmaya başlar. São Bernardo’daki metal işçilerinin önderi konumundaki Luiz Inácio Lula da Silva hareketin sözcüsü olarak ön plana çıkar ve nihayet Şubat 1980’de “toplumsal örgütlenme biçimi olarak sosyalizmi savunan” bir Sol parti olarak PT kurulur. İçinde farklı politik akımların bulunmasını kabul eden PT’nin çoğunluk eğilimi, Lula’nın önderliğindeki sol sendika bürokrasisinin oluşturduğu Articulação Unidade na Luta’dır (Mücadelede Birlik Grubu); partinin kuruluşunda CS’nin yanı sıra Causa Operária (İşçi Davası), Ação Popular Socialista (Sosyalist Halk Eylemi), Tendência pelo Partido Operário Revolucionário (Devrimci İşçi Partisi İçin Eğilim) gibi merkezci ve radikal sol akımlar da yer alır. Birleşik Sekreterlik’in Brezilya seksiyonu Democracia Socialista (Sosyalist Demokrasi) ile Lambertçi akıma dâhil O Trabalho (İşçi), önce böyle bir partinin kurulmasına karşı çıkarlar, ama birkaç yıl sonra onlar da PT’ye katılırlar. PT’nin kuruluşu Brezilya işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız politik örgütlenmesini gerçekleştirmesi ve mücadelesinde olgunlaşması açısından devasa bir adımdır. Ama ne var ki, parti daha başından itibaren iç gerilimlerle yüklüdür. Lula’nın önderliğindeki çoğunluk kanadı Articulação, PT’nin diğer burjuva partileriyle ittifakını teşvik ederken ve onu bir seçim cephesi haline dönüştürmeye çabalarken, CS ve bazı diğer devrimci akımlar devrimci program üzerindeki ısrarlarını sürdürürler. Bu iki ucun arasında bir dizi başka “Troçkist” akım vardır; örneğin Lambertçi O Trabalho, PT’nin “merkezi” bir akım olduğunu söyler ve kendisini lağvederek PT’nin içinde erimek ile Articulação’nun yedek gücü olmak arasında bocalar, ardından krize girip bölünür; DEBS seksiyonu Sosyalist Demokrasi ise, Lula önderliğinin halk cepheci politikalarını desteklemekle yetinir. Bütün bu farklı tutumlar, PT’nin ve CUT’un önderlik ettiği işçi mücadelelerinde ve sendikaların içinde de yansımasını bulduğundan, Lula önderliği 1980’lerin ikinci yarısında parti kanatlarının bağımsız çalışmalarını engelleyici bürokratik uygulamalaKış | 2009/2010 -
17
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak ra başvurmaya başlar. Merkezi ve yerel parlamentolara girmiş olan PT milletvekilleri, belediye başkanları ve sendika liderleri, çevrelerindeki düzinelerce “danışman”la birlikte, parti yapısının dışında ve onun üzerinde şişkin bir bürokratik kast oluştururlar, böylece partinin burjuva devletle bütünleşmesi doğrultusunda niteliksel bir sıçrama gerçekleşir. Öyle ki, 1992’de çoğunluk kanadı partinin mevcut Fernando Collor hükümetine karşı bir kampanya açmaması doğrultusunda bir karar alır ve “Collor’a Hayır!” sloganında ısrar eden CS’yi partiden ihraç eder. Birçok başka devrimci akım CS ile birlikte PT’den ayrılarak önce bir devrimci cephe oluştururlar, ardından da 1994’te PSTU’yu (Partido Socialista dos Trabalhadores Unificado – Birleşik Sosyalist İşçi Partisi) kurarlar. Mandelci Sosyalist Demokrasi ve Lambertçi O Trabalho, tasfiyeci parti çoğunluk kanadını desteklerler. Lula’nın 2002 sonunda devlet başkanı seçilmesi ve diğer burjuva partileriyle birlikte halk cepheci bir hükümet kurması, ardından Brezilya’da neoliberal politikaların uygulanmasını üstlenmesi partinin içindeki kanatlar arası mücadeleyi derinleştirir. Bu arada, Sosyalist Demokrasi bakanlık düzeyinde hükümetin sorumluluğuna ortak olmuştur; bu durum DEBS içinde tartışmalara neden olur, Sosyalist Demokrasi DEBS’ten koparken, ondan ayrılan Sosyalist Bütünleşme (ES - Enlace Socialista) grubu parti sol kanadına kayar. Bu arada Heloíse Helena, Luciana Genro, João Fontes ve João Batista Oliveira (Babá) gibi önde gelen sol kanat milletvekilleri Lula hükümetinin neoliberal politikalarına mecliste karşı çıkarlar; 2003’te ise, hükümetin emeklilik yasasındaki değişiklik önerisine karşı oy kullanmaları nedeniyle de partiden ihraç edilirler. Onlarla birlikte Enlace Socialista, Corrente Socialista dos Trabalhadores (CST – Sosyalist İşçi Akımı; Morenocu UIT seksiyonu), Movimento Esquerda Socialista (MES – Sol Sosyalist Hareket; eski Morenocu, şimdilerde Chavezci akım), Socialismo Revolucionário (SR – Devrimci Sosyalizm; CWI Brezilya seksiyonu) gibi bir dizi grup da PT’den ayrılır ve 2004’te Heloíse Helena’nın başkanlığında PSOL’u kurarlar. PSOL’ün kuruluşu sırasındaki en belirleyici noktalardan birisi, önderlerinin PSTU’nun yaptığı birlik çağırısına verdiği olumsuz yanıttır. PSTU, PSOL bileşenlerini devrimci program üzerinde demokratik merkeziyetçi enternasyonalist bir partinin ortaklaşa inşasına davet eder; PSOL’ün buna yanıtı ise, “ilk PT” benzeri, seçim platformuna dayalı federatif bir parti kurmak olur. 2005’te Ação Popular Socialista (AP – Sosyalist Halk Eylemi) adlı merkezci grup ile PSTU’dan kopan Coletivo Socialismo e Liberdade (CSOL – Sosyalizm ve Özgürlük Kolektifi) de PSOL’a katılır. 2006 başkanlık seçimlerine PSOL ve PSTU ortak bir cephe halinde katılırlar ve başkan adayları Heloíse Helena 6,5 milyon (%6,85) oy alır. Bu Lula karşısında sosyalist solun ciddi bir başarısıdır, ancak aynı zamanda PSOL’un içine sürükleneceği krizin de başlangıcını oluşturur. PSOL’u oluşturan çoğunluk akımlarının (esas olarak MES, ES ve APS) proletaryanın devrimci iktidarını hedefleyen Leninist bir parti anlayışından dikkatle uzak durmaları, partiyi federatif bir seçim aygıtı olarak işletmeleri ve parti politikalarının belirlenmesinde parti içi demokratik tartışmalardan ziyade akımlar arasında pazarlıklara başvurulması, hem çoğunluk kanatları arasında hem de bunlar ile sosyalist sol fraksiyonların arasındaki gerginlikleri şiddetlendirir. Çoğunluk kanatlarının Chavezciliği ve XXI. yüzyıl sosyalizmi anlayışı, Lula’nın müttefiki burjuva partileriyle ittifaklara girme eğilimleri, sınıf mücadelesinden ziyade toplumsal muhalefet hareketlerine ağırlık vermeleri, hatta seçim kampanyası sırasında çokuluslu şirketlerden para yardımı almaları, parti solunun tepkileriyle karşılaşır. Öte yandan çoğunluk akımları arasında ciddi bir politik ayrılık olmamasına karşın, parti birimlerinin ele geçirilmesi doğrultusunda bürokratik manevralara dayalı büyük bir yarış başlar. Öyle ki, 2009 Ağustosu sonunda yapılan ikinci parti kongresinde, neredeyse hiçbir politik tartışma yapılmaz, sadece yönetim organı için büyük bir çekişme yaşanır. APS, ES ve CSOL aralarında bürokratik bir ittifak kurarlar (%48,9) ve bir önceki kongrenin çoğunluğu olan Heloíse Helena ve Luciana Genro (MES) grubu18
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak nu azınlığa iterler (%40,8); CST ve Sol Direniş akımlarının sol muhalefeti ise ancak %10,2 oranında kalır. Heloíse Helena, 2010’daki başkanlık seçimlerinde aday olmayacağını açıklayarak partinin krizini iyiden iyiye derinleştirir. Parti, artık sadece adaysız değil, ama aynı zamanda sınıf mücadelesi karşısında politikasız kalmış durumdadır. Brezilya, ve bir bütün olarak Latin Amerika proletaryasına devrimci enternasyonalist bir alternatif sunma fırsatı, bir kez daha “modern kültür”, yani Leninist parti düşmanlığı adına heba edilmenin eşiğindedir. “Yeni Öncü”nün Krizi Yukarıdaki örneklere kuşkusuz diğerleri eklenebilir; özellikle de, İtalya’daki PRC (Partito della Rifondazione Comunista – Komünist Yeniden İnşa Partisi), Portekiz’deki Sol Blok, İspanya’daki Birleşik Sol (Izquierda Unida) ve elbette Türkiye’deki ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi) deneyimleri öğretici derslerle dolu. Hemen hiçbirinin krizlerden ve bölünmelerden bağışık olmadığı bu deneylerin kesişim noktalarını aradığımızda, karşımıza bazı ortak özellikler çıkıyor. Birincisi, bütün bu yeni parti inşası arayışlarının, önce 1970’lerin sonlarından itibaren neoliberalizmin dünya işçi sınıfına saldırısı karşısında ulusalcı küçük burjuva gerillacılıktan avrokomünizme kadar yayılan bir Sağ politik yelpazede hücrelerine kadar ayrışan; 1980’lerin sonlarında da SSCB’nin çöküşüyle birlikte politik referanslarını yitiren Stalinist kökenli ve merkezci Sol hareketin, içine sürüklendiği parçalanma ve dağılma süreci sonucunda ortaya çıkan kesimlerin kendilerini bir yeniden örgütlenme zorunluluğuyla karşı karşıya bulmuş olmaları. Dikkat edilecek olursa yeni parti girişimlerinin çoğunluğunda eski Stalinist kökenli komünist partiler ya da akımlar ya da bunların bazı kesimleri –değişen ağırlıklarda- yer almakta, bazı örneklerde ise (İtalya, Almanya, İspanya, vb) başı çekmektedir. Bu gelişim Sol hareketin yeniden yapılanması açısından önemli olmakla birlikte, eski Stalinist öğelerin hangi yönde evrildikleri belirleyici bir özellik taşır. Stalinizmin krizi, neoliberal dönemde sosyal demokrasinin iyiden iyiye sağa kaymasıyla eşzamanlı olduğundan, bu akımlar kendilerini yeniden kurmanın alanı olarak sosyal reformizmin boşalttığı politik vakumu tercih etmekteler. Daha doğru bir ifadeyle, Moskova kökenli ideolojik kriz Stalinizm kökenli akımların sola ya da merkezciliğe doğru değil, daha da sağa kaymalarına yol açmakta. Ama bu sadece bir ideoloji sorunu da değil; burjuva kurumlarının bir parçasını oluşturan eski komünist parti önderlikleri ve sendika bürokratları ayrıcalıklı toplumsal ve politik konumlarını, neoliberal sistemin kurumsallığı içinde yeniden üretmenin arayışına yönelmekteler. Dolayısıyla da yeniden inşa girişimlerinde “modern” sosyal reformizmin, kapitalizmin “insanileştirilmesi” anlayışının temsilciliğini üstlenmekteler. Yeni “geniş” parti girişimlerinin büyük bölümünün ikinci bir ortak özelliği ise, kendilerini proletaryanın sınıf partisi olarak değil, bütün “muhalif toplumsal hareketlerin” politik ifadesi olarak kurmaya yönelmeleri. Bu yaklaşım yalnızca Lenin’in işçi sınıfının öncü devrimci partisi anlayışından kopmakla kalmayıp, birer sınıf örgütü olarak eski Stalinist ve sosyal demokrat reformist partilerin de ötesine taşan bir sistem içi temsil anlayışına yönelmek anlamına geliyor. Sistem içi, çünkü “postmodern” diye nitelenen ya da “gökkuşağı”, ekososyalizm, “yeşil-mor-kızıl” vb. sıfatlarla tanımlanan ve “yeni geniş partiler” içinde toplanmaya çalışılan hareketlerin hemen hiçbiri, MarksistLeninist kuramın belkemiğini oluşturan proletaryanın devrimci diktatörlüğünden yana değil, hatta bu hedefin “modern kültüre” uymadığı gerekçesiyle tam karşısında konumlanıyorlar. Bunun yarattığı toplumsal ve politik basınç kuşkusuz radikal ya da devrimci solu kendi programından bir dizi gerekçe ve biçim altında vazgeçmeye itiyor. Sonuçta ortaya en fazlasından “minimum program” etrafında toplanmış, Respect, Die Linke, Sol Blok, NPA, ÖDP vb. federatif kampanya ve seçim “partileri” ya da parlamento grupları çıkıyor, sınıfın seferberlik ve mücadele partileri değil. Bunun nesnel nedenlerini tahlil ettiğimizde ise karşımıza bir üçüncü özellik çıkıyor: Bu partilerin hiçbiri işçi hareketinin yükselişi üzerine oturmuyor ya da böyle bir Kış | 2009/2010 -
19
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak yükselişi temsil etmiyor. İşçi sınıfının örgütlü kesimleriyle en fazla ilişkili olan Brezilya PSOL’u bile, Lula iktidarının ardından sınıf hareketinde gerçekleşen muazzam geri çekilişin –doğrudan ürünü olmasa bile- bir sonucu olarak doğdu. Almanya’da SPD’den (Sosyal Demokrat Parti) kopan ve Oskar Lafontaine çevresinde toplanan sendikacılar, işçi hareketinin itmesiyle değil, “mali kapitalizmin başarısızlığa uğraması karşısında ekonomiyi demokratikleştirebilmek”14, yani sendikaların sistem içindeki konumunu koruyabilmek amacıyla Die Linke’ye yöneldiler. İngiltere’de Respect ve Fransa’da NPA, savaş karşıtlığını, çevreci duyarlılığını, Sosyal Forumları vb. kendine temel edinmeye çalışıyor. İşçi sınıfı hareketindeki geri çekilmeler, kısmi mücadelelerin birleşememesi ve savunma düzeyinde kalması, yeni proleter örgütlerin doğmaması vb. kuşkusuz Sol’un üzerindeki neoliberal ideolojinin baskısını artırıyor ve onu politik köklerinden koparıp “yeni öncü” kesimler aramaya doğru itiyor. Dolayısıyla, Sol hareket içindeki yeni gruplaşmaların işçi sınıfı hareketindeki bir yeniden inşa sürecine tekabül etmediğini söylemek yanlış olmaz. Yeni kitle parti arayışlarının önemli bir bileşeninin, hatta PSOL, NPA, Respect, Sol Blok gibi bazı örneklerde öncü kesiminin Troçkist kökenli partiler olması nedeniyle, bu yeniden gruplaşma eğilimlerinin bazılarının dördüncü bir özelliği de bunların Troçkizmin bunalımlı bir evresine tekabül ediyor olmaları. Bir bütün olarak bakıldığında Troçkist akım içindeki bölünmeler yeni bir olgu değil, ne var ki bugün söz konusu olan geçmişteki bölünmelere önayak olmuş bazı partilerin şimdi bizzat IV. Enternasyonal geleneğinden kopmaları. Bu kopuşun en bariz iki örneği Fransa’da NPA’ya öncülük eden eski DEBS seksiyonu LCR ile Brezilya’da PSOL’un kuruluşunda ve yönetiminde etkin bir güç olan –1990’ların ortalarında LIT’ten kopup bugün Chavezci 21. yüzyıl sosyalizmi anlayışının savunuculuğunu üstlenen- MES (Movimento Esquerda Socialista - Sosyalist Sol Hareket). IV. Enternasyonal’in yeniden inşasından hep uzak durmuş olan CWI (Militan akımı) ile asla uluslararası bir parti inşasını önüne koymamış olan IST’nin de (eski “devlet kapitalizmcileri”), Leninist-Troçkist parti geleneğinden uzaklaşarak tüm toplumsal hareketleri ve “dürüst” reformistleri de içeren federalist parti ya da cepheler kurma arayışlarına yöneldiklerini söylemek yanlış olmaz. Bu bakımdan, işçi hareketinin geri çekildiği koşul ve ortamlarda, Mandelci “yeni öncü” kuramı, yani proletaryanın devrimci programının kitle hareketlerinin öncü kesimleri olarak tespit edilen toplumsal grupların talepleri doğrultusunda değiştirilmesi anlayışı, Troçkizm üzerinde egemen olmuştur. “Yeni geniş partilerde” kendini somutlamaya çalışan anlayış işte budur. Tabii bu anlayışın yaşama geçebilmesi, “yeni öncü” olarak tanımlananların varlığına ve hareketliliğine bağlı. Oysa, 1990’ların ortalarından itibaren günümüze değin üzerine parti inşası çabaları kurulan bu “öncü” sektörler de kendi tarihsel evrimleri içinde oldukça mesafe kat ettiler. Sosyal Forumlar, Brezilya, Venezuela gibi “üçüncü dünyacı” hükümetlerin kendilerine uluslararası alan açma platformlarına dönüştü; çevrecilik, ulusal burjuva hükümetleriyle koalisyonlar kurarak kendini kapitalizmin insanileştirilmesine adadı; savaş karşıtlığı ve barış hareketleri sonunda Obama’yı ABD’ye başkan seçtirerek neredeyse muradına erişti; feminist hareket birbiriyle uzlaşmaz parçalara ayrıştı15; ulusalcı sol hareketler (ETA, PKK) egemen ulus hükümetleriyle pazarlık koşulları peşinde koşan silahlı reformist akımlara dönüştüler, bazıları (IRA) çoktan kurumsal yapıya uyarlandılar... “Yeni öncü”nün durumu bu olunca, bütün bu “toplumsal muhalefet hareketlerini” kucaklayacak partilerin ya da “yeni türden” (yani kalıcı) cephelerin inşası da, bizzat bu öncünün krizinin yansıması haline dönüşmekte. Eski Troçkist akımlar ne denli kendi programlarından vazgeçip bu akımları biraraya getirecek bir “asgari” ya da “antikapitalist” program ararlarsa arasınlar, anlık eylem birliklerinin ya da seçim platformlarının ötesine geçen kalıcı örgütler yaratamayacak14 Der Spigel, 14 Mayıs 2009, bkz.: http://www.spiegel.de/international/ germany/0,1518,624880,00.html. 15 PSOL’ün en önemli sözcüsü ve başkan adayı Heloisa Helena’nın açıktan kürtaj karşıtı olması, partinin sürekli kriz konularından birisi.
20
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak lar ve ne yazık ki kendileri tek başlarına böylesi bir hayali hedefin gölge avukatları haline dönüşeceklerdir. Bütün bunların ışığında, Troçki’nin Geçiş Programı’nda dile getirdiği “insanlığın krizi işçi sınıfının önderlik krizi haline dönüşmüştür” ifadesinin bugün artık “işçi sınıfı önderliğinin inşasının krizi” olarak yorumlanması gerektiğini söyleyebiliriz.16 Emperyalist Çağın Gerçekleri Leninist parti kuramının çok geniş bir Sol yelpaze tarafından reddedilir ya da “aşılır” olduğu bir süreçte politik faaliyetin devrimci Marksist temelde yönlendirilmesi eldeki bu bilimsel araçla Leninist kuramın temel noktalarının yeniden irdelenmesiyle olanaklı. Bu yöntemle soruna yaklaştığımızda karşımıza çıkan ilk soru, Lenin’in parti anlayışını dayandırdığı emperyalist dönem tahlilinde herhangi bir revizyona gereksinim olup olmadığı. Bilindiği gibi Karl Marx ve Friedrich Engels 1848’de yayımladıkları Komünist Manifesto’da “işçi sınıfının kurtuluşu onun kendi eseri olacaktır” der ve “Proleterlerin bir sınıf olarak ve böylece bir siyasal parti olarak” örgütlendiklerini ifade ederken, bir yandan da komünistlerin işçi sınıfının örgütlü bir kesimi ve “pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleri” olduğunu söylerler.17 Yani, Marksizmin kurucularında her iki görüş de, işçi sınıfının genel kitlesel partisi ile komünistlerin ayrı bir parti oluşturması anlayışları birlikte bulunmaktadır. Lenin’in öncü parti kuramı ise, “reformlar çağı” olarak adlandırılan kapitalizmin gelişme evresine ve sınıf temelli ilk modern politik ve sendikal gruplaşmaların doğmaya başladığı döneme özgü bu anlayıştan ileri doğru bir sıçrayışı temsil eder. Troçki, bu konuya şöyle değinir:
Manifesto’nun en eskimiş kısımları ise –yöntem açısından değil, fakat malzeme açısından– on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki “sosyalist” yazının eleştirildiği (III. Bölüm) ve komünistlerin çeşitli muhalefet partileri karşısındaki konumunun tanımlandığı (IV. Bölüm) bölümlerdir. Manifesto’da sıralanan hareket ve partiler ya 1848 devrimi tarafından ya da sonraki karşı-devrim tarafından öylesine süpürülüp atılmışlardır ki, bunların adlarını artık tarihi bir sözlükte aramak gerekir. Ne var ki, Manifesto bu kısımda da bize bir önceki kuşaktan belki daha yakındır. Marksizmin tam bir nüfuzunun hüküm sürüyor göründüğü İkinci Enternasyonal’in gelişme döneminde, Marksizm öncesi sosyalizm düşüncelerinin bütünüyle geçmişte kalmış olduğu düşünülebilirdi. Ancak bugün işler başka türlü. Sosyal demokrasinin ve Komünist Enternasyonal’in çözülüşü her adımda yeniden korkunç ideolojik sapmaların açığa çıkmasına yol açtı. İhtiyar düşünceler çocuklaşmış gibi görünüyor. Her şeyi kurtaracak formüller arayıp bulma yolunda, çöküş çağının peygamberleri, bilimsel sosyalizm tarafından çoktan gömülmüş eski doktrinleri keşfediyorlar.
Muhalefet partileri sorununa gelince, geçen on yıllar asıl bu alanda en derin değişiklikleri gündeme getirdi; sadece eski partilerin yeniler tarafından alt edilmesi açısından değil, aynı zamanda partilerin asıl karakterleri ve bunların karşılıklı ilişkilerinin emperyalizm çağının koşullarında radikal olarak değişmesi açısından da. Manifesto, bu bakımdan Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin en önemli dokümanları, Bolşevizmin temel yazını ve Dördüncü Enternasyonal’in konferans kararlarıyla geliştirilmelidir.18 16 Bu görüşün ilk kez Adem Topal tarafından dile getirildiğini belirtmeliyim. 17 Komünist Parti Manifestosu, bkz.: http://marxists.org/turkce/m-e/1848/manifest/kpm. htm#1a. 18 Komünist Manifesto’nun Doksanıncı Yıldönümü, bkz.: http://www.marx.org/turkce/ trocki/1937/ekim/30.htm. Kış | 2009/2010 -
21
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 1903’teki II. Kongresinde Lenin, basit gibi görünen bir konuda, parti üyeliğinin kriterlerine ilişkin tartışmada, kendini sosyal demokrat (bugünün deyişiyle komünist) addeden herkesin parti üyesi olabileceği yolundaki görüşe şiddetle karşı çıkar ve parti üyeliğine ancak işçi sınıfının en bilinçli unsurlarının kabul edilebileceğini, bu bilincin sadece parti programına ve tüzüğüne bağlılıkla değil, aynı zamanda pratik militan faaliyete katılmakla belirlenebileceğini savunur. Rus devrimi tarihindeki ünlü Menşevik/Bolşevik ayrımıyla sonuçlanan bu tartışma aynı zamanda Leninist parti anlayışının özünü oluşturur: komünist parti, işçi sınıfının öncü devrimci partisidir ve diğer reformist sosyalist ve sosyal demokrat kesimlerden dikkatle ayrıştırılmıştır. O dönemde Rosa Luxemburg ve Leon Troçki tarafından “komünist partinin işçi sınıfının yerine geçirilmesi” biçiminde eleştirilen Lenin’in bu anlayışı19 bugün tekrar aynı terimlerle ve bu kez eski Stalinist ve hatta bazı eski Troçkist akımlarca eleştiriye tabi tutulmakta, hatta bu kuramın Stalinist diktatörlüğe yol açan temel öğe olduğu ileri sürülmekte. Oysa Lenin’in kuramı salt bir ideolojik tercihe değil, nesnel bir gerçekliğe dayanır, üstelik hâlâ var olan bir gerçekliğe. Troçki, Lenin’in işçi sınıfı içindeki diğer politik akımlardan ayrı olarak öncü devrimci partinin gerekliliğine işaret anlayışının kapitalizmin emperyalist aşamasına ulaşması ve özellikle de ilk emperyalist dünya savaşının patlak vermesiyle birlikte doğan sosyal şovenizmle olan ilişkisini şöyle anlatır: İleri kapitalist ülkelerdeki işçi partilerinin çoğu, savaş sırasında kendi burjuvalarının yanına geçtiler. Lenin bu eğilimi sosyal-şovenizm olarak adlandırdı: lafta sosyalizm, gerçekte şovenizm. II. Enternasyonal’in ihaneti gökten zembille inmedi, reformist uyarlanma politikalarının kaçınılmaz bir devamı ve gelişmesi olarak ortaya çıktı. “Oportünizm ve sosyal-şovenizmin ideolojik-politik içeriği bir ve aynıdır: sınıf mücadelesi yerine sınıf işbirliği, hükümet zor durumdayken bu zorluklardan devrim için yararlanmak yerine kendi hükümetini desteklemek.” Kapitalist refah dönemi, son savaştan hemen önce (1909-1913) proletaryanın üst katmanlarını sıkı sıkıya emperyalizme bağladı. Emperyalist burjuvazinin sömürgelerden ve genel olarak geri ülkelerden elde ettiği süper kârların ağız sulandırıcı kırıntıları, işçi aristokrasisi ve işçi bürokrasisinin payına düştü. Bu nedenle, onları yurtseverliğe iten şey doğrudan doğruya emperyalizmin politikalarındaki kişisel çıkarlarıydı. Bütün toplumsal ilişkileri tüm çıplaklığıyla açığa vuran savaş boyunca, “oportünistler ve şovenistler, burjuvaziyle, hükümetle ve Genel Kurmayla ittifakları nedeniyle büyük bir güce kavuşmuşlardı.” Sosyalizmdeki ara ve belki de en yaygın eğilim, barış zamanında reformizmle Marksizm arasında salınan, kendilerini kaba, pasifist söylemlerle gizlemeye devam ederken neredeyse istisnasız sosyal-şovenistlerin esiri olan sözde merkezdir (Kautsky vb.). Kitlelere gelince, onlar kendilerinin onyıllardır yaratmış oldukları aygıtları tarafından gafil avlanıp aldatıldılar. Lenin, İkinci Enternasyonal’in işçi bürokrasisinin sosyolojik ve politik bir değerlendirmesini yaptıktan sonra yarı yolda durmadı. “Oportünistlerle birlik, işçilerin «kendi» ulusal burjuvazileriyle ittifak yapmasıdır ve uluslararası devrimci işçi sınıfı saflarında bir bölünmeye işaret eder. ”Buradan, enternasyonalistlerin sosyal-şovenistlerden kopmaları gerektiği sonucu çıkar. “Şu anda sosyalizmin görevlerini yerine ge19 Rosa Luxemburg daha sonraları Lenin’in önemli ölçüde haklı olduğunu belirtir; Troçki ise 1914’ten itibaren Lenin’in parti kuramının doğruluğunu kavramaya başlar ve 1917’de Bolşevik Parti’ye katılır, Merkez Komite üyesi olur. Troçki 1939’da şunları yazar: “1904’te yazdığım Politik Görevlerimiz broşüründe örgütlenme konusunda R. Luxemburg’unkilere çok benzer görüşler geliştirmiştim. Ama daha sonraki bütün bir deneyim bana bu konu üzerinde benim ve R. Luxemburg’un karşısında Lenin’in haklı olduğunu gösterdi” der; L. Trotsky, Writings (1938-39), Merit Publishers, New York.
22
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak tirmek imkânsızdır, oportünizmden…” ve merkezcilikten, “sosyalizm içindeki bu burjuva eğilimden kesin bir şekilde kopmadıkça işçilerin gerçek bir enternasyonal birliğini sağlamak mümkün değildir. ”Partinin ismi mutlaka değiştirilmelidir. “Lekelenmiş ve alçaltılmış olan «Sosyal-Demokrat» ismini bir kenara atıp, eski Marksist isme, Komünist ismine geri dönmek daha iyi değil mi?” İkinci Enternasyonal’den kopmanın ve Üçüncüyü kurmanın zamanıdır. O zamandan bu yana geçen yirmi küsur yılda ne değişti? Emperyalizm çok daha şiddet dolu ve baskıcı bir karakter kazandı. En tutarlı ifadesi bugün faşizmdir. Emperyalist demokrasiler birkaç basamak aşağı düştüler ve doğal ve organik olarak faşizme doğru evrimleşiyorlar. Ezilen milliyetlerin uyanışı ve ulusal bağımsızlık istekleri keskinleştikçe, sömürge baskısı daha da katlanılmaz hale gelmektedir. Başka bir deyişle, Lenin’in emperyalist savaş teorisinin temelinde yer alan tüm bu ayırt edici özellikler, şimdi çok daha canlı ve keskin bir karakter kazanmıştır.20 Troçki’nin 70 yıl önce dile getirdiği bu durum günümüzde bütün şiddetiyle, Afganistan’dan Haiti’ye kadar geçerliliğini sürdürmekte. Neoliberal dönemde sosyal reformizm Lenin’in döneminde olduğundan çok daha fazla emperyalist politikaların safına çekilmiş, hatta bizzat bu uygulamaların önderliği haline dönüşmüş durumda. ABD’nin İngiliz İşçi Partisi tarafından hararetle desteklenen Irak saldırısı karşısında, salt kendi burjuvazilerinin çıkarları açısından kısmi barışçıl itirazlarda bulunan diğer Avrupalı sosyal demokratlar bugün Afganistan işgalini bir bütün olarak desteklemeye devam etmekte. Sadece gelişmiş ülke sosyal şovenleri değil, Brezilya’da Lula’nın İşçi Partisi iktidarı, Şili’de Michelle Bachelet’in Sosyalist Parti hükümeti, Ekvator’da Correa, hatta Bolivya’da Evo Morales yönetimleri Haiti’nin işgaline askeri olarak katılmakta. 2008’de tüm çıplaklığıyla açığa çıkan dünya mali ve ekonomik krizi karşısında kendi burjuvazilerini destekleyebilmek için korumacı politikaları desteleyen sosyal demokrat ve sosyalist partiler, küreselleşmenin kapitalizmin emperyalist aşamasında bir değişiklik yaratmadığını ve sosyal şovenizmin maddi temellerinin varlığını korumakta olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldular. Günümüzde sosyal demokrasinin neoliberalleşmesi ve eski Stalinist partilerin sosyal reformizmin boşluğunu doldurmaya yönelmesi, bu akımların ideolojik ve politik olgular olarak toplumsal yaşamdan yok oldukları anlamına gelmiyor. Saldırgan emperyalist politikalardan tarafsız barışseverliğe kadar değişen biçimlerde karşımıza çıkan şovenizmin temelinde, işçi sınıfının modern kapitalist aşamada katmanlara ayrışması ve işçi aristokrasisinin sınıfın bütünü üzerinde bürokratik denetim mekanizmaları kurması yatıyor. Sadece ileri emperyalist ülkelerde değil, tüm kapitalist toplumlarda yeniden ve yeniden karşımıza çıkan bu olgu, proletaryanın içindeki bütün politik eğilimlerin hepsinin aynı devrimci parti içinde toplanabilmesini nesnel olarak olanaksızlaştırıyor. Çokuluslu şirketlerin toplu tensikatları karşısında işten çıkarılacak işçi sayısı konusunda patronla pazarlık yapma eğilimindeki sendika bürokrasisinin politik temsilcileri ile, bu şirketlerin işçi denetiminde millileştirilmesini talep eden devrimci proletarya savaş hattının aynı kampında değil, birbirine düşman cephelerinde konumlanmaktadır. Yeni “geniş” parti savunucuları bugün sadece devrimci proletarya ile “samimi” reformistleri biraraya getirecek işçi partilerini savunmakla kalmıyorlar; bu olanaksız bileşimin içine, talepleri emperyalizmin kendilerine aktarabileceği kırıntı fonlarla tatmin edilebilecek farklı sınıf kökenli “toplumsal muhalefet” gruplarını da katarak “sınıfaşırı” politik oluşumların inşasının peşine düşüyorlar. Çevreci hareketin birçok argümanı ve önerisi günümüzde, kâr oranlarını artırabilmek için yeni yatırım alanları ve teknolojiler arayan sermaye gruplarınca üstlenilebilmekte, Clinton döneminde ABD başkan 20 L. Troçki, Lenin ve Emperyalist Savaş, 3 Şubat 1939, bkz.: http://www.marxists.org/turkce/ trocki/1939/subat/lenin.htm. Kış | 2009/2010 -
23
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak yardımcılığını üstlenmiş olan Al Gore’un çevreci propagandası bu doğrultuda harekete geçirilebilmekte. Emperyalist ülke barışseverleri kendi hükümetlerinin Afganistan’dan çekilmesini sadece “çocuklarımız ölmesin” ya da “savaş harcamaları ülke içi sosyal fonlara aktarılsın” diye talep ediyorlar, yoksa emperyalizmin Afganistan’da yenilgisi ve kendi emperyalist hükümetlerinin devrilmesi amacıyla değil. Feministlerin içinde, emperyalizmin Afganistan ya da Irak’ta yenilgiye uğraması durumunda kadın haklarında daha da büyük gerilemelerin yaşanacağı endişesiyle umutlarını Obama’ya bağlayan kesimler hiç de azınlıkta değil. Bütün bu kesimleri hangi “asgari program” üzerinde bir parti içinde toplamak mümkün? Demokratik Merkeziyetçilik mi, Federalizm mi? “Gökkuşağı” akımlarının bir “parti” yapısı içine sığdırılabilmesi için geliştirilen formül, çoğulculuk ve federalizm. Öyle ki bu formülün, bizzat parti kavramının kendisine karşı olan muhalif kesimlerin bile aynı politik proje içinde yer alabilmesini kolaylaştıracağı düşünülüyor. Üstelik federal işleyişin, “modern kültüre” uymayan “eski taşlaşmış” parti yapılarının bürokratik karakterinin aşılması ve gerçekten demokratik politik temsil ve ilişki sisteminin kurulması anlamına geldiği ileri sürülüyor. Federal parti sistemi sayesinde her akım kendi görüşlerini parti içinde rahatça dile getirebilecek, partinin propaganda ve eylem hattının ötesinde kendi görüşlerini dışarıda da yayabilecek, istediği parti faaliyetlerine katılabilecek istemediklerinden uzak durabilecek, parti politikasını kamuoyunda serbestçe eleştirebilecek, kendi bölgesinde istediği “parti faaliyetini” geliştirebilecek, vb. Özetle, postmodern evrensel demokrasi ilkesi parti içinde, çeşitli kılıklara bürünebilen bir federalizm biçiminde yaşam bulacak. İddia bu. Fransa’da NPA kendi parti yapısını “herkesin içinde yerini bulabileceği bir örgüt” olarak tanımlıyor.21 Parti üyeleri “faaliyetlerine ve toplantılarına olanakları çerçevesinde katılacakları” komiteler içinde toplanacaklar ve bu komiteler parti kongrelerinde belirlenen politik hattı “kendi bölgesel gerçeklerine uyarlamada özerk” olacaklardır. Belirli bir bölgedeki komiteler bölge düzeyinde bir üst örgütlenme geliştirip geliştirmeyeceklerine, bölge kongreleri düzenleyip düzenlemeyeceklerine kendileri karar verecektir; kurulabilecek bölge komitelerinin üyeleri dönüşümlü olarak görev yapacaklar ve bölge komiteleri kendi yayınlarını çıkarabilecek, kendi faaliyetlerini özerk olarak kurgulayabilecektir. Bu “projenin özünü demokrasi oluşturacak” ve bu nedenle de parti içinde sürekli eğilim ve hiziplere izin verilecektir. Nitekim NPA’nın kuruluş kongresine LCR üyelerinin ve “bağımsızların” yanı sıra bir dizi başka örgütlü grup katılır; bu gruplar kendilerini parti içinde hizip veya eğilim olarak sürdürebilecek ve her biri istediği “Enternasyonal” akıma dâhil olabilecektir. Bu tip bir çoğulculuğun ya da federalizmin Leninist parti yapılanmasından çok farklı olduğu kuşkusuz, ama sorun yalnızca bu değil. Sorun, bir dizi sosyal demokrat hatta merkez sağ partide bile rastlanabilen federalizmin “bürokratik ve hiyerarşik” işleyişin aşılması anlamına gelip gelmediği. NPA’nın kuruluş kongresi bu doğrultuda hiç de umut verici olmadı. Kongreye katılan LCR üyeleri bağımsız kongre delegeleri gibi davranmak yerine, kendi gruplarının oluşturduğu kurucu belgelerin kongrece kabul edilebilmesini sağlayabilmek için birer “LCR militanı” olarak davrandılar ve diğer akımların hemen bütün önerilerinin başarıyla reddedilmesini sağladılar. Partinin yönetim organı olan 192 kişilik Geçici Ulusal Komite’ye –elbette çoğunluğu oluşturan LCR’nin dışında- kimin girip girmeyeceğine de onlar karar verdiler: kendi önerisini sadece komisyonlarda savunup genel kurulda ana karar taslağına oy veren Devrimci Sol’dan (CWI seksiyonu) 3 kişi yönetime alınırken, Kıvılcım Fraksiyonu (Loutte Ouvriere’den ayrılan kesim) kongrede daha fazla delege bulundurmasına karşın kurucu metne oy vermediği için cezalandırıldı ve yönetim dışında bırakıldı. Enternasyonalist Devrimci Grup, bazı eski LCR üyeleri ile bağımsız genç militanların oluşturduğu Eğilim grubu 21 NPA’nın tüzüğü için, bkz.: http://www.npa2009.org/content/statuts-provisoires-dunouveau-parti-anticapitaliste-adopt%C3%A9s-par-le-congr%C3%A8s-du-npa.
24
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak ise, kendi alternatif dokümanında ısrar ettiği için önce kongrede söz hakkından mahrum edildi, ardından “güvenlik görevlileri” tarafından salondan çıkarıldı. İngiltere’de durum Fransa’dakinden daha iyi değil. SSP kendisini “sadece farklı görüşlerin değil ama aynı zamanda farklı platformların örgütlü ifadesine izin veren, demokratik ve çoğulcu” bir parti olarak sunar; ama bir yandan da bu federalizmin sınırlarını çizer: partinin 14 kişilik yürütme organının 11’i eski CWI (Militan akımı) grubu üyesidir. Dahası, federatif söylem ve uygulamalar 2004 sonlarında “farklı platformlar”ın şiddetli bir fraksiyon çatışmasına sürüklenmesini engelleyemez ve kişisel suçlamaların da işin içine katıldığı bir çekişme sonucunda parti içindeki Militan akımı yandaşları ile SWP üyeleri partiden koparak ayrı bir örgütlenmeye girişirler. Böylece SSP, neredeyse tek bir “platformun” kendi kendine “geniş partisi” haline dönüşmüş olur. Respect ise, parti değil SWP’nin deyimiyle “yeni türden bir birleşik cephe”dir. “Yeni türden” diye tanımlanması, olasılıkla “eski”, yani devrimci Marksist geleneğin anlayışından uzaklaşmasından kaynaklanmakta. III. Enternasyonal tarafından geliştirilen ve Troçkist akım tarafından savunulagelen birleşik işçi cephesi taktiği esas olarak işçi sınıfının içindeki farklı akımların ortak düşmana karşı birlikte vurması politikasına dayanır. Ne var ki bu cephe anlayışı günümüzde SWP tarafından Müslüman cemaat liderlerinden toplumsal hareket örgütlerine kadar yayılan, kalıcı programatik bir koalisyon biçimine, özellikle de bir seçim platformuna dönüştürülmüş durumda. SWP bu cepheye reformistlerin ve diğer toplumsal muhalefet akımlarının katılabilmesi için, cephenin programını “asgari” bir düzeyde tutmaya çalışır; böylece cephe, somut bir düşmana karşı farklı işçi akımlarının birlikte vurması taktiği olmaktan çıkıp, “asgari bir program” üzerinde bir araya gelmiş her türden muhalif kesimin seçim işbirliğine dönüşür; cephede yer alan devrimci gruplar, kendi bağımsız faaliyetlerini yapmakta serbesttirler elbette. Böylece, birleşik işçi cephesi taktiği, Troçki’nin ifadesiyle, “ayrı yürüyüp birlikte vurmak” değil, “birlikte yürüyüp ayrı vurmak” uygulaması haline gelir; “yenilik” buradadır. “Yeni tür cephe” savunusunun ardında yatan bir temel gerekçe de, bir araya getirilmesi istenen çevrelerin programatik olarak bir parti yapısının içine sığamayacağı, dolayısıyla “cephe” tipi bir koalisyonun bu çevrelerin arasında daha demokratik ve kalıcı ilişkiler sistemi kurabileceği. Sosyalist İttifak döneminde, ittifakın içinde ağırlıklı grup olan SWP, diğerlerini demokrasi konusunda ne denli duyarlı olduğuna inandırmaya çalışır. Alex Callinicos bunu şöyle dile getirir: ...eski İP’lilerden çok sayıda katılım olmadığından Sosyalist İttifak yapısal bir dengesizlikle malul oldu, zira SWP’nin ağırlığı tüm Britanya aşırı solunun toplamından çok daha fazlaydı. Hep kendi kendimizi sınırlayıcı bir tutum içinde olduk, ama buna ne kadar gayret edersek edelim her zaman yemek odasında gezinen fil gibiydik, halen de öyleyiz. Kendimizi ne denli demokratik olarak ortaya koyarsak koyalım, hep bizden kuşkulanıldı. Sosyalist Parti ve bazı tanınmış “bağımsızlar” İttifak’tan ayrılma gerekçelerini “SWP egemenliği”ne bağladılar. Kendi gerekçelerinde haklı olabilirler, ama gerçek şu ki, SWP’nin egemenliği öyle olmasını istediğinden değil, reformist güçlerden katılımın yetersiz olmasından kaynaklanıyordu.22 Sosyalist İttifak’taki bu parçalanma ve dağılma biçimi Respect’te de tekrarlanır. Üstelik Respect’te bu kez daha çok sayıda “reformist” –hatta eski İP’li milletvekilleri-, bağımsız, hatta Müslüman cemaat üyeleri vardır; yani “yeni cephe” artık eskisi kadar “dengesiz” değildir. Gene de SWP’ye yönelik “dayatmacılık” şikâyetleri artar; aslında koalisyonun içinde politik ya da programatik açıdan bir ayrılık yok gibidir, ama gruplar cephenin yerel komitelerinde ve önderlik organlarında ağırlık kazanma yarışı içindedir. Sonuçta, SWP’yi Respect içinde “Leninist yöntemler uygulamakla” eleştiren 22 A. Callinicos, agy. Kış | 2009/2010 -
25
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak eski İP milletvekili Galloway ve yandaşları, Müslüman cemaatleri temsilcileri, bir dolu bağımsız, ve tabii yeni durumdan bir “antikapitalist parti” çıkarmayı ümit eden ISG (International Socialist Group - DEBS seksiyonu Uluslararası Sosyalist Grup), SWP’yi dışlayarak “yeni cephe”yi dağıtırlar. Brezilya’da İşçi Partisi’nin, İspanya’da Birleşik Sol’un, İtalya’da Komünist Yeniden Kuruluş’un, Türkiye’de ÖDP’nin ve bir dizi başka “geniş parti” deneyinin yaşadığı bölünmeler, parçalanmalar, hatta dağılıp yok olmalar, federalizm ya da “yeni tür cephe” tipi işlerliklerin “çoğulculuk diye adlandırılan farklı toplumsal temelli farklı programların bir arada tutulabilmesi için sihirli bir formül olmadığını ortaya koymakta. Kuşkusuz, Almanya’da Die Linke, Portekiz’de Sol Blok ve Yunanistan’da Syriza şu anda böyle bir acil bölünme tehdidi altında görünmüyorlar; kısa bir süre önce seçimlerde başarılı bir performans sergilemeleri onları şimdilik böyle bir tehlikenin uzağında tutuyor. Ne var ki, sınıf mücadelesi bu oluşumları mutlaka yeni deneyimlere sokacak ve bu koalisyonların içindeki farklı programlar birbiriyle bir çatışmaya girecektir; ve bu çatışmanın kuşkusuz örgütsel sonuçları olacaktır. Kuşkusuz isteyen istediği gibi parti ya da cephe kurmaya çalışabilir; bu tip “geniş partiler”, “antikapitalist partiler”, “yeni türden cepheler” oluştukça bunların politik ve programatik tutumları üzerine görüşlerimizi belirtiriz, kendi politika ve taktiklerimizi belirleriz. Ama asıl itiraz ettiğimiz, bütün bu girişimlerin devrimci Marksizmin birer “doğal” uygulamasıymışçasına sunuluyor olması. Troçkizm altmış yılı aşkın bir süre Stalinizmin, Leninist demokratik merkeziyetçiliği bürokratik merkeziyetçiliğe dönüştürmesine ve onu işçi sınıfının öncüsüne bir deli gömleği halinde giydirmeye çalışmasına karşı mücadele etti. Şimdi ise, bazı eski Troçkistler dâhil bir dizi reformist, anarşizan muhalif akım, toplumsal hareket vb. Stalinizmi Leninizmin bir uzantısı gibi yorumlamakta, Leninist parti kuramını Stalinist bürokrasinin “çağdışı kalmış kültürü” gibi göstermeye çalışmakta. Ve Leninist demokratik merkeziyetçiliğin yerine, “yeni partiler” için “yeni demokrasi” biçimleri önermekte. Ama yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz gibi, yaşam ve sınıflar mücadelesi kendi gerçekliğini dayatmakta. Leninist demokratik merkeziyetçilik ilkesi, basitçe bir “parti içi işlerlik” modeline, ya da Çarlık koşulları altında partinin üstlenmek zorunda kaldığı kurallar topluluğuna indirgenemez. Kuramın bir parçasını oluşturan bu ilkenin maddi temeli, kapitalist toplumun sınıflara ve işçi sınıfının katmanlara, farklı geleneklere ve bölgelere ayrışmış olması, sınıf bilincinin eşitsizliklerle belirlenmesidir. Oysa sermayenin ve devletin merkezileştiği bir toplumsal sistemde, iktidarın proletarya tarafından zaptı, ancak onun önderliğindeki tüm emekçi yığınların toplu ve merkezi eylemiyle olanaklıdır. Kendini partinin programında projelendiren bu eylem, uygulamada ancak devrimci partinin demokratik merkeziyetçi faaliyetinde cisimleşir. Devrimci partinin disiplini, devrim için gerekli olan sınıf mücadelesi disiplininden ayrı düşünülemez. Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı adlı yapıtında proletaryanın disiplinini burjuvazi karşısındaki zaferinin koşullarından biri olarak anlatır. Bu gerçeği greve çıkmış her işçi yakından tanır; grev sırasında işçilerin toplu, merkezi ve disiplinli mücadelesi olmadan patron karşısında başarı elde edebilmenin olanağı yoktur. Devlet iktidarı söz konusu olduğunda, bu koşul çok daha geniş ve derin nitelik kazanır. Ama, Lenin’in de anlattığı gibi, zafer için disiplin gerekli olmakla birlikte, “bunun ne anlama geldiği ve hangi koşullarda olanaklı olduğu” her zaman dikkate alınmamakta. Lenin, disiplinin ve merkeziliğin “kararnameler” aracılığıyla değil, ama ancak süreç içinde elde edilen başarılarla gerçekleştirilebileceğini belirtir ve devrimci bir partinin iç işlerlik düzeni ile sınıf mücadelesi arasındaki bağı şöyle kurar: Proletaryanın devrimci partisinde disiplin nasıl sağlanabilir? Nasıl sınanabilir? Nasıl güçlendirilebilir? Birincisi, proletaryanın öncüsünün sınıf bilinciyle ve onun devrime adanmışlığıyla, kararlılığı, fedakârlığı ve kahramanlığıyla. İkincisi, emekçi halkın en geniş kesimleriyle –öncelikle proletaryayla, ama aynı zamanda emekçi halkın proleter olmayan kesimleriyle de- kendini ilişkilendir26
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak me, onlarla yakın temas kurabilme ve –isterseniz- bir ölçüde onula bütünleşme yeteneğiyle. Üçüncüsü, öncünün uyguladığı politik önderliğin doğruluğu, politik stratejisinin ve taktiklerinin doğruluğu, geniş kitlelerin bunların doğruluğunu kendi deneyimleri içinde görmesiyle. Bu koşullar olmaksızın, amacı burjuvaziyi devirmek ve tüm toplumu dönüşüme uğratmak olan, ileri sınıfın partisi olmaya gerçekten yetenekli devrimci bir parti içinde disiplin gerçekleştirilemez. Bu koşullar olmaksızın, disiplin oluşturmaya yönelik tüm girişimler başarısızlığa uğrar ve lafazanlık ve şarlatanlıkla sonuçlanır. Öte yandan, bu koşullar bir anda doğmaz. Ancak sürekli çaba ve sıkı deneyimler sonucunda yaratılabilir. Bunların oluşturulabilmesine doğru devrimci kuram yardımcı olur, devrimci kuram ise bir dogma değildir, son biçimini ancak gerçekten kitlesel ve gerçekten devrimci bir hareketin politik faaliyetiyle yakın bağlantı içinde kazanır.23 Bunlar çok açık, yoruma yer bırakmayan, Troçkist geleneğin uygulamada devraldığı ifadeler. Dolayısıyla Leninizmi salt bir parti içi hiyerarşisi ve emir-komuta kuralları bütünü olarak yorumlayıp bu anlayışın Stalinizmin temelinde yatan “çağdışı kalmış kültür” olarak göstermeye çalışan; buradan hareketle de demokratik merkeziyetçiliğin adım adım, kitlelerin mücadeleleri içinde geliştirilmesi yerine her türden “federalist” parti sistemi icat etmeye yönelenler, aslında Stalinizmin devrimci hareket içindeki ihanetini tersinden uygulamanın ötesine geçememektedirler. Stalinizm, proletaryanın öncüsünün bilincinin ve özverisinin üzerine kendi bürokratik çıkarlarının hiyerarşik disiplinini giydirmeye çalışmış, bunda başarılı olduğu sürece devrimlerin yenilgiye uğramasını başarabilmişti; bugün ise yeni “geniş partiler” ve “yeni türden cepheler”, kitlelerin bilincinin parçalanmışlığını ve eylemlerinin bölünmüşlüğünü “demokratik bir ilke” olarak evrenselleştirip “partileştirerek” kapitalizme karşı mücadelenin politik ve programatik olarak birleşebilmesi, yüksek oranda merkezileşmiş devletin ve sermayenin karşısında proletaryanın ve emekçi yığınların savaşının odaklanabilmesi yolundaki yeni engeller haline dönüşmekteler. Devrimci Partinin İnşa Stratejisi ve Taktikleri Yazının başlığında belirttiğimiz gibi, 21. yüzyılda Ortodoks olmak, yani devrimci Marksizme sadık kalmak, Leninist-Troçkist geleneği sürdürmek oldukça güç bir görev. Bu, her zaman güç, zorlu bir misyondu, ama şimdi kitlelerin ve onun öncüsünün zihnini ve programını bulandıran sadece II. Enternasyonal reformistleri ya da Komintern Stalinistleri değil; onlara IV. Enternasyonal dönekleri, toplumsal hareket kuramcıları, “İmparatorluk” şarlatanları da eklenmiş durumda. “Gökkuşağı Solu” içinde, kitlelerin gözünde sosyalizmi temsil eden Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının bizzat sosyalizme, Marksizme “prestij” kaybettirdiğini, dolayısıyla “sosyalizm demeden sosyalist politikalar izlenmesi” gerektiğini düşünenlerin sayısı küçümsenecek kadar az değil. Gerçekte bu çevrelerin yaptığı, kendi toplumsal ve politik dönekliklerinin ve uyarlanmalarının kefaretini, suçlu göstermeye çalıştıkları kitlelerin ödemesini istemekten başka bir şey değil. İşçi aristokrasisi ve onun reformist/bürokratik önderlikleri varlıklarını her zaman kitlelerin bilincinin ve eyleminin bölünmüşlüğüne ve geriliğine dayandırmışlar, ama bir yandan da ihanet politikalarını onunla gerekçelendirmişlerdir; varlığını farklı biçimlerde bugün de sürdüren bu gerçekliğe günümüzde, küçük burjuva kökenli yeni toplumsal hareketlerin, “muhalif” akımların, “radikal” çevrelerin, proletarya diktatörlüğü programına ve Leninist partiye olan düşmanlığı eklenmiş durumdadır. İsteyen istediği kadar “antikapitalist” olsun, isteyen toplumsal grup ya da akım kendini öyle ilan etsin, işçi sınıfı sosyalizm şiarını yükseltip proletarya diktatörlüğü programı altında emekçi kitlelerin mücadelesini birleştirmediği ve burjuvaziyi politik ve ekonomik olarak mülksüzleştirmediği sürece, kapitalizmin yerine sınıfsız toplumun yolunu açacak üretim, mülkiyet ve toplum ilişkilerini kurmak olanaklı değildir. Kapita23 V.I. Lenin, Left-Wing Communism: an Infantile Disorder, 1920, bkz.: http://www.marxists. org/archive/lenin/works/pdf/Lenin_Left_wing_Communism.pdf. Kış | 2009/2010 -
27
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak lizm altında işçi sınıfının dışında “zincirlerinden başka yitirecek bir şeyi olmayan” yeni bir toplumsal sınıf ya da grup doğmuş değil; aksine, tüm öbür sınıf ve katmanların özgürleşmesi, bir bütün olarak insanlığın kapitalizmin neden olduğu insani ve çevresel yıkımdan ve barbarlık ilişkilerinden kurtulabilmesi, hâlâ proletaryanın kendi adıyla anılan tarihsel devrimi gerçekleştirebilmesiyle olanaklı olacaktır. Ve bu devrim için proletaryanın Leninist bir partiye sahip olabilmesi gerekiyor. Parti, proletaryanın öncüsünün emekçi yığınların parçalı mücadelelerini sermayenin ve burjuva devletin karşısında merkezileştirebilmesinin en önemli aracıdır; zira bu mücadelenin programı devrimci partide cisimleşir. Bu açıdan, kitle mücadeleleri içinde devrimci partinin inşası devrimci Marksizmin en önemli stratejisidir. Devrimci parti, Lenin’in ifade ettiği gibi, kitlelerle olan teması, onlarla bütünleşmesi içinde olgunlaşacak, kitlelerin mücadele disiplinini kendi içinde toplayacaktır. Demokratik merkeziyetçilik olarak adlandırılan bu parti içi işlerlik yöntemi, proletaryanın ve kitlelerin devrimci mücadelesine, proletaryanın öncüsünün politika ve taktiklerinin doğruluğuna ve kitlelerin bunları kendi deneyimleri içinde sınamasına koşut olarak gelişecek ve sağlamlaşacaktır. Bu hedefi önüne koymayan hiçbir parti, gerçek bir devrimci parti haline gelemeyecektir. Kuşkusuz bu gerçekleri dile getirmek, ne kitle seferberliklerinden sıtmalı görmüş gibi kaçan reformist bürokratların, ne de “evrensel demokrasi ve eşitlik” şizofrenisine yakalanmış küçük burjuva radikallerinin hoşuna gidiyor; bu yüzden de, kuşkusuz, birlikte kurdukları “geniş partilerde”, “yeni türden cephelerde”, “gökkuşağı” hareketlerinde, yukarıda andığımız stratejiye yer vermiyorlar. Üstelik, inşa çabalarının daha ilk basamaklarında bulunan devrimci parti ya da akımlara derhal “tekke” tanımını yakıştırabiliyorlar. Oysa Leninist-Troçkistler asla devrimci partinin küçük bir radikal grubun doğrusal büyümesiyle oluşup gelişebileceğini iddia etmemişlerdir. Onların iddia ettikleri yegâne şey, böyle bir partinin kitlelerin devrimci seferberliği içinde ve devrimci program çerçevesinde inşa edilebileceğidir; yoksa “herkes gelsin” diye devrimci programdan vazgeçip, sonuçta pek de bir işe yaramayan “asgari” programlar, federalist işleyiş biçimleri, vb. icat ederek değil. Kitle mücadelelerinin niteliği ve düzeyi ile yakından ilişkili olan parti inşası elbette inişli çıkışlı bir yol izliyor ve bir dizi politika ve taktik gerektiriyor. Devrimci Marksistlerin asla bir dizi “hileler” ve “aldatmacalar” kümesi olarak görmedikleri taktikler, sınıf mücadelesine ve parti inşasına küçük ya da büyük ölçekli “sıçramalar” yaratacak politik öneri ve uygulamalardır. Her ülkedeki somut işçi sınıfı politik örgütlülük, bilinç ve mücadele düzeyleri çerçevesinde belirlenebilecek en önemli taktiklerden biri, örneğin, proletaryanın –reformist ya da devrimci- herhangi bir politik örgütlenmeye sahip olmadığı, salt burjuva partileri arasında seçim yapmaya zorlandığı koşullarda ileri sürülebilecek kitlesel sınıf partisi –işçi kitle partisi- şiarında somutlanabilir. Sınıf hareketinin içinden, özellikle de sınıf sendikalarının mücadelesi içinden doğabilecek böyle bir parti kuşkusuz işçi sınıfının burjuva partilerinden bağımsızlaşmasında ve sınıf bilincinin önemli bir niteliksel gelişme göstermesinde son derece yararlı olabilir. Örneğin Brezilya İşçi Partisi’nin kuruluşu, Brezilya proletaryasının tarih sahnesine yükselmesinde başlıca araç olmuştur. Ama bu örnek üzerinde bir an duralım. İşçi kitle partisi taktiğinden yararlanmaya çalışan bazı devrimci sol çevrelerde, böyle bir partinin, içereceği sendikalist vb. öğelerden ötürü kaçınılmaz olarak reformist olacağı, bu yüzden de devrimcilerin kitlesel bir işçi partisinin mümkün olduğunca geniş bir yelpazeyi içerebilmesi için –ki aksi takdirde yeterince “kitlesel olmayacağı düşüncesiyle- onun oluşum sürecine devrimci programla katılınmaması gerektiğini ileri sürerler. Bunun Troçkist hareket içindeki en bildik örneklerinden birisi, Fransa’da “Lambertçi akım” olarak tanınan Komünist Enternasyonalist Parti’nin (PCI - Parti Communiste Internationaliste) kendisini önce 1991’de İşçi Partisi, daha sonra 2008’de Bağımsız İşçi Partisi (POI – Parti Ouvrier Indépendant) olarak sunmasıdır. Her seferinde birkaç başka sendikacıyla birlikte 28
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak yenilenen bu girişimler gerçekte PCI’nin kendisini reformist bir programla yeni bir kimlik altında sunmaya çalışmasından öteye bir anlam ifade etmemiştir.24 Bu anlayışın Türkiye’deki uygulaması olan İşçi Kardeşliği Partisi de ne yazık ki, Troçkist programın “kitlesellik” adına sendikal söylem içinde eritilmesinin ötesine geçememiş, ama gene de istenen “kitle partisini” yaratamamıştır. Oysa belirli koşullar altında somut bir gerçeklik haline gelebilecek bir kitlesel sınıf partisinin yaratılması çabasında devrimci Troçkistlerin hedefi reformist bir parti kurulmasına yardımcı olmak değil, proletaryanın politik örgütlenmesine devrimci programla katılmak, katkıda bulunmaktır. 1930’larda ABD’de devrimci Marksistler bir işçi partisinin kurulması doğrultusunda çalışmaya teşvik eden Troçki, bu taktiği şöyle somutlar: Politikamızın teorik olarak yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum, ama bunun somutlanması gerekir. Ne anlamda? Biz, reformist bir işçi partisinin yaratılmasından mı yanayız? Hayır. Sendikalara güçler dengesinde ağırlıklarını koyma olanağı yaratabilecek bir politikadan mı yanayız? Evet. Bu reformist bir parti olabilir –bu gelişmelere bağlıdır. Burada işin içine program sorunu giriyor. Dün de söyledim, bugün tekrar altını çiziyorum –bir geçiş talepleri programımızın olması gerekir; bu taleplerin tamamlanmış biçimi bir işçi köylü hükümetidir. Biz partiden yanayız, devlet iktidarını alacak emekçi kitlelerin bağımsız bir partisinden yana. Bunu somutlamalıyız –biz fabrika komitelerinin yaratılmasından, fabrika komiteleri aracılığıyla sanayinin işçilerce denetiminden yanayız. Bütün bunlar bugün için havada asılı halde duruyor. Onlar teknokrasiden söz ediyorlar ve “kullanım için üretim” sloganını ileri sürüyorlar. Biz bu şarlatanca formüle karşıyız ve üretimin fabrika komiteleri aracılığıyla işçilerce denetlenmesini ileri sürüyoruz.25 Sınıfın bağımsız politik örgütlenmesinin bulunmadığı ve yükselen sınıf mücadelesinin bu zorunluluğu nesnel olarak doğurarak sınıf örgütlerini -özellikle sendikaları- ve önderliklerini -işyeri temsilcilikleri, vb.- bu yönde itmeye başladığı koşullarda pratik bir slogan haline gelebilecek işçi kitle partisi politikası, devrimci Marksistlerin hiçbir saklamaya ya da diplomasiye başvurmaksızın kendi devrimci programlarıyla uygulamak durumunda oldukları son derece ilerici bir taktik olma özelliği taşır. Nesnel koşulların henüz elvermediği durumda da elbette bağımsız bir işçi partisinin, devrimci bir işçi partisinin propagandasını yapmak durumdayız; ama bu koşulların bulunmadığı dönemlerde sırf bir iki sendikacıya parti kurdurtabilmek için onlara reformist bir program önermek, devrimci Marksizmi tasfiye etmekten öteye geçmez. Öte yandan devrimci programla katılınacak bir işçi kitle partisi, Leninist partinin inşasında çok önemli bir adım, bir sıçrama oluşturabilir; bu, Troçki’nin dediği gibi, sınıf mücadelesi içindeki gelişmelere ve Leninist-Troçkistlerin kararlı ve doğru politikalarına bağlı olarak belirlenecektir. Sol hareket içindeki yeniden örgütlenme süreçlerine ilişkin tutum ise bir başka taktikler bütününü oluşturur. Bu tip süreçlerde söz konusu olan genellikle, kitlesel bir işçi partisinin yaratılmasından çok, sınıf mücadelesinin zaferleri ya da yenilgileri sonucunda krizler, çözülmeler ve birleşmeler dinamiğine giren Sol hareketin bağrında yeni politik oluşumların ortaya çıkmasıdır. Tıpkı 1980’lerin sonlarından itibaren Stalinist komünist partilerin eriyip yok olduğu, sosyal demokrasinin neoliberalizmin kampına 24 POI içinde Enternasyonalist Komünist Akım olarak yer aldığını açıklayan Lambertist akım, kendini uluslararası düzeyde IV. Enternasyonal olarak sunmakla birlikte, işçi kitle partisi anlayışını dünya ölçeğinde genelleştirmekte ve esas olarak “I. Enternasyonal tipinde” bir dünya örgütlenmesi için uğraş vermekte; bu amaçla oluşturduğu “Emekçilerin ve Halkların Enternasyonal Birliği” içinde de sadece bir kanat olarak bulunduğunu ileri sürmekte. 25 Troçki ile Nisan 1938 Tartışmaları, bkz.: http://www.marxists.org/archive/trotsky/1938/04/ lp.htm. Kış | 2009/2010 -
29
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak geçtiği, gerillacı ve ulusalcı radikal sol akımların kendilerini tasfiye ettiği, yeni türden “toplumsal hareketlerin” doğduğu, sözde “modernizm ötesi” dönemde olduğu gibi. Devrimci Marksizm kuşkusuz böyle süreçlere ilgisiz kalamaz –aslında bizzat etkilenir de bu koşullardan- ve bunlara, eylem birliklerinden birleşmelere kadar değişebilen “devrimcilerin birleşik cephesi” taktikleriyle müdahale etmek durumundadır. Ama bu tip koşullarda önemli olan süreçlerin politik niteliğini tanımlayabilmek, teşhis edebilmektir. Zira, Sol örgütlenmelerin bağrında yaşanan gelgitler, sınıf mücadelesinin koşullarına ve etkilerine bağlı olarak, sağdan sola ya da soldan sağa olmak üzere farklı doğrultularda ya da bunların bileşimi biçiminde gelişebilir. Her süreci kendi somutluğu içinde tahlil etmek gerekmekle birlikte, yukarıda anlattığımız örnekleri de göz önünde tutarak, 1990’lardan günümüze doğru açılan dönem için bir genelleme yapabiliriz: Berlin duvarının çökmesiyle birlikte Sol hareketin içine sürüklendiği ideolojik, politik ve örgütsel kriz, esas olarak sosyalizm iddiasındaki akımları ve çevreleri sola doğru değil, soldan merkeze ve sağa doğru itmiştir. Pek çok akım eski Stalinist kimliğini reddederken bunu devrimci Marksist program referansıyla değil, daha ziyade “Leninizm ötesi/sonrası” reformist-demokratik bir söylemle gerçekleştirmeye koyulmuştur. Sosyal demokrasinin neoliberalizmin sözcülüğünü üstlenmesi eleştirilirken, onun boşalttığı yerde II. Enternasyonal reformizminin ilkeleri savunulmaya başlanmıştır. “Yeni muhalefet hareketleri” Stalinizmin eleştirisini bir bütün olarak politika, devrim ve parti kavramlarının reddiyle taçlandırmışlardır. Sınıf sendikacılığı yerine “toplumsal hareket sendikacılığı” geçirilmeye çalışılmıştır, vb. Bu sürece bir bölüm devrimci Marksist akımın vermeye çalıştığı yanıt ise, ne yazık ki kendi programını bu sağa kayışın ihtiyaçlarına göre değiştirerek ya da “asgari” düzeyde sınırlayarak, krizin ürünlerine reformist-demokratik bir ortamda müdahale etmek ya da onları sağda yakalamaya çalışmak olmuştur. NPA’nın sosyalizmsiz antikapitalizmi, SSP ve Lambertçiliğin reformist parti arayışları, PSOL’ün 21. yüzyıl sosyalizmi ve Chavezciliği, ÖDP’nin gökkuşağı, Respect’in içinde “herkesin” kendine yer bulabileceği “yeni türden cephesi”, Die Linke’nin 20. yüzyıl başı sosyal demokrasisini yeniden inşa hevesi, vb. sonuçlarıyla birlikte bu arayışların örneklerini oluşturuyor. Bütün bu örneklerin ortak paydası, Leninist partinin inşasının artık bir zorunluluk olarak görülmemesi, dahası bunun “modern kültüre uymayan” bir kuram ve politika olarak bir yana bırakılması. Devrimci Marksizm bütün bir Sol’daki genel sağa kayışı bir başına durduramaz. O halde ne yapılabilir? Elbette sadece bu sürecin sınıf mücadelesinin etkisiyle durması ve tersine dönmesi beklenemez. Leninist Troçkistlerin görevi, her düzeyde sınıf mücadelesine müdahaleye ve seferberlikler içinde devrimci partiyi inşa etmeye çalışırken, bir yandan da bu mücadeleler içindeki reformist, toplumsal hareketçi vb. tüm akım ve anlayışlara karşı ideolojik ve politik savaşımı sürdürmek; öte yandan, sınıf mücadelesinin gereksinimleri üzerinde birlikte davranabileceği akım ve çevrelerle, eylem birliklerinden birleşmelere kadar uzanan bir yelpazede birliktelikler aramaktır. Birleşik cephe politikasının uygulamada aldığı özel biçimleri oluşturan bu taktikler topluluğu, esas olarak öncü kesimlere yöneliktir ve Leninist partinin inşasında –küçük de olsa- önemli adımların atılabilmesini olanaklı kılar. Moreno, Geçiş Programının Güncelleştirilmesi’nde bu politikayı şöyle açıklar: Troçkizm, geleneksel partilerden veya sendikal hareketten ortaya çıkan ve kendisini devrimci duruşlara doğru yönlendiren her akıma karşı esnek, zeki, dikkatli ve kapsayıcı bir politikaya sahip olmalıdır. Fakat bu esnek ve kapsayıcı politikanın uygulanması ilkelerin gizlenmesi pahasına olmamalıdır, o akımların olgunlaşmamış tutumlarına uymak ve onlara uyarlanmak pahasına da olmamalıdır. Kapsayıcı politika, devrimci programımızın üzerinde mutabık olunan temel noktaları hakkında ortak bir örgüte doğru yönelen ortak bir faaliyetin sağlanmasıyla başlayacaktır. Partiyi inşa ederken, biz Troçkistler olarak, kitle hareketinde ortaya çıkan bu akımları kendi Troçkist pozisyonumuza taşıma sü30
Sosyalist Düşünce Dergisi
Leninist Parti: XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak recinde, ortak bir cephe veya parti yaratana kadar onlarla devrimci eylem birliği sağlamamıza imkân verecek olan devrimci tutumları, tüm programımızı değil fakat onun temel pozisyonlarını ifade etme yeteneğine sahip olmalıyız. Kendini bize doğru yönlendiren her örgütle bu ortak faaliyetleri ve hatta mümkünse ortak örgütleri hızlı bir şekilde elde etmek, onların merkezci örgütler olarak billurlaşmaları gibi büyük bir tehlikeden kurtulabilmek için birincil önemdedir.26 Bu taktiğin uygulanmasında elbette bazı noktaların göz önünde tutulması ve titizlikle izlenmesi gerekir. Her şeyden önce, birleşik cephe politikası Leninist-Troçkist parti ve programın merkezci ya da sağa doğru kaymakta olan akımların tutumlarına uyarlanması ya da onların “duyarlılıkları” uyarınca değiştirilmesi, gizlenmesi vb. değil; bu ilkeler ve program üzerinde olanaklı en geniş birlikleri aramaktır. Bunun sınırlarını sınıf mücadelesinin gereksinimleri ve eylem birliğinin niteliği ve biçimi belirleyecektir. Örneğin, bir ortak seçim platformunun talepler dizisi ile örgütlenme ve faaliyet biçimi, iki örgütün devrimci program çevresinde birleşip kaynaşmasını hedefleyen bir cephenin üstlenmesi gereken faaliyetlerden farklı olacaktır. “İlkelerde sağlamlık, örgütsel konularda esneklik” ilkesi ise, Leninist kararlılık ile devrimci sadakatin ve güvenilirliğin sentezini oluşturur. Proletaryanın sınıf bağımsızlığı devrimci Marksizmin en temel şiarıdır ve bu anlamda burjuva ya da küçük burjuva partileri ve akımlarıyla, sadece parti değil, herhangi bir cephe ittifakı kurulması söz konusu olamaz; buna karşılık, ortak örgütlülükler içinde örneğin temsil oranları gibi sorunlar ikincil, hatta üçüncül önem taşır. Bununla bağıntılı bir diğer nokta da, cepheler için “ayrı yürü, birlikte vur” ilkesinin titizlikle uygulanması zorunluluğudur. Devrimci parti cephe çağrılarını kendi programını ve örgütsel bağımsızlığını lağvetmek için değil, diğer sınıf akımlarıyla ortak noktalarda düşmana birlikte vurmak için yapar, ya da mevcut cephelere bu tutumla katılır. Ve nihayet Leninizmin bir temel özelliğini vurgulayarak bitirelim: Proletaryanın devrimci partisi enternasyonal niteliklidir. Proletaryanın dünya ölçeğinde bir toplumsal sınıf olmasından kaynaklanan ve kökleri Komünist Manifesto’ya ve I. Enternasyonal’e dayanan, en yüksek kuramsal ifadesini ise Troçki’nin Sürekli Devrim’inde bulan bu anlayış, çağdaş devrimlerin en önemli özelliğinin bir ürünüdür: Sosyalist devrim ulusal alanda başlar, uluslararası alanda gelişir ve dünya ölçeğinde tamamlanır. Bu özellik, Leninist devrimci partinin daha başından itibaren dünya sosyalist devrimi partisinin bir parçası olarak inşa edilmesini zorunlu kılar. “Önce ulusal parti sonra Enternasyonal”, “Enternasyonal için önce bir ülkede ulusal devrim” gibisinden ulusalcı anlayışlar eskiden Stalinizmin proletarya üzerindeki bölücü politikalarının ve komünist partileri denetim altında tutma yönteminin uygulamalarıydı; bugün ise, bu anlayış “federal parti”, “yeni tür cephe” türünden örgütlenme “tekniklerinin” dünya ölçeğinde sosyal forumlar benzeri “uluslararası’ hareketler” biçiminde uygulanma çabaları olarak karşımıza çıkıyor. Devrimci Marksizmin görevi ise, dünya ölçeğinde işçi ve emekçi mücadelelerini destekleyici hiçbir dayanışma girişimini küçümsemeden, esas olanın, Leninist dünya partisinin, yani IV. Enternasyonal’in inşasını sürdürmektir. Sonuç olarak, Komünist Manifesto’dan Geçiş Programı’na kadar uzanan, ardından da uluslararası Leninist Troçkizmin deneyimlerinde somutlanan devrimci Marksizm bizlere hâlâ insanlığın kurtuluşunun, proletaryanın kendi sınıf demokrasisine dayalı devrimci iktidarını kurmasında yattığını söylüyor. Ve bu da, Leninist demokratik merkeziyetçi partinin inşası zorunluluğunu tüm yakıcılığıyla gündemde tutuyor. XXI. yüzyılda Leninist olmak zor, ama sınıfsız bir topluma yürünülebilmesi için başka da yol yok. Kasım 2009 26 N. Moreno, Geçiş Programının Güncelleştirilmesi, bkz.: http://morenist.blogspot. com/search/label/Ge%C3%A7i%C5%9F%20Program%C4%B1%27n%C4%B1n%20 G%C3%BCncelle%C5%9Ftirilmesi%20i%C3%A7in%20Tezler. Kış | 2009/2010 -
31
Dosya
Lenin ve Ne Yapmalı?
