İşçi Cephesi 6

Page 1

Kürt sorunu ve anayasa tartışmaları üzerine

Cemre Sava, sf. 4

“Yeni Anayasa” üzerine yeniden düşünmek

Murat Yakın, sf. 6

Zanqirt katliamı: “ektiğimizi biçiyoruz”

Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 06 • Haziran 2009 • Fiyatı: 1,5 TL

Atakan Şemsi, sf. 10

Tok açın halinden anlamaz!

Zarar hep işçi sınıfına, kârlar ise patronlara yazılıyor Tok açın halinden anlar mı? Dönüp dolaşıp bu soruya geliyoruz! Çünkü iki tablo koyuyorlar sürekli önümüze. Birinde açlık ve sefalet büyüyor, diğerinde ise kâr ve zenginlik… Biz hangi tablonun içinde olduğumuzu, açlık ve sefaletle büyüdüğümüzü biliyoruz. Kârından bile zarar etmeye dayanamayanların, tersine, krizde daha fazla kâr için fırsat kollayanların halimizi anlamasını da zaten beklemiyoruz. Ancak şu açık, bu durumda zarar eden yalnızca bizleriz. Ve, birinde sefaletin, bir diğerinde kârın büyüdüğü bu iki ayrı sınıfı yansıtan tabloya baktığımızda büyüyemeyen bir umut göze çarpsa gerek… Öyle ya, gençliğin yüzde 28,6’sının işsiz kaldığı ve kentlerde bu oranın 30,1’e vardığı bir tablo yarına bir hayal, bir umut taşıyabilir mi?

Tablo 1: Aç ve Açıkta • TUİK’in Şubat 2009 verilerine göre açıkladığı raporda işsizlik yüzde 16,1 olarak belirtiliyor; yani geçen yıl aynı döneme göre, 1 milyon 160 bin kişi daha işsiz. Her 4 işsizden birinin işsiz kalma gerekçesi işten çıkarılma. Ve her 5 işsizden 1’i en az bir yıldır iş arıyor ama bulamıyor. İstihdam edilenlere gelirsek, yine Şubat 2009 verilerine göre, 100 kişiden 41’i hiçbir sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı değil. Yani ya açız, ya açıktayız… Üstelik hem aç hem de açıkta kalmaya, öyle gözüküyor ki, çok yaklaştık. Çünkü işçi ve emekçiler açlık ve sefaletin büyüdüğü bu tablo içinde krizin bedelini ödemeye mecbur bırakılıyor. Kriz var ve işçinin işsiz kalması da doğal,öyle mi? Değil! Geçen sayımızda da belirttiğimiz gibi işsizlik ne bir doğal afet ne de kader! İşsizlik, bizzat krizin de gerekçesi olan aşırı kâr hırsının bir sonucu. Yani bir doğallık varsa olsa olsa kapitalizmin kendi doğasına uyumlu bir işleyişi ifade eder, o kadar. Nasıl mı? Belki bu noktada şirketlerin bir yıllık bilançolarına bakmakta fayda var. Tablo 2: Yine kâr • Bir kere, Türkiye’de İMKB’de işlem gören 17 bankanın hiçbiri henüz zarar açıklamadı. Hatta Mart 2009 itibariyle önceki döneme göre toplam kârları yüzde 23 arttı. Net kârını en fazla arttıran Garanti Bankası’nda artış yüzde 43’ü buluyor. Şimdi insan soramadan edemiyor, “Bizi teğet geçer” derken Başbakan bunu mu kastetmişti? Yoksa, 2008 yılına yönelik bilançosunda kârını 2 milyar

TL arttırdığını belirten Koç Holding’i mi? Elbette, geçmiş yılların kâr rekortmeni Erdemir’in yüzde 35 ücret indirimi uygulamasıyla krize karşı ördüğü koruma çemberini de öngörmüş de olabilir. İşsizlik krizi mi? • Şu açık ki, Başbakan daha en başından kendisinin hangi tablo içinde ve hangi sınıfa mensup olduğunu ortaya koymuş. Ve kriz büyürken, adlandırmalar da değişiyor. Önce mali dendi, sonra ekonomik, şimdi de işsizlik krizi deniyor… Peki, bir krizi tanımlayan etki ettiği alan mıdır? Tersine ona sebep olanla açıklanmak ve tanımlanmak durumunda değil midir?

Peki, kim bu işsiz gençler? Diplomalısı, diplomasızı bir yanda… Cüretimiz var mı, Kürt sorununa bir de bu gençlerin arasından geçerek bakmaya… Son yıllarda Kürt illerinden batı şehirlerine yoğun göçler olduğunu biliyoruz. Göç eden gençlerin büyük kısmının düzensiz işlerde çalışmak zorunda olduğunu da. Şimdi bir de kriz vuruyor bu gençleri… İşte tam da buradan bakabilmek, Kürt sorununun bir kimlik sorunundan çok fazlasına tekabül ettiğinin ipuçlarını sunacak. Buradan bakabilmek, sorunun nerede başladığının ama nerede bitmeyeceğinin cevabını verecek. Çözüm masası için muhatapların da buralarda aranması gerek. Baskı ve inkârın, açlık ve sefaletle iç içe girdiği bu yerde yoksul Kürt halkıyla işçi sınıfı arasında örülecek dayanışma, hem rejimin demokratik dönüşümünün hem de bu kapitalist krizin bertaraf edilmesinin dinamiğini yaratacak. Tok açın halinden anlamaz biliyoruz. Ama siz de şunu bilin, açların mücadelesi ölümle yaşam arasında.

İşçi Cephesi (31 Mayıs 2009)

Oysa, kriz, işsizlik krizi olarak ortaya konduğunda aslında işsizlik meşrulaştırılmış oluyor. Sonra, Erdemir ve İskenderun Demir Çelik’teki trajikomik dayatma önümüze çıkıyor: Ya işten çıkarılacaksınız ya da ücretlerinizdeki yüzde 35 kesintiyi kabul edeceksiniz! Talep yetersizliği mi? • Krize dönük bir diğer açıklama çabası da talep yetersizliğini vurguluyor. Ve hatta görüyorsunuz, piyasayı hareketlendirmek için hep birlikte “Pazara çıkmaya” davet ediliyoruz. Çözümümüz buymuş. İşgücü pazarından cebimiz boş evimize döndüğümüz ihmal ediliyor olsa gerek. Zarar hep bizim hanemizde • Tablolar ortada, ve geldik asıl soruya: Krizin ilk dönemlerinde işsiz kalmış birinin yeterince şanslıysa almaya hak kazandığı işsizlik maaşı artık bitiyor ama kriz bitmiyor. O zaman bunca zamandır kim, neyi kurtarıyor? Hükümetin kurtarma paketlerini de unutmayın lütfen…

Arka Plan: Dayanışma ve eşitliğe evet! Oktay Benol’un yazısı sf 8’de...


2

İLAN TAHTASI

Gündelik hayatın ve aşkın hüzünlü şairi

Mario Benedetti öldü Latin Amerika’nın en büyük yazarlarından biri olarak tanınan Uruguaylı Mario Benedetti 17 Mayıs 2009 tarihinde Montevideo’daki evinde hayata gözlerini yumdu İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak, 14 Eylül 1920 yılında Paso de los Toros kentinde doğan Benedetti, 60 yıllık sanat hayatında yazdığı seksenden fazla eserde, aşk ve insanlık durumlarını canlı bir şekilde resmetti. Uzun bir dönem boyunca Uruguay’da çeşitli politik ve edebi yayınların editörlüklerini de üstlenen Benedetti, aynı zamanda yazın hayatı boyunca taraf olma cesareti gösterebilmesi nedeniyle de hayranlık uyandıran bir edebiyatçıydı. Dönemin zorlu koşullarında bir yandan SSCB’deki bürokratik yozlaşmayı kıyasıya eleştiren bir sol anlayışı savunurken, diğer yandan Küba devrimini ve Porto Riko’nun bağımsızlık mücadelesini destekleyen kampanyalar organize etti. 1973 yılında ülkesinde gerçekleştirilen askeri darbenin ardından, yöneticiliğini yaptığı Marcha (Yürüyüş) dergisi kapatıldı ve Benedetti, Buenos Aires’ten başlayan ve Lima ve Havana üzerinden Madrid’e dek uzanan bir sürgün yaşamına başladı. Olgunluk çağı eserlerim olarak nitelendirdiği pek çok eserini Madrid’deki sürgün hayatı sırasında kaleme alan şair, aynı zamanda ünlü Katalan müzisyen Joan Manuel Serrat gibi sanatçıların eserlerine de yalın, doğrudan ve etkileyici şiirleriyle kaynaklık etti. Şair, 12 yıllık sürgünün ardından zamanının çoğunu Montevideo ve Madrid’de geçirdi. Çok sayıda şiiri ve romanı uluslararası ödül alan Benedetti’nin 1960’ta basılan The Truce adlı kitabı 19 dile çevrilmişti. Benedetti, 2008 yılının ocak ayından beri ciddi sağlık sorunları çekiyordu. Yazan: Murat Yakın (19 Mayıs 2009)

Taktik ve Strateji Benim taktiğim seni izlemek Olduğun gibi seni öğrenmek Olduğun gibi seni sevmek Benim taktiğim seninle konuşmak Ve seni dinlemek Sözcüklerden yıkılmaz bir köprü inşa etmek Benim taktiğim Aklında kalmak Nasıl ya da hangi vesileyle bilmem Ama aklında kalmak Benim taktiğim İçten olmak Ve senin de içten olduğunu bilmek Aramızda ne perde ne de uçurum olmasın diye Bağlamamak hayallerin gözünü

SAYI: 06 • HAZİRAN 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Oktay Orhun Enternasyonal Yayıncılık Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul

Oysa benim Stratejim Çok daha derin ve yalın Benim stratejim Bilmiyorum nasıl ya da hangi vesileyle Ama gün gelip sonunda beni istemen Türkçe’ye çeviren: Murat Yakın

1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Ser Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 1,5 TL

NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.


EMEK GÜNCESİ

“Devlet elini sendikamdan çek!” Son zamanlarda devlet, emekten ve ezilenden yana olan herkese, baskıcı yüzünü açık bir şekilde göstermeye başladı Dicle Nadin, 1 Haziran 2009 Nitekim 28 Mayıs sabahı KESK Genel Merkezi ve ona bağlı sendikalara yönelik 5 ilde yapılan baskınlar, hükümetin emek düşmanı tutumunu pekiştirmiş oldu.

KESK’e yönelik saldırı ve baskıya karşı 29 Mayıs’tan itibaren; İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır ve daha birçok ilde meslek odaları, siyasi gruplar, emekçiler KESK ile dayanışmak ve gözaltına alınanların serbest bırakılması talebiyle alanlara çıktı. İstanbul ve Ankara’da yapılan eylemler polis barikatıyla karşılaştı. Emekçiler yılmadı, gece yarılarına kadar “Devlet elini sendikamdan çek!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Gözaltılar serbest bırakılsın!”, “Parasız eğitim, parasız sağlık!” talepleriyle bu durumu protesto ettiler.

Önce DTP, sonra sosyalist aydınlar, şimdi de sınıf örgütlerimize yönelik saldırılar tesadüf değil! Terörle mücadele adına meşrulaştırılmaya çalışılan bu baskılar, tam da krizin faturasının işçilere ve emekçi Kürt halkına ödetilmeye çalışıldığı bir döneme denk gelmekte. Aynı zamanda “Kürt sorununda çözüm” fırsatını dile getirenlerin, aslında çözümden ne anladığı da görülmekte. Diyalog dediklerinin bir kandırmaca olduğunu bu saldırılar gösteriyor. İşçi ve emekçilerin, emekten ve ezilenden yana olanların, herkesin; inkâr, baskı ve imha politikalarından nasibini aldığı bu dönemde, işçi sınıfı ve emekçi halklar olarak kenetlenmemiz ve sınıf örgütümüz KESK’e sahip çıkmamız gerekiyor...

ATV-Sabah grevinden “yüzsüzlere yüz” ATV-Sabah grevinin 104. gününde grevci işçi arkadaşlara destek olmak ve süreç hakkında bilgi almak için grev alanı Balmumcu’daydık. Orada bulunan Ender Ergün bize grevin 104. gününü ve gelişmeleri şu şekilnde anlattı:

Kızılay işçileri işe iade davasını kazandı! Kızılay Yönetimi’nin Dev-Sağlık-İş üyesi oldukları için 2008 Ekim’de işten çıkardığı işçiler açtıkları işe iade davasını kazandı. Sendikal örgütlenme çabaları her türlü baskıyla engellenmeye çalışılan Kızılay işçileri son olarak Ekim 2008’de Kızılay’ın bir istasyonunun dahi bulunmadığı Ardahan ve Şırnak’a sürülmek istendiler. Kızılay Kan Merkezi’nde örgütlenen Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası üyelerinin işten atılmasına karşı açılan davada, mahkeme işçilerin işe iade edilmesine karar verdi. Kızılay patronu işçilere işbaşı yaptırmazsa, mahkeme sendikal tazminat ödemesine karar verdi.

Sabahın erken saatlerinde yöneticilerin evleri basılmış, sendika binası kuşatılmış, birçok öğretmen de öğrencilerinin gözü önünde apar topar götürülmüştü. Sundukları sebep ise, “terör” ve “bölücülük”. Peki, neden mi bu sendikacılar onlara karşılar; çünkü krizin faturasını ödemek istemiyorlar, çünkü ezilen Kürt halkının yanındalar... Cevap da belli; baskı, inkâr ve imha...

3

Ender arkadaşımız 100. günün onun açısından önemini ise şu şekilde ifade etti: “ ‘Yüzsüzlere yüz’ sloganıyla gerçekleştirdiğimiz 100. Gün, direnişimiz açısından çok önemliydi. Ben her gün bu kapıdan geçip işine gidenleri ikiye ayırıyorum. Yüzünü eğerek girenler, yüzünü eğmeyerek girenler. Amacımız yüzsüzlere yüz vermekti. Basın açıklamasından sonra Taksim’de gerçekleşen yürüyüş çok hareketli geçti. Yaklaşık 2.500 kişi katıldı. Katılan sendikalar ve örgütler yaptığımız işin ne kadar kitlesel boyutlara ulaştığını gösterdi. Biz kısa metrajlı bir film düşünüyorduk, uzun metrajlı bir filme dönüştü. Dönüştükçe de büyüyor, genişliyor, birleştiriyor. Başka direnişlere en ufak bir katkımız bile olduysa ne güzel!

“Şu anda işe iade davalarımız devam ediyor. Greve çıktığımızda karşı taraf grevin yasal olmadığını iddia edip hakkımızda dava açmıştı, lehimize sonuçlandı. Bu sayede bir kez daha davamızın haklılığı kanıtlandı. ATV için grev yasal, Sabah için değil, diyorlardı. Şimdi direnişimiz yasal bir çerçevede gelişmeye devam ediyor. Kanunlu bir şekilde grevdeyiz ve işe iade davalarımız da devam ediyor. Biz bunu greve iade istemi olarak görüyoruz. Greve çıkma sebebimiz olan toplu sözleşme imzalama isteğimiz ise devam ediyor. Durumun zorluğu açık! Doğrular şu ki işveren ve mahkemeler beraber sendi- “Yörsan, Novamed gibi direnişler mahkemelerkasızlaştırma işini yürütüyor. Mahkemeler işle- de geçti. Biz gittikçe yayılıyoruz. Bizi aşan bir ri uzattıkça uzatıyor.” duruma doğru gidiyoruz. Her geçen gün haklılığımızı pekiştiriyor olmak güzel bir şey. EskiMahkemeden işe iade kararı! • Şunu hemen den işe yavaş yavaş gelirken, şimdi greve koşa belirtelim, biz tam bu yasal süreçlerden bahse- koşa geliyoruz. Günler uzadıkça yaşama tutuderken Ender arkadaşa gelen iki telefonla mah- nuyoruz. Biz grevcilerin de katıldığı İşçi Filmkemeden işe iade kararları çıktığı haberini al- leri Festivali’nde Emine Aslan ‘İtalya’da da olsa dık. Haklı mücadelelerinin sonuçlarını alma- örgütlenilmeli’ demişti. Çok haklıydı. Örgütlü ya başladıkları için sevinen işçi arkadaşımızın mücadelemiz sürüyor. Devam ediyoruz...” sevincine ortak olduk. Yasal sürecin işçilerden yana işleyeceğinin önünü açan bu kararlar mü- Yazan: Çiçek N. (31 Mayıs 2009) cadelenin devamı için büyük önem taşıyordu.

