Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 09 • Eylül 2009 • Fiyatı: 1,5 TL
Arka Plan, Cemre Sava yazdı, sayfa 8-9’da... İşsizlik sigortası ve ona bağlı olarak böyle bir fonun oluşturulması, işsizliğin sonuçlarını kısmen giderici, geçici gelir kayıplarını tanzim edici politikalardan biri olarak açıklanıyor. Ancak bugün fon, bambaşka bir amaca hizmet edecek biçimde meclis gündemine alındı ve sonucunda bu fonun nemalarının hazineye aktarılması kararı çıktı. İşsiz kalma durumlarında emekçilerin kullanımı için -üstelik onların ücretlerinden kesilmiş primlerle- oluşturulmuş fon, işverene teşvik amacıyla gasp edildi...
Sınıf Uzlaşması değil,
Sınıf Birliği! Acıkıyoruz biz de! Ve susuyoruz… Sonra hastalanabiliyoruz… Ve okutalım isteriz biz de çocuklarımızı…
cak hükümetin elinde elbette yatırımcının işine yaradı. İyi günde ve şimdi kötü günde kaybeden yine emekçi oldu!
Bu düzende doymak için çalışmaya mecbur işçi de insan haliyle.
Kürt işçileri kapsamayan bir açılım mümkün mü? • Aramızdan bazıları yine tüm iyi niyetiyle diyebilir: “Olsun, bakın para GAP’a aktarılacakmış; hem bu ‘Demokratik Açılım’ı da sağlayacakmış.” Hayır, biz açılıma karşı değiliz. Hatta buyursunlar, biz açılımımızı iç sayfada uzunca yazdık. Ama önce cevap versinler, GAP Projesi nedir? Bunca yıl niye sonuç vermemiş, bunun karşılığında ne kadar para çekmiştir? Ve bütçedeki para bitmiş midir, ya da hangi kirli savaşta yenmiştir ki bu açılım işsizlik sigortası fonundan aktarılan paralarla finanse edilecektir? Doğrudur, işçi ve emekçiler bugün Kürt halkının tek gerçek müttefikidir ama hak verirsiniz ki bundan kasıt hükümetin düzenbazca oyunu değildir!
Ve sağlık ve eğitime en az diğerleri kadar ihtiyaç duyar. İşsiz kaldığında parasızdır, parasızsa açtır ve insanlar açlıktan ölürler; işsiz de ölür… Yani anlayacağınız bizim de karnımız ekmekle doyar! Ancak o ekmek küçüldü. Kapitalizmin içine sürüklediği bu krizin bedeli bize ödetildiğinden beri, iyice küçüldü. Daha yoksul, işsiz ve daha fazla açız şimdi… Daha güvencesiz ve daha kaygılıyız… Daha kötüye • AKP hükümeti öncüllerinden devraldığı sınıf karşıtı politikaları başarıyla sürdürdü. Bu süre içinde birçok hakkımız gasp edildi. Son olarak da meclisten geçen yasa ile İşsizlik Sigortası Fonu hazineye aktarıldı. “Zaten orda öyle duruyordu, bir işe yarar belki” diyenleriniz olabilir. Biz de tam bunu diyoruz: Fon 2002’den beri orda öylece durdu ve 42 milyar TL’ye ulaştı. Aslında, öylece de durmadı. Devlet tahvillerine yatırıldı, kamu kâğıtları alındı. Yani bu süre boyunca da aslında hep Hazine’yi besledi. Öylece duran yalnızca işsizler oldu, işsizlik oldu. Ve aslında o da öylece durmadı. O da arttı, büyüdü… İşsizlik Fonu’ndan, Patrona teşvik fonuna • Kriz gelip çattığında ve hükümet artan işsizlik karşısında eli kolu bağlıymış gibi durmayı tercih ettiğinde, o fon işaret edildi: “İşte kaynak, en azından bu fondan yararlanma şartlarını kolaylaştırın, hiç değilse işsize verilen ödenek miktarını arttırın.” Biz de önceki sayılarımızda buna çok kez değindik. “Orada koskoca bir fon var, bari bir işe yarasın” dedik. Ancak bu ve benzeri talepler duyulmadı… Duyulan yine, patronların sesi oldu. Adı üstünde İşsizlik Sigortası Fonu, yani işsizliğin sonuçlarını giderici, istihdam yaratıcı, mağduriyetini tanzim edici bir sigortayı finanse etmesi için üstelik ücretlerimizden kesilen primlerle oluşturulmuş bir fon, , birden oldu Patrona Teşvik Fonu! Ve orada öylece duran, bütçenin yüzde 15’ine denk koskoca meblağ bir işe yaradı evet (!) ; an-
“Kürt Açılımı”nı GAP kara deliğinin kaderine bağlamak ne denli samimiyse, GAP’a yatırımı istihdam arttırıcı gibi göstermek o denli samimidir! Ancak tersinden, işsiz nüfusun büyük kesimini oluşturanların Kürt gençler olduğunu göz önünde bulundurursak şu doğru ve samimi bir vurgu olurdu: İşsizlik çözülmeden Kürt sorunu çözülemez!
“Kürt Açılımı” ve kendi kaderini tayin hakkı
Oktay Benol yazdı, sayfa 4’te
Ama bu ihtiyaçla bir adımın kalıcı istihdam olanaklarını sorgulaması beklenirdi ve elbette sorunun tek muhatabı işçi ve emekçilerin taleplerini göz ardı etmemesi! Son yasanın doğrudan söylediği ise aslında şudur: “Bugün işsizlik sorunu da Kürt sorunu da burjuvazinin çıkarlarını etkilediği kadarı ile bir sorundur; zaten ancak onun sorunu olduğu kadarı ile de bizi ilgilendirir ve bir çözüm içerir.” Biz de cevabımızı şöyle verelim dilerseniz, “Bu sorunlar bizzat burjuvazi tarafından yaratılmıştır. Tam da bu nedenle, onlar bu sorunu çözmez, ya da evet, onun çıkarlarını ilgilendirdiği kadarı ile ‘çözer’! Sonucunda yıllarca yaptığı gibi sorunları yalnızca daha da ağırlaştırmış olur ve daima biz işçi-emekçilere fatura eder. Üstelik fatura ederken Türk veya Kürt olduğumuza da zerre kadar bakmaz. Tıpkı yoksulluğun ve işsizliğin adımıza kesilen faturalarında olduğu gibi.” Bu durum karşısında Kürt ve Türk emekçilerin en büyük ortak mücadelesi ise Kürt-Türk tüm işçi ve emekçilerin gönüllü -yani daha en başından ayrılabilme hakkı üzerinden tanımlanmışözgür ve eşit birlikteliğinden taraf örülebilir.
İşçi Cephesi (2 Eylül 2009)
Honduras’ta Direniş Yol Ayrımında!
Murat Yakın yazdı, sayfa 15’te
2
İLAN TAHTASI
İstanbul Bienali: “İnsan ne ile yaşar?” Oktay Orhun, 28 Ağustos 2009 İstanbul’un dört bir tarafında beyaz zemin üzerine hazırlanmış afişler dikkat çekiyor. Şehrin duvarları, politik/sanatsal bir performans olarak kullanılmaya başlandı bile. Evet, 11. Uluslararası İstanbul Bienali, Alman yazar Bertolt Brecht’in bir şiirinden aldığı teması “İnsan neyle yaşar?” ile üç mekânda, toplam 6000 m²’ye varan bir alanda izleyenleri ile buluşuyor. Bienal’in küratörleri, Hırvat Küratör Topluluğu, What, How and for Whom (Ne, Nasıl ve Kim için) (WHW). WHW’ya göre “İnsan Neyle Yaşar?” sorusu, bugün Brecht tarafından ortaya atıldığı 1928 yılındakinden bile daha acil ve can alıcı bir önem taşıyor. Bienal’in kavramsal çerçevesinin, sanatçıların bugün aciliyet taşıyan ekonomik ve toplumsal soruları sormasını sağlayacak bir tür senaryo işlevi göreceği ifade ediliyor. Kavramsal çerçeve metninde yer alan bir soru ise temanın can alıcı yanını oluşturuyor: “Brecht’in Marksizmi ile ütopya, ütopyacı potansiyel ve sanatın siyasete alenen dâhiline olan inancı, hâkim çağdaş bakış açısından/ açılarından değerlendirildiğinde şüphesiz biraz modası geçmiş, tarihsel açıdan yersiz ve kurumsal solun çöküşüyle neoliberal hegemonyanın yükselişine tanık ol-
duğumuz bu dönemle uyumsuz görünüyor. Ancak asıl soru bu durumun aslında yaşadığımız döneme özgü bir belirti olup olmadığı. Brecht’in 1960’lar ve 70’lerdeki inanılmaz popülerliği ve yumuşak bir geçişle “bir klasiğe” dönüştürülmesinin ardından bugünkü “unutulmuşluğu” ile “modası geçmişliği”, tam da çağdaş toplumla ve sanatın onun yaşamında oynadığı rolle ilgili bir şeylerin ters gittiğinin göstergesi değil mi?” Bu çerçevede WHW’den 4 kadın küratör, 40 ülkeden, 70 sanatçının, 120 projesini seçmiş. Öne çıkan isimler ise şunlar: Lübnan İç Savaşı’nın siyasi afişlerini konu edinen çalışması Çatışma Belirtileri ile öne çıkan Zeina Massri. Video yerleştirmeleri ile dikkat çeken Nam June Paik. Farklı materyalleri, duvar boylamalarını ve elbette videoyu kendine malzeme edinen Belarus doğumlu Marina Naprushkina. Kırgızistan’dan Alimjan Jorobaev ve Polonya’dan Artur Żmijewski. Bienalin başlıca mekânları ise, Tophane’deki Antrepo No.3 ve Tütün Deposu ile Şişli’de bulunan Feriköy Rum Okulu. Bienal mekânları 12 Eylül-8 Kasım tarihleri arasında pazartesi hariç her gün, 10.00-19.00 saatleri içinde ziyaret edilebilir. Bienal’in açılışını takip eden 14 Eylül Pazartesi günü ise tüm mekânlar açık olacak.
Bu sese kulak vermeli
Parti biziz
Murat Yakın, 29 Ağustos 2009
bir izleyicisi değil aktif bir katılımcısı olunması gerektiği mesajını öne çıkartmıştır.
Alman şair, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Bertolt Brecht, kuşkuya yer yok ki 20. yüzyıl sanat dünyasının en sıra dışı ve etkin isimlerinin başında gelir. 1898 yılında Almanya’nın Augsburg kentinde dünyaya gelen Brecht, çağdaş tiyatronun genç kuramcılarından biri olarak öne çıktığı 30’lu yıllarda, aynı zamanda epik tiyatronun başlıca temsilcisine dönüşecektir. İzleyicinin sergilenen oyunun aktif bir parçasına dönüşmesini hedeflediği epik tiyatro arayışıyla Brecht, biçim ve içerik açısından kapitalist yabancılaşma olgusunu öne çıkartan bir yaklaşım sergilemiş ve izleyiciyle kurduğu ilişki üzerinden, toplumu dönüştürme mücadelesinin eblek
1949 yılında, Doğu Berlin’de “Berliner Ensemble” adıyla kurduğu kendi tiyatrosu halen dünyanın en saygın ve üretken tiyatro kurumlarının başında gelmektedir. Bertolt Brecht sanat yaşamı boyunca kendisini işçi sınıfı mücadelesinin organik bir parçası olarak değerlendirmiştir. Eserleriyle bu acımasız toplumsal yapıyı karmaşıklıktan çıkartarak, görünür hale getirmeye çabalamış ve dahası bu yapının değiştirilebileceğini göstermek istemiştir. 12 Ağustos 1956 yılında Doğu Berlin’de hayata gözlerini yuman sanatçının, işçi sınıfının devrimci partisi üzerine kaleme aldığı etkileyici şiiri siz okurlarımızla paylaşmak istedik.
SAYI: 09 • EYLÜL 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Oktay Orhun (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Ser Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 1,5 TL
Nedir parti bir telefon mu arka odalarda çalan kimdir parti düşüncesi gizli kararları bilinmez biri mi parti biziz sen, ben, hepimiz parti senin içinde kardeş parti kafandaki düşünce sen nerde oturursan orası onun evi nerde sana saldırırlarsa odur karşı koyan orda odur gösteren bize gideceğimiz yolu izleriz onu bizde senin gibi bulamazsın doğru yolu bizsiz yürüme yolların en çıkmazıdır bizsiz gidilen yol bizden kopma sakın kardeş belki biz yanılırız belki sensin haklı öyleyse kopma bizden kafandan şunu çıkarma kardeş dolambaçlı yoldan daha iyidir kestirme yol bilirsen eğer sen bu yolu bilir de göstermezsen bize neye yarar bilgin senin bilge kişi ol ama yanyana ol bizimle paylaş bizimle bilgini kopma bizden kardeş bizden uzaklaşma
Bertolt Brecht (1898 - 1956) NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.
EMEK GÜNCESİ
Mücadele ederek kazandılar! İC - Haber, 31 Ağustos 2009 İşten çıkarmalar, hayat pahalılığı, ücret kesintileri emekçi kesimler üzerinde karamsar bir hava yaratıyorsa da, bu süreçte yolumuzu aydınlatacak olumlu örnekler de yok değil. Mücadele verildiğinde haklarımızı koruyabildiğimizi, genişletebildiğimizi gösteren üç olumlu örnek yaşandı bu ay. Bu olumlu deneyimlerden dersler çıkararak mücadeleyi yaygınlaştırmamız, birleştirmemiz gerekiyor. Eti Grevi Kazanımla Sonuçlandı • Tek Gıda-İş Sendikası ile ETİ Gıda Sanayi A.Ş. arasındaki toplu sözleşmenin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine ETİ’nin Eskişehir ile Bilecik’in Bozüyük ilçesindeki fabrikalarında çalışan yaklaşık 2 bin işçi grev başlattı. Tek Gıda-İş Sendikası ücretlere yüzde 22’ye denk gelen 185 TL zam ve sosyal haklarda kademe dengesizliğinin giderilmesini talep etmiş, ETİ Gıda patronu ise işçilerin taleplerini kabul etmemişti. Bunun üzerine 13 Ağustos’ta başlayan grev 9 gün sürdü. 9 günlük mücadelenin sonunda grev anlaşmayla sonuçlandı. İmzalanan toplu sözleşmede, sözleşmenin ilk 6 aylık diliminde ücretlere ortalama yüzde 11,6 zam yapıldı, sosyal haklarda da artış sağlandı. Sosyal haklarla birlikte zam oranı yüzde 17 civarında olacak. Halkalı Kağıt’ta Grev Sona Erdi • Halkalı Kağıt patronuyla Selüloz-İş Sendikası arasında süren toplu iş sözleşmesi (TİS) anlaşmazlıkla sonuçlanınca, 84 Halkalı Kağıt işçisi 17 Temmuz’da greve çıkmıştı. 33 gün süren grev sonunda toplu sözleşmede anlaşma sağlandı ve grev sona erdi. Halkalı Kağıt patronu TİS sürecinde, 2009 yılı için yüzde 0, 2010 yılı içinse 80 TL’lik zam öneriyordu.
Sendika ise, 2009 ve 2010 yılları için 90 TL’lik zam talep ediyordu. Anlaşma, 2009 yılı için 25 TL ve 2010 için 90 TL zam üzerinden yapıldı. Sendika anlaşmayı açıkladığında, işçilerin bir kısmının anlaşmadan memnun olmadığı belirtiliyor. İşçiler, sendikanın masadan daha iyi bir anlaşmayla kalkabileceğini düşünmekteler. Fakat işçiler, en büyük kazanımlarının grev boyunca öğrendikleri birlik ve dayanışma bilinci olduğunu belirtiyorlar. İşçiler grevleri boyunca destek verdikleri ATV-Sabah grevine, desteklerinin süreceğini de belirtiyorlar. Desa’da Anlaşma Sağlandı • Deri-İş Sendikası, geçen yıl işlerine son verilen 44 işçinin işlerine geri dönmesi amacıyla Desa Deri ile yürütülen görüşmelerde anlaşmaya vardıklarını bildirdi. Deri-İş, Düzce’de 15, Sefaköy’deyse 11 ay süren direnişin sonunda işçilerden Emine Arslan’ın hukuk mücadelesini kazandığını belirtti. Mahkeme tarafından, işçilerin sendikal mücadele nedeniyle işten atıldığı tespit edildi ve işe dönüş kararı alındı. Mücadelenin simgesi haline gelen Emine Arslan’ın direnişi ve yürütülen uluslararası kampanyanın da baskıları sonucu, Desa patronuyla bir protokol imzalandı. Deri-İş protokolün şartlarını şöyle açıkladı: “Desa işvereni sendika karşıtı tutumundan vazgeçecek ve tüm işçilere sendika haklarının güvence altına alındığına dair yazılı bir belge dağıtacak. Görüşmeler devam ederken 6 üyemize tekrar işbaşı yaptıran Desa işvereni, bu protokolle 6 üyemizi daha işbaşı yaptıracak. Diğer işten çıkartılan işçileri de, kesilen siparişlerin geri dönmeye başlaması ile birlikte tekrar işe alacak.”