Erol Yeşilyurt
Lenin’in 1902 yılında yayımlanan Ne Yapmalı? adlı yapıtı, üzerinden yüz yılı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen Lenin ve Leninizm hakkındaki tartışmaların ve anlaşmazlıkların odak noktası olmaya devam ediyor. Lars T.Lih’in 2005 yılında yayımlanan Lenin Rediscovered: What is to be Done? in Context adlı yapıtı bu konudaki tartışmaların yeniden gündeme gelmesine yol açtı. Tarihçi Lars T.Lih’in titiz bir şekilde gerçekleştirdiği ve Ne Yapmalı?’nın yeni bir çevirisini de içeren çalışmasının, Lenin ve Karl Kautsky üzerine araştırma ve tartışmaları alevlendirmesi kaçınılmazdı. Bu tartışmanın bir yanında Leninizm ile Stalinizm arasında bağlar kurarak Lenin’i batı Marksist geleneğinden uzakta bir popülist Rus Jakoben’i olarak tanımlayanlar, diğer yanında ise, aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen, Leninist parti anlayışını, partinin sınıf ve sınıf mücadelesi içerisindeki rolü çerçevesinden bakarak yorumlayan ve tarihsel gerçeklikleri çarpıtmaktan kaçınan devrimci Marksist gelenekten gelen yazarlar vardır. Lenin ve Ne Yapmalı? üzerine tartışmalar sosyalist çevreler ve akademisyenlerle de sınırlı kalmamıştır! 2006 yılında yaptığı bir konuşmada, George W.Bush, Lenin’i Osama Bin Laden ile karşılaştırarak Ne Yapmalı?’ya değinmiştir.1 Türkiye’de de, Ne Yapmalı? üzerine tartışmalar son yıllarda yeniden alevlendi. Stalinizmi savunmak için Lenin’i baş aşağı çeviren Kemal Anadol’un yanı sıra, Ne Yapmalı?’yı Leninizm’in incili olarak kabul eden bir dizi Stalinist grubun yazıları Leninist Parti anlayışının ne olmadığını belgeleyen yapıtlar olarak ortada duruyor. Sınıf Bilinci dergisinde 1989-1990 yıllarında devrimci parti konusunda yapılan tartışmalar ise güncelliğini ko1 “Şeytani ve hırslı adamı hafife almak korkunç bir hatadır. 1900 başlarında Avrupa’da sürgünde olan bir avukat Ne Yapmalı? başlıklı bir broşür yayımladı; burada, Rusya’da komünist devrimi başlatmak için planlarını açıkladı. Dünya, Lenin’in sözlerini dinlemedi ve korkunç bir fatura ödedi.” George Bush’un Amerikan Askeri Subaylar Derneği’nde yaptığı konuşmadan, (05.09.06) BBC News on the internet.
32
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? ruyorlar. Bu yazının mevcut tartışmalara bir katkı sağlarken aynı zamanda yeni bir başlangıç olacağını umuyoruz. Öte yandan, Ne Yapmalı? üzerine tartışmayı bir kez daha açmamızın güncel nedenleri de var: “Yirminci yüzyılın başlarında yazılan Ne Yapmalı?’yı, yirmi birinci yüzyılın başlarında yeniden okuyup tartışarak bugüne dair neler öğrenebiliriz” diye sorduğumuz zaman günümüzde çeşitli alanlarda sürdürülen antikapitalist mücadeleler ile örgütlenme arasındaki bağ kaçınılmaz bir şekilde önümüze çıkıyor. İşçi sınıfının kazanılmış haklarına karşı saldırıların yoğunlaşarak arttığı bu dönemde antikapitalist mücadelenin sahip olduğu merkezi önem, işçi sınıfının örgütlenmesi ile reformist, çoğunlukla yerel ya da belirli bir alanda serpilip büyüyen akımların antikapitalist mücadele içindeki konumlarını birlikte ele almayı gerekli kılar. Sınıflar arasında uçurum ve kutuplaşmanın artmasıyla birlikte giderek artan ve bir sel gibi hem ülke hem dünyayı kapsayan işçi-kitle direnişleri olasılığını görenler olduğu gibi, örgütlenme ve parti sorunlarını hatırlatarak devrimci parti ve enternasyonalist mücadelenin yokluğunda karamsar bir gelecek uyarısında bulunanlar da vardır. Bu nedenle Ne Yapmalı?’yı yalnızca geçmişe dair bir tartışma olarak görmemek, bu kitabı, Leninist parti ile günümüz antikapitalist mücadelesi arasındaki ilişkiler bağlamında okuyup, dersler çıkarmak gerekir. Ne Yapmalı?’nın Önemi Leninist parti teorisi dendiğinde ilk akla gelen yapıtlardan biri olan Ne Yapmalı? aynı fikirde olmasalar da birçok yazar ve eylemci tarafından Leninizm’in en önemli kuruluş belgelerinden biri olarak görülür. Bunun nedeni, Lenin’in Ne Yapmalı? ile yeni bir parti ya da Bolşevik parti teorisini ileri sürdüğünün varsayılmasıdır. Bu tezi yıllardır savunan anti-Leninist burjuva yazarlar “dışarıdan bilinç”, “kendiliğinden mücadele” ve “öncü parti” tartışmalarına durmaksızın taraf olmaktadırlar. Gerek burjuva yazarlar gerekse de devrimci Marksist akımlar, Rosa Luxemburg ve Leon Troçki’nin Leninist parti anlayışını hedef aldığı iddia edilen eleştirilerinin değerlendirmesine yer vermektedirler. Yukarıda özetlediğimiz görüşlerin doğru olup, olmadığını anlamak için Ne Yapmalı?’nın (NY) partinin kurulduğu süreç içindeki rolüne bakmak gerekir. NY’nin Sovyet parti tarihi içindeki yerine baktığımız zaman ise vardığımız sonuçlar farklı olacaktır. Rusya’da Sosyal Demokrat hareketin örgütlenme sorunlarını inceleyen NY dönemin sosyal demokrat (kömünist) kadroları arasında yoğun ilgi görür. Ancak 1903 parti kongresi sırasında ve sonrasında gerçekleştirilen yoğun tartışmalar sırasında NY ayrılık noktalarının merkezinde yer almaz. Lenin, NY’yi 1907 yılında gözden geçirerek II. baskıya hazırlarken, o dönemde formüle ettiği görüşlerin ve tartışmaların bir değerlendirmesini yapar. Zinovyev ve N.Krupskaya, Bolşevik partinin kuruluşunu konu alan yazılarında, NY’yi önemli bir yapıt olarak nitelerken, bu yapıtı Bolşevizmin ana belgelerinden biri olarak nitelemezler. Zinovyev, NY’de, Iskra’nın iki yıllık çalışmasından çıkan derslerin yer aldığını; ve bu kitabın amatörlük ve profesyonel devrimcilik konularına verdiği önem nedeniyle kadrolar arasında önemli bir rol oynadığını belirtmektedir2. Ayrıca, 1905 yılından sonra Bolşevik partiye katılan ve bu nedenden dolayı da NY ile ilgili tartışmaların dışında kalmış olan N. Bukharin, önemli eseri Komünizmin ABC’sinde NY’nin sözünü etmemektedir. NY’nin yeniden gündeme gelmesi ve bir dizi tartışmanın merkezinde yer almasına yol açan olay ise, 1920 sonlarında Lenin’in toplu eserlerinin İngilizceye çevrilerek yayımlanmaya başlamasıdır. 1920’li yıllarda Ne Yapmalı?’nın İngilizce baskısının ardından bir dizi burjuva akademisyen NY’yi bolşevizmin kuruluş belgesi olarak ele alıyorlar ve açığa çıkan tartışmaların amacı, Lenin ve Stalin arasında bir ilişki kurarak Leninizm’in ‘otoriteryan karakterini’ sergilemek oluyor. 2 G. Zinovyev, History of the Bolshevik Party, New Park, 1973. Kış | 2009/2010 -
33
Lenin ve Ne yapmalı? Stalin’in bu konudaki görüşlerine baktığımızda ise 1930 sonlarında yayımlanan kısa parti tarihinde NY’de yeni bir parti teorisinin öne sürüldüğü yönünde bir görüşün yer almadığını görüyoruz. Lenin’in NY’de yeni tipte bir parti için ideolojik hazırlık yaptığını iddia eden Stalin, yeni bir parti anlayışının doğduğu tarihi Meşeviklerle yolların ayrıldığı 1912 yılı olarak belirlemektedir. Bu tarihte, “Bolşeviklerin görevi... yeni bir parti yaratmak, batının alışılagelmiş sosyal demokrat partilerinden değişik, opurtünist unsurlardan kurtulmuş ve iktidar için mücadelede proletaryaya önderlik edebilecek kapasitede yeni tipte bir parti yaratmaktı.”3 Stalin, ayrıca 1905 yılında NY’yi açıklamak için yazdığı bir yazıda, NY’nin “mükemmel bir şekilde Marksist partinin, işçi hareketi ve sosyalizm birleşmesi olduğu şeklindeki temel Marksist tezi ifade ettiğini” yazar.4 Genç Stalin, NY’yi batı Marksizmi ile ilişkilendirir ve Lenin’in işçilere ekonomistlerden daha fazla güvendiğini vurgular. Stalin’in, NY üzerine görüşleri o dönem Bolşeviklerinin bu konudaki ortak görüşlerini yansıtmaktadır. Lenin’in NY hakkındaki değerlendirmelerinin doğru bir şekilde kavranması önemlidir. Lenin, 1907 yılında yazılarını yeniden yayına hazırlarken NY’yi değerlendirdiği “12 Yıl Derlemesine Önsöz” başlıklı yazıda5, oldukça öğretici bir şekilde kendi eleştirisini de yapar. Daha sonradan 1921 yılında, NY’nin yabancı dillere çevrilmesi ile ilgili söyledikleri ve Rosa Luxemburg, Leon Troçki, P.Axelrod ve G.Plekhanov’un eleştirilerine karşı verdiği yanıtlar, hem NY’de savunulan tezlerin hem de bu eserin tarihsel öneminin doğru bir şekilde anlaşılması bakımından önemlidir. Lenin, 1907’de NY’nin parti tarihi içindeki yerini irdeleyerek değerlendirirken, “Bugün, Ne Yapmalı?’yı eleştirenlerin düştüğü temel hata, bu broşürü partimizin gelişmesindeki belirli ve şimdi çok gerilerde kalmış bir dönemin somut tarihsel durumundan bağımsız olarak ele almalarıdır”, “…Ne Yapmalı? 1901 ve 1902’deki Iskra taktiklerinin ve Iskra örgütlenme politikasının bir özetidir. Ne eksik ne fazla, bir özet sadece”,.... “Ayrıca, II. Kongre’de Ne Yapmalı!’da ortaya konan biçimiyle kendi görüşlerimi özel ilkeler ifade eden ‘programatik’ düzeye çıkarmaya hiç niyetim yoktu. Tam tersine, benim kullandığım -ve o zamandan beri sık sık alıntısı yapılan- açıklama, ekonomistler aşırı bir uca gittiler şeklinde idi.. Ne Yapmalı?’da Ekonomistler tarafından çarpıtılanları düzelttiğimi söyledim...Çarpıtılan ne varsa ciddi bir şekilde düzeltmemimizin eylem hattımızın her zaman aynı olması demek olmadığını vurguladım. Bu kelimelerin anlamı açıktır: Ne Yapmalı? ekonomistlerin çarpıtmalarının tartışılarak düzeltilmesidir ve bu broşüre herhangi başka bir biçimde bakmak hatalı olur” der.6 Lenin, 1921 yılında, NY’nin tercüme edilerek basılması konusunda Max Levien’e: “Bu istenecek bir şey değil; yanlış anlaşılmalara yol açmamak için tercüme en azından, Rusya Komünist Partisi’nin tarihini çok iyi bilen bir Rus yoldaş tarafından yazılacak açıklamalar ile birlikte basılmalıdır” der.7 Görüldüğü gibi, gerek 1907 gerekse de 1921’de Lenin, NY’nin içinde doğduğu dönemin özellikleri anlaşılmadan ve parti içi mücadeleden kopartılarak ele alınmasının doğuracağı sonuçlara dikkat çekmektedir. Lenin’in görüşlerinin yanlış anlaşılmasından söz ederken geçmiş deneyimine bakarak konuştuğunu görmek ve duyduğu endişeyi anlamak için, kısaca, o tarihte kendisine karşı oldukça sert eleştiriler yönelten Rosa Luxemburg ve Leon Troçki’ye verdiği yanıtlara bakmakta yarar vardır. Yoldaş Troçki, partinin komplocu bir örgüt olmadığını söylediği zaman (birçokları daha bu itirazda bulundular) benim kitabım Ne Yapmalı?’daki ana fikri tamamıyla yanlış anlamaktadır. Kitabımda, en gizli ve en özel ve en özelden, göreceli olarak geniş ve “gevşek” örgüt tipleri dahil olmak üzere bir çok sayıda 3 ����������������������������������������������������������������������������������������� Stalin, History of the Communist Party of the Soviet Union, bak: http://www.marx.org/reference/archive/stalin/works/1939/x01/ch04.htm 4 Stalin, 1946-52i vol.1,s. 5 Lenin, “Preface to the Collection”, Twelve Years, Collected Works, 1978, CW:13:94. 6 Lenin, yukarıdaki makale türkçesi: 12 Yıl Derlemesine Önsöz, CW:107-108 7 Aktaran, Max Schactman, New Internationalist, 1938.
34
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? değişik örgüt tipleri önerdiğimi unutmaktadır.8 Örneğin, Yoldaş Luxemburg, benim kitabımın (Bir adım ileri iki adım geri) “katı merkeziyetçilik” bakış açısının açık ve detaylı bir açıklaması olduğunu söylüyor. Yoldaş Luxemburg böylece bir örgüt tipini diğerine karşı öne çıkardığımı sanıyor. Ancak, bu doğru değildir. Kitabımın ilk sayfasından son sayfasına kadar, tasarlanabilecek herhangi bir parti örgütünün temel ilkelerini savundum.9 “Rosa Luxemburg ayrıca, ‘[Lenin’in] tasarladığına göre, Merkez komitesi bütün yerel parti örgütlerini organize etme hakkına sahiptir’ diyor. Gerçekte bu doğru değildir. ...Yoldaş Luxemburg, benim görüşüme göre, “Merkez Komitesi partinin tek aktif çekirdeğidir” diyor. Gerçekte bu doğru değil. Hiç bir zaman böyle bir şey savunmadım. ...Yoldaş Rosa Luxemburg ‘...bütün tartışma merkeziyetçiliğin uygulanması ile ilgilidir’ diyor. Gerçekte bu doğru değildir. ...Bizim anlaşmazlığımız temelde, Merkez Komitesi’nin ve Merkezi Organ’ın parti kongresindeki çoğunluk eğilimini temsil edip etmeyeceği şeklindedir. Bu, ‘ultra-merkezci’ ve ‘tamamıyla Blanquist’ talep hakkında değerli yoldaş bir kelime söylemiyor, parçanın mekanik olarak bütüne tabii tutulmasına karşı, slav teslimiyetçiliğe, kör itaate ve diğer tipte olumsuzluklara karşı konuşuyor. ...Yoldaş Luxemburg benim Rusya’da geniş ve oldukça merkezi bir işçi partisinin kurulması için koşulların mevcut olduğu fikrinin babası olduğumu söylüyor. Yine bu da gerçek değildir.”10 Lenin’in yukarıdaki satırlarına baktığımız zaman ya yanlış anlaşıldığı ya da kendisine mal edilen görüşleri reddettiği görülmektedir. Lenin, ayrıca, sözlerinin söylendikleri bağlamdan sökülüp çıkarılarak yorumlandığını belirtir. Bu karışıklığa yol açan nedenlerden biri iletişim ve bilgilenme alanlarındaki noksanlardır. Örneğin, Rosa Luxemburg’un, Lenin’i eleştirirken NY’yi okumamış olduğunu11 ve Meşevikler tarafından kendisine aktarılan görüşleri ve Bir adım İleri İki Adım Geri kitabını esas aldığını vurgulamak gerekiyor. 22 yaşındaki Troçki tarafından yazılan “Our Political Task”da ise NY’den söz edilmekte ancak kapsamlı bir NY eleştirisi yapılmamaktadır. Bu karışıklığın nedeni, o dönemde yapılan tartışmalar sırasında, Lenin’in söylediği iddia edilen ya da ona mal edilen bazı belirlemelerin tartışmanın sürdüğü alanı belirlemiş olmasıdır. Bu tabloya Rosa Luxemburg, Troçki ve Lenin arasındaki görüş farklılıkları da eklenince tarafların her birinin abartmalar içeren polemiklere girmesi kaçınılmazdı. Bu nedenle, Lenin’in uyarılarını dikkate alarak Ne Yapmalı?’da ileri sürülen tezleri tartışmadan önce kitabın yazıldığı somut koşulları incelemek gerekir. Üzerinde durulması gereken diğer bir konu da dikkatimizi ayrılıklar değil de, ortak görüşler üzerine topladığımızda Lenin ve Menşevikler arasında ortak görüş noktalarının sanıldığından daha fazla olmasıdır. Özellikle NY’nin anlaşılması bakımından her iki akımın ortak ya da birbirine yakın durdukları noktaların kavranması önemlidir. Bu görev yerine getirilmediği takdirde parti içi tartışmaların labirentlerinde kaybolmak doğaldır. Yalnızca ayrılık noktalarını esas alarak ortak noktaları resmin dışına çıkaran ve parti pratiğinde ne yaşandığını dikkate almayanların, yanlış sonuçlara varması kaçınılmazdır. Leninist Parti anlayışını tartışırken Bolşevik-Menşevik ayrımına değinmemek mümkün değil. Bu ayrımın, Lenin ve Martov arasında parti üyeliği tanımında yaşanan farklılık nedeni ile başladığını biliyoruz. Bu ayrılık, giderek büyüdü ve programatik konularda bir dizi farklılığı da içerir hale geldi. Örgütlenme biçimleri, örneğin parti üyesi tanımı ile proletaryanın devrimci rölü arasındaki bağ, ilk bakışta göze çarpmayabilir; ancak Lenin’in, özgün bir şekilde, bu bağın önemini herkesten önce kavramış olduğu 8 Lenin, Collected Works, vol. 6, s.502. 9 Lenin, Collected Works, vol. 7, s.474. 10 İbid, s.474-475. 11 “Bir tarihçi olarak vurgulamam gerekir ki, (RL’ın 1904 eleştirisi) idraki ve kahince yapılmış bir eleştiri değil aksine ilkesizce yapılmış gereksiz bir eleştiridir... Hatta, Luxemburg’un yazıları onun NY’ı okuduğuna dair bir delil sunmaz.” “Bu makaleyi tamamen red eden diğer iki yazar, Hal Draper ve Paul Le Blanc’dır’’, Lars T.Lih. Lenin Rediscovered, s.526 Kış | 2009/2010 -
35
Lenin ve Ne yapmalı? ve örgütlenme konusuna gereken önemi verdiği açıktır. Bu açıdan bakıldığında, 19021905 dönemindeki örgüt tartışmalarını daha büyük tartışmaların bir başlangıcı ya da temel ayrılık konularının kendini dışa vurumu olarak görebiliriz. Ne Yapmalı?’nın yazıldığı somut koşullar Rusya’da Marksizm’in gelişmeye başladığı 1890’lı yılların başlarında işçilerin okuma gruplarına çekilmesi hedeflenirken mücadelenin yükseldiği 1890’lı yılların ortalarından itibaren işçilerin acil ekonomik çıkarlarını esas alarak yapılacak ajitasyon esas alındı. Sosyal demokrat hareketin çeşitli şehirlerde faaliyetlerini sürdüren çevrelerin komiteler biçiminde örgütlendiği bu dönemde, hem işçi hem ögrencilerinden oluşan komitelerin birbirleriyle bağlantılıları ya son derece gevşekti ya da yok idi. Ülke çapında merkezi bir yapılanma söz konusu değildi. Gizlilik koşulları içinde faaliyet gösteren çevre üyelerinin çarlık polisi Okrahana’ya yakalanmadan faaliyet süreleri ortalama 4 ila 6 ay arasındaydı. Çevrelerin faaliyetleri içinde bildiri, dergi basımı ve yurtdışında basılan yayınların dağıtımı da vardı. İşte ekonomizm, bu döneme özgü bir sapma olarak ortaya çıkar.1899’da yayımlanan Credo adlı broşürde Almanya’da Eduard Bernstein’ın reformizmine sempati ile bakılırken, devrim için çalışmak yerine sosyal demokratların “mevcut toplumu mevcut koşullara uygun olan demokratik kurallar etrafında reform etmek ve emekçi sınıfların bütün haklarını tam ve etkili bir şekilde korumak için mücadele etmeleri” önerilir12. Ekonomist yaftası işçilerle onların ekonomik sorunları dışında bir şey tartışılmaması gerektiğini söyleyenlere verildi, otokrasiye karşı mücadelenin işçileri ürküteceği iddia edildi13. Lenin, bu dönemde yazdığı bir dizi yazıda işçilerin ve sosyal demokratların mücadeleyi yalnızca ekonomik alanda sınırlı tutarak, çarlığa karşı mücadeleyi liberallere bırakmasının intihar anlamına geldiğini vurguladı. RSPD’nin 1898 yılında yapılan ilk kongresinin ardından merkez komite üyeleri çarlık polisi tarafından tutuklandı ve lider kadroların önemli bir bölümü Rusya’yı terketmek zorunda kaldı. Lenin’in Sibirya’da sürgünden dönmesinin ardından Lenin, Julius Martov, Alexander Petrosov, Georgi Plekhanov, Vera Zasulich ve Pavel Axelrod ile birlikte Iskra gazetesini yurtdışında çıkarmaya başladı. Iskra’nın amacı ekonomizme karşı mücadele ve dağınık komitelerin toparlanarak örgütlenmesini sağlamaktı. Lenin, Iskra’nın ilk sayısında “Ana ve temel görevimiz işçi sınıfının politik gelişmesi ve örgütlenmesini sağlamaktır. Bu görevi arka plana itenler, bütün belirli görevleri ve mücadelenin özel metotlarını buna tabii kılmayı reddedenler yanlış bir yoldadırlar ve harekete ciddi bir şekilde zarar vermektedirler” der.14 Rusya’da işçi sınıfı ve kitle mücadelesinin tırmanışa geçtiği ve grevlerin, yürüyüşlerin sayısının arttığı 1890 sonlarında sosyal demokrat komiteler faaliyetlerini hızlandırırken, Parti’nin ikinci kongresini organize etmek için çalışmalar yoğunlaşır. Sosyal demokrat çevreler içinde mücadelenin iki ana kutbu Iskra ve Raboceya Delo grubudur. Raboceye Delo (RD) Nisan 1899’da Emeğin Kurtuluşu grubu ile yollarını ayıran ve genç kuşak sürgünlerden oluşan bir grup tarafından çıkarılan derginin ismidir. 12 sayı çıkan RD, son sayısını 1902 yılı başlarında yayımlar. Emeğin Kurtuluşu grubu Plekhanov, Axeldrod, Zasulichi, Lenin, Martov gibi yazarlara sahip iken; RD, genç ve tecrübesiz Aleksandr Martynov, Boris Krichevski ve Vladimir Akimov gibi isimlere sahipti. Her iki grupta ilkesel olarak ekonomizme karşıydılar ve kendilerini sosyal demokrat olarak niteliyorlardı. Iskra sistemli, kararlı ve teşvik edici bir şekilde çalışmalarını sürdürürken, RD yazarları birlikten ve ortak bir görüş yaratmaktan uzakta genellikle muhaliflerinin yazdıklarına tepki göstererek yayınlarını sürdürdüler. 12 Lenin, “A protest by Russian Social Democrats”, Collected Works, vol. 4, s.173-174. 13 G.Zinovyev, History of the Bolshevik Party, New Park, 1973. 14 Lenin, “The Urgent Tasks of Our Movement”, Collected Works, vol. 4, s.369.
36
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? 1901 yılına gelindiğinde ekonomizm siyasi bir akım olarak teşhir edilmiş ve muhalifleri küçük düşürmek için kullanılan bir terim haline gelmişti. Bu yıllardaki tehdit, örgütlenmeye başlayan Sosyalist Devrimciler ve Kadetler idi ve dolayısıyla, sosyal demokratların tartışmalarının odak noktasındaydılar. Nitekim, Lenin’in 1900-1903 Iskra döneminde yazdığı elli makalede ekonomizmi hedef alan makaleler yok denecek kadar azdır. Sosyal demokratların görevini yerel komiteleri bir parti örgütlenmesi altında organize etmek olarak gören Lenin, ikinci parti kongresinin hazırlıkları içindeydi. Emeğin Kurtuluşu grubu ile karşılaştırıldığında RD’nin ülkedeki etkinlikleri daha fazla idi. Lenin, bu nedenle, Ne Yapmalı?’da bir yandan muhalifleri olan RD ile polemiğe girerek, dünün ekonomistleri ile bu grup arasındaki bağları gösterip onları teşhir etmeyi ve etkisiz kılmayı hedeflemiş, diğer yandan da parti ve parti inşası konusunda önermelerde bulunmuştur.15 Lenin’in RD’ye karşı polemikleri ağırlıklı olarak NY’nin ilk iki bölümünde yer alırken sonraki üç bölümde politik ajitasyon, parti örgütlerinde mevcut amatörlüğün aşılması ve Iskra’yı esas alarak mevcut yerel komitelerin merkezi bir parti yapısı altında birleştirilmesi tezleri yer aldı. NY’nin sonuç bölümüne baktığımız zaman burada Lenin’in NY’nin yazıldığı somut koşulları ve vermek istediği mesajı kısa ve öz bir şekilde verdiğini görüyoruz. Rus sosyal demokrasisinin gelişimini üç evreye bölen Lenin, 1884’ten 1894’e olan dönemi “teori ve programın yükselme ve pekişme dönemi” 1894-1897’yi sosyal demokrasinin ““sahnede, bir toplumsal hareket olarak, halk yığınlarının bir atılımı olarak, bir siyasal parti olarak görüldüğü dönem” 1889’la başlayan dönemi ise, ”dağılma ve yalpalama” dönemi olarak tanımlar. Lenin, proleter savaşımın yeni katmanlara sıçradığı ve bütün Rusya’ya yayıldığı bu dönemi “liderlerin siyasi bilinci kendiliğinden kabarmanın gücü ve genişliği karşısında boyun eğdi; sosyal demokratlar arasında başka bir tip egemen duruma” geldi. “Hemen hemen yalnızca legal Marksist yazınla yetişmiş militan tipi. Yığınların kendiliğindenliği liderlerden daha çok siyasi bilinç istedikçe bu tip daha da yetersizleşti” diyerek tanımlamaktadır.16 Lenin, RD’yi Rus sosyal demokrat hareketinin üçüncü döneminin temsilcisi olarak görmektedir. Ne Yapmalı?, Lenin’in deyimiyle, hareketin “delikanlılık çağında“ karşılaştığı problemleri ele almaktadır. Ne Yapmalı?’da ileri sürülen tezler Lenin’in Ne Yapmalı?’da geliştirdiği polemik ve tezleri aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür: 1-Eduard Bernstein’ın revizyonist fraksiyonu tarafından kullanılan eleştiri hakkı sloganı gerek Rusya gerekse de Almanya’da revizyonizm ile özdeşleştirilmişti. Lenin, politik ve teorik açıklığın önemini küçümseyerek, eleştiri özgürlüğü sloganı altında revizyonizmi eleştirmeyenlerin eklektizm ve ilkesizliği savunduklarını vurgular.17 2-Rus proletaryasının acil görevi, Asya ve Avrupa’da gericiliğin en güçlü kalesi olan Çarlığı devirerek politik özgürlükleri elde etmek olarak tanımlanır. Bu görev, Rusya proletaryasına uluslararası sosyal demokrat hareket içinde öncü savaşçı bir rol yükler. Lenin, ekonomistleri çarlığa karşı mücadelede partinin bütün toplumsal kesimlere önderlik etmesi gerektiğini anlamayarak politik ajitasyonun sınırlarını da15 NY’de ileri sürülen örgütlenme hakkındaki tezleri, içinde doğdukları somut koşullardan ve Lenin’in bu konuda NY öncesi ve sonrası ifade ettiklerinden bağımsız olarak ele almak, her zaman yanlış anlamalara yol açıyor. Örneğin, Orhan Dilber, Sınıf Bilinci’nin Aralık 1988, 3. sayısında, bu ilişkiyi gözden kaçırarak, “Ne Yapmalı?’da somut olarak çizilen yalnız devrimcilerin örgütü… Lenin, işçi sınıfının bir bütün olarak, yani bir parti olarak örgütlenmesinden söz etmiyor’’ derken bu hatayı tekrarlamaktadır. 16 Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yayınları,2008,s.193-195 17 Lenin, RD grubunu Bernstein grubu ile özdeşleştirerek, Kriçhevski’nin revisyonizmine dikkat çekerken; muhatapları, Iskra’nın eleştiriye tahammülsüz olduğunu iddia ediyorlardı. Kış | 2009/2010 -
37
Lenin ve Ne yapmalı? ralttıkları için eleştirir ve partinin halkın sözcüsü olması gerektiğini vurgular. 3-Ekonomist Rabochaya Mysl’i eleştirerek işçi sınıfı mücadelesini yalnızca sınıfın ekonomik alanda verdiği mücadele ile sınırlamanın doğmakta olan işçi sınıfı hareketini liberallerin peşine takmak anlamına geldiğini, işçi sınıfının ekonomik mücadelesini kutsayarak görevlerini dar bir alana sığdıranların harekete önderlik etmek gibi bir kaygılarının olmadığını belirtir ve onların “kuyrukçuluk” yaptıklarını söyler. 4- İşçi sınıfının politik talepleri anlayacak ve savunacak kadar gelişmediğini öne süren ekonomistlere karşı, hareketin gücünün kitle hareketliliğinde, özellikle sanayi proletaryasının yükselen direnişinde yattığını belirtirken, hareketin zayıf yanının devrimci liderler arasında bilinç ve girişim eksikliği olduğunu vurgular. Lenin, hareketin zaafının yükselen işçi sınıfı mücadelesi karşısında sosyalist hareketin örgütlenmesinin, onun yerel, dağınık ve amatör olmasında yattığını belirterek merkezinde devrimciliği meslek edinmiş kadroların olduğu merkezi örgütlenmeye sahip bir örgütün ve bu görevi gerçekleştirmek için bütün Rusya’da dağıtılacak bir yayın organının gerekliliğini vurgular. 5- Lenin’in bir yandan bütün Rusya çapında örgütlenecek merkezi bir partiyi önerirken, diğer yandan da parti içinde demokratik merkeziyetçiliği savunur. Merkezcilikten öncelikle anlaşılan bütün Rusya çapında örgütlenmiş bir partidir. Parti bir tartışma klübü değil, sınıf mücadelesi içinde proletaryanın öncü örgütüdür, bu nedenle merkeziyetçilik ve disiplin önemlidir. Ancak Lenin, bürokratik merkeziyetçiliği reddederek demokratik merkeziyetçilik kavramını geliştirir. Tartışmalı Bölümler 1- “Dışarıdan Bilinç” Kavramı: Lenin’in NY’nin ikinci bölümünde ele aldığı tartışmalı “dışarıdan bilinç” kavramını doğru bir şekilde kavramak gerekiyor. NY proletaryanın nasıl sosyalist bilince ulaşacağını detaylı bir şekilde inceleyen ve tartışan bir yapıt değil, ancak, öne sürülen “dışarıdan bilinç” kuramı ister istemez bu konuda bir tartışmanın başlamasına neden olmaktadır. Lenin, NY’nin birinci bölümünde Engels’ten yaptığı bir alıntı ve ikinci bölümde Kautsky’den yaptığı bir alıntı ile birlikte “dışarıdan bilinç” kavramını formüle eder. Alman işçilerinin, öbür Avrupa işçilerine göre başlıca iki üstünlüğü var. Birincisi Alman işçileri, Avrupa’nın en teorisyen halkına mensupturlar; üstelik sözümona ‘kültürlü’ Almanya’da iyiden iyiye yitip gitmiş olan teorik anlayışı korumuşlardır. Eğer daha önce Alman felsefesi, hele Hegel felsefesi olmasaydı, Alman bilimsel sosyalizmi -olmuş olacak tek bilimsel sosyalizm- hiç bir zaman kurulamazdı. İşçilerin teorik anlayışı olmasaydı, onlar bu bilimsel sosyalizmi hiçbir zaman özümlemiş oldukları derecede özümleyemezlerdi.18 Elbette bir öğreti olarak sosyalizmin kökleri, tıpkı proletaryanın sınıf savaşımı gibi, modern ekonomik ilişkilerde bulunmaktadır ve sosyalizm, ikincisi gibi yığınlarda yarattığı yoksulluk ve sefalete karşı savaşımdan ortaya çıkar. Ama sosyalizm ve sınıf savaşımı yan yana doğar, birbirinden değil; her biri farklı koşullarda ortaya çıkar. Modern sosyalist bilinç, yalnızca derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebilir. Gerçekten de, modern iktisat bilimi, diyelim modern teknoloji kadar, sosyalist öğretim için bir koşuldur, ve proletarya, ne denli isterse istesin, ne birini ne de ötekini yaratabilir; her ikisi de modern toplumsal süreçten ortaya çıkar. Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın katmandır. Modern sosyalizm, bu katmanın tek tek üyelerinin zihinlerinden 18 F.Engels, aktaran Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yayınları, 2008 s.33
38
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? kaynaklanmıştır, ve bunu entelektüel olarak daha gelişmiş olan ve koşulların elverdiği yerlerde modern sosyalizmi proleter sınıf savaşımına sokan proleterlere iletenler de bunlar olmuştur. Demek oluyor ki, sosyalist bilinç, proleter sınıf savaşımına dışarıdan verilen bir şeydir, onun içinden kendiliğinden çıkan bir şey değildir.19 Hal Draper’ın vurguladığı gibi20 Lenin, K.Kautsky’nin yukarıda özetlenen “dışarıdan bilinç” kavramını aktarırken düştüğü iki dip not ile Kautsky’den ayrıldığı noktaları açıklar. Bunların ilki, “Elbette bu demek değildir ki, böyle bir ideolojinin yaratılmasında işçilerin payı yoktur. Ama bunlar işçi olarak değil, sosyalist teorisyenler olarak, Proudhonlar ve Weitlingler olarak katıldılar.”21 İkincisinde ise, “İşçi sınıfı kendiliğinden sosyalizme doğru çekilir; ne var ki, en yaygın (ve sürekli olarak ve çeşitli biçimler altında canlandırılan) burjuva ideolojisi, kendisini işçi sınıfı üzerinde kendiliğinden daha da büyük ölçüde kabul ettirir,” der.22 Lenin, Kautsky’den alıntı yapmadan önce, “dışarıdan bilinç” taşıma tezini aşağıdaki alıntıda formüle eder: İşçiler arasında sosyal demokrat bilincin olamayacağını söyledik. Bu bilinç onlara dışarıdan getirilmeliydi. Bütün ülkelerin tarihi göstermektedir ki, işçi sınıfı, salt kendi çabasıyla yalnızca sendika bilincini, yani sendikalar içerisinde de birleşmenin, işverenlere karşı savaşım vermenin ve hükümeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir. Oysa sosyalizm teorisi mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel, ve iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir. Toplumsal konumlarıyla, modern bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels’in kendileri de, burjuva aydın katmanındandırlar. Tam aynı yolda, Rusya’da da sosyal demokrasinin teorik öğretisi, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesinden tamamen bağımsız olarak doğmuştur; devrimci sosyalist aydın katman arasındaki düşünce gelişmesinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak doğmuştur. Sözünü etmekte olduğumuz dönemde, bu öğreti yalnızca Emeğin Kurtuluşu grubunun tam olarak formüle ettiği programı temsil etmekle kalmamış, Rusya’daki devrimci gençliğin çoğunluğunu da kendi yanına kazanmış bulunuyordu.23 Yukarıdaki alıntılara baktığımız zaman, Lenin’in, II. Enternasyonal partileri tarafından paylaşılan sosyalizm ile işçi mücadelesinin birleşmesi teorisini Rusya’ya uyguladığını görüyoruz. Sosyalizm ve işçi hareketinin birleşmesi söylemine, ilk olarak Engels tarafından 1845’te yayımlanan, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu kitabında rastlanır. Engels, “İşçi Hareketleri” başlıklı bölümde, işçi hareketinin en yüksek ifadesini ulusal düzeyde politik bir hareket olan Çartist hareket ile ifade ettiğini belirtir ve Çartislerin işçi hareketinin daha az gelişmiş ancak işçi sınıfının gerçek temsilcilerini temsil ettiğini, sosyalistlerin ise daha uzak görüşlü olmakla birlikte burjuva sınıftan geldikleri için işçi sınıfı ile birleşemediklerini ifade eder. Devamında, sosyalizm ile Çartizmin birleşmesinin hali hazırda başladığını vurgulayarak; ancak bu birleşme tamamlandığı zaman, işçi sınıfının gerçek bir lideri olabileceğini yazmaktadır. Sosyalizm ve işçi hareketinin birleşmesi söylemi yalnızca Engels’in satırlarıyla sınırlı değildir. Komünist Manifesto’da, proletarya ve komünistler arasında ayrım yapılarak, komünistlerin işçi hareketini bir bütün olarak kazanmaları üzerinde durulur. Marx ve Engels, işçi sınıfı partileri olarak niteledikleri Çartistleri ve dönemin sosyalist akım19 K.Kautsky, aktaran Lenin, ibid., s.43. 20 Hal Draper, The Myth of Lenin’s Concept of The Party, 1990, http://www.marxists.org/archive/draper/1990/myth/myth.htm 21 Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yayınları, 2008 s. 48. 22 Ibid., s.50. 23 Ibid., s.39. Kış | 2009/2010 -
39
Lenin ve Ne yapmalı? larını eleştir ve “komünistler pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir; kuramsal olarak komünistler, proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahiptir. Tüm öteki proletarya partileri gibi komünistlerin de ilk amacı: proletaryanın sınıf düzeyinde oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesidir” diye yazarlar.24 Marx ve Engels, komünistleri, “pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir” diye tanımlarken, sınıfın diğer kesimlerinin iknası ya da sosyalist mücadeleye kazanılmasını görev olarak ortaya koyarlar. İnternette bulunan Erfurt Programı’nın kısaltılmış İngilizce çevirisine baktığımız zaman Kautsky’nin, “The Labour Movement and Socialism” başlığı altında sosyalist hareket ve işçi hareketinin ayrı yerlerden geldiklerini belirterek, her iki hareketin nasıl birleştiğini açıklamakta olduğunu görürüz25. “İşçi Hareketi ve Sosyalizmin Birleşimi Olarak Sosyal Demokrasi” adlı bölümde, “Sosyal demokrasinin görevi, proletaryanın sınıf mücadelesini, kendi amaçlarının bilincinde olmasını ve bu amacı gerçekleştirecek en iyi biçimi seçmesini sağlamaktır” diye yazan Kautsky, ayrıca örgütlenme, basın ve toplanma özgürlüğünü proletaryanın ışık ve havası olarak tanımlar. İşçi hareketi ve sosyalist hareketin birleşmesi ile ilgili söylemi etkili bir şekilde geliştiren Kautsky, “yalnızca sendikacılık akımının tutucu olduğunu” vurgulayarak, İngiliz ve Alman işçi sınıfları arasında bir karşılaştırma yapar ve bu bağlamda Rus işçi sınıfının politik olarak İngiliz işçi sınıfından ileride olduğunu vurgular. “Dışarıdan bilinç” kuramının daha iyi anlaşılması için bu konuda Lenin ile Plekhanov arasındaki tartışmaya da bakmakta fayda vardır. 1902’de NY yayımlandığında ve 1903 parti kongresi sırasında yöneltilen eleştirilere karşı Lenin’i savunan Plekhanov, daha sonradan, “dışarıdan bilinç” ve kendiliğindenlik konusunda Lenin ile aynı görüşleri paylaşmadığını belirtir. Plekhanov, NY’den 18 yıl önce yazdığı bir yazıda, “sosyal demokratlar sınıfa bilinç getirecekler ve bu olmadan sermayeye karşı ciddi bir mücadeleye başlamak imkânsızdır” der.26 Daha sonraları, Plekhanov, “Kitleleri sosyalizm ve sosyalizmi kitlelerden dışlayarak Lenin, sosyalist aydınların kainatın yaratıcısı olduğunu ilan etti” şeklinde eleştirir.27 Gerek Kautsky, gerekse de Lenin işçi sınıfına “dışarıdan bilinç” taşımayı tarihsel bir çerçeve içerisinde, yani belirli bir mekân ve zaman içinde açıklarlar. Her ikisi için de “dışarıdan bilinç” kavramı sosyalizm ile işçi hareketinin birleşmesi söyleminin bir parçasıdır. Örneğin Lenin, “İşçiler arasında sosyal demokrat bilincin olamayacağını söylemiştik” derken, Rusya’da sosyal demokratik hareketin ilk evresine değinmektedir. Ancak, “dışarıdan bilinç” kavramını, işçilerin sosyalist bilinci kendi başlarına geliştiremeyecekleri ya da kendi başlarına bu bilince ulaşamayacakları şeklinde yorumlarsak vardığımız sonuç yanlış olur. Lenin tarafından aktarılan, Kautsky’nin “Ama sosyalizm ve sınıf savaşımı yanyana doğar, birbirinden değil“28 saptamasını, sosyalizm ve işçi hareketinin birleşmesi formülü dışında ele alır ve bilincin işçilere dışarıdan, Marksist aydınlar tarafından taşınacağı şeklinde yorumlarsak, Marx, Engels, Lenin ve Troçki gibi isimlerin sosyalist teoriyi sınıf mücadelesinin dışında durarak değil de, bu mücadelenin bir parçası olarak, karşılıklı bir etkileşim içinde geliştirmiş olmaları gerçeğini hesaba katmadığı için, “dışarıdan bilinç” tezinin tek yanlı karakterinin dar kalıpları içine sıkışıp kalırız. 24 Marx, Engels, Komünist Manifesto, http://www.marxists.org/turkce/m-e/1848/manifest/ kpm.htm 25 Erfurt programı, bak.: http://www.marxists.org/archive/kautsky/1892/erfurt/ch05.htm. 26 Plekhanov, “The Working Class and the Social Democratic Intelligentsia”, Lenin and the Revolutionary Party, aktaran Phil Le Blanc, Humanity Books, s. 63. 27 Ibid., s.63. 28 Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yayınları, 2008 s. 47
40
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? “Dışarıdan bilinç” tezi ile Lenin’in aydınlara sosyalist bilincin taşıyıcılığı gibi bir rol yüklediğini varsayarsak, parti içinde aydınların rolünün nasıl tanımlandığına da bakmamız gerekir. Lenin’in NY’nin yanlış anlaşılmasından korkmasının bir nedeni de, partinin, partinin merkezini teşkil edecek olan sürgündeki yazı kurulu tarafından yukarıdan aşağıya doğru inşa edilmesi; dolayısıyla, bu süreçte aydınlara yüklenen rolün merkezi bir öneme sahip olmasıdır. Iskra yazı kurulunun Lenin dahil aydınlardan oluştuğunu varsayarsak ortaya aydınlar tarafından yönetilen bir örgüt çıkmaktadır. “Dışarıdan bilinç” teorisi ile birlikte işçilerin kendi başlarına sosyalist bilince ulaşamayacakları varsayılarak, bu tez genelleştirildiğinde, Troçki’nin 1904 yılında sorguladığı, bir lider ya da partinin ya da parti merkez komitesinin kendisini sınıfın yerine ikame edip etmediği sorusu ortaya çıkmaktadır. Ancak, Lenin’in, Rosa Luxemburg ve Troçki’nin bu konudaki eleştirilerine verdiği yanıta ve aydınlar konusundaki yazılarına baktığımız zaman kendisinin bu tehlikenin farkında olduğunu ve ne aydınlara, ne de partiye ikameci bir rol yüklediğini görüyoruz. Parti’nin üçüncü kongresinde her iki aydına karşılık sekiz işçinin parti komitelerinde olmasını önerdim. Bu öneri ne çabuk geçersiz hale geldi! Şimdi, yeni parti örgütlerinin bir sosyal demokrat aydına karşı birkaç yüz sosyal demokrat işçiye sahip olmasını istemeliyiz.29 Dışarıdan bilinç tezi ile Kautsky arasındaki ilişkiyi hatırlayarak Kautsky’nin işçi sınıfı ile ilişkisi çerçevesinde aydınlara nasıl bir rol yüklediğine bakmak gerekir. Kautsky, 1883’te yazdığı bir polemik yazısında, Wilhelm Weitling’in sosyalizmi işçi sınıfı ile birleştirmesini olumlu bularak, yazarın proletaryayı yalnızca düzeni yerle bir edecek bir balyoz, bir araç olarak görmesini eleştirir ve işçi sınıfının yıkılan düzeni yeniden kuracağını hatırlatır. Weitling için, kitleler, “güvenlerini proletaryanın bir peygamberine” bağlayacak bir araç olmaktan ileri gitmezler”. Weitling, politik iktidarı işçi sınıfının ellerine bırakmayı değil, “dünyada cenneti yaratacak” bir lidere bağlamayı düşünür.30 Bu nedenle, Kautsky’nin Weitling eleştirisi ile Lenin’in NY’deki, -devrimciler ve işçi hareketinin terör yoluyla birleşeceğine ve politik hareketin öncüsünün terör olduğuna inanan- Nadejdin eleştirisi birbirlerini tamamlar. Devrimci partinin rolünü sosyalist bilincin sınıfa dışarıdan taşınması olarak belirlersek ilk göze çarpan, “dışarıdan bilinç” tezini genellemenin tehlikeleri olmaktadır. Bu genelleme, sınıf ve parti arasında karşılıklı, akıcı ve birbirini şekillendiren bir ilişki yerine, öncü parti ile sınıf arasında mekanik, tek yanlı bir ilişkiyi öngörür. İkinci olarak işçi sınıfının homojen olmadığını, sınıfın değişik kesimlerinin değişik kültür ve bilinç seviyelerine sahip olduğunu ve bilinçlenme sürecinin düz bir gelişmeyi temsil etmediğini görmek gerekir. Devrimlerin işçi sınıfının belirli düzeyde bir sınıf bilincine ulaşmasını beklemeyeceği de kesindir, sınıf bilinci devrimci mücadele içinde eşit olmayan bir şekilde gelişecektir. Lenin’in katkısı partiyi sınıfın dışında değil, sınıfla ilişkisi içinde ve sınıf mücadelesi bağlamında yorumlamasıdır: Devrimci partiyi yaratan, ona bu şeklini veren sınıfın devrimci karakteridir. Eğer sınıf bu karaktere sahip olmasaydı, ne yapılırsa yapılsın, parti sınıfın dışında bir azınlığın, komplocu bir azınlığın partisi olarak kalırdı. Nitekim, 1907’de partinin örgütsel başarısını değerlendiren Lenin bu başarının nedeninin işçi sınıfının sahip olduğu içgüdüsel örgütlenme kapasitesi olduğunu vurgulayarak, Bu koşul olmaksızın, profesyonel devrimciler örgütü bir oyun aracı, bir macera, ve yalnızca bir işaret panosu olmaktan başka bir şey ifade etmezdi. NY sık sık bunu vurguluyor, savunduğu örgütün, ‘kendiliğinden mücadeleyi yükselten gerçekten devrimci sınıf’ ile bağlantısı dışında bir anlamı olmadığını gösteriyor. ...Profesyonel devrimci Rus proletarya sosyalizmi içindeki rolünü oynadı. Dün29 Lenin, Collected Works, vol. 10, s.36. 30 K.Kautsky, aktaran Massimo Salvadori, Karl Kautsky and the Socialist Revolution, 1976, s.27-28. Aktaran Lenin, NY, Sol Yayınları,2008. s.47 Kış | 2009/2010 -
41
Lenin ve Ne yapmalı? yadaki hiçbir güç bu çalışmayı tersine çeviremez.31 Lenin’in vurguladığı sınıf-parti ilişkisini, Troçki, sınıf-parti ve liderlik üçleminde tekrarlar: Lenin güçlüydü; yalnızca sınıf mücadelesinin yasalarını bildiği için değil, hareket halindeki kitlelere kulak vermeyi bildiği için. Aygıtı değil, proletaryanın öncülüğünü temsil ediyordu. Yasadışı partiye destek olmuş işçi sınıfının katmanlarında, kendisini, Lenin’i destekleyecek binlerce işçinin bulunduğuna peşin peşin inanmıştı. Şimdi kitleler partiden daha devrimciydi; parti de aygıttan daha devrimci… Daha şimdiden, Mart’ta, işçilerin ve askerlerin gerçek duyguları ve bakış açıları sayısız durumda coşkuyla patlamayı, Bolşevik Parti de dâhil, partilerin örgütleriyle apaçık buradayım diye bağıran uyuşmazlıklarda gün ışığına çıkmayı başarmıştı. Lenin’in otoritesi mutlak değildi, ama büyüktü, çünkü geçmişin tüm deneyimine dayanıyordu. Öte yandan, tutuculuğu da dâhil olmak üzere aygıtın otoritesi yalnızca olgunlaşmasından ileri geliyordu. Lenin’in şiddetli saldırısı, ateşli mizacının kişisel bir eylemi değildi; sınıfın parti üzerindeki, partinin de aygıt üzerindeki baskısını ifade ediyordu.32 Sınıf-Parti ilişkisinin daha iyi anlaşılması için kitlelerin eğitiminin, “dışarıdan bilinç” söylemine indirgenmemesi gerektiğini bir kez daha vurgulamakta fayda vardır. “Dışarıdan bilinç” tezi hatalı bir şekilde genelleştirildiği zaman kitlelerin bilinçlenmesi kitlelerin eğitimi olarak yorumlanmaktadır. Gerek II. Enternasyonal gerekse de Lenin, işçi sınıfını mümkün olduğunca sosyalist bilinç düzeyine çıkarma görevinden söz ederler; partinin öncü rölü sık sık bu görev ile birlikte tanımlanır. Bu görev, parti yayın organları, toplantıları okuma grupları vb. aracılığıyla kitlelerin eğitimi demektir ve sınıf mücadelesi içinde barikatlarda kazanılan eğitimin ayrılmaz bir parçasıdır. Sınıfın mücadele içinde kendi deneyimlerinden öğrenmesi ile partinin kitlelerin eğitimi için yürüttüğü çalışmalar birbirini tamamlarlar. “Dışarıdan bilinç” tezi tarihsel bir gelişmeyi ifade ederken, kitlelerin eğitimi sosyal demokrasinin olmazsa olmaz görevlerinden biri olarak tanımlanır. Lenin, “bu çalışma olmaksızın politik faaliyet kaçınılmaz olarak bir oyun haline dönüşüp yozlaşacaktır” tespitini yaptığı, “Politikanın Pedagoji ile Karıştırılması Üzerine” başlıklı makalesinde, “sosyal demokrat partinin politik faaliyetinde her zaman bir pedagoji unsuru vardır ve olacaktır. Bütün ücretli işçileri insanlığın her türlü baskıdan kurtulması için savaşçılar rölü için eğitmeliyiz” der ve aşağıdaki uyarıda bulunur: Bu görevi gözden kaçıran bir sosyal demokrat artık sosyal demokrat değildir. Bu doğru. Ancak, bu günlerde, bazılarımız, bir sosyal demokratın politik görevleri pedagojiye indirgemesinin, değişik nedenlerden dolayı olsa da, artık sosyal demokrat olmayacağını unutuyorlar. Bu, ‘pedagojileri’, ‘politikaların’ karşısında özel bir slogan haline dönüştüren, ‘bunun üzerine özel bir eğilim inşa’ edenler, ve Sosyal-demokrasinin ‘politikacılarına’ karşı bu slogan altında çağrıda bulunanlar, hemen ve kaçınılmaz olarak demagojiye başvuracaklardır. 33 Burada durarak şöyle bir soru sorabiliriz: Lenin’in görüşlerini yukarıda olduğu gibi anlaşılabilir bir şekilde açıklayabilirsek, yüzyılı aşkın bir süredir devam eden ve halen de süren tartışmaları nasıl açıklayacağız? Yapılacak açıklamalardan biri, Lenin’in ileri sürdüğü “dışarıdan bilinç” tezini derinlemesine inceleyerek mantıki sonuçlarına götürmemiş olmasıdır. Nitekim, 1907’de NY’yi değerlendiren Lenin, bu konudaki hatasını kabul eder: “Plekhanov’un ...kendiliğindenlik ve politik bilinç hakkındaki eleştirileri, ...bağlamından söküp çıkarılmış deyişler, ustaca ya da tam olarak formüle etmediğim deyişleri esas alıyordu.”34 31 Lenin, Collected Works, vol. 13, s.104. 32 Lev Troçki, Stalin, Yazın Yayıncılık, Türkçesi Ülkü Öztürk, Mart 2006, s.351-352. 33 Lenin, Collected Works, vol. 8, s.452-455. 34 Lenin, Collected Works, vol. 13, s.107.