Bu güzel haberin duyulmasından sonra Dev-Sağlık-İş üyesi işçiler Çapa’daki Kızılay Kan Merkezi’nin önünde basın açıklaması yaptılar. İşçiler, Kızılay Yönetimi’ni işe iade kararını uygulamaya çağırdılar. Basın açıklaması yapan Dev-Sağlık-İş üyelerine direnişteki LCW, Meha ve Sinter Metal işçileri de destek verdi. Yapılan açıklamada sendikalı olmanın anayasal bir hak olduğu, işçilerin yaşadıkları tüm olumsuzluklara rağmen bu haklarını kullanmaya devam edecekleri söylendi ve Kızılay Yönetimi’ne işe iade kararını uygulama çağrısı bir kez daha dile getirildi. Yazan: A. Ela Toprak (28 Mayıs 2009)

İnsan ihaleyle çalışmaz,

sağlıkta taşeron olmaz! Dicle Nadin, 29 Mayıs 2009

Geçtiğimiz günlerde, Bursa İl Sağlık Müdürü yeni bir ihale verdi. Bu ihale daha önce gördüklerimizden biraz farklıydı. Çünkü ilk kez, satılacak şey, emekçisiyle birlikte alenen satılığa çıkarılıyordu. ‘3 adet acil servis istasyonu; doktoru, sağlık personeli ve şoförü ile acilen satılıktır’ buyruğunu veren Sağlık Bakanlığı olunca, birçok şirket bu kârlı ihaleye üşüştü. Kârlı diyoruz çünkü bu satışla birlikte doktorlar ve sağlık personeli sigortasız ve yarı-zamanlı çalışacak; emekli kesenekleri de yaklaşık maliyete dâhil edilmeyecekti (kesenek: devlet görevlilerinin aylıklarından her ay belli oranda kesilen para.) Bursa Tabip Odası’nın açıklamasına göre, Sağlık Bakanlığı “personelli ihale” adıyla bu uygulamayı başlatmış olup, Bursa da bu kapsamda pilot il seçilmişti. Bursa’nın “pilot il” oluşu pek düşündürücü. Çünkü Bursa yaşamakta olduğumuz krizin, ülkemizdeki merkez üssü adeta. Geçen yılın son çeyreğinde 56 bin 700, bu yılın ilk dört ayında da 24 bin 466 kişi işten çıkarılmış; kasım ayında görülen metal işçilerinin eylemlilikleri haricinde, bütün bu saldırılara karşı koyabilecek bir sınıf örgütlülüğü yaratılamamıştır. Bu nedenle gelsin özelleştirmeler, gitsin saldırılar diyor hükümet. Sağlık hakkının satılacak bir meta olarak görülmesine, özelleştirmelere, taşeronluğa karşı yükselttiğimiz her itiraz, ne yazık ki bu olaydan birkaç hafta sonra yaşanan ve 8 kişinin canına mal olan Bursa Şevket Yılmaz Devlet Hastanesi yangınını öngörmüş oldu. Yangının sebebi, yine kâr hırsıydı. Çünkü yangının çıktığı bölüm, bir süre önce özel bir şirkete satılmıştı. Özelleştirmeler sonucu alınmayan tedbirler, yapılmayan denetimler bu facianın davetiyesini çıkardı. Sağlığı ve emekçileri diledikleri gibi alıp satanlar, kârları biraz düşünce de çalışma hakkımızı elimizden alıp bizi açlığa mahkûm edenler, bu facianın sorumlusudur! Patronların kâr hırsı emekçileri en rezil ölümlere mahkûm ediyor. Bu saldırılara karşı koyabilmek; sağlık sistemini emekçiler olarak denetlemek ve bizlerin lehine örgütlemek mümkün.


4

POLİTİKA

Konu, çözümden açılmışken:

Kürt sorunu ve anayasa tartışmaları üzerine Rejimin demokratik dönüşümünü hedef almayan hiçbir çözüm bizim değildir. İşçi sınıfı ve yoksul halkları muhatap almayan hiçbir çözümse rejimin demokratik dönüşümünü hedef almaz, alamaz si, tamamlanamayacak- demokratik devrim kalıntısıdır. Bu açıdan salt bir kimlik sorunu olmadığı gibi, hep belirttiğimiz biçimde bizzat rejimle bütünleşik bir sorundur. Ve yine tarihin cilvesi, emperyalist çağda artık olağanlaşmış olağandışı bu rejim (asker-polis rejimi / yarı-Bonapartist rejim) direkt sınıf ilişkilerinin ve egemen sınıf içi dengenin bir yansımasıdır.

Cemre Sava, 30 Mayıs 2009 Sorun bile denilmezken, geldik çözüm tartışmalarına… Nerden geldik, nasıl geldik, neden sonra geldik? Ne yitirdik? Ne çok yitirdik… Konuşulmalı. Bu süreç, nasıl bir konjonktürün ürünüdür, hangi ulusal ve uluslararası dönemeç geçilmiştir, taraflar kimlerdir? Bilinmeli. Tüm bu soruların, ve daha birçoğunun uluslararası arenadaki diğer örneklerle düşünülerek cevaplanması; emperyalizmin içinde bulunduğu dönemi, ulusal sorunun yeni anlamlarını ve/ya başkalaşımını, sınıf mücadelesi ve ulusal sorun arasındaki etkileşimi anlayabilmek, dinamikleri sorgulayabilmek için elzem.

Bugün sorunumuzu Kürtlerin devletin kurucu unsurlarından biri olarak görülmemesi ve kültürel hakların eksikliği ekseninde tanımlıyorsak, evet yine doğru bir tanımdır; yalnız, dar bir tanımdır. Öte yandan, tanımı buradan yapıp çözüme de buradan gitmeye çalıştığımız noktada bu sefer yalnızca dar değil maalesef hatalı bir yol da izlemiş oluruz.

Ancak, bugün bahsi geçen çözüme yönelik açılımlara adeta paralel biçimde eşlik eden, Kürt hareketine yönelik operasyonları gözlemlediğimizde vaat edilen çözümün sınırını görebilmek aynı derecede, ve hatta tartışmaya fikrî müdahale aşamasında daha da fazla, önem kazanıyor. Sınırların, tanımları belirleyeceği yadsınamaz. “Silahlar sussun!.. Ama…” • Bugün çözüm ‘payda’sında buluşanların ortak beyanı silahların susması... Bu elbette, hayatı üretmeyi, yitirmeyi değil yaratmayı amaç edinmiş her aklıselimin ortak temennisidir. Öte yandan bugün bu temenniyi aynı gerekçeyle mi paylaşır sorulmaz ama, askerinden hükümetine rejimin tüm unsurlarının da bu ortak payda içine çekildiği çok bileşenli bir ortamın içindeyiz. Tarafları ayrıştıran nokta ise “ama…”lar; ve işte bu da, her tarafın çözümden kendine biçtiği ‘pay’ı ya da başka bir ifadeyle çözümden ne anladığını belirliyor.

Hatalıdır çünkü, yolun sonu bizi, maalesef yol boyunca elde ettiğimiz küçük kazanımların bile korunmasını sağlayacak güvenceye ulaştırmaz. Hatalıdır çünkü, bu sistemin tüm mağdurlarını birleştirecek rejimi dönüştürme hedefini gözardı eder. Ve belki hata demeye dilimin varmadığı bir saflıkla demokrasi mücadelesini sınıf mücadelesinin bir unsuru olarak ortaya koymadığı için bu yol baştan yenilgiyi kabul etmektir.

ta sakınca görmüyor. Tersine, kendisiyle şimdiye kadar yalnızca silahlarla konuşmuş muhatabına karşı benimsediği bu yöntemi aynı zamanda güvencesi olarak görüyor. Fakat, şu da açık, silahlar masaya

Kürtler kurucu unsurlardan biri olur belki, peki Ermeniler, Rumlar? Anadilde eğitim haklarını da kazandılar diyelim… Bunlar küçük adımlar mı denebilir, hayır elbette değil. Ama sormak istiyorum “ya sonrası” diye. Yani bir Kürt ileride belki şuan tezahür edemediğimiz bir başka talebi için bu mücadeleyi yeniden vermek zorunda kaldığında… Ya da birilerinin kafası

Kabul gören çözüm anca “rejim artı burjuva önderliğin talepleri bölü çözüm”e denk düştüğünden, yani asla bir bütünü hedeflemeyen buçuk ve hatta çeyrek bir çözüm olduğundan ne ulusların kendi kaderini tayin hakkını ne de bu baskı rejimini gerçek anlamda dönüştürebilecek diğer hak ve talepleri içermektedir Rejimin çözümü: Az sopa, az havuç • Asker-polis rejimi, Genelkurmay Başkanı’ndan Cumhurbaşkanı’na; Eski-Yeni Mit Müsteşarı’ndan, bakanlarına; hükümetinden muhalefetine; yönü belli ama birbirini de dengeleyen açıklamalarla kendi çözümünün sınırını çiziyor. “Havuç ve sopa” diyebileceğimiz yöntemle bir yandan KCK’nin başkanı Karayılan’ı dinliyor, diğer yandan KCK-TM’nin (Koma Ciwaken Kurdistan – Türkiye Meclisi) yapılanmasına yönelik operasyonları sürdürüyor. Yani, bir yandan çözüm konusunda bir kamuoyu yaratma, adımlarının meşruiyetini sağlama ve tabii niyetine inandırma çabasındayken, diğer yandan da yıldırma politikası ile kendi çözümünü en az tavizle uygulamayı amaçlıyor. Masaya oturmadan önce elini güçlendirmeye çalışıyor da denebilir. Bu noktada, yerel seçimler başarısını da göz önünde bulundurduğumuzda, Kürt halkının siyasi iradesini temsil eden DTP bu yıpratma politikasının ana hedeflerinden biri oluyor. Parti daha önce de belirttiğimiz gibi fiilen bitirilmeye çalışılıyor ve bütünlüğünü parçalamak hedefleniyor. Bir diğer noktadaysa, PKK’ye silahını şartsız olarak bırakması önkoşul olarak dayatılıyor. Kimin elinde ne kalırsa • PKK ise aynı şekilde elindeki silahın gücünün farkında. Ateşkesi de ateşedevam’ı da bir niyetin göstergesi olmasının yanı sıra reformist talepleri için bir koz olarak kullanmak-

yatırılan çözümü değil, kimin tarafında ne kadarının kalacağını belirliyor. Kendi kaderini tayin hakkını tanımayan bir çözüm mümkün mü? • Görüldüğü gibi mümkün, bu hak tamamen mevzu dışı bırakılıp bir çözüm kesilip biçilebiliyor. Ancak, bu neyin ve kimin çözümü olur, işte bunu tartışmalı. Tartışmalı, çünkü bu hak birleşme ve ayrılma hakkının ötesinde çok önemli bir yaklaşımın da ifadesidir. Bu hak, tüm bu süreçte bir eşitler ilişkisi kurulabilmesinin önkoşuludur. Ve, silahların gerçekten tümüyle susabilmesinin gereği... Ancak, kabul gören çözüm anca “rejim artı burjuva önderliğin talepleri bölü çözüm”e denk düştüğünden, yani asla bir bütünü hedeflemeyen buçuk ve hatta çeyrek bir çözüm olduğundan ne bu hakkı ne de bu baskı rejimini gerçek anlamda dönüştürebilecek diğer hak ve talepleri içermektedir. Anayasa reformu mu, yeni bir anayasa mı? • Bugün mevzubahis ‘buçuk çözüm’ün en ileri noktası ve belki gelip gelebileceği son nokta bir liberal anayasa reformu tartışmasında kendini bulmakta. Vatandaşlık tanımını sorgulayan, asker-sivil ilişkisini dengelemeye çalışan bu arayışın şaşırtıcı olmayan eksik yanı ise sorunu tanımlayışından kaynaklanmakta. Ulusal sorun, bir tamamlanmamış –ve tarihin cilve-

bozulup çok vermişiz birazını geri alalım dediğinde… Yani rejim aslında orada öylece durduğunda… O zaman ne olacak?.. Demokratik, laik, özgürlükçü, emekçiden yana bir anayasa! • Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi rejim bir çember ve dışındaki alan genişledikçe içinde sıkışıp kalan bizleriz. Elbette dışındaki alanı daraltıp kendimize yer açmak da bir yöntem; hatta bunu yapamadığımız noktada birbirimizi ezmek de bir çözüm(!); ama “bizim” çözümümüz mü? Gördük ve görmeye devam ediyoruz: Asker-polis rejiminin demokratik dönüşümünü hedef almayan hiçbir çözüm bizlerin (Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Laz, Çerkez… hiçbir emekçinin) değildir. İşçi sınıfı ve emekçi yoksul halkları muhatap almayan hiçbir çözümse rejimin demokratik dönüşümünü hedef almaz, alamaz. Bu yüzden, tam da taleplerimizi birleştirdiğimiz ve onları bir bütün olarak sahiplendiğimiz düzlem anayasa reformu şemsiyesi altına sığdırılmaya çalışılamaz. Bugün ister Kürt sorunu, toprak sorunu, ulusal sorun; ister demokrasi sorunu, rejim sorunu olarak adlandıralım –ki hepsi de doğrudur ve sorunun çeşitli yönlerini vurgular; çözüm demokratik, laik, özgürlükçü, emekçiden yana tamamıyla yeni ve bizzat muhataplarınca hazırlanmış bir anayasa hedefini içermediği noktada eksiktir ve nihai olarak yine egemen sömürü ilişkilerine ve zihniyete hizmet edecektir.


POLİTİKA

Rant projesine son! İşçi ve emekçiler için insanca yaşam alanları!

Sermayenin en büyük rant kapılarından biri de yıkımlar. Bu rant bazen savaşlar ile sağlanmakta –ki halen Irak’ta, Kürdistan’da, Filistin’de, Afganistan’da bunu yaşıyoruz Ayşe Kaya, 31 Mayıs 2009

Kâra doymayan para babaları bu sefer bu yıkımları “kentsel dönüşüm” adı altında yapıyor. Yoksul emekçi halkın evlerini, yaşam alanlarını çeşitli hilelerle, hilenin işe yaramadığı durumlarda zorla ellerinden alıyorlar. Emekçiler kaderlerine terk edilip, insani koşulların bulunmadığı bir hayata zorlanıyor. Sözüm ona “kentsel dönüşüm projesi.” Devleti arkasına alan birçok para babasının rant kapısı bu! Bugün yoksul halkın bulunduğu bir çok bölgede bu proje çerçevesinde yıkımlar oluyor ya da olacak.. Ayazma, Sulukule ve Kartal’da yaşayan halkın evleri ellerinden zorla alındı. Bu insanlar ya kendi kültürlerine ve yaşam tarzlarına ters yerlerde ikamet etmeye zorlandı ya da sokaklara terk edildi. Bugün Ayazma mağdurları şehrin dışına, iş olanaklarının olmadığı, ulaşımın neredeyse yok dendiği bir bölgeye taşınmak zorunda bırakıldılar. Yine aynı şekilde Sulukule halkı on binlerce lira borçlandırılarak zorla TOKİ’nin yaptığı dairelere taşındılar. Bugün yaşadıkları yer dolayısıyla çalışamıyor, borçlarını ödeyemiyorlar. Yakın bir zaman içinde TOKİ’nin, bu insanların ellerinden konutlarını alması sürpriz olmaz. Anlayacağınız; hem zorla evlerinden, yerlerinden ve yaşam alanlarından çıkarıldılar hem de aynı yıkım projesi kapsamında -buna artık “rantsal dönüşüm” diyelim- borç-

ları ödeyemeyecekleri bilindiği halde, on binlerce lira borçlandırıldılar, bu emekçi yoksul insanlar... “Kentsel dönüşüm projesi”ni sürdürenlerin çeşitli argümanları var: Suçu engellemek, yoksulluğu ve görüntü kirliliğini ortadan kaldırmak! Oysa proje dediklerinin para babalarının sermayelerine sermaye katmak olduğu açık. Emekçi yoksul halk sermayenin doymak bilmez hırsına kurban ediliyor… Özellikle sömürülen sınıf ve ezilen ulusun yaşam alanlarını hedef almaları dikkat çekici. Bilhassa Romanların yüzyıllardır yaşadıkları yerlerden göçe zorlanmaları… Bir yandan sermayeye yeni rant alanları sağlamak, bir yandan egemen olanın dışında olanı parçalayıp yok etmek. Bir taşla birçok kuşun vurulduğu bir sermaye politikası bu! Şimdi “kentsel dönüşüm”den bahsedenler seçim döneminde oy fırsatçılığıyla tapusuz, ruhsatsız inşaatlara göz yumdu., Seçimlerden sonra ise bu yapıları yıktılar… Bugün Sulukule ve Ayazma gibi yoksul mahallelerinin yıkılması, yine aynı şekilde Okmeydanı halkının yıkımla tehdit edilmesi şunu gösteriyor; artık evlerimiz, yaşam alanlarımız bile sermayeyi sarhoş edecek derecede bir rant kapısı. Yerel yönetimlerin desteği ile evlerimize kadar girdiler… İnsanı değil sermayeyi temel alan kentsel dönüşüm projelerine son! Tüm işçi ve emekçiler için insanca yaşam alanları!

Kaplumbağalar da uçar, Kürtler de! Suriye sınırındaki mayınlı arazinin, temizlenmesi karşılığı, bir şirkete kiralanması önerisi yankı uyandırmaya devam ediyor Doğan Koca, 28 Mayıs 2009 Türkiye 1959 yılından başlayarak kaçak ticareti önleme ve güvenlik bahanesiyle Suriye sınırındaki 216 bin dönümlük araziye 615 bin adet anti-personel ve antitank kara mayını döşedi. Bu mayınların çoğu anti-personeldi. Özellikleri ise maruz kalan insanı sakat bırakması! Anti-personel mayınlar daha güçlü patlayıcılarla donatılabilecekken olası bir savaş durumunda bir yaralının bir ölüden daha çok emeğe ihtiyacı olacağı için güçsüz patlayıcılarla donatılıyor. Amaç daha çok askerin cephe gerisine çekilmesini sağlamak! Kara mayını uygulaması Ortadoğu, Afrika ve Balkanlarda sıkça yapılıyor. 1999 yılında kara mayınlarının temizlenmesi için Ottowa Antlaşması yapıldı. Amerika, Çin, İsrail ve Hindistan gibi silah endüstrisini elinde tutan ülkeler anlaşmaya imza koymadı. Antlaşma uyarınca imzacı ülkeler kara mayınlarını üretemez, stoklayamaz, transfer edemez. Yine antlaşma uyarınca bu ülkelerin stoklarındaki ve topraklarındaki mayınları 2014 yılına kadar imha etmeleri gerekiyor. Bu nasıl bir ikiyüzlülük? • Türkiye’nin topraklarında 914 bin mayın bulunuyor. Yani mayınlar sadece Suriye sınırında değil. Ermenistan, Irak ve İran sınırlarında da mayınlı araziler bulunuyor. Ayrıca depolardaki mayınların da imha edilmesi gerekiyor. Hükümet bunların hiçbirini imha etmek istemezken sadece Suriye sınırındaki araziyi temizlemek istiyor. Neden? Çünkü

bu topraklar hem doğal olarak hem de elli yılı aşkın süredir ekilmediği için oldukça verimli olan 1. dereceden tarım arazileri. Nusaybin’de sınırın hemen öte yanında petrol kıyıları yükseliyor. Bu araziler gıda tekellerinin iştahını kabartıyor! AKP hükümeti 2005 ve 2008’de de mayınlı arazilerin temizlenmesi karşılığı bir şirkete 49 yıl kiralanmasını içeren önerisini meclise getirmişti. MHP’nin itirazı toprakların yabancı bir şirkete verilmesine! CHP de aynı dertten muzdarip. Üstelik toprakların yabancılara kiralanmasını o denli istemiyorlar ki Deniz Baykal bölge halkını ‘sivil itaatsizliğe’ çağırdı. Toprak köylüye dağıtılsın diyor CHP. Bundaki ikiyüzlülüklerini de Deniz Baykal bizzat kendisi açıkladı: “Toprağı olan köylü dağa çıkmaz!” Esasen bu partilerin de özelleştirmeye bir itirazı yok. TSK toprakların temizlenmesi için NATO-NAMSA’yı adres gösteriyor; paramız, uzmanımız yok diyor. DTP ise özelleştirmeye karşı çıkarak toprağın köylüye dağıtılmasını teklif ediyor. Ancak bu toprakların dağıtımı söz konusu olduğunda 1959’dan önce bu topraklara sahip olan köy ağaları toprağın mülkiyetini hukuken elde edecekler. Yani toprağın köylüye dağıtılması dolaylı olarak ağalık sistemini hortlatacak. Biz bu toprakların yoksul ve topraksız bölge köylüsü denetiminde kolektifleştirilmesini talep ediyoruz. Özelleştirilme kabul edilemez. Araç alacak, uzman tutacak paranız yoksa ‘patronları kurtarma paketleri’ne ayırdığınız bütçeyi kullanın.