Marmaray’da grev Özüm Tanır, 1 Eylül 2009 Marmaray Projesi’nin sorunları • İki yakayı birbirine bağlayacağı hedeflenen ve bir tüp geçitle denizin altından ulaşımı sağlaması planlanan proje pek çok açıdan tartışmalı unsurlar barındırıyor. Öncelikle istasyon olarak seçilen bölgeler İstanbul’un 1. derecede arkeolojik sit alanları. Günümüzden yaklaşık 8000 yıl öncesine dayanan bir tarihin üzerine kurulmaya çalışılan istasyonların en önemlileri Üsküdar, Yenikapı, Sirkeci. Dolayısıyla projenin başlayabilmesi için sit alanlarında arkeolojik çalışmaların yapılması şart. Ulaştırma Bakanlığının bütçelendirdiği ve Kültür Bakanlığının bilimsel başkanlığında yapılan kazılar 2004 yılından bu yana devam etmekte. İstanbul’un ve dünyanın kültür tarihi açısından çok önemli bulguların ortaya çıkarıldığı kazılar kamuoyuna sanki keyfi uygulamalar olarak lanse ediliyor. Ulaştırma Bakanlığı, kazılar başladığından beri, projenin yavaşlama nedeni olarak arkeologları işaret ediyor ve basında sık sık yer bulduğu gibi ve arkeologların işsiz kalmamak için yavaş çalıştığı gibi asılsız iftiralarla kendi hatalarının üstünü örtmeye çalışıyor. Oysa asıl problemler projelendirme sırasında yapılan mühendislik hatalarıyla birlikte, alt ve üst yüklenici firmaların beceriksizliği. Taşerondan Kaynaklanan Hak Gaspları • Proje birkaç taşeron firma tarafından gerçekleştiriliyor. Kazıları gerçekleştiren işçilerin bağlı bulunduğu taşeron firma “Polat” iki yıldır en düşük ücreti vererek ihaleyi kazanıyor. Maaşlar ilk günden itibaren aksatıla-
rak veriliyor. Son altı aydır neredeyse taksitlendirerek verilen ücretler, iki vardiya halinde çalışan yaklaşık 200 işçiyi çok zor durumda bırakıyor. Üstelik işçilerin sigortaları kesintilerle ödeniyor. Sürekli işçi çıkarılıp yerine yenisi alınıyor. İşçilerin vergi iade alacaklarına da el konmuş durumda. Bugüne kadar memleketçilikle bölünen işçiler iki ay önce iki gün iş bırakarak, bu gidişe artık dur demek için bir adım atmışlardı. Fakat taşeronun verdiği sözlere inanarak eylemi devam ettirmediklerinden problemler bu güne kadar çözüme kavuşmadı. 26 Ağustos günü Yenikapı ve Sirkeci kazılarında çalışan işçiler greve başladı. Grevdeki talepleri; geçmişe dair tüm borçların kapatılması, vergi iadelerinin temini, grevde oldukları günlerin maaşları, sigorta pirimlerinin düzenli yatırılacağına ve bundan sonra her ayın beşinde ücretlerini alacaklarına dair yazılı belge. 1 Eylül’e kadar bağlı oldukları firmadan ya da Ulaştırma Bakanlığından hiçbir yetkiliyle görüşemeyen işçiler aynı gün ikiye bölündü. İşçi temsilcisinin patronlarla birebir görüşüp bir anlaşmaya varması sonucunda, Yenikapı şantiyesindeki işçilerin büyük bir kısmı maaşlarının bir kısmını hemen aldı ve diğer kısmını da yakında alacaklarına dair patrondan yine söz alarak greve son verdi. Sirkeci şantiyesindeki işçiler ise tüm talepler yerine getirilene kadar grevi bitirmeyeceklerini belirtti. Böylesi bir bölünme, her ne kadar olumsuz olsa da, direnişlerine hâlâ devam eden işçilerin örgütlülüğü, tüm işçileri kapsayabilirse işte o zaman hepimiz için, ciddi bir kazanım elde edilmiş olacak.
3
Grev, tüm emekçilerin hakkıdır! Dicle Nadin, 31 Ağustos 2009 Bu yıl, kamu emekçilerinin toplu görüşme süreci 15 Ağustos’ta başladı. Bu görüşmeler yaklaşık 2 milyonu aşkın memuru ilgilendiriyor. Görüşmeye katılan sendikaların talepleri birbirlerinden farklıydı; fakat hükümet bunların birçoğuna yanaşmadı. Görüşmeler, zam miktarları konuşmaya başlanınca tıkandı. Hükümet, 2010 yılı için kamu emekçilerine 2,5+2,5; yani yılın iki yarısı için de yüzde 2,5 zam oranını teklif etti. Hatta Bakan Hayati Yazıcı, görüşmelerin başında 2002’den bu yana memur maaşlarına yüzde 187 zam verdikleri gerekçesiyle, sendikaları daha fazla zam istememeleri için uyardı. Bakan, bu hesabı nasıl yaptı bilemiyoruz; fakat kamu emekçilerinin yüzde 95’inin yoksulluk sınırının altında nasıl yaşadığını çok iyi biliyoruz. Müzakerelerde Memur-Sen, hükümetle uzlaşmak için zam oranını 4+4’e indirse de, yine de hükümetin önerdiği zam oranı “tabanının” kabul edeceği türden değildi. En azından sendika bürokratlarının biraz daha ısrar etmesi gerekirdi. Memur-Sen, en düşük memur maaşının 1.360 TL’ye yükseltilmesini; Kamu-Sen’de bu rakamın 1.219 TL’ye çekilmesini söylüyor. KESK ise 1.500 TL maaş limitinin yanı sıra, işsizlere açlık sınırında “yurttaşlık payı” ödenmesi, gelir vergisi oranlarının yüzde 10 azaltılması, kamudaki güvencesiz istihdam biçimlerine son verilmesi gibi taleplerini dile getiriyor, en önemlisi de memurların “toplu iş sözleşmesi (TİS) ve grev” hakkına sahip olması gerektiğini belirtiyor. Sendikaların toplu görüşme masasından hüsranla ayrılmaları, kapitalizmin kendisinin dayattığı bir gerçek: Hükümet zamlara “kriz ayarı” vermeye çalışıyor. AKP döneminde ekonomik büyüme yüzde 6,2 oranında gerçekleşirken, emekçilerin ücretleri yüzde 30 geriledi. Kamu emekçilerinin alım gücü yüzde 40’a varan oranlarla düştü. Bütün bunlara karşın, kamu emekçileri üretimden gelen güçlerini kullanabilecekleri grev hakkına bile sahip değiller. Grev hakkına sahip olmayan bir sendikanın, sınıf ve mücadele örgütü olarak var olması mümkün değildir. Dolayısıyla, toplu görüşme süreci baştan, toplu bir oyalanmadan ibarettir. Kamu-Sen ve Memur-Sen, bu tıkanma sürecinin ardından Uzlaştırma Kurulu’nun müzakereleri “barışçıl” biçimde bitirmesinin hazırlığı içine girdiler. KESK ise, eylem takvimini açıkladı ve bu süreçte belli protestolar yaptı. Sonbaharda da bir uyarı grevi hazırlığı içerisinde olduğunu ilan etti. KESK’in neden sonbaharı beklediği belirsiz, bu tip bir grevin, eğer gerçekleşirse, gücünü kısmi protesto gösterilerinden alamayacağı da aşikâr. Kamu emekçilerinin zam hayali başka bahara kaldı. Hükümetin kriz bahanesini, duruma bakılırsa, sendikalar da türlü kılıflar bularak, kabul edecek. Sendika önderlikleri kabul edebilir, ama olan tabandaki milyonlarca kamu emekçisinin cebinde eriyen paraya olacak. Dolayısıyla, bu saldırılara karşı koyabilmemiz öncelikle grev ve TİS hakkımızı kazanmamızla mümkün. Ancak grev silahına sahip olmamız bizi o masada güçlü kılacak ve bu görüşmeleri bir orta oyunu olmaktan çıkaracak.
4
POLİTİKA
“Kürt Açılımı” ve kendi kaderini tayin hakkı Kürt sorununun çözümünden yanayız. Bize göre Kürt sorunu bir ulusal sorundur. Bu nedenle de bir kendi kaderini tayin etme hakkı sorunudur. Dolayısıyla İşçi Cephesi gazetesi olarak Kürt sorununun çözümünden anladığımız Kürt halkının kendi kaderini tayin etme hakkının kayıtsız ve şartsız benimsenmesidir. Kürtlerin bu hakkı nasıl kullanacağı, kullanmak istediği ise tamamen kendi tasarruflarındadır Oktay Benol, 2 Eylül 2009 İşçi Cephesi gazetesi olarak Kürt sorununun çözümünden yanayız. Bize göre Kürt sorunu bir ulusal sorundur. Bu nedenle de bir kendi kaderini tayin etme hakkı sorunudur. Dolayısıyla İşçi Cephesi gazetesi olarak Kürt sorununun çözümünden anladığımız Kürt halkının kendi kaderini tayin etme hakkının kayıtsız ve şartsız benimsenmesidir. Kürtlerin bu hakkı nasıl kullanacağı, kullanmak istediği ise tamamen kendi tasarruflarındadır. Şüphesiz ki Kürtlerin bu haklarını ayrılma şeklinde kullanabileceklerine dair hem devlet içinde hem de toplumun çeşitli kesimlerinde ciddi korku, öfke ve kaygı bulunduğu da bir vakadır. Lakin ayrılma hakkı olmadan gönüllü ve özgür bir birliktelikten bahsedilemez. İşin özü budur. Birileri buna karşı çıkabilir. Engellemek isteyebilir. Kendi açılım ve çözüm önerilerinin kapsamında böylesi hak ve görüşlere yer vermeyebilir. Hatta bizzat Kürtler kendileri böylesi bir talepte bulunmayabilir. Nitekim DTP, PKK ve bizzat Öcalan kendi açılım ve çözüm önerileri içinde ayrılmayı zikretmemekte, aksine vurguyu tek devlet altında, farklılıkları kabul ve tarif edilip anayasal düzeyde garanti altına alınmış halkların oluşturduğu ortak bir toplum şeklinde ifade etmektedir. İşçi Cephesi Kürtlerin bu talep ve görüşlerine saygı duyar. Lakin ilkesel düzeyde kendi kaderini tayin etme hakkını içermediği sürece bu birliktelik gönüllü, özgür ve eşit bir birliktelik olamayacaktır. Kuşkusuz biz İşçi Cephesi olarak hem Kürt sorununun çözümün-
Kuşkusuz AKP hükümeti şaşırmış, muhatapları karıştırmış değil. Bu AKP hükümetinin açılımının sınırlarını, çözümünün niteliğini ortaya koymakta. Açılım; Kürtlerin zaten fiilen elde ettiği bir dizi hakkı “yasal” forma sokmayla sınırlı olacak. Örneğin uydular aracılığıyla Kürtler dünyanın dört bir yanını ve tabii Kürt televizyonlarını ve ROJ TV’yi seyrediyorlardı; bunu en-
ğine sahip bir parti ve tek başına hükümet. Kaldı ki Türkiye’nin her noktasında Kürtlerin yaşam koşulları, malum baskı ve engellemeler ve imkânsızlıklar nedeniyle DTP alacağı oyun altında kalıyor. Bu tarz tartışmaları açanlar bunu bizlerden daha iyi bilmekte; ama amaç, “çözüm” dedikleri süreç içinde Kürtleri temsil krizleri içine sürüklemek…
Kısacası açılım ve çözüm diye sunulan Kürtlerin zaten fiilen elde ettiği siyasi, toplumsal ve kültürel hak ve özgürlüklerin sadece bir kısmına “yasallık” vermekten ibaret olacak. Fiili durumun çok daha gerisinde bir duruma denk gelmesi kaçınılmaz olan bu girişimlerle AKP hükümeti, mücadelenin hızını kesmeyi ve Kürtleri kendi içinde hedefleri farklı küçük gruplara parçalamayı amaçlıyor den, hem de Kürtler dâhil toplumun tüm işçi ve emekçilerinin birlikteliğinden yanayız. Ayrılığı değil, birliği ve beraberliği istiyoruz. Sadece Türkiye için değil bütün dünya için bunu talep ediyoruz. Bu nedenle enternasyonalist bir dünya için mücadele ediyor ve böylesi bir dünyaya inanıyoruz. Böylesi bir birliktelik ve dünya ancak gönüllü, özgür ve eşit bir katılımla olanaklı olabilir. AKP hükümeti kendi çalıp, kendi oynamak istiyor • Bu ilkesel tutumumuzu ifade ederken tabii ki çok uzun yılların ve yaşanmışlıkların birikimi olan sorunların bugünden yarına hemen çözüleceği hayalini kurmuyoruz. Lakin bir sorunu çözmeyi beyan ettiğinizde bir yerden de başlamanız gerekir. AKP hükümeti böylesi bir beyanda bulunmuş durumda. En son Beşir Atalay “Açılım” konusunda bir basın açıklaması yaptı. AKP hükümeti, cumhurbaşkanı ve MGK tarafından yapılan benzeri açıklama ve beyanların tümünün ortak noktası bir muhatap olarak “karşı taraf ”ın olmaması. PKK ve Öcalan’ın zaten zikredilmediği, DTP’nin ise sürekli azarlanarak el ucuyla zoraki kabul edildiği bir durum söz konusu. Diğer taraftan mevcut sorunun çözümünde “karşı taraf ” olmayan/olamayacak ne kadar kesim varsa onlarla muhatap gibi görüşme üzerine görüşme, toplantı üzerine toplantı yapılmakta. Örneğin AKP, AKP’nin Kürt kökenli milletvekilleriyle Kürt sorununun çözümü konusunda toplantı yapıyor. Ve bu, topluma “Kürt Açılımı” konusunda girişim olarak pazarlanmaya çalışılıyor. Bu adamlar zaten AKP’li. Ya da Kürt sanayici ve işadamlarıyla görüşüyor hükümet!
gelleyemeyen hükümet TRT Şeş’i devreye sokarak bir kontrol ve denetim getirmeye çalıştı. Bunu da büyük demokratik adım diye pazarlamaktan geri durmadı… Hükümetin çözüm dediği de şu aşamada baskı, şiddet ve engellemelerden dolayı sadece ve ancak mücadelelerle DTP’nin kullanabildiği siyasi alanı hem DTP’ye rakip olacak doğrudan kimi grup ve kesimlere açmak, hem de DTP ve Kürt hareketi içinde bu yolla yarılmalar yaratmayı ummayı içermekte. Kısacası açılım ve çözüm diye sunulan Kürtlerin zaten fiilen elde ettiği siyasi, toplumsal ve kültürel hak ve özgürlüklerin sadece bir kısmına “yasallık” vermekten ibaret olacak. Fiili durumun çok daha gerisinde bir duruma denk gelmesi kaçınılmaz olan bu girişimlerle AKP hükümeti, mücadelenin hızını kesmeyi ve Kürtleri kendi içinde hedefleri farklı küçük gruplara parçalamayı amaçlıyor… Bu aynı zamanda psikolojik bir harp ve çok yönlü bir süreç olarak işliyor… Örneğin PKK ve DTP’nin bütün Kürtleri temsil etmediği, edemeyeceği bir takım burjuva gazeteci ve yazarlar tarafından dile getiriliyor. Bu gazeteci ve yazarların bir kısmının Kürt kökenli olması ise üzerinde ayrıca durmaya değer bir konu. DTP’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görece yüksek destek alsa da örneğin İstanbul’da sadece beş Kürt’ten birinin oyunu aldığından hareketle bu temsil edemezlik ileri sürülüyor. Daha düne kadar Türkiye’yi yıllarca yüzde 15–20 oy alan partiler yönetti. Yani her beş seçmenin sadece birinin oyunu alan partiler. Bu oylara dayanarak başbakanlık yaptılar. Bugün tüm seçmenler düşünüldüğünde AKP sadece her dört seçmenden birinin deste-
Sorunları yaratanlar çözümleri üretemezler • Dolayısıyla bugün Kürt sorununda çözümden bahsediliyor olması, hükümet ve onu destekleyen Türk burjuva sektörleri için ‘yeni’ bir sayfa ve süreç anlamına gelse de Kürt-Türk işçi ve emekçileri için çözüm ve açılım anlamında hiçbir şey ifade etmiyor. Tam tersine yeni yıkım ve kayıpların alt yapısının kurulması anlamına geliyor. Nitekim Son 25 yıldır izlenen askeri yöntemin de dönem hükümetleri ve Türk burjuvazinin ilgili sektörleri için bir çözüm olduğu ve Türk-Kürt işçi ve emekçilerine bu “çözüm”ün getirdiği fatura düşünülürse bugünkü “çözüm ve açılım”ların da neler getirebileceği hesap edilebilir. Dolayısıyla, “Neden ve nasıl bir çözüm?” sorusunun cevabı gerçek niyeti ve safları belli etmektedir. Hükümet ve rejim Kürt sorununu çözmek değil kontrol altına almak istiyor. Bu amaçla bugüne kadarki yöntemlerden vazgeçilmeden ‘yeni’ paketiyle bir “açılım ve çözüm” devreye sokuluyor. Bunun hem Türkiye burjuvazisinin farklı sektörleri arasında süren kavga ve bunun asker-sivil bürokraside, dolayısıyla doğrudan rejimde bir yeni güç ve egemenlik paylaşımına denk gelmesi arzulanıyor; hem de ABD ve AB ile ilişkiler bağlamında özellikle Ortadoğu ve Asya’da bu yeni “çözüm ve açılımın” getireceği umulan güçle Türkiye’ye yeni bölgesel jandarmalık rolleri kesiliyor. Biz İşçi Cephesi olarak bu nedenle bu tür cilalanmış sahte “çözüm ve açılım” önerilerine karşı Türk-Kürt tüm işçi ve emekçilerin gönüllü, özgür ve eşit birlikteliğinden yana olduğumuzu bir kez daha ifade etmek istiyoruz.