42
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? Önemli olan diğer bir nokta da Lenin’in bu kavramı ne, NY’yi yazmadan önce, ne de yazdıktan sonra bir daha kullanmamış olmasıdır. Bu nedenle “dışarıdan bilinç” kavramını, işçi ve sosyalist hareketin birleşmesi söylemi dışında ele alarak Lenin’in parti anlayışının merkezine koymak yanıltıcı olmaktadır. Ayrıca, yukarıda yaptığımız alıntılarda görüldüğü gibi Lenin, Kautsky’ye ait olan bu tezi olduğu gibi kabul etmez, bu teze açıklamalar getirir. Bu açıklamalar NY ile de sınırlı değildir. 1903 parti kongresi sonrasında, bu konuda yaptığı konuşma bunlara örnektir. [Lenin konuşuyor: iddia ediliyor ki] Lenin, hiçbir şekilde, işçilerinde bir ideolojinin yaratılmasında paylarının olduğunu hesaba katmıyor. Bu doğru mu? Tekrar, tekrar , tam bir sınıf bilincine sahip işçilerin, işçi liderlerinin ve işçi-devrimcilerin hareketimizdeki eksikliğinin hareketimizin en büyük eksikliği olduğunu söylemedim mi? İşçi-devrimcilerin eğitiminin en acil görevimiz olduğunu söylemedim mi? bir sendika hareketinin yaratılması ve özel bir sendikacılık edebiyatı yaratılmasının önemine dikkat çekilmedi mi?35 2- Kendiliğindenliğe Karşı Mücadele: Yukarıda “dışarıdan bilinç” kavramına değindik, ikinci olarak incelenmesi gereken ise, tartışmalara ve yanlış anlamalara neden olan kendiliğindenliğe karşı mücadele hakkındaki görüşlerdir. Lenin, NY’nin ‘Yığınların Kendiliğindenliği ve Sosyal Demokratların Bilinçliliği” başlıklı ikinci bölümünde bir paragrafta aşağıdaki tanımlamayı yapar: Kendiliğindenlikten çok söz edilmektedir. Ama işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onun burjuva ideolojisine tâbi olmasına, Credo programı doğrultusunda gelişmesine yol açar; çünkü kendiliğinden işçi sınıfı hareketi trade-unionculuktur. Nur-geurerkschaftlerei’dir ve trade-unionculuk, işçilerin burjuvaziye ideolojik köleliği demektir. Demek oluyor ki, görevimiz, sosyal demokrasinin görevi, kendiliğindenliğe karşı savaşmak, işçi sınıfı hareketini, burjuva kanatların altına sokma yolundaki bu kendiliğinden trade-unioncu çabadan uzaklaştırmak, ve devrimci sosyal demokrasinin kanadı altına sokmaktır.36 Yukarıda aktarılan kelimeler “dışarıdan bilinç” kavramı ile birlikte Lenin’in en çok tartışılan ve eleştirilen görüşleri oldu dersek bir abartma yapmış olmayız. Lenin’i şeytanın yeryüzündeki temsilcisi olarak gören tarihçi Richard Pipes, bu satırları Lenin’in “işçi sınıfına olan güvenini kaybettiği” şeklinde yorumlar.37 Yukarıdaki alıntıda aktarılan görüşler, sık sık Lenin’in elitizminin bir delili olarak öne sürülmektedir. Lenin’in bu dönemde, sosyalist bilince ulaşabileceği endişesi ile kendiliğinden kitle hareketine “duyduğu güveni” kaybederek devrimin profesyonel bir elit tarafından gerçekleştirileceğini ileri sürdüğü tartışıldı. Bu yorumlama basit olması ve Lenin’i bir Jakoben olarak tanımlama ile uyum içinde olması nedeni ile çekicidir; ancak, gerçekten Lenin’i okuyan ve anlamaya çalışan bir kişi için gerçekten de aşılmayacak problemleri temsil eder.38 Sorunu daha yalın bir şekilde ifade edersek, Lenin’in işçilere güvensizlik duyduğu; işçilerin kendi mücadeleleri sonucu komünist bilince ulaşacaklarına inanmadığı söylenir. Lenin’in, işçilerin kendiliğinden, ekonomik hakları için verdikleri mücadele ile sosyalist bir bilince ulaşamayacaklarını, dolayısıyla da, işçi sınıfının karakter olarak reformist olduğunu, sosyalist bilince ise ancak bir azınlığın sahip olacağını düşündüğünü iddia etmektedirler. Buna göre, Lenin, işçi sınıfını devrimci mücadelenin öznesi olarak görmemektedir, özne profesyonel devrimciler örgütü olarak tanımlanan partidir, sınıf ise nesnedir, ya da diğer bir deyişle, işçi sınıfı gövdesi büyük, kafası küçük 35 Lenin, Collected Works, vol. 6, s.490. 36 Lenin, Ne Yapmalı?, s.48-49. 37 R.Pipes, The Origins of Bolshevizm in Rovutionary Russia, 1968. 38 Neil Harding, Lenin’s Political Thought, New York: Humanities Press, 1983, s.156–57. Kış | 2009/2010 -
43
Lenin ve Ne yapmalı? bir varlık olarak tanımlanmaktadır. Bu iddiaların sahipleri yalnızca Richard Pipes, Adam Ulan gibi burjuva akademisyenler değildir, Lenin’in parti anlayışını çarpıtan Stalinistler de aynı türden sonuçlara varmaktadırlar. Örneğin, Kemal Okuyan’ın ‘Ne Yapmalı’cılar Kitabı başlıklı kitabında: İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesine ‘devrimci özne’ diyoruz. Ancak, bu öznenin nesnesini tanımlarken genellikle kaçamak yanıtlar vermekteyiz. Oysa mümkün olduğunca açık olmalıdır. Öncü örgütlenmenin nesnesi herşeyden önce, bir bütün olarak işçi sınıfıdır.39 ...Leninist özne için, kendi dışında gelişen her devrimci dinamiği ‘kendiliğinden’ bir hareket olarak değerlendirmek ve onu öznel müdahelenin hedefi olan nesnelliğin bir parçası olarak görmek kaçınılmaz hale geliyor, doğrusu da bu.40 Ancak, Okuyan’ın devrimci özne tanımı parti ile de sınırlı kalmaz. Devrimin öznesi olarak tanımlanan parti, Stalinizm iliklerine işlemiş olan Okuyan tarafından tek bir lidere indirgenir: “Bu merkeziyetçi yapıda hakların hep yukarıya doğru devredileceği eleştirisi yapıldı. Sınıf, sınıfın belli kesimleri, parti hareketi, partinin örgütsel yapısı, MK... hatta Troçki’nin dediği gibi, tek bir lider,”41 ve devamla, “Önderlik tek bir kişide cisimleşiyorsa bu kişinin, bir kurulda cisimleşiyorsa o kurulun gündemi ve ilgi alanı sınırlanamaz.”42 Lenin İşçi Sınıfına Güvenmiyor muydu? Bu soruyu sormamız birçokları için tuhaf gelebilir ancak, sınıf ve parti arasındaki ilişkiyi kavramamız ve yukarıda aktarılan Stalinist tahrifatların ne anlama geldiğini anlamamız için bu soruyu sormamız gerekiyor. Önce, anti-Leninist yazarların bu soruya verdikleri yanıta bakalım: Tartışma Alman revizyonistleri ve onların Rus izleyicilerine yöneltilmiş olmakla birlikte, Lenin ve Eduard Bernstein arasında şu temel ortak anlayış vardır; tarihin güçleri işçileri devrimci bir sınıf haline getirmiyor; işçilerin kendiliğinden örgütlenmesi onları devrime değil ekonomik ve mesleki hakların kazanımına yönlendiriyor. O zaman, neden, Bernstein bir ‘revizyonist’ ve Lenin ‘ortodoks’ Marksist oluyor. Çünkü Bernstein, işçilerin partisinin işçilerin eğilimlerini izlemesine ve sanayi işçilerinin içgüdüsel emekçi mücadelesine boyun eğmesine inanırken, Lenin ise işçinin zoraki bir şekilde devrimci Marksizme kazanılmasına inanır.43 Bu sonuca varırken Adam Ulan’ın çıkış noktası kendiliğindenlik ve bilinç taşıma konusunda Lenin’e atıf edilen anlayıştır. Bu yorum Lenin’in II. Enternasyonal partilerinden yalnızca farklı değil, aynı zamanda yeni tipte Bolşevik bir parti yarattığını ileri sürerek Leninist partiyi Marksist gelenek içerisinde popülist-komplocu anlayışın bir ifadesi olarak görür. Bu nedenle, devrimin öznesi olarak parti’yi gören Kemal Okuyan gibi yazarlar ile A. Ulan’ın eleştirdiği anlayış birbirleri ile kesişirler. Stalinistler, burjuva reformistler gibi işçi sınıfının kendi geleceğini kendi elleriyle yaratacağına inanmazlar, sınıfı yönlendirilecek, manipüle edilecek bir kitle olarak görürler. Devrimin öznesi olarak partiyi görenlerin işçi sınıfına güvensizlik içerisinde oldukları doğrudur. Lenin’in işçi sınıfına güvenmediğini iddia eden yazarların tezleri NY’deki tartışmalı iki tez ile sınırlı kalıyor. Lenin’in yazılarına eleştirel bir gözle baktığımız zaman, Lenin’in işçi sınıfına güvenmediğine dair delil olarak öne sürülecek tek bir satıra rastlamıyoruz. 39 Kemal Okuyan, Ne Yapmalı?cılar, 5. baskı, 2008, s.49. 40 Ibid., s.63. 41 Ibid., s.244. 42 Ibid., s.246. 43 Adam Ulan, The Unfinished Revolution, Random House, 1960,s.170, aktaran Lars Lih,
44
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? Durum böyle iken bu soruyu sorarak yanıt aramamız gereksiz gibi gelebilir; ancak Leninist parti anlayışı tartışıldığı zaman bu soruyu sorarak parti-sınıf ilişkisine bakmak, özellikle Stalinizmin yaptığı tahrifatlar nedeniyle bir zorunluluk olarak durmaktadır. Lenin’in, gerek 1901-1903 yılları arasında yazdığı yazılar gerekse de NY’ye baktığımız zaman işçi sınıfına güvenmemek gibi bir sorunun olmadığını; aksine, muhaliflerini işçi sınıfına güvenmedikleri için kapsamlı ve haklı bir şekilde eleştirdiğini görüyoruz. Örneğin, NY’nin 2.bölümünde, “Gerçekten öyle sanıyoruz ki, bugünkü hareketin gücünün, yığınların (özellikle sanayi proletaryasının) uyanmasında olduğundan ve zayıflığının da devrimci liderler arasında bilinç ve inisiyatif yokluğundan ileri geldiğinden şimdiye kadar kimse kuşku duymamıştır” der.44 Aynı bölümün sonunda ise, Rusya’da yığınların kendiliğinden kabarışı, öyle büyük bir hızla gelişti (ve halen de gelişmektedir) ki, genç sosyal demokratların bu devasa görevleri yerine getirmekte hazırlıksız oldukları ortaya çıktı. Bu hazırlıksızlık hepimizin ortak talihsizliğidir. ...Yığınların kabarışı kesintisiz bir süreklilik ile gelişti ve yayıldı; yalnızca başladığı yerlerde davam etmekle kalmadı, yeni yörelere, toplumun yeni katlarına yayıldı (işçi sınıfı hareketinin etkisi ile öğrenci gençlik arasında, genel olarak aydınlar arasında ve giderek köylüler arasında yeniden kaynaşmalar oldu. Ama devrimciler bu kabarışın gerisinde kaldılar.45 Yukarıdaki paragraflarda Lenin işçi sınıfının mücadelesi ile devrimcileri karşılaştırırken, devrimcilerin işçilerin kendiliğinden mücadelesinin arkasında kaldıklarını vurgulamaktadır. Burada verilen mesaj işçilerin sosyalist fikirler etrafında örgütlenmeye hazır oldukları, görevini yerine getirmeyenlerin ise devrimciler olduğudur. Kısacası Lenin’in eleştirdiği ya da güvenemediği kendi partisi içinde eleştirdiği kesimlerdir, işçiler değil. Hareketin işçilerin devrimcileştiği, sınıf mücadelesinin ön saflarında yer aldığı bir dönemde partinin önemini vurgulayan Lenin, işçilerin partiye katılımı konusunda gerek Menşevik gerekse de diğer Bolşeviklerden farklı bir tavır almıştır: Genç savaşçılar daha cesur, geniş ve geniş bir şekilde bütün ve her tipte örgütlenmemizin saflarına katılmalıdır. Bu amaçla, gecikmeden yüzlerce yeni örgütlenme yaratılmalıdır. Evet, yüzlerce, bu bir abartma değildir. ...Eğer yeni örgütlenmeler kurma konusunda cesur adımlar atmazsak, öncünün rolü konusundaki bütün söylediklerimizi mesnetsiz bulup, bir kenara atmamız gerekir. Eğer ulaştığımız sınırlar, biçimler ve komiteler, gruplar, toplantılar ve çevreler içerisinde çaresiz bir şekilde durursak, yalnızca kendi beceriksizliğimizi kanıtlamış oluruz. Bizim yardımımız olmadan, herhangi bir program ya da amaca sahip olmadan, yalnızca olayların itelemesi ile, heryerde, binlerce grup doğuyor. Bütün bu grupları, açıkça sosyal demokrat olmayanlar hariç, ya doğrudan partiye katalım ya da parti ile aynı hizaya getirelim. İkinci şıkta, onların bizim programlarımızı kabul etmeleri ya da bizimle örgütsel ilişkilere girmeleri gerektiği konusunda taleplerde bulunmayalım. Onların protestocu ruh halleri ve onların uluslararası devrimci sosyal-demokrasi davası için sempatileri yeterlidir.46 Lenin’in 1905 ilkbaharında yaptığı bu öneri Lenin’i protesto eden Bolşevik parti delegeleri tarafından reddedilir. Lenin’in işçi kitlelerini üyeler olarak partiye alma girişimini reddeden Bolşevik delegeler, Lenin’e karşı NY’yi göstererek, “ne kadar sınırlı olursa, o kadar iyi olur” dedikleri zaman, Lenin, 1902 tartışmasının amacının yeraltında faaliyet gösteren politik farklılıklara sahip komiteler hareketinin içinde bir grup kurmak olarak tanımladığını, 1905 yılında ise Bolşevik örgütün karşılaştığı görevlerin 44 Lenin, Ne Yapmalı?, s.36. 45 Ibid., s.61-62. 46 Lenin, “New Tasks and New Forces”, Collected Works, vol. 8, s.209-220. Kış | 2009/2010 -
45
Lenin ve Ne yapmalı? farklı olduğunu söyler. Yukarıda kısaca aktardığımız satırlarda Lenin, her defasında partiyi, sınıf ile ilişkisi içinde ele almaktadır. Partinin devrimci karakterini belirleyen yalnızca yüklendiği misyonun karakteri değildir, bu karakteri belirleyen proleter sınıftır. Partinin devrimci karakterini sınıfın devrimci karakterinden bağımsız olarak ele alanlar ya ekonomistler gibi kitlelerin kuyrukçuluğunu yaparlar ya da Stalinistler gibi partiyi sınıftan bağımsız bir bürokratik aygıt haline dönüştürürler ya da yenilgici bir ruh hali içinde toplumsal mücadeleye önderlik edecek yeni kesimler ararlar. Örneğin, Lenin’in parti anlayışını Kemal Okuyan’ın ‘Ne Yapmalı’cılar kitabındaki parti anlayışı ile karşılaştırdığımız zaman işçi sınıfına güvensizliğin yanı sıra küçük burjuvazinin kutsanmasından başka bir şey görmüyoruz. Leninist örgüt... kadro kaynakları açısından, büyük ölçüde küçük burjuva kaynaklıdır... sınıf bileşimlerinde önemli değişimler büyük oranda devrimci yükseliş dönemlerine denk düşmekte ve bu dönemler dışında proleter kadrolar önemli bir ağırlık oluşturamamaktadır.... “Leninist örgütte sınıflar yoktur” ilkesi bu duruma mazeret olarak üretilmemiştir.47 Profesyonel Devrimcilik Lenin, NY’nin dördüncü bölümünde daha önce kullanmadığı profesyonel devrimci tanımını yapıyor ve çekirdeğini profesyonel devrimcilerin oluşturduğu bir parti fikrini işleyerek, partinin kuruluşu sırasında bu kadroların oynayacağı rolün önemine dikkat çekiyor. Lenin’in, NY’yi yazdığı 1901-1902 yıllarında RSDİP’in merkezi bir yapıya sahip olmadığını, birbiriyle bağlantısı olmayan ve tutuklamalar nedeniyle her biri kısa bir ömre sahip olan komitelerden oluştuğunu hatırlarsak, Lenin’in yaptığı bu önermenin bir gerekliliğin dile getirilmesi olarak anlaşılması gerektiğini görürüz. Rusya’daki gizlilik koşulları, otokrasinin yoğun baskısı ve bu koşullar altında, hareketi oluşturan komitelerin bir parti içinde örgütlenmesinin gerekliliği profesyonel devrimcilerin oynayacağı rolün tekrar tekrar vurgulanmasını gerekli kılmıştı. Unutmamak gerekir ki, profesyonel devrimcilere hareketin duyduğu ihtiyaç yaptıkları eleştirilere rağmen Menşevik liderlerinde bu gerekliliği görmesine yol açmıştır. Lenin’in profesyonel devrimci tanımını kullanmasının nedenlerini anlamak için NY’de hareketin ilkellik ve amatörlüğünün incelendiği bölümleri hatırlamakta fayda vardır. Lenin, 1894-1901 döneminin küçük burjuva kökenli devrimcilerini, “sabanını bırakıp savaşa katılan köylüler gibi ellerinde sopalarla yürüdüler”48 diye tanımlarken, “daha önce düşünülmüş ve uzun uzadıya saptanmış sistemli bir plan, inatçı ve uzun süreli bir savaşın planı sonucu” olan bir örgütlenme planından söz eder. Sözü edilen örgütlenme planı somut koşulların detaylı bir tahlili üzerine kuruludur ve bu plan içinde, profesyonel devrimciler önemli bir yere sahiptirler. Lenin, ayrıca, parti üyeliğinin profesyonel devrimcilerle sınırlı olmadığını vurgulamıştır. Parti örgütlerinin yalnızca profesyonel devrimcilerden oluşması düşünülemez. Sıkı bir şekilde sınırlanmış ve gizli olanlar ile başlayıp, çok geniş, serbest, gevşek olanlar ile son bulan en değişik tiplerde aygıtlara ihtiyacımız vardır.49 Lenin’in formüle ettiği profesyonel devrimciliği bir model olarak ele alabilir miyiz diye kendimize sorduğumuz zaman, bu modelin, gerek Lenin’in yazıları, gerekse de parti içi uygulamalara bakarak tam bir tanımını vermenin oldukça zor olduğunu görüyoruz. Bu zorluk bu terimin birden fazla anlamda kullanılmasıdır. Bu konudaki karışıklığın nedenlerinden biri de tercüme konusundaki zorluklar olarak gösterilmektedir. Hal Draper ve Lars T.Lih terimin Rusça’dan İngilizce’ye profesyonel devrimci olarak çevril47 Kemal Okuyan, agy., s.191-192. 48 Lenin, Ne Yapmalı?, s.11. 49 Lenin, Collected Works, vol. 6, s.500.
46
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? mesinin hatalı olduğunu belirtirler. Lih, doğru çevirinin “devrimciliği meslek edinmiş” olduğunda ısrarlıdır. Terimin bir dar bir de geniş anlamı olduğunu vurgulayarak soruna yaklaşırsak vardığımız sonuç şudur: 1) Dar tanımlama içinde, terim kendisini parti faaliyetlerine adayan, illegal çalışma yöntemlerini bilen ve çeşitli alanlarda uzmanlaşan (propaganda, basın-yayın, vb.) kadroları tanımlamak için kullanılır. Örneğin, Troçki, Stalin, adlı yapıtında, “Profesyonel Devrimci” başlıklı bölümde Stalin’i bu kadrolardan biri olarak niteler ve aşağıdaki tanımlamayı yapar: Jandarma generali Spiridoviç şunları yazıyordu: “Profesyonel devrimcilerden yasa dışı küçük bir grup oluşturunca o kent senin bu kent benim dolaşıyorlardı. Bu kentlerdeki parti komiteleri üyeleriyle bağlantı kuruyorlar, onlara yasadışı yayınlar sağlıyorlar, kimi yayınları basmakta yardımcı oluyorlar, Iskra’nın gereksinim duyduğu bilgileri onlardan alıyorlardı. Yerel komitelere sızıyorlar, oralara ‘ekonomizm’ karşıtı propagandalarını götürüyorlar, oralardaki hasımlarını saf dışı bırakıyorlar, böylece yerel komitelerde bir nüfuz sağlıyorlardı.50 Zinovyev Bolşevik Parti Tarihi’nde profesyonel devrimcileri, bir işçinin fabrikaya gidip çalışması gibi kendisini parti çalışmasına adayan kadrolar olarak tanımlamaktadır. Bu kadroların hareket içinde oldukça küçük bir azınlığı temsil ettiğini belirtelim. 1903 kongresi öncesinde sayıları 200’ü bulan profesyonel devrimcilerin yüzde 48’i işçi kökenlidir.51 2) Geniş tanımlama içinde, parti ya da parti örgütlerinden birinde çalışarak maaş alan kadrolar (parlamenterler ve parti bürokrasisi dahil) profesyonel devrimciler olarak tanımlanırlar. Profesyonel devrimci, yasadışı koşullarda ve kaçınılmaz komplo koşullarında kendini tamamıyla işçi hareketine adayan kişidir. Sıradan biri bu kararı alamaz; bu kararı alan kişi de kuşkusuz sıradan bir kişi değildir. Uygar dünyanın işçi hareketi, sayısız profesyonel devlet görevlisi ve siyasetçi tanımaktadır. Bunların çoğu, tutucu zihniyetleriyle, bencillikleriyle, dar görüşlülükleriyle kendilerini göstermektedir. Bunlar hareket için yaşamazlar, hareketle geçinirler. Avrupa ve Amerika’daki işçi dünyasıyla karşılaştırıldığında Rusya’daki sıradan profesyonel devrimci, kesinlikle çok daha cana yakındı.52 Yukarıda görüldüğü gibi, profesyonel devrimci terimini geniş anlamında kullanan Troçki, bu kadroların, tutuculuk, egoizm ve dar-görüşlülüğüne dikkat çeker. Troçki’nin tanımının önemli bir yanı da profesyonel devrimci yerine getirdiği fonksiyonları tarif ederek tanımlamasıdır. Troçki’nin profesyonel devrimcileri Batı Avrupa parti bürokrasisi ile karşılaştırması önemlidir. Kautsky, parti bürokrasisini, “Sosyal demokratik hareket büyümesini gerçekleştirirken gerek parti gerekse de sendikalarda onlar olmaksızın faaliyetlerini sürdüremeyeceği bir çeşit profesyonel bürokrasi gibi kalıcı organları gerekli kılar, bu organlar bir gerekliliği temsil eder, büyümeye devam etmelidir ve önemleri artan görevleri üstlenmelidirler. Bu bürokrasi yalnızca maaşlı görevlileri değil, milletvekillerini ve partili gazetecileri de kapsar”53 şeklinde tanımlar. Troçki’nin karşılaştırması önemlidir, çünkü II. Enternasyonal’in çürümesi ve parti bürokrasisi arasındaki ilişki ile Sovyet Devrimi’nde ve yozlaşma sürecinde bürokrasinin oynadığı rolü karşılaştırmamızı sağlar. Profesyonel devrimci kavramına özellikle Türkiye solu içinde verilen rolü hatırla50 Troçki, Stalin, s.78. 51 Aktaran Lars T.Lih, Lozhkin,1986, s.138. 52 Troçki, age., s.99. 53 K.Kautsky, aktaran Lars. T.Lih. Kış | 2009/2010 -
47
Lenin ve Ne yapmalı? yarak, Bolşeviklerle Menşevikler arasında bu konuda yapılan tartışmalara bakalım: Bilindiği gibi, 1903 parti kongresindeki bölünmenin ana nedenlerinden biri üyelik tanımı ile ilgili idi. Lenin, parti üyelerinin herhangi bir parti komitesinde çalışmasının üyeliğin bir koşulu olması teklifini Martov reddederek, parti komitelerine üye olmayan ancak bu komitleler ile ilişki içinde bulunan kişilerin de üye kabul edilmesini önermişti. Bu tartışma hatırlandığında sık sık unutulan, Menşeviklerin 1905’te düzenledikleri Menşevik parti konferansı ve 1906’da düzenlenen birleşme kongresinde Lenin’in parti üyeliği tanımını kabul etmiş olmalarıdır. Vurgulanması gereken diğer bir nokta da Lenin’in parti üyeliği tanımının kabul edilmesine rağmen pratikte üyeliğin ne profesyonel devrimciler ne de komite üyeleri ile sınırlanmamış olmasıdır. Profesyonel devrimcilik ile ilgili tartışmalara baktığımız zaman, Menşevik lider Akselrod’un profesyonel devrimcileri “Rusya’daki koşullar altında politik bir parti kurmak için gerekli bir kesim” olarak tanımladığını görüyoruz.54 Lenin de 1907’de geçmiş dönemin tartışmalarını değerlendirirken profesyonel devrimci fikrinin patinin her iki kanatı tarafından kabul edildiğini bildirir. Menşevik liderler ve Troçki’nin profesyonel devrimci tanımı ile 1902-1905 döneminde yaptıkları itirazlara baktığımızda, Menşeviklerin profesyonel devrimcilerin görevlerinin sınırlanmasının onları makinanın renksiz parçaları haline getireceğini söylerken, Troçki’nin “dar-görüşlülük” tehlikesine dikkat çektiğini görüyoruz. Lenin ise 1907 yılında yaptığı değerlendirmede, hareketin militan görevleri ya da profesyonel devrimciler konusunda abartma yaptığını iddia edenlerin eleştirilerine değinirken, partinin sosyalist komitelerden doğduğunu belirterek, o dönemde, partinin kurulması sürecinde profesyonel devrimcilerin oynayacağı misyonun hayati bir role sahip olduğunu vurgulayarak, bu nedenle bu görevi öne çıkardığını belirtir. Bu tartışmalardan çıkarılacak sonuç Leninist parti kavramının, kendisine proletaryanın öncü partisi misyonunu yükleyen bir profesyonel devrimciler örgütü modeline indirgenemeyeceğidir. Bu türden indirgemeler yalnızca Stalinistler ya da devrimciliği komploculuk ile karıştıranlar ile sınırlı kalmıyor. Fikret Başkaya’nın Gelawej sitesinde yayınlanan, “Devrimi Yeniden Düşünmek” yazısındaki “Oysa devrim ve profesyonel kelimelerinin yan yana getirilmesi tam bir oxymoredur. Bu yüzden de yan yana getirilmeleri saçmadır. Mesleği devrim yapmak olan birinin var olabileceğini düşünmek abes değil mi?” 55 belirlemesinin Lenin ve Leninizm’e mal edilemeyeceği oldukça açık olmalıdır. Fikret Başkaya, “20. yüzyıl sosyalizmi” adı altında Lenin’e mal edilen ancak doğru olmayan tezleri eleştirirken Stalinizm ve burjuva anti-Leninistlerin tahrifatlarını esas almaktadır. F. Başkaya’nın, “ölü bilgilerin tahakkümünden kurtulma” çağrısına katılmamak mümkün değildir; ancak Marksizm ya da Leninizm’i ölü bilgi olarak tanımlamadan önce tartışılan ya da reddedilen kavramların doğru bir şekilde tanımlanması gerekir. Aksi takdirde, bu yöndeki arayışlar sık sık zombi kapitalizmin saflarında son bulmaktadır. Başkalarının elli, hatta yüzyıl önce formüle ettiği ölü fikirleri “20. yüzyıl sosyalizmi” eleştirisi altında yeniden ortaya sürmenin başka bir anlamı yoktur. Ne Yapmalı? Üzerine Tartışmalar Kendiliğindenlik ve örgütlülük konusundaki tartışmalara baktığımız zaman Tony Cliff’in, Lenin’in “çubuk bükme” benzetmesini alarak, 1902 yılındaki polemikler sırasında Lenin’in ekonomistlerin bir tarafa büktüğü çubuğu diğer tarafa bükerek, “kendiliğinden mücadele” karşısında “örgütlenmenin” önemini abarttığı, 1905 yılı sonrasında ise bu konuya yeniden açıklık getirerek aynı polemiği tekrarlamadığını vurgu54 Iskra no:55 ve 57, aktaran Lars T.Lib, s.545. 55 Gelawej, bak.: http://www.gelawej.net/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid= 2960.
48
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? ladığını görüyoruz.56 Aynı görüşleri paylaşan Chris Harman ise Karl Korch’u izleyerek “dışarıdan bilinç” tezi ile Kautsky arasındaki ilişkiye dikkat çeker.57 Kautsky’ye göre, parti sınıfı temsil eder. Bu nedenle iktidarı alacak olan bizzat partidir ve parti dışındaki örgüt ve eylem biçimlerinin partiye tâbi olması gerekmektedir. Kautsky’yi kaba bir şekilde yorumlayan Chris Harman için Rosa Luxemburg’un “dışarıdan bilinç” tezini eleştirmemesi açıklanması gereken bir sorun olarak kalmaktadır. Gerek Cliff gerekse de Harman için, 1905 devrimi sonrası Lenin’in “dışarıdan bilinç” tezini yeniden formüle etmesi ile Kautsky’den 1914 yılında kopuşu arasında bir bağ vardır. Lenin’in ‘dışarıdan bilinç” ve “kendiliğindenlik” üzerine tezlerini ifade ettiği görüşleri, özellikle Menşevikler ve sayısız eleştirmenlerin formüle ettiği gibi kabul edersek Cliff ve Harman’a hak vermek gerekir. Bunun tersine, Lenin’in uyarı ve açıklamalarını dikkate alarak ve tartışmalı tezlerin dönemin sosyal demokrasisinin ortak anlayışını yansıttığını hesaba katarak düşünürsek bir görüş değiştirmenin söz konusu olmadığını vurgulamak gerekir. Ancak, Tony Cliff’in de içinde bulunduğu devrimci Marksist yazarların 1905 devriminin Lenin’in parti hakkındaki düşünce ve planları üzerindeki etkisi hakkındaki görüşlerini Lenin’in görüşlerinin değişip değişmediğine dair bir soru içinde ele almak yanlış olur. Lenin, gerek devrimci mücadelenin deneyimleri, gerekse de teorik gelişiminin doğal bir sonucu olarak görüşlerini geliştirerek açık bir şekilde ifade eder. Açıktır ki, 1871 Paris Komünü ve 1905 devrim tarihini üstünkörü inceleyenler bile Lenin’in daha önce aktardığımız, “Bütün ülkelerin tarihi göstermektedir ki, işçi sınıfı, salt kendi çabasıyla yalnızca sendika bilincini….” geliştirir, ifadesini neden 1905 devrimi sonrası bir daha kullanmadığını ve NY’yi değerlendirirken, “ustaca ya da tam olarak formüle etmediğim deyişler” uyarısında bulunduğunu anlayacaklardır. Hal Draper, Lenin’in herhangi bir şekilde kendiliğinden mücadeleyi küçümsemediğini vurgularken, Lenin’in o dönemin acil bir görevi olan Rusya çapında merkezi bir parti kurulması görevini vurgulamak için örgütlenmeyi bilerek öne çıkardığını belirterek, Lenin’in “bu broşürün partinin gelişmesindeki belirli ve şimdi çok gerilerde kalmış bir dönemin somut tarihsel durumundan bağımsız olarak ele alınmaması” şeklindeki uyarısını hatırlatır. Hal Draper’a göre, II. Enternasyonalciler nasıl Birinci Enternasyonal’in deneyimlerinden dolayı utanç duymuyor ya da onu reddetmiyorsa, Lenin’in NY’deki yer yer muğlak olan görüşlerini reddetmesi gerekmez. Draper, ileri sürülen tartışmalı kavramların, Lenin’in parti kuramı içindeki yerinin, abartılmaması gerektiğini de vurgular. 58 Önemli olan ve incelenmesi gereken diğer bir yaklaşımda tarihçi Lars T.Lih’ e aittir. Yazar, Lenin Rediscovered adlı kitabında bu konuyu incelerken, Lenin’in çubuğu bükerek bir abartma yapmadığını, çubuğu olması gereken yere doğru ittiğini belirtir ve Lenin’in o dönemde, sosyal demokratların tartışmasız olarak kabul ettikleri görüşleri tekrar ettiğini vurgular.59 Bu görüşler, sosyal demokrasinin misyonu sosyalist mesaji kitlelere taşımak ve sosyal demokrasi’nin gerekliliğini red eden tred-unionizm ideolojisine karşı mücadele edilmesinin gerekliliği şeklindedir. (Tred-unionizm’den kasıt sendikacılık değil, işçilerin mücadelesini yalnızca ekonomik mücadele ile sınırlayan anlayıştır.) Yanlış anlamalar,- bilinçli çarpıtmalar dışında - Lenin’in muhataplarına karşı yürüttüğü polemik sırasında kafa karıştırıcı ve muğlak terimler kullanarak görüşlerini ifade etmesinden kaynaklanmaktadır. 60 Lars T,Lih, “dışarıdan bilinç ve kendiliğindenliğe karşı mücadele” söyleminin yalnızca NY’nin ikinci bölümü ile sınırlı olduğunu, Lenin’in ne bu bölüm öncesinde ne de 56 Tony Cliff, Building the Party: Lenin, 1893-1914. 57 Chris Harman, Party and Class, 1969. 58 Hal Draper, The Myth of Lenin’s Concept of The Party or What They Did to What Is To Be Done? (1990), http://www.marxists.org/archive/draper/1990/myth/myth.htm. 59 Lars T.Lih, Lenin Rediscovered, Haymarket, 2008. 60 Ibid., s.615. Kış | 2009/2010 -
49
Lenin ve Ne yapmalı? sonrasında bu söylemi kullanmadığını, bu söylemin Lenin’in parti anlayışını açıklamak için kullanılması halinde ortaya gayet dayanaktan yoksun bir tartışmanın çıkacağını belirtir. Lenin’in ikinci bölümde bu söylemi kullanmasının nedeni, Boris Krichevski’nin kendiliğinden (stikhiinost) terimini kullanarak Iskra’nın taktik planının Marksizmin ruhuna aykırı olduğunu ve Iskra’nın doktriner katılığının Rusyalı sürgünlerin örgütsel bir birlik sağlayamamasına yol açtığı şeklindeki suçlamalarına cevap vermek olduğunu; Lenin’in herhangi bir örgütsel kavram yaratmak çabası içinde olmadığını vurgular; ancak yazar, gerek İngilizce’ye gerekse de Türkçe’ye kendiliğindenlik olarak çevrilen stikhiinost kelimesinin yalnızca bu anlama gelmediği de ileri sürer. Lenin’in stikhiinost ve spontaneity(kendiliğindenlik) terimlerini nasıl çevirdiğini inceleyen yazar, Sidney ve Beatrice Webb’in, Industrial Democracy kitabını İngilizce’den Rusça’ya çeviren Lenin’in ,spontaneus kelimesini altı değişik anlamda çevirdiğini gösterir. Örneğin, Lenin, spontaneus, (kendiliğinden), ‘kendi kaderini tayin edici’, spontaneus demokrasi, serbest demokrasi, ve diğer anlamlarda kullanarak çevirir. Lars, stikhiinost kelimesini “elemental” (temel) olarak çevrilmesi gerektiğini belirtir. Değinilmesi gereken diğer bir yazı da 1938 yılında, 4. Enternasyonal’in ABD seksiyonunun yayın organı New International’da yayımlanan Max Shachtman imzalı, “Lenin ve Rosa Luxemburg” başlıklı makaledir.61 Shachtman, yazısında yıllar sonra yapılacak tartışmalarda, tekrar tekrar gündeme getirelecek olan önemli başlık konularını inceler ve NY’nin bir özetini verdikten sonra, “her yerdeki devrimciler tarafından halen okunabilecek olan Ne Yapmalı?’nın içerdiği fikirler - ve büyük dersler çıkararak- okunabilir; ancak o dönemdeki Rus hareketinin problem ve özel koşullarını göz önünde tutmadan anlaşılamaz“ sonucuna varır. Kısacası, Shachtman, NY’de ileri sürülen tezlerin ve özellikle de Kautsky’nin etkisi altında formüle edilen, “dışarıdan bilinç” tezinin belirli bir zaman ve mekandan kopuk genel doğrular olarak anlaşılmaması için uyarıda bulunmaktadır. Max Shachtman, yazısında, “Lenin’in üçüncü parti kongresinde, serbest politik koşullar altında partinin seçim ilkesi temelinde inşa edileceğini’ söylediğini belirterek, bu satırların anlamının Lenin’in NY’deki tezlerinin evrensel tezler olarak ele alınmaması anlamına geldiğini vurgular. Max Shachtman’ın 1938’de dile getirdiği görüşlerin, Troçki’nin 1939’da yazdığı son yapıtı olan Stalin adlı eserindeki görüşlerle aynı doğrultuda olduğunu vurgulamakta fayda vardır. Troçki, “Lenin’e göre bizzat kendi haline bırakılmış olan işçi hareketi kaçınılmaz olarak oportünizm yoluna güdümlenmektedir; devrimci bilinç ise proletaryaya dışarıdan, Marksist entelektüeller aracılığıyla sağlanmaktadır” der ve ek-
ler, “Ne Yapmalı? yazarının bizzat kendisi daha sonraları, ‘’ekonomizme’’ ve onun işçi hareketinin ilkel doğasına teslimine karşı mücadelede bir silah olarak parantez içinde vurguladığı teorisinin tek yanlı karakterini, dolayısıyla yanlışlığını kabul etmiştir.”62 Ne Yapmalı? ve Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD)
Lenin’in Ne Yapmalı?’da bir devrimciler örgütünün resmini çizdiği ve bunu yaparken kitle hareketine gereken önemi verip vermediğini ya da yeni tipte bir parti teorisi dile getirip getirmediğini anlamak için bakılması gereken diğer bir konu da 1900’lü yıllarda uluslararası sosyal demokrat hareket içinde hakim parti anlayışı ile Lenin’in NY’deki tezlerinin karşılaştırmasıdır. Burada söz ister istemez, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ve Karl Kautsky’ye geliyor. Parti, sosyalizm ve işçi sınıfı üçleminde öne sürülen ‘dışarıdan bilinç’ taşıma tezinin Karl Kautsky’ye ait olduğunu ve bu anlayışın dönemin sosyal demokratik partilerinde genel bir doğru olarak kabul gördüğünü belirttik. Buradan hareketle, Lenin’in parti anlayışı ile SPD’nin parti teori ve pratiği arasında bir benzerlik ya da bir geçiş olup olmadığı sorusunu cevaplamak gerekir. 61 Max Scachtman, agy., bak.: http://www.revolutionaryhistory.co.uk/lenin-and-rosaluxemburg.html. 62 Troçki, Stalin, düzeltilmiş çeviri, s.105-106.
50
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? Soruyu başka bir şekilde, Lenin’in NY’yi yazarken SPD’yi örnek bir parti olarak ele alıp almadığı şeklinde sorabiliriz. Örnek olarak almaktan kastımız Lenin’in Alman modelini taklit etmesi değil, bu modelin üzerinde şekillendiği ilkeleri örgüt teorisi bağlamında Rusya pratiğine uygulamasıdır. Bu soruya cevap vermek için ilk olarak K. Kautsky’nin Rus sosyal demokrat hareketi üzerindeki etkisine değinmek gerekir. Kautsky ve SPD ile Lenin ve Ne Yapmalı? arasında yapılacak bir karşılaştırma tek başına bile bu yazının sınırlarını aşacaktır. Ancak, bu türden bir karşılaştırmanın Lenin’in formüle ettiği fikirlerin daha iyi anlaşılmasını sağlayacağını vurgulamamız gerekiyor. Karl Kautsky’nin 1892 yılında kaleme aldığı Erfurt Programı, 1894 yılında genç Lenin tarafından Rusça’ya çevrilmişti. Doğal olarak, Kautsky’nin Erfurt Programı’nda dile getirdiği görüşlerin yeni doğmakta olan Rus sosyal demokrasisini derinden etkilemesi kaçınılmazdı. Lenin’in oldukça tartışılan Ne Yapmalı?’sı bilindiği gibi, Rus hareketi için, Alman Sosyal demokrasisi ve lideri Bebel’i örnek olarak alır. Kautsky 1905 devrimi Slavlar ve dünya devrimi hakkındaki meşhur makalesini yazdığı zaman, Zinovyev’in bildirdiğine göre burada Rosa Luxemburg’un etkisi ile temelde Bolşevik pozisyonu ileri götürdüğünde Lenin oldukça sevinmişti. Temmuz 1905’te, Parvus’a karşı bir polemikte, ‘Nerede ve ne zaman,’ ‘Bebel ve Kautsky’nin devrimciliğini ‘oportunizm’ olarak niteledim?’ der. Bir buçuk yıl sonra Lenin, ‘Rus işçi sınıfının öncüsü Karl Kautsky’yi bir zamandır yaratıcılarından biri olarak biliyor’ dedi ve bir ay sonra da, Ocak 1907’de, Kautsky’yi ‘devrimci Alman sosyal demokratlarının lideri’ olarak tanımladı. ...Şubat 1914’te Rosa Luxemburg ile ulusal sorun hakkındaki tartışmasında onu yeniden Marksist bir otorite olarak niteledi. Son olarak, Nisan 1914’de savaş öncesi yazdığı son makalelerden biri olan “Alman İşçi Hareketi Nerede Taklit Edilmemelidir?”de, Alman sosyal demokrasisinin “‘kuşkuya yer bırakmayacak hastalığına” değinirken, özel olarak sendika liderlerinden (özellikle Karl Legien) ve parlamento sözcüsünden bahseder ancak Kautsky ve merkezcilerin sözünü bile etmez ve sol kanatın onlardan ayrılması konusunu (bundan da bahsetmemişti) sorgulamaz.63 Shachtman, yukarıda Rosa Luxemburg ile karşılaştırıldığında Kautsky Marksizmi’nin tutucu karakterini eleştirmesindeki gecikmeye işaret eder. Konumuz açısından çıkaracağımız sonuç ise, NY’nin yazıldığı 1902 yılında Lenin’in, not ettiğimiz farklılıklarına rağmen SPD’nin parti anlayışını eleştirmediğidir. Aksine SPD hakkında oldukça iyimser görüşlere sahiptir. Sorun, SPD modelinin Rusya’ya nasıl uygulanacağı şeklindedir. Bu nedenle, Lenin’in 1902 yılında, SPD’den farklı, “devrimciler örgütü” olarak da adlandırılan yeni tipte bir parti modelini formüle ettiği tezinin dayandığı temeller kaygandır. Ne Yapmalı?’yı tümüyle sosyal-demokrasinin kuyrukçu kanadını eleştirmeye adanmış, bu kanatın hatalarını tespit ederek reddeden, illegal parti çalışmasının genel normlarının tartışıldığı bir yapıt olarak görmek gerekir. Lenin’in Kautsky ve SPD deneyimini eleştirmeye başlaması 1902’den uzunca bir dönem sonradır. Lenin’in parti tezinin gelişmesini bir kronoloji içinde ele alırsak, 1901-1905, 1905-1912 ve 1912-1921 dönemlerine baktığımızda, Lenin’in, işçi sınıfını tek bir sosyal demokrat partinin temsil ettiği ve bu nedenle de farklı sosyal demokrat eğilimlerin aynı partide mevcut olması şeklinde ifade edilen II. Enternasyonal’e ait ilkeden 1912 yılında ayrıldığını görüyoruz. Lenin, ayrı bir partinin gerekliliğini 1904’ten başlayarak vurgular ve bu yönde mücadele verir. Ancak, diğer Bolşevik fraksiyon üyelerini ayrı parti konusunda kendi görüşleri doğrultusuna çekmek için verdiği mücadele 1912 sonrasında dahi sürer.64 63 Max Scachtman, agy. 64 II. Enternasyonal, 1914 Mart’ında Rus sosyal demokratlarının birleştirilmesi amacıyla Brüksel’de bir konferans düzenler. Konfereransa tüm fraksiyonlar katılırken, kendisi gitmez ve Inessa Armand’ı temsilci olarak gönderir. Lenin, birleşme için taviz vermeye yanaşmaz ve Bolşevik pozisyonların kabülünü şart koşar. Adam Ulan’ın II. Enternasyonal 1914 AğusKış | 2009/2010 -
51
Lenin ve Ne yapmalı? Burada bir uyarıda bulunmakta yarar vardır. Lenin-Kautsky karşılaştırmaları sık sık Leninist parti anlayışını ya eleştirmek amacıyla olumsuz bir çerçeve içinde yapılmaktadır. Lenin’in Kautsky’nin mekanik-deterministik Marksizmi’nden kaynaklanan fikirlerinden etkilendiği ve daha sonra da bu etkileşimi geride bıraktığı varsayılıyor. Ancak, sorunları basite indirgeyen bir anlayışın ürünü olan bu belirleme, içerdiği doğrulara rağmen II. Enternasyonal Marksizmi’nin doğru bir şekilde anlaşılmasının önünde bir engel teşkil etmektedir. Lenin’in NY’de gerek II. Enternasyonal gerekse de Rus sosyal demokrasisinin teori ve deneyimini ele alarak bu birikimi geliştirmesi vurgulanmalıdır. Hiç şüphe yok ki, Lenin’in SPD modeline sadık kalması ve Kautsky eleştirisindeki gecikme Lenin’in Marksist teori içinde örgütlenme konusunda yaptığı katkının değerini azaltmaz. Lenin’in örgüt ve parti konularındaki katkısının ne olduğunu vurgulamamız gerekiyor: Leninist Parti teorisini Bolşevik-Menşevik ayrımına değinmeden anmak mümkün değil. Bu ayrılığın, parti üyeliği tanımındaki Lenin ve Martov arasındaki tanım farklılığı ile başladığını biliyoruz. Örgüt sorunlarına bağlı olarak başlayan ayrılık giderek büyüdü ve programatik konularda bir dizi farklılığı içerdi. Devrimci partinin tanımı ile proletaryanın devrimci rolü arasındaki bağ ilk bakışta göze çarpmayabilir, ancak Lenin’in özgün bir şekilde bu bağın önemini herkesten önce kavradığı açıktır. Lenin Marksist teorisyenler tarafından dikkate fazla değer bulunmayan sorulara eğildi ve bu konuları teorik problemler olarak tartıştı. …Ne Yapmalı? Marksist teori ve sosyal demokratik deneyimi yalnızca Rusya koşullarına uygulanabilecek bir şekilde birleştirdi. …Lenin, Kautsky ve çağdaşı teorisyenler tarafından bir bakıma anlaşılmaz kalan parti örgütlenmesi sorununu, Marksist teori alanına yükseltmeyi başardı. …Bu gelişmenin önemi 1903’teki parti kongresinde Lenin’in örgütlenme planının bazı yanları tartışma konuları haline gelene kadar anlaşılmadı.65 Geleneğin sürekliliği ve aşılması arasındaki ilişkiyi anlamak için SPD’nin deneyimine bakalım: 1869 yılında kurulan SPD, 1878 -1890 yılları arasında Bismark’ın yürürlüğe koyduğu anti-sosyalist yasalar gereğince yasaklanmış ancak bu dönem boyunca parti güçlenerek Almanya’nın en büyük partisi haline gelmişti. Baskı yılları altında SPD’nin nasıl örgütlendiği ve güçlendiğini incelediğimiz zaman sürgündeki parti örgütlerinin önemli bir rol oynadığını görülür. Haftalık Sozialdemokrat gazetesi Edward Bernstein’in editörlüğünde İsviçre’de basılıp ‘kızıl posta servisi’ ile Almanya’da başarı ile dağıtılmıştı. Betrand Russell’ın yorumuna göre, bu gazete, yalnızca partiye düzenli gelir getirmekle kalmamış aynı zamanda merkezi otoriteler ile üyeler arasındaki bağın muhafaza edilmesini sağlamıştı.66 Daha sonraki yıllarda yayın organları daha da geliştirilerek etkili bir propaganda ve ajitasyon mekanizması kuruldu: SPD, 1895’te 39’u, haftada 6 gün yayınlanan 75 sosyalist gazeteye sahipti. İkinci olarak vurgulanması gereken ise SPD’nin işçilerin sınıf mücadelesi içinde sosyal- demokratları destekleyeceğini varsayarken, sosyalist bilincin öğrenilip geliştirilmesi için işçiler için okuma grupları dahil bir dizi örgütlenmeye sahip olması idi. Merkezi bir yapılanmaya sahip olan SPD, çalışmalarını propaganda ve ajitasyon ile sınırlamayarak, yaşamın her alanında örgütlenmeye girişti: sendikalar, bisiklet kulüplerinden müzik korolarına, işçi kütüphanelerine kadar bir dizi alanda parti örgütlenmişti. Ulusal düzeyde örgütlenen SPD gerek parti içinde gerekse de etrafındaki tos kongresini yapabilseydi, Lenin ve Bolşeviklerin İE’den atılabilecekleri ya da kınanacakları şeklindeki belirlemesinde haklılık payı vardır (A.Ulan, Lenin and Bolseviks, Fontana, 1969,s.391) Bu konuda not edilmesi gereken diğer bir noktada iki ayrı parti olmalarına rağmen Bolşevik ve Menşeviklerin birçok yerel parti örgütünde 1917’ye kadar birlikte çalışmayı sürdürmüş olmalarıdır. 65 Moira Donald, Marxism and Revolution: Karl Kautsky and the Russia Marxists, 1900–1924 , Yale University Press, 1993, s.39. 66 B.Russell, aktaran Lars T.Lih, ibid.