5

Faşizanlıktan demokrasiye… Küresel sermaye, sen nelere kadirsin! Oktay Benol, 31 Mayıs 2009 Başbakan Erdoğan 23 Mayıs’ta AKP Düzce İl Kongresi’nde bir konuşma yaptı. Beklendiği gibi CHP, MHP gibi milliyetçi partiler Erdoğan’ı hemen lanetledi. Baykal “Millete saygısızlık” derken Bahçeli son noktayı koydu: “Erdoğan Türk milletinden özür dilemelidir.” Yine beklendiği gibi sol liberaller, sivil toplumcular Erdoğan’ın konuşmasını beğendi. Genelde açıklamayı yeterli görmemekle birlikte, bu çevrelerin ortak temennileri devamının gelmesi yönündeydi. DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün açıklaması bu ortak görüşün bir ifadesiydi: “Başbakanın açıklamaları olumludur ama yeterli değildir.” Kısacası ayaküstü yapıldığı ve devamı gelmeyeceği düşünüldüğü için fazla umut bağlanmayan ama yürütmenin en tepesinin ağzından bir şekilde çıktığı için “hayırlısı” denilen sözler olarak kayıtlara geçti Başbakan’ın açıklaması... Başbakan Erdoğan, milliyetçilerde frensiz bir öfkeye, sivil toplumcularda temkinli bir sevince yol açan açıklamasını, Suriye sınırında bulunan mayınların temizlenmesiyle ilgili ihale hakkında yapılan eleştirileri yanıtlarken yaptı. İhalenin İsrailli bir şirkete 44 yıllık kullanım bedeli karşılığı verilmesi söz konusuydu. Başbakan şöyle diyordu: “…son zamanlarda bir mayın temizleme olayı yaşadık. 6 madde, iki hafta dört günümüzü aldılar. 6 madde düşünebiliyor musunuz? Nedir bu? Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi, Suriye tarafı bunu yaptı. Biz de bunu yapalım istedik… (…) Hemen yakıştırma başladı, ‘Siz burayı İsrail’e, Yahudilere peşkeş çekeceksiniz’. Hep aynı şeyler. (…) Bu kadar basit midir bu ülkenin vatan toprakları üzerinde yatırım yapan küresel sermaye, şu dinden, bu dinden geldi diye ‘Eyvah Türkiye elden gidiyor’ demek. Bu kadar kolay mı? Yıllarca bu ülkede bir şeyler yapıldı. Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Acaba kazandık mı? Bunların üzerinde durarak bir düşünmek lazım. Ama aklıselim ile bunların üzerinde düşünülmedi. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi...” Hem milliyetçiler hem de sivil toplumcular, “bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi…” cümlesine takıldı. Bu tanımlama etrafında tutum aldı. Oysa Erdoğan’ın talebi ve niyeti açık; “faşizan”lıktan vazgeçelim, küresel sermaye gelsin, çünkü yıllarca faşizanlık yaptık, kazanamadık diyor. Faşizanlıktan “vazgeçilme” nedeni para kazandırmıyor olması, yoksa yanlış olması değil. Erdoğan bunu üzerine basarak söylüyor: “Paranın dini, milleti, ırkı olmaz. Bunu böyle biliniz ama ne yazık ki paranın dini, milleti, ırkı olduğunu zannedenler var. Para civa gibidir, kendisine uygun zemini nerede bulursa oraya doğru kaçar. Şimdi ülkemizde küresel sermaye yatırım yapmak istiyor…” İşte bu kadar! Faşizanlıktan demokrasiye geçişte küresel sermayenin ne büyük bir motivasyon olduğunu görelim. Küresel sermaye gelecek, faşizanlık bitecek! Başbakan kızıyor: “Yahu işsizlik diyorsun, işte buyur bak adam yatırım yapacak. Yatırım yapınca burada kim çalışacak? Burada İzak çalışmayacak Hasan çalışacak, Ahmet, Mehmet çalışacak. İşte buyur bak işsizliği aşıyoruz, istemez misin?” İsteriz de bu ülkede İzakların da yaşadığını, bu ülkenin Ahmetler, Mehmetler, Ayşeler gibi Ronilerin, Etyenlerin, Hrantların, Rakellerin de ülkesi olduğunu siz ne zaman anlayacaksınız? İki lafla faşizanlıktan demokrasiye geçmek… Tam sermaye düzenine uygun bir hareket… Hoplaya, zıplaya…


6

POLİTİKA

“Yeni Anayasa” üzerine yeniden düşünmek Murat Yakın, 1 Haziran 2009 AKP hükümeti aracılığıyla, 2007 yılında gündeme giren ve uzun bir süre kamuoyunu meşgul ettikten sonra, partiye açılan kapatma davasıyla gündemden düşen yeni anayasa tartışmaları bir kez daha ısınıyor. 29 Mart seçimlerinde yaşanan düşüşün etkisiyle kabine değişikliğine giden AKP hükümetinin yeni Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in açıklamalarına göre hükümet, mevcut anayasanın günümüz ihtiyaçlarına cevap verir hale getirilmesi için parti grubu içinde yeniden hazırlıklara girişmiş durumda. Öte yandan, bir kez daha bu tartışmaların başta TÜSİAD, TOBB, barolar, üniversiteler ve muhalefet partileri olmak üzere çeşitli kurumların değerlendirmesine sunulması planlanıyor. 2007 yılında hükümet kanadıyla silahlı kuvvetleri ve sivil bürokrasiyi rejim üzerinde keskin bir kontrol savaşının eşiğine getiren yeni anayasa girişimleri, bu kez Dolmabahçe Mutabakatı, kapatma kartı, Kürt sorununda gelinen yeni aşama ve 29 Mart yerel seçimlerinin sonuçları ışığında yeni bir boyut kazanmış durumda.

mak hayati bir önem taşıyor. Şu anki görünümüyle egemenlerin ihtiyaçlarına yanıt vermekten uzak olan mevcut anayasa, açık olarak bir darbe anayasası! Bu haliyle öncelikle geniş emekçi yığınları siyasi tartışmalarda belirleyici bir güç olmaktan alıkoymaya odaklanmış bu darbe yasası aynı zamanda rejimin asker-polis karakterli yüzünü meşrulaştıran, kalıcılaştıran bir öze sahip. Öyle ki, bu niteliği köklü bir biçimde dönüştürme hedefine odaklanmayan tüm “yeni anayasa tartışmaları” havanda su dövmekten, malumun yeniden cilalanmış bir ilanından başka bir anlam taşımayacak. Gücünü söz konusu darbe anayasasından alan askerpolis rejiminden söz etmişken bir başka noktayı daha vurgulamakta yarar var; asker-polis rejimi orduyu ve sivil bürokrasiyi kapsadığı kadar parlamento ve hükümeti de içermekte, ve resim bu şekilde tamamlanmaktadır.

Bunun anlamı, AKP hükümetinin bu kez daha temkinli ilerleme, ordu ile çatışmaya girmeme ve burjuvazinin çeşitli sektörleri arasında uzlaşmaya dayalı bir tedrici dönüşüm stratejisi uygulamayı planlamakta olduğu.

Bu rejimin belirli fraksiyonları, zaman zaman kendi aralarında çıkar çatışması içine girmiş olsalar da, söz konusu resmin çerçevesinde bütünüyle anlaşmaktadırlar. Buna AKP hükümeti de dâhildir. Anayasa ve demokratikleşme tartışmalarına yönelik turnusol bu gerçeklikte yatmaktadır. Bugüne dek mevcut anayasanın onlarca maddesinin burjuvazinin ihtiyaçları temelinde değiştirilmesine karşın, temel maddelere dokunulmamış olması manidar bir gelişme olarak algılanmalıdır.

Türkiye’de demokrasi hangi temelde ve kimler tarafından kurulmalı? • AKP hükümetinin şimdi bir kez daha kamuoyunu hazırlama çabasına girdiği bugünlerde, konuya ilişkin bir dizi belirleyici noktayı vurgula-

Sol liberal çevrelerdeki büyük demokratik dönüşüm beklentilerine karşın, olasılıkla AKP, benzer bir girişimi bir kez daha geniş emekçi yığınları tartışmaların ve belirleyici olmanın uzağında tutarak hayata geçirmeyi

planlamaktadır. Bu şekilde yeni bir anayasa oluşturulsa bile rejimin demokratik dönüşümü tartışması silikleşecek, reforme edilmiş anayasa üzerinden güç dengeleri yeniden biçimlenmiş, tanımlanmış olacaktır. İşçi sınıfı belirleyici bir güç olarak öne çıkmak zorunda • İşçi sınıfı üzerinde suni kamplaşmaların hâkimiyetini sürdürmekle kalmayıp, sınıfın bölünmüşlüğüne bir süreklilik kazandırmakta olduğu kritik bir aşamadan geçmekteyiz. Giderek derinleşen ekonomik kriz ve artan sefalet, etkileri dalga dalga yayılarak günümüze dek gelen Kürt sorunu, baskı ve şiddetin gündelik hayatın bir parçası haline dönüşmesi, aynı zamanda işçi sınıfının tüm topluma önderlik edebilecek bağımsız bir güç olarak açığa çıkmasını engelleyen bu bölünmüşlüğü aşmanın hayati önemini ortaya koyuyor. İşçi sınıfının bağımsız mücadele hattının geliştirilebilmesi yönünde öncelikli bir politik görevle karşı karşıyayız. İşçi sınıfı, belirleyici bir güç olarak tüm örgütleriyle birlikte gerek ekonomik krizin yıkıcı etkilerine, gerekse yeni anayasa tartışmaların biçimlenmesine müdahale etmeli, toplumun dönüştürülmesine önderlik etmelidir. Askeri darbe kaynaklı 1982 Anayasası’nın yerine, kendine emperyalizmden kopuşu esas alan, Kürt halkının kendi kaderini belirleme hakkı da dâhil olmak üzere her türlü demokratik hak ve özgürlüklerle donatılmış yeni bir Anayasa ve bu anayasayı hazırlamak üzere halkoyuyla seçilmiş bir Kurucu Meclis oluşturulmadığı sürece, işçi sınıfı ve yoksul halk kesimleri bölünmüşlükten ve burjuva partilerinin gerici etkisinden kurtulamayacaktır.

Erdemir’de kriz fırsatçılığı Fuat Karahan, 28 Mayıs 2009 Karadeniz. Ereğli Zonguldak ili sınırlarında şirin bir sahil kasabası. Ereğli’yi diğer sahil kasabalarından ayıran ve bir balıkçı kasabasından bir sanayi şehrine dönüşmesini sağlayan kurum ise, Ereğli Demir Çelik Fabrikaları. Erdemir sayesinde hızla sanayileşen ve göç alan ilçe, yıllar içinde önemli bir sanayi kenti halini almış. İlçede Erdemir’in yanı sıra irili ufaklı metal, boru fabrikaları ve atölyeleri bulunmaktadır. Ayrıca 5 bine yakın işçinin çalıştığı tersaneler ilçedeki önemli işkollarından biridir. İlçenin çok yakınındaki Kandilli bölgesindeki devlete ait ocaklar kapanmıştır. Ancak yine yakın bölgelerde özel sektöre ait bir dizi irili ufaklı maden ocağı bulunmaktadır. İlçe ayrıca bir maden bölgesi olan Zonguldak’a 45 dakika uzaklıktadır. Özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinden önce, önemli hak mücadeleleri geliştiren Erdemir işçileri, bu mücadeleleri sayesinde maaşlarını ve sosyal haklarını geliştirmişlerdir. Böylece şehirde refah düzeyi, benzeri bölgelere kıyasla daha gelişmiştir. Gündelik hayat, Erdemir’de çalışanlara bağlı olduğu için, Erdemir işçisi mücadelelerinde Ereğli halkını da yanına rahatlıkla çekebilmiştir. Oy kaybetmekten korkan hükümetler de bu tepki karşısında genellikle geri adım atmışlardır. Ancak bu birliktelik darbenin ardından dağılmış, mücadeleci işçilerin büyük bir kısmı fabrikadan atılmıştır. Darbeden sonra saldırılar başlıyor • İşçileri başıboş bırakmak istemeyen hükümetler ve MESS (Metal İşverenleri Sendikası), işçilerin başına Türk Metal denen işçi düşmanı sendikayı ve onun 34 yıllık Genel Başkanı Mustafa Özbek’i (Ergenekon davası sanığı) musallat ettiler. Bu sendika eliyle emekçilerin mücadelesini engellemeye çalıştılar. 90’lı yıllarda Türk Metal’in saltanatını yıkmak isteyen bir grup işçi Birleşik Metal’de örgütlendi. Çoğunluğu sağlamalarına rağmen, Hükümetin, Erdemir yönetiminin, Türk Metal’in ve bunların yönlendirdiği bazı çetelerin baskıları ve masa üstü oyunlarıyla sözleşme hakkını alamadılar. AKP iktidarı ile birlikte, Çelik-İş sendikası fabrikada etkin olmaya çalışsa da, hükümetin desteğine rağmen, başarılı olamamıştır. Erdemir işçilerinin kazanımlarından ra-

hatsız olan hükümetler, fabrika yönetimleri, özellikle taşeronlaşma yöntemiyle işçilerinin haklarını gasp etmeye, ücret ve sosyal hakları kısıtlamaya çalışmış ancak tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Gerçek saldırı özelleştirme ile başlamıştır. Özelleştirmenin ardından fabrikayı satın alan OYAK, kademeli olarak işçileri emekli etmeye başlamış, içeride çalışma şartlarını ağırlaştırarak işten ayrılmaları teşvik etmiştir. O dönemde yapılan tüm uyarılara rağmen Erdemir işçisi özelleştirmeye karşı topyekûn bir mücadele verememiş ve geldiğimiz noktada kazanımlarını yitirmeye başlamıştır. O gün konuştuğumuz birçok işçi arkadaşımız özelleştirmenin sonuçlarının bu kadar ağır olacağını tahmin etmiyordu. Hatta iyi olacağına inananlar vardı. İşçiler, Türk Metal’in de yönlendirmesiyle, sadece fabrikanın yabancılara satılmasına itiraz eder hale gelmişlerdi. Sonunda fabrikayı, Türk silahlı kuvvetlerinin bir şirketi olan OYAK aldı. Sonuç? Pervasız bir saldırı ile karşı karşıya kalındı. Erdemir ve İsdemir’de yüzde 35 ücret indirimi, tersanelerde maaşsız çalışma • Özelleştirmenin ardından, hem Erdemir’i, hem İskenderun Demir Çelik Fabrikaları’nı (İSDEMİR) alan OYAK, krizi bahane ederek çalışanlarının maaşlarında 16 ay boyunca yüzde yüzde 35 indirime gitti. Sözleşmeyi kabul etmeyen işçileri ise, İş Kanunu’nun 22. maddesinden işten attılar. Bu maddeye göre ”esasta değişiklik” yapan işverenin önerdiği sözleşmeyi kabul etmeyen işçiler işten çıkarılabilirler. Erdemir’de 7025 işçi ve İsdemir’de 6157 işçi çalışmaktadır. 2006 yılı kârı 685 milyon lira, 2007 yılı kârı 640 milyon lira, 2008 yılı kârı 227 milyon 693 bin liradır. Yani Erdemir yıllardır kâr eden bir kurum. Ve bu kuruma yıllardır kâr ettiren işçiler, ekonomik daralmanın bedelini ödemek zorunda kaldılar. Erdemir işçisi 16 ay sonra yüzde 55 zam alarak ancak eski ücretlerine geri dönebilecek. Erdemir yönetiminin gerçek niyeti, daha az işçiyi, daha ağır çalışma koşullarında ve daha düşük ücretle çalıştırmak; dolayısıyla kârını daha da arttırmaktır. Bu, Başbakan’ın deyimiyle “krizi fırsata çevirme”, bize göre ise kriz fırsatçılığıdır. Tüm bu hak kayıpları bölgede hızlı bir yoksulluğa neden olmaktadır. Gelir seviyesi hızla düşerken işsizlik görünmemiş oranda artmakta, esnaf zarar etmektedir. 5 bin işçinin çalıştığı tersanelerde işçiler 3–4 aydır düzenli ücret alamamak-