POLİTİKA
1 Eylül’ün ardından Sedat D., 2 Eylül 2009 Dünya Barış Günü, 1 Eylül 1939 tarihinde faşist Almanya ordularının Polonya’ya girerek ikinci emperyalistler arası paylaşım savaşını başlatmasına atfen, Bileşmiş Milletler (BM) tarafından ilan edilmiş bir gündür. Ve bu anlamlı gün, barış kelimesinin eğer burjuvalar arasında yapılmışsa, ne denli güvenilmez olduğunu her yıl yeniden ve yeniden bizlere gösterir.
Afganistan’daki asker sayısının arttırılması planlanıyor, Filistin’e daha sert darbe vurmanın planları konuşuluyor, İran’a karşı silah yığınakları hazırlanıyor... Öyle bir barış günü geçirdik ki, hiçbir devlet başkanı bu sorunları işaret etmedi. Bunların sonlandırılması için samimi bir girişimde bulunan olmadı. Bırakın bunun girişiminde bulunmayı, bu girişimlerin gerekliliğini ima eden dahi çıkmadı.
Savaş hazırlığı yapılan bir barış günü • Günün dünya çapındaki ilk kutlaması, anlam ve önemine en uygun(!) şekli ile gerçekleşti. Rusya devlet başkanı Putin ile, Polonya başbakanı Tusk bir görüşme yaparak Dünya Barış Günü’nün kutlamalarını açtılar. Peki, bu kutlamanın içeriği ne oldu? İlk konu elbette ki, dünya savaşının başlangıcının 70. yıldönümü üzerine oldu. Genel vurgu, “Geçmişte yaşananları unutalım ve önümüze bakalım” demekten ibaretti. Putin şöyle dedi: “Tarihi, tarihçilere bırakalım.” Konuşmanın büyük kısmında da, 2005 yılından beri soğuk olan Polonya-Rusya ilişkilerine, yeni ekonomik iş birlikleri ile sıcaklık katma istekleri damgasını vurdu.
Anlaşılan o ki barışı, ama kapı arkasından yeni savaş hazırlıklarının yapıldığı sahte bir barışı değil, gerçek bir barışı getirmek ancak bu savaşın yükünü çeken, ölen, öldürülen, öldürme emri verilen, vergileri ile bu savaşı karşılayan, silahları ve savaşın her türlü teçhizatını üreten bizler tarafından mümkün.
Bu durumda kutlamada söylenenleri şöyle okumak mümkün, “Geçmişi unutalım. Unutalım ki bugünü, geçmişi işçi emekçilere hatırlatmaksızın yazabilelim. Önce ekonomik iş birliklerini deneyelim ve işçi emekçilere bunun üzerinden büyük bir yük hazırlayabilelim. Sonra da anlaşamazsak, hazır geçmişi unutmuşken kaldığımız yerden devam ederiz. Gücü gücü yetene...”
Gündemde olan barış girişimlerinin samimiyeti ise ciddi bir tartışma konusu. Barış konusundaki samimiyet nedir? Barış isteniyorsa, bunun zemini, yeri ve zamanı yoktur. Barış hemen ve şimdi gerekmektedir! Geçen zaman bizden canlarımızı almaktadır. Kaybedecek vaktimiz yok! Anlaşılan o ki, bizim topraklarımızda da barış, burjuvaların inisiyatifine bırakılamayacak kadar elzem.
Bu bayların alışkanlığıdır. Önce dostane ekonomik işbirlikleri yaparlar. Sonrasında da, bu ekonomik işbirlikleri onlara yetmez. Girdikleri bunalımdan çıkmanın tek yolu olarak da, savaş sapağına yönelirler. Esasında kapitalist bir barışın yaptığı tek şey yeni bir savaşa gebe olmaktır. Keza sözünü ettiğimiz kutlamalarda da, kapalı kapılar ardında İran’ın olası bir saldırısına karşı önlem olarak Polonya’nın donatılacağı füze savunma sistemi konuşuluyordu. Sonuç olarak barış gününde, savaşa hazırlık meselesi temel gündemi oluşturuyordu.
Güzel olan bir şey var ki, Türkiye genelinde barış günü dolayısıyla yapılan mitinglerde sendikaları, siyasi partileri, dernekleri ve gazeteleri ile katılmış olan yüz binlerce insandık. Ve bizler bu mitinglerde, “Yaşasın halkların özgürlüğü ve özgür hakların kardeşliği; savaşa değil eğitime, sağlığa bütçe” diye bağırdık. Mitinglere en büyük katılımı sağlayan kurum ise DTP idi.
Savaşlar ve yıkımlar sürüyor • Dünyanın büyük bir bölümünde savaşlar ve yıkımlar sürüyor. Bugün Somali, Sudan, Myanmar, Endonezya, Çeçenya, Irak, Afganistan, Filistin gibi 23’ü aşkın ülkenin sınırları içerisinde savaşlar devam ediyor. Bunların yanı sıra,
Türkiye’de barış günü • Türkiye’de, Dünya Barış Günü’nde de, Kürtlere yöneltilmiş kirli savaş devam etmekte. On yıllardır süren bu kirli savaşta canını, yakınını, sağlığını, yaşadığı yeri... kaybedenlerin sayısı dahi belli değil. Buna rağmen, bu savaş birilerini hoşnut etmeye devam ediyor.
Dünyadaki savaş hazırlıkları ve bizim topraklarımızdaki samimiyetsiz barış girişiminin bizlere gösterdiği bir şey var. Dünya barışını ancak proletarya enternasyonalizmi garanti edebilir. Bizim topraklarımızda da gerçek bir barışı kurmanın en emin yolu, barış mitinginde çekirdek halinde de olsa görülebileceği gibi, Türkiyeli işçi ve emekçilerin Kürt kardeşleri ile beraber barış talebini haykırmasından geçer.
5
Bilinçli işçi “Kürt Açılımı” konusunda ne yapmalı? Oktay Benol, 1 Eylül 2009 İki kişi arasında konuşuyor. İkisi de genç. Biri sıradan genç bir işçi, diğeri hem okuyup hem çalışan genç bir sosyalist. Konu, “Kürt Açılımı!” Genç sosyalist ortada açılım falan olmadığını, hükümetin bırak sorunu çözmeyi, tarif ederken bile kafa göz yardığını söylüyor. Haksız da sayılmaz! Genç işçi de hak veriyor bu sözlere… Lakin diyor ortada bir sorun olduğu da gerçek; birileri bir şey yapmalı, yoksa bu kan daha çok akar, gözyaşları durmaz… Ne yapmalı? Genç sosyalist, neden başkalarının bir şey yapmasını bekleyelim, madem cephede ölen de, yakınlarını, arkadaşlarını yitiren de, savaşa harcanan paralardan sonra kaynak yok denip işten atılan, zam verilmeyen de bizleriz, o zaman çözüm de biz olmalıyız diye karşılık veriyor. Genç işçi düşünceli! Diğeri devam ediyor: Eğer işçiler, emekçiler, Kürtler birlik olursa mutlaka kendi çözümlerini bulurlar… Düşünceli hali dağılıyor genç işçinin, yüzünde muzip bir gülümseme… Hocam diyor, o dediğin zaten oldu, haberin yok! Genç sosyalist şaşkın, nasıl yani diye bakıyor! Genç işçi muzipçe devam ediyor: Tabii senin istediğin şekilde değil! Şimdi diyor, AKP’nin oyu yüzde 40, tüm sosyalistlerin toplam oyu binde 5! Bu durumda işçi ve emekçiler kime oy vermiş oluyor? Tabii ki AKP’ye! Kürtlerde haklı olarak Türkiye işçi ve emekçileriyle bütünleşmek için binde 5’e değil, yüzde 40’a gidiyorlar… İşin şakası diyor genç işçi çözüm olmak için güç de olmak gerekir; güç ise örgütlülükten, birlikten gelir. Eğer gücün, örgütlülüğün yok ise 100 kişilik bir fabrikada iki şefe bile boyun eğersin. Ama örgütlü olursan senin birliğin karşısında patron bile patronluk yaparken iki kere düşünür… Ne yapmalı? Bu kez genç sosyalist muzipçe bakıyor. Usta diyor öyleyse görev belli; önce bulunduğun yerde güçlü ve örgütlü olacaksın ki sözün dinlensin, çözümün çözüm, sözün söz olsun! Sen bir, ben iki! Başlamak için yeterli sayı, ne dersin? Çay paydosu bitmek üzere, tokalaşıp akşam mesai bitiminde buluşmak üzere sözleşip işlerinin başına dönüyorlar… Birbirlerine nereli olduklarını bile sormadılar… Kuşkusuz toplumun bütün kesimleri gibi işçi ve emekçiler de gündemi takip ederler. Siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel konu ve olaylar hakkında işyerlerinde, mahallelerinde eş-dost ve çevreleriyle konuşur, tartışırlar… Bu şekilde birbirlerini hem etkiler hem etkilenirler… Bu açıdan işyerlerimiz, mahallelerimiz, eş-dost sohbetlerimiz bir bakıma okul vazifesi görür… Bilinçli işçi kendi hayatıyla ve deneyimleriyle bilir ki örgütlenme ve mücadelenin temeli en sıradan görünen sohbetlerde atılır… Bugünlerde herkes gibi işçi ve emekçilerin de üzerinde en çok konuştuğu adına “Kürt Açılımı” denen konu. Bilinçli işçiye bu açıdan büyük görev düşüyor. Toplumsal hayatın tüm sorunlarıyla işçi sınıfının birlik ve mücadele sorunlarını birleştirme görevidir bu! Bilinçli işçi bir yanda “Kürt Açılımı”nı diğer yanda işsizlik fonunun hortumlanmasını, bir yanda patronlara verilen teşviklerle diğer yanda içinde yüz binlerce Kürt emekçinin de olduğu çığ gibi büyüyen işsizler ordusunu, bir arada, ısrarla anlatacaktır. AKP hükümeti sadece patronların sorununu çözüyor, sadece onlar için açılım yapıyor; gerisi boş laf, diyecektir! Hükümet değil diyorsa, bilinçli işçi o zaman; işsizlik fonunda biriken bütün paramızı asıl sahipleri olan Kürt, Türk bütün işsizler için kullan diyecek; samimiyeti görmek için başta Kürtler olmak üzere toplumun ezilen ve sömürülen tüm kesimlerinin hak ve özgürlükleri önündeki baskı ve yasakların kaldırılmasını talep edecektir…
6
POLİTİKA
Üçüncü köprü tartışmaları
Salih Şimşek, 31 Ağustos 2009 Beraberinde bir sürü tartışma getiren 3. köprü, İstanbul’un ve bölge halkının geleceğini de belirleyecek. Çıkarılan kanunlara ve raporlara rağmen çevre katledilecek, arsalar satılacak, cepler şişecek. Geçtiğimiz haftalarda CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin, ‘arsa rantı ve fiyat spekülasyonlarına neden olmaması için’ gizlenen güzergâhı “Tarabya-Beykoz” olarak açıklamıştı. Ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da bunu doğruladı: “Altı ay önce ben, Başbakan ve Ulaştırma Bakanı helikopter turuyla belirledik...” Yüksek mühendislik bilgisi gerektiren böylesi önemli konuları, ancak bu bilgiden yoksun birisi kağıt kalemle yapacağına “yükseklere çıkarak” öğrenmeye çalışır. İddialar havada uçuşmaya devam etti, TayDEVRİMCİ TUTSAK GÜLER ZERE’NİN TECRİDİ DEVAM EDİYOR!
yip Erdoğan iki siyasiyi de yalanladı. Henüz uçmamışlardı, ama uçuş yakındı: “Açıklanan şey üçüncü köprünün güzergâhı değil... Nihai çalışmamızı Ulaştırma Bakanım, Belediye Başkanım, ben üçlü olarak bir helikopterle bölgeyi dolaşacağız.” Her şeyden önce 3. köprü tasarısının yeni olmadığını bilmek gerekiyor. 80’lerin sonundan itibaren, en az bugün olduğu kadar ciddi tartışmalar olmuştu ve değişik güzergâhlar açıklanmıştı. Her bir açıklamada ve yalanlamada, bahsi geçen güzergâhlardaki büyük arsa ve emlak spekülatörleri köşeyi birkaç kez dönmüştü. Vatan millet uğruna denilen bu büyük yatırım, kapalı kapılar ardında tartışılıyor, güzergâh bilgisi sızdırılıp emlak alış-satış sezonu açılıyor. Bugün sızdırılan bilgi öyle bereketli ki, 3. köprünün, Karadeniz sahil yoluyla
Zere’nin özgürlüğüne ve sağlığına kavuşması için geçtiğimiz ay içerisinde Güler Zere’ye Özgürlük Platformu onlarca eylem ve yürüyüş gerçekleştirdi. İçerisinde bulunduğumuz ayda da, Güler Zere için benzer eylemler devam edecek. Güler Zere’yi ve tabii ki onun durumunda olan daha nice devrimci tutsağı kurtarmak için bu platformun düzenlediği yürüyüşlerde buluşmak üzere. Ayrıntılı bilgi için: http://www.gulerzere.net/
Eğer amaç İstanbul trafiğini rahatlatmaksa, kuzeye yapılacak bir köprünün şehir içi trafiğe etkisinin çok sınırlı olacağı biliniyor. Yok eğer transit geçit sağlanıp güneydeki iki köprü trafiğe; kuzey köprüsü, taşımacılığa ayrılacaksa bile, bunun halka açık bir biçimde planlanması, tartışılması gerekir. Aksi halde ‘arsa rantı ve fiyat spekülasyonlarına neden olmaması için’ gösterilen her çaba, tam tersi bir etki yaratacaktır, ve de yaratmaktadır. Bunun yanı sıra, böylesine maliyetli bir projenin güzergâhı da, uzmanlığı olmayan üç kişinin helikopter gezisiyle değil, bilim insanlarının ortak çalışmalarıyla belirlenebilir. Kısaca özetlersek, belediyenin tüm harcamalarından olduğu gibi, tüm karar ve tartışmalarından da haberdar olabilmeliyiz.
Depremden daha da tehlikeli olan kapitalizmdir Ümit Yılmaz, 31 Ağustos 2009 17 Ağustos 1999’da Gölcük merkezli, 7,5 şiddetinde gerçekleşen deprem, Marmara Bölgesi’nde ve Ankara’dan İzmir’e kadar olan geniş bir alanda hissedilmişti. Bu büyük depremin resmi rakamlara göre bilançosu; 17.480 ölü, 23.781 yaralı ve 505 sakat. Bunun yanında; 285.211 konut ve 42.902 işyerinde hasar. Ayrıca 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600.000 evsiz…
Hapishane koşullarında tedavi edilmesi imkansız olan Güler Zere halen tutsak edildiği ceza evinde. Sağlık durumu ise gün geçtikçe kötüye gidiyor Ölüm her geçen gün O’na biraz daha yakınlaşıyor.
birleşerek Trakya’ya kadar uzanacak bir geçişi sağlayacağı haberleri dolaşıyor.
Bu depremin ardından zarar görenlere yardım amaçlı olduğu söylenerek 4481 sayılı kanunla; ek gelir ve kurumlar vergisi, ek emlak vergisi, ek motorlu taşıtlar vergisi, özel iletişim vergisi ve özel işlem vergisi getirilmişti. Kanun 2003 sonunda yürürlükten kaldırıldı, fakat özel iletişim vergisi gider vergileri kanunu kapsamına alındı ve kalıcı hale geldi. 2004 başında kaldırılan özel işlem vergisiyle yaklaşık 1,8 milyar lira aktarıldı. Kalıcı hale gelen ve sayıları 65 milyonu aşan telefon abonesinden alınan özel iletişim vergisi, 10 yılda halkın cebinden 22,3 milyar lira çıkmasına neden oldu. Depremin maliyeti 17 ile 24 milyar lira olarak açıklanmıştı. Fakat bu yıl sonuna kadar deprem vergilerinden toplanacak miktar 27,2 milyar liraya ulaşacak, buna rağmen depremin yol açtığı hasarların büyük bir kısmı hala giderilememiş durumda. Bunun yanı sıra, çeşitli bürokrat ve uzmanlar tarafından yapılan açıklamalara göre, deprem sonrasındaki neredeyse tüm projeler, yurt dışından alınan kredilerle gerçekleştirilmiş. Bu durumda deprem için toplanan vergilerin gitmesi gereken yere gitmediği ortaya çıkmış oluyor. Ayrıca 17 Ağustos depremi sonrasında Saddam Hüseyin tarafından gönderilen 10 milyon dolar tutarında-
ki petrol satılarak, İzmit’te, Arızlı ve Yuvacık’ta evler yapılmıştı. Arızlı’da yapılan 218 ve Yuvacık’ta yapılan 124 ev depremde yakınını kaybeden ancak evi olmadığı için hak sahibi olmayan vatandaşlara dağıtılmıştı. İlk önce aidat adı altında ödenekler vererek bu evlerde oturabilen depremzedelerden toplanan para daha sonra kira olarak alınmaya başlandı. Ve kirasını ödeyemeyenler bu evlerden polis zoruyla çıkartılarak yerlerine devlet memurları yerleştirildi. Yani depremzedelere hibe edilen bu evler devletin kapitalist mantığına aykırı düşmüş olsa gerek ki; yakınlarını, varını yoğunu kaybetmiş hiçbir yaşam güvencesi olmayan bu insanlar bile kapının önüne koyulabildi. Görüldüğü gibi kapitalist sistemde devlet böyle işliyor. Depremden zarar görenlere yardım diye alınan vergiler, açıklanan deprem maliyetinden daha fazla olduğu halde, ortada geçek anlamda sarılmış bir yara, ya da ciddi anlamda alınmış bir önlem yok. Bugün baktığımızda anlıyoruz ki bu paralar depremzedelere değil, kapitalistlere yardım için bizim cebimizden alınmış. Bize hakkımız olan evlerde bile yaşama hakkı verilmedi. Depremin üzerinden 10 yıl geçti ve göz boyamak için yapılan birkaç şey dışında hiçbir önlem alınmadı ve alınmayacakta. Çünkü kapitalist sistemde insan hayatına önem verilmez. Onların dini imanı paradır. Bize düşen ise bize yaşatılan bu acı deneyimlerden ders almak, cebimizden alınan bu vergilerin neden amacına uygun olarak kullanılmadığını denetlemek ve gerçekten bu paraların kimlerin cebine girdiğini ifşa etmektir. Kapitalizm hiçbir zaman bizim yaralarımıza merhem olmadı olamaz da.