52
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? örgütlerde maaşlı kadrolara sahipti. SPD’nin Lenin tarafından vurgulanan en önemli özelliklerinden biri de, parti işçi sınıfının çıkarları ve sosyalist dönüşüm için savaşırken, politik özgürlüklerin ve demokratik ilkelerin bütün toplum adına savunusunu üstlenmesi idi. Gerek parlamento gerekse de basın yoluyla skandal ve rüşvet ilişkilerinin teşhiri SPD’nin merkezi faaliyetlerinden birini teşkil ediyordu. NY’de SPD’nin konu edildiği bölümlere baktığımızda çok sayıda referansa rastlıyoruz: Lenin, NY’de birçok yerde bir örnek vermek ya da ileri sürdüğü fikirleri desteklemek istediğinde SPD örneğini kullanıyor. Lenin, kitabın ilk başlarında Engels’in Alman işçi sınıfı hakkındaki olumlu belirlemelerini aktarır ve “Alman işçileri sosyalistlere karşı yasa biçiminde beklenmedik çetin sınavlarla karşılaştılar ve bundan zaferle çıkmayı başardılar” der. Alman sosyalist hareketinin ilk liderlerinden Lassalle’ı örnek vererek liderliğin mücadele içindeki önemini vurgular; “en gelişmiş Avrupa ülkelerini” örnek göstererek ekonomik ajitasyonun her zaman gerekli olduğunu vurgulayarak, fabrika ve işyerlerindeki sömürünün teşhirinin sınıf bilincini yükseltmek için gerekli olduğunu; Alman Sosyal demokratlarının tahıl gümrüklerine karşı yürüttükleri kampanyayı örnek vererek politik parti kampanyalarının önemini, Wilhelm Liebnecht’i İngiliz sendika lideri Robert Knight ile karşılaştırarak halkın sözcüsü olmanın önemini; Avrupa sosyal demokratlarının herkesin katılabileceği mitingler ve gösteriler ve parlamentoda bütün sınıfların temsilcilerine seslenmeleri örnekleri ile nüfusun bütün kesimlerine gitmeleri gerektiğinin altını çizer. Lenin, yığınlar arasında kök salmak ile liderlere güvenin birbirine karşıt maddelermiş gibi ele alınmayacağını vurgulayarak Almanya örneğini verir: “siyasal düşünce Almanlar arasında yeteri kadar gelişmiştir, ve profesyonel olarak eğitilmiş, uzun deneyimlerden geçmiş ve tam bir uyum içinde çalışan “bir düzine” denenmiş ve yetenekli lider olmadan, modern toplumda hiçbir sınıfın kararlı bir savaşıma girişemeyeceğini anlayacak kadar siyasal deneyim edinmişlerdir”(sayfa:133); istikrarlı liderliğin önemini vurgulanırken SPD yine örnek olarak verilir; “Almanlara bakınız:” (sayfa: 144), diyerek, onların her yetenekli işçiyi, yeteneklerini geliştirebileceği koşullar içine yerleştirerek, profesyonel birer ajitatör yetiştirmeleri örnek gösterilir. Lenin’in bütün Rusya’yı kapsayan merkezi bir gazete önerisinin de SPD’nin deneyimiyle bağlantısı açıktır. Lenin, ayrıca, SPD ile Rus sosyal demokratlarını karşılaştırarak, SPD’nin bütün faaliyetleri, parti kongreleri bile, açık olarak yapıldığı için demokratik bir örgüt olduğunu, otokrasinin hüküm sürdüğü koşullarda, “geniş bir demokrasi ilkesinin” uygulanmasının polisin büyük baskınlara girişmesine yol açacağını belirtir. Lenin, “aklı başında bütün sosyalistleri körü körüne bir taklitçiliğe karşı uyararak,” Rusya ve Almanya örneklerini parti bağlarının ve parti geleneklerinin yokluğu bakımından karşılaştırır ve hareketin gençliği ve tecrübesizliği nedeniyle saflarındaki revizyonist elementlere karşı daha az tahammül göstermesi gerektiğini vurgular. Lenin’in 1902 ve 1903’te savunduğu görüşler o dönemin sosyal demokrat hareketinin ortak görüşlerini yansıtır. Ancak bu yazının ana fikrini bu belirleme etrafında tanımlamak doğru olmayacaktır. Lenin ile dönemin Marksist anlayışları arasındaki ortak noktaların vurgusu, bir yandan, gerek Stalinistler gerekse burjuva anti-Leninistlerinin Lenin’in parti anlayışını nasıl çarpıttıklarını anlamamıza yardımcı olurken, diğer yandan da, devrimci Marksistler arasındaki yanlış anlamaların düzeltilmesi fırsatını sağlamaktadır. Ancak, burada kaçınılması gereken bir sonuç vardır: ortak noktalardan yola çıkarak Kautsky ve SPD deneyimi ile Leninist parti anlayışı arasındaki -daha sonraki yıllarda- açık bir şekilde ortaya çıkan farklılıkları yok saymamak gerekir. Ne Yapmalı?, Leninist Parti’nin anlayışının şekillenmesinde bir çıkış noktasıdır. Ancak, Lenin’in Kautsky ve SPD’yi değerlendirirken, örneğin Rosa Luxemburg ile karşılaştırıldığında eleştirel olması gerektiği zaman da bunu yapmadığıni ya da eleştiride geç kaldığını belirtmekte yarar vardır. Rosa Luxemburg’un SPD’den gecikmeli ayrılışı ile Lenin’in Kautsky ve SPD’yi gecikmeli eleştirisini karşılaştırdığımızda Rosa’nın, Lenin’in Menşeviklere karşı mücadelede savunduğu ayrı bir parti önerisine varışındaki gecikmenin yol açtığı trajik sonuçlar ile karşılaşıyoruz. Hiç şüphesiz eğer Rosa ve yoldaşları Kış | 2009/2010 -
53
Lenin ve Ne yapmalı? SPD’den koparak partilerinin kuruluşlarını daha önce yapsalardı Alman devriminin başarı şansı çok daha yüksek olacak idi. Bu karşılaştırma ister istemez Lenin’in, Kaustky ve SPD’nin temsil ettiği geleneğini aşmasının ilk işaretlerini Ne Yapmalı?’da bulup bulamayacağımız sorusunu akla getiriyor. Bu soru, Lenin, 1914 sonrasında sert bir şekilde eleştirdiği Kaustky’den kopuşu 1902’de mi başlamıştı, şeklinde de sorulabilir. Bu soruya cevap vermek için SPD’nin yapı ve pratiğine bakmak gerekir. SPD, bir milyona yakın üyeye sahip, seçimlerde dört milyon oy alan bir parti idi. Bir kitle partisi olan SPD sendikalar ve sendika bürokrasisi ile de iç içe geçmiş haldeydi. SPD’nin maaşlı çalışan sayısı, -Troçki’nin deyimiyle, “hareket için” değil de, “hareketin sırtından” geçinenler için- 30.000 civarında idi. Parti, mücadele alanı olarak parlamentoyu görüyordu. Parti profesyonellerinin yürüttüğü seçim kampanyaları oyların arttırılmasına yönelikti. Partinin yapısı, işçi sınıfı eğitim ve bilinçlendirilmesi yoluyla iktidarın ele geçirilebileceği gibi bir anlayışın ifadesi idi. Bu anlayışı, Rosa Luxemburg 1906’da mükemmel bir şekilde ifade eder: Bizim Alman oportünizminin temsilcileri “devrimi” duydukları zaman, hemen akan kanları, sokak kavgalarını ya da silah ve barutu düşünüyorlar ve bundan dolayı vardıkları mantıki sonuç: kitle grevleri kaçınılmaz olarak devrime yol açıyor, ve bu yüzden, biz buna cesaret edemeyiz.67 NY’nin Rosa Luxemburg’un eleştirdiği Alman oportünizminin Rusya’daki temsilcilerine yönelik bir polemiği esas aldığını anımsarsak, Lenin’in zaman içerisinde, SPD’nin en keskin eleştirmenlerinden biri haline gelmesinin kaçınılmaz olduğu sonucuna varırız. Max Scachtman daha önce değindiğimiz makalesinde Rosa Luxemburg ile Lenin’i karşılaştırarak Lenin’in eleştirisindeki gecikmenin nedenlerini incelerken Lenin ve Kautsky arasındaki ilişkiye değinir. Gerçekten de Lenin’in SPD’yi eleştirmesindeki gecikmenin bir nedeni Lenin’in Kautsky’ye yaklaşımındadır. Kautsky, Lenin için dönemin başvurulması gereken Marksist teorisyenlerinden biridir. Lenin, SPD’nin renkli yapısı içinde, Rus Marksizmi içinde de önemli bir yere sahip olan Kautsky’yi, Rosa’nın eleştirdiği oportünizmin bir temsilcisi olarak değil de onun bir karşıtı olarak görür ve Bernstein’ın SPD içindeki etkisini hafife alır. Lenin, 1914 sonrasında ise Kautsky’nin teori ve pratiği arasındaki farkı protesto ederek, Kautsky’yi “dönek” olarak nitelemiştir. Bunun anlamı, Lenin’in 1914 öncesi Kautsky’yi, 1914 sonrasında da olumlu bir şekilde değerlendirmesidir. Nitekim, 1917 devrimi sonrasında eğitim için tavsiye edilen kitaplar listesinde Kautsky’nin eserleri de yer alır. SPD ile ilgili vurgulanması gereken diğer bir nokta da Rosa Luxemburg’un da içinde bulunduğu sol kanat merkezden uzakta tutulurken, parti bürokrasisini kontrol eden merkez ve sağ kanatın parti yönetimini elinde tutmasıdır. SPD’nin parlamentoculuğunun zorunlu bir parçası da, sınıf ile parti’nin birbirine eşleştirilmesi ve bunun sonucu olarak da, birlik anlayışının öne çıkmasıdır. Bu birlik anlayışı doğal olarak ayrılıklara yol açacak gelişmelerin ya da parti içindeki farklılıkların iyi bir şekilde kontrol edilmesi anlamını da taşıyordu. Parti kongreleri ve öncesinde yapılan tartışmalar sıkı bir şekilde kontrol altında tutuluyordu. Burada Bolşevik Parti’nin SPD ve diğer Batı Avrupa partileriyle karşılaştırıldığında çok daha demokratik bir parti anlayışını temsil ettiğini vurgulamakta fayda vardır. SPD’nin öncü parti anlayışı, Bernstein’in ekonomizminin ve Kautsky’nin “dışarıdan bilinç” tezinin tek yanlı karakterinin bir yansımasıdır; sınıf ile parti arasındaki ilişki statik bir ilişkidir. Lenin’in NY’de ifade edilen parti anlayışına baktığımız zaman ise dinamik, karşılıklı olarak birbirini belirleyen, birbirinden öğrenen iki unsurun tanımlandığı diyalektik bir anlayışı görüyoruz. Sınıf ile partinin özdeşleştirilmemesi, ikisi arasındaki gerilim ve sorunlarının ayrı ayrı tanımlanması, parti-sınıf ilişkilerine somut bir çerçeve içinde bakılmasını sağlar. Bu bağlamda, ayrılık noktalarına rağmen, her 67 Rosa Luxemburg, The Mass Strike, “IV. The Interaction of the Political and the Economic Struggle”, bak.: http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1906/mass-strike/ch04.htm.
54
Sosyalist Düşünce Dergisi
Lenin ve Ne yapmalı? zaman Lenin, Rosa Luxemburg ve Troçki’nin parti anlayışlarının ortak noktası olan öncü parti anlayışını Rosa Luxemburg’un, 1906 yılında yayımlanan The Mass Strike, the Political Party and the Trade Unions’daki sözleriyle aktarmakta fayda vardır: Sosyal demokratlar proletaryanın en bilgili, en fazla sınıf bilincine sahip öncüsüdürler. Kollarını kavuşturarak, kaderci bir şekilde ‘devrimci durumun’ oluşmasını bekleyemezler ve buna teşebbüs edemezler……her zaman olduğu gibi, bugün de, gelişmeleri ve olayları hızlandırmak için çaba göstermelidirler….. Eğer proletaryanın geniş bir kesimí sosyal demokratların politik kitle eylemi için kazanılırsa ve ya da, aynı çizgide iseler sosyal demokratlar kitle hareketinin gerçek liderliğini ele geçirmeli ve muhafaza etmelidirler. – eğer, politik bir bağlamda, bütün hareketin yöneticileri haline gelirlerse, o zaman, mümkün olduğu kadar açıklık, tutarlılık ve karalılıkla Alman proletaryasına, önlerindeki mücadelenin genel aşaması içindeki taktik ve amaçlarını anlatmalıdırlar.68 Hegemonya ve Parti Lenin’in parti hakkındaki görüşlerini anlamak için, ilk formülasyonlarına II. Enternasyonal’de rastladığımız Hegemonya kavramına bakmak gerekir. Kautsky, hegemonya tanımını kullanmadan “ sosyal demokrasi giderek artan bir şekilde ulusal bir parti haline dönüşecektir- bu bir Volkspartei’dir, bu yalnızca sanayide çalışan işçilerin değil bütün çalışan ve sömürülen sınıfların temsilcisi haline gelmesi anlamına gelir.... Sosyal demokrasi yalnızca proletaryanın çıkarlarını savunamaz. Tarihi misyonu müdahale edebileceği her alanda sosyal gelişimi hızlandırmak ve bütün sömürülen ve ezilen sınıfların davalarını kendi elleri içine almaktır” diye yazar.69 Bu satırların anlamı sosyal demokrasinin programı aracılığı ile politik ve sosyal reformların sözcülüğünü üstlenmesinin proletaryayı diğer sınıflar için bir çekim merkezi haline getirmesidir. Bu teze göre parti yalnızca işçi sınıfı hareketinin değil genel olarak bütün ezilenlerin liderliğini üstlenir. Bu görüşleri içeren hegemonya kavramını 1898 yılında ilk kullananlardan biri olan Parvus, Rusya doğumlu bir SPD üyesidir. Rus Marksizmi içinde hegemonya terimini ilk kullananlardan biri Pavel Akselrod iken, ilk formülasyonlar Plekhanov tarafından yapıldığını ve Lenin tarafından geliştirildiğini görüyoruz. Zinovyev, Menşevikler ve Bolşevikler arasındaki ayrılıkları incelediği Bolşevik Parti Tarihi’nde sık sık hegemonya kavramını kullanmaktadır. Zinovyev’e göre, proletaryanın hegemonyasının anlamı, iktidarın işçi sınıfına, Sovyetlere devridir. “Eğer Bolşevizmin özünü ve Rus devrimci hareketi içindeki yerini ve Bolşevizmin ana belirleyici fikrini bir deyiş içinde tanımlarsak, bu fikrin proletaryanın hegemonyası olduğunu söyleyeceğiz.”70 NY’ye baktığımız zaman, “Demokrasi Uğruna Savaşımın Öncüsü Olarak İşçi Sınıfı” bölümünde, Lenin’in hegemonya kavramını, proletaryanın toplumsal mücadeleye önderlik etmesi ve öncü partinin bu süreç içindeki yeri sorularını sorarak incelediğini görüyoruz. Siyasal sınıf bilinci, işçilere ancak dışardan verilebilir, yani ancak iktisadi savaşımın dışından, işçilerle işverenler arasındaki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi elde etmenin olanaklı olduğu biricik alan, bütün sınıf ve katmanların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır. Onun için, işçilere siyasi bilinç vermek için Ne Yapmalı? sorusuna yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim gösterenlerin yeterli buldukla68 Rosa Luxemburg Speaks, s. 119, 112, 200. aktaran:Paul Le Blanc, Lenin and the Revolutionary Party,Humanity Books 1993, s.84, 69 K.Kautsky, Erfurt Programı. 70 Zinovyev, History of the Bolshevik Party, New Park, 1973, s.216. Kış | 2009/2010 -
55
Lenin ve Ne yapmalı? rı “işçiler arasına gidilmelidir,”yanıtı olamaz. İşçilere siyasal bilgiyi verebilmek için, sosyal demokratlar, nüfüsun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadırlar; onlar ordu birliklerini bütün yönlere sevketmek zorundadırlar.71 İşçilerin sosyal demokrat bilince ulaşması için, öncü işçi sınıfı partisinin bütün sınıflara gitmesi, diğer bir deyişle bu sınıfları kapitalizme karşı mücadelede saflarına çekmesi gerekir. Lenin, proletaryanın işçi olmayan grupları nasıl organize edebileceği ve yönlendirebileceği üzerine örnekler vererek tartışır: Halkın bütün katmanları arasında propaganda ve ajitasyon, herkesin katılabileceği mitingler ve gösteriler, parlamentoda vekillerin bütün sınıflara seslenmesi, siyasal teşhirlerin organize edilmesi vb. Sonuç Yerine Lenin’in parti anlayışını Ne Yapmalı? kapsamında tartıştığımız bu yazıda, bir yandan parti modeli tartışmalarının ve örgütlenmenin öneminin altını çizerken, diğer yandan da, sınıf mücadelesi ile örgüt arasındaki ilişkiye dikkat çektik. Ancak, NY tartışmalarını tarihsel bir çerceve içinde bırakarak sonuçlandırmak yanlış olacaktır. Herşeyden önce NY’dan çıkaracağımız dersler, gerek politik mücadele ve örgütlenme gerekse de antikapitalist mücadelenin karakteri ve gelişmesi konularında bugüne de uygundurlar. Devrimci Marksistler sınıf mücadelesine sadece iş, ekmek ve özgürlük gibi acil ekonomik ve demokratik şiarlar çerçevesinde müdahale etmekle yetinmezler; bir yandan günümüzün yakıcı sorunları uğruna mücadelelerini sürdürürken, diğer yandan da kapitalizmin yıkılarak yerine sömürünün olmadığı bir toplum kurulması için savaşımı örgütlerler, bu ikisi arasındaki “köprü”yü inşa ederler. İşte tam da burada Ne Yapmalı?, örgütsel yapılanmanın antikapitalist mücadele içindeki önemini bize hatırlatıyor. 1902 yılının antikapitalist komiteleri ile günümüzde çeşitli alanlarda çoğu zaman birbirinden bağımsız olarak yürütülen mücadeleler arasındaki benzerliği görmemek mümkün değil. Açıktır ki, yerel düzeyde ya da kısmi toplumsal sektörlerde sınırlı kalan mücadeleler, ulusal ve uluslararası düzeyde kapitalizme karşı verilen mücadeleyle bütünleşmedikleri ya da bu mücadelenin parçalarından biri haline gelemedikleri sürece, bu kısmi mücadelelerin toplumu değiştirmek ve amaçlarına ulaşmak, örneğin kadın erkek eşitliğini sağlamak ya da doğayı korumak bakımından başarıları sınırlı kalmaktadır, kalacaktır. Kısmi başarılar ve önemli kazanımlar elde edilebilir; ama baskı ve sömürünün olmadığı, doğal kaynakların fütursuzca tahrip edilmediği bir dünyanın yaratılması, işçi sınıfı zincirlerinden kurtulup Sosyalizmin inşasına öncülük etmedikleri sürece mümkün olmayacaktır. İşçi haklarının saldırıya uğradığı, örneğin adil çalışma koşulları ve emeklilik haklarının erozyona uğratıldığı bir ortamda mevcut kazanımlar tehdit altında kalacaktır. Ayrıca, unutmamak gerekir ki, günün talepleri iktidar mücadelesinden soyutlanarak formüle edildiği zaman, çıkış noktalarında ilerici olan talepler kapitalist sistem tarafından assimile edilerek önce kabul edilir bir hale getirilir, sonra da anti-kapitalist içeriklerinden boşanırlar. Tam da bu nokta da, kısmi-yerel mücadeleler, genel politik mücadele ve iktidar kavramından soyutlanarak, salt kendileriyle sınırlı alanlarda sürdürülen mücadeleler olarak belirlendiği zaman, bu mücadelelerin sözcülüğünü üstlenen kesimlerin 110 yıl öncesinin Rus ekonomistleri gibi işçi sınıfı ve emekçilerin ihtiyaç ve özlemlerini karşılamaktan uzakta kalacaklarını tekrar, tekrar vurgulamakta yarar vardır. Aralık 2009
71 Lenin, Ne Yapmalı?, s.90.
56
Sosyalist Düşünce Dergisi
Dosya
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası
Oktay Benol
Giriş Eylül 2008 tarihinde açığa çıkan dünya ekonomik krizinin yıkıcı etkisi her yana yayılmış durumda. Kıtalar, bölgeler, ülkeler, toplumun en geniş kesimleri krizin yıkıcı etkilerini doğrudan ya da dolaylı şekilde yaşamakta. Tartışmasız şekilde krizin en başta gelen ve görünür yıkıcı sonucu işsizlikteki büyük artış. BM Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre 2008 sonu itibariyle 190 milyona yaklaşan dünya işsiz sayısına 2009 yılında kriz nedeniyle 50 milyon kişinin daha eklenmesi söz konusu.1 Bu, Türkiye nüfusunun yaklaşık dört katı kadar insanın dünyada işsiz olduğu anlamına geliyor. Yoksulluk ve açlığın kentlerin bile gündelik hayatının sıradan bir parçası haline gelmesi de, krizin en az işsizlik kadar yaygın ve hayati bir diğer yıkıcı sonucu. Nitekim, kriz koşulları altında tarihte ilk defa dünyadaki açların sayısı bir milyarın üzerine çıktı. Bu 50 ülkeli Avrupa kıtasının nüfusundan daha büyük bir insan kitlesinin aç olduğu anlamına geliyor. Dünyadaki her altı kişiden biri aç yaşamak zorunda, aç olmayan milyarlarca insan ise işsizlik, yoksulluk, barınma, ısınma, sağlık, yetersiz beslenme gibi sorunlar içinde. Yetişkin kadın ve erkekler için dahi koşulların son derece zorlaştığı bu tablonun, çocuklar, yaşlılar, engelliler ve hastalar için daha da büyük zorluklar içermesi ise kaçınılmaz. Sayıları ILO’ya göre 220 milyon civarında olan çocuk işçi sayısının kriz koşullarında daha da artacağı korkusu bu sonuçlardan sadece biri. Yaklaşık 20 milyonu 12 yaşın altında olan bu çocuk işçileri krizin yıkıcı etkilerinden koruyabilecek bir mekanizma olmadığı da ortada. Bir milyon çocuk işçiye sahip Türkiye de bu durumdan muaf değil. 1 http://www.ilo.org/global/What_we_do/Officialmeetings/gb/lang--en/index.htm, erişim 20.11.2009 saat 15.00 Kış | 2009/2010 -
57
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Ekim 2009 raporuna göre çoğunluğu çocuk olmak üzere günde 20 bin insan açlıktan ölüyor.2 Yılda 7,2 milyon insanın açlıktan öldüğü bu dünya, bir avuç vurguncu daha çok kazansın diye bir kumar masasına döndürüldüğü için, şimdi krizle birlikte daha büyük felaketlere yelken açmış durumda... Kapitalist dünyanın burjuva devlet ve hükümetleri ise önlem adı altında sağlık ve eğitim giderlerini kesmeyi, sosyal hakları tırpanlamayı, işten çıkarma ve ücret dondurmayı/düşürmeyi, daha uzun saatler çalıştırmayı ve buna mukabil krizin baş mimarı şirketlere milyarlarca dolar kaynak aktarmayı çözüm diye dayatabiliyor. Oysa teknoloji emek üretkenliğini artıracak, daha kısa süre çalışmayla çok daha fazla üretim yapılabildiği için insanlara da daha fazla boş zaman kalabilecekti! Bu kalmadığı gibi, şimdi büyük patronlar ve hükümetleri de hep bir ağızdan işsizliğin, yoksulluğun, açlığın toplumsal bir tehdit haline geldiğini korkuyla haykırıyorlar. Lakin onları asıl korkutan krizin insanlar üzerinde yarattığı yıkım değil! Korkularının nedeni yıkımın insanlarda kitlesel isyanlara yol açma ihtimali! “Normal kapitalizm” koşullarının ürettiği işsizlik, açlık ve yoksulluk rakamları ortada. Üstelik bu “normal koşullar” patronları tatmin etmediği için, 1980’lerde daha yoğun ve yaygın sömürü anlamına gelen neoliberal saldırı politikalarını gündeme sokmuşlardı. Şimdi bu politikalar sonucunda yarattıkları dünya ekonomik krizi yetmiyor, bir de sorumlusu oldukları bu krizi bahane ederek saldırı politikalarını daha da derinleştirme peşindeler... Her zaman olduğu gibi faturayı da işçi sınıfı ve emekçi yoksullar ödesin istiyorlar. Krizin açığa çıktığı 12 ay boyunca dünyada ve Türkiye’de patronların ve hükümetlerin krizi tanımlama ve çözme yöntemi faturayı işçi sınıfına ve emekçilere ödetme konusunda ne kadar kararlı olduklarını gösterdi. Lakin bu kez fatura cüzdandakiyle ödenecek gibi bir meblağ değil; ceketi, pantolonu, ayakkabıyı da bırakmayı gerektirecek kadar kabarık... Böylesi bir dünya durumunun dünyada ve Türkiye’de sınıf mücadelesinin ana damarlarını etkilememesi, mücadelenin sinir uçlarında yer alması gereken işçi sınıfının politik örgütlerini harekete geçirmemesi söz konusu olamaz. Lakin bir yılını geride bırakan krizin yarattığı sosyal tahribatın işçi sınıfının politik örgütlerince durdurulamadığı, bu yönde etkin kitlesel seferberlikler yaratılamadığı da bir gerçek. Krizin 12 aylık döneminde doğrudan hedefine krizin yıkıcı sonuçlarını alan sadece iki etkin seferberlik –90 bin işçi-emekçinin katıldığı 29 Kasım 2008 Ankara Mitingi3 ve 50 bin işçi-emekçinin katıldığı 15 Şubat 2009 Kadıköy Mitingi- düzenlendi.4 Pekiyi, neden böyle? Bir yanda sendikal bürokrasinin –kriz süresince de net bir şekilde kendisini gösteren- işbirlikçi tutumları; diğer yanda sosyalist solun özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından giderek artan ölçüde işçi sınıfını dolayısıyla sınıf mücadelesini merkez olmaktan çıkaran politik yönelimi, bu durumun önde gelen iki temel nedenidir. Krizin yıkıcı sonuçları ve sınıf mücadelesine yansımaları ekseninde bu iki temel neden, devrimci partinin inşasıyla birlikte yazımızın da ana konusunu oluşturuyor. İşçi sınıfının ve emekçilerin krizin faturasını ödememe konusundaki kararlılık ve mücadelesi sadece bugünü değil yarını da doğrudan ilgilendiriyor. Çünkü krizin ilk on iki ayı, kayıpların sıradan ve geçici olmaktan öte tarihsel ve kalıcı nitelikte olabileceğini gösterdi. Çok daha yoğun yeni bir sömürü döneminin söz konusu olabileceği kadar ciddi kayıplar bunlar... Dolayısıyla, kriz koşullarında burjuvazi ve işçi sınıfının karşılıklı konumlanışını, mücadelenin genel seyrinin bugün ve yarın nelere gebe olduğunu, sınıf mücadelesi açısından ısrarla ele almanın fazlasıyla gerekli olduğu bir dönemde bulunuyoruz.
2 http://www.fao.org/hunger/en/, erişim 20.11.2009 saat 15.03. 3 http://www.iscicephesi.net/gundem-analiz/arka-plan/236-arka-plan-mucadeleleribirlestirelim, erişim 06.12.2009 saat 18.30 4 http://www.iscicephesi.net/gundem-analiz/guncel-haber-akisi/274-15-ubat-mitingi-tenckarmalar-yasaklansn erişim 20.11.2009 saat 15.08.
58
Sosyalist Düşünce Dergisi
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası İşçi Sınıfının Kayıpları 30 Yıldır Sürüyor İşçi sınıfının ve emekçilerin örgütlenme, çalışma koşulları, hak ve ücretler açısından durumu mevcut dünya ekonomik kriziyle birlikte bozulmadı. Bunun 30 yıllık bir geçmişi var. 1945–1970 yılları arasındaki 25 yıl boyunca –giderek azalan ölçülerde olsa dadevam eden görece sermaye birikim artışı 1970’li yıllarla birlikte yerini durgunluğa bıraktı. Bu durum patronları yeni arayışlara itti. Bunun bir sonucu olarak patronlar dünya ölçeğinde yeni bir politik-ekonomik anlayışa yöneldi. Düşen kâr oranlarını yükseltmeyi amaçlayan bu anlayış 1970’li yılların sonlarından itibaren daha yoğun sömürü ve örgütsüzleştirme anlamına gelen neoliberalizmdi. Neoliberalizm özellikle 1980’li yıllarda ABD’de Reagen ve İngiltere’de Thatcher ile işçi sınıfına ve dünya emekçilerine yönelik bir politik-ekonomik karşı-devrim haline geldi. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması bu neoliberal saldırganlığı daha da yoğunlaştırdı. Türkiye’de de ilk kez 24 Ocak Kararları’yla 1980’de bu politikanın temelleri atıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, 1984’te, ilk “sivil” yönetim olan Özal hükümetiyle birlikte uygulanmaya başladı ve günümüze kadar tüm burjuva hükümetleri tarafından da devam ettirildi. AKP hükümeti bu neoliberal saldırı programını son 30 yıldır en etkin uygulayan hükümetlerin başında geliyor. Neoliberal politikalar sonucunda, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı ve emekçiler çok önemli kayıplar yaşadı. Bugün karşı karşıya olunan dünya ekonomik krizi de bu sürecin organik bir uzantısı ve sonucu. Dolayısıyla “her şey yolunda giderken ortaya çıkan kriz iyi gidişi kötüye çevirdi” anlayışı gerçeği yansıtmıyor. Öte yandan tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hükümet ve patronlar arasında son ekonomik krizi günah keçisi ilan edip aradan sıyrılma eğilimi yaygın. Örneğin AKP hükümeti Şubat 2001 krizinin ardından kendi hükümet dönemlerinde, Ocak 2003 - Eylül 2008 arasında, 23 çeyrek üst üste ekonominin büyüme göstermesini bunun bir delili olarak sunmakta. Oysa 2002 sonu itibariyle 129,5 milyar dolar olan dış borç 2003’te 144,1, 2004’te 160,9, 2005’te 169,7, 2006’da 207,5 ve 2007’de 249,4 milyar dolara çıktı.5 Dolayısıyla krizin açığa çıktığı Eylül 2008’in öncesinde ekonomik büyümenin bedeli dış borcun yaklaşık ikiye katlanmasına yol açmıştı. Karşı argüman dış borcun nominal olarak artmasına rağmen net dış borç stokunun Gayrisafi Yurt İçi Hasılaya (GSYİH) oranının aynı dönemde yüzde 38,4’den 20,6’ya gerilemesini gerekçe göstermekte. GSYİH’ya konu olan üretim (hasıla) hesabında üretim dışı faaliyet alanları da (ticaret, finans) kullanıldığından bu hesap ancak Başbakan Erdoğan’ın, “kişi başı milli gelirimiz 10 bin doları geçti” propagandasına hizmet eder. 2008 yılı GSYİH’si 741 milyon 754 bin dolar olduğuna göre işsizlikte dünya beşincisi olsa da Türkiye’de kişi başı milli gelir 10 bin 500 dolara ulaştı demektir! 2003–2007 döneminde Türkiye’nin dış borcu artmamış olsaydı dahi ekonomik büyüme -aynı Çin’de olduğu gibi- kendi başına bir başarı sayılabilir miydi? Kriterimiz eğitim ve sağlık başta olmak üzere sosyal hizmetlerin yaygınlaşması, alım gücünün ve hayat standardının iyileşmesi, işsizliğin azalıp ücretlerin yükselmesi, işsizlik sigortasının kullanımının yaygınlaşıp kolaylaşması, emekliliğin ulaşılabilir olması ve bir bütün olarak toplumsal refahın artması ise ekonomik büyüme döneminde, tam tersine, bu alanların tümünde gerileme yaşandı. Sadece işsizlik, yoksulluk, açlık gibi temel sorunlar sadaka ekonomisi mekanizmalarıyla görünmez kılınmaya çalışıldı. Ekonomik büyümenin hangi koşullarda ve ne bedeller ödenerek gerçekleştiğine dair bir örneği Liman-İş Sendikası’nın Türkiye’de İşgücünün Dönüşümü, Temel Sorunlar ve Örgütlenme: Darboğaz Nasıl Aşılmalı? başlıklı çalışmasından verebiliriz.6 Bu çalışmaya göre her yıl Türk-İş ve DİSK’e bağlı sendikalara üye oldukları için 10 bin 5 TC Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, Kamu Finansmanı İstatistikleri, Türkiye’nin Net Dış Borç Stoku verileri; http://www.hazine.gov.tr/irj/portal/anonymous?NavigationTarget=navurl:// d86703af85f7565ea2de11c6a7b60c82. 6 http://www.gundem-online.net/haber.asp?haberid=81266, erişim 20.10.2009 saat 12.45. Kış | 2009/2010 -
59
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası işçi işten atılmakta. Yine bu çalışmaya göre 1988’den 2008’e kadar geçen 20 yılda sendikaya üye olup toplu sözleşme kapsamında çalışanların sayısı yüzde 50’den fazla azaldı; toplu sözleşmeden yararlanmaya dayalı sendikalaşma oranı 1988’de yüzde 22,2 iken 2008’de 5,8’e kadar düştü. Ekonomik büyüme mucizelerinin gerçek arka planı budur. Ve bu nasıl bir ekonomik mucizedir ki, aynı kumdan bir kale gibi sahile vuran ilk dalgaların altında paramparça oluverdi. O ekonomik mucizenin yerinde yeller esiyor şimdi. 27 çeyrek kesintisiz büyüyen Türkiye ekonomisi, krizle birlikte 2009’un ilk çeyreğinde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 13,8 daraldı.7 Cumhuriyet tarihinde bir benzeri II. Dünya Savaşı koşullarında gerçekleşmiş bir performans bu! Yeni açıklanan üretim endeksi de, 2009 Eylül ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 7 azalma göstermekte.8 Lakin bu öyle bir vurgun ve kumar ekonomisi ki, aralıksız 14 aydır düşen (yıllık bazda yüzde 7) sanayi üretimine rağmen İstanbul Menkul Değerler Borsası (İMKB) Sınai Endeksi 2009 yılının ilk 11 ayında yüzde 77 artabiliyor.9 Üretim/satış/kârlılık performansının yansıması olması gereken hisse senetleri ise kendi başına bir yatırım aracı olarak var olmaya devam edebiliyor. Benzer şekilde Mart 2008 tarihinden bu yana tekstil üretimi düşmesine ve krizle birlikte bu düşüş katlanmasına rağmen İMKB Tekstil Endeksi de Ocak-Kasım 2009 döneminde yüzde 94 artış gösterebiliyor.10 Kısacası minareyi çalan kılıfını da uydurmakta. Dolayısıyla üç çeyrektir küçülen Türkiye ekonomisi tablosuna bakıp faturayı patronlar ödüyor diye düşünmek çok yanıltıcı olabilir. Nitekim Ziraat Bankası 2009 yılı ilk dokuz aylık kârını yüzde 63, Garanti Bankası yüzde 48, Türk Hava Yolları yüzde 17, Sabancı Holding yüzde 41 arttırdı. Koç Holding, Vestel, Doğuş Otomotiv ve diğerleri; hepsi krizde milyarlarca lira kâr açıkladı.11 Bu ”başarılar” başka nasıl izah edilebilir? Evet, bu kumdan kaleyi inşa eden patronlar ve hükümetleri faturayı daima işçi sınıfına ve emekçi yoksul halklara ödetmeyi çok iyi becermekte. Hükümet de başta vergi indirimi/affı olmak üzere patronlara türlü teşvik-prim desteği sundu, sunmaya devam ediyor. Kriz ve Sermaye Cephesinin Bakış Açısı Patronların krizi nasıl değerlendirdiğini en iyi anlatan açıklama ve uygulamalardan biri Sabancı Holding Başkanı Güler Sabancı’ya ait. Ağustos 2008 tarihinde Güler Sabancı lastik işçilerinin ücretlerini şöyle değerlendiriyordu: İşe yeni başlayan bir işçi, 6 ay çalıştıktan sonra 20 yıllık işçiymiş gibi ücret ve diğer haklara kavuşabiliyor. Böyle bir şey olabilir mi? Rahmetli Sakıp Bey, bu durumu, ’Lastik sektörünün naturası böyle oluşmuş’ diye yorumlardı. Oysa Türkiye’nin çok daha fazla üretmeye ve büyümeye ihtiyacı var. Bunu bir türlü anlatamıyoruz.12 Dört ay sonra Güler Sabancı’nın fantastik ücret ve haklara sahip olunduğunu söylediği Brisa’da Aralık 2008 tarihinde kriz gerekçesiyle 64 işçi işten atıldı; geri kalan 1236 işçiye de ücretsiz izin verildi. Brisa 2008 yılını 68 milyon, 2009 yılı ilk dokuz ayını da 16 milyon 732 bin lira kârla kapattı. Kriz gerekçesiyle zarar ve tensikat açıklaması bu nedenle gerçekleri yansıtmıyor. Asıl amaç krizi gerekçe göstererek işçi 7 http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4079 erişim 20/11/2009 15.24. 8 http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4113 erişim 20/11/2009 15.27. 9 http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2009/11/10/piyasalar_ve_sanayi_ayri_dunyalarda erişim 20.11.2009 saat 15.37. 10 Ibid. 11 http://www.milliyet.com.tr/Ekonomi/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID =1161729&Date=19.11.2009&Kategori=ekonomi&b=HOLDINGLERE%20K%C3%82R%20 YAGDI erişim 20.11.2009 saat 15.49. 12 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/9762956.asp, erişim 20.11.2009 saat 11.30.
60
Sosyalist Düşünce Dergisi
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası sınıfının çeşitli sektörlerdeki kazanımlarını geriletmek. Güler Sabancı Ağustos 2008 tarihli konuşmasında bu konudaki gerekçe ve yol haritasını da ortaya koyuyor: ABD, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya’da ortalama işçi maliyeti 45 bin doların üzerinde. Türkiye’de bu maliyet 50 bin dolar. Aynı rakam Portekiz, Brezilya ve Slovenya’da 20 bin dolar civarında; Polonya, Meksika ve Arjantin’de 10 bin dolar; Romanya, Mısır, Endonezya ve Çin’de 5 bin doların altında.13 Dünya ekonomik krizi Sabancı’yı Mısır, Romanya ya da maliyetlerin çok daha az olduğunu söylediği ülkelerden birine gitmekten kurtarıyor. İşten atılan milyonlar daha az ücretle çalışmaya hazır olurken çalışmakta olan işçiler de işsizlik kaygısıyla sıfır zam, ücret indirimi, ücretsiz izin gibi uygulamaları kabul etmeye zorlanıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Kasım 2009’da yayınladığı Ağustos 2009 dönemli işsizlik rakamlarına göre Türkiye işsizlikte dünya beşincisi, Avrupa ikincisi durumda.14 2008 yılı net kârı 1 milyar 189 milyon lira olan Sabancı Holding’in 2009 yılı ilk dokuz ayı net kârını da yüzde 41 arttırması (1 milyar 57 milyon kâr) bu işsizlik ve kriz koşullarını ne kadar iyi kullandığını göstermekte. Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin son çeyrekteki krize rağmen 2008 net satış kârlarını yüzde 16,3 oranında arttırması (11,2 milyar lira) Sabancı örneğinin sermaye cephesinin geneli için geçerli olduğunun kanıtı.15 Sermaye cephesinin kriz zararı ancak kârdan zarar olarak açıklanabilir. Krizin İlk Yıkıcı Sonucu: Kitlesel İşten Çıkarmalar Diğer tarafta aynı kriz koşulları altında örneğin Türk-İş 8. Bölge Temsilcisi Mehmet Kanca’nın verdiği bilgiye göre Bursa’da 2009 yılının ilk beş ayında 27 bin 695 kişi işten çıkarıldı, sadece bin 220 kişi yeni bir iş bulabildi. Kanca’ya göre Bursa’da kriz nedeniyle 2008 yılında da 56 bin 200 kişi işini kaybetti.16 Ve en iyimser tahminle Türkiye’de, örneğin TÜİK’in resmi verilerine göre, 2009 Ağustos itibariyle bir önceki yıla göre işsiz sayısı 927 bin (yüzde 13,4) arttı. Bu toplam 3 milyon 429 bin işsizin yüzde 17’si tarım dışı işsiz iken genç nüfus işsizlik oranı ise yüzde 23,5 olarak gerçekleşti.17 TÜİK’in iş bulmaktan umudunu kesenleri, geçici/mevsimsel işçileri, görünmeyen emeğiyle dört duvar arasındaki kadınları hesap dışarı bıraktığı için bilimsellikten uzak olan ve gerçeğin sadece küçük bir kısmını yansıtan bu veriler dahi yeterince korkunç. Yine bu verilere göre her 100 kişiden 45,7’si herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı değil. Çalışmakla ancak yoksul bir hayat sürme şansını yakalayabildiğini, çalışmayanın zaten doğrudan aç ve açıkta kalma tehdidi altında yaşadığını gösteren rakamlar bunlar. Kitleler halinde işten atılan, zorunlu ücretsiz izinlere çıkarılıp ücretleri dondurulan hatta indirilen ve çalıştığı takdirde de ancak yoksul bir hayat yaşayacak kadar ücret alabilen işçi sınıfı, krize karşı şimdiye dek neden kitlesel etkin bir cevap üretemedi? Bu sorunun cevabının ipuçlarını krizin başlarında gerçekleşen şu örneklerde bulmak mümkün: Kriz bahane edilerek sendikalı olan işyerlerinde de işten çıkarma ve ücretsiz izin saldırıları gerçekleşmeye başlıyor. Türk-İş bu çerçevede bir “Krize Karşı Emek Masası” oluşturuyor. Bu bilgilere göre işten çıkarma ve ücretsiz izin uygulamalarının otomotiv-metal, çimento-seramik, tekstil ve gemi yapımı sektörlerinde yoğunlaştığını görüyor. Verilere göre Şubat 2009’da Türk Metal üyesi 4 bin 208 işçi işten atılıp, bin 150’si de zorunlu ücretsiz izne çıkarılıyor. Yine çimento/seramik sektöründe 13 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/9762956.asp, erişim 20.11.2009 saat 11.30. 14 http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=17.11.200 9&ArticleID=964718 20.11.2009 saat 11.45. 15 http://www.tumgazeteler.com/?a=5254373, 20.11.2009 saat 12.23. 16 http://www.kocaelibilisim.com/careerread.asp?y=5014&w=17&s=84 erişim 20.11.2009 saat 15.52. 17 http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4146 erişim 20.11.2009 saat 15.56. Kış | 2009/2010 -
61
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası örgütlü Çimse-İş üyesi bin 233 işçi de işten atılıp, 2 bin 217’si de ücretsiz izne çıkmak zorunda bırakılıyor. Aynı dönemde Genel Maden-İş, Ağaç-İş, TEKSİF, Tek-Gıda-İş, TÜMTİS ve Türk Harb-İş üyesi binlerce işçi de benzer durumu yaşıyor. Kısacası, Şubat 2009’da Türk-İş üyesi 5 bin 766 işçi kriz bahanesiyle işten atılıyor, 4 bin 139 işçi de zorunlu ücretsiz izine çıkarılıyor. Böylece kademe kademe Eylül 2008 – Şubat 2009 süreci boyunca çeşitli sektörlerden Türk-İş üyesi yaklaşık 35 bin işçi işten atılmış oluyor. Aynı dönemde, yaklaşık 12 bin Türk-İş üyesi işçiye ücretsiz, 19 bin işçiye de yarım ücretli izin veriliyor. Bu süre boyunca Türk-İş üretimden gelen gücünü bir türlü kullanmayınca işten atma/ ücretsiz izin süreci kesintisiz devam ediyor. Eylül 2009’a gelindiğinde işten atılan Türk-İş üyesi işçi sayısı 42 bin 296’ya, zorunlu ücretsiz izne çıkarılan işçi sayısı ise 52 bin 172’ye ulaşıyor.18 (Tablo1)
Tablo 1: İşten Atılan Türk-İş Üyesi İşçilerin Sendikal Dağılımı (Eylül 2008 - Eylül 2009) 23.429
25.000 20.000 15.000
9.485
10.000
160
132
10
52
Selüloz-İş
Tarım-İş
T. Gazeteciler
3
T. Maden-İş
248
Basın-İş
1.300
Ağaç-İş
266
Dokgemi-İş
111
Deri-İş
Çimse-İş
Türk Metal
Genel Maden-İş
0
Petrol-İş
747
Tekgıda-İş
4.549
1.804
TEKSİF
5.000
Yaklaşık 100 bin üyesi işten atılmış ve/veya ücretsiz - yarım ücretli izne çıkmak zorunda bırakılmış Türkiye’nin en büyük sendikası bu şartlarda krize karşı üretimden gelen gücünü kullanmıyorsa ne zaman kullanacak? Bir sendika, üyesi olan işçinin işten atılmasına, ücretsiz izne çıkarılmasına karşı bir tutum geliştirmiyorsa bir sendika olarak vasfı ne olabilir? Bir işçi en zor zamanında kendisine sahip çıkmayan sendikaya neden ve ne kadar güven duyabilir? Bu şartlarda bu kriz işçi sınıfı lehine nasıl durdurulabilir? Türk-İş üyesi işçiler gibi Eylül 2008 – Şubat 2009 döneminde yine kriz bahanesiyle Hak-İş üyesi 7.200, DİSK üyesi 3.800 işçi işten atıldı, binlerce işçi de ücretsiz izne çıkarıldı. Saldırılar yoğun olarak tekstil, metal, petro-kimya ve gıda sektöründe gerçekleşti. Bu dönemde büyük kısmı zam ve ücret anlaşmazlığı nedeniyle DİSK’e bağlı çeşitli işyerlerinde 3 bine yakın işçi greve gitti. Tamamı anlaşmayla sonuçlandı! Anlaşmayla sonuçlanan toplu sözleşmelerin birinin ardından sendika başkanı şöyle diyordu: Her zaman görev ve sorumluluğunun bilinciyle hareket eden taraflar olarak sadece metal işkolunda değil diğer tüm işkollarında da masa başında tarafların mutabakatı ile sonuçlanan bir TİS sürecinin yaşanması dileğiyle…19 18 http://www.cnnturk.com/2009/genel/01/13/otomotivin.baskentinde.rekor.isten. cikarma/508699.0/index.html erişim 20.11.2009 saat 16.06. 19 http://www.lpghaber.com/Birlesik-Metal---Is-Ile-Mess-Arasinda-Anlasma-Saglandi-haberi-151461.html erişim 20.11.2009 saat saat 16.17.
62
Sosyalist Düşünce Dergisi
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası Patron sendikası temsilcisi ise bu konuşmayı şöyle tamamlıyordu; Sosyal taraflar olarak ülkemizin içinde bulunduğu kriz döneminde üzerimize düşeni yaptık ve her iki tarafın da menfaatlerini gözeten bir sözleşmeye zamanında imza attık. Ülkemiz, böylesi kriz dönemlerini birlik beraberlik ruhu içerisinde atlatmayı her zaman başaracaktır...20 Evet, o birlik ve beraberlik ruhu içinde yüz binlercesi sendikalı olmak üzere milyonu aşkın işçi işten atıldı. Ezici çoğunluğu yeniden iş bulamadı, çok azı işsizlik sigortasından yararlanabildi ve birçoğunun zaten kaydı bile yoktu. Tekrar sormak gerekiyor, “Her zaman görev ve sorumluluğunun bilinciyle hareket eden taraflar” varken bu kriz işçi sınıfı lehine nasıl durdurulabilir? On binlerce üyesi işten atılmış, ücretsiz izne çıkmak zorunda bırakılmış, ücreti düşürülmüş sendikalar işçileri için örgütlü oldukları tüm işyerlerinde üretimden gelen güçlerini kullanmıyorsa, mücadeleyi birleştirmek için seferber olmuyorsa nasıl olacak da krizin faturasını işçiler değil de patronlar ödeyecek? Sendikası, sigortası, yemek-yol parası olmadan çalışan milyonlarca işçi-emekçi ne yapacak? Krizde önce onlar sokağa atıldılar! İşinden olmuş ve zaten uzun zamandır işsiz olan bu durumdaki milyonlarca işçi, sınıfının örgütlü kesimleri mücadelenin başını çekmezse nasıl birlik ve mücadelenin öneminin bilincine varacak? Bu soruların yanıtı sendikaların mücadele içindeki mevcut durumları ele alınmaksızın verilemez. Kriz Karşısında Açığa Çıkan İlk Mücadele ve Sonuçları Patronlar dünya ekonomik krizini işten çıkarmalar için güçlü bir gerekçe haline getirdi. Krizin Eylül 2008’de açığa çıkışıyla birlikte birçok işyerinde tensikat uygulamaları da başladı. TUİK’in resmi rakamlarına göre Ağustos 2009 itibariyle son bir yılda yaklaşık bir milyon işçi işsizler ordusuna katıldı. İşten çıkarma dışında kriz boyunca ücretsiz izin, ücret düşürme/dondurma, sosyal haklarda kısıntı uygulamaları da yaygın şekilde gerçekleşti. Kriz, sendikal hakların gasp edilmesi için de bir gerekçe haline getirildi. Birçok işyerinde sendikalaşma mücadelesi veren işçiler toplu şekilde işten çıkarıldı. Bu saldırı ve hak gasplarına karşı işçiler de birçok grev ve direniş gerçekleştirdi. Bu mücadelelerin bir kısmı kazanım, bir kısmı yenilgiyle sonuçlandı. Bir kısmında ise işçiler mücadeleye halen devam etmekte... Bu grev ve direnişlerin ortak eksikliği/ zayıflığı başka grev ve direnişlerle birleşememesi oldu. Sendikalı olmayan işyerlerinin büyük çoğunluğunda mücadele veren işçiler seslerini ya hiç duyuramadı ya da çok kısa süre içinde izole edildi. Sendikasız işyerlerindeki mücadeleler genellikle maaş geciktirme, eksik ödeme, ücretsiz izin, tazminatsız işten çıkarma ve işyeri kapanması gibi nedenlerle gerçekleşti. Bu tür işyerlerinde kısa süreli direnişlerin ardından işçilerin dayanma güçleri genellikle azaldı/kırıldı. Mücadele çoğunlukla işe iade davası açılarak mahkeme salonlarına taşındı. İşçiler bu tür davaları büyük oranda kazansalar da işverenler işyerlerini taşıyarak, ismini değiştirerek, yakınlarına devrederek genellikle işe iadenin gereğini yerine getirmedikleri gibi iflas göstererek işçilere kazandıkları tazminatlarını da ödememenin, geciktirmenin yollarını buldular. Selga Tekstil (İstanbul Sultançiftliği), BJ Tekstil (İstanbul Hadımköy), Cesur Çuval (İstanbul Kartal), Akçakoca Çınar Boru (Zonguldak), Meha Tekstil (İstanbul Gaziosmanpaşa), Kurtiş Matbaacılık (istanbul Topkapı), Entes Elektronik (İstanbul Dudullu), İzmir Kent AŞ (İzmir) bu duruma örnek mücadele ve direnişlerin yaşandığı işyerlerinden bazıları... Bunlardan Selga Tekstil’de kısa süreli işyeri işgali de yaşandı.21 Selga Tekstil’de mücadelenin temel nedeni kriz bahanesiyle ücretlerin düzenli ödenmemesiydi. Bu nedenle işçiler çeşitli tarihlerde (Aralık 2008, Ocak 2009 gibi) eylemler gerçekleştirdiler. 20 Ibid. 21 http://www.limteris.com/haber/haber_detay.asp?haberID=457 saat 16.25.
erişim
Kış | 2009/2010 -
20.11.2009
63
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası Ücret ödemelerinde herhangi bir düzelmenin olmaması, patronun Adana’da yeni bir fabrika kurup işyerindeki makineleri de bu yeni fabrikaya taşımak için kaçırma girişiminde bulunması sonucu işçiler fabrikayı işgal edip direnişe başladılar. Patron polis çağırarak fabrikayı kuşattırdı. İşçilerin aileleri de fabrika önüne gelip direnişe katıldılar, ama saatler süren mücadele sonunda polis zoruyla fabrika boşaltıldı. Çok sayıda işçi yaralanıp, gözaltına alındı… İşçiler cesaret ve kararlılıkla mücadele etseler de tek tek işyerlerinde kalıcı sonuçlar almak olanaklı olmadığı için Selga Tekstil işçileri haklı oldukları bir davada mağdur duruma geldiler. Mücadele birleştirilemediği, işçilerin birliği sağlanamadığı sürece de bu sonuçların ortaya çıkması kaçınılmaz olacak. Sendikal faaliyet/örgütlenme nedeniyle işten çıkarma yaşanan işyerlerindeki mücadeleler –genelde olduğu üzere kriz döneminde de- uzun bir zamana yayıldı. İşyerine sendikanın girmesini istemeyen patronlar, buna engel olmak için her tür yolu denediler. Çok azı sendika-işveren anlaşmasıyla sonuçlandı. Bu tür işyerlerindeki mücadelelerin başarısında iki faktör var: İşçilerin işyerindeki örgütlülük durumu ve sendikanın mücadele konusunda kararlı bir tutuma sahip olması. İşçiler örgütlü ve kenetlenmiş değilse mücadele istenen sonuçlara ulaşamıyor. İşçilerin örgütlülüğü sendikanın tutumunu da doğrudan etkiliyor. Bu şartlar varsa sendika direnişe sahip çıkıp işçileri maddi ve moral açıdan desteklediği ölçüde işçiler de mücadeleye devam edebiliyor; aksi durumda yüzlerce işçiyle başlayan mücadele süreç içinde onlarca işçiye düşebiliyor. Bu da sendikanın işyerinde çoğunluğu yitirmesi anlamına geliyor ki mücadele yine mahkeme salonlarına taşınıyor. Kriz süresince sendikal faaliyet nedeniyle işten çıkarma yaşanan birçok işyerinde süreç şimdi bu durumda: Direnişteki işçi sayısı başlangıca göre azaldı; mücadeleler mahkemeye yansıdı; süre uzadıkça direnişteki işçilerin maddi sorunları arttı; sendika bu ihtiyaçları gidermekte zorlanmaya, dayanışma ve katkılar da azalmaya başladı; patronlar yeni işçi aldı, üretim için yeni atölye kurdu ve/veya işleri fasona verdi... Tüm grev ve direnişler arasında bir eşgüdüm kurulamadığı, başta aynı işkolundaki işçiler olmak üzere tüm işçilerin birlik ve dayanışması sağlanamadığı durumda bu mücadeleler başarıya ulaşamıyor. Arada tekil başarı örnekleri olsa da bunlar sınıf mücadelesinde sonucu işçi sınıfı lehine değiştiremiyor. Kriz boyunca sendikal faaliyet/ örgütlenme nedeniyle işten çıkarma ve mücadele yaşanan bazı işyerleri şöyle: Graniser Seramik Fabrikası (Akhisar), Desa Deri (Düzce), Ünilever Depo İşçileri (Gebze Muallimköy), Tezcan Galvaniz (Kocaeli), Sinter Metal (İstanbul Dudullu), Gürsaş (İstanbul Ümraniye), E-Kart (Gebze), ATV-Sabah (İstanbul), Sabiha Gökçen Havaalanı işçileri (İstanbul), Migros Depo işçileri (Kocaeli), Renta Fabrikası (Eskişehir), Nema Makine Tekstil (Düzce), Mersin Liman işçileri, Esenyurt Belediye işçileri, Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi taşeron sağlık işçilerinin mücadelesi... Bunlardan Sinter ve Gürsaş Metal fabrikalarında kısa süreli fabrika işgali de yaşandı.22 Sinter Metal işçileri mücadelelerini 11 aydır sürdürüyor. Bu süre boyunca birçok eylem, etkinlik, dayanışma düzenlediler. Başta diğer direniş ve grevlerdeki işçiler olmak üzere çok sayıda işçi de Sinter işçilerine destek verdi; Sinter işçileri de onlara dayanışmalarını sundu. Gelinen noktada Sinter işçileri kararlılıkla direnişlerine devam ediyorlar ama direnişi sürdüren işçi sayısı zaman içinde azaldı. Sinter patronu üretimine devam ettiği için üzerinde baskı yok. Sinter Metal işçilerinin verdiği mücadelenin başarıya ulaşması için sınıfın birliği ve mücadelenin koordinasyonu sağlanmalı. Sinter işçileri Birleşik Metal-İş sendikasına üyeler. Sendika yönetimi Türkiye’nin dört bir yanında birçok metal fabrikasında örgütlü! Ayrıca Birleşik Metal-İş DİSK’e bağlı bir sendika ve DİSK birçok farklı sektörde örgütlü... Sendika yönetimi Sinter Metal işçileri için, üretimden gelen gücünü, sadece birkaç saat için bile kullanmayı düşünürse mücadelenin seyri tamamen değişebilir. Böyle bir girişim birçok başka sendikanın tutumunu olumlu anlamda etkileyeceği gibi mücadele içindeki bütün işçilerin özgüvenini arttıracaktır. 22 http://www.emekdunyasi.net/tr/tags.asp?T=Sinter erişim 20.11.2009 saat 16.2.6.