tadır. İşsizlik korkusu insanların bir araya gelmesini etkilemekte, örgütsüzlük patronların saldırısını arttırmaktadır. Türk Metal yönetimi işçilerine ihanet etmiştir • Bütün bu olup bitenler karşısında Türk Metal yönetimi ne yaptı? Zam sözleşmesine oturması beklenen Türk Metal Sendikası, bu sözleşmeyi kolayca kabul etti. Hatta Ereğli Şube Başkanı Yusuf Ziya Odabaş’ı protesto edenlerin işten atılmasını sağladı. Yıllardır işçi çıkarılmasına göz yuman, hatta işçi çıkarılmasını sağlayan Türk Metal, 1400 işçi atılmasını engelledik diyecek kadar da hayâsızdır. Türk Metal’in bu ihaneti sadece Erdemir ve İsdemir işçilerini değil, ülkedeki tüm emekçileri etkileyecektir. Erdemir gibi kârlı bir firmayı örnek gösteren patronlar, bizlerden ve sendikalarımızdan daha düşük ücretleri kabul etmemizi isteyeceklerdir. Türk Metal Yönetimi derhal bu ihanetten geri dönmeli ve bir tek işçi çıkarılmadan, bizlerin ücretlerinin eski haline dönmesini sağlamak için mücadele etmelidir. Sendika yönetiminin görevi patronlarla işbirliği yapıp işçiyi satmak değil, emekçilerin birliğini sağlayarak biz işçilerin haklarını patronlardan korumaktır. Mücadeleci işçiler bu ihanete suskun kalmamalı, işbirlikçi şube yönetimini değiştirmek için tabanda örgütlenmelidir. Aksi halde koşullarımız daha da kötü olacaktır. Erdemir ve İsdemir yıllardır kâr eden kurumlardır. Bugün biraz zarar ettilerse bunun zararını neden işçiler çekmek zorundadır? Zarar ettiğini söyleyen Erdemir’de nasıl olmuş da ücret indiriminin ardından siparişler artmıştır? Erdemir ve İsdemir yönetimlerinden tüm mali defterlerini biz emekçilerin denetimine açmasını istiyoruz. Bizler Erdemir’in ve İsdemir’in zarar etmediğini biliyoruz. Zarar ettiği iddia olunan bu fabrikalar işçilerin denetiminde yeniden kamulaştırılmalı, işten atılan işçiler geri alınmalı, ücretler ve sosyal haklar yeniden eski haline döndürülmeli, taşeronlaşma kaldırılmalıdır. Ayrıca tersanelerde, demir haddanelerinde, boru fabrikalarında sigortasız bir tek işçi kalmamalıdır. Aylardır ödenmeyen ücretler ivedilikle ödenmeli, sendikalaşmanın önündeki engeller kaldırılmalıdır. Bütün bunlar için işçilerin birlikte hareket etmesi, kararlı olması, işbirlikçi yönetimden kurtulup sendikalarını mücadeleci bir işçi örgütüne kavuşturması şarttır… Görev budur…


KADIN SAYFASI

7

Artan, “kadın” istihdamı mı?

Kadının “ek çalışan” olarak geçici olarak dâhil olduğu ve bu yolla “aile bütçesine” katkı sunduğu bir istihdam yapısı, kadın istihdamının artışına uygun zemini sunabilir mi? Cemre Sava, 31 Mayıs 2009 Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) işsizlik ve istihdam üzerine bir araştırma yayımladı. Ve yayımlanan rapor “Kriz döneminde kadın istihdamı arttı” yönünde lanse edildi. Çünkü rapor, Aralık 2007–2008 aralığında işgücüne katılan kadın sayısının 500 bin, istihdam edilen kadın sayısının ise 250 bin kişi arttığını söylüyordu. Ve tabii, Bakan Şimşek’in “İşsizliğin artmasının nedeni kadının da işgücüne katılması…” sözleri ışığında bu artış, yükselen işsizlik oranlarının da nedeni olarak yorumlandı.

rup, şuna dikkatinizi çekmek isterim. “Aile bütçesi” ve “ek çalışan” benim kavramlarım değil; işgücü ve istihdam araştırmalarında sıkça başvurulan kavramlar. Ve açık ki, cinsiyetçi işbölümünü yansıtıyor. Ancak, bir nokta daha var, açılımlarını bu kavramlarla bulan veriler, “kadın istihdamı” yönünde olumlu bir şey söyleyebilir mi?

önündeki en temel engel kaldırılmış olur.

Kadının “ek çalışan” olarak geçici olarak dâhil olduğu ve bu yolla “aile bütçesine” katkı sunduğu bir istihdam yapısı, kadın istihdamının artışına uygun zemini sunabilir mi?

İstihdam yapısı kadını bir özne olarak ancak bu dönüşümle içerebilir; ki bu dönüşümün en temeldeki karşılığı, çalışmanın kadın için de bir hak olarak kabul edilmesidir. Ancak bu dönüşümü, işgücüne kadın katılımını yükselen işsizlik rakamlarının nedeni olarak görenler, ve hatta onları çocuk doğurmak için eve gönderenler yapmayacak. Onları, ucuza çalıştırıp daha fazla kâr elde etmeyi düşünenler ya da onları ucuz emek olarak işgücü piyasasına alıp ücretlerde rekabet yaratmaya çalışan fırsatçı patronlar da yapmayacak.

Hem rapor, hem de yorumlanışı ekseninde tartışılacak çok kavram var. Ancak, belki de sondan başlayarak şunu belirtmekte yarar görüyorum. Araştırmaya göre kadın istihdamı artarken erkek istihdamı düşmekte. Ve kadın istihdamı da “kendi hesabına çalışanlar” başlığı altında bakıcılık, temizlik vb. işlerde –ve elbette kayıt dışı- yoğunlaşmakta.

Sunmayacağı açık. Kadın emeğinin karşılığının ucuz emek olduğu bu cinsiyetçi işbölümü içinde; bu artışın açıklaması yalnız aile bütçesine katkı sunmak ve işveren açısından da aynı işi daha ucuza yaptırarak daha fazla kâr elde etmek anlamına gelmekte. Üstelik, kadın bu “katkı”yı sunarken; ev-içi emeğini de mümkün olduğunca aksatmadan sürdürmek zorunda.

Şöyle de açıklanabilir: Kadın, aslında kriz döneminde “aile bütçesinin” düşen alım gücüne ve/veya kocasının, babasının, ağabeyinin işsiz kalma durumuna ya da potansiyeline karşı, bir zorunlulukla iş aramaya başlıyor. Ve işgücü piyasasına en başından bir “ek çalışan” olarak girmiş oluyor.

Ev-içi emek görünür olmalı • Oysa, kadın istihdamının artışını sağlayacak birincil adım, ev-içi emeğin görünür kılınmasından geçiyor. Bu da öncelikle bu işlerin toplumsallaştırılması gerekliliğini ortaya koyuyor. Yani kadının tek başına üstlendiği bakım hizmetleri; ortak çamaşırhaneler, yemekhaneler ve kreşlerle kamu tarafından karşılanmalı ve kadının işi olarak görülmekten çıkarılmalı. Böylelikle kadının çalışmasının

Kadın yalnızca “ek çalışan” • Bu noktada bir an du-

İkinci olarak da kadın çalışanlara uygulanan farklı ücret uygulaması kaldırılmak zorunda. Eşdeğer iş karşılığında kadının daha az ücret aldığı bir istihdam yapısı, kadını değil, zihninde “eksik erkek”i istihdam eder. Ve bu ayrımcılığın en temel noktalarından biridir.

Bu dönüşümün gücü kadın olarak emeğimize sahip çıktığımız noktaya dayanacak, ve ev-içi emeğin toplumsallaştırılması ve eşdeğer işe eşit ücret vb. taleplerimizin, kriz karşısında yükselttiğimiz işten atılmalar yasaklansın talebiyle birleştiği noktada artacak. Emeğin ucuzunun, pahalısının olduğu, ve yalnızca alınıp, satıldığı bu kapitalist sistemde; onun gerçek değerinin hayatı üretmek olduğunu ancak bu mücadele hatırlatabilir.

Kaos GL homofobi karşıtlarını buluşturdu Ferhat Vartanyan, 31 Mayıs 2009

Türkiye’de 10 yılı aşkın süredir eşcinsel hakları için faaliyet gösteren Kaos GL Derneği, homofobiyle mücadele kapsamında bu yıl dördüncüsü düzenlenen uluslararası bir buluşma gerçekleştirdi. İstanbul, İzmir, Diyarbakır, Ankara, Van ve Eskişehir olmak üzere 6 kentte gerçekleştirilen buluşmada eşcinsellere yönelik şiddet ve ayrımcılığın psikolojik, sosyolojik, politik ve kurumsal boyutları farklı bağlamlarda bilim insanları, gazeteciler, aktivistler, politikacılar ve akademisyenler tarafından değerlendirildi. Homofobi, yani eşcinsellere yönelik psikolojik ya da kurumsal ayrımcılığı içeren önyargı, korku ve nefret, sosyalistlerin gündeminde uzunca bir dönem yer almamıştı. Ancak eşcinsellerin 1990’lardan sonra gelişen örgütlü hak ve özgürlük mücadelesi, ya eşcinsellere yönelik şiddet ve ayrımcılığı görmezden gelen ya da çözümü devrimden sonrasına adresleyen kolaycı anlayışın çözünmesine de katkı sağlıyor. Buluşmada Gülnur Savran’ın ataerkillik ve kadınerkek ilişkisi dışındaki ilişkileri anormal ve sapkınlık olarak gören heteroseksizm zihniyeti arasında kurduğu analitik bağlar ile birlikte Ali Baydaş ve Birol Dinçel’in liberal ve sistem-içi kimlik politikalarını eleştiren konuşmaları dikkate alındığında yolları devrimci proleter mücadeleyle kesişen bir eşcinsel özgürlük hareketi tartışması kendini göstermiş oluyor. Bununla birlikte 22 Mayıs akşamı Ankara’da bir

travesti daha katledildi. Tırmanan transfobik ve homofobik cinayetleri protesto etmek için Taksim’de 26 Mayıs’ta “Eşcinseller Vardır, Alışın” sloganıyla yaklaşık 100 kişinin katıldığı bir yürüyüş düzenlendi.

şembe Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı önünde toplanılacağını açıkladı. Açıklamada “katilleri koruyarak, eşcinsellere karşı işlenen suçlarda haksız tahrik indirimleri yaparak katilleri suça teşvik etmiyor musunuz? Nefret cinayetlerini incelemek için neden harekete geçilmiyor? Ölen gey ve trans Kaos GL, nefret cinayetleri tanınana dek her per- bireyler sizin yurttaşlarınız değil mi?” denildi.


8

ARKA PLAN

Kelepir demokrasinin Dayanışma ve Krizin Türkiye’ye ulaştığı ilk andan itibaren “İşten Çıkarmalar Yasaklansın!” talebini dile getirdik. Bu talebimizin ne kadar doğru ve gerekli olduğu geldiğimiz aşamada kesin olarak kanıtlanmış durumda. Krizin başlarında Eylül 2008’de yüzde 10,3 olan resmi işsizlik oranı Şubat 2009 itibariyle yüzde 16,1’e tırmanmış durumda. Eylül 2008’de 2,5 milyon olan resmi işsiz sayısı Şubat 2009’da 3,8 milyon oldu. Bunun anlamı resmi rakamlara göre dahi Eylül 2008 Şubat 2009 arasındaki 6 aylık dönemde 1,3 milyon insanın işsiz bırakılmış olduğudur Oktay Benol, 31 Mayıs 2009 Krizi fırsata çevirmek! Bu cümleyi son günlerde sürekli duyuyoruz. Başbakan Erdoğan özellikle ağzından düşürmüyor. Örneğin şöyle laflar ediyor: “Krizi fırsata dönüştürme arzusu bir vatanseverliktir…” Farkındaysanız çifte dikiş söz konusu; hem fırsattan yararlanıyor hem de vatansever oluyorsunuz! Anlıyoruz ki bu kaçmaz bir fırsat… İyi de fırsat nedir? Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğüne göre: “Herhangi bir şey için en uygun zaman, uygun durum veya şart, vesile, okazyon” demek. Okazyon da bildiğimiz Kelepir! TDK sözlükte kelepir, “Değerinden çok aşağı bir fiyatla alınan veya alınabilecek olan şey” olarak açıklanıyor. Gündelik dilde kelepirin ne anlama geldiğini çoğunluk bilir. Kişinin örneğin bir evi vardır, eli dara düşer, mecburiyetten evini değerinin çok altında, zararına bir fi-

ten bahsediyoruz. Tabii bir şeyi fırsata çevirmekten bahsedip adına da vatanseverlik dediğinizde ortaya çıkan sonuç sevimsiz oluyor: “Fırsatçılık vatanseverliktir ya da vatanseverlik fırsatçılıktır!”

2008 Şubat 2009 arasındaki 6 aylık dönemde işsiz bırakılanların sayısının 1 milyon 254 bin arttığı.

Fırsatçı vatanseverler ya da vatansever fırsatçılar • Şimdi kriz var ve akıllı patron durumdan fırsatı yaratıyor. İşçilerini kapının önüne koyuyor. Aynı işi iki değil bir kişiye yaptırıyor. Ücretlere zam yok, biraz da indirim diyor. Ereğli ve İskenderun Demir Çelik’te olduğu gibi işbirlikçi sendikacıların marifetiyle işçinin maaşından yüzde 35’i kesiveriyor. İş yok, para yok hadi ücretsiz izne diyerek işçilerin SSK primlerinden kurtuluyor. İşte patronların krizi fırsata çevirme yolu bu!

Kriz devam ediyor ve muhtemelen Haziran 2009’da bu oran resmî olarak dahi yüzde 20’nin üzerine çıkmış olacak. Gerçek işsizlik rakamlarının bunun çok daha üzerinde olduğunu biliyoruz. Resmî işsizlik oranı hesaplanırken; iş bulmaktan umudunu kesenlerin, mevsimlik işsizlerin, ev kadınlarının hesap dışı bırakılması da TUİK’in rakamlarının gerçeği yansıtmadığının bir kanıtı… Nitekim Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu TİSK’in yani patronların, Nisan 2009 raporunda dahi gerçek işsizlik oranı yüzde 23,3 ve gerçek işsiz sayısı 6 milyon olarak verildi.

İnsan evladının aklına gelmeyen patronun aklına geliyor. Kriz patron cinliklerinin hangi noktalara kadar gidebildiğini gözler önüne seriyor. Kahvaltıda verdiği poğaçayı kesip, sabah servisle aldığı işçiyi akşam servissiz eve göndermeye, tuvaleti sıraya koyup zamanla sınır-

Fırsatçılığa hayır, dayanışma ve eşitliğe evet! • İşten atılmalar yasaklansın! Bu içi boş bir slogan olmadığı gibi hükümetin ya da patronların insafına da bırakılamayacak hayati bir talep. Krizin başından bu yana birçok talep dile getirildi. İşsizlik sigortasının kapsamı-

Krizin boyutlarını en iyi gösteren olgulardan biri de genç nüfus işsizlik oranı. 15–24 yaş grubuna mensup gençlerin yüzde 28,6’sı işsiz. Kentlerde genç işsizlik oranı yüzde 30,1. Bunlar inanılmaz rakamlar. Toplam işgücünün yüzde 17,7’sini bu 15–24 yaş grubu gençler oluşturuyor. Bu 1 milyon 256 bin gencin kentlerde işsiz durumda olduğu anlamına geliyor yata satar. Kelepircilik diye bir “meslek” dahi türemiştir. Değerinden çok aşağı bir fiyata satılmak zorunda kalınan şey bir ev de olabilir, kişinin emeği de! Sonuçta Başbakan Erdoğan; fırsatı ganimet bilmek, fırsatını düşürmek, fırsattan istifade etmek, fırsat kollamak, fırsat bu fırsat gibi yüksek ahlak içeren kimi deyim ve atasözlerimizin olduğunu kriz vesilesiyle hatırlatmış oldu. Kısacası fırsatları iyi değerlendirin diyor Başbakan… TDK sözlükte bunun da bir karşılığı var: Fırsatçılık! Fırsatçılık yapan kişiye fırsatçı deniyor, bir diğer adı da oportünist: Duruma göre davranan, içinde bulunduğu şartları değerlendirmeyi bilen kimse! İlkeleri olmayan, değer yargıları bulunmayan omurgasız bir kişilik-

lamaktan sigorta primini eksik ödemek için 15 günle sınırlamaya kadar türlü patron cinlikleri... Tabii bunlar az çok kayıt altındaki işyerlerinde olanlar. Kayıt dışı işçi çalıştıran patron, zaten cinliğin büyüğünü yapmış, baştan ben yaptım oldu düzenini kurmuş. İşte fırsatçılık bu! İşten atılmalar yasaklansın! • Krizin Türkiye’ye ulaştığı ilk andan itibaren “İşten atılmalar yasaklansın!” talebini dile getirdik. Bu talebimizin ne kadar doğru ve gerekli olduğu geldiğimiz aşamada kesin olarak kanıtlanmış durumda. Krizin başlarında Eylül 2008’de yüzde 10,3 olan resmî işsizlik oranı Şubat 2009 itibariyle yüzde 16,1’e tırmanmış durumda. Eylül 2008’de 2,5 milyon olan resmî işsiz sayısı Şubat 2009’da 3,8 milyon oldu. Bunun anlamı resmî rakamlara göre dahi Eylül

nın genişletilip süresinin uzatılmasından işsizlik fonunun kullanımına, kredi kart borçlarının iptalinden asgari ücret üzerindeki verginin kaldırılmasına kadar… Bu taleplerin hepsi önemli ve gerekli olmakla birlikte “işten atılmalar yasaklanmalı!” talebi temel nitelikte olup öncelikli ve bütünlüklü bir öneme sahip. Neden? Çünkü bu talep doğrudan işsizliğin engellenmesine karşı bir tutumu ifade ediyor… Mevcut işlerin tüm çalışanlar arasında paylaştırılması, 4 vardiya 6 saat çalışma talebi de bu talebin uygulanabilirliğinin bir göstergesi... Diğer talepler işsizliği kabul edip onun üzerinden tutum almakta. İşsizlik bir gerçeklik olmakla birlikte mevcut kriz koşullarında korkunç sosyal yıkımları yaratması da kaçınılmaz. Bu nedenle işsizliğin yasaklanması talebini öncelikle dile getiriyoruz...