KADIN SAYFASI
7
Bakan, Kürt açılımını kadınlara sorsun Canan Yılmaz, 31 Ağustos 2009 Anayız, bacıyız, kardeşiz, cephede mermi taşıyan nineyiz, yani bizzat ulusu var eden biziz; ama konu siyasete gelince, ideolojisiziz! Böyle buyurdu Başbakan. Peki, öyle miyiz? Elbette hayır. Bakan gözler görecektir ama daha dün Barış İçin Kadın İnisiyatifi 231. kez toplanmasına karşın toplantıları daha bir kez görülmedi. Gözaltında çocukları ‘kaybolan’ Cumartesi Anneleri de aylardır toplanıyor. Tutuklu yakınları ve anneleri ise her toplandıklarında gaz bombaları ve coplarla karşılanıyor. “Kadın da çocuk da olsa gereken yapılacaktır” diyen Başbakan pekala bilmiyor mu kadınların Berçalan’da barış nöbeti tuttuklarını ve Kürt annelerinin de bizzat mücadele içinde olduğunu? Bilmediğini sanmıyoruz. Peki ya birden bire ne oldu da anaların ideolojisi kalmadı? Bu basit demogojinin altında elbette, kadını siyasi alandan yalıtma, çözüm cephesinden dışlama niyeti yatıyor. Bu analık üzerinden pompalanan ideolojisizlik ideolojisi; kadını elsiz kolsuz, dilsiz bırakmak için bilhassa üretiliyor. Bugün hükümet, niyetine girdiği her oyunda sanki elinin altındaki oyun taşıymışçasına kadını istediği şekilde konumlandırıyor. Önce üç çocuk yapsın, sonra da çocuklarını kirli bir savaşa kurban versin. Sonra mı? Çocuğu ölünce pek şanlı ‘şehit annesi’ unvanı verilsin, ‘savaşlar dursun, başkalarının çocuğu ölmesin’ demeye yeltendiğinde, vatan sağ olsun de-
mesi beklensin. Demeyen sesler de kısılsın, gösterilmesin o ‘vatan haini şehit anneleri’. Oysa siz değil misiniz isteyince Kurtuluş Savaşı’nda mermi taşıyan ideoloji sahibi anaları hatırlatan? Konu kardeşlikten açıldığında Çanakkale savaşında Kürt, Türk tüm kadınların aynı cephede savaştığını söyleyiveren... Ama artık siz de ağlamayın sevgili bakanımız, siliniz timsah gözyaşlarınızı. Siz o zaman neredeydiniz bilemeyiz ama zorla göç ettirdiğiniz ve anadillerini yasakladığınızda bu analar yeterince ağladılar zaten. Siz son 10 yıldır neredeyseniz, bugün de orada durun ve kadınları istediğiniz gibi paketleyip sunacağınız bir mal olarak görmekten derhal vazgeçin. Artık bizi analığımız üzerinden tanımlamayı bırakın, ille de analığımızsa sizi ilgilendiren, şehit anneleriyle görüştüğünüz gibi o zaman derhal Cumartesi anneleri, tutuklu anneleri, ‘vatan haini’ şehit anneleri ve barış nöbetine durmuş Kürt kadınlarıyla da görüşün. Çünkü bugün ulusal sorun, faili meçhullerden, siyasi tutukluların durumundan hiç de ayrı bir konu değil. Eğer çözüm dediğiniz, alt alta yazılmış maddeler üzerinde pazarlıktan, bir takım atışmalardan ya da taktik manevralardan öte bir şeylerse, ideoloji sahibi olmaktan öte, bizzat mücadelenin içerisinde olan bu kadınlarla da yüzleşmelisiniz. İdeolojisizleştirmek istediğiniz kadınların bu süreçte bizzat özne olduğunu kabul etmelisiniz.
Kaygılıyız çünkü öldürülüyoruz! Doğan Koca, 30 Ağustos 2009 Geçtiğimiz günlerde İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Irak: Cinayet, İşkence, Cinsel Yönelim ve Cinsiyet isimli bir rapor yayınladı. Rapor, Irak’ta eşcinseller üzerinde sistemli bir cinayet politikasının uygulandığını ortaya koyuyordu. Bu cinayetlerin özellikle Bağdat ve Bağdat’ın Şii semti Sadr’da yoğunlaştığı belirtiliyordu. 50’yi aşkın eşcinsel erkekle yapılan röportajlardan yola çıkılarak hazırlanan raporu Birleşmiş Milletler yetkilileri (yani işgal güçlerinin komutanları) de yüzlerce eşcinsel erkeğin öldürüldüğünü söyleyerek doğruladı. Cinayetlerden sorumlu tutulan Şii milislerden oluşan Mehdi Ordusu ise erkekliğin tehlikede olduğu ve erkeklerin dişileşmesini engelledikleri iddiasında.
Yalnızca Irak’ta mı? • HRW’nin raporu 17 Ağustos’ta yayınlandı. Rapordan hemen iki gün önce yani 15 Ağustos’ta ise Bursa’da bir travesti beş yerinden bıçaklanarak öldürüldü. Bu cinayetten birkaç gün önce ise 47 yaşında bir işçi emeklisi olan Mustafa Tepe’nin cesedi Ümraniye’de otoyol kenarında bulundu. Mustafa Tepe parkta tanıştığı ve cinsel ilişki teklifinde bulunduğu Ramazan Keleş tarafından gittikleri ormanlık arazide öldürüldü. Bu olaydan hemen bir iki gün önce ise İsrail’de bir ‘gay bar’a ateş açıldı. 2 kişi öldü, 10 kişi yaralandı. Geçtiğimiz ay ise İzmir’de on gün içerisinde üç eşcinsel öldürülmüştü. 2 Ağustos’ta bu cinayetleri protesto eden LGBTT* örgütleri “kaygılıyız, çünkü öldürülüyoruz” diyordu. Bir rastlantı mı? Abartıyor muyuz? • Ne bu cinayetler münferit vaka ne de biz abartıyoruz. Burjuva med-
FERİDE ÖĞRETMEN DEĞİL, STAJYER ÖĞRETMEN! - OKUR MEKTUBU Bu yazıyı yazıyorum çünkü, “stajyer öğretmen” ya da “rehber öğretmen” adı altında, özellikle kadınları dershanenin “vitrinine” koyan, günde 12 saat çalıştırıp ayda 300 TL ödeyen cinsiyetçi dershane patronlarına söyleyecek sözüm var! Bugün dershanelerde farklı statülere ayrılmış öğretmenler var. Halen öğrencisiyseniz, dershanelerde Öğrenci-Öğretmen yani Etüt Öğretmeni olarak sömürülürsünüz. Okulu bitirmişseniz Stajyer Öğretmen; bir yıl sonra da (stajyerliğinizin kaldırılması bahşedilirse eğer) Esas Öğretmen olarak çalışmaya başlarsınız. Artık, Çalıkuşu’ndaki, Anadolu’ya gidip öğretmenlik yapan Feride Öğretmen olmayı hayal etmezsiniz. Peki, stajyerliğimiz nasıl mı kalkacak? Dershane patronu ne zaman isterse. Önceleri, “saygınlık” pompalanır; “Siz de bu yuvanın bir öğretmenisiniz” denir; sonra bir bakmışsınız asgari ücret ve altında, eğitim ile alakası olmayan angarya işler yapmaya başlamışsınız. Çoğumuz da sırf stajyerliğimiz kalksın diye asgari ücret dahi almadan çalışıyoruz. Ya sonra? Sıkıntı, eşitsizlik, adaletsizlik bitiyor mu? Anlatılanlara göre, farklılaşıyor ama bitmiyor! Ben de bu sömürü hikâyesinin bir parçasıyım. Piyasada ‘saygın’ bir yer edinmiş bir dershanede çalıştım. Stajyer öğretmen çalıştırmak yasal(!) değilmiş, o yüzden benim adım, günde 12 saat çalışıp ayda 300 TL alan Rehber Öğretmen olarak konul-
yanın kararttığı bu cinayetlerin hepsi kapsamlı bir inkâr ve imha politikasının parçası. Erkekliklerinin tehlikede olduğunu ve erkekleri dişileşmekten kurtardıklarını söylüyorlar. Sistem, cinsiyetçi ideolojisi ve bu ideolojiye göre yapılanmış ve onu her gün yeniden kuran kurumları (devlet, ordu, aile, okul vb.) ile eşcinsel bireyler de dahil olmak üzere hepimize ‘nasıl erkekler ve nasıl kadınlar olmamız gerektiğini’ dayatıyor. Eşcinsellik bu durumda erkek-egemen kapitalist sistemin özüne karşıt ve bu hali ile de politik bir şey haline geliyor. İnsanların birbirini salt ‘insan’ olarak sevebilecekleri güzel günler özel mülkiyetin tarihin çöplüğünü boylamasıyla gelecek. *LGBTT: lezbiyen, gay, biseksüel, travesti, transeksüel.
du. Henüz 21 yaşındayım, Fen-Edebiyat öğrencisiyim. Günlerce dershane yöneticileri tarafından nasıl giyinmem gerektiğinden, öğrencilerle nasıl ilişkiler kurmamın doğru olacağına; henüz işin başında olduğumdan, daha çok sürünmem gerektiğinin nasihat(!) edilmesine kadar defalarca psikolojik tacize maruz kaldım. Sürekli kontrol altında tutuldum. Bilgisayarım teftiş edildi. Diğer kadın çalışanlarla ilişki kurmam engellendi. Onlarca velinin gelip, çocuklarının en az bir yılını buraya adadığını gördükçe müdahale etmek istedim. Her türlü pedagojik formasyondan yoksun, çocukların ve gençlerin eğitimine bir nebze olsun önem vermeyen, çalışanları azgınca sömüren idareciler gördüğümde bağırmak istedim. Ve en son da maaşımı alamadan işten ayrılmak zorunda kaldım. Ama, biliyorum! Kendi gücümüzün farkına varmak, yaşam koşullarımızı iyileştirmek adına birlikte mücadele etmeliyiz. Derslere geç girerek, iş bırakarak grevler örgütlemeliyiz. Unutmayalım! 2008’de yaşanan dershane sektörünün ilk örgütlü eylemi, sadece 10 öğretmenin iş bırakmasıyla dahi kazanımla sonuçlanmıştır; bu bize güç vermelidir! Özellikle geçmekte olduğumuz bu kriz döneminde büyük küçük demeden tüm işçi eylemlerini büyük yangınların kıvılcımları varsaymalı; tüm emek güçleri ile birlikte bu tür eylemlere açık olmalıyız! “Bölünmüş, kendileri olarak varolamayan ezilenler, özgürleşmeyi sağlayacak bir pedagojiye nasıl katılabilir?” (Freire) İC okuru bir emekçi-öğrenci kadın
8
ARKA PLAN
İşsizlik Sigor tası F Sınıf uzlaşması değil Cemre Sava, 1 Eylül 2009 Geçtiğimiz ayın, işçi sınıfı ve emekçi kitleler için en önemli gündemlerinden biri işsizlik fonunun gasp edilmesi oldu. Dört kişiden birinin işsiz olduğu ve işsizlik fonunun kullanımına ilişkin taleplerimizin arttığı bu dönemde, hükümet hatırlattı: Bir fonu herkes ister ama ancak bazıları alır. Sözü geçen bazıları, gayet doğal, bu gazetenin okurları değil. Yani, hayatlarını idame ettirebilmek için emek güçlerini satmak zorunda kalan, bunun karşılığında aldıkları ücretlerle, en azından aç ve açıkta olmadıklarına mutlu, ama krizle birlikte artan tehdit karşısında artık daha az umutlu emekçiler, değil. Krizin ilk dalgası ile işsiz kalmış, eline geçen işsizlik maaşı, ne kriz ne de işsizliği son bulmadan bitmiş işsizler de değil. O kuyruktan işsizlik ödeneğine hak kazanamadığı için eli boş dönenler hiç değil… Peki kimler? Bu soruya geçmeden gelin, önce bu fon nedir, nasıl işler, ona bakalım… İşsizlik Sigortası Fonu nedir • İşsizlik sigortası fonu, işsizlik sigortasını finanse etmek için oluşturulmuştur. Fonun temel geliri zorunlu işsizlik sigortası primleridir. Bu primler, aylık brüt kazançlar üzerinden sigortalıdan yüzde bir, işverenden yüzde iki, devletten ise yüzde bir oranında kesilir ve fona aktarılır. Hizmet akdinin (yani, işveren ve işçi arasında iş kanunu gereğince düzenlenen sözleşmenin) feshinden önceki 120 günü sürekli olmak üzere, son üç yıl içinde en az 600 gün süre ile prim ödemiş olup da kendi istek ve kusurları dışında işsiz kalanlar; hizmet akitleri ihbar önellerine uygun olarak işveren tarafından feshedilenler; hizmet akitleri, sağlık sebepleri, işverenin kanunda belirtilen ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan davranışları ve işçinin çalıştığı işyerinde bir haftadan fazla süre ile işin durmasını gerektirecek zorlayıcı sebepler nedeniyle bizzat kendileri tarafından feshedilen sigortalı işçiler; belirli süreli hizmet akdi ile çalışmakta olup, süre bitince işsiz kalanlar; işyerinin el değiştirmesi veya başkasına geçmesi, kapanması veya kapatılması, işin veya işyerinin niteliğin değişmesi sonucunda işten çıkarılmış olanlar, özelleştirme nedeniyle hizmet akdi sona erenler, bu fondan yararlanmaya hak kazanır... İşsizlik ödeneği almaya hak kazananlara, son dört aylık kazançları dikkate alınarak hesaplanmış ortalama günlük kazançlarının yarısı, ay sonunda toplam olarak verilir. Son üç yıl içinde 600 gün prim ödemiş olanlar 180 gün, 900 gün prim ödemiş olanlar 240 gün, 1080 ve daha fazla gün prim ödemiş olanlarsa 300 gün işsizlik ödeneği alabilirler. Yeni Yasa ne diyor • İşsizlik sigortası ve ona bağlı olarak böyle bir fonun oluşturulması, işsizliğin sonuçları-
nı kısmen giderici, geçici gelir kayıplarını tanzim edici politikalardan biri olarak açıklanıyor. Ancak bugün fon, bambaşka bir amaca hizmet edecek biçimde meclis gündemine alındı ve sonucunda bu fonun nemalarının hazineye aktarılması kararı çıktı. Bu yasaya göre, 2009–2010 yılları arasında fonun faiz gelirlerinin dörtte üçü, 2010–2011 yılları arasındaysa dörtte biri bütçeye aktarılacak ve GAP kapsamındaki yatırımlar öncelikli olmak üzere para altyapı yatırımlarında kullanılacak. Ayrıca bu yasa ile, Nisan 2009’dan sonra yeni işçi işe alan işverenlerin, bu işçilerle ilgili ödemesi gereken sigorta primlerinin işveren payının, yine işsizlik fonundan karşılanması öngörülüyor. Yeni yasayı savunanlar bu yatırımların istihdam yaratacağını, bu sayede “işsizlik ile mücadele” için oluşturulmuş fonun amacına uygun kullanılmış olacağını söylüyorlar. Ancak gerçek bununla taban tabana zıt! Çünkü işsizlik fonunun aktarılmasının planlandığı GAP, bugüne kadar para yutucu bir kara delik gibi işledi. Bugün hiçbir yapıcı düzenleme olmaksızın bu projenin üzerine gitmek, sadece baraj, tesis, kanal vs. inşası yapan belirli şirketlere kaynak oluşturacak. Bu şirketlerin işlerini bitirmelerinin ardından da, dün olduğu gibi bugün de, işsizlik sürüp gidecek ve kalıcı bir istihdam söz konusu olmayacak. Eğer bu adım samimi bir işsizlik ile mücadele niteliği taşısa idi, GAP’a devlet eli ile aktarılan fon,
iş garantisi sunmak amacı ile kontrol edilirdi ve bu fon ile istihdam yaratıcı kamu kuruluşları kurulurdu. Tersine, adımın samimiyeti, yöneliminde gizli. Yasa, yalnızca yatırımcıların yüzünü güldürmeyi amaçlıyor. Şöyle özetleyebiliriz: İşsiz kalma durumlarında emekçilerin kullanımı için -üstelik onların ücretlerinden kesilmiş primlerle- oluşturulmuş fon, işverene teşvik amacıyla gasp edildi. Dünden bugüne işsizlik fonu • Bu elbette yeni bir durum değil. Hazineye benzer bir aktarım daha önce de geri ödenmesi kaydıyla yapılmış ancak geri ödenmemişti. Aslında vaziyeti sanırız şu bilgi daha da manidar kılacak: İşsizlik sigortası fonundan, ödemelerin yapılmaya başlandığı Mart 2002’den bu yana yararlanan işçilerin sayısı 300 bini bulmuyor. Bu yedi yıllık dönemde işçilere yapılan ödeme ise 2,5 milyar. Oysa önümüzdeki bir yıl içinde işverene teşvik amacıyla bütçeye aktarımı öngörülen para 14,5 milyar TL. Bu tablo, başta sorduğumuz, “fondan yararlananlar kim?” sorusunu da açıkça cevaplamış oluyor. İşçilerin yedi yılda aldığı paranın yaklaşık yedi katı bir yıl içinde işverene sunuluyor. Diğer yandan, bugün yeni yasaya itiraz noktasında odaklanmış tepkiler şu gerçeği örtmesin: İtirazımız en temelde, bu fonun kullanımına ilişkin. Ve bu yalnızca nemaların hazineye aktarılması meselesi değildir. Fon kaynaklarının yüzde 91’i kamu kâğıtlarında işlem görmektedir. Bunların da yüzde 50’si borçlanma tahvil-
Bu haksız ve hatta hak yiyici yasanın iptalini istiyoruz; ancak bu yeterli değil, başta sendikalar olmak üzere tüm işçi örgütleri bu fonun yönetimini tamamıyla ellerine almak için seferber olmalıdır. Fonun denetim ve yönetimi tamamen işçi örgütlerinin temsilcilerinden oluşan bir kurul tarafından bir yandan işsizliğin sonuçlarını azaltmak, bir yandan da kalıcı istihdam politikalarını desteklemek için sürdürülmelidir
ARKA PLAN
9
onu da gasp edildi l, sınıf birliği zamanı! konu işsizlere geldiğinde körler ve sağırlar birbirini ağırlamaya devam ediyor. Bizler, elbette öncelikle bu haksız ve hatta hak yiyici yasanın iptalini istiyoruz; ancak bu yeterli değil, başta sendikalar olmak üzere tüm işçi örgütleri bu fonun yönetimini tamamıyla ellerine almak için seferber olmalıdır. Krizin boyutları gün geçtikçe artarken, kesin olarak söylenen tek bir şey var: Yoksulluk ve işsizlik artacak… İşsizlik Fonu ise şu an elimizdeki en önemli güvence. Bunu hükümetin ve işverenlerin eline kolayca bırakamayız. Bu fonda ücretlerimizden kesilerek birikmiş para, şimdi aç kalmamamızın tek garantisi. Bu fonun denetim ve yönetimi tamamen işçi örgütlerinin temsilcilerinden oluşan bir kurul tarafından bir yandan işsizliğin sonuçlarını azaltmak, bir yandan da kalıcı istihdam politikalarını desteklemek için sürdürülmelidir.