64
Sosyalist Düşünce Dergisi
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası Sendikalı işyerlerindeki grev ve direnişler sendikasız ya da yeni sendikalaşmakta olan işyerlerindeki mücadelelere göre bazı farklılıklar gösterdi: Sendikalı işyerlerinin büyük çoğunluğunda kısa süre içinde uzlaşma/anlaşma sağlandı. Patronlar bu uzlaşma/anlaşma sürecinden kârlı çıkarken işçiler ciddi kayıplar yaşadı. Uzlaşma/ anlaşma gereği on binlerce işçi işten atıldı, aylar süren ücretsiz izin uygulamaları oldu, yarım ücretli çalışma devreye sokuldu, birçok sözleşme sıfır zamla bağlandı, bazı işyerlerinde işten atmama karşılığı ücretlerde indirim söz konusu oldu. Hiçbir işyerinde üretim uzun süreli aksamadı. Sendika yönetimleri mücadeleyi birleştirme ve sınıfın birliğini sağlama yönünde hiçbir girişimde bulunmadı. Göstermelik laflar ve eylemciklerle süreç idare edilmeye çalışıldı... Krizin başından bu yana gerçekleşen ve bir kısmı halen devam eden grev ve direnişler bu durumun kanıtı örneklerle dolu. Kriz boyunca Brisa (Kocaeli), Ford Otosan (Kocaeli), Oyak Reno (Bursa), Philips (Gebze), Arçelik (Gebze), Asemat (Bursa), Ereğli ve İskenderun Demir ve Çelik Fabrikaları (Zonguldak), Tofaş (Gebze), Bosch (Gebze) gibi bir çok işyerinde işten çıkarma, ücretsiz izin, ücret indirimi, işyeri kapanması gibi saldırılar karşısında grev ve direnişler gerçekleşti; ve sonucunda tamamında işten atma, ücretsiz izin, ücret indirimi, vardiya azaltma gibi uygulamalar üzerinde uzlaşma/anlaşma gerçekleşti... Gerekçe gösterilen kriz gerçekten işvereni bu uygulamaları almak zorunda bıraktı mı? Brisa örneği bu açıdan öğretici derslerle dolu.23 Aralık 2008’de krizi gerekçe gösteren Brisa yönetimi 150 işçiyi işten attı. İşçiler işten atıldıklarını işe geldiklerinde giriş kartlarının basmadığını görerek öğrendiler. Bir önceki vardiyada çalışan işçiler arkadaşlarının işten atıldığını duyduklarında üretimi durdurup kendilerini fabrikaya kapattılar. Fabrika fiilen işgal edilmiş oldu. DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikasının örgütlü olduğu işyerinde 1.300 işçi çalışmaktaydı. Sendika Brisa yönetimiyle yaptığı görüşmelerin ardından 64 işçinin atılması, 9 Ocak 2009 tarihine kadar üretimin durdurulması ve işçilerin bu süre boyunca ücretsiz izne çıkarılması konusunda anlaşma yaptı. Bu anlaşma sadece 64 işçinin atılmasına göz yummak anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda farklı işyerlerinde mücadele veren/verecek bütün işçilerin özgüvenlerine indirilen bir darbeydi. Nitekim krizin henüz başlarında sendika bürokrasisinin bu ve benzeri işbirlikçi tutumlarının sonucunda işçiler krizin faturasına boyun eğmek zorunda bırakıldılar. Brisa ve Sabancı Holding gerçekten kriz nedeniyle zarar etti mi? Brisa 64 işçiyi attığı ve ücretsiz izne çıkardığı 2008 yılını 68 milyon lira kârla kapattı. Sabancı Holding’in 2008 yılı net kârı 1 milyar 189 milyon lira oldu. 2009 yılının ilk dokuz ayında da Sabancı Holding net kârını yüzde 41 arttırdı; 1 milyar 57 milyon kâr etti. Brisa’nın 2009 ilk dokuz aylık net kârı da 16 milyon 732 bin oldu. Görüldüğü üzere ne Brisa ne de Sabancı Holding kriz nedeniyle zarar etmedi. Sabancı Holding patronu Güler Sabancı Brisa’yı dünyanın ilk 10 lastik üreticisinden biri yapmayı hedefliyor. Lastik-İş neyi hedefliyor? Brisa ve Sabancı Holding’in kâr ettiği ortadayken işten çıkarma ve ücretsiz izin uygulamalarına neden boyun eğdi ve anlaşma imzaladı? Sonuç almak için üretimden gelen gücünü sonuna kadar neden kullanmadı? Örgütlü olduğu Sarkusyan, Çayırova, Kroman Çelik, Akkardan, ABB, Makine Tarım, Toly Metal, Areva, Bosal, Yücel Boru gibi işyerlerinde toplu iş sözleşmeleri (TİS) boyunca işçileri seferber edip her cuma günü eylemlilikler düzenleyebilen DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş sendikası aynı seferberlikleri ve mücadeleyi DİSK’in örgütlü olduğu Brisa’dan atılan 64 işçi için neden göstermedi? Yüz binlerce örgütlü işçiye sahip sendikalar işten atmaları durdurmak için ortak hareket etmezse, birleşmez ve harekete geçmezse sendikasız/örgütsüz milyonlarca işçi ne yapsın? Eskişehir ve Bilecik Bozüyük’de çalışan 2 bin Eti Gıda işçisi TİS anlaşmazlığı nedeniyle 19 Ağustos 2009’da greve çıktı. Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş sendikasına üye işçilerin grevi 9 gün sürdü ve anlaşmayla sonuçlandı. Benzer şekilde Türk-İş’e bağlı Selüloz-İş sendikasının örgütlü olduğu Halkalı kâğıt işçilerinin 17 Temmuz 2009’da çıktıkları grev de 33 gün sürdü ve anlaşma ile sonuçlandı; 2009 23 http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=21028 erişim 20.11.2009 saat 16.28. Kış | 2009/2010 -
65
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası için %0, 2010 için 25 TL, 2011 için 90 TL zam kararıyla…24 Elde edilen sonuç bir yana bütün bu örnekler sendikaların örgütlü güçlerini harekete geçirebildiklerini, geçirdiklerinde de sonuç alabildiklerini göstermekte. Bu durumda yüz binlerce sendikalı işçinin işten atılmasına, ücretsiz izne çıkarılmasına, ücretlerinin düşürülmesine göz yumulması nasıl izah edilebilir? İşçileri işten atanlar patronlar olsa da bu sürecin esas belirleyeni sendika bürokrasileridir. Ereğli ve İskenderun Demir ve Çelik Fabrikalarında örgütlü Hak-İş’e bağlı Çelik-İş’in ve Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası’nın kriz nedeniyle 16 ay boyunca işçi ücretlerini %35 indiren bir anlaşma imzalaması bu gerçeğin en utanç verici örneklerinden biridir.25 Çelik-İş ve Türk Metal yönetiminin, 1.400 işçinin işten atılmasını önlemek için bu anlaşmayı yapmaya mecbur kaldıklarını söylemesi gerçeği yansıtmamaktadır. Bu anlaşma hiçbir işçinin içine sinmediği gibi işçilere rağmen imzalanmıştır. Sendikaların görevi patronların mali bilançolarını düşünmek ve savunmak olamaz. Sendikaların görevi işçilerin haklarını korumak ve geliştirmektir. Bir milyonu aşkın işçi işten atılıyor, ücretsiz izne çıkarılıyor, ücret kesintisine maruz kalıyorsa sendikalar görevlerini yerine getirmiyor demektir. İşçi sınıfının gücü birliğinden gelir. Sendikaların temel görevi de bu birliği sağlamaktır. Kriz boyunca sendikal bürokrasi işçilerin birliğini sağlamak için çalışmadığı gibi izlediği işbirlikçi tutumla krizin faturasını işçilerin ödemesine neden olmuştur. Sendikal bürokrasinin bu işbirlikçi tutumu aşılmadan krizin yıkıcı sonuçlarının üstesinden gelmek olanaklı olamaz. Bir Yılda Bir Milyon İşsiz: İşten Atmalara Karşı Mücadele, Taleplerin Önemi Krizin yıkıcı sonuçlarına karşı en önemli taleplerden biri işten çıkarmaların yasaklanması talebidir. Kitlesel işten çıkarmalar sonucu bir milyonu aşkın işçinin işinden olması da bu gerçeği göstermekte. Türkiye’de TÜİK’in Ağustos 2009 rakamlarına göre 3 milyon 429 bin işsiz bulunmakta. Bir yıl önce Ağustos 2008’de 2 milyon 502 bin işsiz vardı. Resmi rakamlara göre dahi bir yılda bir milyon işsiz açığa çıktı. Çalışabilir nüfusun (51 milyon 789 bin) yarısından daha azı (25 milyon 537 bin) istihdam içinde.26 Her bir kişinin en az üç kişinin geçimini sağladığı düşünülürse bir milyon işsiz üç milyon aç/ yoksul insana denk gelmekte. Toplam resmi işsiz sayısı 3 milyon 429 bin. Bu durumda yaklaşık 10 milyon insan işsizliğin doğrudan etkisi altında. Çalışmaktan umudunu kesenler, geçici/mevsimlik işçiler ilave edildiğinde gerçek işsiz sayısı 6,5 milyon civarında. Bu durumda yaklaşık 20 milyon insan doğrudan işsizliğin yıkıcı sonuçlarını yaşıyor. Her 10 işçiden sadece birinin işsizlik sigortasından yararlanabildiği ve bu sürenin en fazla 10 ay olduğu düşünülürse işsizlik, insanların aileleriyle birlikte aç/açık duruma düşmesi anlamına geliyor. İşten atmaların yasaklanması bu nedenle hayati bir öneme sahip. Sendikaların işten atmalara karşı kesin bir karşı duruş sergilemesi bu nedenle işçi sınıfının geleceğiyle doğrudan ilgili. İşsizliğin artışı, örgütsüzlüğün de artışı anlamına gelmekte. Örgütsüzlük arttıkça krizin yıkıcı sonuçlarına karşı kararlı mücadeleler geliştirmek de aynı ölçüde zorlaşmakta. İşsiz, örgütsüz milyonlarca işsizin örgütlenebilmesi için çok güçlü örgütleyicilere ihtiyaç bulunmakta. Mevcut koşullarda işçi sınıfının en başta gelen sınıf örgütleri yine sendikalar ama mevcut bürokrasilerin idaresi altında sendikaların bunu yapabilme olanağı yok. Bu durum işçi sınıfının birliği, krizin yıkıcı sonuçlarına karşı durabilme ve bu yıkıcı sonuçların kalıcı hale gelmesini engelleyebilme açısından çok ciddi bir boşluk/belirsizlik anlamına geliyor. Ne yapmalı? Kriz henüz bitmiş değil. Başta işten çıkarmalar olmak üzere krizin, diğer yıkıcı sonuçlarıyla birlikte bir süre daha devam edeceği açık. Bununla birlikte “kriz bitti!” dendiğinde işçi sınıfı 24 http://www.tumtis.org/v1/aciklamadetay.php?id=121 erişim 20.11.2009 saat 16.30. 25 http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=93258 2&Date=23.04.2009&CategoryID=101 erişim 20.11.2009 saat 16.31. 26 http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4146 erişim 20.11.2009 saat 16.33.
66
Sosyalist Düşünce Dergisi
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası için kayıpların bir anda ortadan kalkmayacağı da açık. Daha da ötesi kriz ve öncesi dönemde kaybedilmiş hakların ne kadarının geri alınabileceği de belirsiz. Kuşkusuz bunu işçi sınıfının birliği ve kararlılığı belirleyecek. Bu çerçevede hem sendikaların -özellikle son 30 yıldır süren neoliberal saldırıların da etkisi altında- geldiği noktanın ve sendikal bürokrasinin tutumunun hem de sosyalist solun -1989’da Berlin Duvarı’nın da yıkılmasıyla birlikte- bu süreçlerle de etkileşerek geçirdiği değişimlerin sırasıyla bir değerlendirmesini yapmak gerekiyor. Kriz, Sendikal Bürokrasi ve Aşılması Gereken Engeller Uzunca süredir sendikal bürokrasinin ellerinde sendikalar birer mücadele örgütü olmaktan çıkarılıyor. İşçi sınıfının yaşadığı kayıplara rağmen sendika bürokrasileri sınıf işbirlikçi çizgilerini terk etmiyorlar. Buna bağlı olarak bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı örgütlülüğünün temel göstergelerinden biri olan sendikalılık oranları düşmeye devam ediyor. Kuşkusuz sınıf mücadelesi açısından belirleyici olan sendikaların üye sayıları/oranları değil bu örgütlerin mücadeleci nitelikte örgütler olup olmadıkları. Nitekim sendikaların üye kaybetmesinin ve sendikalılık oranlarının düşmesinin başta gelen nedeni de bu örgütlerin mücadelecilikten uzaklaşmaları. Mevcut dünya ekonomik krizinin başta işten çıkarmalar olmak üzere yıkıcı sonuçları karşısında sendikal bürokrasilerin izlediği mücadelecilikten uzak işbirlikçi tutumlar da bunun en son örnekleri. Sendikaların sınıf mücadeleci niteliklerinden uzaklaşmaları ve işbirlikçi bir çizgi izlemeleri nedeniyle işçi sınıfının sendikalara olan güveni azalmakta, sendika üyeliği gereksiz görülmekte, bu durum üye sayılarına da yansımaktadır. Son 30 yıla egemen olan neoliberal ekonomik karşıdevrim saldırısı enformel sektörü büyüterek, taşeron ve esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırarak sendikasızlaştırmayı genel bir saldırı haline getirdi. Sendika bürokrasilerinin işbirlikçi tutumlarıyla bu neoliberal saldırılar birleştiğinde günümüz örgütlenme ve sendikalaşma durumu ortaya çıktı. Mevcut dünya ekonomik krizi bu tabloyu daha da ağırlaştırıyor. Tablo 2, Türkiye ve dünyadaki sendikalaşma oranlarının gerilemesini açık bir şekilde göstermekte.27 (Türkiye’nin 1980 dönemine ait sendikalaşma verileri gerçeği yansıtmaktan uzak olduğu için tabloda yer almadı.) Türkiye’de son 10 yılda sendikalaşma ve örgütlenme üzerinde baskılar daha da arttı ve sendikalaşma oranları daha da geriledi. Nitekim Türkiye’de 2009 yılı itibariyle sendikalaşma oranı yüzde 5’ler civarında tahmin edilmekte.
27 http://www.ilo.org/public/english/dialogue/ifpdial/publ/wlr97/index.htm saat 19.36 Kış | 2009/2010 -
25.11.2009
67
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası Kuşkusuz sendikalaşma oranlarında toplu sözleşme ve grev hakkını temel almak gerekir. Bu koşullara göre 1988’de yüzde 22,2 olan sendikalaşma oranı 2007 yılında 6,1 oldu. Toplu sözleşme yapabilen işçi sayısı 1995’de 1 milyon 144 bin iken bu sayı 2007’de 831 bine kadar geriledi. Tablo 3 neoliberalizmin örgütsüzleştirme saldırısının boyutlarını net bir şekilde göstermekte.28 AKP’nin hükümet olduğu 2002–2009 döneminde de işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 30 oranında azaldı.
Tablo 3: TİS'e Göre İşçilerin Sendikalaşma Oranı (1988-2007) 25
22,2
20 13,5
15
9,5
10
8,9
8,1
7,6
7
2004
2005
2006
6,1
5 0 1988
1995
2002
2003
2007
Sadece SSK’lı işçiler temel alındığında da benzer bir erime söz konusu. 1988’de SSK’lı işçilerin yüzde 45,7’si toplu sözleşme yapabilirken bu oran 2007 yılında yüzde 15,7’ye kadar geriledi AKP hükümeti döneminde erime yüzde 25’ler civarında oldu. Toplu sözleşme ve grev hakkına sahip olmak bu hakkı layıkıyla kullanabilmek anlamına gelmemekte. 1990 yılında 458 olan grev sayısı 2000 yılında 34’e, AKP’nin hükümet olduğu 2002 yılın sonunda 27 iken Şubat 2009 itibariyle 10’a geriledi. (Tablo 4)29 1990 yılında özel sektörde 11 bin 399 işyerinde 1.954 toplu iş sözleşmesi imzalanırken 2000 yılında bu sayı 6 bin 844 işyerinde 1.646 toplu iş sözleşmesine ve AKP’nin hükümet olduğu 2002 sonunda 7 bin 453 işyerinde 1.773 iken Şubat 2009 itibariyle 2 bin 934 işyerinde 1.052 toplu iş sözleşmesi olarak gerçekleşti. 1990’da bu toplu sözleşmelerden yararlanan işçi sayısı 483 bin 852 iken 2000 yılında bu sayı 208 bin 595 işçi ve Şubat 2009 itibariyle toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısı 193 bin 780 işçi oldu…30 Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalıştırma, sigorta ve haklardan mahrum çalıştırma, örgütsüzleştirme, sendikasızlaştırma, sağlık ve eğitim haklarından mahrum bırakma neoliberal karşıdevrimin öne çıkan saldırı başlıkları. Özellikle özelleştirmeler tam bir örgütsüzleştirme saldırısı. Özelleştirilen işyerlerinin bir kısmı, Et ve Balık Kurumu, SEKA ve Sümerbank örneğinde olduğu gibi tasfiye edilirken bir kısmı da Erdemir, Telekom, Tekel örneklerinde olduğu gibi örgütlenmenin devamına 28 Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı –ÇSGB- (http://www.csgb.gov.tr/articles. php?category_id=50), Türkiye İstatistik Kurumu –TÜİK- (http://www.tuik.gov.tr/yillik/Ist_ gostergeler.pdf), Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu –TİSK- (http://www.tisk.org. tr/gostergeler.asp), Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu –DİSK- (http://www. disk.org.tr/default.asp?Page=Contents&CatId=9), Petrol-İş Dünya Sendikal Hareketi Dosyaları (http://www.petrol-is.org.tr/) verileri… 29 Ibid. 30 Ibid.
68
Sosyalist Düşünce Dergisi
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası Tablo 4: Türkiye'de Grev Sayısı (1990 - Şubat 2009) 500 450
458
400
398
350 300 250 200 150 100 50
49 36
38 37
44 34
52
35 27
23
30
34
26
15 15
10
19 90 19 91 19 92 19 93 19 94 19 95 19 96 19 97 19 98 19 99 20 00 20 01 20 02 20 03 20 04 20 05 20 06 20 07 20 20 08 09 (* )
0
120
98
izin vermeyen tedbirlerle yeniden yapılandı. Tasfiye olmaktan kurtulan işyerlerinde sendika bürokrasileri işbirliği çizgilerine devam etmekte. Kriz bahanesiyle Erdemir işçilerinin ücretlerinden 16 ay boyunca yüzde 35 kesinti yapılmasına Hak-İş’e bağlı Çelik-İş ve Türk-İş’e bağlı Türk-Metal sendikasının onay vermesi bu durumun örneklerinden biri... Diğer yandan özelleştirilerek tasfiye edilen SEKA ve Sümerbank fabrika direniş örnekleri aynı işyerindeki işçilerin kendi içinde birlik ve beraberliğinin gerekli/önemli ama sonuç için yetersiz olduğunu gösterdi. Her mücadele kendi sektörünün diğer işyerleriyle birleştiği ve, farklı sektörden işyerlerinin dayanışmasını alabildiği ölçüde başarıya ulaşabilmektedir. Toplumun ezilen ve sömürülen diğer kesimlerinin desteğinin sağlanması da bir diğer önemli faktördür. Mücadeleyi birleştirip sevk ve idare edecek bir işçi koordinasyon merkezinin oluşturulması ise kalıcı sonuçlar yaratabilmek için olmazsa olmaz bir faktör olarak gözükmektedir. Bu yapılamadığı, mücadele birleştirilemediği için bir yandan neoliberal saldırılar diğer yandan sendikal bürokrasinin işbirliği marifetiyle özel sektörde sendikalaşma oranları tamamen dibe vurdu. 1995 yılında 5,5 milyon özel sektör çalışanı varken yaklaşık 438 bin işçi toplu sözleşmeli sendika hakkına sahipti; 2007 yılında çalışan sayısı iki kat artıp 10,5 milyona çıkmasına rağmen ise toplu sözleşme yapabilen işçi sayısı 361 bine geriledi. Sendikalaşma oranı 1995’te yüzde 7,8 iken 2007’de yüzde 3,4’e gerileyerek iki kattan fazla eridi. Tablo 5 bu erime-gerileme sürecini göstermekte.31 Türkiye’de işçi sayısının 15 milyon civarında olduğu düşünülürse, toplu sözleşme ve grev hakkı olmayan sendikalar da dâhil edildiğinde, 2009 yılında gerçek sendikalaşma oranı en iyimser tahminle yüzde 5’ler civarında olabilir. Dünya ekonomik kriziyle birlikte işsizliğin, dolayısıyla örgütsüzlüğün daha da artması bu tabloyu daha da ağırlaştıracak. İşsizlikte tarihi bir artış, örgütsüzlükte tarihi bir gerileme ve parçalanma ve sadece kazanılmış hakların kaybıyla sınırlı kalmayacağı anlaşılan daha yoğun bir yeni sömürü döneminin içine girdiğimizi öngörebiliriz. Genelde örgütlenme ve özelde sendikal örgütlenme önünde neoliberal politikalardan kaynaklı birçok engelin olduğu ortada. Sendikal bürokrasilerin işbirlikçi tutumlarının bu durumu daha da ağırlaştırdığını net bir şekilde görüyoruz. Sendikalar üyelerine güven vermiyor ve mücadeleci unsurlar da engelleniyor. Bir bütün olarak 31 Ibid. Kış | 2009/2010 -
69
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası
sendikalarda işçi demokrasisinin uygulanmasının önüne set çekilmiş durumda. Kısacası sendikal bürokrasi güncel anlamda krizin yıkıcı sonuçlarına karşı işçi sınıfını harekete geçirmeyi değil durdurmayı, mücadeleyi değil işbirliğini seçerek mevcut mücadelenin birleştirilmesi önünde çok ciddi bir engel durumunda. Mücadeleyi birleştirmek öncelikle sendikaları mücadele örgütleri haline getirmekle olanaklı olabilir. Sendikalarda işçi demokrasisine işlerlik kazandırmak sendikaların mücadeleci sınıf örgütleri haline gelmesinde temel bir öneme sahiptir. İşçi demokrasisi; söz, yetki ve karar mekanizmalarının tüm işçilere her an, her koşulda açık olması anlamına gelmektedir. Sendikaların mücadeleci sınıf örgütleri haline getirilmesi ve işçi demokrasisine işlerlik kazandırılmasında en büyük pay sınıf bilinçli işçilere düşmektedir. Kuşkusuz sınıf bilinçli işçiler kendi politik örgütlerinde, devrimci partilerinde yer almaksızın bu müdahaleyi kendiliğindenci bir şekilde geliştirip sonuçlandıramazlar. Bunu sonuçlandırmak için işçi sınıfının devrimci partisi, sınıf mücadelesinin tam bağrına yerleşerek bu süreci sevk ve idare etmek durumundadır. Tarihsel deneyim mücadelenin kaderinin tartışmasız şekilde işçi sınıfının politik örgütünün, partisinin, varlığı ve yeterliliğiyle belirlendiğini birçok kez kanıtlamıştır. Bu nedenle işçi sınıfının politik örgütlerinin, sosyalist sol partilerin, dünden bugüne geçirdiği evrimin bir analizi gerekli hale geliyor. Berlin Duvarı’nın Yıkılışının Öncesi ve Sonrası 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte sosyalist sol içinde Leninizm, proletarya diktatörlüğü ve proleter enternasyonalizmi temelindeki ayrışma daha da belirginleşmeye başladı. Bu ayrışma son 20 yıl içinde bugünkü sonuçlarına kadar ulaştı. Leninizm çağının geçtiği, artık özgürlükçü, güler yüzlü, çoğulcu bir sola ihtiyaç olduğu, diktatörlük gibi kavramların işçileri korkuttuğu, işçi sınıfının toplumun renklerinden sadece biri olduğu ve fakat toplum bir gökkuşağı gibi birçok renkten oluştuğu için bir yeni sol siyasetin de bütün bu renkleri içermesi gerektiği vs ilan edildi. Bu kesimler değişik adlara sahip olmakla birlikte ortak noktaları kendilerini 21. yüzyılın solu olarak tanımlamaları. Kuşkusuz 1989’un öncesinde de sosyalist sol içinde doğrudan doğruya bu temellerde birçok ayrışma yaşandı; avrokomünizm gibi. Bu ayrışmalar esas olarak Leninizmden bir kopuş biçiminde gerçekleşti. Kopuşu gerçekleştirenlerin bir kısmı sosyalizm programını tamamen terk ederken bir kısmı önce Marksizm ile Leninizm arasına kalın bir çizgi çizdi. Onlara göre Marksizm doğru Leninizm ise yanlıştı. Leninizmi bir tür aşırılık/sekterlik olarak gören bu kesimler Berlin Duvarı’nın yıkılması 70
Sosyalist Düşünce Dergisi
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası sonrası bu kez aynı kalın çizgiyi Marx ile Marksizm arasına çizdi. Marksist olmayan Marx’ın bu yeniden keşfi Leninizm gibi Marksizmin de devre dışı bırakılması anlamına gelmekteydi. Tercih açıktı: Filozof Marx’a evet, komünist Marx’a hayır! Bu, Stalinizm ile Marksizm ve Leninizmi ve doğal olarak komünizmi eşitleyip hepsini birden Berlin Duvarı’nın altına gömmekti. Oysa Stalinizm, Maoizm, bunların yerel uyarlamaları olan Titoculuk, Envercilik, Castroculuk ve yine bunların birer yansıması olan gerillacılık, ulusal kurtuluşçuluk gibi akımlar Leninizmin çeşitli şekillerde yadsınıp çarpıtılmasından başka bir şey değildi. Proletarya Nereye Gitti? Leninizmin her şeyden önce Bolşevik Parti, proletarya diktatörlüğü ve proleter enternasyonalizmi olması gerçeği, bize bu yadsıma/çarpıtma tespitini yapma olanağı vermekte. Ve bizatihi Ekim Devrimi ve III. Enternasyonal’in kuruluş tezleriyle bu gerçek tarihe silinmez şekilde yazıldı. Bu durumda Marksizm ve Leninizmi geçersizleştirmek isteyenler için bir sağlam adım daha gerekliydi. Adım gecikmedi: “Elveda proletarya!” Durum açıktı; kendisi yoksa teori ve pratiğine de gerek yoktu! Olmayan proletaryanın partisi gibi doğal olarak enternasyonalizmi de gereksiz hale gelirdi... Böylece proletarya için gereksizler listesi uzadı, netleşti: Devrimine, programına, partisine, enternasyonalizmine elveda! Ama bir nokta hâlâ açıklığa kavuşmayı beklemekte: Yazımızın başında da ifade ettiğimiz üzere; kapitalizm koşulları altında her yıl 6 milyonu çocuk olmak üzere 7,2 milyon insan açlıktan ölüyor, 1 milyar insan aç, 250 milyon insan işsiz, 220 milyon çocuk işçilik yapmak zorunda… Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu için ücretler, çalışma koşulları ve sosyal haklar insanca yaşamaktan uzak. Buna karşı her yerde işçiler, emekçi yoksul halklar grev ve direnişlere girişiyor. İşsizlik, yoksulluk, açlık gibi temel sınıfsal sorunlar bir yeryüzü gerçeği olmaya devam ediyor. Proletarya azalmak bir yana artıyor. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler, hastalar bu zorluğu en ağır bedellerle ödüyor. Bölgeler, sınıflar, cinsler, renkler, diller ve dinler arası ayrımcılık derinleşiyor. Bir bütün olarak kapitalizmin çarkları işçi sınıfını ve emekçi yoksul halkları öğütüyor. Emperyalist işgal ve saldırganlık ise tüm şiddetiyle sürüyor; savaş neticesi milyonlarca insan hayatını kaybediyor. Üstelik yeryüzündeki tüm canlı hayat bir bozulma/yok olma gerçeğiyle de karşı karşıya. Ve mevcut dünya ekonomik krizi şimdi bütün bu süreçleri daha da ağırlaştırıyor. Kısacası proletarya herhangi bir yere gitmediği gibi kapitalizm de olduğu gibi ayakta! Daha İnsani Bir Kapitalizm Olanaklı mı? Kapitalizmin tarihi daha insani bir kapitalizmin olanaksız olduğunu gösterdiği gibi sınıflar mücadelesi tarihi de iktidarların “yıkmazsan yıkılmadığını” defalarca kanıtladı. Bu noktada doğrudan doğruya iktidar hedefi içermeyen ve bu iktidar hedefinin merkezine proletaryayı yerleştirmeyen politik akımların programları kaçınılmaz şekilde kapitalist sistemin yedek lastiği olmaktadır. Kapitalizme yönelik “eleştirilerini” onun iyileştirilmesi/insanileştirilmesi üzerinden yapan bakış açısı aslında bu sistemin “aşırlıklarını” daima kabul edilebilir, sindirilebilir hale getirme işlevi yüklenmektedir. Kapitalizm bütünsel bir sistem! Örneğin reklam/pazarlama/tüketim sürecinin yeniden ürettiği/beslediği kadına yönelik istismar ve ayrımcılık ile çevrenin daha fazla kâr/rekabet için tahrip edilmesi ya da dünyanın kimi bölgelerinin doğal kaynakları için işgal edilmesi ile işsizlik ve açlık üreten üretim süreçlerinin varlığı birbirini tamamlamakta. Kapitalizmin ürettiği bu sorunların herhangi birine karşı sınıfsal içeriğinden ayrıştırarak duyarlılık göstermek, bu duyarlılığı başat kabul edip siyasi bir parti programı ve/veya sosyal bir hareket haline getirmek ve kapitalizmi bu çerçeveden tanımlayıp/ eleştirmek sanıldığının aksine kapitalizmi güçlendirmekte. Çevre, kadın, ulusal hakKış | 2009/2010 -
71
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası lar, azınlıklar, savaş karşıtlığı gibi her biri kendi başına çok önemli olan bu konuların taraftarları arasında çok sayıda patronun, hükümet/devlet yetkilisinin bulunabilmesi hatta birçoğunun bu tür yapıların/hareketlerin başını çekmesi de bu gerçeğin bir göstergesi. Çevrenin tahribatı karşısında samimi şekilde gözyaşı döken bir patronun işçi ücretleri, sendikalaşma ve grev konusunda anında şahin kesilmesi; savaş karşıtı bir aktivistin söz konusu kendi ülkesi olduğunda taraf olmayı, savaşa taraf olmak olarak görmemesi gibi çelişkiler de hep bu durumun örnekleri. Gerçek bir kapitalizm teşhiri ve emek lehine sistemin dönüştürülmesi program ve mücadelesi olmaksızın bu alanların hiçbirinde sahip olunan duyarlılıklar kendi başına sonucu değiştiremez. Microsoft’un sahibi Gates’in açlık ve çocuklar üzerine kendisi gibi servet sahiplerine fırça atması ya da İshak Alaton’un açgözlü kapitalistleri gerçekten ayıplaması, mevcut Türkiye ve dünya tablosunu ne kadar değiştirebilirse bu mücadeleler de ancak o kadar değiştirebilir. Kuşkusuz bu, duyarlık sahiplerinin samimiyetiyle, niyetiyle ilgili değil. Körün fili tarifi gibi, her duyarlılık sahibinin kapitalizmi tuttuğu yerden kavramasıyla ilgili. Üretim süreçlerini parçalayarak zihinleri de parçalayan kapitalizm, bu politik/sosyal duyarlılık alanlarında da gerçek bir yabancılaşmanın altyapısını kurarak kendisine ciddi bir avantaj sağlama becerisini göstermekte. Bill Gateslerin, İshak Alatonların dahi “başka bir dünya mümkün” ve olmalı dediği çağda söylenmesi gereken açık: “Sosyalist bir dünya mümkün!” “Antikapitalist” Parti ve Hareketler Lakin bunun için gereken; duyarlılık, niyet ve samimiyet değil merkezinde proletaryanın yer aldığı kitlelerin devrimci seferberlikleri ve bu seferberlikler içinde inşa edilen işçilerin devrimci partisidir. Ne yazık ki çeşitli toplumsal sorunlar karşısında duyarlılık ve inanç sahibi olan günümüz aktivistleri, bu inanç ve duyarlılıklarını bir tek proletarya ve onun partisine karşı göstermemekte. Kendilerini “antikapitalist” olarak tanımlayan, sosyal hareketlerin hareketi üzerinden konumlanan bu parti ve hareketler Türkiye’de de benzer bir şablona sahipler. Demokrasi, insan hakları, savaş karşıtlığı, kadın, çevre, ulusal haklar ve azınlık sorunları önde gelen duyarlılık noktalarını oluşturmakta. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere bu duyarlılık noktalarında proletarya bağımsız ve dönüştürücü bir devrimci toplumsal güç olarak yer almamakta, sadece renklerden biri olarak kabul edilmekte. “Antikapitalist” partiler sınıfsal açıdan küçük burjuva (orta sınıf) bir ideolojik konumlanışa sahip olup politik programları da bu durumun bir ifadesi. Örgütlenme, mücadele araç ve yöntemleri açısından da bu toplumsal kesimlerin sınıfsal konum ve niteliklerini yansıtmakta. Toplumsal duyarlılık noktaları değiştikçe sosyal hareketin yönü de değişmekte, bir dönem savaş karşıtlığı öne çıkarken, bir başka dönem askeri darbe ve özgürlükler gündemin baş sırasına oturabilmekte. “Antikapitalist” parti/ hareket daima bu dalgaların üzerinde gezinmekte, gündemde gerileyen (çözülen değil) konulara duyarlılık derhal kaybedilebilmekte. Örneğin Hrant Dink’in katledilmesiyle birlikte bu sürece neden olduğu düşünülen hükümet politikaları ve yasal mevzuat -doğru bir şekilde- ciddi bir eleştiriye tabii tutuldu, bu yönde kampanyalar, gösteriler düzenlendi. Bu süreç devam ederken ortaya hükümeti hedef aldığı söylenen kimi askeri darbe girişimleri çıktı ve duyarlılık noktası derhal bu yöne kaydı. Ve Hrant Dink’in katlinden sorumlu görülen hükümet birden demokrasi mağduru kabul edilerek desteklenmesi gerekli bir kurum olarak sunulmaya başlandı. “Antikapitalist” hareketin kimi sözcüleri hükümete desteklerini açıkça ilan etti. Bu kesimlere göre hükümet ya da benzeri başka bir kurum yanlışlarında eleştirilmeli, doğrularında desteklenmelidir; ve doğruyu kim söylüyor ve yapıyorsa onunla ittifak dâhil her türlü ortaklığı kurmak gereklidir! Bu öylesine boş ve günlük bir politikadır ki herhangi bir devletin/hükümetin bu durumdakilerin desteğine hayır demesi tabii ki söz konusu olamaz. Herhangi bir burjuva devletin/hükümetin üzerinde 72
Sosyalist Düşünce Dergisi
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası toplumsal bir baskı oluşmadan ya da doğrudan çıkarına hizmet eden bir durum olmadan ileri/geri bir adım attığı ne zaman görülmüştür? Ne yazık ki yeri geldiğinde burjuva hükümet ve kurumlarla ve kimi “duyarlı/sanatsever” sermaye sahipleriyle ittifak kurmak “antikapitalist” hareketin programının kaçınılmaz bir sonucudur... Özellikle AKP hükümeti döneminde bunun bazen çevre, bazen “demokrasi”, bazen de benzeri başka bir konu temelinde gerçekleştiğine tanık olduk. Bu noktada “antikapitalist” hareketin bir diğer özelliğini, konuyu ön planda tutup herkesle (hükümet/devlet dâhil) ittifak kurmayı benimsediğini söyleyebiliriz. Oysa muhatap (örneğin hükümet/devlet) sınıfsal niteliğiyle gündemdeki her konuya dönemsel olarak farklı anlamlar yükler, farklı tutumlar alır. Tarihsel süreç, sınıfsal çıkar ve sınıf mücadelesinin güçler dengesi göz ardı edildiğinde, anlık olarak, AKP gibi bir hükümete dahi, evet, demokrat diyebilirsiniz. Lakin bu, gerçeğin o kadar küçük bir parçasıdır ki yanlışlanması için çok fazla beklemenize gerek kalmaz. Örneğin Başbakan Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin son birkaç yıl içinde kadın (3 çocuk, zina), çevre (nükleer enerji, santraller), sosyal hayat (içki, evlilik), din (Alevilik), hukuk (301. Madde), demokrasi (ifade özgürlüğü ve Ermeni sorunu), Kürtler, DTP, işçiler (ayaklar baş mı olacak?), sendikalar, 1 Mayıs ve benzeri onlarca başlık altında söyledikleri (kuşkusuz yaptıkları) sıralandığında politik bir tutumu sınıfsal içeriğinden ve tarihsel bütünlüğünden koparmanın ne denli büyük bir kötülük olduğu daha açık görülebilir. Yeni/Değişken Toplumsal Duyarlılıklar Karşısında Sosyalist Solun Tutumu Kendilerini doğrudan “antikapitalist” hareketler içinde tarif etmeseler de Türkiye’deki sosyalist partilerin bir kısmı da mücadele ve örgütlenme eksenlerini ağırlıklı olarak bu yeni toplumsal duyarlılıklar çevresinde tanımlamakta. Proletarya üzerinde yükselmeyen, asli örgütlenme ve mücadele zeminini yeni/değişken toplumsal kesimler ve duyarlılıkları üzerine kuran bu sosyalist partiler de kaçınılmaz şekilde işçi sınıfının tarihsel, sınıfsal, güncel politik gerçeklerini kolaylıkla es geçebilmekte. Türkiye sınıf mücadelesinde özellikle son 20 yıldır, giderek artan ölçüde bu durum daha da ağırlık kazandı. Gelinen noktada mevcut sosyalist partilerin büyük çoğunluğu için siyasi mevcudiyetlerini hangi sınıfsal/toplumsal kesimlerin üzerine kuracağı sorusu çözülemedi! Lâfzî düzeyde bu sosyalist partilerin bir kısmı işçi sınıfından, hatta onun en yoksul kesimlerinin içinde örgütlenmekten ve temsilinden bahsetse de böyle olmadığı ortada. Kapitalizm tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşadığımız son bir yıl içinde, sınıf hareketi adına gerçekleştirilebilinen en büyük eylemlerin yaklaşık 90 bin kişinin katıldığı 29 Kasım Ankara ve 50 bin kişinin katıldığı 15 Şubat Kadıköy mitingleri olması bu gerçeğin bir sonucu. Sınırlı sayıda da olsa –popülerleşmediği sürece- sürmekte olan grev, direniş ve mücadelelere bu sosyalist partilerin katılım ve desteğinin azlığı da yine bu durumun göstergelerinden biri. Sosyalist solun hatırı sayılır bir kısmı işçi sınıfına yönelmiyorsa nereye yöneliyor? Sosyalist sol açısından Türkiye’de işçi sınıfı bir yana bırakıldığında özellikle son dönemde daha da belirgin hale gelen belirli bir toplumsal duyarlılığa ve kümelenmeye sahip 3 temel grup var: Kürtler, Aleviler (Kürt/Türk) ve kentli laikler... Kürtler: Uzun bir süre Türkiye solunun çeşitli akımları içinde yer aldıktan sonra büyük oranda kendi siyasi projelerine bağlandılar. Türkiye’de DTP ve PKK dışında Kürtleri kitlesel olarak bünyesinde barındırıp temsil edebilecek bir sol siyasi parti bulunmuyor. Kürtleri DTP ve PKK çizgisi dışında dönemsel açıdan kitlesel olarak temsil edebilen tek parti AKP hükümeti. Dolayısıyla herhangi bir Türkiye sosyalist partisinin Kürtleri kitlesel düzeyde siyasi olarak temsil olanağı bu aşamada yok. Aleviler: Cumhuriyet tarihi boyunca kitlesel olarak CHP ve türevi partilerin çizgisini izlediler. Belirli dönemlerde çeşitli sosyalist partilere oy verseler de daima sosyal demokrat olarak anılan partilerin tabanını oluşturup Kemalist bir politik tutumu Kış | 2009/2010 -
73
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası benimsediler. Diğer bir ifadeyle -1400’lü yıllardan başlayarak Osmanlıdan bu yana birçok dönem doğrudan mağduru olsalar da- devletçi oldular. AKP hükümetinin 3 Kasım 2002’de tek başına hükümet olmasıyla birlikte ciddi bir şeriat/gericilik algısı Alevi kitlelerde egemen olmaya başladı. Süreç içinde bu algı gerçek bir korkuya dönüştü ve devlet (özellikle Kemalist devlet) vurgusu daha da ağırlık kazandı. Bu korku ve duyarlılıklar özellikle Türk Alevileri CHP çatısı altında daha da güçlü şekilde bir araya getirdi. Diğer yandan kültürel haklar ve kimlik politikaları alanındaki gelişmeler Alevilerin taleplerinin kamuoyuna daha da güçlü şekilde taşınmasına olanak verdi. AKP hükümetinin de bu talepleri kendi siyasi şemsiyesi altında toplama girişimleri CHP’nin bu alandaki tekelini kıramasa da güçlü şekilde sarstı. CHP’nin Alevileri temsiline dair şüphe ve eleştiriler daha da yaygınlık kazandı. AKP hükümetinin “Alevi Açılımı”nın sağladığı meşruiyetin de verdiği özgüvenle önce Kasım 2008’de Ankara’da 150 bin, sonra Kasım 2009’da İstanbul’da 200 bin Alevi alanları doldurdu. Kuşkusuz AKP’nin Alevilerin (özellikle de Türk Alevilerin) kitlesel desteğini alması en azından mevcut koşullarda olanaklı değil. Diğer yandan CHP giderek artan ölçüde Alevilerin temsilcisi rolünü yitiriyor. Bu nedenle şimdi sosyalist sol partiler yeniden bu alana yönelmiş durumdalar. Kentli laikler: Kürtler ve Aleviler dışında üçüncü bir küme ise kentli laik kitleler. Aleviler gibi kentli laikler de AKP’nin hükümet olmasıyla giderek artan ölçüde politize oldular. Büyük oranda CHP’de toplandılar. Baykallı CHP’ye ciddi eleştirileri olsa da AKP faktörü nedeniyle bu seçeneği şimdilik bırakacak durumda değiller. Özellikle Cumhuriyet Mitingleri gövde gösterileri oldu. Kentli laikler içinde çeşitli sosyalist sol partilere oy verecek insanlar bulunmakta. Lakin bu insanlar da AKP karşısında güçlü bir kutup yaratmak gerektiği inancı nedeniyle eleştirel de olsa oylarını CHP’ye vermekte. Dolayısıyla işçi sınıfından umudunu kesmiş sosyalist sol partilerin Kürtler ve kentli laikler içinde (TKP politikaları doğrudan kentli laiklerin duyarlıklarına karşılık geldiğinden onu hariç tutarak) örgütlenme zemini olmadığı için geriye Aleviler kalıyor. Tabii ki bu yeni duruma göz kırpan sosyalist sol partiler politikalarını şimdi onların duyarlılıklarına göre yeniden şekillendirecek. Muhtemelen bu duyarlılıkların en güçlü şekilde karşılık bulacağı alan gençlik olacağı için sosyalist sol partiler mücadele ve örgütlenmelerini de öncelikle bu sektörler üzerine kuracaklar. Yeni/Değişken Duyarlılıklarda Bir Başka Adres: Çatı Partisi Bu çerçevede dönem dönem gündeme gelen bir diğer konu çatı partisi girişimi. Çatı partisi girişimi temel olarak tek başına bir kutup oluşturma gücünden uzak olan sosyalistlerin, sol liberallerin, demokratların büyük ölçüde DTP önderliğinde Kürt dinamizmine yaslanarak bu engeli aşma girişimi. İttifakın ana eksenini yine yeni/ değişken toplumsal duyarlılıklar oluşturmakta, proletarya ise söz konusu cephenin merkezi gücü olmadığı gibi sadece silik renklerinden biri durumunda. Özellikle seçim dönemlerinde gündeme gelen bu tür ittifakları kalıcı cephelere dönüştürmek isteyen eğilimler de bulunmakta. İster geçici ister kalıcı nitelikte olsun belli olan tek şey burada işçi sınıfı politikasının olmadığı! Mücadelenin içinde işçiler olsa da olmasa da mücadelenin konusu emek değil yeni/değişken toplumsal duyarlılıklar. İşçi sınıfının ve onun önderliğinde emekçi yoksul halkların kurtuluşu için eksenini Leninizm, proletarya diktatörlüğü ve proleter enternasyonalizmi olarak çizenlerle kendilerini yeni/değişken toplumsal duyarlılıklara göre tanımlayarak kapitalizmi insanileştirmeyi hedef edinenlerin doğal olarak ortak bir parti ve programda buluşma olanağı yok.
74
Sosyalist Düşünce Dergisi
Türkiye’de Krizin Etkileri, Sınıf Mücadelesi ve Devrimci Partinin İnşası İhtiyacımız Olan 1864’e Değil Leninizme Dönmek Eksenini yeni/değişken toplumsal duyarlılıklara göre çizmeyen, merkezinde işçi sınıfının yer aldığı, sınıf mücadelesi eksenini kategorik olarak kabul eden ama tarihsel açıdan bambaşka bir dönemde bulunduğumuzu söyleyen sosyalist partiler de var. Onlara göre günümüz koşulları program, örgütlenme ve mücadele açısından Leninizme ve bir Bolşevik Parti inşasına uygun değil. Bu perspektif sahipleri daha çok 145 yıl öncenin (1864, I. Enternasyonal) koşullarına benzer bir dönem içinde olduğumuz kanısındalar. Moreno, Ekim Devrimi ile Bolşevik Parti arasındaki ilişkiyi anlatırken şöyle diyor: Ekim Devrimi, bir çağın bitişi ile bir diğerinin başlangıcının bileşimidir. Ekim Devrimi’nin belirleyici etkeni olan Leninist parti, bir önceki çağın, dünya proletaryasının 50 yıllık yükselişinin ve zaferlerinin sonucudur. Bu çağ olmaksızın, Bolşevik Parti’nin ortaya çıkışını anlamak imkânsızdır.32 Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesine ön gelen 50 yılın üzerine 92 yıl daha eklendi. Dünya proletaryası I. Enternasyonal’den bu yana 145 yıllık muazzam bir sınıf mücadelesi deneyimine sahip durumda. Buna rağmen işçi sınıfından tamamen umudunu kesen ya da onun artık merkezi önemde olmadığını düşünen çok geniş bir sol kesim var. Birçoğu da koşulları gerekçe göstererek yeni Ekimler için yeni Bolşevik Partiler kurmanın bugün artık olanaksız olduğunu söylüyorlar. İşçi sınıfının devrimci partisinin inşası nesnel koşulların otomatik bir ürünü müdür? Moreno şöyle diyor: Tarihsel deneyim bir kez daha göstermiştir ki bir Bolşevik Parti’nin inşası, en tercih edilen nesnel koşullar dahi mevcut olsa asla nesnel koşulların otomatik bir ürünü olamaz.33 Berlin Duvarı’nın altında kalanın Leninizm olmadığı, proletaryanın da tarihe havale edilmediği ortada. Gerçeklik bunu göstermekte. Proletarya I. Enternasyonal’den bu yana 145 yıldır birçok yenilgi ve geri çekiliş yaşamasına rağmen en umutsuz görünen durumlarda dahi kararlılıkla ayağa kalkmasını bildi. Yeniden tarih sahnesinin en önüne çıkacağı günler de uzak değil... Yeter ki işçi sınıfının duvarcı ustaları koşullara teslim olmadan, umutsuzluğa kapılmadan sınıflarının partisini en güçlü fırtınalara dayanaklı olacak şekilde ısrarla inşaya devam etsinler...
Kasım 2009
32 Geçiş Programı’nın Güncellenmesi – Tez 4, Moreno. 33 Ibid. Kış | 2009/2010 -
75
Dosya
Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı
Murat Yakın
Geçtiğimiz yıl içinde yayımlanan “Arjantin solunun kurucuları” seçkisinde1 ele alınan Arjantin işçi hareketinin başlıca on önderi arasında, Nahuel Moreno’nun belirleyici bir yer tutması kuşkusuz son derece önemli. Söz konusu biyografik eserin yazarı kısa ve özlü cümlelerle, “ yorulmak bilmez bir mücadele insanı olarak” tanımlamakta Moreno’yu. Bu tanımlama nesnel bir gerçeğe işaret etmektedir. Moreno yalnızca dünyanın pek çok yerinde sayısız devrimci partinin inşasına katkıda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda sınıf mücadeleci bir temelde yüzlerce kadronun oluşturulmasında başı çekmiştir. Devrimci programın sınıf mücadelesinin çetrefilli sorunları karşısında sürekli güncellenerek sınanmasına yönelik çizginin ısrarlı bir savunucusu olarak, sayısız işçi mücadelesinin bizzat önderliğini üstlenmesi onu dönemi içinde özgün bir konumda ele almayı gerektirmektedir. Moreno, en elverişsiz koşullarda Leninist metodolojiyi sahiplenmekle kalmamış, aynı zamanda bu metodolojiyi sınıf mücadelesinin değişken ihtiyaçları bağlamında güncelleyip zenginleştirme gayretine girişmiştir. Zorlu Başlangıç Nahuel Moreno’nun işçi sınıfıyla teması, militanlığının ilk yıllarında gündeme gelecek ve politik metodolojisinin oluşmasında belirleyici ve organik bir faktöre dönüşecektir. Daha henüz Troçki’nin hayatta olduğu 1939 yılında Troçkizme kazanılır. Dönemin Arjantin Troçkizmi yalnızca marjinallikle malul değildir, aynı zamanda ileriki yıllarda Moreno’nun çarpıcı bir dille ifade edeceği gibi, “tam bir bayram yeridir”. Bu dönemde Troçkist olmak, 1 Colleccion fundadores de la izquierda Argentina, Buenos Aires. Capital intelectual, 2008 Dubkin, Claduia. Brienza, Hernan.
76
Sosyalist Düşünce Dergisi
Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı Buenos Aires’in çeşitli barlarında toplanan küçük burjuva entelektüellerinin bitip tükenmek bilmeyen toplantılarına katılmak ve değişik politik konular hakkında laflamaktan ibarettir. Tam da bu nedenle genç, meraklı ve mücadele azmiyle yüklü bir militan olarak Moreno’nun Troçkizme o sıralarda hareketin saflarında yer alan az sayıdaki işçi militanlardan biri tarafından -Faraldo adlı bir liman işçisi- kazanılmış olması öğretici bir örnektir. Bu liman işçisi 1941 yılında Moreno’yu Alpargatas adlı bir tekstil fabrikasının -dönemin ülke çapında en önemli tekstil fabrikalarından biri- işçileriyle temasa geçirecektir. Moreno, bu fabrikada ileriki yıllarda büyük bir güven ve işbirliği geliştireceği, Fidel Ortiz Saavedra adlı Bolivyalı bir işçi önderiyle tanışır. Fidel yarı okuryazar olmasına karşın üst düzey bir politik bilince sahiptir ve etkileyici bir hatiptir. Fidel, Moreno’ya bir süre sonra GOM’u (Grupo Obrero Marxista - Marksist İşçi Grubu) oluşturacağı genç ve mücadeleci bir işçi grubunu devrimci Troçkizme kazanmakta yardımcı olur. Faraldo, Alpargatas fabrikası işçileri, Fidel Ortiz Saavedra, ağaç işçilerinin aynı zamanda Troçki ile de bir araya gelmiş önderi Matteo Fossa ve GOM’un genç işçileriyle kurulan ilişkiler zamanla Nahuel Moreno’yu devrimci inşa kavrayışını tümüyle belirleyecek ve onu emsallerinden ayrıştıracak bir sonuca taşıyacaktır. “Troçkizmin işçi sınıfının dışında yaşaması olanaklı değildir.” Uzun Yürüyüş Nahuel Moreno’nun 1987 yılında ölümü üzerine, Dördüncü Enternasyonal saflarında tasfiyeci tutumlarına karşı sistematik bir mücadele geliştirdiği Ernest Mandel tarafından yayımlanan mesajdaki vurgular manidardır. Mandel, Moreno’nun II. Dünya Savaşı sonrasında, Troçkist hareket tümüyle yalıtılmış bir konumdayken ve son derece elverişsiz koşullar altında, Troçki’nin mücadelesinin sürekliliğini garanti altına alan bir avuç adanmış kadrodan biri olduğunu vurgulamaktadır.2 Troçki, IV. Enternasyonal’in (DE) inşasına girişirken, hareketin geniş yığınlar nezdindeki izole konumunun farkındaydı. Ama bu durumun kısa süre sonra değişeceğine inanıyordu. DE kurulmamış olsa Bolşevik metodolojiyi referans alan devrimci örgüt ve program anlayışının tüm izlerinin Stalinizm ve faşizm tarafından silineceğinin bilincindeydi. Troçki’ye göre, II. Dünya Savaşı, birinci dünya savaşının Bolşeviklerin önüne açtığı türden bir devrimci yükseliş dalgasını beraberinde getirecekti, dolayısıyla da DE’in bir kitle enternasyonaline dönüşmesinin koşulları olgunlaşmaktaydı. Troçki bir anlamda haklı çıktı, Savaşın sonunda faşizmin ezilmesi, daha önce görülmemiş türden bir devrimci sürecin önünü açmıştı. Ne var ki, bu yeni dalga umulduğu gibi DE’in değil, Ekim devriminin kazanımlarının ve faşizme karşı kazanılan zaferin prestijini kuşanan Stalinizmin güçlenmesini sağladı. Öte yandan Troçki’nin Stalinist bürokrasi tarafından katledilmesi, Bolşevizm deneyiminin bu yaşayan son büyük önderinin kaybı da öznel ve belirleyici faktöre dönüştü. Troçki’nin ölümüyle başlayan gerileme, Dört açısından niteliksel önemdeydi. O Dünya devriminin sevk ve idaresine ait yarım yüzyıllık bir tecrübenin kristalize olduğu bir kişiydi ve onun yokluğu Dördüncü Enternasyonal açısından, yarım yüzyıllık bir gerileme anlamına gelmekteydi... Ölümünün ardından Dört, başlangıç noktasına, neredeyse sıfır noktasına geri döndü. Görece zayıflığı, mutlak bir zayıflığa dönüştü. Aşırı derecede zayıf ama anıtsal bir önderliğe sahip bir
2 www.ernestmandel.org/en/works/txt/1987/moreno.htm. Kış | 2009/2010 -
77
Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı uluslararası örgütten, baştan ayağa, her düzeyde zayıf bir örgüte dönüştü.3 Troçkist hareket açısından bunun anlamı marjinalliğin birkaç on yıl boyunca sürmesiydi. Bu gerçeklik, içinde Moreno’nun da bulunduğu ikinci dünya savaşı sonrası Troçkist militan kuşağını kuşatan temel etmen olacaktı. Kitlelere... Marjinallik, II. Dünya Savaşı sonrası Troçkist hareketin çok sayıda sektörünü dejenarasyona taşır ve pratikte Troçki’nin vurguladığı gibi devrimci bir programdan hareketle, kitlelere ulaşma çizgisinden hızla uzaklaştırır. Nahuel Moreno’nun devrimci inşa anlayışını belirleyen ilk etmen bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Moreno, devrimci mücadeleye katıldığı ilk andan itibaren, söz konusu marjinalliğe uyum sağlamayı kesin olarak reddeder. Politik metodolojisine damga vuran temel hedef, devrimci inşayı temel olarak işçi sınıfı ve kitlelere taşıyacak yöntemleri bulmaktır; bir başka deyişle, Bolşevizmin başlıca temsilcileri olarak, Troçkistler ile kitleler arasındaki bağı kuracak taktikleri ve sloganları geliştirmek onun devrimci inşa yaklaşımının ilk adımıdır. Nahuel Moreno’yu çok faktörlü ve dinamik bir politik sürecin özgün bir ürünü olarak değerlendirmek gerekiyor. Siyasi mücadeleye adım attığı ortamda, işçi sınıfı ve halk hareketleri nezdinde Marksist geleneğin son derece sınırlı oluşu, uluslararası ölçekte DE’in bir politik referans olarak krizli görünümü, ulusal planda ise yeni bir olgu olarak yüzleşilen Peronizm gerçeği, savaş sonrası kitle hareketlerinin denetimini ele geçiren sosyal demokrat ve Stalinist önderliklere karşı son derece kısıtlı imkanlarla Troçkizmde cisimleşen Bolşevik anlayışa bir alan açma mücadelesi, Moreno’nun parti, program ve devrim anlayışlarını belirleyen özgün birer etmene dönüşmüşlerdir. Moreno’nun uluslararası Troçkist hareket içersinde, III. Enternasyonal’in ünlü çağrısına uyarak “kitlelere” giden yolu arayan yegâne önder olduğunu ileri sürmek adil bir yaklaşım olmaz. Moreno’yu emsallerinden ayrıştıran unsur, onun bu arayışı ısrarla devrimci Troçkist program çerçevesinde sürdüren ve zenginleştiren az sayıdaki önder arasında seçkin bir yeri olmasıdır. Devrimci Parti Moreno, 1947 yılında GOM’un inşasına giriştiği dönemde kaleme aldığı Parti adlı broşürden itibaren kendini şu soruların yanıtlarının geliştirilmesine hasretti: Kitlelerin verili bilinci ve eylemi ile iktidarın devrimci zaptı ve sosyalist toplumun inşası arasındaki köprü nasıl kurulabilir? Kitle hareketine müdahale ve devrimci partinin inşası hangi temel kriterlerin üzerinde yükselir? Bütün bunlar ne tip bir eylem programında somutlaştırılmalıdır? Bu sorulara yönelik olarak geliştirdiği yanıtların tümü, onun parti inşa çizgisinin ayırt edici yönünü oluşturan üç temel faktörde cisimleşmekteydi. İlkeler, taktikler ve strateji. Moreno’nun devrimci parti ve kitle örgütleri ilişkisine yönelik yaklaşımının temelini, işçi ve kitle hareketlerinin örgütsel biçimlerinde yaşanmakta olan sürekli değişim oluşturur. Bu değişim süreçleri yansımasını işçi sınıfındaki yapısal dönüşümlerde bulan geniş ölçekli tarihsel aşamaların ürünüdür. Marx’ın yaşadığı döneme dair, işçi sınıfının ancak tek bir partiye sahip olabileceği yönündeki yaklaşımı, Moreno’ya göre modern proletaryanın oluşmasına ve ortaya çıkışına değin bir süre daha geçerliliğini korumuştur. Daha o zamanda birçok burjuva partisinin bulunduğu geçen yüzyılda Marksistler proletaryanın içinde tek bir partinin varlığını kolaylaştıran güçlü bir eğilimin bulunduğunu savunmuşlardır, çünkü o dö3 Nahuel Moreno, LIT-CI Kuruluş Tezleri, Tez 10, bkz.: http://www.archivoleontrotsky. org/phl/www/arquivo/mveocr/mve-10fl.pdf.