Son 25 yıllık süreç içinde özellikle Kürt illerinden batı şehir merkezlerine büyük nüfus hareketleri oldu. Göçle gelen Kürt gençlerinin önemli bir kısmı okula gitme ve düzenli bir çalışma olanağı bulamadı. Genelde inşaatlarda, küçük atölyelerde, işporta ve pazarlarda düzenli olmayan şekillerde çalışan bu Kürt gençleri krizle birlikte büyük oranda işsiz kaldı. Genç işsiz nüfusun önemli bir kısmını bu Kürt gençleri oluşturuyor


ARKA PLAN

9

n fırsatçılarına hayır! eşitliğe evet! işsiz nüfusun önemli bir kısmını bu Kürt gençleri oluşturuyor. Genelde kayıt dışı sektörlerde istihdam olan bu Kürt gençleri zaten en temel sosyal haklardan mahrum durumda. Krizin devam etmesiyle Kürt genç nüfus içinde işsizliğin daha da artacağı açık! Çalıştıkları işler itibariyle kolay işsiz kalabilen, işsiz kalmalarını engelleyecek örgütlenme ve haklardan mahrum olan, büyük oranda sigortasız durumdaki bu gençler işsiz kaldıklarında doğal olarak ne işsizlik sigortasından ne de bir başka haktan yararlanacak durumda değiller. Kürt olmaktan kaynaklı baskı ve inkâra bir de krizin getirdiği ekonomik ve sosyal darbeler eklendiğinde yıkımların yaşanmaması neredeyse olanaksız. Kürt işçi ve emekçilerinin krize ve onun işsizlik, yoksulluk, açlık gibi yıkıcı sonuçlarına karşı kendi sınıf kardeşleriyle birlikte mücadele etmesi bu açıdan çok önemli.

Günümüz kriz koşullarında işini kaybeden bir emekçinin yeniden iş bulma olasılığı çok az. Bir işçinin işsiz kalması ve yeniden iş bulamaması her şeyini yitirmekle eş anlamlı. Bu durumda geçici süreli yardım ve desteklerin orta ve uzun vadede hiçbir anlamı yok. Örneğin işsizlik sigortasından yararlanma süresi 6–10 ay arasın-

sonuç. Bu nedenle işsizlik sigortası için işçilerden kesilen yüzde 1 prim kaldırılmalı, devlet ve patron payları arttırılarak eşitlenmeli ve her iki kesim kriz süresince ayrı ayrı yüzde 5 ödemeli ve kriz bittiğinde bu oranlar yüzde 3’e sabitlenmeli. Devlete düşen pay çok mu? Silaha daha az bütçe ayırsınlar. Oradan artan işçiye de

Lakin Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf kardeşleriyle birlikte mücadelesinin önünde aşılabilir engeller olduğu da ortada. Son birkaç haftadır Kürt sorununu çözme adına konuşuluyor. Fırsat ve çözüm birlikte anılıyor. Şu işe bakın ki krizi fırsata çevirme çağrısı yapanlar Kürt sorununda da fırsattan bahsediyor. Bu kadarı bile çözümün değil bir oldubittinin peşinde olduklarını göstermeye yeter. Yerel seçimlerin ardından DTP’ye yönelik başlatılan baskı ve yıldırma politikası bu oldubittinin altyapısını örmeyi amaçlıyor… Çözüm adına eski bürokrat, liberal vs kişilerden kurulu “akil adamlar” heyeti önerenler Kürt halkının ger-

Milyonlarca işsizin olduğu ve her gün yenilerinin işsiz kaldığı bir durumda işsizlik sigortasından yararlanma süresi en az 16 ay olmalı. Erdemir ve İskenderun Demir Çelik patronu işçilerin maaşını kriz 16 ay daha sürecek diyerek kesti. Madem kriz 16 ay daha sürecek işsizlik sigortası da 16 ay süreyle ödenmeli da değişiyor. İşsiz kalan işçi sigortadan yararlanma şartlarının tümünü en iyi koşullarda yerine getirdiğinde en fazla 10 ay maaş alabiliyor. Ödenen en yüksek maaş ise 532 lira. Tekrar edelim: en iyi şartlarda 10 ay, 532 lira. Şubat 2009 itibariyle resmi işsiz sayısı 3,8 milyon. Son 5 yılda işsizlik sigortasında yararlanabilenlerin sayısı ise 814 bin kişi! Patron sendikasının bile gerçek işsiz sayısı 6 milyonun üzerinde dediği koşullarda işsizlik sigortasının işlemediği ortada… Niye, çünkü işsizlik sigortasından yararlanmak için son 3 yıl içinde en az 600 gün prim ödemek gerek. Hükümet bu süreyi 3 ay kısaltıp 510 güne düşürecekmiş. Bu iyileştirme değil düpedüz emekçilerle dalga geçme. Milyonlarca işsizin olduğu ve her gün yenilerinin işsiz kaldığı bir durumda işsizlik sigortasından yararlanma süresi en az 16 ay olmalı. Erdemir ve İskenderun Demir Çelik patronu işçilerin maaşını kriz 16 ay daha sürecek diyerek kesti. Madem kriz 16 ay daha sürecek işsizlik sigortası da 16 ay süreyle ödenmeli. En düşük işsizlik ödeneği net asgari ücretle eşitlenmeli ve asgari ücret dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı olan 2 bin 424 lira temel alınarak belirlenmeli. İşsizlik ödeneğinden tüm işsizler yararlanabilmeli. İşsizlik işsizlerin değil hükümetlerin ve patronların yarattığı bir

yeter, çevreye de, çocuklara ve yaşlılara da… Patronlar da ağlamasın, biraz kazandıklarını paylaşmayı öğrensin. Madem aynı gemideyiz! Kriz, genç işsizler, Kürtler ve “akil adamlar” • Krizin boyutlarını en iyi gösteren olgulardan biri de genç nüfus işsizlik oranı. 15–24 yaş grubuna mensup gençlerin yüzde 28,6’sı işsiz. Kentlerde genç işsizlik oranı yüzde 30,1. Bunlar inanılmaz rakamlar. Toplam işgücünün yüzde 17,7’sini bu 15–24 yaş grubu gençler oluşturuyor. Bu 1 milyon 256 bin gencin kentlerde işsiz durumda olduğu anlamına geliyor. Tekrarlamakta yarar var, bunlar resmî rakamlar ve Şubat 2009 ayına ait. Kriz devam ediyor ve son üç ay içinde işsizliğin daha da arttığı bir sır değil. Güncel ve gerçek işsizlik rakamları birlikte ele alındığında kentlerde en iyi ihtimalle her 5 gençten 2’sinin işsiz olduğu söylenebilir. Son 25 yıllık süreç içinde özellikle Kürt illerinden batı şehir merkezlerine büyük nüfus hareketleri oldu. Zorunlu göçle gelen Kürt gençlerinin önemli bir kısmı okula gitme ve düzenli bir çalışma olanağı bulamadı. Genelde inşaatlarda, küçük atölyelerde, işporta ve pazarlarda düzenli olmayan şekillerde çalışan bu Kürt gençleri krizle birlikte büyük oranda işsiz kaldı. Genç

çek dostlarının işçi sınıfı ve emekçi yoksullar olduğunu unutmamalı… Fırsatçılar sorun çözmez, sorundan faydalanır • Bir başkasının ekmeğini kendine lokma yapmayan, başkalarının sırtına basarak saraylar inşa etmeyi kabul etmeyen, emeğe ve alın terine saygı duyup ya hep beraber ya hiçbirimiz diyenleriz... Bir araya gelip dayanışan, fırsatçılığa hayır, eşitliğe evet diyenleriz… Fırsatçı; sorun çözmez, sorundan faydalanır… Kapitalizmin göbek adının fırsatçılık olduğunu bilenleriz… Tembeli çalışkan, yanlışı doğru, yalanı gerçek, kötüyü iyi, zalimi mağdur ilan eden kapitalizmin her şeyin içini boşalttığını görenleriz… Bu nedenle kelepir bir demokrasinin fırsatçı çözümlerine hayır, dayanışma ve eşitliğe evet diyoruz. İşten Atılmalar Yasaklansın! 4 Vardiya, 6 Saat! Türk, Kürt, Ermeni tüm emekçiler mücadeleyi birleştirmeye!


10

ULUSAL SORUN

Zanqirt katliamı: “ektiğimizi biçiyoruz” Uygulanan devlet politikalarıyla on yıllardır şiddetin hâkim kılındığı; devletin Kürt ulusal bilincinin gelişimini engellemek adına, feodal ve dinî kurumların ayakta tutulduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz. Bu noktada, konuyu ‘törerizm’le, Kürtlerin ‘cehaleti’yle açıklamak bilinçli bir çarpıtma, bu gerçekliği gizleme çabası Atakan Şemsi, 30 Mayıs 2009 Mardin’e bağlı Zanqirt (Bilge) köyünde, 4 Mayıs 2009’da 44 kişinin öldürüldüğü bir katliam gerçekleşti. Katliam üzerine bugüne dek epeyce yorum yapıldı, yazıldı, çizildi. Katliamın hemen ertesinde, kimi gazeteler “törerizm” manşetiyle bir töre cinayeti keşfederken, kimi “aydınlarımız” da, katliam failinin Kürtlerin geri “kalmışlığı” olduğuna hükmettiler. Taraf gazetesindeki röportajında sosyolog Mazhar Bağlı ise, “Sosyolojinin bittiği bir noktadayız. Sosyoloji bilimi, Mardin’deki katliamı açıklamaya yetmiyor.” dedi. Gerçekten de, bu katliam nedir? Bu korkunç, “akıldışı” vahşet nasıl açıklanabilir? Sosyalistler olarak, “gerçeklerin devrimci olduğunu” iddia ederiz. Peki, bu olaya nasıl bir açıklama getirebiliriz? Kürtler üzerine yaptığı araştırmalardan ötürü 17 yıl hapis yatan sosyolog İsmail Beşikçi, belli ki, sosyolojinin bittiği noktada olduğumuzu düşünmüyor: “Tek başına feodal yapı, koruculuk, cehalet, geri bırakılmışlık, vahşeti açıklayamaz. Bu nedenlerin temelinde, Kürtlerin bir halk olarak inkârı vardır”. Her şeyden önce, bu gerçeklik belirtilmeden meselenin anlaşılması, sanırız mümkün değil. Uygulanan devlet politikalarıyla on yıllardır şiddetin hâkim kılındığı; devletin Kürt ulusal bilincinin gelişimini engellemek adına, feodal ve dinî kurumların ayakta tutulduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz. Bu noktada, konuyu

‘törerizm’le, Kürtlerin ‘cehaleti’yle açıklamak bilinçli bir çarpıtma, bu gerçekliği gizleme çabası. Öte yandan bu katliamla koruculuk sistemi, bir kez daha teşhir oluyor. Devlet, Kürt’ü Kürt’e kırdırma politikasıyla, korucuları tepeden tırnağa silahlandırıp olağanüstü yetkilerle donattı. İHD’nin koruculuğun 17 yıllık bilançosunu çıkardığı rapora bir göz atalım. Korucular tarafından bugüne dek, 38 köy yakılmış, 183 kişi öldürülmüş, 562 kişiye işkence edilmiş... Liste böyle uzayıp gidiyor, ve yine İHD’ye göre bu rakamlar yalnızca tespit edilebilenler, gerçek rakamlar bunların çok daha üzerinde. Bu yaşananlarıysa, devlet ya görmezlikten gelmiş ya da bizzat ödüllendirmiş. Bu noktada, geçmişin bu mirası olmadan korucu Çelebi ailesi, bu katliamı gerçekleştirmeye cesaret edebilir miydi? Bu epey “can yakıcı” bir soru ve sanırız bu nedenle, İçişleri Bakanı katliamın hemen ertesinde, olayın bir “töre ve namus” cinayeti olduğunu belirtiyor. Mardin valisi, katliamın cehaletten kaynaklandığını belirterek, Bölge’de kız çocukları için ayrı okullar ve yurtlar açılsın tartışması başlatıyor... Konunun bir diğer önemli ayağıysa, katliamın devlet güçleriyle ilişkisi şüphesi. Olayda açıklığa kavuşturulması gereken önemli noktalar var. İlk olarak, köye araçla 6 dakika uzaklıktaki jandarma, çatışmanın başlamasından iki saat sonra köye varıyor. Yine jandarma, haberleşme kayıt cihazının olay esnasında tamirde olduğunu iddia ediyor. Bu meseleler, Meclis araştırma komisyonunun raporunda bile, jandarmanın açıklamala-

rı tatmin edici değil, konu araştırılmalı, diye geçiyor. Velhasıl, Kürt sorununda “çözüm” tartışmalarının da gündeme oturduğu bugünlerde, devlet sözcüleri ve burjuva medya tarafından, Zanqirt katliamı etrafında yaratılmaya çalışılan gizemleştirme, epey manidar. Katliamla yüzleştiğimiz gerçekse, Rejim’in on yıllardır Bölge’ye ektiği zehirli tohumların, meyve vermeyi sürdürdüğü.

Yine Sakarya, yine linç! dı. Sağlık kontrolü için Erenler Sağlık Ocağı’na götürülen 20 kişi saldırıyla karşı karşıya kaldı.

Kemal Boran, 28 Mayıs 2009 Daha önceki yıllarda da Kürtlere linç girişimlerinde bulunulan Sakarya’da yeni bir linç gerçekleştirildi. Kürt iki kardeşe yapılan saldırıda kardeşlerden biri ölürken, diğeri yaralandı.

31 Mart 2006: Sakarya Üniversitesi’nden dokuz öğrenci Çark Caddesi’nde duvarlara Mahir Çayan ile ilgili afiş asmaya çalışırken 2 bin kişinin saldırısına uğradı.

Bu linç kültürünün nedenleri, hangi hezeyan içerisinde cereyan ettiği ve neden özellikle belli bölgelerde bu tür linç girişimlerinin daha sık yaşandığını üzerinde durulması gerekiyor . Şurası çok açık; belli bölgelerde ırkçılık ve şovenizm oldukça yaygın. Bu kışkırtılmış, ırkçılığa ve şovenizme meyilli kesimler 25 yıldır süren savaş sonucu yitirilen canların niçin yitirildiğini sormuyor. Akan kanın, durması için ne yapılması gerektiğini düşünmüyor. Bu sorunun sadece Türklere değil Kürtlere de derin acılar yaşattığını, Kürt gençlerinin de dağlarda yaşamını yitirdiğini dikkate almıyor. Bu derin acılara bir çare bulunması, vakit kaybedilmeden Kürt sorununun çözülmesi hepimizin sorunu. Lakin Kürtleri yok sayanlar nefret duygusuyla kışkırtılanlar, çeşitli yörelerde Kürtlerden intikam almak gibi canice girişimler içine girebiliyor… Bunun adı “ateşe körükle gitmek”tir.

7 Eylül 2006: Sakarya’nın Akyazı ilçesinde bir çay bahçesinde MHP’liler fındık işçilerine, ‘Sizler PKK’lisiniz’ ‘Terörist Kürtler’ diyerek saldırdı. Saldırıya uğrayan 4 Kürt işçi gözaltına alındı! Valinin iddia ettiği gibi bu saldırılar münferit ve bireysel mi?

linç girişimi yaşandı. 27 Nisan 2008: ‘Barış ve Kardeşlik Şöleni’ düzenleyen DTP’lilere ülkücüler saldırdı. 65 yaşındaki Ebubekir Kalkan kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi.

Beklendiği gibi Sakarya Valisi ise bu olayın da münferit olduğunu iddia etti. Münferit mi, değil mi? Geriye dönerek bir bakalım!

5 Haziran 2007: Ahmet Kaya tişörtü giydikleri ve Özgür Gündem gazetesi okudukları için Diyarbakırlı iki işçi 500 MHP’li tarafından linç edilmek istendi.

Sakarya’da son olayın dışında dört yılda 5 kez daha

26 Kasım 2007: Adapazarı’nda 20 kişi gözaltına alın-

Öte yandan Kürtlerin kurumlarına, DTP’ye ve milletvekillerine de baskılar uygulanıyor. Dokunulmazlıkları hiçe sayılarak yargılanmaları isteniyor. Meclis’te birçok milletvekili dokunulmazlıkları nedeni ile yargılanamıyor ama DTP’lilere gelince mahkemeler dokunulmazlıkları unutuyor. Hem de siyasi tutumları nedeniyle, yani söyledikleri sözler yüzünden yargılanmaları isteniyor. Yani Kürtler her yönden kuşatılmış durumda… Nefretin, şovenizmin ve ırkçılığın hiçbir topluma huzur ve esenlik getirmediği bilinen bir gerçek. Oturup kendi kanlarımızı içmek yerine işçiler, emekçiler olarak, insan gibi, bir arada, eşit ve özgür bir hayatı birlikte kurmayı seçmeliyiz… Bunu yapabiliriz…


GENÇLİK

50/d uygulamasına karşı mücadelede büyük kazanım

11

“Gencim, çalışkanım, işsizim!” Doğan Koca, 27 Mayıs 2009 Bir ÖSS daha geldi çattı. 1,5 milyon civarında genç, diplomalı işsiz olmak için ‘yarışacak’. 600 bin civarında genç bu yarışın ‘galibi’ olacak ve 2 ila 5 yıl arasında değişen sürelerde işsizlik tehdidinden yırttıklarını düşünecekler. Mezun oldukları gün acı gerçekle karşılaşacaklar: İŞSİZLİK!