lerindedir. Yani, bu fon hâlihazırda her koşulda Hazine için kullanılmaktadır. Yani, bütçenin yüzde 15’ine varan işsizlik sigortası fonunun hükümet tarafından bir gelir kaynağı olarak görüldüğü ve amacı dışında kullanıldığı ortada. Bu durum, elbette kriz koşullarında ayrı bir önem kazanıyor. İşsizlik fonu işsizlere! • Krizin, başlangıcından beri en büyük sonucu, derinleşen ve yaygınlaşan işsizlik oldu. Bu süreç karşısında işçi ve emekçilerin mağdur olmaması adına iki talebi önemle vurguladık. Birincisi, işten çıkarmaların yasaklanması idi. İkincisi ise, işsizlik fonundan yararlanma koşullarının iyileştirilmesi idi. İyileştirmeden bahsederken, Türkiye koşullarında son 120 gün sürekli ve son üç yıl içinde en az 600 gün prim koşulunun akıl dışılığını belirtirken, en temelde bu fondan yararlanma koşullarının kolaylaştırılması aciliyetinin altını çizdik ve elbette fondan yararlanma süresinin uzatılması ve asgari ücretin bile çokça altındaki ödeneğin arttırılması gerekliliğini belirttik… Fonda bulunan 42 milyara ulaşmış meblağ, eğer şimdi, bu kriz koşullarında, açlık ve sefaletle burun buruna gelen emekçiler için, -üstelik oluşturulma amacı da tam bu sorunların etkisini en aza indirmek olarak gösterilirken- kullanılmayacaksa, ne zaman kullanılacaktı? Aksi durumda işçiden alınan primin işlevi neydi? Fakat işverenin temsilcisi hükümetin masasında bu talepler duymazdan ge-
linerek varılan bu son nokta, bu ikinci talebimiz kapsamında, “işsizlik fonunun işçi örgütleri tarafından yönetimi” sloganını dile getirmenin gerekliliğini tartışmasız olarak ortaya koydu. Fonun yönetimi meselesi • İşsizlik Sigortası Fonunun işletilmesi ve yönetilmesi, yönetmelikçe, Türkiye İş Kurumu Yönetim Kurulu’na verilmiştir. Kurumun işleyişini düzenleyen yönetmeliğin 4. maddesine göre, Yönetim Kurulu, bir genel başkan ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanının ve Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu bakanın önerisi üzerine ortak kararla atanan birer temsilci ile en çok üyeye sahip işçi konfederasyonu (Türk-İş), işveren konfederasyonu (TİSK) ve Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonunca (TESK) belirlenen birer üyeden olmak üzere altı üyeden oluşuyor. Ancak gelin görün ki, hükümet sınırlarını kendi belirlediği bu yönetimi bile yok sayarak, fonu kendi ihtiyaçlarıma göre kullanmak benim elimde, dedi. Bir yasa çıkardı ve fonun nemalarının dörtte üçüne el koydu. Fon yönetiminin bu durum karşısında yapabileceği tek şey yasanın Anayasa Mahkemesi’nce iptalini istemek (beklemek). Diğer yandan, bu duruma karşı çıkan işveren ve esnaf konfederasyonlarının itirazının, fondaki paranın kendileri için kullanımını sağlamak olduğu da söylemlerinden anlaşılabiliyor. İşsizler için oluşturulmuş bu fonun nedense işsizlerin ihtiyaçları dışında her şey için kullanımının tartışıldığını görüyoruz; ancak
“Üretimden gelen güc”ü bilmek yetmez! • Bu bariz hak kaybı karşısında elbette hiçbir işçi örgütü üç maymunu oynayamaz. Oynamamalıdır! Ancak, maalesef ortadaki durum, sendikaların kriz karşısındaki basiretsizliğinin bu durum karşısında da süreceği öngörüsünü kuvvetlendirmektedir. İşçi sendikaları temsilcileri süreci birkaç basın açıklaması ve kısmî eylemlerin ötesine taşıma inisiyatifini almamaktadır. Kendi ifadesiyle “Başta CHP olmak üzere vicdanı emekten yana 110 milletvekili”ne seslenen Süleyman Çelebi ve ondan daha iyi bir konumda olmayan diğer sendikacılar, işbirliklerini ne zaman sınıf içinde aramaya başlayacaklar, tepkilerini ne zaman fabrikalardan yükseltmeye başlayacaklar, üretimden gelen gücü ne zaman kullanacaklar, sormak isterim. Sınıf uzlaşmacılığı değil, sınıf birliği! • Lafla, peynir gemisi buraya kadar… Desa’da, Eti’de, Halkalı Kâğıt’ta direnen işçilerin kazanımları bundan sonrasına nasıl gidilebileceğini gösteriyor: Krizin başlangıcından beri önümüzde kalan son ekmeği de kapma telaşındaki işverenle ve onların temsilcileri ile uzlaşarak değil, onlar karşısında birleşerek! Önce işyerimizde, sonra sendikamızda, sonra işçileri ve işsizleri birleştirecek bağımsız sınıf perspektifine sahip yerel ve uluslararası platformlarda, krize karşı taleplerimizi içeren kampanyalar etrafında; var olduğumuz sürece, bir işçi seçeneğinin de olduğu iddiasıyla birleşerek… tek başımıza belki hiçbir şey ama bir sınıf olarak bu sistemin işlemesini sağlayan en önemli güç olduğumuzun bilinciyle… “Kriz varsa biz yaratmadık ya, bedelini hep biz ödemeyeceğiz ya!” deme cesaretiyle… İşçiler ve emekçiler olarak cephemizi örmek, savunma hattımızı güçlendirmek zorundayız. Günü ve konumlarını kurtarma telaşındaki sendika bürokratlarına, yitirdiğimizin yalnızca bugün değil; yarınımız ve bununla birlikte tüm geçmiş mücadelemiz olduğunu hatırlatmak zorundayız. Bugün değilse ne zaman? Kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmadığında mı?!
Lafla, peynir gemisi buraya kadar… Desa’da, Eti’de, Halkalı Kâğıt’ta direnen işçilerin kazanımları bundan sonrasına nasıl gidilebileceğini gösteriyor: Krizin başlangıcından beri önümüzde kalan son ekmeği de kapma telaşındaki işverenle ve onların temsilcileri ile uzlaşarak değil, onlar karşısında birleşerek!
10
ULUSAL SORUN
Aram Tigran’ın Ölümü ve Kürt Açılımı Kemal Boran, 30 Ağustos 2009
Kürtçe, Arapça, Ermenice ve Türkçe müzik yapan, Ortadoğu’nun duayenlerinden Aram Tigran Atina’daki evinde ani rahatsızlık geçirdi. Sabah saat 07.30’da evinde eşi tarafından yerde hareketsiz halde görülen Tigran, Atina’daki Kürtlerin yardımı ile Van Gelasmos hastanesine kaldırıldı. Burada Tigran’ın beyin ölümü gerçekleşti… Yanık ve duru sesiyle Kürtçe klamlara can veren Tigran Suriye’nin Qamışlo şehrinde doğdu. 1915 Ermeni katliamında baba Tigran ailesi ile Suriye’ye göç ederek canını kurtarmış ve Suriye’de yaşamak zorunda kalmıştı. Her sürgün gibi Aram Tigran da yıllarca memleket özlemi çekti. Hasretini Kürtçe klamlar ve Ermenice şarkılarla dile getirdi. Erivan Radyosu’nda 18 yıl Kürtçe ve Ermenice şarkılar söyledi. Birçok beste yaptı ve söz yazdı. Vasiyetinde “Ölürsem beni Amed’e (Diyarbakır) gömün” demişti… Ne acıdır ki dirisine tahammül edemeyenler ölüsünü de bu topraklara kabul etmediler. Hâlbuki başbakan Kürt açılımından söz ediyor. Meydanlarda acılar son bulsun diye uğraştığını söylüyor. Kürtlere ve Türkiyeli halklara umut dağıtıyor... Bir yasa değişikliği yaparak Aram Tigran’ın köklerinin bulunduğu topraklarda ebedi uykusuna yatmasını sağlayamaz mıydı? Bir günde yasaları değiştirenler bunu neden düşün(e)mediler? Kürt açılımından söz edildiği bugünlerde güzel bir iş yapmış olmazlar mıydı? Olmadı, yine beceremediler... Kürt açılımı için nabız yoklayanlar nedense hep Türk
kurumlarını geziyor, fikir alışverişinde bulunuyor. Asker ailelerini hatta Türk ocaklarını ziyaret eden İçişleri Bakanı, Kürtlerin kurumlarını ve öldürülen PKK’lilerin annelerini hesaba katmıyor. Hâlbuki gözyaşları aynı renk akar… Bir de generallerin tutumu var! Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 30 Ağustos kutlamalarında PKK’lilere “Teslim olun!” diyor. Ve ne hikmettir bilinmez bu yıl 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda son yıllarda görülmeyen bir gövde gösterisi söz konusu. Ordu; tankları, topları, uçak ve her türlü silahlarını meydanlara yığarak ne kadar güçlü olduğunu gösterme gereği duydu. Neden acaba? Birilerine gözdağı verme telaşı mı? Neden böyle bir şeye gerek duydular? Güçlerinin iyi anlaşılmadığını mı düşünüyorlar acaba? Kürtler özgürlük istiyor ve alacaklar. Bazıları versin diye değil hakları olduğu için özgürlük istiyorlar. Sadece Kürtler değil bütün Türkiyeli halklar özgürlük ve barış istiyor. Oysa sistem daha sorunun adını bile koymakta ikircikli davranıyor. Kürt açılımı mı? Demokratik açılım mı? Milli birlik mi? Bir türlü karar veremiyorlar. Mardin Artuklu Üniversitesi’nin Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü açmak istemesine YÖK’ten, “Kürt dili değil Ortadoğu dilleri” cevabı geliyor. Yani Kürt kelimesine tahammül etmekte zorlanıyorlar. Açılım önemli, bunu önemsiyoruz ama içi boş, doldurulmamış bir açılım istemiyoruz. Tüm Türkiyeli halkların tartışma ortamına katılıp, katkıda bulunacağı bir ortam yaratılması önemli. Sadece biraz cesaret, biraz hoşgörü ve duygudaşlık... Çok mu zor bunları yapmak?
Açılım sürerken Sedat D., 31 Ağustos 2009 Şimdiye kadar, Kürt halkının çektiği acıları anlatmak ve çözümler aramak için çıkan onlarca gazete kapatıldı ve yasaklandı… Günlük gazetesi, bunlara rağmen, susmamak daha çok duyurabilmek hedefi ile inadına çıktı. Aynı gazetenin 22 Ağustos tarihli sayısına gelen tepki ise, bu gazetenin de kendinden öncekilerin makûs tarihini paylaştığını gösterdi. Gazetenin bahsedilen tarihte yayımlanan sayısında yer
alan dilbilimci Prof. Dr. Amir Hassanpour’un, Gelişen Dünya Dilbilim Düzeninde Dilsel Haklar; Devlet, Pazar ve İletişim Teknolojileri başlıklı araştırma yazısını ve gazetenin 8. sayfasında yer alan bazı haberleri ‘örgüt propagandası’ sayan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi hızlı bir kararla Günlük gazetesine bir aylık kapatma cezası verdi. Bu karar, Kürt sorununda demokratik açılımın tartışıldığı bir süreçte alındı. Üstelik bu, Günlük gazetesinin ilk kapatılışı da değildi. Bu kararla beraber Günlük ga-
zetesi ikinci kez kapatma cezası almış oluyordu. Ayrıca bu olay, Kürt halkına karşı sansür ve baskının açılım sürecinde de, tam gaz ilerleyebildiğini gösterdi. Açılımın ikili ve aslında çözmeye değil kontrol etmeye yönelik gerçek yüzünü görebilmek adına hafıza tazeleyip, diğer örneklere de bakmakta fayda var. Bunun öncesinde, ağustos ayı içerisinde, yine “açılım” sürecine denk gelen dönemde başka neler oldu? 14 Ağustos tarihinde, Kartal ve Ataşehir’de yapılan ev baskınlarında yedi DTP’li gözaltına alındı. Gözaltı terörüne maruz kalanlardan üçünün ise nerede tutulduğu dahi uzunca bir süre öğrenilemedi. Buna karşın 18 Ağustos tarihinde ise, Mardin’in Nusaybin ilçesinde bu gözaltıları protesto etmek için yapılan mitinge polisin sert müdahalesi oldu. Haber ajanslarına göre iki kişinin daha bu süre içerisinde gözaltına alındığı bildirildi. Bu olaylara ilçedeki esnafın tepkisi ise, kepenk kapatmak oldu. Böylece de “demokratik açılım” sürecinde, değişmeksizin kapanan tek şey, Kürt gazeteleri olmadı. Bir hoşnutsuzluk ifadesi olarak kepenkler de, açılım sürecinde tıpkı geçmişteki gibi kapanmaya devam etti. Bu basit üç haberin bizlere anlattıkları açık değil mi? Öncelikle, yaramız kanamaya devam ediyor. Ancak durumumuz yine de umutsuz değil, bu haberler burjuvaların samimiyetsizce başlattıkları çıkar açılımına karşı gerçek, samimi ve güvenilir bir çözüm için gerekenin ne olduğunu da bizlere yine hatırlatıyor. Muhatapları tek tarafın belirlemediği gerçek bir kardeşleşme ve güven temeli üzerinden, ayrılma hakkı dâhil tüm demokratik hakların tanındığı bir çözümün yaratılması ancak Türkiyeli işçi ve emekçiler ile, yoksul Kürt halkının üreteceği ortak çözümden geçebilir. Ancak böylesi bir birliktelik, tüm Ortadoğu’ya uzanan barışa doğru bir açılım yapacaktır.
GENÇLİK
11
‘Kürtçe eğitim’ yalanı! ları vardır ancak müfredat belirleme hakları yoktur. Milli Eğitim Bakanlığınca belirlenen bu ortak dersler azınlık okullarınca da okutulmak zorundadır. Lozan’da azınlık olarak tabir edilmeyen Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Boşnak vb. etnik grupların anadilde eğitim hakkı yok. Kürt açılımıyla birlikte Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması, üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması gündeme geldi. Bunlar önümüze ‘Kürtçe eğitim’ olarak sunulmakta.Halbuki bunlar anadil eğitimi kapsamındadır ve anadilde eğitimle alakası yoktur. Biz anadilde eğitim deyince matematiği, edebiyatı, fiziği, kimyayı Kürtçe öğrenmeyi anlıyoruz. Rüya görürken, ağlarken, sevinirken kullandığımız dilde eğitim görmeyi anlıyoruz.