78
Sosyalist Düşünce Dergisi
Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı nemde işçi sınıfı sömürücü sınıftan çok daha homojendir. Ne var ki, İçinde bulunduğumuz yüzyılda ve özellikle de emperyalizmin ortaya çıkışıyla birlikte durum çok daha karmaşık bir görünüm kazanmıştır. Moreno’ya göre, gelişkin kapitalist ülkelerde oluşan işçi aristokrasisi, modern orta sınıfların doğuşu, burjuvazinin arasında olduğu gibi işçi sınıfının içinde de, sınıfın değişik kesimlerini temsil eden değişik işçi partilerinin varlığı gibi etmenlerden ötürü, işçi sınıfının tek bir partide birliği mümkün görünmemektedir. Bu çerçevede klasik Leninist-Troçkist çizgiyi savunur. Tek bir partide birlik mümkün değil. Bugün değil. Bu, iktidarı aldıktan sonra, tüm işçi sınıfı aynı yaşam düzeyine ulaştıktan sonra mümkün olabilir. Tarihin bir aşamasında böyle bir birliğin var olduğu, ama emperyalizmin ve geri ülkelerde proletaryanın gelişmesinin Marx’ın varsayımını günümüz için geçersiz kıldığını ve dünya kapitalizminin gelişmesiyle birlikte yeni yasaların işlemeye başladığını söylememin nedeni bu.4 Moreno, Troçkizmin sınıf mücadelesinde temsilini üstlendiği temel kesimleri ise şöyle tarif eder; ...Ben Troçkizmin politik olarak proletaryanın en fazla sömürülen kesimini temsil ettiğine inanıyorum, ama Troçkizm her zaman bütün işçilerin, en geri kesimlerinden en aristokrat kesimlerine kadar tüm işçi sınıfının seferberliği için çaba gösterir. Bu nedenden ötürüdür ki Troçkizmin, işçi sınıfının şu ya da bu kesiminin değil, bir bütün olarak tüm sınıfın tarihsel çıkarlarını temsil ettiğini söyleriz.5 Emekçi sınıfların bilinçli eylemleriyle dünyayı dönüştürmesinin ön koşulu, sınıf mücadelesinin çeşitli sektörlerinin, proletarya önderliği altında birleştirilerek iktidarın zaptı hedefine yönlendirilmesinden geçecektir. II. Dünya Savaşı sonrasında karşıdevrimci önderliklerin dünya düzeyindeki geniş devrimci seferberlikleri imha etme yönündeki etkisi göz önünde bulundurulduğunda Moreno, sınıfın bu mücadeleyi ancak önderlikleri sayesinde nihai hedefe dek taşıyabileceğini vurgulamaktadır. 1917 Ekim devriminin istisnai karakteri düşünüldüğünde sınıf, parti ve önderlik arasındaki diyalektik bağın doğru bir biçimde kurgulanması bu yüzden mücadele sürecinin en önemli halkasını teşkil etmektedir. Son tahlilde bu stratejik amaca, ancak sınıfın örgütlü öncüsü ve hafızası olma işlevini üstlenebilen devrimci bir parti önderlik edebilir. İşçi sınıfının gündelik mücadelelerinin sonuçlarının silinip gitmemesi, bu mücadelelerin birleştirilmesi, öncü işçilerin örgütlenmesi, yükseliş dönemlerinde sınıfın burjuvaziden bağımsızlaşmasının koşullarının yaratılması ve kitle seferberlik organlarının ve özörgütlenmelerinin oluşturulması aşamalarında, devrimci partinin belirleyici bir önemi vardır. Bu çerçeveden hareketle Örgütlenme Sorunları adlı eserinde Moreno, devrimci partinin bir dizi temel özelliğini şöyle resmeder: a- Sınıf mücadelesinin tüm koşullarına uyum gösterebilmeye ve gerektiğinde politik ve örgütsel sürekliliği garanti altına alabilmek için yasal konumdan gizliliğe geçmeye uygun, kitle hareketinin tüm güçlerini ayaklanma yoluyla iktidarın zaptı hedefine yönlendirebilecek, Lenin’in merkezi ve disiplinli olarak tarif ettiği bir yapıdır. b- Bu yapı kendisini sosyalist olarak tanımlayan tüm akım ve programları saflarına kabul etmez. Aksine, reformistlerle devrimciler arasında kesin ve aşılmaz bir hat çizer. Devrimci parti kendini reformist akımlardan ayrıştırmalıdır. 4 Conversaciones con Moreno, Ediciones Antidoto, Buenos Aires,1986, s, 36. 5 Ibid., s.39. Kış | 2009/2010 -
79
Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı c- Partinin merkezi faaliyeti seçimler değil, sınıf mücadelesine müdahale ve sınıf seferberlikleri içinde devrimci partinin adım adım inşa edilmesidir. Partinin günlük ödevi, işçi sınıfının ve sömürülenlerin günlük mücadelesine müdahale ve eşlik etmek, bu mücadelelerin partide merkezileşmesini sağlamaktır. Büyük küçük ayrımı yapmaksızın, anlık patlamalar da dahil parti, bu mücadelelerde işçilerin yanında olmaya, onlara önderlik etmeye ve örgütlemeye çalışmalıdır.6 Troçkistlerin temel görevi, bütün kitle mücadeleleri içinde yer almak ve onların önderliklerini ele geçirmek için çaba harcamak, bunun için gerekli sloganları bulmak ve yükseltmektir. Bu, kitlelerin her günkü pratiği içinde yaşanan amansız ve sürekli bir mücadeleyi, sabırla çalışmayı gerektirir. Bu çalışma, bir yandan kitle içinde öte yandan da üstyapılar arasında eşzamanlı olarak sürdürülmelidir. Nahuel Moreno açısından, devrimci partinin inşası süreci ulusal ve uluslararası sınıf mücadelesinin dinamiklerince belirlenecek, çok faktörlü ve diyalektik bir evrim izler. Zira, Troçkizmin programı temelde seferberlik halindeki işçi hareketinin programıdır. Eğer işçi seferberliği yoksa Troçkizm de kökleşemez. Bana göre inşa süreci, doğası gereği doğrusal bir çizgi izlemez. Parti inşasında bazı aşamalar vardır. Bunlardan biri teori aşamasıdır, programı geliştirme ve gerçekliği çözümleme aşamasıdır. Bu çok karmaşık bir süreçtir, çünkü bir dünya tahlili ve bir dünya örgütü olmadan doğru ulusal tahliller yapılamaz. Aynı şekilde, bir işçi hareketine yerleşme aşaması vardır. Bu ikisinin arasında da bazı başka evreler bulunabilir. Örneğin bir dönem için parti sol kesimleri Troçkist pozisyonlara kazanabilmek için öğrenci hareketi içindeki çalışmasına ağırlık verebilir. Ama kısa vadede, iki, üç, dört sene içinde, hedef proletaryaya yönelmektir. Çok sayıda işçi militanı olmayan bir Troçkist örgüt, son derece yetkin ve yetenekli yoldaşlardan oluşuyor olsa bile, sürekli bir krizin içine sürüklenir. Çok parlak, ama genç ve işçi mücadelesi içinde deneyim kazanmamış yoldaşlardan oluşan bazı partilerimizde durum böyledir.7 Demokratik Merkeziyetçi İşleyiş Moreno’nun 40 yıllık mücadele deneyimi boyunca yalnızca Arjantin ve Latin Amerika düzeyindeki inşa deneyimleri çerçevesinde değil ama aynı zamanda DE saflarındaki sapmalara karşı titizlikle yürüttüğü mücadelenin ana eksenlerinden biri de, partinin demokratik merkeziyetçi işleyişine yaklaşım sorunudur. Moreno’nun yaklaşımında, demokratik merkeziyetçilik, bir iç işleyiş modeli olmanın yanı sıra, bir savaş örgütü olarak partinin yürütme gücüyle silahlandırılmış bir önderliğe ve iç disipline sahip olması anlamını taşır. Ona göre sıkı ve merkezi bir disiplin ihtiyacı, sınıf mücadelesinin kendine özgü koşulları tarafından dayatılmış iki nesnel zorunluluktan kaynaklanmaktadır: Birincisi, partimizin en önemli görevi, iktidar ele geçirilene ve daha sonra sosyalizm inşa edilene değin önderliğine aday olarak kitle mücadelesine yol göstermek ve sürekli bir temelde kendisini inşa etmektir. Bu ölümcül mücadeleyi ancak bir ordu gibi çelik bir örgütlenmeyle başarıyla sürdürebiliriz... İkinci neden, işçi hareketinin içinde karşıdevrimci partilerin ve bürokratik aygıtların bulunuyor olmasıdır; bunlar bizim için düşman cephesindedir. Demokrasi adına dağınıklık, düzensizlik içinde, düşman örgütlere karşı koyamayacağımızı anlatmaya çalışıyoruz.8 6 Moreno, Nahuel, Problemas de Organizacion, Cuadernos de Solidaridad, Buenas, Aires 1984. s. 14. 7 Conversaciones con Moreno, Ediciones Antidoto, Buenos Aires, 1986, s,48. 8 Nahuel Moreno, Parti ve Devrim, Atölye Yayınları, Ankara 2002, s. 107.
80
Sosyalist Düşünce Dergisi
Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı Devrimci parti açısından işleyişte bir iç demokrasinin tesisi ihtiyacı, öncelikle parti ile kitle hareketi arasındaki nesnel ve diyalektik ilişkiden kaynaklanmaktadır. Politik çizgisini kolektif olarak belirginleştirebilmesi için parti demokrasiye ihtiyaç duyar. Moreno’ya göre, politik çizginin netleştirilmesi birkaç zeki ya da iyi eğitimli bireyin eseri değil, partiyi oluşturan ve kitle hareketinin farklı sektörlerinin temsilcisi durumundaki tüm militanların görüşlerinin bir ürünü olmalıdır. Ama bir kez belirlendiğinde, bu politik çizgi, parti gruplarının her birinin, bireylerin ve bir bütün olarak partinin militan etkinliği aracılığıyla gerçeklikle yüzleştirilir. Oylanarak kabul edilen politik çizginin doğru ve yanlış yönlerini açığa çıkaran yegâne etmen bu etkinlik ve hataların düzeltilmesini olanaklı kılan da bu etkinliğin sonucunda elde edilen değerlendirmelerin demokratik tartışılmasıdır.9 Bir mücadele örgütü olarak devrimci partinin merkezi ve disiplinli yönünü vurgulayan Moreno, işleyiş açısından demokratik ve merkezi olan arasındaki diyalektik ilişkiyi öne çıkartırken, Stalinizmin parti kavrayışında geliştirdiği derin tahribata karşı, Leninist deneyimin bütüncül karakterini ortaya koymaya çalışmaktadır. Parti yaşamının belirgin bir aşamasında bu iki kutbun hangi oranlarda bulunacağını saptamak için hazır reçeteler yoktur. Parti önderliği açısından merkeziyetçi yönün ağırlık kazanması sürekli bir inşa sürecinde olan partinin nesnel pozisyonuyla doğrudan ilişkilidir. Bu dengenin belirlenmesinde, Temel unsurlardan biri de, parti önderliğinin militanlar karşısında kazanmış olduğu politik prestijdir. Şematik olarak söyleyecek olursak, önderliğin politik prestiji ne denli yüksekse merkeziyetçilik o denli güçlü olur... Bunun tersine, politik başarısızlık güvensizlik yaratır ve bu da hoşumuza gitsin gitmesin, disiplin ve merkeziyetçilik üzerinde olumsuz etki yaratır. Son tahlilde, demokratik merkeziyetçilik formülü yalnızca bir moral örgütsel ifade değil, bir politikmoral-örgütsel ifadedir.10 Parti, Kitle Hareketi ve Öncü İlişkisi II. Dünya Savaşının ardından Dördüncü Enternasyonal içinde doğan pek çok yol ayrımı, partinin temel çalışması olan ajitasyonun nasıl ve hangi kesimlere yönelik olarak sürdürüleceği konusunda cisimleşmiştir. Dördüncü Enternasyonal içinde yaşanan yol ayrımının temel tartışması, Moreno ile Ernest Mandel arasında benzer bir konuda yoğunlaşmış; politik çalışmanın ekseninin “öncü içinde ve onun gereksinimleri doğrultusunda” oluşturan Mandel’e (DE Birleşik Sekreterlik sözcüsü) karşı Moreno, sürekli olarak “kitle içinde ve kitle hareketinin gereksinimlerinden yola çıkan politik çalışma” anlayışını savunmuştur. Uzun yıllara yayılan bu tartışma bir ölçüde Lenin’in ekonomistlere ve kendiliğindencilere karşı yürüttüğü tartışmayla paralellik taşır. Lenin’in mücadelesi, ajitasyonun içeriğine yönelik sınırlamalardan hareketle başlamış; “teorisyenler, propagandacılar, ajitatörler ve örgütçüler olarak nüfusun bütün kesimleri arasına girilmesi gerekliliği” Lenin tarafından sürekli vurgulanmıştır. Öncüyü Troçkist politikalara kazanmak, devrimci partinin inşa stratejisi ve programı doğrultusunda, her bir döneme uygun olarak belirlenmiş sloganların kitle hareketi içindeki ajitasyonuna kazanmak anlamına gelir. Troçkistler, öncü kesimlere, kitle seferberlikleri esnasında, Stalinist, gerillacı, 9 Ibid., s.107. 10 Ibid., s.109. Kış | 2009/2010 -
81
Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı reformist, vb. diğer partilerin sloganlarının yanlışlığını, onların kitle hareketinden kopmamaları gerektiğini ve bir partide örgütlenmeleri gerektiğini bıkmaksızın anlatırlar. Bununla da yetinmezler ve “öncü”yü, partiyi birlikte inşa etmeye, programı kabul etmeye de çağırırlar. Yapı-üstyapı ve kitle-öncü arasındaki diyalektik ilişkiden hareketle, devrimci faaliyetin ve ajitasyonun ile propagandanın yerini net biçimde belirleyen Troçkizmin kendisini bu biçimde konumlandırışı, örgütsel çalışmalara da damgasını vurur. Ajitasyon çalışmasının, toplumun bütün kesimleri içinde ısrarla sürdürülmesi iradesi, Troçkist partinin inşa ve gelişim sürecinde yaşamsal önem taşır. Bu, farklı sınıf ve sektörler içinde sürdürülen çalışmanın (ajitasyon) örgütlenmesi öncelikli görevine dayanır. Böylesi kapsamlı bir ajitasyon çalışması örgütlenmenin biçimini de belirler. Tam da bu anlayıştan ötürü Moreno’nun parti kavrayışında, sınıf hareketine nüfuz etmiş olmanın ve militanların tutumunun hayati bir önem kazandığı görülecektir. ...işçi hareketi içinde bir taktik hatası felakete yol açabilir, her şey yitirilebilir. Oradaki militan ciddi, sorumlu olmalı, sınıf mücadelesi manevralarını iyi bilmelidir. Bunun bir savaş olduğunun farkında olmalıdır. Bunu gerçeklikte görmelidir, kitaplarda değil. Bu nedenden ötürüdür ki devrimci önderler, işçi sınıfı yaşamının ve onun mücadelelerinin dışında hiçbir yerde yetişemez.11 Bir yandan ajitasyon çalışmasını sürdürecek militanların sayısını ve niteliğini geliştirme gereği, diğer yandan da öncü sektörlerin Troçkist politikalara kazanılması amacı düzenli bir propaganda çalışmasının varlığını dayatır. Söz konusu çalışmayı sürdürecek militanların yetiştirilmesi ve bunların kitlelere yönelik ajitasyona tabi kılınması, vb. çalışmaların üzerinde yükseldiği anlayışlar ve hedefler, partinin örgütsel karakterini belirler. Devrimci parti, sınıf içinde ve kitle hareketi üzerinde hegemonyasını oluşturmak zorundadır. Bu, onlarla birlikte çalışmak sayesinde, onlar için oluşturulan politikaların onlara mal edilmesiyle başarılabilir. Bürokrasi, yalnızca bu yolla bozguna uğratılabilir ve yalnızca bu yolla parti kapitalizme karşı mücadele içinde işçi sınıfının öncüsü, devrimci partisi olma hakkını tarihsel olarak kazanır. Son olarak Moreno’nun devrimci partinin inşasında hayati bir önem atfettiği enternasyonal karakteri vurgulayalım. Proletaryanın önderlik krizinin üstesinden gelebilmekte en önemli görev, her ülkede kitle desteğine sahip devrimci Marksist partiler inşa ederken, bir yandan da sosyalist devrimin dünya partisini, yani IV. Enternasyonal’i inşa etmektir. Bu partiler, ancak kitle mücadeleleri içinde tüm bürokratik ve küçük burjuva milliyetçi önderliklere karşı amansız bir savaş vererek inşa edilebilir. Bu önderlikler, Geçiş Programı’nda öngörüldüğü gibi, bazı istisnai durumlarda tabanın baskısıyla burjuvaziden koparak ileri ya da devrimci mücadelelere doğru kaysalar ve hatta bir işçi-köylü hükümeti kurma noktasına gelseler bile, onlara karşı bu mücadele kesintisiz sürdürülmelidir. Profesyonel Kadrolar Leninist parti modelinin tutkulu bir izleyicisi olarak Moreno, devrimci partinin amatörlerin, devrimciliği bir boş vakit hobisi olarak değerlendirenlerin üzerinde değil, ancak hayatının merkezine proleter devrimini yerleştirenlerin, devrimciliği bir yaşam biçimi olarak gören ve kelimenin bu anlamıyla profesyonel devrimci olan militanların üzerinde yükselebileceğini vurgular. Ama özellikle 1970’li yıllarda DE saflarında iyiden iyiye kristalize olmaya başlayan sapmalara karşı yürüttüğü polemiklerde sorunun can alıcı bir başka yönü su yüzüne çıkmaya başlar. Moreno neredeyse saplantılı bir şekilde 11 Conversaciones con Moreno, Ediciones Antidoto, Buenos Aires,1986, s.48.
82
Sosyalist Düşünce Dergisi
Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı profesyonel kadrolar sorununa eğilmektedir. Marksizm materyalisttir. Lenin de öyleydi. Lenin’e göre ileri işçinin parçalı bilincinin üstesinden gelebilmesi, zihinsel değil maddi bir süreçtir; bunu tüm yanlarıyla –gerek kuramsal, gerek eylemsel açılardan- başarabilmesi için profesyonel devrimci olarak serbest zamana gereksinimi vardır. Amaç, onun işçi olarak maruz kaldığı zor ve iğrenç baskılara yeni bir çetin ve ağır yükümlülük eklemek değildir. Amaç, ileri işçiye boş zaman sağlayarak gerçek yaşamda parçalı bir işçi olmaktan kurtulup kendisini devrimci etkinliğe adayabilmesini olanaklı kılabilmektir.12 İşçi sınıfının mücadele partisi, toplumun tüm ezilen kesimlerinin en ileri unsurlarını saflarına toplayacak olsa da esas olarak işçi sınıfının en ezilen ve mücadeleci kesimlerinin üzerinde yükselmeliydi. Günümüz koşullarında 8 saatlik işgünün bir yalandan ibaret olduğu aşikârdır. 12-14 saatlik mesailer bir gerçeklik halini almıştır. Esnek ve güvencesiz çalışma koşullarının yaygınlığı, kriz koşullarının kadın ve erkek emekçilerin çalışma koşullarına getirdiği eşitsizlikler, göçmen işçiler gerçekliği vb. göz önünde bulundurulduğunda profesyonel işçi kadrolar yaratma ihtiyacının devrimci partinin inşasında yaşamsal önemini koruduğu anlaşılacaktır. Moreno bu yaklaşımıyla temelde Lenin’in “azıcık yeteneği olan, bir şeyler vadeden bir işçi ajitatörün fabrikada 11 saat çalışmasına izin verilmemelidir” sözlerini referans almaktadır. Çünkü devrimci faaliyet kısmi değil, bütünsel bir dikkat ve eğitim gerektirir. Tam anlamıyla yetişmiş bir devrimci, partinin, bir bölgenin ya da alanın önderliğindeki bir kadro, sınıf mücadelesinin herhangi bir durumunda ortaya çıkan politik sorunları kendi araçlarıyla çözebilmelidir. Durumu tahlil etmeyi, buna karşılık gelen sloganları formüle etmeyi, uygun örgütlenme biçimlerini ileri sürmeyi, partinin güçlerini kendi alanında ya da cephesinde dağıtmayı, faaliyet yürütülecek temel sektörleri belirlemeyi, öncü içindeki propagandayı özel durumlara uyarlamayı, temel Marksist eğitim vermeyi ve parti içine giren yeni kesimleri uygun biçimde örgütlemeyi bilmesi gerekir.13 Dolayısıyla Moreno açısından profesyonellik sorunu ikili bir karakter taşımaktadır. Militanların kendilerini parçalı değil, bütüncül olarak devrim davasına vakfetmeleri ölçüsündeki profesyonellik ile, Leninist kavrayışın bir gereği olarak, artan oranda mücadeleci öncü işçinin profesyonelleştirilerek devrimci etkinlikte belirleyici roller üstlenebilmesini öngören parti profesyonelleri kavramları birbirine karıştırılmaması gereken, ama aynı zamanda devrimci parti kuramının bir gereği olarak birbirlerini tamamlayan birer olguyu oluştururlar. İkinci düzeydeki profesyonellik olgusunun partiyi Stalinizmin yol açtığı türden bir bürokratik deformasyona taşımasına izin verilemez. Moreno bu tehdide karşı gerek ulusal devrimci partiler gerekse enternasyonal düzeyde profesyonel kadroların somut görevler ve net takvimlerle sınırlandırılmış bir deneyim yaşamalarını savunur. Önerisi kadroların sürekli profesyonel olarak istihdam edilmelerini engellemek, belirli bir dönem profesyonel çalışma yürüten militanların edindikleri deneyimle birlikte, yeniden sınıf mücadelesinin gerçekliğine dönmelerini sağlayarak, yerlerine yeni öncü işçilerin profesyonelleştirilmesidir. Eleştirel Bir Teorisyen Olarak Moreno Nahuel Moreno 40 yıla yayılan mücadele hayatının ürünü olarak, geride birçok devrimci işçi partisi, uluslararası bir politik eğilim ve zengin bir külliyat bıraktı. Söz ko12 Nahuel Moreno, Parti ve Devrim, Atölye Yayınları Ankara 2002, s.104. 13 Ibid., s. 106. Kış | 2009/2010 -
83
Nahuel Moreno ve Leninist Parti Kavrayışı nusu külliyat, Marksist mantık ve modern bilimler ilişkisinden, devrimci Marksizmin yüzleştiği ciddi tarihsel, politik ve teorik sorunların derinlikli analizine dek geniş bir düzlemi kapsar. Arjantin tarımının durumu, Latin Amerika’nın İspanyollar ve Portekizliler tarafından sömürgeleştirilmesi üzerine tezler, Marksist mantık ve modern bilimler, proletaryanın devrimci diktatörlüğü, parti ve devrim türünden kapsamlı eserleri bir yana, 70’li yılların ilk yarısından itibaren metodolojisini farklı bir yöntemle dile getirmeye başladığına tanık oluruz Moreno’nun: Kadro okulu notları, tezler ve söyleşiler. Bu yöntemin, bilinçli bir şekilde tercih edildiğine şüphe yoktur. Moreno böylesi bir yöntemle devrimci Marksizmin yüzleştiği karmaşık ve güncel sorunların, işçi militanlar ve devrimci parti inşasının sorumluluklarını üstlenen kadrolarca daha berrak ve anlaşılır bir şekilde kavranmasını hedeflemiştir. Nahuel Moreno’nun, zengin teorik çalışma ve katkılarının yanı sıra bir başka özelliğini de vurgulamak gerekiyor; o da yeniyi ve değişmekte olanı incelemeye dair tutkusudur. Bu tutku, onu devrimci Troçkist metot doğrultusunda en uygun sonuçlara ulaşmak ve müdahale etmek için mevcut gerçekliği sistematik olarak analiz etmeye iten bir etmene dönüşür. Moreno, uluslararası Troçkist hareket içinde yalnızca bir işçi önderi, parlak bir enternasyonal kadro olarak sivrilmez, aynı zamanda, eleştirel bir teorisyen olarak ayrıcalıklı ve saygın bir konuma sahiptir. Entrizm taktiklerine ilişkin değerlendirmelerinden, devrim dönemleştirmelerine, Şubat devrimi kategorilerinden, devrimcilerin birleşik cephesi taktiklerine dek yürüttüğü polemikler, Troçkizmin esasını oluşturan İlkeler, Taktikler ve Stratejiler bütününü referans alan ve tıpkı Lenin gibi devrimci partinin ve Enternasyonalin inşasında politik fırsatlardan yararlanma hedefine odaklanmış cesur, zengin ve güncel çalışmalardır. Genel olarak söylenecek olursa, Troçkist olmak sosyalizmin, Marksizmin ilkelerini savunmak demektir. Gerçekten Marksist olmanın ne anlama geldiğinden başlayalım. Mao ya da Stalin’e yapılmış olduğu gibi bir kült yaratmak durumunda olamayız. Troçkist olmak, Troçki’nin her yazdığını ya da her söylediğini aynen kabul etmek değil, tıpkı Marx, Engels ve Lenin gibi onu da eleştirmek ve aşmak anlamına gelir. Çünkü Marksizmin amacı bilimsel olmaktır ve bilim bize mutlak gerçeklerin bulunmadığını öğretir.14
Aralık 2009
14 Nahuel Moreno, Ser Trotskista hoy, http://www.nahuelmoreno.org/pdf/sertrot.pdf.
84
Sosyalist Düşünce Dergisi
Dosya
Sınıf, Parti ve Önderlik
Lev Troçki
Bu yazı Troçki öldürüldüğü gün masasının üzerinde bulunan tamamlanmamış iki makaleden biridir. Türkçeye Nail Satlıgan tarafından, Troçki’nin İspanya devrimi üzerine yazılarının derlendiği The Spanish Revolution (1931-39), Pathfinder Press, NewYork, başlıklı kitaptaki metinden çevrilmiştir.
İşçi sınıfı hareketinin ne ölçüde geriye itilmiş olduğu, yalnız kitle örgütlerinin değil, ideolojik gruplaşmaların ve bir sürü grubun giriştiği türden sorgulamaların duru-1 mundan da çıkarılabilir. Paris’te yayımlanan Qué faire diye bir dergi var. Bu dergi, her nedense kendini Marksist sayıyor; ama gerçekte sol burjuva aydınlarının ve aydınların bütün kusurlarını özümsemiş olan yalıtılmış işçilerin ampirizminin çerçevesi içerisinde kalıyor tümüyle. Bilimsel bir temelden yoksun, programı ve herhangi bir geleneği olmayan bütün gruplar gibi bu küçük dergi de, POUM’un2 eteklerine yapışmaya çalıştı: kit1 Qué faire? (Ne Yapmalı): Fransız Komünist Partisi’nin (PCF) Merkez Komite üyesi Andre Ferrat’nın yönetimindeki muhalif bir grup tarafından, 1934’ten itibaren yayımlanan ve esas olarak PCF üyelerine seslenen bir dergi. Andre Ferrat 1936 yılı Temmuz ayında Halk Cephesi politikasına muhalefetini belirttiği İçin PCF’den ihraç edildi. 2 POUM: (Partido Obrero de Unificacion Maricista - Birleşik Marksist İşçi Partisi): İspanya’daki Troçkist örgüt ICE (Izquierda Comunista Espanol - İspanyol Komünist Solu) 15 Eylül 1934’te toplanan konferansında Troçki’nin önerdiği taktiklere karşı çıktı ve daha sonra da Joquin Maurin’in önderliğindeki BOC (Bloc Obrer i Cumperol - İşçi Köylü Bloku) ile birleşerek 29 eylül 1935’te POUM’un kurulmasını sağladı. 1922’den itibaren İspanyol Komünist Partisi’nin (PCE) bir üyesi olan Maurin BOC’u kurmadan hemen önce (1931) Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun Troçki’yi açıkça suçlaması önerisini geri çevirdiği için Kış | 2009/2010 -
85
Sınıf, Parti ve Önderlik lelere ve zafere giden en kestirme yol buradan geçer görünüyordu. Oysa İspanyol devrimiyle kurduğu bu bağlar, önce hiç umulmadık bir sonuç doğurdu; dergi ilerlemedi, tersine geriye gitti. Aslında bu, eşyanın tabiatına bütünüyle uygundur. Küçük burjuva tutuculuğu ile proletarya devriminin gerekleri arasındaki çelişkiler son derecede gelişmiş bulunuyor. POUM’un politikalarının savunucu ve yorumlayıcılarının gerek siyasal, gerekse teorik alanlarda kendilerini iyice gerilemiş bulmaları kadar doğal bir şey olamaz. Qué faire dergisinin kendi başına hiç mi hiç önemi yoktur. İlginçliği belirtisi olduğu özellikler bakımındandır. Bu derginin İspanyol devriminin çöküşünün nedenleri konusundaki değerlendirmesi üzerinde durmakta yarar görmemiz, bu değerlendirmenin düzmece Marksizmin sol kanadında şimdilerde hüküm süren temel özellikleri çok canlı bir biçimde açığa vuruşundan ileri geliyor. Quefaire Açıklıyor 3
Casanova yoldaşın Spain Betrayed (İhanete Uğrayan İspanya) adlı broşürüne (Qué faire ‘de yöneltilen) eleştiriden bir bölümü kelimesi kelimesine aktararak işe başlayalım: Devrim neden ezildi? ‘Çünkü’, diye cevap veriyor yazar (Casanova), ‘devrimcî kitleler, ne yazık ki Komünist Parti’nin güttüğü yanlış politikanın peşinden gittiler.’ Peki, ama eski önderlerini terk eden devrimci kitleler, ne diye Komünist Parti’nin bayrağı altında toplandılar şeytan aşkına? ‘Çünkü gerçekten devrimci bir parti yoktu.’ Katıksız bir totoloji karşısındayız. Kitlelerin yanlış bir politikası; olgunlaşmamış bir parti, ya toplumsal güçlerin belli bir durumunu (işçi sınıfının olgunlaşmamışlığı, köylülerin bağımsızlıktan yoksunluğu) gösterir ve başkalarının yanı sıra Casanova’nın kendisince de sunulan olgulardan hareketle açıklanması gerekir; ya da devrimi kurtarabilecek olan, yalnız ‘iyi niyetli bireyler’in çabalarıyken birtakım kötü niyetli bireylerin veya bireylerden oluşan grupların eylemlerinin ürünüdür. Casanova, birinci ve Marksist yolu el yordamıyla araştırdıktan sonra ikinci yolu tutuyor. Bundan sonrasına şeytanlar karışır artık; yenilginin melun sorumlusu anarşistlerin ve bütün öteki küçük şeytanların yardakçılık ettikleri baş şeytan Stalin’dir; devrimcilerin Tanrısı, 1917’de Rusya’da yaptığı gibi İspanya’ya bir Lenin ya da bir Troçki göndermemiştir ne yazık ki. Sonra şu sonuç çıkarılıyor: “Kemikleşmiş bir kilise Ortodoksluğunu ne pahasına olursa olsun zorla olguların üzerine çıkartmaya çalışmanın varacağı yer budur.” Bu kadar çok basmakalıp sözün, bayağılığın ve hatanın nasıl olup da bu kadar az satıra sıkıştırılmış olduğunu göz önüne getirmenin zorluğu, bu teorik kibirliliğin ihtişamını bir kat daha artırıyor. Yukarıdaki alıntının yazarı, İspanyol devriminin yenilgisine herhangi bir açıklama getirmekten kaçınıyor; “toplumsal güçlerin durumu” gibisinden derin açıklamaların gerekli olduğuna işaret ediyor, o kadar. Her türlü açıklamadan kaçması bir rastlantı değildir. Bu Bolşevizm eleştiricilerinin hepsi birer teorik ödlektirler; ayaklarının altında sağlam hiçbir şey yoktur da ondan. Kendi iflâslarını açığa vurmamak için olgularla oynayıp başkalarının görüşleri ardına gizlenirler. Sanki tüm bilgeliklerini ortaya koymaya vakitleri yokmuş gibi imalar ve yarım yamalak düşüncelerle yetinirler. Hiçbir bilgelikleri yoktur aslında. Kibirliliklerini azıcık kazıdınız mı, altından düşünsel şarlatanlık çıkar. Yazarımızın ima ve yarım yamalak düşüncelerini adım adım tahlil edelim. Ona göre kitlelerin yanlış bir politikası, ancak “toplumsal güçlerin belli bir durumunu gösterdiği”, yani işçi sınıfının olgunlaşmamışlığının ve köylülerin bağımsızlıktan yoksunluğunun göstergesi olduğu oranda açıklanabilir. Totoloji arayan birisi, bundan daha yavanını nerede olsa bulamazdı. “Kitlelerin yanlış politikası” kitlelerin “olgunlaşmamışlığıyla” açıkPCE’den ihraç edilmişti. 3 Casanova: İspanya’daki Uluslararası Tugaylar’da çarpışmış Polonya’lı bir Troçkist’in takma adı.
86
Sosyalist Düşünce Dergisi
Sınıf, Parti ve Önderlik lanıyor. Peki, ama kitlelerin “olgunlaşmamışlığı” ne demektir? Onların, yanlış politikalara yatkınlıklarıdır besbelli. Yanlış politika, tam olarak neden ibaretti, başlatıcıları kimlerdi, kitleler mi, yoksa önderleri mi: Yazarımız bunları söylemeden geçiyor. Bir totolojiye başvurarak sorumluluğu kitlelere atıveriyor. Bütün hainlerin, kaçakların ve onların avukatlarının klasik hilesi, söz konusu olan İspanyol proletaryası olunca iyice iğrençleşiyor. Hainlerin Safsatası 1936 Temmuzu’nda (daha öncesini bir yana bırakalım) İspanyol işçileri, Halk Cephesi’nin koruması altında gizli tertiplerini hazırlayan subayların saldırısını geri püskürttüler. Kitleler, kendiliklerinden milisler ve işçi komiteleri yarattılar; bunlar gelecekteki diktatörlüklerinin birer kalesiydi. Öbür yandan proletaryanın öncü örgütleri, bu komiteleri yok etmekte, işçilerin özel mülkiyete taarruzlarını tasfiye etmekte, işçi milislerini burjuvazinin komutasına tâbi kılmakta burjuvaziye yardımcı oldular; POUM, bunun ötesinde hükümete katılarak bu karşıdevrimci işlerin doğrudan sorumluluğunu üstlendi. Proletaryanın “olgunlaşmamışlığı” bu örnekte neyin göstergesidir? Besbelli yalnızca şunun: Seçtikleri doğru siyasal çizgiye karşın kitleler, Sosyalistler, Stalinistler, Anarşistler ve POUM’culann burjuvaziyle olan koalisyonunu parçalayamamışlardır. Bu safsata örneği, bir tür mutlak olgunluk kavramını kendine başlangıç noktası olarak alır. Bu öylesine eksiksiz bir durumdur ki kitleler, doğru bir önderliğe ihtiyaç duymazlar, dahası kitlelerin gücü, kendi önderliklerine karşı fethetmeye yeterlidir. Böyle bir olgunluk yoktur, olamaz da. “Peki, ama bu denli doğru devrimci içgüdü, bu denli üstün savaş nitelikleri gösteren işçiler, hain bir önderliğe niçin teslim olsunlar?” diye itiraz ediyorlar bizim aklı evveller. Cevabımız şudur: Katıksız teslimiyetin izi bile yoktu ortada. İşçilerin yürüyüş kolu ile önderliğin çizgisi arasında hep bir açı oluştu. En kritik anlarda da bu açı 180 derece oldu. Bu anlarda önderlik, işçilerin silahlı güçle boyunduruk altına alınmasına doğrudan ya da dolaylı olarak yardım etti. 1937 Mayısı’nda Katalonya işçileri, yalnız kendi önderlikleri olmadan değil, aynı zamanda ona karşı ayaklandılar. Anarşist önderler (ucuz yoldan devrimcilik taslayan zavallı ve aşağılık burjuvalar) CNT4 Mayıs ayında iktidarı ele geçirip diktatörlüğünü kurmak isteseydi bunu kolayca yapabileceğini kendi basınlarında yüzlerce kez tekrarladılar. Anarşist önderler, bu kez arı gerçeği dile getiriyorlar. POUM önderliği, fiilen CNT’nin kuyruğuna takıldı; ancak politikalarını değişik bir lafazanlıkla örttü. Burjuvazinin “olgunlaşmamış” proletaryanın Mayıs ayaklanmasını ezmesi yalnız ve yalnız bu sayede oldu. İspanyol kitlelerinin, önderlerinin peşinden gitmekten başka bir şey yapmadıklarını tekrarlamak için sınıf ile parti arasındaki, kitleler ile önderler arasındaki karşılıklı ilişkilerden hiçbir şey anlamıyor olmak gerekir. Söylenebilecek tek şey, her seferinde önlerindeki engelleri havaya uçurup doğru yolu bulmaya çalışmış olan kitlelerin; savaşın alevlerinin tam ortasında, devrimin gereklerine uygun düşecek yeni bir önderlik yaratmaya güçlerinin yetmemiş olduğudur. Önümüzde duran, devrimin çeşitli aşamalarının hızla yer değiştirdiği, önderliğin ya da önderliğin çeşitli bölümlerinin çabucak sınıf düşmanı tarafına geçtiği son derece dinamik bir süreçtir. Bizim aklıevveller ise salt statik bir tartışmaya girmişler: Bir bütün olarak işçi sınıfı, neden kötü bir önderliğin peşinden gitti? Diyalektik Yaklaşım Evrimci ve liberal tarih görüşünden alınma eski bir özdeyiş vardır: Her halk hak ettiği hükümete kavuşur. Oysa tarih, bir ve aynı halkın görece kısa bir çağ boyunca çok farklı hükümetlerce yönetilebildiğini (Rusya, İtalya, Almanya, İspanya vb.), ayrıca bu hükümetlerin sırasının hiç de bir ve aynı doğrultuda (söz gelimi liberal evrimciler tarafından 4 CNT (Confederacion Nacional del Trabajo – Ulusal Emek Konfederasyonu): Ülkenin en büyük işçi sendikası. Anarşist eğilimli. Kış | 2009/2010 -
87
Sınıf, Parti ve Önderlik düşünüldüğü gibi istibdattan özgürlüğe) gitmediğini gösterir. İşin sırrı şuradadır ki bir halk, düşman sınıflardan, sınıfların kendisi de, farklı önderlikler altında yer alan farklı, kısmen de antagonist tabakalardan oluşur; dahası her halk, gene sınıflardan oluşan başka halkların etkisi altında kalır. Hükümetler, bir “halk”ın sistemli bir biçimde gelişen “olgunluğunu” dile getirmez; değişik sınıflar ve bir ve aynı sınıf içerisindeki değişik tabakalar arasındaki mücadelenin, nihayet, dış güçlerin (ittifaklar, çatışmalar, savaşlar ve benzerinin) etkisinin birer ürünüdür. Buna şunu da eklemek gerekir: Bir hükümet, bir kez kurulunca, kendisini üreten güçler dengesinden çok daha uzun süre ayakta durabilir. Devrimler, darbeler, karşıdevrimler vb., tam da bu tarihî çelişkiden doğar. Bir sınıfın önderliği sorununu ele alırken bu diyalektik yaklaşımın ta kendisi gerekli olur. Liberallere öykünmekle bizim aklıevveller, her sınıfın hak ettiği önderliğe kavuştuğu aksiyomunu sessizce benimsemiş oluyorlar. Gerçekte önderlik hiç de bir sınıfın sırf bir “yansıma”sı ya da onun özgür yaratıcılığının ürünü değildir. Önderlik, değişik sınıflar arasındaki çatışmalar ya da belirli bir sınıf içerisindeki değişik tabakalar arasındaki sürtüşme süreci içinde biçimlenir. Önderlik, bir kez doğdu mu, daima sınıfının üzerine yükselir; böylelikle öteki sınıfların baskı ve etkisine açık hale gelir. Proletarya, tam bir iç yozlaşmaya uğramış, ama bu yozlaşmayı büyük olayların ortasında dile getirme fırsatını henüz bulamamış bir önderliğe uzun süre “katlanabilir”. Önderlik ile sınıf arasındaki çelişkiyi keskin bir biçimde açığa çıkarmak için büyük bir tarihî şok gereklidir. En güçlü tarihî şoklar savaşlar ve devrimlerdir. Savaş ve devrim, tam da bundan dolayı işçi sınıfını çoğu kez gafil avlar. Ama eski önderliğin iç yozlaşmasını açığa vurduğu durumlarda bile sınıf, hele eski öncü partinin çöküşünden yararlanabilecek yetenekte güçlü devrimci kadroları önceki dönemden miras olarak almamışsa, yeni bir önderliği kendiliğinden yaratamaz. Bir sınıf ile onun önderliği arasındaki karşılıklı ilişkilerin Marksist yorumu, yani skolastik değil de diyalektik yorumu, yazarımızın legalist safsatasında iler tutar yer bırakmaz. Rus İşçileri Nasıl Olgunlaştı? Yazar, proletaryanın olgunluğunu salt statik bir şey sanıyor. Oysa devrim sırasında bir sınıfın bilinci, devrimin seyrini doğrudan belirleyen en dinamik süreçtir. Ocak 1917’de, hatta Mart ayında, Çarlığın devrilmesinin ardından, Rus proletaryasının sekiz, dokuz ay sonra iktidarı fethedecek kadar “olgunlaşıp olgunlaşmadığı” sorusunu cevaplandırmak mümkün müydü? İşçi sınıfı, o sırada toplumsal ve siyasal bakımdan son derece heterojendi. Savaş yıllarında işçi sınıfı, çoğu kez gerici olan küçük burjuvazinin saflarından, geri köylülerden, kadınlardan ve gençlikten gelenlerle yüzde 30-40 oranında yenilenmişti. Bolşevik Parti’yi 1917 Martı’nda izleyenler işçi sınıfının önemsiz bir azınlığıydı; üstelik partinin kendi içerisinde anlaşmazlık vardı. İşçilerin ezici çoğunluğu, Menşevikler ile Sosyal Devrimciler’i, yani tutucu sosyal yurtseverleri destekliyordu. Ordu ve köylüler bakımından durum daha da az elverişliydi. Bunlara eklenmesi gerekenler var: ülkede genel kültür düzeyinin düşüklüğü, köylüler ile askerler şöyle dursun, özellikle taşrada, proletaryanın en geniş katmanları arasındaki siyasal tecrübe eksikliği. Bolşevizm’in üstünlükleri nelerdi? Açık ve enine boyuna düşünülmüş bir devrim anlayışını devrimin başında savunan yalnızca Lenin idi. Partinin Rusya’daki kadroları dağınık, bir hayli de şaşkındı. Ama parti, ileri işçilere sözünü dinletiyordu. Lenin’in parti kadroları katında büyük otoritesi vardı. Lenin’in siyasal anlayışı, devrimin fiilî gelişmesine uygun düşüyor, her yeni olay bu anlayışı pekiştiriyordu. Bu üstünlükler, bir devrimci durumda, yani keskin sınıf mücadelesi koşullarında harikalar yarattı. Parti, politikasını Lenin’in anlayışına, yani devrimin fiilî gidişine uygun düşecek biçimde mevzilendirmekte gecikmedi. Bu sayede ileri işçilerin on binlercesi arasında sağlam destek buldu. Parti, birkaç ay içinde, devrimin gelişmesinden güç alarak işçilerin çoğunluğunu şiarlarının doğruluğuna inandırabildi. Sovyetler halinde örgütlenmiş olan bu çoğunluk ise, askerler ile köylüleri kendine çekmeyi başardı. 88
Sosyalist Düşünce Dergisi
Sınıf, Parti ve Önderlik Bu dinamik, diyalektik süreci proletaryanın olgunluğu ya da olgunlaşmamışlığı gibi bir formüle nasıl sığdırabiliriz? Rus proletaryasının 1917 Şubat ya da Martı’ndaki olgunluğunda muazzam bir etken Lenin idi. Lenin ise, gökten düşmemişti. O, işçi sınıfının devrimci geleneğini kişileştiriyordu. Lenin’in şiarlarının kitlelere ulaşması için, başlangıçta sayıca az olsa da kadroların var olması gerekiyordu; kadroların, geçmişin tecrübesinin tümüne dayalı olarak, önderliğe güven duyması gerekiyordu. Bu öğeleri hesap dışı bırakmak, yaşayan devrimi yok saymaktan, onun yerine bir soyutlamayı, “güçler dengesi”ni, geçirmekten başka bir şey değildir, çünkü devrimin gelişmesi, tam da, proletaryanın bilincindeki değişmelerin etkisi altında güçler dengesinde meydana gelen aralıksız ve hızlı değişmeden, geri katmanların ileri katmanların çekim alanına girmesinden, sınıfın kendi gücüne güveninin artmasından ibarettir. Bu sürecin hayatî etkeni partidir, tıpkı parti mekanizmasının hayatî etkeninin de onun önderliği olması gibi. Devrimci bir dönemde önderliğin rolü ve sorumluluğu çok büyüktür. “Olgunluğun” Göreliliği Ekim zaferi proletaryanın “olgunluğunun” ciddi bir kanıtıdır. Ama bu olgunluk görelidir. Bu proletaryanın ta kendisi, kendi saflarından çıkan bir bürokrasinin birkaç yıl sonra devrimi boğmasına izin vermiştir. Zafer, hiç de proletaryanın “olgunluğunun” olgunlaşmış meyvesi değildir. Zafer stratejik bir görevdir. Kitleleri seferber etmek için devrimci bir bunalımın elverişli koşullarından yararlanmak gerekir; kitlelerin “olgunluğunun” mevcut düzeyini bir başlangıç noktası olarak alıp onları ileriye itmek, düşmanın kesinlikle her şeye kadir olmadığını, çelişkilerle parçalanmış olduğunu, heybetli görüntüsünün ardında paniğin hüküm sürdüğünü onlara öğretmek gerekir. Bolşevik Parti bu işi başaramasaydı proletarya devriminin zaferinin sözü bile edilemezdi. Sovyetler, karşıdevrimin altında ezilir, bütün ülkelerin küçük aklıevvelleri de, Rusya’da ancak köksüz hayalperestlerin sayıca o denli ufak, olgunluktan o denli uzak olan proletaryanın diktatörlüğünü düşleyebileceklerinden dem vuran makaleler, kitaplar yazarlardı. Köylülerin Yardımcı Rolü Köylülerin “bağımsızlıktan yoksunluğundan” söz edilmesi bir o kadar soyut, bilgiççe ve yanlıştır. Bizim aklıevvel, kapitalist toplumda bağımsız bir devrimci programı ya da bağımsız devrimci inisiyatif yeteneği olan bir köylülüğü ne zaman, nerede görmüş? Köylüler, devrimde çok büyük bir rol oynayabilirler, ama bu ancak yardımcı bir rol olabilir. İspanyol köylüleri, çok kez cüretli davranıp yüreklice savaştılar. Ama köylülerin tüm kütlesini ayağa kaldırmak için proletaryanın burjuvaziye karşı kesin bir ayaklanmayla örnek olması, devrimin olanaklı olduğu inancını köylülere aşılaması gerekiyordu. Oysa o sırada proletaryanın kendisinin devrimci inisiyatifi, her adımda kendi örgütlerince felce uğratılmaktaydı. Proletaryanın “olgunlaşmamışlığı”, köylülerin “bağımsızlıktan yoksunluğu” tarihî olaylarda ne nihaî ne de temel birer etkendir. Sınıfların bilincinin temelinde sınıfların kendileri, sayısal güçleri, iktisadî hayat içindeki rolleri yatar. Sınıfların temelinde kendisi de üretici güçlerin gelişme düzeyiyle belirlenen özgül bir üretim sistemi yatar. Böyle olunca İspanyol proletaryasının yenilgisini teknolojinin düşük düzeyinin belirlediği, neden söylenemesin? Kişiliğin Rolü Yazarımız, tarihî sürecin diyalektik koşullanışının yerine mekanik determinizmi geçiriyor. İyi ve kötü bireylerin rolü konusundaki ucuz alaylarının nedeni de bu. Tarih bir sınıf mücadelesi sürecidir. Ama sınıflar, tüm ağırlıklarını otomatik olarak ve kendiliğinden koymazlar. Sınıfların mücadele süreci içinde yarattıkları çeşitli organlar, önemli ve bağımsız bir rol oynadığı gibi bozulmalara da uğrar. Bu, tarihte kişiliklerin oynadığı rolün de temelini oluşturur. Hitler’in otokratik yönetiminin elbette büyük nesnel nedenleri vardır, ama Hitler’in oynadığı muazzam tarihî rolü günümüzde ancak kalın kafalı bilgiçler yadsıyabilir. Lenin’in 3 Nisan 1917 günü Petrograd’a varışı Bolşevik Parti’ye zamanında yön Kış | 2009/2010 -
89
Sınıf, Parti ve Önderlik değiştirtmiş, partinin devrimi zafere götürmesini sağlamıştır. Aklıevvellerimiz diyebilirler ki, Lenin 1917 başında yurt dışında ölseydi Ekim Devrimi “gene de” gerçekleşirdi. Doğru değildir bu. Lenin, tarihî sürecin yaşayan öğelerinden birisini temsil ediyordu. O, proletaryanın en faal bölümünün tecrübesini ve anlayışlılığını kişileştirmişti. Onun devrim arenasına vaktinde çıkması, öncüyü seferber etmek, ona işçi sınıfı ile köylü kitlelerini toparlama fırsatını vermek için gerekliydi. Savaşın kritik anlarında başkomutanlığın rolü ne denli belirleyiciyse, tarihî dönüm noktalarının kritik anlarında siyasal önderlik de o denli belirleyici bir etken haline gelebilir. Tarih otomatik bir süreç değildir. Yoksa önderlere, partilere, programlara, teorik mücadelelere ne gerek kalırdı? İspanya’da Stalinizm Yazar soruyor demin gördüğümüz gibi: “Peki ama eski önderlerini terk eden devrimci kitleler, ne diye Komünist Parti’nin bayrağı altında toplandılar şeytan aşkına?”. Sorun yanlış konuluyor. Devrimci kitlelerin eski önderlerinin hepsini terk ettiği doğru değildir. Eskiden özgül örgütlerle ilişkileri bulunan işçiler, gözleyip yoklarken, bunlara olan bağlılıklarını sürdürdüler. İşçiler, gözlerini bilinçli hayata açmış olan partiden kolay kolay kopmazlar genellikle. Ayrıca Halk Cephesi içerisindeki karşılıklı koruma onları yatıştırıyordu: Herkes birbiriyle anlaştığına göre her şey yolunda gidiyor olmalıydı. Yeni ve taze kitlelerin, biricik muzaffer proletarya devrimini gerçekleştirmiş ve İspanya’ya silah sağlayabileceği umulan parti olarak Komintern’e yönelmeleri doğaldı. Ayrıca Komintern Halk Cephesi fikrinin en ateşli şampiyonuydu; bu, tecrübesiz işçi katmanlarına güven aşılıyordu. Halk Cephesi içinde Komintern, devrimin burjuva karakterinin en ateşli şampiyonuydu; bu, küçük, kısmen de orta burjuvazi için bir güven kaynağı oluyordu. Kitleler bu yüzden “Komünist Parti’nin bayrağı altında toplandılar.” Yazarımız, sorunu proletarya sanki bol çeşitli bir ayakkabıcıdaymış da yeni bir çift çizme seçiyormuş gibi gösteriyor. Bu basit işlem bile, herkesin bildiği gibi, her zaman başarılı sonuç vermez. Yeni bir önderlik söz konusu olunca seçme olanağı çok sınırlıdır. Kitlelerin geniş tabakaları, ancak yavaş yavaş, ancak birçok aşamadan geçen kendi tecrübelerine dayanarak yeni bir önderliğin eskisinden daha sağlam, daha güvenilir, daha sadık olduğuna ikna olabilir. Doğrudur, bir devrim sırasında, yani olayların hızla değiştiği zamanlarda zayıf bir parti, kısa sürede büyüyüp güçlü bir parti haline gelebilir, yeter ki devrimin seyrini açıklıkla anlasın, lafazanlıktan başı dönmeyen, baskılardan yılmayan sağlam kadrolara sahip olsun. Ama böyle bir partinin devrimden önce elde bulunması gerekir. Çünkü kadroları eğitme süreci uzunca bir zamanı gerektirir ve devrim bu zamanı tanımaz. POUM’un İhaneti İspanya’daki bütün öteki partilerin solunda POUM yer almıştı. Kuşkusuz bu partinin kucakladığı devrimci proleter unsurlar eskiden anarşizme sıkıca bağlı değillerdi. Ama İspanyol devriminin gelişiminde ölümcül bir rol oynayan, bu partinin ta kendisi oldu. POUM’un bir kitle partisi haline gelmesi olanaksızdı. Çünkü bunun için önce eski partileri devirmek gerekiyordu. Uzlaşmaz bir mücadele vermeden, burjuva karakterlerini acımasızca teşhir etmeden bu eski partileri devirmek ise olanaksızdı. Gel gelelim POUM, eski partileri eleştirirken bütün temel sorunlarda kendini onlara tâbi kıldı. “Halkçı” seçim blokuna katıldı; işçi komitelerini tasfiye eden hükümete girdi; bu hükümet koalisyonunu yeniden kurmak için bir mücadeleye girişti; anarşist önderliğe defalarca boyun eğdi; bununla bağlantılı olarak, yanlış bir sendika politikası uyguladı; 1937 Mayıs ayaklanması karşısında yalpalayan, devrimci olmayan bir tavır aldı. Genel olarak determinizm açısından bakıldığında POUM’un politikasının bir rastlantı olmadığını kabul etmek elbette mümkündür. Ne var ki POUM’un merkezciliğini doğuran nedenler dizisi kesinlikle İspanyol ya da Katalan proletaryasının durumunun salt bir yansı90
Sosyalist Düşünce Dergisi
Sınıf, Parti ve Önderlik ması değildir. İki ayrı nedensellik, aralarında bir açıyla birbirine yaklaşmış, belirli bir anda da düşmanca bir çatışma içine girmiştir. Eski uluslararası tecrübeleri, Moskova’nın nüfuzunu, bir dizi yenilginin etkisini vb. göz önünde tutarak POUM’un neden merkezci bir parti olarak açılıp geliştiğini siyasal ve psikolojik açıdan açıklamak mümkündür. Ama bu onun merkezci karakterini değiştirmeyeceği gibi merkezci bir partinin devrim üzerinde her zaman bir fren etkisi yapacağı, her seferinde ister istemez kendi kafasını parçalayacağı, devrimin çöküşüne yol açabileceği gerçeğini de ortadan kaldırmaz, Gene bu, Katalan kitlelerinin POUM’dan çok daha devrimci, POUM’un da kendi önderliğinden daha devrimci olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu koşullarda yanlış politikaların sorumluluğunu kitlelerin “olgunlaşmamışlığına” atmak, siyasal müflislerin sık sık başvurdukları bir şarlatanlıktan başka bir şey olmaz. Önderliğin Sorumluluğu Tarihin tahrifi, işte burada, İspanyol kitlelerinin yenilgisinin sorumluluğunun kitlelerin devrimci hareketim felce uğratan ya da düpedüz ezen partilere değil de emekçi kitlelere atılmasında yatıyor. POUM’un savunucuları, kendi sorumluluklarını omuzlamaktan kaçmak için önderlerin sorumluluğunu düpedüz yadsıyorlar. Yenilgileri kozmik gelişmeler zincirinin zorunlu birer halkası gibi göstermeye çalışan bu iktidarsızlık felsefesi, yenilginin örgütleyicilerinin programlar, partiler ve kişilikler gibi somut etkenler olduğunu ortaya koymaktan acizdir ve zaten bunu yapmayı reddeder. Bu kadercilik ve bitkinlik felsefesi, devrimci eylemin teorisi olan Marksizme taban tabana zıttır. İç savaş, siyasal görevlerin askerî araçlarla çözüldüğü bir süreçtir. Bu savaşın sonucu “sınıf güçlerinin durumu”yla belirlenseydi savaşın kendisine gerek olmazdı. Savaşın kendi örgütlenişi, kendi politikaları, kendi yöntemleri, kendi önderliği vardır; savaşın kaderini doğrudan doğruya belirleyen bunlardır. Elbette “sınıf güçlerinin durumu” bütün öteki siyasal etkenler için bir temel sağlar; ama nasıl bir binanın temeli duvarların, pencerelerin, kapıların, çatıların önemini azaltmazsa “sınıfların durumu” da, partilerin, bunların stratejilerinin, önderliklerinin önemini ortadan kaldırmaz. Aklıevvellerimiz, somutu soyut içinde eriterek yan yolda durdular aslında. Sorunun en “derin” çözümü, İspanyol proletaryasının yenilgisinin üretici güçlerin yetersiz gelişmesinden ileri geldiğini ilân etmek olurdu. Her budalanın isterse kullanabileceği bir anahtardır bu. Partinin ve önderliğin önemini sıfıra indirmekle bu aklıevveller, devrimci zaferin olanaklılığını genel olarak yadsıyorlar; çünkü koşulların daha elverişli olmasını beklemek için en ufak bir gerekçe yoktur. Kapitalizmin ilerlemesi durmuştur, proletarya sayıca büyümemektedir, tersine, büyümekte olan, proletaryanın savaşma gücünü artırmayıp eksilten, bilinci üzerinde de olumsuz bir etkisi olan işsizler ordusudur. Aynı şekilde kapitalist rejimde köylülerin daha yüksek bir devrimci bilince ulaşabileceklerine inanmak için de herhangi bir neden yoktur. Öyleyse yazarımızın tahlilinden çıkan sonuç tam bir kötümserlik, devrimci perspektiflerden uzaklaşma oluyor, şunu da (haklarını yememek için) belirtmek gerekir ki, ne dediklerini kendileri de anlamıyorlar. Zaten kitlelerin bilincinden bekledikleri de akla sığar gibi değildir. İspanyol işçileri de, İspanyol köylüleri de, bu sınıfların bir devrimci durumda verebileceklerinin azamîsini verdiler. Kastettiğimiz tam da milyonların, on milyonların oluşturduğu sınıftır. Quefaire, sınıf mücadelesinin seyri ve gericiliğin saldırısı karşısında korkuya kapılıp küçük dergilerini ve teorik etütlerini kıyıda köşede, kitlelerin hareketi şöyle dursun, devrimci düşüncenin bile güncel gelişmelerinin uzağında yayımlayan o küçük okullardan ya da kiliselerden birini temsil ediyor, o kadar. İspanyol Devriminin Bastırılması İspanyol proletaryası, emperyalistler, İspanyol cumhuriyetçileri, sosyalistler, anarşistler, Stalinistler, sol cenahta da POUM’dan oluşan bir koalisyona yenik düştü. Bunların hepsi, İspanyol proletaryasının fiilen gerçekleştirmeye başlamış olduğu sosyalist devrimi Kış | 2009/2010 -
91
Sınıf, Parti ve Önderlik felce uğrattı. Sosyalist devrimi önlemek kolay bir iş değildir. Acımasız baskı, öncünün katledilmesi, önderlerin idamı vb.den farklı yöntemleri henüz hiç kimse bulmuş değildir. POUM, bunu istemiyordu elbette. O, bir yandan cumhuriyetçi hükümet içinde yer alıp sadık bir barışsever muhalefet olarak iktidar partilerinin genel bloğuna girmek; öbür yandan da amansız bir iç savaşın söz konusu olduğu bir sırada barışçı ve yoldaşça ilişkiler kurmak istiyordu. Tam da bu yüzden POUM, kendi politikasındaki çelişkilerin kurbanı oldu. İktidar bloku içinde en tutarlı politikayı izleyenler Stalinistlerdi. Burjuva cumhuriyetçi karşıdevrimin savaş öncüsü onlardı. Onlar, proletarya devrimini “demokrasi” bayrağı altında kendilerinin boğabileceğini İspanyol ve dünya burjuvazisine kanıtlayarak faşizm ihtiyacını ortadan kaldırmak istediler. Politikalarının özü buydu. İspanyol Halk Cephesi’nin müflisleri, bugün kabahati GPU’ya5 yüklemeye çalışıyorlar. Eminim ki GPU’nun cürümleri karşısında hoşgörülü olduğumuzdan kuşkulanılamaz. Gene de açıkça görüyor ve işçilere anlatıyoruz ki GPU, bu kez olsa olsa Halk Cephesi’nin hizmetindeki en kararlı müfreze olarak iş görmüştür. GPU’nun gücü de, Stalin’in oynadığı tarihî rol de burada yatıyordu. Ancak cahil dar kafalılar, Baş Şeytan ile ilgili aptalca küçük şakalarla buna kulak asmayabilirler. Bu beylerin devrimin toplumsal karakteri sorununa bile aldırdıkları yok. Moskova’nın uşakları, İngiltere ve Fransa yararına, İspanyol devriminin burjuva olduğunu ilân ettiler. Halk Cephesi’nin haince politikaları, bu sahtekârlık üzerinde yükseltildi. İspanyol devrimi gerçekten burjuva olsaydı bile bu politikalar tamamen yanlış olurdu. Kaldı ki daha baştan devrim, proleter karakterini Rusya’daki 1917 devriminden çok daha belirgin bir biçimde 6 dile getirmişti. Bugün POUM’un önderliğinde Andres Nin’in politikalarının fazla “solcu” olduğunu, yapılması gerekenin Halk Cephesi’nin sol cenahı olarak kalmak olduğunu düşünen beyler oturuyor. Gerçek talihsizlik, Lenin ve Ekim devriminin otoritesi arkasına gizlenen Nin’in Halk Cephesi’nden kopmaya bir türlü karar veremeyişi olmuştur. Ciddi sorunlar karşısındaki havaî tutumuyla kendini zor duruma düşürmekte acele 7 8 eden Victor Serge , Nin’in Oslo ya da Coyoacan’dan gelecek emirlere boyun eğmek istemediğini söylüyor. Ciddî bir adam, bir devrimin sınıfsal içeriği sorununu bayağı dedikodulara indirgeyebilir mi? Que faire’li aklıevvellerin bu soruya verilecek hiçbir cevapları yoktur. Sorunun kendisini bile anlamış değiller. “Olgunlaşmamış” proletaryanın kendi iktidar organlarını kurduğu, işletmeleri ele geçirdiği, üretimi düzenlemeye çalıştığı bir sırada POUM’un, burjuva cumhuriyetçileri ve burjuvalıkta onlardan aşağı kalmayan sosyalistler ve Stalinistlerle ittifak içinde, proletarya devrimine saldırıp onu boğan burjuva anarşistlerinden kopmaktan kendini alıkoymak için bütün gücüyle çalışmasının ne anlamı var ki! Bu tür “önemsiz” şeyler, “kemikleşmiş Ortodoksluğun” temsilcilerinden başkasını ilgilendirmiyor anlaşılan. Onun yerine Que faire’li aklıevvellerin elinde proletaryanın olgunluğu ile güçler dengesini devrimci sınıf stratejisiyle ilgili bütün sorunlardan bağımsız olarak ölçecek özel bir aygıt var... 5 GPU: (NKVD) Sovyet Gizli Polis Örgütü 6 Andres Nin (1892-1937): İspanya’da CNT’nin genel sekreteri. CNT delegesi olarak gittiği Moskova’da Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin sekreterliğine getirildi. Troçki ile arasındaki çeşitli görüş ayrılıklarına rağmen İspanyol Sol Muhalefeti’nin yöneticisi. POUM’un kurucularından. J. Maurin’in iç savaşın hemen başında milliyetçilerin eline esir düşmesi üzerine örgütün yöneticiliğini yaptı. 1937 yılı Mayıs ayında İspanya’da faaliyet göstermekte olan GPU tarafından kaçırılarak işkence sonucu öldürüldü. 7 Victor Serge: Narodnizm yanlısı Rus bir anne-babannın Belçika’da sürgünde doğan oğlu. Ekim devriminden önce anarşizm taraftarı olan V. Serge, devrimle birlikte Marksizm’e yöneldi. Troçki ile uzun süren kişisel dostluğu da bundan sonra başlıyor. Rus devrimine ve İspanya İç Savaşı’na katılan Serge, Marksist dönemlerinde bile liberter eğilimlerini terk etmeyip Marksizm ile anarşizmi birleştirmeye çalıştı. Kronstad üzerine Troçki ile giriştiği tartışmalardan sonra liberterliğe geri döndü. İspanya’da POUM’u destekledi. 8 Oslo ve Coyoacan: O yıllarda, Troçki Meksika’nın Coyoacan kentinde sürgünde olup arada Norveç’in başkenti Oslo’ya gelmişti. Serge’nin Oslo ve Coyoacan’dan gelecek emirlerden söz etmesi aslında Troçki’yi hedef alıyor.