Sedat D., 31 Mayıs 2009 50/d uygulaması uyarınca, üniversitelerde yüksek lisansını tamamlayıp doktora tezlerinin çalışmalarına başlayan, bu sırada da öğretim görevliliğine (asistanlığa) başlayan hocaların üniversitelerdeki kadrolu çalışma hakları gasp edilmekte idi. Uygulamanın baş mimarı ve takipçisi ise tabii ki YÖK. 50/d maddesi öğretim görevlilerinin kadrolu, yani iş güvenceli çalışma haklarını ellerinden almakla kalmıyor. Aynı zamanda öğretim görevlilerinin doktora tezlerini tamamlamalarının ardından, üniversite ile bağlarının kopmasına ve de sonuç olarak işsiz kalmalarına yol açıyor. Yani işsizler kadrosuna bir de doktoralı işsizleri katıyor. Bunun ardından, yeniden iş bulmaya çalışan doktoralılara, zaten girmiş oldukları ve yetkinliklerini ispatladıkları bir yığın sınava yeniden girilme zorunluluğu geliyor. Ayrıca akademinin ken-

di kadrolarını seçebilme ve kadrolarını iş güvencesi ile çalıştırma hakkı, yani “bağımsızlığı”, YÖK tarafından ellerinden tamamen alınmış oluyor. Ancak, bu adaletsiz uygulamaya karşı 50/d karşıtı öğretim görevlilerinin bir araya gelip; İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi şehirlerdeki başlıca üniversitelerde başlattıkları direniş sonuç verdi. Direnişin aldığı artan desteğin de etkisi ile, EğitimSen’in 50/d uygulamasına karşı açtığı dava öğretim görevlilerinin lehine sonuçlandı. Dava uyarınca, öğretim görevlilerinin 33/a kadrosunda, iş güvencesine sahip olarak çalışmaya başlama hakları kazanıldı. Bazı öğretim grevlileri şimdiden 33/a uyarınca kadrolu hale getirildiler bile. 50/d karşıtı hocalarımızın bu mücadelelerini yürekten destekliyor ve kazanımlarını selamlıyoruz!

Okur Mektubu: GSÜ’de konsey seçimleri Galatasaray Üniversitesi öğrencileri bugünlerde, üniversite bünyesinde faaliyet göstermekte olan Öğrenci Konseyi’nin yeni dönem seçimleri için sandık başına gitti. Daha önce sınıf temsilcileri aracılığıyla seçilen yönetim kurulu, ilk kez bu yıl, genel oylama ile seçildi. Görünüşte oldukça demokratik olan bu uygulama, esasında, Yüksek Öğretim Kurumu’nun, atanmış kadroları aracılığıyla üniversitelere dayattığı yasak ve yaptırımların gölgesinde kalmaya mahkûm gözüküyor. YÖK ve Üniversite Rektörlüğü tarafından çeşitli araçlarla kurulan baskıya rağmen, üniversitenin öğrencilere ait olması gerektiğine inanıyoruz. Son bir buçuk yıldır okula girişlerde uygulanmakta olan ziyaretçi yasağına karşı yürüttüğümüz çalışma sayesinde edindiğimiz deneyim bize gösteriyor ki, birlikte hareket edildiği takdirde belirli kazanımlar elde etmek mümkün. Fakat tabii ki üniversitemizdeki tek sorun ziyaretçi yasağı değil. Çok yüksek harç bedelleri, işten atılan öğrencilerin geçmiş dönemden kalan maaşlarının ödenmemesi, öğrencilerin kendilerini geliştirmeleri için gerekli olan kültürel ve sportif aktivitelerin ya hiç olmaması ya da çok yetersiz olması ve buna rağmen kontenjanların arttırılması, yemekhanenin yetersizliği, okuldaki kız yurdunun kapatılması vb. sorunları sıralamak mümkün. Seçim sürecinde; bütün bu sorunların çözümü için önerdiğimiz, “öğrenciye söz, karar ve denetim hakkı” ile özetlenebilecek üniversite modelini, arkadaşlarımıza anlatmaya çalıştık. Hedefimiz, çok küçük ölçekte bile olsa, siyaset üretme biçimini değiştirmek ve bunu yaparak çevremizdeki insanları kazanmak olduğu için, bu sürecin bizim açımızdan olumlu ya da olumsuz sonuçlarını şimdiden, tam anlamıyla, görebilmemiz pek mümkün değil. Ancak, ulaştığımız yüzde 30’luk oy oranının önümüzdeki süreç için oldukça umut verici olduğu söylenebilir. GSÜ’lü bir İC okuru

İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası (İSMMO)’nun yaptırdığı ‘Gencim, Çalışkanım, İşsizim!’ adlı araştırmaya göre 1,5 milyon genç işsiz ve okulsuz. Fakat bu rakamın gerçeği yansıtmaktan ne kadar uzak olduğu aşikâr. 3,5 milyon öğrenci var, yani işsizliği birkaç yıllığına öteleyebilmiş gizli işsizler. Kapitalizm istihdam edemediği öğrencileri üniversitelere, dershanelere yolluyor. Gençler puanları yüksek birkaç ‘nitelikli’ üniversiteye giremedikleri takdirde işsiz kalacaklarını bilseler de bir ‘umut kapısı’ olarak sunulan üniversitelere koşmak zorunda bırakılıyor. Gerek devlet, gerek patronlar tarafından her gün bir yenisi açılan taş binalardan ibaret üniversitelerle ÖSS’ye yönelik ‘umut sektörü’nü ayakta tutuyorlar. Hem birkaç ‘nitelikli’ üniversitenin her öğrencinin hayalini süslemesini hem de “zaten o ‘nitelikli’ üniversitelere giremezseniz, ölüm yok ya sonunda; başka üniversiteler de var.” diyerek öğrencilerin ‘hayallerinin’ sistem içinde kalmasını sağlayarak yarışı körüklüyorlar. Yani işsiz ordusunu üniversite ve dershanelere tıkarak kapitalizme karşı oluşabilecek muhtemel örgütlenmeleri ‘en kârlı biçimde’ baştan savuşturuyorlar. Sonuçta yarışın galibi patronlar oluyor. Özgür emekçiler üniversitesi için ileri! • İşsizliği sonlandıracak, üretimi arttıracak, bununla birlikte kapitalizmin radikal bir şekilde birbirinden ayırdığı kafa ile kol emeğini bütünleyecek olan politeknik eğitimdir. Her şeyi öğreten değil modern sanayinin temellerinin bütününü öğreten bir üniversiteden söz ediyoruz. Üretim içinde şekillenen bir eğitim istiyoruz. Politeknik eğitim insanın yaratıcı potansiyelinin önündeki engelleri ve yabancılaşmayı yaratan, üreticileri üretimin bilgi ve tekniğini üreten değil de basit uygulayıcıları haline getiren günümüz üniversitelerinin ilgasıyla ve kafa ile kol emeğini birleştiren, her türlü üretimi bütün süreçleriyle ele alan, öğrencilerin politik faaliyetlerinin kısıtlanmadığı özgür emekçiler üniversitesinin inşasıyla mümkündür. Kapitalizm bize iş sağlamayacak. Çünkü işsizlik onlar için bir fırsat; böylece işçi ücretlerini en düşük seviyede tutabiliyorlar. Kapitalizm bize politeknik eğitim sağlamayacak. Çünkü bugünkü eğitim, bir sektör olarak onların çıkarına işliyor ve işsizliği bu sayede örtebiliyorlar. Taleplerimiz işçi demokrasisinin yükseltilmesi ve üretimin üretenler tarafından kontrolüyle mümkündür. Özgür emekçiler üniversitesi için bugün biz öğrencilerin önünde en ciddi tehdit olan işsizlikle mücadelede ‘Herkese iş garantisi!’, ‘İşten çıkarmalar yasaklansın!’ve politeknik eğitim talep ve sloganlarımızla işçi sınıfıyla birlikte saflara!


12

İŞ YERLERİNDEN PETROKİMYA

Ne kadar boyun eğersek o kadar kaybederiz

Merhaba arkadaşlar, ben GOP bölgesinde petrokimya sektörüne bağlı çalışan bir işçiyim. Çalıştığım fabrika kriz başladığından beri satış rekorları kırıyor. Sadece satış rekoru kırmıyor, aynı zamanda biz çalışanların hakkını tırpanlamakta da rekorlar kırıyor. Esnek üretim ile zaten iliklerimize kadar sömürülmekteyiz. Ancak bazı müdürlerimiz bununla da yetinmeyip patronun gözüne daha hoş görünmek için ekmeğimize göz dikmiş. Biz çalışanlar akşamları saat 24.00’dan sonra mesaiye kaldığımız zaman bakkaldan kişi başına 5 liralık kahvaltılık yemek söylenirdi. Ancak geçtiğimiz günlerde bizden önceki vardiyada bunu 3 liraya indirmişler. Oradaki işçi arkadaşlardan ses çıkmayınca devam edelim kararı almışlar. Mesai, benim vardiyama denk geldiğinde bakkala 5 kişilik ekmek arası kaşar söyledim. Ekmekleri açınca da her zamankinden az olduğunu gördüm. Gidip güvenliğe sorunun bakkaldan mı, yoksa fabrikadan mı kaynaklandığını sorduğumda, aldığım cevap beni şaşırtmadı. Yemek kotamız 5 liradan 3 liraya düşmüş! 3 liranın bir kısmını da bakkal çalınca bize bir şey kalmamış! Bunu hemen arkadaşlarıma da söyledim. Onların da tepki verdiğini görünce arkadaşlarımla konuşup bunu üretim raporuna not alacağımı söyledim ve rapora aynen şunları yazdım: “Bizim 1 ekmek 72 gr kaşarla çalışacağımızı sanıyorsanız, gelin siz çalışın, siz mesaiye kalın.” Raporu verdim ve çıktık. Sabah rapor okununca müdürler arasında kargaşa yaşandı. Sorumlu müdür hemen beni telefonla arayıp bu tür sorunları rapora niye yazdığımı sordu. Bunu kendi aramızda çözerdik dedi. Aklınca bana fırça atmaya çalıştı. Ama ona hemen cevap verdim: “Bugüne kadar neyi konuştuk da çözüldü ki, bugün konuşup çözelim? Siz patrondan da daha çok çalmaya çalışıyorsunuz.” Ben böyle deyince ve arkadaşlarımın da beni desteklediğini anlayınca geri adım atmak zorunda kaldı. Ertesi gün yine mesaiye kalmak zorunda kaldık. Yine kahvaltılık söyledik, belki düzelmiştir diye bekledik. Ama ekmekler gelir gelmez hemen kontrol ettik, değişen bir şey yoktu. Önce bakkalı arayıp ona kızdık. Çünkü o da hakkımızı çalmıştı. Sonra da arkadaşlarıma: “Ben bu ekmeği yemeyeceğim, sabaha müdür ve patronlara bırakacağım, onlar yesinler” dedim. Arkadaşlarım da bana destek verdiler. “Usta sen yemiyorsan biz de yemeyiz. Hem bu bizim de sorunumuz.” dediler. Hepimiz ekmeklerimizi poşete sarıp masanın üzerine bıraktık, sabaha gelip müdürler yesinler diye. Ama sorumlu müdür bunu yapacağımızı sezmiş olmalı ki sabah erkenden (saat 5.30 gibi) fabrikaya gelip ekmekleri hemen bakkala geri göndermiş. Akşam işe geldiğimde diğer vardiya sorumlusuna sordum, sabah ekmekleri ne yaptınız diye. Görmediklerini söylediler. Arkamı döndüğümde üretim müdürünü gördüm. Bana nasıl olduğumu sordu. Ben de iyi olduğumu söyledim ama he-

BİLİŞİM

İŞSİZ

Merhaba Yoldaşlar,

İşsizlik maaşı bitti! Şimdi ne olacak?

Ben bir hizmet sektöründen çağrı merkezi emekçisiyim. Öncesinde biraz çağrı merkezi çalışanı nedir kısaca özetleyeyim: Çağrı merkezi çalışanın görevi kısaca şirketin mevcut müşteri potansiyelini korumak ve arttırmak, müşterilere telefonla yardımcı olmaktır. Bununla birlikte bizler sürekli olarak sömürü ve patron-şef baskısına maruz kalan, performans değerlendirmeleri sonucunda kendimizi yarış atı gibi hisseden işçileriz.

İşsizlik üstümüze kâbus gibi çöktü. Evet, kelimenin tam karşılığı bu sanırım. İşsizlik maaşım sona erdi ama hâlâ bir iş bulamadım. Benim durumumda olan yüz binlerce işsiz var. İşten çıkartılınca bir süre aldığımız tazminatla geçindik.

Üstelik yoğun bir tempoda çalışmamıza rağmen yaptığımız iş, iş gibi görülmüyor. Tuvalette, yemekte, sigara molasında geçirilen saniyelerin hesabı tutuluyor. Geç kaldığımızda, hata yaptığımızda maaşlarımızdan kesintiler yapılıyor. Labirent gibi bölmelerde kimseyi görmeden, masamızdan kalkmadan telefonla konuşmamız emrediliyor. En kötü koşullarda çalışıp en kötü ücreti alıyoruz… Çalışanlar da bunun geçici bir iş olduğunu düşünerek, gerçek bir iş bulana kadar veya okulu bitirene kadar çalışmayı amaçladıklarından bu sömürüye ses çıkarmıyorlar. Tabii bu durum patronların da işine geliyor, bunun üzerine bir de kariyer yalanları ekleyerek iyice sesimizin kesilmesini hedefliyorlar. Böylece çağrı merkezlerini doldurulması gereken bir çile gibi gösteriyorlar ve bizleri ucuza çalıştırıyorlar. Türkiye’de çağrı merkezi çalışanları bir işkolu olarak görülmediğinden ve çalışanların sürekli bir dolaşım içerisinde olmasından önümüzde büyük bir örgütlenme problemi bulunuyor. Bununla birlikte çalışanların sorunlarını tartışabileceği, örgütlenebileceği ve sahip çıkılması gereken önemli bir yer olarak “Gerçeğe Çağrı Merkezi Derneği” bulunmaktadır. Ülke genelinde 50 bini bulan sayımızla aslında büyük bir potansiyeliz. Hizmet sektörü emekçileri olarak diğer emekçilerle ortak çıkarlarımız olduğunun farkına varmamız ve daha çalışılabilir bir iş hayatı ve daha insanca çalışma şartlarına sahip olmak için tek yol örgütlenmek ve haklarımıza sahip çıkmaktan geçecektir. İlerleyen sayılarda işyerinden haberler yazacağım...

men yemeklerin düzelip düzelmediğini sorup, “Akşamki yemeklerimizi bütün müdürlerimize bırakmıştık. Size vermediler mi?” diye sordum, “Herhalde az olduğu için size kalmamış.” diye de ekledim. Bunun tepki olarak mı yaptığımızı sorunca, “Nasıl algılamak isterseniz öyle olsun” diye cevap verdim. Birlik olduğumuzun da farkına varan müdürler hemen tutuşmuşlar. Sorumluluğu üzerlerinden atmak için önce bakkalı suçlamışlar. Ama bakmışlar ki olacak gibi değil, meseleyi örtmek için o gün mesaiye kalan arkadaşlara lokantadan yemek söylemişler. Ve biz mesaiye kaldığımızda hâlâ lokantadan yemek yemekteyiz. Yani biz kazandık. Birlikte mücadele etmeseydik kazanamazdık. Bu sayede bazı arkadaşlarım da mücadelenin farkına vardı. Birlik olmayan yerde kazanım olmaz. Belki kazancımız küçük olabilir. Ama bunun yarın daha büyük işler başaracağımızın habercisi olduğunu düşünüyorum.

Bu arada devletimizin sosyal devlet olmasına da şükür ederek bize bağlanan işsizlik maaşı ile gül gibi geçiniyorduk; hatta artan parayı nerede kullanalım diye düşünüp duruyorduk (!) O güzel günler ne yazık ki bitti ve kötü günler karabasan gibi üzerimize çöktü. 6 ay olan işsizlik maaşı sona erdi, ama hala işsiziz. Tazminat eridi gitti, işsizlik maaşı sona erdi. İyi de hayat devam ediyor. İşkur’dan ses yok, bize iş de bulamadılar. Ben de aramaya devam ediyorum, umudumu yitirmemeye gayret ediyorum ama iş aramak da parayla. Otobüse bineceksin, iş ilanı için ilanı veren yere gidecek, form doldurup umuda pencere açacaksın. Tabii karnınız acıkacak ve masraf yapacaksınız, olmayan para ile bu masraf nasıl karşılanacak? Durum göründüğü gibi çok zor. Ama yalnız değilim, benim durumumda olan çok sayıda işsiz var. Onların da tazminatı eridi bitti ama onlar da hâlâ işsizler. Biz krizin yükünü sırtladık ama krizin nimetlerini patronlar götürüyor. Bu nasıl krizdir anlamak zor. Hep zararını biz görüyoruz. Aklım karıştı; biz niye krizin yükünü çekelim? Patronlara vergi indirimleri, destekler... Bize gelince işsizlik maaşı olan 255 TL’yi bile çok görüyorlar. İşsizlik maaşı en az geçinecek kadar olmalı ve iş bulana kadar devam etmeli. Patrona destek olan hükümet biz işsizlere desteği çok görmemeli, bu bizim hakkımız, sadaka değil! Hakkımızı istiyoruz, çalıştık, vergimizi verdik, karşılığını da istiyoruz. Yalnız değiliz, milyonlarız sesimize kulak vermek zorundalar.


EMEK ATÖLYESİ

13

Anayasa’da toplu sözleşme ve grev hakkı

BİR KAVRAM

48. Madde, çalışma ve sözleşme hürriyeti: “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve soysa amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirler alır.”