Doğan Koca, 30 Ağustos 2009 Son günlerde şiddetlenen ve ‘en kırmızı benim çizgilerim’ tartışmasına dönen ‘Kürt Açılımı’ gündemin ana konusu. ‘Kırmızı çizgiler’ diyoruz çünkü ulusal soruna çözüm üretmek isterken en sık karşılaştığımız sözler ‘üniter-devlet’, ‘ulus-devlet’, ‘milli eğitim’, ‘resmi dil Türkçe’dir.’ oluyor. Açılım taraftarları ‘aslında’ ne kadar da egemen ulustan yana olduklarını kanıtlama peşinde, muhalefet ise ne kadar ‘Türk’ olduğunun. Tüm bu kargaşanın arasında anadilde eğitime yaklaşım, açılımın niteliğinin temel belirleyenlerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Açılım taraftarları ‘aslında’ ne kadar da egemen ulustan yana olduklarını kanıtlama peşinde, muhalefet ise ne kadar ‘Türk’ olduğunun. Tüm bu kargaşanın arasında anadilde eğitime yaklaşım, açılımın niteliğinin temel belirleyenlerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Anadilde eğitim mi, anadil eğitimi mi • Türkiye Cumhuriyetinin eğitim sistemi adı üstünde ‘milli
eğitim’dir ve asimilasyoncudur. Türkiye’deki tüm okullarda okutulan Vatandaşlık Hakları Eğitimi, İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Milli Güvenlik Bilgisi, Türk Edebiyatı, Tarih gibi derslerle eğitimin milli karakteri sağlama alınır. Bu dersler tüm okullarda zorunludur ve Türkçe okutulur. ‘Lozan azınlıkları’ olarak tabir olunan Ermeni, Rum ve Yahudilerin anadilde eğitim hak-
Nasıl bir azınlık eğitimi • Kürtlerin ve diğer etnik grupların anadilde eğitim hakkı tanınmalıdır. Bununla birlikte eğitimi ‘milli eğitime’ dönüştüren her şey kaldırılmalı; şovenist propaganda üzerine kurulu dersler müfredattan çıkarılmalıdır. Devlet okullarında parasız olarak tüm azınlıkların ve etnik grupların kendi kültürlerini öğrenebilmelerinin koşulları sağlanmalıdır.
Bedava iş gücü: stajyerlik- II Sedat D., 27 Ağustos 2009 Geçen ayki yazımızda stajyerlik konusunda kısaca şöyle demiştik: Şirketler bugün biz öğrencileri doğrudan doğruya, hem de yasal dayanaklar ile nitelikli ve bedava iş gücü olarak kullanmaktalar. Bu yıl kalkınma paketleri sayesinde bu uygulama onlar için çok daha cazip hale geldi. Bundan sonrası için ise planları çok daha fazla. Patronlar, stajyerlik uygulamasının nimetlerinden mezuniyet sonrasında da faydalanmak istiyorlar. Saldırı planları • En planlı saldırı mühendislik bölümleri üzerinde odaklanmış durumda. Yetkin veya yetkili mühendislik adı verilen uygulamalar çerçevesinde mezuniyet sonrasında bir dört yıllık stajyerlik süresi ön görülüyor. Geçen sayımızı okuyanlar bilir, stajyerin maaş alması hukuken yasaktır. Bu tasarı uyarınca mezuniyet sonrasında bir öğrencinin payına düşebilecek en iyi şey, 4 yıllık süreç içerisinde alabileceği düşük bağışlar. Mühendislik bölümlerinin dışında buna benzer uygulamalar mimarlık, tıp ve hukuk fakültelerinde de uygulanılmaya çalışıldı. Örneğin hukuk fakültesinde, mezuniyet sonrası yapılacak ÖSS benzeri sınavlar-
da “başarılı” olan öğrenciler “hukukçu” olma şansına kavuşabilecekler, diğerleri ise hukuk eğitimi almış kimseler olarak sınırsız sömürüye tabi tutulacaklardı. Bu ve benzer saldırı tasarıları daha birçok öğrenciyi tehdit etmeye devam ediyor. Olumlu örnekler ve mücadele araçları • Bu olumsuz tabloya rağmen saldırının püskürtüldüğü birkaç küçük ama çok anlamlı mevziimiz var. Bunlardan biri, Çevre Mühendisleri Odası’nın (ÇMO) mücadelesi ile elde edildi. Bazı üniversiteler bu bölümden mezun olan öğrencilerin diplomalarından mühendis unvanını kaldırarak yetkin mühendisliğin zeminini hazırlamaya başlamıştı. Buna karşın, ÇMO’nun YÖK’e açtığı dava lehimize sonuçlandı ve uygulamanın ilk adımı durduruldu. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, saldırılara karşı en büyük mücadeleleri verebileceğimiz kurumlar meslek odaları ve öğrenci gençlik sendikası Genç-Sen’dir. Bu gibi kurumlar sadece saldırılardan korunmamız için değil, içerisinde bulunduğumuz durumun da iyileşmesi için biricik örgütlerimizdir.
Ne yapmalı/ne savunmalı • Peki, eğitimin teori ve pratik arasında yarattığı derin uyumsuzluğa karşı neyi savunmalı, neyi talep etmeliyiz? Öncelikle, üretim ile eğitimin arasındaki bağın daha da güçlendirilmesini istemeliyiz. Ancak bugünkü çalışma koşulları ile değil. Bizler uygun maaş ve çalışma koşulları altında stajyerlik uygulamasının düzenlenmesi ve de geliştirilmesinden yanayız. Uygun koşullar patronların hoşuna gitmedi mi? O halde biz de uygun koşulların kamu kuruluşlarında oluşturulmasını istiyoruz. Yeterli kamu kuruluşu yoksa da, zarar ettiğini söyleyen işletmeler kamulaştırılsın, buralarda bize insanca koşullarda ve uygun bir ücret karşılığında staj yapma olanağı tanınsın. Bize buralarda tüm işçi ve yoksulların ihtiyaçlarına yönelik üretim yapma olanağı sunulsun. Bu çözüm bizlere mezun olduktan sonra da iş olanağı sağlayacaktır ve diplomalı işsizlik sorununu da çözecektir. Yine de patronların ve sermaye yanlısı eğitim kurumlarının hoşuna gitmedi mi? Haklarımızı arayıp mücadele edebileceğimiz kurumlar belli. Buralarda sermayenin kıyımına karşı birleşip hakkımızı alacağız!
Yüzsüz Öğretim Kurumu’ndan Açıklama Bahadır Bedri, 28 Ağustos 2009 Hatırlayacağınız gibi, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından üniversite harçlarına yüzde beş yüze varan oranlarda zam kararı alınmıştı. Oluşan kamuoyu tepkisi, başbakanı yemek masasında bile rahatsız eder boyuta gelen baskılar ve yapılan kararlı eylemler sonucunda tüm fakültelere eşit oranda zam yapıldı, bu oran yüzde 8.
hep söyledim. Geçen sene yüzde 8 enflasyon vardı. Bizim artışımız da yüzde 8. Yani bu, harçlar hiç arttırılmamış demektir.” Yorumun devamı ise şöyle; “Çin’de bile harçların yüzde 25’ini öğrenci karşılıyor. Eğitim işi masraflı bir iş. Ne olur velilerimiz de biraz elini taşın altına koysa. Çocuklarının eğitim kalitesinin arttırılması için birazcık yardım etseler.
Evet, bu özellikle ikinci öğretimde okuyan öğrenciler için sevindirici bir haber olsa da har(a)ç masraflarının hâlâ çok yüksek ve anlamsız olduğu ortada.
Çocuklarınızı özel okula ve dershaneye gönderip binlerce lira harcıyorsunuz. Üniversiteye gelince yüzde 8’lik zam yapıldığında dünya yıkılmış gibi gösteriliyor. Lise sondaki oğluma üniversite okuyan büyük oğlumdan daha fazla para harcıyorum. Hiç sesim çıkmıyor.”
Değişen zam oranlarından sonra YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, fütursuz bir harç zamları değerlendirmesinde bulundu: “Bana artışlarla ilgili şikâyet gelmedi. Ben onları sıkıntıya sokacak bir zam yapılmayacağını
Bu açıklama, aslında burjuvazinin her defasında yaptığı gibi işçi sınıfının beynini olaylar karşısında çarpıtmak için nasıl kendince kılıflar uydurduğunu ve ne kadar usta bir düzenbazlıkla insanları kandırdığını göz-
ler önüne seriyor. Bu cümleler bizlerle dalga geçmektir. Eve ekmek götürürken zorlanan emekçiler YÖK başkanının bu fütursuzca açıklamalarına kanacak değiller. İşçiler enflasyon oranının kaç olduğunu Ziya Özcan’dan daha iyi biliyorlar. Biz burjuvazinin asıl derdinin işçileri üniversitelerden uzaklaştırmak ve bu krizle beraber iyice öğrenci kaybeden özel üniversitelerin ayakta kalmasını sağlamak oluğunu biliyoruz… İşte, tepkimizi dile getirip baskı oluşturabildiğimiz zaman geri adım attıklarını gördük ama unutmamamız gereken şey, asıl sorunun zam oranı değil; asıl sorunun paralı eğitim olduğudur. Eğitim bir haktır, bunun ne parası olmalıdır ne de zammı... Tekrar yineliyoruz: Eğitim satılamaz, herkese eşit ve parasız eğitim!
12
İŞ YERLERİNDEN
- TEKSTİL -
- PETROKİMYA-
- HİZMET -
Merhaba arkadaşlar. Ben iki katlı 30 kişililik bir iş yerinde çalışıyorum. Alt katta çalışan işçi sayısı 20, üst kata çalışan sayısı 10. Alt kat kişiye özel sipariş üretimi yapıyor, üst katta normal seri üretim yapıyoruz. Patron genellikle alt katta müşterilerle ilgilendiği için üst katla fazla ilgilenmiyor. Üst katta ustabaşı yok. Aslında bu biz işçilerin de genelde istediği bir ortam. Ama bu sadece madalyonun güzel yüzü. Bir de madalyonun öteki yüzü var. Durumun böyle olması aslında patronun ilgilenmediği anlamına gelmiyor. Örneğin çıkması gereken iş adeti tam da onun istediği gibi çıkıyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Çok basit. Bütün iş yerlerinde var olan patronun adamları, biz bunlara ajan diyelim bizim katımızda da mevcut.
Merhaba arkadaşlar, Ben petrokimya sektörüne bağlı çalışan bir işçiyim. Bu sayıda sizinle paylaşmak istediğim konu zam. Çünkü bu zam döneminde diğer işçi kardeşlerimden daha yüksek zam almama rağmen en sıkıntılı zam dönemimi geçirdiğimi söyleyebilirim. İş yerimde daha önce yılda iki sefer yapılan zam, kriz var diye yılda bir kereye düşürüldü. Buna rağmen bu zam döneminde ilk defa hiç zam alamayan arkadaşlarımız oldu. İşçilere yapılan zam oranı yüzde 0 ila 8 arasında değişiyordu. Ancak bana yapılan zam oranı ise, yüzde 22. Bu zam oranı cebime olumlu yansımasına rağmen, diğer arkadaşlarımın az zam alması ve hiç zam alamayan arkadaşlarımın durumu beni çok düşündürüyor. Bunun dışında sorunum bundan da büyük. Arkadaşlarımın, bana bakış açıları farklılaştı. Ustabaşı olduğum için patron ve müdürlere yalakalık yaptığımı, ondan dolayı yüksek zam aldığımı düşünüyorlar. Aslında 6 yıldır bu firmada hizmet etmeme rağmen patronla 4 yıldır konuşmuyorum. Çünkü dört yıl önceki bir durumdan dolayı ona ters düştüğüm için patronum bana küs. Müdürlere en sert çıkışan, yemeklerin kötü olmasına tepkiyi ilk veren, yemeklerin düzelmesi ve servis hakkımızı almamız için en çok çalışan kişi benim. Buna rağmen yalaka olduğumu dile getiren arkadaşlarım oldu. Bana böyle konuşan arkadaşlarıma yanlış düşündüklerini, bana yapılan zam oranını ben bile beklemediğimi söyledim. Ama bu konuda benim yalakalık yaptığımı düşünüyorlarsa, dönüp geçmişlerine bakmalarını istedim. “Bu konuda ne kadar sizi uyardığımı ve birlikte hareket etmek için ne kadar mücadele ettiğimi siz de biliyorsunuz. Daha da aksini düşünüyorsanız pazartesi günü akşam vardiyasına geldiğimde hep birlikte toplanıp üretim müdürüyle toplantı yapalım. Herkese eşit zam isteyelim. Tüm zamları reddedelim.” dedim. “Boş boş birbirimizi suçlayacağımıza, bu adımı atalım. En önde de ben yürüyeceğim.” diye de ekledim. Arkadaşlar tamam dediler. Bu beni çok sevindirmişti. Pazartesi günü akşam işe geldiğimde diğer vardiya sorumlusuna arkadaşları toplamasını söyledim. Bir işçi arkadaşım bana, buna gerek kalmadığını söyledi. İki arkadaşla birlikte konuştuklarını ve hiçbir düzeltme yapılmayacağını söylemiş. Beğenmeyen varsa da çıksın gitsin demiş. Şikâyetçi arkadaşlarıma bunun doğru olup olmadığını sordum. Doğru olduğunu söylediler. Ben de bunun karşısında ne yapmayı düşünüyorsunuz, diye sordum. “İş arayacağız.” diye cevap aldım.
Merhaba, Ben daha önceki sayıda da bağlı olduğumuz şirketin bazı ihaleler kaybettiğini ve bunun sonucunda biz işçilere karşı ne tür hak gasplarına giriştiğini yazmıştım. Bu kez de benim çalıştığım projede ihale kaybedildi. Bunun üzerine bölge müdürü bir toplantı düzenledi ve olan biteni şu şekilde açıkladı: “Arkadaşlar sizler de biliyorsunuz ki biz buradaki ihaleyi kaybettik. Sizlerle çalışmaya devam etmek isterdik; fakat diğer projelerde de pek boş yer yok. Bize sadece 10 kişi lazım. İhaleyi alan yeni şirket de sizinle çalışacağını bildirdi. Yani çoğunuz aynı şekilde çalışmaya devam edeceksiniz. Bizim şirkette kalan haklarınızı alacaksınız, fakat size iş bulduğumuz sizi mağdur etmediğimiz için tazminat hakkı alamayacaksınız.” Ardından bizden, üzerinde kendi isteğimle işten ayrılıyorum yazan kâğıtlara imza atmamızı istediler. Maalesef çoğu arkadaşımız iş garantisi bile olmadığı halde kıdem ve ihbar tazminatı hakkından vazgeçtiklerini belirten bu açıklamanın altına imza attılar.