92
Sosyalist Düşünce Dergisi
Belge
Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi
III. Enternasyonal’in 1921’deki 3. Kongresinde kabul edilen tezler.
I. Genel İlkeler 1) Parti’nin örgütlenmesi, faaliyetinin koşullarına ve amacına uygun olmalıdır. Komünist parti, devrimci sınıf mücadelesinin her aşamasında ve sonrasında sosyalizme -yani komünist toplumun ilk basamağına- geçiş döneminde proletaryanın öncüsü, en ileri bölüğü olmalıdır. 2) Komünist partilerin tümü için hiçbir zaman mutlak doğru ve değişmeyen bir örgütlenme biçimi yoktur. Proleter sınıf mücadelesinin koşulları sürekli değişmektedir ve bu yüzden proletaryanın öncüsü her zaman en etkili örgütlenme biçimleri arayışında olmalıdır. Aynı şekilde her komünist parti, ülkenin tarihsel olarak belirlenmiş özgül koşullarını karşılayabilmek için kendi özel örgütlenme biçimlerini geliştirmelidir. Ancak ulusal farklılıkların belirli sınırları vardır. Proletaryanın sınıf mücadelesi, ülkeden ülkeye ve proleter devrimin farklı evrelerine göre değişir, fakat uluslararası komünist hareket için tayin edici önemde olan, mücadelenin koşullarındaki benzerliktir. Bu benzerlik, tüm komünist partilerin örgütlenmesi için bir temel olma vazifesini görür. (...) 3) Burjuvazi hâlâ dünyanın büyük bir kısmına hükmetmektedir. Bu yüzden, komünist partilerin çoğu ve ayrıca dünya devrimci proletaryasının birleşik partisi olan Komünist Enternasyonal, ona karşı savaşmak zorundadır. Önümüzdeki dönemde, tüm partiler için merkezi öneme sahip görev, burjuvazinin devrilmesi ve iktidarın ele geçirilmesidir. Bundan dolayı, kapitalist ülkelerdeki komünist partilerin tüm örgütsel çalışması, proletarya devriminin egemen sınıflar üzerindeki zaferini mümkün kılacak ve sağlama alabilecek örgütler kurmaya yöneltilmelidir. Kış | 2009/2010 -
93
Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi 5) (...) Başarılı bir önderlik, proleter kitlelerle kurulan sımsıkı bağları gerektirir. Böyle bir bağ kurulmadıkça önderler kitlelere önderlik edemeyecek, en iyi ihtimalle sadece onların kuyruğuna takılacaklardır. Bu organik bağlar, komünist parti örgütlerinde demokratik merkeziyetçiliğin uygulanması aracılığıyla örülmeye çalışılmalıdır. II. Demokratik Merkeziyetçilik 6) Komünist parti örgütünde demokratik merkeziyetçilik, proletarya demokrasisi ile merkeziyetçiliğin gerçek bir sentezi ve bileşimi olmalıdır. Bu bileşim, ancak parti örgütlenmesi her zaman birlikte ve bir bütün olarak faaliyet yürüttüğü ve mücadele ettiği zaman elde edilebilir. Komünist parti içindeki merkeziyetçilik, biçimsel ve mekanik bir merkezileşme demek değildir; komünist faaliyetin merkezileşmesi, yani güçlü, etkili ve aynı zamanda esnek bir önderliğin yaratılması demektir. Biçimsel yahut mekanik merkezileşme, “iktidarın” parti bürokrasisinin elinde merkezileşmesi demek olacaktır; bu da parti bürokrasisinin diğer parti üyelerini veya partinin dışındaki devrimci proleter kitleleri tahakküm altına almasına geçit verecektir. (...) III. Komünist Faaliyetin Yükümlülükleri Üzerine 8) Komünist parti, devrimci Marksizm’in iş okulu olmalıdır. Çeşitli parti organları ve tek tek üyelerle yakın bağlar, parti örgütlerindeki gündelik çalışma yoluyla kurulacaktır. Legal komünist partilerin çok az sayıda üyesi, partinin gündelik çalışmasında yeterince aktif yer almaktadır. Bu partilerin başlıca kusuru budur ve bu onların düzenli gelişmelerine bir engeldir. 9) Bir işçi partisinin, partinin komünist reorganizasyonundaki ilk adımlarında, komünist bir programı kabul etmekle, yani sadece propagandasında eski doktrini yerine komünist öğretiyi kabullenmekle ve anti-komünist görevlilerin yerine komünist olanları geçirmekle yetinmesi tehlikesi her zaman vardır. Fakat bir komünist programın benimsenmesi, yalnızca partinin komünist olma isteğini belirtir. Eğer parti, komünist çalışmayı yürütmekte başarısız olursa ve eğer üye kitlesi pasif kalmaya devam ederse, bu takdirde programı kabul ederek yüklendiği yükümlülüklerin asgarisi bile yerine getirmiş olmayacaktır. En önemli ihtiyaç şudur: Tüm üyeler, partinin gündelik çalışmalarına her zaman katılmalıdırlar. Komünist örgütlenme sanatı, her şeyi ve herkesi proleter sınıf mücadelesine katmayı, parti çalışmasını parti üyeleri arasında amaca uygun bir şekilde bölmeyi ve geniş proleter kitleleri devrimci harekete çekmek için üyeleri organize etmeyi içerir. Ayrıca bu sanat, partinin, hareketin tümü üzerinde her zaman önder konumda olması anlamına gelir. Parti bu önderlik konumunu yetkililerin gücüyle değil, kendi muazzam enerjisinden, yeteneğinden, deneyimi ve esnekliğinden elde ettiği otoriteyle kazanır. 10) Bir komünist parti, üyelerinin gerçekten aktif olmalarını sağlamak için, onlardan bütün zamanlarını ve enerjilerini parti çalışmasına vermelerini talep etmelidir. Böylece gerçekten aktif bir üyeliğe sahip olacaktır. Komünist parti üyeliği, komünist fikirlere adanmışlığın yanı sıra, muhtemelen ilk önce aday sonra üye olarak resmi kabulü, üyelik aidatlarının düzenli ödenmesini, parti gazetesini düzenli okumayı vb. gerektirir. Ancak üyeliğin en önemli koşulu, üyelerin partinin gündelik çalışmasına katılımlarıdır. 11) Gündelik çalışmayı yürütme amacı için, her parti üyesi, daha dar bir çalışma grubuna -bir komite, komisyon, kurul, grup, fraksiyon veya hücreye- bağlı olmalıdır. Bu, parti çalışmasının düzgün bir şekilde dağılımı, yürütülebilmesi ve denetlenebilmesi için tek yoldur. 94
Sosyalist Düşünce Dergisi
Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi Üyelerin kendi yerel örgütlerinin genel toplantılarına katılmaları gerektiğini belirtmeye elbette ki gerek yoktur; legal partilerin yerel temsilciler toplantılarını bu genel toplantıların yerine geçirme çabaları akıllıca değildir. Tüm parti üyeleri, bu toplantılara düzenli bir şekilde katılmak zorundadır. Ama bu kesinlikle yeterli değildir. Bu toplantıların uygun biçimde hazırlanması ve ayrıca işçi toplantıları, gösteriler ve kitle eylemleri için hazırlık, bu amaç için görevlendirilmiş küçük gruplarla veya kişilerle çalışmayı gerektirir. Yapılması gereken çok büyük miktardaki iş, yalnızca küçük gruplar tarafından dikkatlice incelenebilir ve uygun bir şekilde örgütlenebilir. Tüm üyeler çok sayıda çalışma gruplarına bölünmedikçe ve parti çalışmasına günlük olarak katılmadıkça, sınıf mücadelesini ilerletmek için işçi sınıfının en militan çabaları bile hiçbir yere varmayacaktır ve tüm devrimci proleter güçlerin birleşmiş ve güçlü bir komünist parti etrafında zorunlu ve ihtiyaç duyulan yoğunlaşması imkânsız olacaktır. 12) Komünist çekirdekler parti faaliyetinin çeşitli alanlarındaki gündelik çalışmayı (ev ev dolaşarak ajitasyon yapmak, parti okulları, grupça gazete okuma, enformasyon servisleri, irtibat çalışmaları. vb.) yürütmek için kurulmalıdır. Komünist hücreler, partinin fabrikalardaki, sendikalardaki, işçi kooperatiflerindeki, askeri müfrezelerdeki, vb. -nerede birkaç tane veya daha fazla parti üyesi ya da aday üyesi varsa- gündelik komünist çalışmasını yürüten çekirdeklerdir. (...) 13) Genel çalışma yükümlülüğünün getirilmesi ve küçük çalışma gruplarının örgütlenmesi kitlesel komünist partilerde özellikle zordur. Sonuçları akşamdan sabaha elde edilemez. Büyük bir sabır, beceri, ustalık ve enerji gerektirir. Reorganizasyonun baştan itibaren özenli bir şekilde yürütülmesi ve sorun üzerine çok yönlü bir tartışmadan sonra başlanması özellikle önemlidir. Örgütün üyelerini belirli bir biçimsel şemaya göre basitçe küçük hücrelere, gruplara bölmek ve onlara genel gündelik parti çalışmasında yer almalarını emretmek, elbette ki çok kolay olurdu. Fakat böyle bir başlangıç, hiç başlamamaktan da kötü olacaktır; parti üyeleri çok geçmeden yeni çalışma yönteminden hoşnutsuz kalacak ve hayal kırıklığına uğrayacaklardır. Yönetici parti organının, inançlı ve kendisini davaya adamış birer komünist, aynı zamanda da ülkenin ana merkezlerindeki işçi hareketinin genel durumu hakkında tam bir bilgi sahibi olan yetenekli örgütçülerle, ayrıntılı hazırlık görüşmeleri yapması özellikle tavsiye edilir; önder parti organı, bulguları temelinde yeni çalışma yönteminin temel ilkelerini ayrıntılı olarak hazırlayabilir. Bundan sonra, eğitmenler, örgütçüler ve örgütlenme komisyonları yerel düzeyde bir çalışma planı hazırlamalı, ilk grup liderlerini seçmeli ve kampanyayı başlatmalıdırlar. Sonra örgütlere, çalışma gruplarına, hücrelere ve tek tek üyelere yerine getirmeleri için, kesinlikle uygun, faydalı ve yetenekleri ölçüsünde görevler verilmelidir. Gerekirse parti, işin nasıl üstesinden gelinebileceği konusunda pratik örnekler göstermelidir. Bu durumda, özellikle kaçınılması gereken hatalara dikkat çekilmesi önemlidir. 14) (...) Örgütlenmenin eski biçimleri, yeni örgütsel aygıtlar biçimlenmeye başlamadan önce körü körüne yok edilmemelidir. Bununla birlikte komünist örgütlenme çalışması, her yerde en enerjik şekilde bu en temel görevine yönlendirilmelidir. Bu yalnızca her legal partiye değil, ayrıca her illegal partiye de büyük sorumluluk yüklemektedir. Proleter kitle mücadelesinin tüm merkezlerinde, komünist gruplardan, hücrelerden, parti gruplarından ve çalışma gruplarından oluşan geniş bir ağın kurulduğu ana dek; güçlü ve amaçlarına kilitlenmiş partinin her bir üyesi, gündelik devrimci çalışmaya katılıncaya ve bu katılımı doğal bir pratik olarak görünceye kadar parti, örgütsel çalışmasını asla gevşetmemelidir. 15) Yönetici parti organları, bu temel örgütsel çalışmanın sürekli ve sıkı denetiminde zayıf kalmamalı ve ona tutarlı bir yön vermelidirler. Bu, parti organlarını yöneten Kış | 2009/2010 -
95
Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi yoldaşların çok büyük çabasını gerektirir. Komünist parti önderliği, yalnızca tüm yoldaşlara yapacak bir iş sağlayıp denetlemekten sorumlu değildir; önderlik, ele alınan meseleyi pratik olarak kavrayışıyla bu çalışmayı sistematik olarak yardım etmekten ve onu yönlendirmekten de sorumludur. Komünist parti önderliği, çalışmanın kendine özgü koşullarını bilmeli ve hatalar karşısında uyanık olmalıdır. Mücadelenin amacını daima göz önünde tutarak, çalışma yöntemlerini geliştirmek için kendi deneyim ve bilgilerini kullanmalıdır. 17) Komünist örgütün ödevlerinden biri, rapor vermektir. Bu, partinin tüm örgüt ve organlarından, tek tek üyelerine kadar herkes için geçerlidir. Düzenli genel raporlar sık aralıklarla hazırlanmalı; özel parti görevleri yerine getirildiğinde ise özel raporlar hazırlanmalıdır. Raporların sistematik olarak sunulması ve bunun komünist harekette sıkıca oturmuş bir gelenek haline gelmesi çok önemlidir. IV. Propaganda ve Ajitasyon 20) Devrimci ayaklanmanın patlak vermesinden önceki dönemde, devrimci propaganda ve ajitasyon bizim en önemli görevlerimizden biridir. Ancak genel olarak bu çalışma hala eskiden yerleşmiş olan biçimsel tarzda yürütülmektedir ve kitle toplantılarına arada sırada yapılan müdahalelerle sınırlıdır. Bu müdahaleler de, söylevlerin ve bildirilerin gerçek devrimci içeriklerine özel bir dikkat gösterilmeden yapılmaktadır. Komünist propaganda ve ajitasyon proleter çevrede kök salmalıdır. İşçilerin gerçek yaşamlarından, ortak çıkar ve özlemlerinden ve her şeyden önce onların ortak mücadelesinden kaynaklanmalıdır. Komünist propagandanın en önemli yönü, onun devrimci içeriğidir. Farklı durumlarda, somut sorunlar üzerine benimsenen tutum ve sloganlar, bu açıdan dikkatlice değerlendirilmelidir. Profesyonel propagandistler ve ajitatörler ile tüm parti üyelerine eksiksiz ve sürekli politik eğitim verilmediği sürece, komünist partiler sorunlar karşısında doğru bir tutum almayı başaramayacaklardır. 21) Komünist propaganda ve ajitasyonun temel biçimleri şunlardır: Bireysel düzeyde sözlü propaganda; sendikalara ve politik işçi hareketine katılım; parti basını ve parti yazını. Legal ya da illegal bir partinin her üyesi, bu faaliyete bir biçimde katılmalıdır. Bireysel düzeyde yürütülen propaganda, her şeyden önce, bu amaç için kurulmuş gruplar tarafından yapılan sistematik, ev ev gezerek ajitasyon yapma şeklini almalıdır. Yerel parti örgütünün etki alanı içerisindeki her ev ziyaret edilmelidir. Büyük kentlerde, afişler ve bildirilerle yapılan özel olarak örgütlenmiş sokak ajitasyonları genellikle iyi sonuçlar verebilir. Fabrikalarda ve bürolarda, hücreler veya parti grupları, iyi örgütlenmiş bireysel düzeyde bir ajitasyonu yayın dağıtımıyla birleştirerek yürütmelidirler. (...) 22) Proletaryanın büyük çoğunluğunun hâlâ devrimci bilinçten yoksun olduğu kapitalist ülkelerde, daha etkin çalışma yöntemleri için sürekli araştırma yapılmalıdır. Propaganda, henüz devrimci olmayan, fakat radikalleşmeye başlayan işçilerin kavrayışlarına uyarlanmalı ve devrimci hareketi onlar için anlaşılabilir ve ulaşılabilir kılmalıdır. Komünist propaganda ve komünist sloganlar, her durumda, proletaryanın burjuva geleneklerine karşı mücadelesinde geliştirdiği -henüz hâlâ burjuva ideolojisinin etkisinde olsa da, yine de devrimci olan- ikircikli ve bilinçsiz özlemleri yüreklendirecek ve geliştirecek bir içeriğe sahip olmalıdır. Aynı zamanda komünist propaganda, proleter kitlelerin sınırlı ve belirsiz olan hâlihazırdaki taleplerinin ve umutlarının ötesine geçmelidir. Bu talepler ve umutlar temelindedir ki, biz, etki oluşturabilecek, bu etkiyi geliştirebilecek ve proletaryayı, 96
Sosyalist Düşünce Dergisi
Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi komünizmi anlayabilecek, ona sempati duyabilecek duruma getirebileceğiz. 23) Proleter kitleler arasında ajitasyon öyle bir biçimde yürütülmelidir ki, militan proletarya bizim komünist örgütümüzü, işçi hareketinin hem yürekli hem ileri görüşlü, hem de sadık ve enerjik önderi olarak tanısın, böyle kabul etsin. Bunu başarmak için komünistler, işçi sınıfının tüm gündelik mücadelelerinde ve tüm hareketlerinde yer almalıdırlar; işgünlerinin uzunluğu, ücretler, çalışma koşulları vb. üzerine kapitalistlerle olan her çatışmada işçileri savunmalıdırlar. Komünistler, işçilerin içinde yaşadığı koşulları dikkatlice incelemeli, yüz yüze kaldıkları sorunları anlamaları için onlara yardım etmeli, onların dikkatlerini haklarının en göze batan ihlallerine yoğunlaştırmalı, işçileri kesin ve pratik talepler formüle etmeye yöneltmelidir. Böylelikle komünistler, işçilerde dayanışma ruhunu uyandıracaklar, dünya proletarya ordusunun birer bölüğünü oluşturan, bütün ülkelerdeki işçilerin, birleşik bir işçi sınıfı olarak, ortak çıkarlarının ve ortak davalarının bilincine varmalarını sağlayacaklardır. Parti, ancak sıradan halka yönelik böyle bir gündelik çalışma aracılığıyla ve proletaryanın bütün mücadelelerine katılmaya kendisini sürekli olarak ve tümüyle adayarak, gerçek bir komünist parti haline gelebilir. Ancak bu yolla kendisini, faaliyetleri soyut propagandadan, yeni üye kazanma çalışmalarından, reformlardan bahsetmekten ve parlamento “olanaklarını” kullanmaktan ibaret olan modası geçmiş sosyalist partilerden ayırabilir. Partinin tüm üyelerinin sömürülenler ile sömürücüler arasındaki günlük mücadele ve çatışmalara bilinçli ve ilkeli katılımı, yalnızca iktidarın ele geçirilmesi için değil, bundan daha da fazla, proletarya diktatörlüğünün gerçekleştirilmesi için zorunlu bir ön koşuldur. Komünist parti, yalnızca kapitalizmin saldırılarına karşı gündelik mücadele içinde işçi kitlelerine önderlik ederek işçi sınıfının öncüsü haline gelebilir, proletaryaya nasıl önderlik edileceğini ve burjuvazinin nihai yıkılışına nasıl hazırlanılacağını eylem içinde öğrenir. 24) Grevler, lokavtlar ve diğer kitlesel işten çıkarmalar sırasında, komünistlerin işçi hareketine katılmak üzere seferber olması, özellikle önemlidir. Komünistler, eğer pasif bir şekilde kenara çekilirlerse; işçilerin kendi yaşam koşullarındaki küçük ilerlemeler için verdikleri gündelik mücadelelerini, kendilerinin bir komünist programa sahip olduklarını ve nihai amaçlarının silahlı devrimci mücadele olduğunu öne sürerek küçümser ya da bu mücadelelere karşı çıkarlarsa, işte o zaman vahim bir hata yapmış olurlar. İşçilerin uğrunda savaşmaya razı oldukları talepler ne kadar sınırlı ve mütevazı olsa da, bu hiçbir zaman komünistlerin mücadelenin dışında durmalarının mazereti olmamalıdır. Ajitasyon faaliyetimiz, komünistlerin, budalaca grevlerin ve diğer düşüncesizce girişilen eylemlerin kör kışkırtıcıları değil, fakat, yüreklilikleri ve mücadeleye canla başla katılımlarıyla, mücadeleci işçiler arasında onların en yetenekli kavga yoldaşları olduğunun kanıtı olmalıdır. 26) Sendikaların ve çeşitli işçi partilerinin sosyal-demokrat ve küçük burjuva liderlerine karşı mücadelede, ikna yoluyla bir şey başarmak için hiçbir ümit yoktur. Onlara karşı mücadele, büyük bir sabır ve enerjiyle örgütlenmelidir. Bu mücadele ancak o liderler taraftarlarından yoksun bırakarak ve işçilere, sosyal-hain liderlerin her an kapitalistlerin emrine amade bir şekilde oynadıkları gerçek rolü göstererek sürdürülebilir. Bu yüzden, fırsat doğduğunda, gerçek doğalarını göstermek zorunda kalacakları bir duruma sokulmalıdır; bundan sonra, onlara karşı şiddetli bir saldırı başlatılabilir. Amsterdam liderlerini yalnızca “sarılar, grev kırıcılar” olarak damgalamak, kesinlikle yeterli değildir. Onların işçileri nasıl sattıklarına dair pratik örnekler sürekli bulunmalıdır. Onları sendikalardaki, Milletler Cemiyeti’nin Uluslararası Çalışma Örgütü’ndeki (ILO), burjuva hükümet ve bakanlıklarındaki faaliyetlerindeki; konferanslardaki ve parlamentodaki sağcı nutukları, yüzlerce gazetedeki sayısız yatıştırıcı makalelerinde su yüzüne çıkan tavırları; özellikle de ücretlerin artırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için en küçük kampanyaların bile hazırlayıp yürütürken gösterdikleri ve Kış | 2009/2010 -
97
Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi isteksizlik -işte tüm bunlar, “grev-kırıcı” liderler olarak anılmayı gerçekten hak eden Amsterdam liderlerinin güvenilmez ve sağcı faaliyetini, basitçe formüle edilmiş önergeler ve kararlarla, kolaylıkla anlaşılır söylevlerle teşhir etmeleri için komünistlere günlük fırsatlar sağlamaktadır. Hücreler ve parti grupları sistematik bir pratik mücadele yürütmelidirler. Çoğu kez iyi niyetli olan, fakat bunları pratiğe geçirmek için yeterince güçlü olmayan, harekete geçmemek için sendika kongrelerinin tüzüklerini ve kararlarını ya da merkezi yönetimin direktiflerini mazeret olarak kullanan alt kademe sendika bürokratları, komünistleri yolundan alıkoymamalıdır. Komünistler, seçtikleri eylem rotalarına kararlı bir şekilde sarılmalıdırlar ve alt kademe bürokratlardan, mücadele önündeki engelleri ortadan kaldırmak için ne yaptıkları, kendilerinin ve sendikalarındaki üyelerin bu engelleri ortadan kaldırmak için açıkça savaşmaya hazır olup olmadıkları konusunda hesap vermelerini ısrarla talep etmeli, onlardan inatla sorularına kesin yanıtlar vermelerini istemelidirler. 28) Komünistler, örgütsüz ve politik olarak eğitimsiz işçilerin, partinin kalıcı etki alanına nasıl çekileceğini öğrenmelidirler. Hücrelerimiz ve parti gruplarımız, sendikalara katılmaları ve parti basınını okumaları için bu işçileri ikna etmelidirler. Diğer işçi sınıfı örgütleri de -tüketici kooperatifleri, savaş gazileri örgütleri, eğitim birlikleri ve çalışma grupları, spor dernekleri, tiyatro grupları, vb. -etkimizi yaymak için kullanılabilir. (...) Komünist gençlik ve kadın örgütleri de, önceden beri politikaya bir hayli kayıtsız kalmış proleterlerin ilgisini çekebilecek dersler, okuma akşamları, gezintiler, festivaller ve piknikler düzenleyebilirler. Daha sonra insanları örgütle sıkı bir şekilde ilişkilendirmeli ve onları partimize yararlı olacak yardımcı çalışmalara (bildirilerin, parti yayınlarının vb. dağıtılması) sevk etmelidirler. Genel harekete etkin bir biçimde katılarak bu işçiler, kendi küçük-burjuva tavırlarının üstesinden gelmeyi daha kolay becereceklerdir. 29) Çalışan nüfusun yarı-proleter katmanlarını devrimci proletaryanın sempatizanı olarak kazanmak için komünistler, bu katmanlar ile büyük toprak sahipleri, kapitalistler ve kapitalist devlet arasına özel çıkar çatışmalarını kullanmalı ve sürekli bir propaganda kampanyası yürüterek, bu ara katmanların proleter devrime güvensizliklerini kırmalıdır. Bu, uzun vadeli bir planı gerektirir. (...) Yerellikte otorite sahibi olan, ya da çalışan köylüler, evde çalışanlar ve diğer yarıproleterler üzerinde etkisi olan düşman örgütlere ve kişilere karşı, ihtiyatlı ve yorulmak bilmez bir çalışma yürütmek zorunludur. Sömürülenler, bunları, kendi acı tecrübeleri sayesinde iyi tanır. Ne kadar zalim olduğunu pekiyi bildikleri bu en yakınlarındaki düşman, bir bütün olarak kapitalist zulmün temsilcisi ve cisimleşmesidir; bu düşmanın maskesi düşürülmelidir. Devlet bürokrasisi, “hukuk devleti” ile küçük-burjuva demokrasisinin idealleri arasındaki çelişkileri açığa vuran her günlük olay, akıllıca ve enerjik biçimde, ikna edici ve herkesin anlayabileceği bir dille komünist propaganda ve ajitasyon için kullanılmalıdır. (...) V. Siyasal Mücadelenin Örgütlenmesi 31) Bir komünist parti için, siyasal faaliyetin olanaksız olduğu bir durum asla olamaz. Örgütsel strateji ve taktikler öyle geliştirilmelidir ki, komünistler her politik ve ekonomik durumdan ve her gelişmeden örgütsel olarak yararlanabilsinler. Bir parti ne kadar zayıf olursa olsun, ülkenin tüm ekonomik yaşamını sarsan büyük politik olayları veya geniş ölçekli grevleri, sistematik ve pratik propagandayı örgütleyip yürütmek yoluyla daima kendi lehine çevirebilir. Eğer bir parti böylesi bir eyleme karar verirse, üyelerinin ve bölüklerinin tüm enerjisini kampanyaya yönlendirmelidir. Parti, her şeyden önce, politik duyarlılığın veya grev hareketinin en güçlü olduğu yer98
Sosyalist Düşünce Dergisi
Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi lerde toplantılar örgütlemek için, hücrelerinin ve işçi gruplarının çalışmaları sayesinde kurduğu her ilişkiden yararlanmalıdır. (...) Eğer toplantının çoğunluğunu ya da önemli bir bölümünü bizim fikirlerimizi desteklemeye kazanma olasılığı varsa, komünistler onlara açıkça ifade edilmiş, iyi savunulmuş önergeler ve kararlar kabul ettirmek için uğraşmalıdırlar. (...) Duruma göre, afişler ve el ilanları kullanarak ya da komünist fikirleri açıklayan, bu fikirlerin yaşanan problemlerle ve günün sloganlarıyla ne kadar bağlantılı olduklarını gösteren daha ayrıntılı bildiriler dağıtarak, eylem sloganlarımızı işçilerin en ilgili kesimlerine anlatabiliriz. (...) Ayrıntılı bildiriler mümkün olan her anda, fakat yalnızca işçilerin bunları dikkatlice okumasının beklenebileceği yerlerde, fabrikalarda, toplantı salonlarında, evlerde ve bunun gibi başka yerlerde dağıtılmalıdır. (...) Parti gazetelerimiz, işçi hareketlerini tartışmaya ve bunları titiz kanıtlarla savunmaya büyük bir yer ayırmalıdır. Partinin tüm örgütsel aygıtı, hareketin amacına ilerlemesi için tereddütsüz ve zamanı esirgemeden çalışmalıdır. 33) Halen oldukça güçlü ve yeterli kitle desteğine sahip olan komünist partiler, sosyal hainlerin işçi sınıfı üzerinde hâlâ sahip olduğu etkiye son vermek için geniş kampanyaları kullanmalı ve işçi kitlelerin çoğunluğunun, komünist politik önderliği kabul etmelerini sağlamalıdırlar. Kampanyanın örgütlenme biçimi, var olan siyasal duruma ve sınıf mücadelesinin durumunun partinin proletaryanın önderliğini ele geçirmesini mümkün kılıp kılmadığına ya da dönemin geçici bir istikrar dönemi olup olmadığına bağlıdır. Partinin bileşiminin de eylemde kullanılan örgütsel yöntemler üzerinde kesin bir etkisi olacaktır. Örneğin, son zamanlarda kitlesel bir parti haline gelmiş olan Almanya Birleşik Komünist Partisi, proletaryanın geniş tabakalarını kazanmak için, -tek tek bölgelerde yapılan çalışmalarla da kazanmak mümkün olduğu halde- “Açık mektup”u kullanmıştır. Hain işçi liderlerinin maskesini düşürmek için komünist parti, yoksullaşmanın ve sınıf çelişkilerinin arttığı bu dönemde, diğer proleter kitle örgütlerinden nerede durduklarını ortaya koymalarını talep etmiştir. Onlar, bir kuru ekmek için ve proletaryanın apaçık kötüleşen yaşam koşullarına karşı verilen mücadelede komünist partiyle birlikte yer almaya hazır olup olmadıklarını ve üzerinde nüfuz sahibi olduklarını söyledikleri şu güçlü örgütleri mücadeleye katmaya hazırlıklı olup olmadıklarını proletaryaya açıklamalıdırlar. (...) 34) Komünist parti, yeni eylemlerin ve mücadelelerin patlak vermesine yol açan bir politik ve ekonomik gerginlik döneminde, kitlelerin önderliğini ele geçirme çabasına girişiyorsa, bu durumda, özel bir talepler dizisinin ileri sürülmesinden vazgeçilebilir. Bunun yerine parti, bürokratik liderler karşı olsalar bile, sosyalist partilerin ve sendikaların üyelerine, herkesin anlayabileceği doğrudan çağrılarla, tümden çöküşe sürüklenmemek için, sefalet ve patronların artan baskısı sonucu zorunlu hale gelen mücadelelerden kaçınmama çağrısı yöneltebilir. (...) Komünist partiler, şunları her gün göstererek kanıtlamalıdırlar: Mücadele etmeksizin işçi sınıfı, hiçbir zaman katlanılabilir bir yaşam standardını kazanmayı umut edemez; ve bu gerçeğe rağmen, eski örgütler bu mücadeleden kaçınmakta ve bunları önlemeye çalışmaktadırlar. Fabrika ve sendikalardaki parti grupları, toplantılarda işçi kardeşlerine savaşın kaçınılmaz olduğunu tekrar tekrar anlatmalı; komünistlerin savaşmak ve özveride bulunmak için hazır olduklarını vurgulamalıdırlar. Çatışmaların ve hareketliliğin içinden çıkıp olgunlaşan örgütsel birlik, en önemli faktörlerden biridir. Komünist partinin temel görevi, farklı mücadelelerin sahip oldukları ortak unsurları ortaya çıkarmak ve bunlara dikkat çekmektir. (...) Kış | 2009/2010 -
99
Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi Eğer hareket, ya kendi gelişiminin iç dinamiği sonucunda ya da patronlar ve hükümet organlarının müdahalesinin bir sonucu olarak siyasal bir karaktere bürünürse, işçi sovyetlerinin kurulması mümkün ve gerekli olabilir. Böyle bir durumda komünistler, sovyet seçimleri için propaganda yürütmeye ve örgütsel hazırlıklar yapmaya başlamalıdırlar. Tüm parti organları, işçi sınıfının gerçek kurtuluşunun, ancak doğrudan doğruya mücadelenin içinden doğmuş olan sovyetler gibi örgütler aracılığıyla ve sendika bürokrasisi ile onun sosyalist partilerdeki yol arkadaşlarından bağımsız ve çetin bir mücadele ederek elde edilebileceği gerçeğini güçlü bir biçimde vurgulamalıdırlar. 35) Belirli bir örgütlenme düzeyine erişmiş olan komünist partiler, özellikle büyük kitle partileri haline gelmiş olanlar, geniş politik kampanyalar başlatmaya ve onları örgütsel önlemlerle desteklemeye her zaman hazır olmalıdırlar. (...) Parti örgütleri, büyük ve orta ölçekli fabrikalardaki proleter kitlelerle yakın ilişki sürdürmedikçe, komünist parti, geniş ölçekli kitle eylemi ve gerçek devrimci kampanyalar yürütemeyecektir. VI. Parti Basını 36) (...) Her komünist parti için öncelik, iyi ve mümkünse günlük bir merkezi gazetedir. 37) (...) Bizim gazetelerimiz, otoritelerini, proletaryayı ilgilendiren bütün toplumsal sorunlar karşısındaki uzlaşmaz tutumlarıyla kazanacaklardır. Gazetelerimiz, “halk”ın sansasyon ya da hafif eğlence isteğini tatmin etmeye çalışmamalıdır; küçük burjuva yazarların ve gazeteciliğin duayenlerinin eleştirilerine önem vermemeli ya da bu edebi çevrelere girmeye çalışmamalıdırlar. 38) Komünist bir gazete, en başta sömürülen ve militan işçilerin çıkarlarıyla ilgilenmelidir: Bu gazete, bizim en iyi propagandistimiz ve ajitatörümüz, proleter devrimin öncü savunucusu olmalıdır. Gazetemiz, tüm parti üyelerinin değerli deneyimlerini bir araya getirmeyi ve bu deneyimleri çalışmanın ortak norm ve ilkeleri şeklinde yaymayı amaçlamalıdır; böylece komünist çalışma yöntemleri sürekli olarak gözden geçirilip düzeltilerek geliştirilebilir. (...) 39) (...) Komünistler, yalnızca gazetenin gayretli propagandacıları ve ajitatörleri olmakla kalmamalıdırlar; gazeteye her alanda yararlı katkılarda bulunmalıdırlar. Partinin fabrika grupları ya da hücreleri, işyerlerinde olan her şeyi, toplumsal veya ekonomik öneme sahip her olayı; ister bir iş kazası, fabrika toplantısı, çıraklara kötü muamele, ister fabrikanın mali raporu olsun, gazeteye mümkün olduğu kadar çabuk iletmelidir. Sendikalardaki parti grupları, sendika toplantılarında ve sendika sekreterliğinde alınan tüm önemli kararları, tedbirleri ve düşmanlarımızın uğraştıkları faaliyet türleri konusundaki her bilgiyi toplamalı ve bunları gazeteye göndermelidirler. (...) Yazı kurulu, çalışan halkın yaşamı ve işçi örgütleri hakkındaki raporları özel bir dikkat ve hassasiyetle ele almalıdır. Bu raporlar, gazetenin çalışan halkın yaşamına yakın olduğunu göstermek için kısa makaleler halinde basılabilirler ya da komünist fikirleri anlatmak için pratik örnekler olarak kullanılabilirler, ki bu komünizmin ilkelerini geniş işçi kitleleri tarafından anlaşılır kılmak için en iyi yoldur. (...) 40) Parti kampanyalarına katkıda bulunmak, militan bir komünist çalışmanın ayrılmaz bir parçasıdır. Partinin faaliyeti belirli bir kampanya üzerine odaklandığında, parti gazetesi kampanya için yalnızca politik başyazılarını kullanmakla kalmamalı; kampanyaya gerekli olduğu kadar çok yer ayırmalıdır. Editörler, kampanyaya destek için tüm kaynaklardan materyal sağlamalı ve gazetenin içeriğiyle biçimini bu materyalin en etkili şekilde sunulabileceği biçimde düzenlemelidir 100
Sosyalist Düşünce Dergisi
Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi VII. Parti Örgütlenmesinin Genel Yapısı 43) Parti örgütlenmesinin yaygınlaşmasında ve sağlamlaştırılmasında, herhangi bir geleneksel coğrafi kriterden daha çok, bölgenin ortaya koyduğu gerçek ekonomik ve siyasal yapı ile iletişim ağı göz önünde tutulmalıdır. Asıl olarak büyük şehirlerin ve büyük-ölçekli sanayi merkezlerinin üzerinde durulmalıdır. Yeni bir parti kurulurken, partinin güçleri sınırlı ve geniş ölçüde dağınık olduğu halde, parti örgütleri ağını derhal tüm ülkeye yaymaya girişme eğilimiyle sık sık karşılaşılır. Bunun sonucunda parti, üye kazanmakta daha yetersiz kalacaktır ve birkaç yıllık bir zaman içinde çok gelişmiş bir bürokratik sistem yaratmayı becerse de, ülkenin ana sanayi kentlerinin hiçbirinde sağlam bir temel inşa etmeyi bile başaramayacaktır. (...) 45) (...) Yerel parti organları içerisinde, üyeler, gündelik parti çalışması için çalışma gruplarına dağıtılmalıdır. Daha büyük örgütlerde, çalışma gruplarını çeşitli kolektif gruplar içerisinde birleştirmek amaca uygun olabilir. Genel olarak, bir ve aynı kolektif grup içinde, işyerinde ya da günlük yaşamlarında birbirleriyle en çok ilişkisi olan üyeler biraraya getirilmelidir. Kolektif grubun görevi, genel parti işlerini çalışma gruplarına paylaştırmak, sorumlulardan rapor almak, onların arasından üye adaylarını eğitmek vs.dir. 46) Parti bir bütün olarak, Komünist Enternasyonal’in önderliği altındadır. (...) 47) Partinin merkezi önderliği (merkez komite ile danışma konseyi ya da komitesi), parti kongresine ve Komünist Enternasyonal’in önderliğine karşı sorumludur. Hem dar olan önderlik, hem de geniş olan komite ve danışma konseyi genellikle parti kongresi tarafından seçilir, fakat eğer kongre uygun görürse, merkezi organa kendi üyeleri arasından, Politik ve Örgütsel Büro üyeleri arasından oluşturulan daha dar bir yönetici organ seçmesi için talimat verebilir. (...) (...) merkez komitesine seçimler sırasında su yüzüne çıkan taktik sorunlardaki ciddi görüş ayrılıkları görmezlikten gelinmemeli, bastırılmamalıdır. Tam tersine bu farklı görüşlerin en iyi savunucularının merkez komitesinde temsili kolaylaştırılmalıdır. Bununla birlikte, daha dar olan önderlik organı, mümkün olduğunca aynı fikirleri paylaşmalıdır, eğer partiye, güçlü ve güvenilir bir önderlik sağlayacaksa, yalnızca kendi otoritesine değil, aynı zamanda bir bütün olarak önderlikteki kesin ve sayıca güçlü çoğunluğa da güvenmelidir. Partinin merkezi önderliğinin bu şekilde geniş bir yapıya sahip olması, legal kitle partilerine kısa zamanda ilk olarak şu olanağı sunacaktır: Merkez komitesinin çalışması için en iyi temellerin yaratılmasını; partinin üye kitlesinin, kendi MK’sine mutlak bir güven duymasını ve onunla olan ilişkilerinde sıkı disipline bağlı kalmasını sağlayacaktır. Bundan başka, parti, profesyonel parti çalışanlarında gelişebilecek her türden hastalığı ve zaafı, daha hızlı bir biçimde teşhis ve tedavi edebilecektir. (...) 48) Her yönetici parti komitesi, parti çalışmasını mümkün olduğunca verimli bir şekilde denetlemesini sağlayan etkili bir işbölümü örgütlemelidir. Özel yönetici organlar, birçok çalışma alanında gerekli olabilir (Propaganda, gazetelerin ve süreli yayınların dağıtımı, sendika çalışması, kadınlar arasında çalışma, Kızıl Yardım Çalışması, bilgilenme ve irtibat çalışması vb.). Her özel yönetici organ, ya merkezi yönetici organa ta da parti bölge komitesine bağlıdır. (...) 50) Yönetici parti organlarının talimatları ve kararları, ona bağlı örgütler ve her bir üye için bağlayıcıdır. Yönetici organların, görevlerini savsaklayan veya haklarını kötüye kullanan yönetici yoldaşlara karşı önlem alma ödev ve sorumlulukları, biçimsel ve resmi olarak ancak kısmen belirlenebilir. Örneğin illegal partilerde, bu organların hesap verme sorumluKış | 2009/2010 -
101
Komünist Partilerin Yapısı, Yöntemleri ve Eylemi lukları resmi olarak daha azdır, ama diğer parti üyelerinin görüşlerini dikkate alma, düzenli olarak bilgi almaya çalışma ve üzerinde iyice düşünüp, etraflıca tartıştıktan sonra karar alma ödevleri de o derece fazladır. 51) Kamuoyu önüne çıktıklarında parti üyeleri, her zaman militan bir örgütün disiplinli üyeleri olarak hareket etmek zorundadırlar. Eğer şu veya bu sorunda doğru eylem yöntemi üzerine anlaşmazlıklar varsa, bunlar herhangi bir açık faaliyete başlamadan önce, mümkün olduğunca parti örgütünde çözülmelidir ve üyeler, bundan sonra, alınmış karara bağlı olarak hareket etmelidir. Her parti kararının, tüm parti örgütleri ve parti üyeleri tarafından tam olarak uygulanması için, her bir meselenin tartışılmasına ve karara bağlanmasına, mümkün olan en çok sayıda parti üyesi katılmalıdır. (...) Eğer örgütün veya yönetici parti organının kararı, diğer bazı üyelere göre yanlışsa, bu yoldaşlar, halkın önündeki konuşmalarında ya da davranışlarında şunu unutmamalıdırlar: ortak cephenin birliğini kırmak veya zayıflatmak, en kötü disiplin ihlali ve devrimci mücadelede yapılabilecek en kötü hatadır. Komünist partiyi ve özellikle Komünist Enternasyonal’i komünizmin tüm düşmanlarına karşı savunmak her parti üyesinin en önemli görevidir. Bunu unutan veya aleni olarak partiye ya da Komünist Enternasyonal’e saldıracak kadar ileriye giden herkese partinin bir düşmanı gözü ile bakılmalıdır. (...) VIII. Legal ve İllegal Çalışmanın Birleştirilmesi 53) Her komünist partinin gündelik yaşamı, devrimci sürecin farklı aşamalarına bağlı olarak değişir. Bununla birlikte, aslında legal ya da illegal her parti aynı tür parti yapısını hedeflemelidir. Parti, kendisini öyle örgütlemelidir ki, mücadelenin koşullarındaki değişikliklere hızla uyum sağlayabilsin. (...) Parti örgütü için her şeyi, bir ayaklanmaya, sokak çatışmasına veya kitlelerin üzerlerindeki aşırı baskıya karşı geliştirdikleri kendiliğinden tepkiye bağlamak, çok büyük bir hata olacaktır. Komünistler her durumda devrim için hazırlanmalı ve savaşmaya daima hazır olmalıdırlar; çünkü çoğu zaman, hareketin ne zaman büyüyeceğini ve ne zaman bir durgunluk sürecinin yaşanacağını peşin olarak bilmek hemen hemen imkânsızdır. Ancak, çarpışmaları önceden tahmin etmek mümkün olduğunda bile, bunun alameti çok nadir olarak, parti örgütlerinde yapılması gerekli değişiklikler için zaman tanıyacak kadar erken gelir; çünkü durumdaki bu türden değişiklikler, genellikle çok çabuk ve çoğu zaman tamamen beklenmedik bir şekilde ortaya çıkarlar. 59) Komünist örgütçü, başlangıçtan itibaren, partinin her bir üyesinin, devrim zamanında militan örgütümüzün bir neferi olarak oynayacağı gelecek tarihsel rolü düşünmek zorundadır. Böylece örgütçü, işçileri gelecekteki konumlarına ve mücadeledeki rollerine en iyi uyan çekirdek gruba yerleştirecek ve onlara en uygun işi verecektir. İşin kendisi, yararlı ve bugünün mücadelesi için gerekli olmalı, pratikçi işçinin anlamadığı kuru bir talim olmamalıdır. Bu faaliyet, yarının nihai mücadelesinin önemli gereksinimleri için eğitimin bir parçasıdır.
102
Sosyalist Düşünce Dergisi
Tartışma
Şubat Devrimleri Üzerine
Oktay Orhun
Birinci Dünya Savaşı nedeniyle gıda, hammadde ve yakıt sıkıntısının had safhaya ulaştığı 1917 Rusya’sında; savaş, devrim için bir katalizör işlevi gördü. Çarlık Rus ya’sında, savaştan önce sistematik bir ekonomik planın olmayışı, birbirini takip eden ciddi kıtlıklarla sonuçlandı ve fahiş enflasyona sebep oldu. Sürecin iktisadi yapı üzerindeki etkisi o derece yaygındı ki, halkın kitlesel hoşnutsuzluğu, kendiliğinden gelişen toplumsal patlamalar noktasına kadar vardı. Proleter kitlelerin 9 Ocak’ta başlattıkları grev dalgası, 23 Şubat’ta kadın işçilerin, açlığa, savaşa ve Çarlığa karşı kitlesel bir gösteri gerçekleştirmesi ile giderek büyüdü. 24 Şubat gününe girildiğinde Petrograd’da 200.000 işçi greve çıkmıştı. 26 Şubat günü, askerler – 1905’in aksine – işçilere katıldılar. 27 Şubat günü ise, Petrograd Sovyeti, İzvestia gazetesi aracılığıyla, ülke çapında Çarlık rejiminin yıkı lışını ilan eden bir çağrı yayımladı. Tarihe 1917 Şubat Devrimi olarak geçen süreç de bu çağrı ile tamamlanmış oluyordu. Şubat süreci, Rusya’da Bolşevik Parti’nin önderliği sayesinde, Ekim Devrimi’ne varabildi. Bizzat, Bolşevik Partisi içinde 1917 Şubat’ında gerçekleşen sürecin ve bu sürecin açığa çıkardığı somut durumun sınıfsal karakterine ilişkin tartışmalar, Ekim Devrimi’nden muzaffer bir şekilde çıkılmasında büyük rol oynadı. Sırf bu bile, bu tarihsel kesitin incelenmesinde yeter şarttır. Ne var ki, Şubat Devrimi’nin önemi bununla sınırlı kalmaz. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ile sonuçlanan bir dizi toplumsal dönüşümün “şubat karakteri” taşıdığını gözlemleyen Arjantinli Troçkist önder Nahuel Moreno, Şubat Devrimi’ni bağımsız bir kategori haline getirdi. Bu yazı, 1917 Şubat’ında Rusya’da gerçekleşen devrime ilişkin Lenin ve Troçki’nin dile getirdiklerinden hareketle İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen bir dizi toplumsal dönüşümün niteliğini açıklayan Nahuel Moreno’nun tezi arasındaki ilişkiyi açımlamaya çalışacaktır. Kış | 2009/2010 -
103
Şubat Devrimleri Üzerine Şubat Devrimi Üzerine Lenin ve Troçki Lenin ve Troçki’nin Şubat Devrimi’ne yaklaşımlarını, ülkede yaşanan fiili durum ile proletaryayı bir cendere altına almış somut sorunlar (savaş, kıtlık, vb.) arasındaki ilişki belirler. Bu ilişki, iktidarın devrimci zaptı noktasında çözümlenecek şekilde formüle edilmiştir. Kalkış noktaları ise, proletaryanın mevcut bilinçlilik düzeyi ile onun somut ihtiyaçları arasındaki çelişkiden hareketle, kitlelere yönelik bir dizi slogan ve taktiksel araçlar geliştirmesidir. Ülkede yaşana fiili durum, yani Şubat Devrimi, Rusya’da bir ikili iktidar ortaya çıkarmıştır. Lenin durumu şöyle betimlemektedir: “Devrimimizin bir iktidar ikiliği yaratmış bulunmak gibi büyük bir özgünlüğü var. Her şeyden önce kavranılması gereken önemli bir olgu bu: Onu anlamadan ileri gitmek olanaksız. Eski ‘formül’leri, örneğin Bolşevizm’in eski formüllerini tamamlayıp düzeltmesini bilmek gerek; çünkü onlar her ne kadar genellikle doğru çıkmışlarsa da, somut uygulamaları farklı olmuştur. Bu iktidar ikiliğini eskiden kimse ne düşünür, ne de düşünebilirdi. İktidar ikiliği neye dayanıyor? Geçici hükümetin, burjuva hükümetinin yanında, henüz güçsüz, tohum durumunda, ama gene de gerçek, söz götürmez ve büyüyen bir varlığı olan bir başka hükümete: İşçi ve asker vekilleri Sovyetlerinin kurulmuş bulunmasına. Bu ikinci hükümetin sınıf bileşimi nedir? Proletarya ile (asker üniforması altındaki) köylülük. Siyasal niteliği nedir? Devrimci bir diktatörlük, yani merkezi bir devlet iktidarı tarafından yayınlanan bir yasaya değil, ama doğrudan doğruya devrimci bir zorlamaya, halk yığınlarının aşağıdan gelen dolaysız girişkenliğine dayanan bir iktidar.”1 Lenin, bu durumun da yaratılmasına kaynaklık eden, somut sorunlar ile devam eder: Savaş ve savaşın doğurduğu gıda, hammadde ve yakıt sıkıntısı... İktidarın devrimci zaptı açısından, bu sorunlara karşı kesinliği olan somut çözümler önerilmeli, kitlelerin desteği kazanılmalıdır. Parti bunu yapabilmek için bir dizi taktiksel araç geliştirmelidir. Şubat Devrimi’nin bu kendine özgü karakteri ve ikili iktidar olgusu üzerine Troçki’nin ifade ettikleri bu bağlamda büyük önem taşır: “Tek başına değerlendirildiğinde Şubat Devrimi bir burjuva devrimiydi. Ancak bir burjuva devrimi olarak çok geç kalmıştı ve kendi içinde hiçbir kararlılık öğesi taşımıyordu. Derhal ikili iktidar ile kendini açığa vuran derin çelişkilerle parçalanmıştı. Bu nedenle de ya proleter devrimine doğrudan bir giriş haline dönüşecekti – ki olan da bu oldu – ya da Rusya’yı bir yarı-sömürge haline getirecek bir burjuva oligarşisi haline dönüştürecekti.”2 Burada önemli bir soru açığa çıkar ki bu Şubat Devrimi’nin karakterini belirleyen temel sorudur da. Neden yaşanan süreç, bir başka şey değil de, bir ikili iktidar yaratmıştır? Lenin’in cevabı şu şekilde: “Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü, iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.”3 Yani, Şubat Devrimi, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü tamamlanamamış bir proleter devrimidir. Bu sebeple burjuva devrimi görünümlüdür. Yarattığı durum itibarıyla bir geçişi temsil eder. Zira ikili iktidar ancak geçici bir süre var olabilir. Biri diğerini alt etmek zorundadır: “Burjuvazi, burjuvazinin tek bir iktidarından yanadır. Bilinçli işçiler; işçi, tarım ücretlisi, köylü ve asker vekilleri Sovyetlerinin tek bir iktidarından; serüvenlerle değil, ama proletaryanın bilincini aydınlatarak, onu burjuvazinin etkisinden kurtararak hazırlanmış tek bir iktidardan yanadır.”4 Burada kısa bir not düşmekte yarar var; 1917 Şubat Devrimi bir burjuva devrimi olarak adlandırıla gelir. Bu Lenin’de de Troçki’de de görüldüğü üzere, bir yere kadar böyledir. Ama 1 V. I. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, çev. Muzaffer İlhan Erdost, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 15-16. 2 L. D. Troçki, Ekim Dersleri, çev. Can Gazialem, Türkçe url: http://www.marxists.org/turkce/ trocki/1924/eylul/ekim (Erişim Tarihi: 14 Ekim 2009), s. 2. 3 V. I. Lenin, a.g.e., s. 10, vurgular benim. 4 V. I. Lenin, a.g.e., s. 10.
104
Sosyalist Düşünce Dergisi
Şubat Devrimleri Üzerine onlar aynı zamanda devrimin kendine özgülüğü olarak ortaya koydukları ikili iktidar ile bunu bir ölçüde yadsırlar da. Şubat Devrimi, yarattığı resmi iktidar açısından bir burjuva devrimidir. Tam da bu iktidarı var eden ve daha da önemlisi ayakta tutan şey ise, ona bilinçsizliğinden ve örgütsüzlüğünden dolayı destek veren Sovyetlerdir yani işçi sınıfıdır, onun iktidarıdır. Troçki, bu durumu Şubat Devrimi’nin temel sorunu olarak ifade eder ve ikili iktidar olgusunu bu düzlemde çözümler.5 Yani başka bir değişle devrimin burjuva görüntüsünün altında bir proleter iktidarı gizlenmektedir. Ekim devriminin dolaysız görevlerinin burjuva demokratik devrimi tamamlamak olmasının nedeni bundandır. Özellikle Stalinist yazında üzerinden atlandığı üzere bu Lenin’in tezlerinde de bu çok net bir biçimde ifade edilmiştir: “Doğrudan görevimiz, sosyalizmin ‘başlatılması’ değildir, yalnızca üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir.”6 Troçki ise sorunu çok daha önce, 1905 Devrimi’nden çıkardığı bir dizi ders ile formüle etmiş; Ekim Devrimi’nin dolaysız görevlerinin burjuva demokratik devrimi tamamlamak olduğu hususuna değinmiş ve Sürekli Devrim Kuramı’nı geliştirmiştir.7 Şubat Devrimi Üzerine Nahuel Moreno Nahuel Moreno’nun Şubat Devrimi’ne verdiği önem İkinci Dünya Savaşı sonrası burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ile sonuçlanan bir dizi toplumsal dönüşümün Rusya’daki Şubat Devrimi’ne benzer bir karakter taşımasından ileri gelir. Moreno bunu şu şekilde açıklar: “Önce bir ekim devrimi ile burjuvazinin mülksüzleştirilmesi arasındaki farkı vurgulayalım, çünkü İkinci Dünya Savaşı öncesinde burjuvaziyi mülksüzleştiren tek devrim 1917 Ekim Devrimi olmuştur ve bu gerçek de bizi yanlış bir analojiye, iki terimin de aynı anlamda olduğunu kabul etmemize götürebilir. Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrasının deneyimi, bir ekim devrimiyle burjuvazinin mülksüzleştirilmesinin aynı şey olmadığını göstermiştir. Her devrim gibi ekim devrimi de esasen, ekonomik sonuçları olan toplumsal ve siyasal bir süreçtir. Ekim devriminin, kendisini diğer herhangi bir devrimden açıkça ayırt eden iki temel özelliği vardır. Bu özelliklerden ilki, işçi ve kitle iktidarının devrimci organlarının, örneğin Sovyetlerin, ortaya çıkışıdır. İkinci özellik ise ilkiyle yakından ilgilidir ve aslen belirleyici olan özelliktir: Ayaklanmayı ve silahlı mücadeleyi yöneten, kitlelerin seferberliğini ve uluslararası sosyalist devrimi geliştirmenin sadece bir aracı olarak iktidarı alan devrimci Marksist bir partinin varlığı. Bu iki koşul olmaksızın ekim devriminden bahsedilemez. Şubat devrimi, ekim devriminden farklıdır ama ona yakından bağlıdır. Şubat devriminin ilerleyebilmesi için bu devrimin ancak ekim devriminden önceki zorunlu bir giriş niteliğinde olması gereklidir. Şubat devrimi, emperyalizmin sömürücüleriyle, burjuvaziyle ve burjuvaziye bağlı toprak sahipleriyle yüzleşen bir işçi ve halk devrimidir; bu devrim, burjuva devlet aygıtını tahrip eder ve onu krize sürükler. Sınıf dinamikleri ve yüzleştikleri düşman açısından her iki devrim de, şubat devrimi de ekim devrimi de, sosyalisttir. Aralarındaki fark, kitle hareketinin farklı bilinçlilik düzeyinde ve esas olarak devrimci Marksist partiyle kitle hareketi ve akmakta olan devrimci süreç arasındaki ilişki de yatmaktadır. Özetlersek, şubat devrimi, bilinçsiz bir sosyalist devrim iken ekim devrimi bilinçli bir sosyalist devrimdir. Biraz Hegel ve Marx gibi konuşursak şöyle diyebiliriz: Şubat devrimi ‘an sich’ (kendinde) bir sosyalist devrimdir ve ekim devrimiyse ‘für sich’ (kendisi için) bir sosyalist devrimdir.”8 5 L. D. Troçki, “Şubat Devrimi’nin Paradoksu”, Rus Devriminin Tarihi, Cilt 1: Şubat Devrimi: Çarlığın Devrilmesi, çev. Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık, İstanbul 1998, s. 163-189. 6 V. I. Lenin, a.g.e., s. 12. 7 L. D. Troçki, Sürekli Devrim - Sonuçlar ve Olasılıklar, çev. Ahmet Muhittin, Yazın Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 125-141. 8 N. Moreno, “Tez 15: Hiçbir Ekim devriminin gerçekleşmediği aşama: bir Şubat devrimleri aşaması”, Geçiş Programının Güncellenmesi İçin Tezler, Türkçe url: http://morenist.blogspot. Kış | 2009/2010 -
105
Şubat Devrimleri Üzerine Bu noktada açığa çıkan bir soruyu daha açığa yanıtlamak gereklidir; proletaryanın bilinçsizliğine ve örgütsüzlüğüne karşın burjuvazi nasıl mülksüzleştirilebilmiştir? İlk olarak proletaryanın bilincini nasıl kazandığını görelim: “Feodalizmin iktidarı altındaki burjuvazinin sahip olduklarının aksine proletarya, kapitalizm koşullarında bilinçliliğinin olgunlaşması için hiçbir olanağa sahip değildir. Evrimci değil devrimci bir süreç yaşamaktayız; ve proletarya, hakimiyet altındaki sınıf olarak bilinçliliğini iktidar için başka bir sınıfla savaşırken kazanmaktadır.”9 Başka bir değişle, somut talepler etrafında şekillenen bir mücadelenin seyri proletaryayı iktidarı zapt etmeye yöneltecek siyasal bilince doğru yönlendirir. Burjuvazinin nasıl mülksüzleştirilebildiği sorunu ise, bu devrimlerin anormal doğasından ileri gelir. Şöyle ki; “Bu sorun, dünya çapındaki devrimci süreçlerin Lenin ve Troçki’nin tarif ettiği yönde evrilip evrilmemesiyle, bir başka değişle Rus Devrimi’ne benzer durumların olup olmadığıyla ilgilidir. ‘Normal’ devrimler, merkezinde sanayi proletaryasının, coğrafi ortam olarak da kentlerin bulunduğu ve silahlı mücadelenin ekseni olarak da kent ayaklanmasına dayalı devrimlerdir. ‘Normal’ devrimler, aynı zamanda, ancak bir Bolşevik Parti tarafından önderlik edildiği sürece zafere ulaşabilecek olan devrimlerdir. ‘Normallik’ kavramı, II. Dünya Savaşı sonrasında tanık olduğumuz ‘anormal’ süreçlerin karşısında geliştirilmiştir; bu dönemde Stalinizmden Castroculuğa kadar uzanan bir yelpazedeki küçük burjuva ya da bürokratik partiler, basınç altında işçi ve köylü hükümetleri kurmak zorunda kalmışlardır. Bu anormallik, çeşitli etmenlerin birleşmesinin bir sonucudur. Birincisi, devrimci durumu tanımlayan iki koşul (burjuvazinin bunalımı ve küçükburjuvazinin radikalleşmesi) dönemsel olmaktan çıkıp sürekli (kronik) bir hale dönüşmüştü. (...) devrimci durumun ilk iki koşulu aşırı derecede ağırlık kazanmış, işçi hareketinin zayıflığı ve devrimci partinin yokluğu nedeniyle devrimci partinin yeri kitle basıncıyla küçük burjuva partiler tarafından doldurulmuştur.”10 Şubat Devrimi, Rusya’da 1917 yılında bir ikili iktidar olgusu meydana getirirken ve bir ölçüde de burjuva demokratik bir karakter taşırken, İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen Şubat Devrimleri, nasıl sosyalist bir nitelik taşıyıp burjuvaziyi mülksüzleştirmeyi başarmıştır? Bunun cevabı ise, değişen sorunlar ve tabi görevlerin niteliğinde aranmalıdır. “Rusya’daki Şubat Devrimi’nde sosyalist bir devrim ile burjuva demokratik bir devrimin bileşimi bulunmaktadır. Fakat bu durum, Çarlığın ve onu destekleyen toprak sahiplerinin varlığından kaynaklanıyordu. Ne olursa olsun, feodal artıklara karşı mücadele anlamına gelen burjuva unsur belirleyici olan unsur değildi; çünkü Çarlık dünya emperyalist rejiminin bir parçasıydı ve Rus kapitalizmine de sımsıkı bağlıydı. Birkaç istisnanın dışında bu durum artık dünya üzerinde mevcut değildir. Artık ne çarlar ne de egemen feodal toprak sahipleri kalmıştır. Artık dünyanın her yerinde emperyalizmin, kapitalizmin, kapitalist toprak sahiplerinin ya da işçi bürokrasilerinin iktidarı bulunmaktadır. Karşılaştıkları düşman açısından, burjuvazi ve onun devlet aygıtı ve bu devrimleri gerçekleştirenlerin sınıfsal karakteri açısından, işçiler, tüm çağdaş devrimler sosyalist devrimlerdir.”11 Ayrıca bir parantez, Moreno’nun Kızıl Ordu’nun ilerlemesi esnasında Doğu Avrupa’nın geri kalanında sermayenin mülksüzleştirilmesiyle sonuçlanan süreçleri de “kendine özgü Şubat Devrimleri” olarak karakterize ettiğini söyleyelim.12 com, Karşılaştır: İngilizce url: http://www.marxists.org/archive/moreno/1980/transitionalprogram/index.htm (Erişim Tarihi: 14 Ekim 2009). 9 N. Moreno, a.g.e. 10 N. Moreno, Parti ve Devrim, çev. Hakan Gülseven, Atölye Yayınları, Ankara 1998, s. 42-43. 11 N. Moreno, Geçiş Programının Güncellenmesi İçin Tezler, a.g.e. 12 N. Moreno, “1982 Kuruluş Kongresi”, Uluslararası İşçi Birliği - Dördüncü Enternasyonal (LITCI) Kuruluş Tezleri, Türkçe url: http://morenist.blogspot.com/2009/01/uluslararas-ii-birliidrdnc_6703.html (Erişim Tarihi: 14 Ekim 2009).