İşçilerin, bir işkolu veya bir işyerinde haklarını elde etmek için, faaliyeti durdurmak veya işin niteliği çerçevesinde işi önemli ölçüde aksatmak şeklinde kendi aralarında veya bir sendika tarafından alınmış karara uyarak işi bırakmalarına grev denir.

49. Madde, çalışma hakkı ve ödevi: “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” 53. Madde, toplu iş sözleşme hakkı: “İşçiler ve işverenler, karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarını ve çalışma şartlarını düzenlemek amacıyla toplu iş sözleşmesi yaşma hakkına sahiptirler. Toplu iş sözleşmesinin nasıl yapılacağı kanunla düzenlenir. 128 inci Maddenin ilk fıkrası kapsamına giren kamu görevlilerinin kanunla kendi aralarında kurmalarına cevaz verilecek olan ve bu Maddenin birinci ve ikinci fıkraları ile 54 üncü Madde hükümlerine tabi olmayan sendikalar ve üst kuruluşları, üyeleri adına yargı mercilerine başvurabilir ve idareyle amaçları doğrultusunda toplu görüşme yapabilirler. Toplu görüşme sonunda anlaşmaya varılırsa düzenlenecek mutabakat metni taraflarca imzalanır. Bu mutabakat metni, uygun idari veya kanuni düzenlemenin yapılabilmesi için Bakanlar Kurulunun takdirine sunulur. Toplu görüşme sonunda mutabakat metni imzalanmamışsa anlaşma ve anlaşmazlık noktaları da taraflarca imzalanacak bir tutanakla Bakanlar Kurulunun takdirine sunulur. Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usuller kanunla düzenlenir. Aynı işyerinde, aynı dönem için, birden fazla toplu iş sözleşmesi yapılamaz ve uygulanamaz.” 54. Madde, grev hakkı ve lokavt: “Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde işçiler grev hakkına sahiptirler. Bu hakkın kullanılmasının ve işverenin lokavta başvurmasının usul ve şartları ile kapsam ve istisnaları kanunla düzenlenir. Grev hakkı ve lokavt iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde kullanılamaz. Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddi zarardan sendika sorumludur. Grev ve lokavtın yasaklanabileceği veya ertelenebileceği haller ve işyerleri kanunla düzenlenir. Grev ve lokavtın yasaklandığı hallerde veya ertelendiği durumlarda ertelemenin sonunda, uyuşmazlık yüksek hakem kurulunca çözülür. Uyuşmazlığın her safhasında taraflar da anlaşarak Yüksek Hakem Kuruluna başvurabilir. Yüksek Hakem Kurulunun kararları kesindir ve toplu iş sözleşmesi hükmündedir. Yüksek Hakem Kurulunun kuruluş ve görevleri kanunla düzenlenir. Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz. Greve katılmayanların işyerinde çalışmaları, greve katılanlar tarafından hiçbir şekilde engellenemez.”

150 kişilik bir tekstil atölyesinde işçi kıyımından çıkartılacak dersler:

kayıt dışı çalışmaya son!

GOP (Gaziosmanpaşa) bölgesindeki bir tekstil firmasında 150 işçinin tamamı kayıt dışı çalıştırılıyor ve 4 aydır da paralarını alamıyorlar. Bu yüzden kimi işçi kardeşlerimiz iş bırakıp başka yerlerde iş başı yapmış, kimi de iş yok diye patronları tarafından ücretsiz izine çıkartılmış. Bunun ardından zaman kaybetmeyen patron işyerine bir ortak alıp, ortağının işçilerini kendi atölyesinde çalıştırmaya başlamış. Çalışmaya devam eden kardeşlerimizin bir kısmı işyerinde yaşayan Moldovalı kadın kaçak işçiler. Üretim tam tıkır devam ediyor. Atölyenin dışında ise şöyle bir ilan var: “X tekstile makineci, overlokçu, kalite kontrolcü alınır. YOL+SSK+YEMEK” Maaşını alamayan bir işçi arkadaşım beni çağırıp ortamı görmemi istedi. Ben de işçi arkadaşlarımla en azından dayanışabilmek için derhal iş yerine gittim. Yaklaşık 30 kadar işçi yemekhanede 3’er 5’er guruplar halinde dağınık duruyorlardı. Bu dağınıklığı görünce, patronun niye böyle rahat davrandığını anladım. Bu sırada yine İşçi Cephesi okurlarından olan bir arkadaşımı daha çağırdım. Arkadaşım gelince beraber işyerine tekrar girdik. İçerideki bir işçi ile sohbet ettiğimizde baktık ki teker teker etrafımıza toplandılar ve “Ne yapabiliriz? Siz gidip patronla konuşabilir misiniz?” diye bizden yardım istediler. Biz de böyle dağınık durup örgütlenmedikleri sürece, beklemekten ve kaybetmekten başka yapabilecekleri bir şeyin olmadığını söyledik. Biz işçilere bilgi verirken sonradan patronun has adamı olduğunu anlayacağımız biri: “Ağabey aşağıya gelir misiniz, önemli?” diyerek bizi özel konuşmaya çağırdı. Aşağıda: “Ya biz de burada çalışıyorduk, ne yapalım?” dediler. Biz de “İyi o zaman. Buradaki işçileri tanıyorsunuz, hepsini bir araya toplayıp kendi aranızda bir temsilci seçin. Başvurmanız gereken yerlere gruplar halinde başvurun. Biz de nereler ile görüşmeniz gerektiği konusunda size yardımcı olacağız” dedik. Önerimize “Ya kimse gelmiyor, öyle olmaz...”

şeklinde kaçamak cevaplar vererek konuyu farklı yere çekip, işçileri etrafımızdan dağıtmayı başardılar. Biz onları bırakıp işçilerin arasına gidip tekrar sohbet etmeye döndük. Örgütsüzlük çok büyüktü. İşçiler birbirlerine güvenmediklerini, kimsenin bir arada mücadeleye yanaşmayacağını söylediler. Biz işçilerle konuşmaya yine devam ettik. Bir saat sonra patron geldi. İşçilerin tekrar yemekhaneye toplanmasını istedi. Tabii bu arada polisler patronu korumaya gelmişlerdi. Patron şeref ve namusu üzerine yeminler ederek, sinir krizine girmiş numaraları yaparak, duygu sömürüsü yaptı. Yanındaki arkadaşına da yeminler ettirdi. Sonra da, polis de muhasebeciyi çağırıp işçilerin toplam alacağının ne kadar olduğunu öğrenmek için muhasebeye gidelim dedi. İçeriye de sadece “işçi temsilcilerini” aldılar. İşçiler öncesinden örgütsüz olunca patronun planı takır takır işledi. İşçilerin temsilcisi olmadığı için, içeriye temsilci olarak patronun adamları girdiler. Geri döndüklerinde bu sefer “temsilciler” yani patronun adamları konuştular: “Arkadaşlar biz muhasebeci ve polis memurlarıyla beraber içeride ne kadar borç olduğunu hesapladık. Yaklaşık 120 bin lira alacağımız var. Biz dört aydır bekliyoruz, bir hafta daha bekleyelim. Polisler de burada. Onlar da şahit.” Tabii, şıracının şahidi bozacı! Haftaya çarşamba günü paramızı verecekler deyip, bütün işçileri eve gönderdiler. Bir hafta sonra aldığım haber beni hiç şaşırtmadı. İşçilere 100’er 200’er lira harçlık verip dağıtmışlar, geriye kalan paranın ne zaman verileceği de beli değil! Arkadaşlar, buradan çıkarmamız gereken deneyim nerede olursak olalım, öncesinden birlik olmayıp örgütlenmediğimiz sürece kazanma şansımız yok! Yazan: Ali Büyükdere (28 Mayıs 2009)

Grev nedir?

İşçiler çalışma koşullarını kendi lehlerine değiştirmek için grev yaptıkları gibi demokrasi mücadelesini desteklemek amacıyla, bir yasanın değiştirilmesi, politik iktidarın düşürülmesi, emek ve demokrasi karşıtı yönetim oluşturma girişimlerine karşı da grev yapabilir. Grev bir işyerinde, işkolunda ya da ülke çapında olabilir. Greve çıkan işçiler belirli ya da belirsiz bir süre çalışmayı durdurabilirler… Bu anlamıyla grev işçi sınıfının burjuvaziye karşı üretimden gelen gücünü kullanarak yürüttüğü kolektif bir eylemdir. Grev, amaçlarına ve uygulanma biçimlerine göre değişiklik gösterir ve farklı adlarla belirtilir: Çıkar grevi: Toplu sözleşmenin yasal prosedürü içinde ortaya çıkan grev. Hak grevi: Yürürlükteki toplu sözleşmenin hüküm veya hükümlerinin uygulanmaması durumunda yapılan grev. Genel grev: Yalnızca bir işletmede ya da işkolunda değil, tüm işkollarında üretimin topluca bırakılması eylemi. Dayanışma grevi: Ulusal veya uluslararası düzeyde demokratik kazanımları korumak, geliştirmek amacıyla başlatılan bir ya da birçok grev veya eylemle dayanışma göstermek amacıyla gerçekleştirilen grev bunlardandır. Grevin doğuşuyla ilgili farklı görüşler vardır. Ancak bilinen gerçek şu ki, işçi sınıfının gelişmeye başladığı günlerde, haklarını korumak için bir araya gelen işçilerin üretimi durdurmalarına grev denmiştir. Türkiye’de grev hakkı • Bir dizi ülkede grev hakkı farklı tanımlanmıştır. Örneğin Türkiye’de grev kararı sendikalı bir işyerinde ve toplu sözleşmede anlaşamama sonucunda alınabilir. Toplu sözleşme dışında gerçekleşen iş bırakmalar direniş olarak tanımlanabilir. Genel grev ise işçilerin ülkenin bir bölümünde veya tamamında iş bırakmalarıdır. Ancak bizim ülkemizde genel grev yasaklanmıştır. Yine dayanışma grevleri, hak grevleri, siyasi grevler yasaklanan grev biçimleridir. İşyeri terk etmeme, işgal gibi eylemler de yasal olmayan ancak meşru eylem biçimleridir. İş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma da hakları korumak için yapılan eylemlerden bazılarıdır. Toplu sözleşmede anlaşma bile olsa, grev kararı ancak belli bir sürecin sonucunda alınabilir. Ayrıca işverene de lokavt hakkı verilmiştir. Yani işçileri çalıştırmama hakkı! Ayrıca bazı işkollarında grev tamamen yasaktır. Milli Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı işyerlerinde, su, elektrik, havagazı, termik santrallerini besleyen linyit üretimi, tabii gaz ve petrol sondajı, üretimi, tasfiyesi, dağıtımı işyerlerinde, petrokimya işlerinde, bankacılık sektöründe, kamu kuruluşlarınca yürütülen itfaiye, şehir içi deniz, kara ve demiryolu ve diğer raylı toplu yolcu ulaştırma hizmetlerinde grev yasağı vardır. Bakanlar Kurulu’nun kararıyla da grev ertelenebilmektedir. Greve çıkan işçiler işyeri önünde gösteri yapma olanağına sahip değildir. Sadece grev yazısını asabilirler, işe giriş çıkışı kanuna göre engelleyemezler. Tüm bunların da gösterdiği gibi grev haktır ancak uygulamak hiç de kolay değildir. Bir yandan kanuni zorluklar, bir yandan işçilerin örgütsüzlüğü grevleri olumsuz etkilemektedir. Grev hakkı 12 Eylül askeri darbesinden sonra daha da zorlaştırılmıştır. 12 Eylül’ün grev ve örgütlenme yasaklarına inat örgütlülüğümüzü geliştirmek ve haklarımızı arttırmak için birleşip mücadele etmemiz gerekmekte...


14

ULUSLARARASI

İspanya;

Baskılar sökmedi! Enternasyonalist İnisiyatif yoluna devam ediyor!

Murat Yakın, 1 Haziran 2009 Okurlarımız hatırlayacaktır, bir önceki sayımızda haziran ayında gerçekleştirilecek Avrupa Parlamentosu seçimleri için, İspanya’da bir dizi sol akım ve devrimci partinin bir araya geldiğini ve Enternasyonalist İnisiyatif (Eİ)– Halklar Arası Dayanışma Platformu’nu (İniciativa İnternacionalista - La Solidaridad entre los pueblos) oluşturmuş olduklarını belirtmiştik. Aralarında, Kastilya solu, Valencia solu, Enternasyonalist Dayanışma Komiteleri, Kızıl Akım ve Enternasyonalist Mücadele (Lİ) gibi yapıların bulunduğu Eİ; Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yeni liberal saldırı dalgasının ve dünya düzeyindeki ekonomik krizin hedef tahtasına oturttuğu işçi sınıfının ve Avrupa’nın yok sayılmış halklarının sesi olmak için mücadelenin göstergesi olmanın yanı sıra, seçimlerin ardından ülkedeki devrimci sol güçlerin yeniden toparlanmasına da yönelik bir dinamik taşımakta... Eİ, Katalunya, Bask ülkesi ve İspanya’nın hemen tüm bölgelerinde fabrika, mahalle ve okullar temelinde komiteler kurarak hummalı bir seçim kampanyasına girişti ve kısa sayılabilecek bir zaman diliminde çok ciddi bir ulusal ve uluslararası destek elde etti. Batık banka ve şirketlere milyonlarca Avroluk kamu fonlarını peşkeş çekerken krizin bütün yükünü işçi sınıfına yıkan hükümetleri teşhir etmek, tüm bireysel ve kolektif özgürlüklerle birlikte, halkların ulusal kaderlerini tayin hakkını sahiplenmek, dünya işçileri ve halkları arasında dayanışma ve işbirliğinin derinleştirilmesi ve “Sermaye’nin Avrupası projesine karşı İşçilerin ve Halkların Avrupa’sı” sloganlarıyla yola çıkan İnisiyatif, çok geçmeden İspanyol devletinin saldırıla-

rına ve baskılarına göğüs germek durumunda kaldı. Geçtiğimiz ay içinde, İspanyol Yüksek Mahkemesi, İnisiyatif ’in seçimlere katılması yasaklanmış Bask sol örgütlerini bünyesinde barındırdığı suçlamasıyla yasadışı ilan edilerek seçimlerden men edilmesini kararlaştırdı. Bu kararın alınmasında “Sosyalist” hükümetin ve İspanyol İçişleri Bakanı Alfredo Perez Rubalcaba’nın büyük çaba sarf ettiği biliniyor. Ne var

ki, Eİ’nin uğradığı bu devlet terörüne karşı ulusal ve uluslararası düzeyde yükselen desteğin etkisiyle İspanyol Anayasa mahkemesi geri adım atarak yüksek mahkemenin kararını iptal etmek durumunda kaldı. Böylelikle yalnızca Eİ yoluna devam etmekle kalmadı ama aynı zamanda İspanyol burjuva rejiminin baskılarına karşı çok önemli bir demokratik mevzi de savunulmuş oldu.

Brezilya;

İşçiler mücadeleye çağırıyor! Canan Yılmaz, 28 Mayıs 2009 Geçtiğimiz Ekim 2008’den beri burjuva basın, otomotiv devi General Motors’un -GM- haberleriyle çalkalanıyor. Devlet hazinesinden aldığı 13,4 milyar dolar yetmeyip bir de 16,6 milyar dolarlık da ek yardım isteyen GM iflastan dönebilecek mi? Birkaç on bin işçiyi daha işten çıkarırsa zararın bir tarafından dönüp yine kâr edebilecek mi? Saat ücretlerinde yapacağı kesintiyle 1 milyar dolar tasarruf planında, Birleşik Otomotiv İşçileri Sendikası ile anlaşabilecek mi? Gerçekten bu sorular Wall Street Journal’ın son bir yıldır manşetlerinden inmeyenler. Son birkaç gündür ise, GM’nin Opel’i Fiat’a devredeceği haberlerini okuyoruz. Bu haberlerle, hem Opel’in zararının tamamını karşılama yükümlülüğünden kurtulan Alman Hükümeti’nin hem de GM’nin rahat bir nefes aldığını öğreniyoruz. Bahsi geçen Opel, GM’nin 80 yıl önce yine bir iflastan kurtulmak için aldığı, bugün Avrupa’da 54 bine yakın işçinin çalıştığı Opel. Ya Fiat? Dört-beş yıl öncesine kadar kendi fabrikalarında üretimi durdurarak zararın bir tarafından dönen, bugünse pazarını Latin Amerika ülkelerine kaydıracağını duyuran Fiat. Burjuva basınının kriz gündemi böyle! Burjuvazi rahat bir nefes almayı beklerken, uluslararası işçi cephesinde durum nasıl? İşçilerinin iliğini yeterince kurutmuş ve on binlercesini işten atarak, kitlesel işsizliğe sebep olmuş bu otomotiv devlerine yanıt, GM’nin Sao Jose dos Campos fabrikasındaki metalürji işçilerinden geldi. Geçtiğimiz

ay, yayınladıkları bir metinle başta GM işçileri olmak üzere, bütün ülkelerdeki otomotiv işçilerine seslendiler ve uluslararası mücadele birliği için bir çağrıda bulundular.*

nın öbür ucundaki sınıfdaşlarımızın gönderdikleri bu çağrı daha da anlam kazanıyor. Dünya çapında kriz yaratan patronlara karşı uluslararası mücadele ihtiyacı önümüzde bu çağrıyla yakıcılığını koruyor.