Bu ajanlar biz işçilerle konuşurken içimizden biriymiş gibi davranıyorlar. Bunu fark etmek zor olabilir. Ama insan bir işyerinde çalıştıkça, zamanla içerde çalışan kişileri tanımanın o kadar da zor olmadığını anlıyor. Ben de zamanla patronun ajanlarını tanımaya başladım. Bu ajanlar iki kişiden oluşuyor. Ajanların görevi üst katta çalışan arkadaşlarımın en ufak bir hatasını bile patrona yetiştirmek. Hatta bir kişinin tuvalette ne kadar zaman geçirdiğini dahi dakikası dakikasına patrona yetiştiriyorlar. Ama bunu yapmalarına bile gerek yok. Çünkü malum, dünyada ve ülkemizde süren küresel mali krizin bizlerin sırtına yüklenmesiyle yükselen işsizlik karşısında işsiz kalmamak için işçiler işine dört ele sarılıyorlar. Patron ajanları da bu durumun farkındalar. İşini kaybetmemek için patrona yalakalık yapıyorlar. Aslında bu durumun biz işçilere zarar verdiği kadar onlara da zarar vereceğinin farkında değiller. Çünkü patronun adamı yoktur sadece çıkarı vardır. Örneğin bir yıldır zam alamıyoruz. Tabiî ki bahaneyi sormaya gerek yok. Malum, kriz. Aslında krizin bu iş yerini teğet geçtiğini söyleyebilirim. Başbakanımızın söylediği gibi kriz Türkiye’yi teğet geçti derken bu patronları kast ediyordu sanırım. Çünkü kriz patronların fırsatçılığı haline geldi. Örneğin patronun dış ülkede mağaza sayısı 13 iken 20’ye çıktı. Benim bildiğim kriz olduğunda işlerin olmaması lazım. Ama biz iş yetiştiremiyoruz. Maaşlarımızı aldığımız zaman patronun bizlere yaptığı açıklama şu: “Arkadaşlar ben bu paraları zor topluyorum.” Ama biz işçiler biliyoruz ki paralar zor toplansa 13 olan mağaza sayısı nasıl 20’ye çıkar? Ben de bu durumu elimden geldiğince çalışan arkadaşlarımla paylaşıyorum. Bunun üzerine zam konusunu patronla iki kere konuştuk. Patronlarsa bize kasım ayında zam yapabileceğini açıklamakla yetindi. Bunun üzerine arkadaşlarla kasımda yapılacağı söylenen zam konusunu tartışmaya başladık. Bunu gören ajanlar bize doğru kaymaya başladılar. Ama bizler bu durum karşısında temkinli davranıp önlemimizi almak zorundayız çünkü su uyur patron uyumaz. Bir İşçi
Aslında bu durum her zam döneminde tekrarlanıyor. Biz işçiler zam dönemine hazırlanmadığımız ve birlikte mücadele etmediğimiz için bu tepki üç gün sürüyor ama sonra hayat normale dönüyor. Patron da amacına ulaşmış oluyor. Bizler zam döneminde birbirimizi suçlayacağımıza birlik olup mücadele etsek durumun farklı olacağını bilmemiz gerekiyor. İş yerimde bunun koşulunu yaratmak için sonuna kadar mücadele edeceğim! Bir İşçi
Bir arkadaşımız müdüre: “Peki siz şimdi gidiyorsunuz, tazminatımızı da vermiyorsunuz. Bizim burada kesin kalacağımızın garantisi var mı?” diye sordu. Müdür de: “Yeni şirket siz eski eleman olduğunuz ve buradaki çalışma sistemini bildiğiniz için sizinle çalışmak istediğini söyledi. Ama bunun garantisini tabii ki veremem. Bu şirkette benim çalışma garantim bile yok.” dedi. Ve bu şekilde eski şirket haklarımızı gasp edip kaçtı. Yeni gelen şirketin de farklı koşullar sunmayacağı aşikâr. Gelişmeleri zamanla göreceğiz, ama en büyük gerçek göz önünde duruyor. Hak gasplarına karşı birlikte mücadele etmeyi başaramadığımız sürece bu senaryo tekrar yaşanacaktır. Bu kötü senaryoyu bir daha seyretmemek için bu tür olaylardan ders alıp şimdiden zaman kaybetmeden birlikte mücadele yöntemlerini konuşmamız ve bunu geliştirip uygulamamız lazım. Bir İşçi
****************************************************
- TEKSTİL Merhaba arkadaşlar, Krizin faturasını biz işçilere çıkaran patronlar, zarar ediyoruz, iş yok gibi bahanelerle bizleri kapı önüne koymayı sürdürüyorlar. İki hafta önce “ramazan hoş geldin sürprizi” yapar gibi, ilk günden altı arkadaşımızın işine son verdiler. Bu hafta da işten çıkarmalar devam etti Haftanın son günü, akşam zilinin çalmasıyla 10 arkadaşımızın daha işine son verildi. İşçi çıkarmaların bu kadar kolay yapıldığı dönemde, daha fazla baskı ve sömürü planlayan patronun keyfineyse diyecek yok. İşçilerse bu durumdan fazlasıyla rahatsız ve öfkeli. Ama işten çıkarmalara karşı öfke duymak, ne yazık ki bunu durdurmaya yetmiyor. Fabrikamızda işten çıkarmalara karşı örgütlenerek, bu öfkeyi birleştirebilmemiz gerekiyor. Selam olsun sınıf mücadelesi veren ve direnişte olan tüm yoldaşlara! Bir İşçi **************************************************** Merhaba, Çalıştığım işyerinde, ücretsiz izinlerimizden yeni döndük. Gelir gelmez, bizi kriz bahanesiyle ücretsiz izne çıkaran patronumuzun, iş yetişmediğinden yeni işçi alacağını ve kendisinin de evlendiğini duyduk. Bize zam vermeyen patron, Bodrum’da lüks bir yatta evlenmiş ve bize bunu kutlamak için utanmadan bir de çikolata dağıtıyordu. Kriz var dediler, ücretsiz izne çıkarttılar, zam mevzusu buhar olup uçtu, neyi kutluyoruz? Biz çikolata değil; zamlarımızı istiyoruz! Biz işçiler, birlik olmazsak, daha çok, işverenin bu şaka gibi uygulamalarına maruz kalacağız. Bir İşçi
EMEK ATÖLYESİ - İş Yasasında 25. Madde İş Sözleşmesinin Derhal Feshi Hakkı İş yasasının 25. maddesi, iş sözleşmesinin derhal feshi hakkı üzerinedir. Patron, 25. maddeye dayanarak işten çıkarmayı gerçekleştiriyorsa, ihbar tazminatı ödeme zorunluluğu ortadan kalkar. İş sözleşmesinin 25. maddeye göre feshinin dayandırıldığı nedenler, üç başlığa ayrılır. Sağlık sebepleri başlığında, işçinin kendi sorumluluğundaki etkenler sonucu hastalanması veya sakatlanması ve işe devamsızlık yapması, tedavi edilemeyecek bulaşıcı bir hastalığa yakalanması gibi durumlarda patrona işten çıkarma hakkı veriliyor. Bu maddeye göre çıkarmaların çoğunlukla dayandırıldığı ahlaki sebepler ise şöyle; işçinin vasıfları hakkında yalan söylemiş olması, patrona veya ailesine iftira etmesi, cinsel taciz, hırsızlık, işyerinde suç işleme, ardı ardına iki gün veya ayda üç gün işe izinsiz devamsızlık, görevini yapmama, işçinin kendi isteğiyle veya dikkatsizliği sonucu teçhizata zarar vermesi. Zorlayıcı sebepler, işçinin bir hafta süreyle işe devam etmesini engelleyen zorlayıcı bir sebebin olması olarak tanımlanıyor. 25. maddeye göre işten çıkarmaların çoğunlukla ahlaki sebeplere dayandırıldığını söylemiştik. Bu nedenle işbu maddeyle işine son verilen kişilerin yeniden iş bulmaları zorlaşıyor. Geniş bir çerçevesi olmakla birlikte, bu madde genellikle direnişçi işçileri, sendikalaşanları ve işçi öncülerini tasfiye etmek için kullanılıyor. Bu insanları ahlaksızlık şüphesiyle lekelemek de bilinçli bir tercih. Yakın zamanda, işçileri direnişte olan Gürsaş fabrikasında da bu tarz işten çıkarmalar gerçekleşti. Bunlardan dolayı, 25. maddeye dayanılarak işten çıkarılmanız durumunda buna itiraz etmek çok önemlidir. Patronunuzdan işten çıkartılma nedeninizi belirten zaptı isteyiniz. İtiraz edecekseniz iş yasasının 18, 20, 21, sayılı maddelerine dayanarak mahkemeye başvurunuz. Böylece tazminatınızı almış ve daha önemlisi bir daha iş bulma şansınızı azaltmamış olursunuz.
Herkese İş Herkese Eşit Ücret Dünyada ve ülkemizde süren ekonomik krizin biz işçi sınıfının üzerine yüklenmesiyle birlikte yükselen işsizlik ve ücretsiz izinler bizlerin daha kolay sömürülmesi için patronlara pek çok olanak sağlıyor. Bu olanakları, sonuna kadar kullanmak isteyen patronların bizim sırtımıza her gün daha çok iş yüklemesi biz işçileri yaşadığımız gerçekten daha da uzaklaştırıp gerçek düşmanlarımızı unutup kendi aramızda çekişmelere zorluyor. Bu çekişmeler biz işçilere zarar verirken şüphesiz patronun cebine daha çok para girmesine neden oluyor. Patronlar her gün bizleri köle gibi çalıştırırken bizleri birbirimize düşürmek için yeni saldırı planları yapmayı ihmal etmiyorlar. Biz işçilere karşı kullandıkları silahlardan biri de şu; zam dönemlerinde biz işçileri birbirinden ayırıp farklı oranlarda zam verip işçileri karşı karşıya getirmek. Biz işçiler buna karşı birlik olup mücadele etmedikçe bu durum her zaman patronların lehine sonuç verir. Örneğin sendikalı olmayı başarmış iş yerlerinde; toplu iş sözleşme sürecinde işçiler birlik oldukları için sonuç genelde işçilerin lehine olur ve herkes eşit zamı alır. Patron kimseyi bölemez. Ama tabii ki çalıştığımız yerlerde sendika olmaması birlik olup birlikte mücadele etmeyeceğimiz anlamına gelmez. Tam tersine bulunduğumuz işyerinde birlik olup mücadele etmek ve hakımız olanı savunmak gibi bir zorunluluğumuz var. Bir iş yerinde kendi başımıza mücadele edip kazanmak gibi bir şansımız yok. O yüzden birlik olmak zorundayız zaten patronların yapmak istediği de bizleri ayırmak. Biz işçiler, aynı ücreti aldığımızda ve zam dönemlerinde de aynı oranda zam aldığımızda, birbirimize daha çok güvenerek daha kolay hep birlikte tepki verebiliriz. Ama patronlar bunu bildiklerinden, bu durumla karşı karşıya kalmamak için bizlere örgütsüz olduğumuzda ayrı oranlarda zam yapıyorlar ve aynı işi yapan işçilere farklı maaşlar veriyorlar. Yapılan farklı zamlar, biz işçiler arasında: “Ben daha fazla zam aldım az olana niye yardım edeyim ki? Az zam alan düşünsün.”, “Fazla zam alan bizden değildir.” gibi düşünceleri doğuruyor. Ama biz böyle düşündükçe hiçbir zaman hakımız olanı alamayız. Kriz dönemine damgasını vuran bir nokta da şu. Kriz öncesi dönemde yılda iki kez zam alırdık. Şimdi koşular değişti işsizlik oranı artıkça elimize geçen ücret daha da azalmaya başladı. Yılda iki sefer aldığımız zam da çoğu iş yerinde bire düştü oldu. Hata hiç zam alamayan arkadaşlarımızın sayısı oldukça fazla. Kısaca anlamamız gereken bir şey var. Ne kadar işçi kardeşimiz işsiz kalırsa o kadar zararlı çıkan biz oluruz. Biz zararlı çıktıkça da ücretlerimiz düşüyorsa, birlik olup mücadele etmek de daha fazla önem taşıyor demektir. Eğer ücretlerimizi belirleyen dışarıdaki işsiz kardeşlerimizse o halde onları da kendi saflarımıza çekip birlikte mücadele etmek zorundayız. İşli işsiz demeden birlik olup taleplerimizi ortaya koyup mücadele etmeliyiz. Yarın geç olmadan bugün birleşip mücadele edelim. Bu mücadelenin kalıcı ve güven yaratıcı olabilmesi için bir fabrikadaki mücadelemizde önemli taleplerimizden biri, herkese eşit ücret olmalı. Tabii bunun için de, tıpkı patronların zam dönemine çok öncesinden hazırlandığı gibi biz de önceden hazırlanmalıyız. Tek tek değil hep birlikte tepki koymalıyız. Ali Büyükdere (30 Ağustos 2009)
13
BİR KAVRAM
Geçiş Programı nedir? İşçiler bugün de olduğu gibi yüzyıllardan beri; 8 saatlik işgünü, grev, sendika gibi en temel hakları için mücadele etmişlerdir. Bu mücadelelerin etrafında örgütlenip, kendi deneyimleri sayesinde, patronlar sınıfının en ufak çıkarının bile kendi zararına olduklarını anlamışlardır. Ancak, bu eylemlilikleri doğrudan kapitalizmi devirmeye yönlendirecek devrimci bir programın ve bu programın var ettiği devrimci bir partinin olmayışıyla; verilen mücadeleler, çoğunlukla kapitalizmin ana damarlarına dokunamamış; yerel ve sonuçsuz kalmışlardır. Tam da bu noktada, patronlar sınıfı ve onun destekçisi sözde ‘devrimci partiler’ bilhassa işçilerin verdikleri mücadeleleri “asgari” ve “azami” olarak ikiye bölen programlar icat edip, verilen gündelik mücadeleleri demokratik mücadeleler diye kapitalizm içi çözümlere bağlamışlar. Birebir işçi denetimini ve iktidarını getirecek talep ve sloganları ise sosyalist diye ayırarak hiç gelmeyecek bir güne havale etmişlerdir. Halbuki bugün burjuvazi, en basit demokratik talepleri bile sistem içinde karşılayamayacak güçte ve karşılamamak niyetindedir. Bu yüzden en temel demokratik talep bile işçi sınıfının kendi denetiminde ve yönetiminde sağlayabileceği bir sosyalist talep haline gelmiştir. Bu noktada geçiş programı mantığı da işçilerin en temel gündelik talepler için mücadelelerinden kazandıkları bilinç ile sosyalist talepler arası bağ kuran bir köprü işlevi görmüştür. 1905 ve 1917 Rus Devrimleri ile I. Dünya Savaşı sonrasındaki devrimci patlamaların derslerini özümseyen Komünist Enternasyonal de bu gerçekler ışığında, III. Kongresi’nden itibaren bir geçiş programı kaleme almış ve IV. Kongresi’nde aldığı bir kararla bunun gerekliliğini açıkça ifade etmiştir. 1938’deki IV. Enternasyonal’in Kuruluş Konferansı için geliştirdiği Geçiş Programı ile Troçki, bu Leninist geleneği sürdürmüştür. Bu program her şeyden önce, somut durumun somut analizine dayanır. Bugünün sorununa çözüm üretebilmek amacıyla bütünsel bir analiz için gereken yöntemi sunar. Bir örnekle açıklayalım; bugün işten çıkarmaların olduğu, işçilerin maaşlarının tam ödenmediği işyerlerindeki işçilere sağlanacak kısmi iyileştirmeleri, ‘adil’ bir ücreti savunmak yerine; işten çıkarmaların yasaklanmasını talep etmek, var olan işlerin tüm işçiler- işsizler- arasında eşit olarak bölünmesini savunmak, enflasyon oranına göre hesaplanmış bir zam oranını temel alan oynak merdiven sistemini önermek işçilerin bir sınıf olarak elini güçlendirecek taleplerdir. Yine aynı durumda tüm işyerlerinde sendikalaşmayı yasallaştıracak, kolaylaştıracak çalışmaların gerekliliğini söylemek işçilerin bizzat patronlar sınıfına karşı bir mevzi kazanmasını sağlayacak bir taleptir. Bu talepler işçinin aza kanaat etmesini değil, bizzat bir sonraki adımında işyeri kapatmalarına karşı işyeri işgallerini getirecek, işçi denetimini sağlayacak, işçilerin özörgütlenmelerini yaratacak taleplerdir. Bu taleplerle kendiliğinden gelişen hareketi, bir taşeronun patronundan ziyade, bizzat bütün bir sınıf olarak patronlara karşı yöneltebilecek yegane güç; örgütlü işçi sınıfının devrimci partisidir ve bu partinin programı da günün ihtiyaçlarına uygun taktiklerle geliştirilmiş geçiş programıdır. Geçiş programı mantığı, Lenin, Troçki ve Moreno gibi devrimci önderlerin geliştirip bizlere bıraktığı çok önemli bir mirastır.
14
ULUSLARARASI
Afganistan...
Emperyalizmin demokrasi güldürüsü 21 Ağustos’ta Afganistan’da, işgalin ardından ikinci cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. İşgalci güçler için işlerin giderek sarpa sardığı Afganistan’da, ABD emperyalizmi ve müttefikleri açısından bu seçimlerin önemli bir yeri vardı
Atakan Şemsi, 31 Ağustos 2009 Bu nedenle, Taliban’ın boykot çağrıları ve sandığa gideceklere yönelik saldırı tehditleri altında, seçimlerin güvenliğini sağlamak için olağanüstü çaba sarf edildi. Seçim sürecinde 300 bin NATO ve Afgan askeri güvenliği sağlamaya çalışırken, güvenlik için harcanan para 300 milyon dolar civarındaydı. Afgan Seçimlerinin Önemi • İşgalden bu yana 8 yıl geride kalırken, direniş, gücünü her geçen gün arttırıyor. İşgalcilerin durumu ise giderek kötüleşiyor. 2009 yılı henüz tamamlanmadığı halde, NATO kuvvetleri, en yüksek askeri kaybına bu yıl ulaşmış durumda. Yine bu yıl, ABD, mevcut asker sayısını, neredeyse iki kat arttırmak zorunda kaldı. Böylece ABD’nin Afganistan’daki asker sayısı 50 bine ulaşmış durumda. “Demokrasi şampiyonu” Barack Obama ise, Afganistan’ı “terörizme karşı savaş”ın merkezine oturttu. Bu sene Afganistan’a 20 bin ABD askeri gönderilmesi kararının altında onun imzası var. Öte yandan, ABD halkının Afganistan savaşına desteği giderek azalmakta. Bu gerçek, bizzat ABD genelkurmay başkanı tarafından itiraf ediliyor ve kendisi durumu kaygı verici bulduğunu belirtiyor. İşte ABD’nin ordularını Irak’tan Afganistan’a kaydırmaya ve tüm dikkatini Afganistan üzerinde yoğunlaştırmaya başladığı bu dönemde, Afgan seçimleri büyük önem taşıyordu. Zira yüksek katılımlı ve olaysız geçecek bir seçim; işgalci kuvvetlerin kamuoylarına ve dünyaya, ülkeye “demokrasi” ve “özgürlük” getirme vaatlerini gerçekleştirme konusunda mesafe aldıklarının propagandasını yapmak ve işgalin meşruiyetini tesis etmek açısından önemli bir malzeme sağlayacaktı. Ayrıca bu, Afgan halkı nezdinde, Taliban’a karşı işbirlikçi yerel hükümetin hegemonyasını arttırmak için de bir araç olacaktı. Ne var ki, seçim sonuçları işgalciler açısından tam bir hayal kırıklığı yarattı. Bunun başlıca sebebi, seçimlere katılım oranındaki düşük düzey. İlk cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, katılım oranı yüzde 70’ler düzeyindeyken, bu seçimlerde katılım oranı yüzde 40 civarında. Bu oran, Taliban’ın güçlü olduğu Kandahar’da, Helmand’da yüzde 5’i dahi zor buluyor. Öte yandan, yapılan usulsüzlükler, seçim sonuçlarını belirleyici nitelikte. Seçim gözlemcileri, sandıkların sahte oylarla doldurulduğunu, birden fazla oy kullananlar olduğunu, bazı sandıklarda adayların temsilcileri tarafından seçim görevlilerinin kapı dışarı edildiğini, vs. rapor ediyorlar. Bu gerçekler ortadayken, AB gözlemcilerinin seçimlerin “iyi ve adil” geçtiği tespiti; AB’nin demokrasi standartlarını yansıtması açısından da epey manidar. Onlara göre, katılım oranındaki düşüklüğe, seçimlerin bir sıkıyönetim atmosferinde geçmesine ve onca usulsüzlüğe karşın, seçimlerin yapılabiliyor olması bile başlı başına bir “başarı”... Ve son olarak, seçimlerin en güçlü iki adayı Karzai ve Abdullah’ın yüzde 50 veya üstünde oy alamayacağının ortaya çıkması, emperyalistler açısından bir başka sorunu oluşturuyor. Çünkü bu şartlar altında, cumhurbaşkanının kim olacağı ikinci turda belli olacak. Bu durumsa, güvenliği sağlanması gereken bir başka seçim ve dolayısıyla harcanması gereken bir başka deste para (yüz milyon dolarlar!) anlamına geliyor.