106
Sosyalist Düşünce Dergisi
Şubat Devrimleri Üzerine
Sonuç Özetlersek; 1917 Şubat’ında Rusya’da gerçekleşen devrimin karakterinden hareketle, bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü tamamlanamamış bir proleter devrimi kategorisi olarak Şubat Devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kitle hareketinin muazzam basıncı altında, revizyonist ve oportünist önderlikler, burjuvaziyi mülksüzleştirmeye itilmiştir.Tanımlanmış soyut bir kategori olarak Şubat Devrimi, bir kitle hareketinin kendiliğinden yarattığı basınç altında mevcut önderlikleri burjuvaziyi mülksüzleştirmeye iten, devrimci süreçlerdir. Onun bilinçli bir nitelik kazanması, öncü partinin varlığına ve bu partinin kitlelerin desteğini kazanmasına bağlıdır. Bu ise önderlik sorununu irdeleyen diğer yazıların konusudur.
Kış | 2009/2010 -
107
Toplumsal Cinsiyet
Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği
Dicle Nadin
Giriş Kadın emeğini konu edinen birçok araştırmada, bu emeğin, ya sadece emek pazarındaki durumuna bakılarak bir analiz geliştirilir ya da ataerkilliğe ve buradan izler taşıyan kültürel pratiklere odaklanılır. Oysa, bizzat kadının, “ikinci cins” olma durumunu var eden ve besleyen de, kapitalizm ve ataerkillik arasındaki ilişkidir. Dolayısıyla bu ilişkinin kendisi ve kadın emeği üzerindeki etkisi tahlil edilmeden, kadının, ücretli ve ücretsiz emeği arasında gidip gelen kısır döngü, kolay kolay çözülemeyecektir. Bu tahlil, aynı zamanda bir biyolojik cinsiyetin, toplumsallık kazanma sürecinin maddi temelini gösterme çabasıdır ki, bu maddi temel de, kuşkusuz emektir ve bu emek, cinsiyetçi iş bölümü üzerinden kendisini gösterir. Bu yazıda, kadının yeniden üretim süreçlerinde oynadığı rol bağlamında ev içindeki ücretsiz emeği tahlil edilecektir. Bu emeğin tahlili, kadın emeğinin kapitalizmdeki özgül durumunu anlayabilmek; emeğin cinsiyete dayalı iş bölümünü ve toplumsal cinsiyet ilişkilerini maddi bir temele oturtabilmek açısından gereklidir. Öte yandan kadının emek pazarına sunduğu ücretli emeği ile ev içinde kullandığı ücretsiz emek arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur ki, bu iki emek biçimi de birbirini etkiler ve besler. Yazının devamında ise, sosyal devlet uygulamalarının ortadan kalktığı neoliberalizm dönemi politikalarının, kadın emeğini ev ekseninde yeniden kurgulayışı; bu kurgunun ev emeğine ve ataerkil ilişkilere etkisi konu edilecektir. Tüm bu analizlerin ışığında, kadının özgürleşmesi için, karşılıksız ev emeğinin ortadan kaldırılmasının zorunlu bir uğrak noktası olması ve bunun nasıl bir sistemde, ne şekillerde ortadan kaldırılabileceği de, yazının sonuç bölümünün tartışma konusu olacaktır. Emeğin Eve Hapsolması Ekonomi sözcüğünün kökeni olan “oikos” ev, “nomos” 108
Sosyalist Düşünce Dergisi
Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği idare anlamına gelmelerine rağmen, kapitalist üretim tarzı, gelişiminin bir gereği olarak üretim ve yeniden üretim alanlarını birbirinden ayrıştırmıştır. Bu ayrışmada, kapitalizm, kendisinden önceki toplumlardan devraldığı cinsiyetçi işbölümüne uygun olarak, bu alanın sorumluluğunu kadının üstlenmesine sebep olmuştur. Ancak kadının bu sorumluluğu/zorunluluğu evle sınırlı kalmamış, buna ek olarak, kadın, ihtiyaç duyulduğu oranda emek pazarına çekilmiştir. Yani, kapitalist toplumda kadın, cinsiyetçi işbölümü sürecini iki durumda yaşamak zorunda kalır: ilkin ailede, aile üyelerinin daha çok maddi gereksinimlerine cevap verecek hizmetleri üreterek, yani ev işi yaparak, çocuk bakarak ve emek gücünü yeniden-üreterek; daha sonra, toplumsal üretim için, ev dışında tıpkı erkek gibi ücret karşılığı çalışarak ve üretim yaparak. Marx, yeniden-üretimin üretim süreciyle birlikte düşünülmesi gerektiğini ve yeniden üretimin toplumun gelişiminde, üretime eşdeğer maddi bir unsur olduğunu söyler. Engels ise; yeniden üretimin tahlilini şöyle yapar: Materyalist anlayışa göre, tarihteki egemen etken, sonunda, maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ama bu üretim ikili bir özlüğe sahiptir. Bir yandan yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin, ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belli bir tarihsel dönem ve belli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan çalışmanın, öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir.1 Yani, kadının emek piyasası ve üretim süreçlerindeki konumu ile yeniden üretimdeki konumu arasındaki bu diyalektik, emeğin yeniden üretim süreçlerini, sermaye ilişkisinden tamamen bağımsızlaşmış bir alan olarak okumamızı engeller. Çünkü tam da, bu iki emek sürecinin, farklı niteliklerine rağmen, birbirleriyle olan ilişkisi ve birbirlerini etkileyen bir dinamiğe sahip oluşu; kadın emeğinin tahlilinde bu iki süreci de göz önünde bulundurmak gerektiğini gösterir. Yeniden üretimde kullanılan emek, toplumsal anlam taşıyan ve tarihsel dönüşüme açık bir emek harcama biçimidir. Bu yüzden her kadın karşılıksız olarak yapılan bu emek sürecinin, birer öznesidir. Fakat bu emeğin biçimi ve niteliği sınıflara bağlı olarak değişkenlik gösterir. Dolayısıyla her kadın bu emeği aynı biçimde sarf etmez ve bu her kadının bu süreçte aynı biçimde ezildiği anlamına gelmez. Öte yandan bu emek, süregiden toplumsal yapının da yeniden-üretimini üstlenir. Örneğin, bir işçi ailesindeki kadın, ev ve bakım emeğinin yanı sıra, emek-gücünün de yeniden üretimini üstlenir, bu da aslında sermayenin bu emek aracılığıyla, gizli bir emek gücü beslenimine dayandığının önemli bir göstergesidir. Yani kapitalizm yapısı gereği, ataerkil ilişkilere yaslanarak kendisini var edebiliyor ve bunu da en yalın biçimiyle kadının ev-içindeki harcadığı emek sürecinde gözlemleyebiliyoruz. Ücretli ve Ücretsiz Emek Döngüsü Kapitalizmde, nesnelerin kâr amaçlı üretimi, kadınların karşılıksız olarak ev içinde harcadığı duygusal, zihinsel ve manevi emeği görünmez kılar. Bu emeğin görünmez oluşunun yarattığı değersizleşme ve ev emeğinin, kendi başına kapitalist pazarda bir “değer” yaratmaması; öte yandan bu emeğin kadının emek pazarına katılmasının önünde bizzat bir engel oluşturması, kadının ücretli emeğinin de bu bağlamda değersizleşmesini/ucuzlamasını sağlar. Bu emek ancak, piyasada satın alınabilir hale geldiği ölçüde “görünür”. Bu alanın örtüklüğü ve bu emeği harcayanın görünmezliği, bir takım söylemlerle meşrulaştırılmıştır. Bunlardan en önemlisi de: kadının doğurganlığının ya da bizzat anatomisinin bazı işlere olan yatkınlığı. Bu yetenek savı, kadının karşılıksız emeğinin 1 F. Engels, Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, Sol Yayınları, sy.12, 2008. Kış | 2009/2010 -
109
Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği doğallaştırılmasını sağlar. Ev-içinde çalışan kadının, bu süreçte edindiği becerilerin, emek pazarında “beceri”den sayılmaması, bu emeği doğallaştıran bir diğer unsurdur. Esasında ev ve bakım işleri kapitalizm açısından bir hayli maliyetlidir. Buna rağmen bu işler ücretli olarak yapıldığında -bakıcılık, hizmetçilik gibi-, yine kadınlar tarafından çok düşük ücretlere yapılır. Yani ev ya da bakım işleri, ücret karşılığı yapıldığında bile; bu iş, cinsiyetler arasında değil de, kadınlar arasında yeniden dağılır. Bu “doğal” yetenek gibi gösterilen karşılıksız emek, hem kadının ücretli emeğini etkiler; hem de emeğin cinsiyete dayalı işbölümünü yeniden-üretir. Maria Mies, kadının ücretli emeğinin niteliğini, ücretsiz emeğiyle ilişkilendirerek şöyle açıklar: Ev kadınlığı ücretli bir iş olmadığından, kadınların ev dışında gerçekleştirdikleri her işin gelir arttırıcı etkinlik olarak görülmesi, Kadınların ev kadını olması, yalnızca emeklerinin ucuza alınmasını değil, aynı zamanda emeklerinin kolay kontrolünü de sağlaması, Bu işgücünün serbest tipik proleter işgücü yerine, marjinalleştirilmiş, eve bağımlı ve serbest olmayan bir niteliğe sahip olmasındandır.2 Mies’ın da belirttiklerinden hareketle, kadın eve bağımlı olduğundan, kısmi zamanlı ve esnek işleri tercih eder. Ancak ev emeğinin izin verdiği sürelerde çalışır, yani emek pazarındaki konumu kesintili ve eğretidir. Bir kadının çocuk doğurduğunda ya da evlendiğinde iş yaşamını terk etmesinin anlamı, onun ücretli çalışan kimliğinin erkeğinkinden farklı olmasından kaynaklanır. Kadınlar bu sebeple erkeklerle eşit ücret alamazlar ve kesintili çalışmaları sosyal güvenlik sistemlerinin dışına itilmelerine sebep olur.3 Yıldız Ecevit, Kentsel Üretim Sürecinde Kadın Emeğinin Konumu ve Değişen Biçimleri adlı makalesinde emek pazarındaki ataerkil ilişkilerin, kadınların ev içinde ücretsiz emek kullanıcıları olarak alıkonulmaları için gerekli olduğunu söyler. Benzer şekilde, kadının ücretli emek pazarına katılımında da kuşkusuz ev içindeki emeğinin niteliğinin, harcanma derecesinin, yani ataerkil ilişkilerin etkisi belirleyicidir.4 Kadın, bazen, üretime; ev emeğinin uzantısı olan işler aracılığıyla katıldığı gibi; bazı durumlarda da ev emeğinin yarattığı meşruiyetle, üretim sürecine bile ücretsiz olarak katılır. Bunlardan, en tipik olanı da, ücretsiz aile işçiliğidir. Bu iş aracılığıyla kadın, endüstriyel üretim için değer yaratsa bile karşılığını alamaz. Özellikle Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerde, tarımda, konfeksiyon atölyelerinde ailelerine gelir sağlamak amacıyla, aile işletmelerinde ya da tarımda çalışan kadınların sayıları kadın istihdamının önemli bir bölümünü oluşturmaktadır.5 Bu sektörlerde, kadının emeği ücretlendirilmez ve açıkça bu çalışma, ev içi emeğinin bir uzantısı haline gelir. Zaten bu kadınlar da aynı ev işlerini niteledikleri gibi, bu süreci de bir çalışma olarak değil; yardım olarak görürler. Bu emeğin tercih sebebi de, bu tür işgücünün, hem güvenilir hem de sadık olmasıdır. Çünkü hiç kimsenin çalışamayacağı saatlerde, bazen de tüm gece çalışabilirler. Öte yandan ücretsiz aile üyesi kadın emeği kullanımı atölyeler için “yaşamsal” bir öneme sahiptir, çünkü bu kadınlar atölyede iş olmadığı zamanlar kolayca evlerine ve çocuklarına dönebilir. Bu tür bir çalışma, kadının emeğinin ve hatta tüm yaşamının denetim altına alınmasının koşullarını yaratır.6 2 Maria Mies, Patriarchy and Accumulation on a World Scale,1986, Zed Books, London. 3 Kadının Görünmeyen Emeği, Yordam, 2008, der: Gülnur Acar-Savran, Nesrin TuraDemiryontan, 11. 4 Y. Ecevit, “Kentsel Üretim Sürecinde Kadın Emeğinin Konumu ve Değişen Biçimleri”, 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar içinde, der: Şirin Tekeli, İletişim, 1993, sy.125 5 TUİK, Hane Halkı işgücü anketi sonuçları, Temmuz 2008. 6 Saniye Dedeoğlu, Ataerkillik ve Enformel Emek: Konfeksiyon Atölyelerinde Ücretsiz Aile İşçileri, Praksis, sayı 20, 2009.
110
Sosyalist Düşünce Dergisi
Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği Dolayısıyla hem ev içindeki, hem de iş yaşamındaki ataerkil ilişkiler birbirini besler; kadın emeğinin marjinalliğine ve emek pazarındaki cinsiyete bağlı ayrımcılığa da zemin hazırlar.7 Fakat bunu söylerken, bir diğer gözden kaçırılmaması gereken konu da, bu ikincilliğin sebebini yalnızca, emek pazarındaki toplumsal cinsiyet ayrımcılığı olarak nitelendirmek, meselenin eksik kavranmasına sebep olabilir. Özellikle de son zamanlarda, bu ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve “fırsat eşitliği” yaratmak adına; bazı devletlerin bakım emeğini hafifletme girişimlerine tanık oluyoruz. Aile ve iş yaşamını uyumlulaştırma/uzlaştırma adı verilen bu girişimler, ebeveyn izni, özel ve devlet bakım merkezleri, aile ödeneği, ebeveynlerin çalışma saatlerinin çocuklarına bakabilecek şekilde ayarlanması ve uzlaştırma için esnek çalışma gibi uygulamaları içeriyor. Bu uygulamalar bazı kesimlerde, kapitalizmin kendi işlerliği içinde kadın ve erkek eşitliğini sağlayabileceği mitini yaratmış durumda.8 Bu düzenlemeler, önemli olmakla birlikte, devletin ev emeğini es geçip de, sadece bakım hizmetlerini üstlenmeye odaklanması biraz düşündürücü. Bu uygulamaların altında yatan niyet ise, ekonomik büyüme ve kalkınmanın kadın işgücüne ihtiyaç duyduğu ve bu tür uzlaştırma politikalarının yokluğunda ise, üreme oranının düştüğü şeklinde ifade ediliyor. Bu yüzden de devlet politikası, üretim ve doğurganlık rollerini uzlaştırma ekseninde, bakım hizmetlerini üstlenme yönünde gelişiyor. Bu aynı zamanda “ekonomik büyüme motoru” olarak görülüyor. Yani bir anlamda kapitalist “kalkınma”; ucuz kadın emeğinin istihdamına, eş zamanlı olarak da yeni işçi kuşaklarının yetiştirilmesine ihtiyaç duyuyor. Bunun için de kadına yardım ediyor. Bu şekliyle de, kapitalizmin yine kendi ihtiyacı oranında bu tip düzenlemelere gittiğini, bunun da toplumsal cinsiyet ayrımını ortadan kaldırmaya hiç bir zaman muktedir olamadığını görüyoruz. Çünkü bu yardım bile, başlı başına, işe giden kadının, eve olan bağımlılığını azaltmıyor; bilakis pekiştiriyor. Dolayısıyla bu ayrımcılık, kadının maddi konumunun bir sonucu olduğuna göre; ev-içi emek ortadan kaldırılmadığı sürece de kadının toplumsal yaşama “eşit ve özgür katılımı”nı görmek mümkün değildir. Ev Emeğinin Niteliği ve Ataerkil İlişkiler: Bir kıyaslama yapacak olursak, kadının evde harcadığı emeğin, işte harcadığı emeğe oranla çok farklı niteliklere sahip olduğunu görürüz. Bir kere ev emeği, hayatı sürdürmek için gerekli olan bir etkinliktir; fakat bunun için gerekli yaşam araçlarını satın alabilecek geliri sağlamaz. Bunun için bu gelir ya çalışmakla sağlanır ya da çalışan birinin eline bakmakla. Çalışmanın kadın için çifte yük olduğu gerçeği hâlihazırdayken, bu emeği sarf eden olmak bile tek başına; eline bakılan kişiye, yani babaya, kocaya olan bağımlılığı yaratır. Öte yandan, bu emeği, diğer emek biçimlerinden farklı kılan da sevgi ilişkileriyle içi içe geçmiş olmasıdır. Evde yapılan işler ve bakımda sarf edilen emek, modern istihdam biçimlerine benzemez, bu işlerin çalışma saatleri yoktur ve yapılan işlerin başı sonu belli değildir. Diğer yandan bu emeğin, zihinsel ve duygusal bir yanının da oluşu, bu emeği “maddi” bir emek olarak tanımlayamayışımıza sebep olur. Sevgiyle peçelenmesi ve kadınlığın bir gereği olarak yapılması, kapitalizmde “sevgi” anlayışını da sorgulatacak cinstendir ki, nedense bu sevgi kadının ev işlerini aksatmamasıyla doğru orantılı olarak gelişir, büyür. Ev işlerinin gündelik ve tekrara dayalı doğasını Simone de Beauvoir, şöyle tarif eder: 7 Kadının, işgücü piyasasındaki ikincil konumunu açıklarken “marjinalleşme” tezi önemli bir yer tutagelmiştir. 1970’lerde egemen olan bu görüşe göre kadın, modern imalat sanayiinden her geçen gün daha fazla dışlanmaktadır. 1980’lerle birlikte ise marjinalleşme yaklaşımında bir değişiklik olmuş; ekonomik kriz sonrasında kadın emeğinin işgücü piyasasından dışlanmadığı; fakat düşük ve güvencesiz işlerde istihdam edildiği kabul edilmiştir. 8 İstihdamda Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Doğru: İş ve Aile Yaşamını Uzlaştıma Politikaları Konferansı, 27 Mayıs 2009, İstanbul Teknik Üniversitesi, İstanbul. Kış | 2009/2010 -
111
Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği Bu tür bir çalışma, negatif temele oturur: temizlik, pisliğin yok edilmesi, toplama, düzensizliğin ortadan kaldırılmasıdır. Ve yoksulluk koşullarında herhangi bir tatmin mümkün değildir; mezbele kadının terine ve gözyaşına rağmen, hala aynı mezbeledir: Yeryüzünde hiçbir şey onu hoş hale getiremez. Kadın tümenleri kire karşı herhangi bir zafer kazanmadan bu bitip tükenmez mücadeleyi sürdürürler. (...) Pek az iş Sysphus’un işkencesine, sonsuzca tekrarlanan ev işleri kadar benzer. Temiz olan kirlenir, kirlenen temizlenir, tekrar ve tekrar, gün be gün. Ev kadını, zamanın dışındadır; o hiçbir şey yapmaz, sadece şimdiyi sürükler.9 Bu emeğin, kocaya, çocuklara ya da yaşlı ve hasta akrabalara karşılıksız olarak sarf edilmesi; başta erkeğin, bu emeği denetim altına almasının maddi zeminini oluşturur. Tersinden okursak; böyle bir söz hakkını doğuran da, bu tür bir etkinliğin, kadın cinsinin tarihsel görevi olmasıdır. Ev-emeğinin üzerindeki bu denetim; kadının üretime katılabilmesinde erkeğin söz sahibi olmasını sağlar ve kadının bedeni, kimliği üzerindeki diğer denetimlere yol açar. Bu durum, gerek devlet tarafından yasalar aracılığıyla meşru kılınarak, gerekse de şiddet, tecavüz gibi kadını, baskı altına alma mekanizmalarıyla da toplumsal olarak erkek-egemenliğinin yeniden-üretilmesine olanak tanır. Elbette ki bu denetimi/tahakkümü, sadece erkeğin aile reisliğini elinde tutmasıyla açıklayamayız. Çünkü erkek-egemenliği de, tıpkı aile gibi karmaşık ilişkilere dayanan tarihsel ve toplumsal bir olgudur. Yani erkeğin yokluğu durumunda dahi, aile reisinin kadın olması bu egemenlik ilişkisini değiştirmez. Çünkü bu sistemin kendisine içkindir. 10 Kuşkusuz, bu egemenlik ilişkisi erkeklere kendi öznel niyetlerinden bağımsız olarak, bir takım ayrıcalık ve çıkarlar sağlar. Erkeklerin becerilerini daha farklı şekilde geliştirmelerine olanak tanır. Ev-işini üstlenmek zorunda olmamaları onlara boş zaman sağlar ve bu, kadınlar üzerinden sağlanan bir avantajdır aslında. Bu boş zaman faktörü, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucudur ve kadınların politik bir özne olarak var olabilmelerinin, örgütlenebilmelerinin de koşullarının ne kadar zor olduğunun maddi temellerini ortaya koyar. Neoliberalizme “Ev”in İçinden Bakmak Ekonomi dışı bir etkinlik gibi görülen ev emeğinin, kapitalizmin iktisadi politikalarından birebir etkilenmesi, çelişkili bir gerçekliktir. Neoliberalizm dönemi, sosyal devlet anlayışlarının hezimete uğradığı, kapitalizmin daha fazla kâr anlayışını ise, ucuz emek deposu olarak, kadın ve çocuk emeğini emek pazarlarına çekerek gerçekleştirdiği bir dönem olarak incelenmeye değerdir. Fakat bu bölümde, daha çok bu dönemin politikalarının kadının ücretli emeğinde yarattığı dönüşümleri, ev emeğiyle ilişkilendirerek incelemeye çalışacağız. Kapitalizm, 70’li yıllardaki krizini aşabilmek için, emek süreçlerinde belli yapılanmalara gitmiştir. Bu yapılanma, kuşkusuz, düşen kâr hadlerini artırma çabası olarak, düşük ücretle çalışmaya uyum gösterecek hazır işgücü ordusuna gereksinim duymuştur. Bununla birlikte, piyasa içerisindeki rekabete uyum sağlayabilecek, özellikle de emek-yoğun sektörlerdeki esnek çalışma koşullarına uygun, monoton ve genel beceri isteyen iş tipine “doğal” yatkınlığı bulunan kadınlar, bu sürecin vazgeçilmezlerini oluşturmuşlardır. 1970-1980 arasında birçok ülkede kadınların işsizlik oranı erkeklere göre yük9 Simone de Beauvoir, The Second Sex, Newyork: Vintage, 1974. çev: Aksu Bora, Kadınların Sınıfı: Ücretli Ev Emeği ve Kadın Öznelliğinin İnşası içinde, İletişim, 2005. 10 1971’de Fas’ta yapılan bir araştırma kadının ailenin reisi olmasının sonuçları üzerine. Kadın evde geçimi sağlayan tek kişi olduğundan ötürü, bu durum kadınların emek arzının fiyatlarını bastırmakta kullanılıyor. Bkz. Saniye Dedeoğlu, Toplumsal Cinsiyet Rolleri Açısından Aile ve Kadın Emeği, Toplum ve Bilim, sayı 86, sy.152.
112
Sosyalist Düşünce Dergisi
Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği selirken, 1980’lerle birlikte birçok ülkede erkeklere oranla kadın işsizliği düşmüştür. Öncelikle yapısal uyumun ve krizlerin dayattığı sefalet, zorunlu göçler ve kadının en fazla istidam edildiği tarımda ve kamu sektörlerinde, iş olanaklarının daralması kadını tipik olmayan işlerde çalışmaya zorlamıştır. Öyle ki, dünya çapında çalışabilir durumdaki kadınların yarısından fazlası işgücüne katılmıştır. Emeğin feminizasyonu olarak adlandırılan bu süreçte, kadın istihdamı artarken, bu kadınların çalışma koşullarında ciddi farklılaşmalar meydana gelmiştir. Bu süreçte kadınlarca yapılan işlerin birçoğu düşük ücretli ve iş güvencesinden yoksun işlerdir.11 Bu işlerde çalışmak kadınlar için zorunlu bir tercih olmuştur. Çünkü özelleştirmelerin artması ve asgari ücretin aile yerine bireysel geçimlik düzeyine çekilmesi kadınları da gelir getirici işlere yöneltmiştir. Sosyal devlet hizmetlerinin ortadan kalkmasıyla; işyerlerindeki kreşler kapatılmış, doğum izinleri ve aile ödenekleri büyük ölçüde azaltılmış, bakım hizmetlerini görece üstlenen devlet, bunun yükümlülüğünü kadının üzerine yıkmıştır. Dolayısıyla kadın da, evini terk etmeden ve evde yaptığı işlerin bir uzantısıymışçasına, üretime katılmayı tercih etmek zorunda kalmıştır. Bu bağlamda, görünmeyen emekten izler taşıyan bir ücret ilişkisi olarak, ev işçiliği örneği kadın emeğinin uğradığı dönüşümleri somutlaması açısından incelenmeye değerdir. Gündelikçi, aylıkçı, bakıcı, servis, ütücü, aşçı olarak evlerde çalışan ya da evin içinde imalat, giyim gibi sektörlere parça başı iş üreten, hayatı evin içinde kazanan ev işçisi kadınlar, kadın istihdamının önemli bir bölümünü oluşturuyor. 80’den sonraki panoramayı görmek açısından, sayılarla ifade edecek olursak, 1990’lı yılların ilk yarısında ev işçilerinin sayısının Avrupa Birliği’ne üye 15 ülkede toplam 2 milyon, Japonya’da ise 1 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Arjantin’in Buenos Aires kentinde imalat sektöründeki işçilerin %8’ini, Cordoba ve Rosario’da imalat sektöründeki işçilerin ise %10’unu oluşturdukları; Avustralya’da giyim sanayisinde çalışan ev işçilerinin sayısının ise, fabrika işçilerinin iki katına yaklaştığı ve 60.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. 1990’lı yıllarda Almanya, Hong Kong, İtalya, Japonya ve Meksika’da kadın ev işçilerinin oranı ise %87 ile %93 arasında değişmektedir. Yani ev işçilerinin önemli bir kısmı kadındır. Ev işçilerinin sayısındaki olağanüstü büyüme, sendikaların yetersizlikleri ile birlikte, yeni örgütlenme oluşumlarına gebe olmuştur. 12 Ev Emeğinin Tazmini: Ücretlendirmek, Toplumsallaştırmak ve Dahası... Emeğin ücret üzerinden bir değer teşkil etmesi, kuşkusuz emek-sermaye ilişkisinin olduğu toplumlara mahsustur. Bu ücret ilişkisinin bir sonucu olarak, işçiye verilen ücret de, onun emek gücünü yeniden-üretebilmesi için gereken toplumsal emek miktarıdır ki, kuşkusuz bu yeniden üretimde, başat rol oynayan kadının ev emeğinin varlığı, bu ücretin düşük olmasını garanti altına alan etkenlerden biridir. Ne var ki, piyasa ilişkilerinin dışında kalan ev-içi emek de, tam da bu sebeple, metalaşmamış bir ilişki olduğu için ücretlendirilmez. Üzeri her ne kadar örtülse ve doğallaştırılsa da, ortada bir emek harcandığı genel kabuldür. Peki bunun karşılığı ne olmalıdır? Kapitalist ataerkil ideolojinin bu konudaki genel yaklaşımı, kadının emeğinin, kocası vasıtasıyla, karşılandığı yönündedir. Hatta bazı dönemlerde, bu yaklaşımda iyileştirme adına, “aile ücreti” gibi uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Aile ücreti, ev emeğinin karşılığı olarak, aile reisine ek ödeme yapılmasıdır. Mevcut ayrımcılığı gidermeyen, aksine pekiştiren bu anlayış; kadın kurtuluşunu iktisadi ve kültürel bir sorun olarak algılayan bakış açısının ürünüdür. Bunların yanı sıra, toplumsal muhalefet hareketlerinin de temel tartışma konularından biri 11 Başak Ergüder, Türkiye’de Kadın Emeğinin Değişen Yapısı: Enformel Kesimde Kadın Emeği ve Kadın Emeğine Talep, Yüksek Lisans Tezi, İsatanbul, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. 12 Örgütsüzlerin Örgütlenmesi: Enformal Sektörde İşçi Örgütleri (Organizing the Unorganized: Labor Organizations in the Informal Sector). Ankara: Atölye Yayınevi, 2002. Kış | 2009/2010 -
113
Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği olagelmiştir: ev emeğinin nasıl tazmin edileceği. Bu miktarı belirlemek, bu emeğin ölçümünü gerektirir; hatta bazı kesimlerce bu ölçüm, ev içindeki cinsiyetçi işbölümünü ortadan kaldıracak kamusal bir politika olarak dillendirilmektedir. Bu tip basınçların etkisiyle, 1912, 1935-43, 1946-49 yıllarında Norveç’te ve zaman zaman başka İskandinav ülkelerinde ev emeği GSMH’ye (gayri safi milli hasıla) dahil edilmiştir. 1950’den itibaren Birleşmiş Milletler’in GSMH için uluslararası standartlar getirmesiyle birlikte ev emeği bu ülkelerde de GSMH hesaplarının dışında tutulmuştur.13 Buna benzer olarak, son zamanlarda bazı erken kapitalistleşmiş ülkelerde, özellikle de kadınların bakım emeğine yönelik belli ödenekler söz konusu olmaya başlamıştır. Türkiye’de de yaşlı ve engellilere yönelik maaşlar, düşük de olsa, bu uygulamalarla benzerlik taşır. Öte yandan devletlerin bu temelde ayırdıkları fonlara gelince, son derece yetersiz ve kadınların bakım emeğini hafifletmekten uzaktır. Yalnız bu uzaklığın sebebi, tek başına ödemenin yetersiz olması değildir. Çünkü ev içinde sarf edilen bu emeğin ücret bazında karşılığını bulması da ciddi çelişkileri içinde barındırır. Bu sonucun nedenlerini irdelemeden önce ev emeğinin doğasına dönmek faydalı olacak. Ev işlerinin ve bakım emeğinin mesai saatlerinin olmayışı ve yapılan işin gündelik yaşamla iç içe geçmiş olması; hangi zamanın iş, hangisinin boş vakit olduğunun değerlendirilmesi son derece belirsiz ve görelidir. Bu da, bu emeğin ölçümünü ve bunun ücret bazında bir değerinin belirlenmesini ciddi anlamda zorlaştırır. Yapılan çalışmalarda da, bu emeğin ölçümünde genel olarak iki yöntem kullanılmıştır. Birincisi, bu işleri piyasada ücretli olarak yapan işçilerin aldıkları değer göz önüne alınır ve bir kıyas yapılarak hesaplanır. İkincisi ise, eğer kadın evde “oturmayıp”, ücretli bir işte çalışsaydı ne kadar ücret alabilirdi üzerinden bir değer belirlenir.14 Kuşkusuz bu iki yöntem de nesnel olma iddiasını taşımaktan uzaktır. Çünkü çeşitli sınıflardan farklı farklı kadınların yaptıkları işlerin niceliği aynı olmadığı gibi, -örneğin bazı kadınlar bu işlerin bir bölümünü satın alma gücüne sahiptirler-, ev emeğinin kendi özgüllüğü de belirli ölçütlerin olmasını engeller. Bu zorluklara rağmen, yapılan çalışmalarda, evin içinde devasa miktarda emek harcandığı ortaya çıkmıştır.15 Elbette ki, ev emeğinin görünürlük kazanması açısından, bu tip ölçümlerin önemini teslim etmek gerekir. Fakat, ev emeğinin bu sayede, bir ücretinin belirlenmesi yukarıda da belirttiğimiz gibi, çelişkili bir durumdur. Öncelikle, bir kadının ev emeğinin ücretlendirilmesi talebi, bir işçinin daha fazla ücret talep etmesiyle aynı şey değildir. Cinsiyetçi işbölümü nasıl ki, bu sistemin yapısal bir sorunuysa; ev işi için ücret talebi de bu yapısal dinamikleri hedef almaz. Aksine, cinsiyetçi işbölümünün yeniden üretilmesine, ev ve bakım işlerinin sadece kadınlar tarafından üstlenilmesine sebep olur. Bu yüzden bu sorun, salt iktisadi bir sorun değildir; kadınların kendi kurtuluşlarını gerçekleştirmeleri tam da evin dışına çıkarak başlangıç verilecek bir süreçken; ücretli ev-kadınlığı yaratmak onu bu süreçten alıkoyar. Nitekim ev işi ücretli olsa dahi, bunu yapan kadın, özel alan tarafından izole edilmiş, ev işinin monoton ve beceri katmayan doğasıyla bütünleşmiş, toplumsal hayattan koparılmış bir kadın olmaya devam edecektir. Tam da özel alanın dönüştürülmesi, kadının ücretsiz ev içi emeğinin varlığıyla ne kadar ilintiliyse, bu emek de ücretli emeğin ortadan kalkması için verilecek mücadeleyle o kadar ilişkilidir. Dolayısıyla kadınların ev içindeki emeğine ücret talep etmek, ne ataerkilliği ne de kapitalizmi hedef alır; kadının ezilmişliğini yeniden üretmenin bir aracı haline gelir. 13 Gülnur Acar Savran, Kadınların emeğini görünür kılmak: Marx’tan Delphy’e ufuk taraması içinde “Beden Emek Tarih”, s. 71, Kanat Yayınları, İstanbul, 2009. 14 A.g.y. 15 İngiltere’de yapılan bir araştırmada, kadınların ev işleri ve çocuk bakımı için haftada ortalama 74 saat vakit harcadıkları, bu iş başkasına yaptırılmış olsa bu kişiye 32 bin 812 sterlin (80 bin lira) ödenmek zorunda kalınacağı hesaplandı. http://www.haber24.com/Guncel/135492/Kadinlar-evde-80-bin-liralik-is-yapiyor.html. Erişim Tarihi: 24.11.2009.
114
Sosyalist Düşünce Dergisi
Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği Ev işlerini ve bakım yükünü, bir cinsin sorumluluğu haline getirmek, kadının tarihsel yenilgilerinin başında gelir. Bu nedenle, hem bu işin toplumsal bir iş haline gelmesi hem de kadın ve erkeğin bu işleri ortak olarak üstlenebileceği mekanizmalar yaratılması, ev ve bakım emeğini “kadın işi” olmaktan çıkaracak zorunlu bir önkoşuldur Öncelikle, ev ve bakım işlerinin toplumsallaştırılmasından ne anladığımızı ayrıntılandırmak ve bunun SSCB gibi geçiş rejimlerindeki deneyimlerden bazı dersler çıkararak, sonuçlar sunmak konumuz açısından önemli olacaktır. Toplumsallaştırmak; ev ve bakım işlerinin, devlet tarafından ya da çeşitli haneler aracılığıyla örgütlenmiş kolektifler ile; ortak mutfak, çamaşırhane, kreşler ve bakım merkezleri tarafından gerçekleşmesi; kadını hem ev yükünden kurtaracak hem de özel alanı dönüştürebilecek önemli bir adımdır. Böyle bir adım, kadınların kamusal yaşama eşit ve özgür katılımını sağlayabilecek, aile ve ataerkil birçok kurumu kırılgan ve dönüşüme açık hale getirebilecektir. Örnek olarak, SSCB deneyimi bu konuda, bize yol gösterici olabilir. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra işçi sınıfının iktidarı, Çarlık Rusya’sında, kadının özgürleşmesi noktasında önemli aşamalar kaydetmiştir. Nitekim bugün, ev ve bakım işlerinin toplumsallaşmasının gerekliliği üzerine yaptığımız tahlil, teorik bir öngörüden çok, pratik bir deneyimden çıkan derslere dayanmaktadır. Konumuz gereği, özellikle de bakım emeğinin toplumsallaşması örneğini incelemek üzere Kollontai’ın satırlarına bakalım: En fazla önem; toplu yemekhanelere, yuvalara, genç öncü kamplarına (çocuklar için yaz ve kış tatillerinde düzenlenen kamplar), oyun alanlarına ve kreş tipi örgütlenmelere veriliyordu. Bu tip yapılar, tıpkı Lenin’in yazdığı gibi, kadınların pratik hayata katılımını kolaylaştırıyor ve yine pratikte, erkeğe kıyasla kadının eşitsiz durumunu azaltıyordu. SSCB’de, yarısı kırsal yerlerde olmak üzere, kadın ve çocuklar için 7 binden fazla danışma merkezleri açılmış, 20 binden fazla kreş örgütlenmişti. Burada muhakkak belirtilmesi gereken 1913 Çarlık Rusya’sında yalnızca 19 kreşin ve 25 yuvanın bulunduğu gerçeğidir, hatta buna rağmen bu hizmetlerin yine de devlet tarafından değil hayırsever kuruluşlarca finanse ediliyor oluşudur.16 Sovyet deneyimi, bir dizi olumsuzluk ve eksikliğine rağmen, kadınların yaşamında muazzam dönüşümler yaratmıştır. Ev emeğinin büyük bir kısmının toplum tarafından üstlenilmesi, kadınların çalışma haklarını elde edebilmeleri için yeter neden olabilmiştir. Bu deneyimden çıkardığımız derslerle birlikte konuyu ele alacak olursak; toplumsallaştırma, kendi başına nihai bir çözüm olmamakla birlikte, bir dizi düzenlemeyle bir bütün olarak ele alındığında, karşılıksız ev emeğinin ortadan kaldırılmasını sağlayabilecek sıçramayı yaratabilir. Peki, bu diğer düzenlemeler neden gereklidir? Örneğin, ev ve bakım işlerinin kolektif olarak üstlendiği işletmelerde de yine kadınlar çalışırsa ya da kreşlerin bakamayacağı yaştaki çocukların bakımını da yine birileri üstlenmek zorunda kaldığında, erkeğin de bunu üstlenebileceği düzenlemeler geliştirilmezse, yine gizli olarak cinsiyetçi yapı kendini var edecektir. Bu yüzden devletin, bakım işlerini nitelikli emek gerektiren bir iş haline getirmesi ve bu işlerin değerinin yükseltilmesi, erkeklerin de bu meslekleri edinmesini sağlayacak uygulamalar, bakım işlerinin sadece kadınlar tarafından karşılanmasını engeller. Öte yandan, devletin ucuz/ücretsiz ve nitelikli bakım merkezleri kurması, bu kurumların işleyişini de, yine buradaki hizmetlerden yararlananlar ve çalışanlar vasıtasıyla sağlanması, toplumsal örgütlenme ve işleyişin de, yeniden organize olmasını sağlayacaktır Kadınların ve erkeklerin eşit olarak ev işlerini üstlenmesi de, yine kendiliğinden gerçekleşebilecek ya da bu iki bireyin öznel niyetleriyle halledilebilecek bir şey değil; işgücü piyasasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesiyle mümkün olabilecektir. Çünkü bu işlerin, kadın işi olması, tamamen toplumsal koşulların sonucudur, 16 Alexandra Kollontai, The Soviet Woman- a full and equal citizen of her country, http://www. marxists.org/archive/kollonta/1946/full.htm. Erişim Tarihi: 24.11.2009 Kış | 2009/2010 -
115
Tarihsel Bir Yenilgi: Kadının Ev-içi Emeği bu koşullar değişmedikçe her uygulama beyhude çözümler olarak karşımızda durur. Yani meseleyi tersinden okursak, bu işlerin kadın ve erkek arasında ortak paylaşımı çalışma yaşamındaki köklü değişikliklerle gerçekleşebilir. Bu sebeple, işgününün kadın ve erkek için eşit olarak kısaltılması, eşit işe eşit ücret, doğum dönemlerinde ücretli ve zorunlu ebeveyn izni gibi uygulamalar da, bu işlerin birlikte üstlenimi ve toplumsallaşma düzenlemeleriyle el ele yürümelidir. Son söz İlkel toplumlardaki basit bir iş paylaşımı, çeşitli tarihsel etmenlerin etkisiyle, cinsiyetçi bir yapı ve işbölümünün oluşumuna sebep olabilmiştir. İnsanlığın yazılı tarihinin tutulduğu günden bu yana, bu ideolojik basıncın etkisiyle düşünme şeklimizden kullandığımız dile kadar; kadının öteki olduğunu içselleştirmişizdir. Şimdi ise, fark ettiğimiz ev kadınlığının doğal değil tarihsel bir zorunluluk olduğu ve bütün çağların egemen sınıflarının da, bunu kendileri için bir avantaja dönüştürdüğüdür. En azından artık mücadeleyle dolu yaşamlarımızı, bu tarihsel yenilgiye karşı bir mücadeleye dönüştürmenin bir şart olduğudur. Bu noktada, evin içindeki cinsiyetçi işbölümünün dönüşüme uğraması; ciddi anlamda emek piyasasındaki cinsiyetçi yapılanmanın ve ücret eşitsizliğinin ortadan kalkmasına sıkıca bağlı; fakat sadece bununla sınırlı da değil. Tersine, ücretli emek pazarından başlayan ve toplumsal yaşamın her bir hücresine yayılan bu ayrımcılığın aşılması, kuşkusuz kadının karşılıksız harcadığı ev ve bakım emeğinin üzerinden alınmasıyla da mümkün. Yine, bu faaliyetlerin bir cinsin ezilmesine sebep olacak şekilde değil de, insani bir faaliyet haline gelmesi; ücretli ve ücretsiz emek kıskacından kadının kopuşuyla mümkün olacaktır. Nitekim bu kopuş, daha fazla kâr mantığıyla işleyen bir sistemin, bütün mekanizmalarıyla çarpışır, çatışır. Kendisine ataerkilliği eklemlemiş ve bütün kurumlarını bunun üzerinden örgütlemiş kapitalist devletlerin bu işleri üstlenmesi, kadınlarla erkeklerin aynı işleri yapabilmesi ve eşit ücret alabilmeleri kârlı olmadığından; bu taleplerin de bu sistemin işlerliği içinde çözülebileceği yanılsaması, gökyüzünde bir cennet hayali gibidir. Bu yüzden kadının özgürleşmesi, ancak ön koşulu olan erkek egemen kapitalist sistemin ortadan kalkmasıyla başlayabilir. Bunu sağlayacak olan sosyalist bir devrim ise yine, zorunlu bir başlangıç noktasıdır. Bu başlangıç, kendisini, bir cinsi ezerek ya da yücelterek var etmeyen bir toplumun kurulması; cinsiyetçi iş bölümünün ve karşılıksız emeğin tarih sahnesinden silinmesiyle kendi tanımını gerçekleyebilir. Böyle bir gelecek tasavvuru da, kuşkusuz kadın cinsinin kurtuluşunu sağlayabilecek bir toplumda var olabilir. Kasım 2009
116
Sosyalist Düşünce Dergisi
Sanat
Sinema ve Siyaset İlişkisi Üzerine Düşünceler
Cemre Sava ve Oktay Orhun
Her film kadrajlardan1 oluşur ve her kadr bir şeyi seçerken bir diğerini/diğerlerini dışarıda bırakmayı mecbur kılar. Daha masabaşı üretim sürecinde başlayan bu “seçme” mecburiyeti sinemayı ister kurmaca (imgesel) olsun ister belgesel olsun, siyaset ile ilişkilendiren en önemli faktörlerin başında gelir; zira sinemasal gerçeklik; bu sınırların, aşılması ve/veya bozulması, ve yeniden üretilmesi ile sağlanır. Gerçekliğin bu parçalanması (resmin en son moleküler bileşenlerine, soyutlamalarına ulaşma yönündeki güçlü arzusuyla beraber) sanayinin onu mahkûm etmeye çalıştığı anlatısal dramatik kaderi aşma yönünde2, sinemanın siyasetle beraber attığı bir adımdır. En önce senarist ama ondan da fazla yönetmen (ya da belki bir author3), önyapım (pre-production) sürecinden öteyapım (yapım sonrası, post-production) aşamasının sonuna kadar belli seçimler yaparak ilerler. Niye sunduklarından başlamakla birlikte, ne sundukları ve nasıl sundukları siyaseti hükümet etmeye indirgemeyen her yaklaşım için açık bir siyasal belirlenimdir: Lev Troçki’nin Edebiyat ve Devrim kitabında vurguladığı, klasik sanat, devrimci sanat ve barok sanat sınıflandırmasından yola çıkarak söyleyebilir ki; çağımızda her sanat eseri ya egemen olanı güçlendirir, ya alternatif olanı geliştirir ya da nostaljiyi canlı tutar.4 Çünkü her insan bir toplumsal üretim sürecinin etken ve edilgen bir parçasıdır. Üretim tarzı ve üretim ilişkileri arasındaki diyalektik bu süreçle birlikte insanı sosyal bir varlık olarak yeniden üretir. İşte bu, insanı durağan bir kav1 “Her tür resimsel düzenin çerçeve sınırlarının belirlenmesi işlemi”, Metin Sözen ve Uğur Tanyeli, Sanat Kavram ve Terimleri Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İstanbul 2003, s. 119. 2 Pascal Bonitzer, Kör Alan ve Dekadrajlar, çev. İzzet Yaşar, Metis Yayınları, İstanbul 2006. 3 1950’lerde ortaya çıkar Auteur kuramı, yönetmenin filmin tümüne (senaryo, yönetim ve hatta çoğu zaman kurgu) kişisel yaratıcı vizyonunu aktarması anlamına gelir. Bu filmlerin birçoğunda yapımcı da filmin yönetmenidir. 4 L. D. Troçki, Edebiyat ve Devrim, çev. H. Portakal, Kabalcı Yayınları, İstanbul 1989. Kış | 2009/2010 -
117
Sinema ve Siyaset İlişkisi Üzerine Düşünceler ram olmanın ötesine taşır ve onu değişimlere tepki veren, onlara direnen yahut onları hızlandıran bir özneye dönüştürür. İnsan, “maddi üretimle ilişkili olan belli güçler ve toplumsal ilişkilerin birliği olarak”5 üretim biçiminin hem mekânsal hem tarihsel taşıyıcısı olma niteliği ile (ve bizzat üretici güçlerden biri olması sonucunda sahip olduğu devindirici gücü ile) belirlendiği ve belirlediği üstyapının – en somut ifade olarak siyasetin – çeşitli görünümlerine karşılık gelir ve bunları sahiplenerek ya da yadsıyarak üretim sürecinin bir bileşeni olur. Bu yüzden sanat, praxis kavramı ile de birlikte düşünüldüğünde hem bu sürecin bir ürünüdür, hem de insanın etkin bir varlık olarak bu sürece katılımının belki en önemli örneğidir. Öte yandan bu, bütün bir sanat tarihini ve dolayısıyla sinemayı, ihtiyacın tanımlanmasından, araçların belirlenmesine kadar en temelde bu değişkenle (siyaset ile) birlikte incelemeyi gerekli kılar. Sözgelimi Georg Lukács, her insan davranışının ardında bir neden yattığı varsayımından hareketle, her sanatsal üretiminde bir etik kaygısı olduğuna inanır. Bu bağlamda görüngü ve özün, özne ve nesne, olay ve hukuk, deney ve kavram, içsel ve dışsal, biçim ve içerik, ontolojik temeline göre, toplumsal ve tarihsel çevresinden bağımsız ele alınamaz.6 İmdi, sinemayı var eden teknik gereklerden, ruhbilimsel gerekçelere kadar birçok unsur ele alındığında siyasi olanın daha da fazla önem kazandığı görülür. Sinematografın7 buluşunu da içeren teknik gerekler üretim araçlarının belli bir gelişmişlik düzeyine tekabül etmektedir, öte yandan bu düzey ulus ile birlikte toplumun/toplumsalın, kitlesel olanın tanımlanmaya başladığı, bunların giderek önem kazandığı ve özne kılındığı bir dönemin altyapısını oluşturmuş ve sinema, kitlesel bir araç olma işlevini karşıladıkça güç kazanmıştır. Kitlesel bir araç olmanın aynı zamanda bu kitleyi şekillendirmek ve yönlendirmek anlamına gelebileceği anlaşıldığında ise sinema bir ideolojik araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Sözgelimi, Sovyetler Birliği’nde Troçki, sinemanın bu gücünü, kolektif bir eğitim aracı olması yönünden vurgular: Kapitalist kentlerin gündelik hayatında sinema, güncel hayatın bütünleyici bir parçası, birahane, kilise veya öbür zorunlu kurumlar gibi hayatın kaçınılmaz bir unsuru olup çıktı. (…) Sinema bütün ihtiyaçları tamamıyla dolaysız, yani görüp seyretme yoluyla canlı ve şiirsel bir biçimde karşılamakta, seyredenlerden de hiçbir şey beklememektedir, hatta seyircilerin okuryazar olması bile gerekmiyor, onların bitip tükenmez izlem ve heyecanlarla dolup taşan sinemaya bu kadar büyük bir tutkuyla bağlanmalarının nedeni budur. İşte bu durum sosyalist eğitim enerjimizi uygulamak için bize geniş bir alan sağlıyor. (…) Bana sahip çıkın diye bas bas bağıran bir silah propaganda için en üstün silahtır…8 Aynı şekilde Lenin de “sinema bütün sanatlar içinde en önemli olanıdır” demiştir.9 Buna bağlı olarak, Sovyetler Birliği Devlet Sinema Enstitüsü (VGIK) 1919’da film endüstrisinin devletçe kamulaştırılmasından sonra, Lenin’in ve Troçki’nin teşviki ile kurulmuş ve tüm Sovyetlerde örgütlenmeye başlamıştır.10 Sovyetler Birliği’nde ilk dönem yaratıcı (Politbüro tarafından sanatsal sitillere karışmama kararı alınmıştır), ikin5 Terry Eagleton, Eleştiri ve İdeoloji, çev. Savaş Kılıç, İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s. 50. 6 Aktaran: Aslı Daldal, 1960 Darbesi ve Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik, Homer kitapevi, İstanbul 2005, s. 22. Karşılaştır: Georg Lukács, Avrupa Gerçekçiliği, çev. Mehmet H. Doğan, Payel Yayınları, İstanbul 1987. 7 Auguste Lumiere ve Louis Lumiere’in tasarladığı, 13 Şubat 1895’te Fransa için patentini aldıkları, görüntüleri kaydetmeye ve bir yüzey üzerine yansıtmaya yarayan aygıt. 8 L. D. Troçki, Gündelik Hayatın Sorunları, çev. Yılmaz Öner, Yazın Yayıncılık, İstanbul 2000, s. 35-36. 9 Aktaran: Sergei Eisenstein, Sinema Sanatı (der.), der. Jay Leyla, Payel Yayınları, İstanbul 1993, s. 23. 10 Güven Şener ve Gürkan Tosun, “Devrim Sineması, Eisenstein ve VGIK”, 25. Kare. S. 1, s. 86-87, İstanbul 1990.
118
Sosyalist Düşünce Dergisi
Sinema ve Siyaset İlişkisi Üzerine Düşünceler ci dönem ise bürokratik ve kaba bir biçimde yürütülen (1928’de Stalin’in iktidarında toplanan Sovyet Sinema Kongresi’nden sonra bu karar iptal edilmiştir) tüm sinema tartışmaları bu bağlam içinde incelenebilir.11 Bu örneklerde net bir biçimde görülür ki, bizzat sinemanın doğuşu ve bir araç olarak şekillenmesi politik belirleyenin etkisindedir ve bir ara sonuç olarak denebilir ki, sinema “endüstri ve politik yetkeyle girift ilişkileri olan kitlesel bir sanat dalı olması nedeniyle, toplumsal belirleyicileri fazlasıyla iç alanına yansıtan bir sanattır.”12 Öte yandan, siyaset, sinemanın yalnızca işlevini değil; içeriğini ve biçimini (ve biçemini) de etkilemiştir. Sinema tarihinde yer etmiş farklı akımlar (Dışavurumculuk, Yeni Gerçekçilik, Yeni Dalga... ya da Vertov’un Sinegöz kuramı vb. gibi) bu etkiye göre konumlanmış; diğer yandan zamanla, kültürel temsili, içeriğin ötesine taşıyarak, biçimde de somut kılan bölgesel sinema dilleri oluşmuştur (Avrupa, Amerikan, Uzakdoğu, İran sineması vb.). Sözgelimi, 1945 senesinde Roberto Rossellini’nin Roma Açık Şehir filmi ile başlayan İtalyan Yeni-Gerçekçiliği avangart bir tarz olarak, dönemin toplumsal-siyasal öncüllerine koşut olarak gelişir. “Savaş sonrası İtalya’sının en zengin ve karmaşık kültürel olgularından biri olan yeni-geçekçiliği, anti-faşist ittifak içinde yer almış bütün aktivist çevreler sahiplenir ve kendi ideolojileri çerçevesinde (o dönemde özellikle Komünist ve Katolik gruplar etkindir) tanımlamaya çalışır.”13 Tüm bu akımlar, bunlara içkin ya da bağımsız olarak gelişen farklı sinema dilleri – kimi bizzat politik sinema olarak nitelendirilsin, kimi nitelendirilmesin, kimi bilinçli bir süreç olsun, kimi olmasın – var olan politik atmosferden (eserin geçmişle, bugünle ve yarınla kurduğu ilişkinin sonucunda) bağımsız okunamaz; sınıf, iktidar, toplum analizi, modernitenin özel ve kamusal ayrım pratiği, gelecek tasviri, kahraman veya antikahraman oluşturma kriterleri vb. senaristin ve yönetmenin bütünle kesiştiği noktada şekillenmeye başlar o bütünden ayrıştığı noktaya doğru evrilir ve kişiselleşir. Bir başka açıdan bakarsak da, sinemanın siyaset ile ilişkisi onun konvansiyonel bir sanat olup olmadığına dair süren tüm bir tartışmayla da özetlenebilir. Öte yandan, Benjamin’in değimiyle, “o, modern aygıtlarca temsil edilen zamanın ve ritmin bütün görselleştirme biçimlerinin ifadesidir, öyle ki, çağdaş sanatın bütün sorunları, temel çözümünü sadece sinema alanında bulur.”14 Buraya kadar siyasetin sinema üzerindeki etkisinden bahsetmiş olsak da ancak bunu tek taraflı bir ilişki olarak görmediğimizi de belirtmek isteriz. Sinemanın siyaset ile ilişkisi, onun siyasal olanı yeniden üretme, sorgulama ve kurabilme gücüyle de yakından ilgilidir. Ki siyasetin iktisat üzerinde belirleyici olduğunu şu çağda bu sinemanın önemini arttırmakta ve teknik gelişimin de olanakları ile birlikte ona kuvvetli bir bağımsızlaşma eğilimi vermektedir. Öte yandan bu eğilim, sinema seyircisinin sürece dâhil olması ile de gelişmektedir. Çünkü bir film ne anlatırsa anlatsın, sinema seyircisi onu kendi algısında ve dolayısıyla siyasal konumlanışında yeniden üretme şansına sahiptir. Bu durumda, sinema ve siyaset ilişkisini kendine konu edinen bu kısa metin, özellikle sinema kuramı ve tarihi konusunda yaptığı araştırmalarla tanınan Mario Pezella’dan bir alıntıyla sonuçlandırılabilir. Pezella’nın değimiyle sinema, “edilgen özdeşleşmeyi ve kısmen seyircinin büyülü hayranlığını yaratıyorsa, ‘eleştirel anlatımcı’ sinema onun, bakışının önünden geçen görüntülerin akışını eleştirel biçimde derinleştirmeye ve geliştirmeye çalışacaktır.”15 11 Başta, Sergei Eisenstein, Alexander Dovzhenko, Vsevolod Pudovkin, Sergei Yutkevich, Boris Barnet, Vasilyev Kardesler, Lev Kuleshov, Mikhail Romm, Grigori Kozintsev ve Leonid Trauberg olmak üzere. Ayrıntılı okuma için bak: Anderi Plakhov, Sovyet Sineması, çev. Yasemin Giritlioğlu, A. Suha Çalkivik, Cem Ofset, İstanbul 1989. 12 Aslı Daldal, a.g.e., s. 8. 13 Aslı Daldal, a.g.e., s. 46. 14 Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1993. 15 Mario Pezzela, Sinemada Estetik, çev. Fisun Demir, Dost Kitapevi, Ankara 2006, s. 11. Kış | 2009/2010 -
119
AYLIK SİYASİ İŞÇİ GAZETESİ
120
Sosyalist Düşünce Dergisi