Çağrılarında, krizin sorumlusu patronlara ve krizi daha da işçi aleyhine çeviren hükümetlere, sendika liderlerine karşı uluslararası birleşik bir yanıtın gerekliliğinden bahsediyorlar. Yıllardır işçileri bölüp, birbirine düşüren patronlara, hükümetlere karşı işlerimizi, ücretlerimizi, haklarımızı korumak için birleşik bir mücadele çağrısı yapıyorlar. Avrupa’daki GM işçilerinin mücadele derslerine dayanarak, başta tüm GM işçilerini, işyeri temsilcilerini eylemliliğe çağırıyorlar. Bu uluslararası yanıtı yaratabilmek için eylem planımızı tartışabileceğimiz toplantılara davet ediyorlar. Geçtiğimiz aylarda da fabrikalarından 800 bin geçici işçinin işten atılması üzerine iş yavaşlatma haberleriyle adlarını duyduğumuz Sao Jose dos Campos metalürji işçileri iş, ücret ve haklarını garantileyene dek eylemlerini sürdüreceklerini açıklıyor ve krizin faturasını ödemeyeceklerini duyuruyorlar.

* Çağrı için bakınız: São José dos Campos Metalürji İşçileri Sendikası, Conlutas (Mücadelenin Ulusal Koordinasyon Birliği), ELAC (Latin Amerika ve Karayip İşçilerinin Mücadelesi). 18 Nis 2009. <http://www. litci.org/Ingles/MateriaIN.aspx?MAT_ID=1502>

Bugün Türkiye’de, Uluslararası Motorlu Taşıt Üreticileri Derneği’nin (OICA) 2005 yılı ana ve yan sanayi istihdam verilerine göre, 230 bin kişi otomotiv sektöründe doğrudan işçi. Bu sektörde ana ve yan sanayinin dışında, yetkili satıcı ve servislerde çalışan 75 bin kişi daha var. Otomotivden dolaylı istihdam yaratan sektörlerde (akaryakıt, ulaştırma, sigorta vs) çalışan işçi sayısına bu işçilerin karınlarını doyurdukları aileleri, çocuklarını da katarsak bu sayının kaç milyona çıktığını söylemeye dilimiz varmıyor. Bir tarafa sektörün başındaki bu asalak patronları koyun, diğer tarafa da milyonlarca işçiyi. Sanırım şimdi, dünya-


ULUSLARARASI

15

Krize karşı Avrupa’da eylem günleri Deniz Koçak, 28 Mayıs 2009 Kapitalizmin olağan ürünü olan ekonomik kriz biz işçilerin iliğine kadar işledi, işliyor ve şiddetini arttırarak devam edeceği gün kadar açık. Kapitalizmin tarihi boyunca diğer ülkelerdeki sınıfdaşlarına nazaran daha “insancıl” şartlarda sömürülen Avrupalı proleterler, geçmişte elde edilen ekonomik ve sosyal kazanımların, mücadelenin sürekliliği sağlanmadığı takdirde, yalancı bir bahar havasından öteye gidemeyeceğini, bugün kaybedilen kazanımlarla daha net görmekteler.

En son, 14–17 Mayıs tarihleri arasında Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ETUC) çağrısıyla Brüksel, Berlin, Prag ve İspanya’da genel grevler düzenlendi. Fransa, İzlanda ve Litvanya grevlerinde olduğu gibi kimi zaman sayıları yüz binleri bulan kitlelerin talepleri, “krizin faturası patronlara”, “ekonomik kalkınma ve istihdam için Avrupa Merkez Bankası kurulsun”, “sosyal temel haklara öncelik”, “eşit işe eşit ücret” sloganları ile dile getirildi. Lakin ETUC’un çağrısında önemli sorun ve eksiklikler var. ETUC, krizin aşımı konusundaki paketini burjuva ekonomisti Keynes’in kumarhane kapitalizmi tezinden temellendiriyor ve esas niyeti kitleden

gelen basıncı dizginlemek. Kuşkusuz ETUC’un düzenlediği eylem günlerinde emek güçlerinin uluslararası mücadele açısından bir araya gelmesi önemliydi. Sendikacıların uzlaşmacı ve dizginleyici niteliklerine rağmen tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da eylemlilik hali dalgalanarak yayılmaktadır. Bu eylemlilik halini kapitalizmin reforme edilmesi amacına yönlendirmek isteyen işbirlikçilere karşı zihinler açık tutularak sınıfsal taleplerden taviz verilmemelidir. Mağdurlara dayatılan diyeti reddederek, krize karşı işçi seçeneğini oluşturmalıyız...

‘NAFTA gribi’ insanlığı tehdit ediyor! Canan Yılmaz, 28 Mayıs 2009 Dünya genelinde şu ana kadar kesinleşmiş domuz gribi (H1N1) vaka sayısı 4694. 30 ülkeye yayılan hastalıktan 53 kişi hayatını kaybetti. Salgın hâlâ da doğrudan engellenebilmiş değil. Geçtiğimiz haftaya kadar güçlü ve yakın bir salgın tehlikesi uyarısı olarak alarm seviyesinin beşinci dereceye yükseltilmesine karşın, Dünya Sağlık Örgütü’nün elleri yıkamak gibi gündelik kişisel temizlik önerileriyle yetindiği bir salgın bu. Bu demek oluyor ki, gripten korunma ya da grip vakaların tedavisi konusunda hâlâ bir gelişme yok. Bir anda bir grip salgınının tüm insanlığı tehdit ettiği dünyada bu durumu rahatça tıbbi, bilimsel geriliğe yorabilir miyiz? Sanmıyorum. Nedir domuz gribi? • H1N1 adıyla bilinen ilk domuz gribi vakalarının, Meksika Veracruz’un yoksul La Gloria kasabasındaki domuz tekeli Smithfield Şirketi’nden çıktığı biliniyor. Virüsün bu bölgeden çıkıp, yayıldığı Kaliforniya, Kuzey Karolina gibi yeni alanlarda evrimleşerek domuz-kuş-insan gribi olarak şekillendiği ve bugünkü H1N1 adını aldığı da bilinen bir gerçek. Gerçekler bununla sınırlı kalmıyor. Bu Smithsfield gibi endüstriyel hayvan çiftliklerinin bulunduğu bölgede, çiftlik atıklarından dolayı çevre halkının yıllardır rahatsız olduğu da biliniyor. Bilinen bir başka gerçekse, aynı Smithfield Şirketi’nin daha önce de Atlas Okyanusu kıyısındaki Chesapeake Körfezi’ni kirlettiği de ortaya çıktığında, şirketin ABD yasalarınca tarihinin en büyük cezasına çarptırılmış olması. Daha da önemlisi şirketin bu cezadan NAFTA -Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması- ile paçayı yırtması ve isim değiştirerek işgücünün daha ucuz olduğu ve ABD’nin yabancı sermaye teşviklerinden yararlanabileceği Meksika’ya kaydırılarak, benzer koşullarda üretimini sürdürmesi gerçeği. Bu durumda yetkililer gribin adını Tip A mı, H1N1 mi diye düşünürken, ‘NAFTA gribi’ kötü bir isim gibi durmuyor. Peki, bir salgın neden bütün insan ırkını tehdit ediyor? • Aslında kapitalizm tarihi 19–20. yüzyıllar arası bilhassa Avrupa’da, salgınlarda ölen milyonların tarihidir. Bu açıdan, domuz gribi vakaları da alınmayan önlemleriyle, salgından bile kâr etme çabasındaki kapitalist mantığın, neo-liberal politikaların kurbanı olmuştur. Örneğin Obama hükümeti; sınırları kapatmanın ya da Meksika ile yapılan ticareti sınırlandırmanın hiçbir faydası olmayacağını söyleyerek gerçekçiliğine bizi inandırmaya çalışırken, salgını durdurabilmek için ufukta bir tedavi planının gözükmemesine karşın, Kongre’den büyük ilaç şirketlerine milyar dolarlar aktarmayı planla-

mıştır. Zamanında endüstriyel hayvan şirketlerinin denetimiyle belki de çok rahat önlenecek bu salgın, şimdi gerekli tedbirlerin alınmamış olması ve yarattığı korku nedeniyle yine ilaç tekellerine büyük kârlar sağlamaktadır. Örneğin; Tamiflu adıyla Gilead Sciences firmasının ürettiği ilacın, domuz gribi için olduğu söylentileriyle şirket bu gripten milyon dolarlık kârlar elde etmiştir. Özellikle bu şirketin kuş gribi salgınında da ABD hükümetinden üç milyon dolar aldığı ve şirketin bir hissedarının da Donald Rumsfeld olduğu düşünülürse, tedbirler konusunda çok da iyi niyetli düşünmek mümkün olmuyor.

Bu konuda son noktayı Türk Tabipler Birliği ve Veteriner Hekimler Odası koyuyor: “100 yıl sonra hepatit, AIDS, kuş gribi, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi ve arkasından domuz gribinin dünyanın pek çok ülkesini tehdit ediyor duruma gelmesi de bize göre son 30 yıldır tüm alanlarda toplum yaşamını ve sağlığını koruyucu hizmetlerin hızla piyasalaştırılarak ticaretin konusu haline getiren, işsizliği, yoksulluğu, yoksunluğu artıran sosyal politikalarla ilgili görülmektedir. Sanki mikroplar daha fazla kâr için doğal ve fiziki çevrenin tahrip eden, kaynakları acımasızca yağmalayan neo-liberal anlayış ve politikaların yani; toplumsal eşitsizliğin, yoksulluğun, yoksunluğun, adaletsizliğin hesabını sormaktadır.”


Kriz dünya çapında milyonlarca emekçiyi ve ailesini etkiliyor. Tüketim malları gitgide zamlanırken alım gücü de yerlerde sürünüyor. Orta halli evler geçinmek için artık orta yolu tutturamazken, yoksullar ise daha da yoksullaşıyor. Bu gidişle işten çıkarılan herkesin eski ücretleriyle birkaç ay içerisinde iş bulamayacağı ve ekonominin uzun seneler eski haline dönemeyeceği bir durumdayız. Dolayısıyla kriz boğazımızda yutamadığımız bir taş olmaya epeyce devam edecek. Son boğumdan geçip midemize oturduğundaysa, aç karnına günlerce iş bakan milyonlar ya koca bir taşı da sindirmeye çalışacak, ya da geçmiş mücadeleleri kendine örnek alıp midelerindeki taşın sorumlusu patronlara karşı mücadeleyi birleştirecek. Peki, biraz nükteli soracak olursak, bu sindirme işlemi veya taşın sorumlusuna karşı mücadeleyi birleştirmek gerçekten mümkün mü? Bu nasıl olur? İlk cevap, pekâlâ mümkündür. İkinci cevap için ise kendimize bakmamız yeterli. Mesela sindirme durumu en yaygın görülen tepki. Çünkü biz bunu yıllardır yapıyoruz: Pek çok kriz gördük, bu krizlerde işten atıldık; yine yenisini aradık. Ücretler düşürüldü; yerine göre kabul ettik. En küçük sosyal haklarımız gasp edildi; ses çıkaramadık. Bir dolu bahaneyle zam yapılmadı, işsizlikten iyidir dedik, yıllarca bekledik. Yapılan haksızlıklarla, yolsuzluklarla bize bugüne kadar zaten bolca taş yedirildi, üstüne de sade soğuk su içtik. Yani sindirmek mümkündür.

Ne olmuştu?

15–16 Haziran ve mücadeleyi birleştirmek 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulmasıyla üye sayısı hızla düşen Türk-İş’in imdadına yetişmek isteyen burjuvazi, 274 sayılı Sendikalar Yasası’nı değiştirmek istiyordu. Yasa değişikliği tasarısı sendikal özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlıyordu: Sendikadan ayrılmayı (ve dolayısıyla bir başka sendikaya geçmeyi) zorlaştırıyor, bir sendikanın Türkiye çapında faaliyette bulunabilmesi için ilgili işkolundaki toplam işçi sayısının en az üçte birini üye olarak temsil etmesini şart koşuyordu. Bu da DİSK’i fiilen ve resmen işlevsiz hale getiriyordu ve yeni kurulacak sendikaların önünü kapatıyordu. Tasarı dört ret oyuna karşılık 230 oyla kabul edildi. Bunun ardından DİSK, Genel Başkanı Kemal Türkler’in imzasıyla 12 Haziran 1970 Cuma günü bir bildiri yayınladı. Bildiride Türk-İş’e sendika diktatörlüğü tanındığı, bunun sendika seçme özgürlüğü yasasına aykırı olduğu yazıyordu. Esas amacın DİSK’i bertaraf etmek olduğu anlatılıyor ve devam eden günlerde yapılacak toplantıların takvimi sunuluyordu. Aynı günlerde DİSK, devlet ve hükümet görevlileriyle görüşüyor, tasarının geri çekilmesini talep ediyordu. Öte yandan DİSK Yönetiminin 17 Haziran’da yapmak istediği miting başvurusu İstanbul Valiliği’nce reddediliyordu. 15 Haziran sabahı işyerlerine gelen işçiler kendiliğinden bir tepkiyle sokağa çıkmaya, diğer işyerlerindeki işçileri de kendilerine katmaya başladılar. Bu DİSK’in toplantı takviminde olmayan bir hareketti. İstanbul ve çevresinde pek çok büyük fabrikada iş durdu. 75 bin işçi sokağa dökülmüş, 4 koldan şehir merkezine doğru yürüyordu. Ara ara polisle çatışmalar çıkıyor, sloganlar atılıyordu: “Antidemokratik sendikalar istemiyoruz!”, “AP iktidarı bizim iktidarımız değildir!”, “Kahrolsun sermayenin diktası!...”

Mücadeleyi nasıl birleştiririz diye sorarsanız, onun cevabını ise geçmişte aramak gerekir. Balık hafızamızı biraz silkeleyip 1970’lere gidersek, unutturulmaya çalışılan koca bir mücadele dersliği buluruz. Bunlardan belki de en ses getireni 15–16 Haziran 1970 olayları. İşte tam öğrenilip ders çıkarılacak bir örnek. Mücadeleleri birleştirme çağrısı yaptığımız ve işten çıkarılmaların yasaklanmasını talep ettiğimiz bu günlerde 15–16 Haziran bize ışık tutabilir. Birleşik bir mücadeleyle “yasaların” bile durdurulabileceğini gösteren, bu topraklarda yoksul yüz binlerin de sesinin çıkabileceğini kanıtlayan bir örnek var elimizde. Bunu hatırlayıp aktarmak ve bu kriz zamanını patronlar için değil işçiler için bir fırsata dönüştürmek gerek.

16 Haziran günü ise 150’den fazla fabrikadan 150 bin işçi sokaklardaydı. Tüm ulaşım işçilerin birleşmelerini engellemek için aksatılıyordu: Galata Köprüsü açıldı, vapurlar iptal edildi, barikatlar kuruldu. Barikatları yarmak isteyen işçiler asker ve polisle çatıştı. 3 işçi, 1 esnaf, 1 sivil polis öldü. Yüzlerce yaralı ve tutuklu vardı. Tutuklanan işçileri yine işçiler karakolları basarak kurtardı. Barikatlar yarıldı, bir AP binası ve Demirel’in kardeşlerine ait bir fabrika tahrip edildi. Direniş diğer illere yayılıyordu. AP iktidarı telaşla Adapazarı, İstanbul, İzmit, Zonguldak’ta sıkıyönetim ilan etti. Sıkıyönetim kararıyla birlikte eylemler yavaş yavaş sona erdi.

Yazan: Salih Şimşek (1 Haziran 2009)

Kaynak: 29. Yıldönümünde 15–16 Haziran İşçi Direnişi, Kamil Ateşoğulları, Devrimci Maden Arama ve İşletme İşçileri Sendikası Yayını

15–16 Haziran’ın tek sebebi elbette bu uygulatılmayan yasa değildir. Dönemin yükselişteki siyasi havasını çok boyutlu bir bakışla incelemek, bu mücadele deneyiminin zenginliğini daha da açığa çıkaracaktır.

Baskılar Artıyor, sosyalistler susturulmaya çalışılıyor! Aylık İşçi Mücadelesi gazetesinin yazarı Şiar Rişvanoğlu hakkındaki dava beraatla sonuçlanırken, bir diğer sosyalist aydın Temel Demirer’e altı ay hapis cezası verildi. Yakın dönemde bir ay süreyle kapatılan Devrimci Demokrasi gazetesi örneği de göz önünde bulundurulduğunda sosyalist basın, kişi ve kurumlar üzerindeki artan baskı ve sindirme politikasının su yüzüne çıktığı aşikâr. İster beraatla sonuçlansın ister mahkûmiyetle, tüm bu davalarda suçlamaların ortak paydası: “suç ve suçluyu övmek” ve “terör örgütü propagandası” yapmak… Devrimci Demokrasi gazetesi, 154. sayısında, “HKO gerillaları ile devlet güçleri çatıştı” haberi nedeniyle bir ay süreyle kapatıldı. Şiar Rişvanoğlu, İşçi Mücadelesi gazetesinin Kasım 2008 tarihli 37. sayısında yer alan “Kürt Halkı Ayakta... Bu Sese Kulak Verin” başlıklı yazıdan dolayı “PKK talimatıyla sokakta eylem yapan çocukları ve ‘terör örgütü lehine, yasa dışı slogan atmak, kamu görevlilerine ve kamu ve şahıs mallarına zarar verme’ suçları”nı övmekle suçlanmıştı. Temel Demirer ise, Tunceli 7. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nde “Türkiye’nin Geleceği, Siyasal Krizler ve Demokrasi” konulu bir konuşmasından dolayı altı ay hapse mahkûm oldu. İşin trajikomik yanı ise, üç sayfalık kaset çözüm tutanağında 74 kez “anlaşılamadı” ifadesinin yer alması. Çözülebilen kısımlarda ise bariz hatalar mevcut: Demirer’in “emperyalist politikalar” ifadesinin, “Ermenist politikalar” (?) olarak tutanaklara geçmesi gibi… Kürt halkı ve onun siyasi iradesi üzerindeki baskılar artarken, emeğin ve ezilen halkların yanındaki sosyalistlere yönelik bu sindirme politikasının tutmayacağı ise çok açık. İşçi Cephesi olarak tüm bu yargılamaları ve verilen mahkûmiyet kararını protesto ediyoruz ve Temel Demirer’le dayanışma içinde olduğumuzu kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz…

www.iscicephesi.net


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.