Dolayısıyla, emperyalizm seçimlerde umduğunu bulamazken, Taliban’ın seçimlerden politik olarak güçlenerek çıktığını söylemek mümkün. Halkın çoğunluğunun boykot çağrılarına uyması veya uymak zorunda kalması, Taliban’ın gücünü gösteriyor.
de görev alıyor ve sıcak çatışmalara girmiyorlar. NATO Sekreteri ise, Türkiye’de bir gazeteyle yaptığı söyleşide, Türkiye muharip güç gönderirse bunun kendileri için “çok büyük memnuniyet yaratacağını” söylemekten çekinmiyor.
Öte yandan, güvenlik seviyesinin en yüksek düzeyde olduğu, seçimlerden beş gün öncesi, başkent Kabil’in en iyi korunan bölgesine düzenlediği saldırıda Taliban’ın 7 NATO askerini öldürmesi, direnişin askeri etkinliğini göstermesi açısından önemli bir veri ve emperyalizme verilen sembolik bir gözdağı oldu.
Ne var ki, Türkiye egemenlerinin kısa vadeli planlarında, Afganistan’a muharip güç göndermenin yer almadığı anlaşılıyor. Fakat bu zor dönemlerinde, emperyalist müttefiklerini yüz üstü bırakacak kadar vefasız da değiller! Rasmussen’in Dışişleri Bakanı’yla yaptığı görüşmenin ardından, Bakan Davutoğlu, Türk gücünün Kasım ayında Kabil Bölge Komutanlığı’nı devralacağını ve 805 asker daha göndererek, asker sayısını 1600’e çıkaracaklarını açıklıyor. Böylelikle Türkiye muharip güç göndermese de, Afgan ordusunun eğitiminde daha fazla görev üstlenerek, emperyalist saldırganlığa “küçük ama anlamlı” bir katkı sunmuş oluyor.
Afganistan’a 805 asker daha! • Bu arada, Afganistan’daki oy sayım süreci devam ederken, NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in Türkiye ziyareti, Afganistan’daki Türk ordusunun varlığı ve işlevini tekrar gündeme taşıdı. Direnişle çatışmalar şiddetlendiğinden bu yana ABD, NATO ülkelerine daha fazla asker göndermesi ve ülkedeki askerlerinin Güney ve Doğu’daki çatışmalara katılması yönünde baskı yapıyor. Türkiye de bu baskıdan muaf değil, kuşkusuz. Türkiye’nin Afganistan’da hâlihazırda 795 askeri bulunuyor. Bu askerler, Afgan ordu ve polisinin eğitimin-
Türkiye işçi ve emekçilerininse, Türk ordusunun Afganistan’da emperyalizmin taşeronluğunu yapmasında hiçbir çıkarı yok! Türk ordusunun Afganistan’dan ve yalnız Afganistan’dan değil, Lübnan’dan, Kosova’dan, Bosna’dan geri çağrılması acil bir görev olarak önümüzde durmayı sürdürüyor...
ULUSLARARASI
15
Güney Kore...
Bir direnişin öyküsü: Ssangyong Motor Fabrikası Grevi Dicle Nadin, 30 Ağustos 2009 Güney Kore’de araba imalatı yapan ve yüzde 51 hissesi Çin’in Şanghay Otomotiv Sanayi Şirketi’ne ait olan Ssangyong Motors fabrikası, içine düştüğü mali sıkıntı nedeniyle iflas başvurusunda bulunmuş, iflasa karşı korunma elde etmek için de, işgücünün yüzde 36’sını (yaklaşık 2600 işçi) işten çıkaracağını açıklamıştı. İflas mahkemesinin aldığı kararın ardından, nisan ayında fabrikadaki işçiler beklemekte olan işten çıkarmalara karşı tepkilerini uyarı grevleriyle gösterdiler. Bu tepkiler işten atılan işçilerin listesinin açıklandığı 22 Mayıs’ta, 1700 işçilik bir greve, fabrikaya el konulmasına ve işgale dönüştü. Grev, üç temel talep üzerine odaklanıyordu: İşten çıkarmaların, geçici ve taşeron çalıştırmanın son bulması. Şirket, 1700 işçiyi erken emekliliğe zorlayarak, 300 geçici işçiyi işten attı. Fabrika işgalinin merkezinde, her birinde 10 işçinin bulunduğu ve eylemleri koordinasyon içinde yürütmek için birer delege (chojang) seçen 50-60 taban grubu vardı. Öte yandan muhtemel polis saldırısına karşı koyabilmek için de, işçiler, savunma araçları stoklaya-
rak, polisin saldıramayacağı bölüm olan, boyahane bölümünde yoğunlaşma kararı aldılar. İlerleyen süreçte, Kore devleti, polis ve çeteler aracılığıyla, işçilere yönelik vahşi bir “üretime dönüş” operasyonu başlattı. Bu operasyonda, yüzlerce kişi yaralandı. Bunun üzerine, KMWU (Kore Metal İşçileri Sendikası) genel grev ilan etti, sokak kampanyaları örgütledi. Fakat polis fabrika dışındaki destekçilere de saldırdı. Fabrikanın üzerinde dolaşan polis helikopterlerinden göz yaşartıcı gaz torbaları atıldı, bu torbalar içindeki kimyasallar, çarptığı straforları bile eritiyordu. İşçilerin ciltlerinde ciddi yanıklar oluştu; bulundukları boyahane bölümüne dışarıdan yiyecek, içecek ve ilaç girişi yasaklandı. Elektrik ve suyun da kesilmesiyle, grevciler ölüme terk edildi. Ağır yaralanan ve ölen işçilere rağmen, diğer grevciler direnişe devam ettiler. Grev, KMWU’nun “barış içinde yapılacak bir müzakere süreci” isteminin aksine, adeta bir “meydan muharebesine” dönüştü.
yönetimi ile korkunç bir uzlaşmaya varmasıyla, yenilgiye uğradı. Bu uzlaşmaya göre, işgalcilerin yüzde 52’si erken emekliliğe ayrılacak, kalan yüzde 48’i de bir yıllık ücretsiz izne çıkacak, eğer ekonomik koşullar elverirse işe geri alınacaklar, işe alındıklarında da iki günlük vardiyalı çalışma sisteminde çalışacaklar. Maalesef yenilgileri bu uzlaşmayla sınırlı değil. Güney Kore iş yasalarına göre mümkün olan ve geçmişte birçok grevciyi sefalete mahkûm eden bir uygulama da, işverenin grev sırasında verilen zararı sendikadan ve işçilerden talep etme hakkının olması.
Çatışmalar devam ederken, ağustos ayı başında nihai müzakere süreci, sendika ile yönetim arasında yeniden başlatıldı. Bu müzakere, Ssangyong işçilerinin kahramanlıklarına ve inatçılıklarına karşın, sendikanın şirket
Ssangyong yenilgisini yalnızca, sendikanın, grevi kontrol altında tutmaya çalışması ve uzlaşması ya da polisin ağır baskısıyla açıklayamayız. Bunların hepsi önemli faktörlerdir, fakat işçilerin hepsi bütün bu zorluklara rağmen militanca direnişe devam etmişlerdir. Ülke çapında ya da uzağa gitmeye gerek yok, Çinli şirketin işçilerinin üretimden gelen güçlerini kullanarak verecekleri her desteğin, dünyanın dört bir yanında kriz mağduru emekçilerin savaşımıyla birleşmesi, yenilgiyle sonuçlanan bu tip direnişlerin kaderini dünya emekçilerinin lehine değiştirmeye yetecektir.
Darbe üzerinde yükselen askeri ve sivil kesimleri tehdit eden birinci unsur işte bu olasılığın gerçekleşme ihtimali. ABD emperyalizmi de bu olasılığı görmüş olmalı ki, ilk andan itibaren açıkca darbecileri destekler bir pozisyondan kaçınarak, “Arias planı” aracılığıyla Devrik başkan Zelaya ile darbeci sektörler arasında bir anlaşma zemini yaratmaya soyundu.
doğrultusunda ve pasif direniş yöntemleriyle hareket etmeyi önermekte. Oysa geride kalan dönem darbecilere karşı pasif direniş metodlarıyla karşı koymanın ve hatta darbecileri dize getirmenin olanaksız olduğunu ortaya koymakta. Bu emperyalist plana dönük en ufak bir güven, kaçınılmaz olarak beraberinde direnişin çözülmesini getirecektir.
Yaşanan sürecin Honduras sınırlarını aşan etkileri olacağı aşikâr, zira son 20 yıl içinde Latin Amerika düzeyinde başarıya ulaşmış bir askeri darbe gündeme gelmedi. 2002 yılında Venezüella’da ve 2005 yılında Bolivya’da yürürlüğe konmaya çalışılan darbe girişimlerinin kitle seferberliklerince ezildiği hâlâ hatırlardadır. O nedenle Honduras emekçilerinin halen durdurulamayan direnişleri ya da bu direnişin uğrayacağı yenilgi olasılıkla dünya sınıf mücadelesinde belirleyici sonuçlara da yol açacaktır.
Honduras’ta Zelaya halen direniş güçlerinin büyük kesimlerini etkisi altında tutmayı başarıyor. Fabrikalar, işçi mahalleleri ve okullardaki günlük mücadelenin önderliğini ise, “Darbeye karşı direniş cephesi” üstlenmekte. Önceki sayımızda da darbeyi yenilgiye uğratmak açısından önemini vurguladığımız bu sektör, birçok, politik ve sendikal örgütün oluşturduğu bir cephe. Ne var ki, şu ana dek bir çok kahramanca mücadeleye önderlik etmiş olan bu cephe içinde bulunduğumuz yol ayrımında ne Zelaya ile arasına net bir ayrım koyuyor ne de Zelaya tarafından giderek içi boşaltılan direniş hattının sınırlarını, aşabilecek bir devrimci hattı oluşturabiliyor. Mücadelenin seyrinin emekçi yığınlar açısından ve kalıcı mevziler temelinde dönüştürülebilmesinin başlıca yolu “darbeye karşı direniş cephesinin” böylesi bir inisiyatifi üstlenebilmesinden geçecek.
Honduras...
Direniş yol ayrımında Murat Yakın, 2 Eylül 2009 Honduras’da devlet başkanı Manuel Zelaya’nın devrilmesi ve emekçiler üzerinde sert bir saldırı dalgasıyla sonuçlanan askeri darbe ikinci ayını doldurmuş olsa da ülke içinde ve dışında darbecilere karşı geliştirilen kitle seferberlikleri durulmuyor. Aradan geçen iki aylık zaman diliminde, ne ABD emperyalizmi tarafından önerilen ve Kostarika devlet başkanı Oscar Arias’ın arabuluculuğuyla ve devrik başkan Zelaya’nın desteğiyle gündeme gelen yatıştırma planı yürürlüğe konabildi ne de, darbecilerin hükümet başkanı Micheletti darbe karşıtı seferberlikleri yatıştırabildi. Honduras emekçilerinin geçtiğimiz günlerde başkent Tegucigalpa’ya doğru ülkenin dört bir yanından çeşitli direniş örgütlerinin katılımıyla gerçekleştirdiği devasa gösteri, darbecilerin henüz kitleler nezdinde ne denli meşruluktan uzak olduklarının da açık bir göstergesi. Honduras emekçilerinin mücadelesinin merkezinde kuşkusuz darbecileri ve onların yasadışı hükümetinin başkanı Micheletti’yi yenilgiye uğratmak yer alıyor.
Göreve dönebilmek için Zelaya’nın adeta can simidi gibi sarıldığı Arias planı kitleleri yatıştırmayı; ve Zelaya’yı yeniden iş başına getirirken darbecilerin tüm belirleyici taleplerini de kabul etmeyi ön görmekte. Dahası Zelaya Honduras’taki direniş güçlerine bu plan
Mesafe almaya devam ediyoruz! Üç aylık sosyalist düşünce dergisi Mesafe’nin 2. sayısı eylül ayında okuyucu ile buluşuyor. “Ekonomik krizin sistemin tümüne yayıldığı ve dünya kapitalizminin ana merkezlerini sarsmaya başladığı bu günlerde, yoksul kitleler için büyüyen aç ve açıkta kalma tehdidi altında, kapitalizmin içine girdiği krizi analiz edebilmek, –üstelik kelimenin birincil anlamıyla- hayati” tespiti ile bu sayının dosya konusu “Kriz” olarak belirlenmiş. Yusuf Barman, Dünya Ekonomik Krizi ve Olasılıklar; Erol Yeşilyurt, neoliberalizm ve finansallaşma arasındaki ilişkiye ve finansallaşma sürecinin eğilimlerine değindiği Uçurumun eşiğinde: Kriz ve Casino Kapitalizmi başlıklı yazıları ile dünya ekonomik krizinin analizi noktasında katkı sunarlarken; Ş. Sandıkçı’nın Türkiye’de Kriz yazısı ile de krizin Türkiye’deki etkilerine bir giriş yapılmış oluyor. Dosya ayrıca, Brezilyalı Marksist ekonomist José Martins’le kriz üzerine yapılan söyleşinin de çevirisini yayımlıyor. Yanı sıra, dosya dışı yazılar, kitle kültürü ve toplumunun olabilirliği, açlık sorunu ve kentleşme gibi konuları ele alıyor. Öte yandan, bu sayı, krizi toplumsal cinsiyet ve kadın ücretli emeği noktasından da yorumlama çabasında... Güz sayısının ayrıntılı içeriği ve satış noktaları hakkında bilgi için:
www.enternasyonalyayincilik.net Abonelik için: mesafedergisi@gmail.com
29 yıl sonra 12 Eylül;
Bir kırılma anı olarak 12 Eylül
12 EYLÜL
BİLANÇOSU 650 bin kişi gözaltına alındı, ağır işkencelerden geçirildi 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50 devrimci asıldı. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 144 kişi cezaevlerinde öldü. 4 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi “kaçarken” vuruldu. 95 kişi çatışmada öldü. 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi. 43 kişinin intihar ettiği bildirildi. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı. 338 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına çıktı. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis istendi. 3 gazeteci silahla öldürüldü. 39 ton gazete ve dergi imha edildi.
Tüm dünyayı sarsan ve cumhuriyet tarihinin en derin daralmalarından birine yol açan krizden en çok zarar gören ve sayıları 12 milyonu bulan ücretli nüfustan toplu sözleşme yapabilen işçi sayısı kaç sizce? 2001-2007 dönemi yıllık ortalama 400 bin!.. Yani, ücretlilerin ancak yüzde 3’ü bu en temel ekonomik-demokratik hakkı kullanabilmekte. Ya greve kaç kişi çıkabilmiş dersiniz? 2002-2008 döneminde yılda ancak 6 bin 500 işçi greve çıkabilmiş!.. Kabaca bir hesapla, 12 milyon ücretli emekçinin hepi topu 400 bini toplu sözleşmeden yararlanabiliyor ve bunlardan da ancak 6 bin 500 kişi grev hakkını kullanabilmiş. Peki, ya toplu sözleşme hakkını kullanamayan yüzde 97’lik emekçi kesimin durumu ne? Bugünün Türkiyesinde, üç milyon kayıtsız işçi kaçak çalıştırılıyor. 2 milyon dolayında memurun grev hakkı yok. 8,5 milyon sigortalı işçinin 2,5 milyonu 10’dan az çalışanı olan küçük işyerlerinde çalışıyor. 10 ile 49 kişilik işyerlerinde çalışanlar da 2,5 milyon ve bu küçük işyerlerinin kapısından içeri sendika sokulmuyor. Yüzde 16’lık “resmi” işsizlik oranlarından, Bu oranın yaklaşık yüzde 30’unun ise genç ve donanımlı çalışanlardan yani, ülkenin gelecek yatırımından oluştuğundan hiç söz etmeyelim isterseniz. İşte tam 29 yıl sonra bu gün,12 Eylül’ün emekçiler, demokrasi mücadelesi ve özgürlükler açısından ülkeyi getirdiği nokta bu. Hürriyet gazetesindeki sırça köşkünde Ertuğrul Özkök, bir kez daha 12 Eylül’ün peşinin artık bırakılması gerektiğini, askeri darbenin ülkeye barış ve huzur getirdiğini Türkiye’nin nihayet seçkin ülkeler arasındaki yerini almış olduğunu vaaz etmiş. Oysa 29 yıl sonra varılan yeri, geçtiğimiz günlerde açıklanan UNDP İnsani Gelişme Endeksi’nde Türkiye’nin yerini bularak anlamak mümkün. Dünyadaki 117 ülke arasında “insanlık dışı yaşam koşulları” açısından 23. sırada Türkiye. Bugün işçilerin ve emekçilerin yaşadığı sendikasızlaşmanın, örgütsüzlüğün, sefaletin, yoksulluğun, en temel demokratik haklardan yoksunluğun temelinde, 12 Eylül’ün yarattığı bu ‘kırılma anı’nın izleri var ve bize bu dava kapandı bırakın bu işin peşini artık diyorlar. 12 Eylül ruhu •24 Ocak kararları göz önünde bulundurulmadan 12 Eylül darbesini kavramak imkânsız hale gelecektir. Zira 24 Ocak’ta karar altına alınan, ucuz emek gücüne dayalı ihracat modeli ve sınıf mücadeleci temelde bir sendikacılığın olanaklarının top yekün imhası, ancak 12 Eylül askeri darbesi yoluyla gerçekleşebilmiştir. 12 Eylül darbesi 1980’de tıkanan sermaye birikiminin yolunu ucuz, örgütsüz, uysal, giderek işsizlikle terbiye edilmiş bir emek sömürüsü ile yeniden açmış, birikim çarklarını yeniden işler hale getirmiş ve bunu bu gün bile aşmanın mümkün olmadığı 1982 Anayasası ile kurumsallaştırarak emek hareketinin bütün mevzilerini yerle bir etmiştir. Ağır bir borç yükü, sıcak paraya bağımlı kılınmış bir ekonomi çarkı ve azalmak bilmeyen bir işsizlik ve gelir uçurumu... İşsizlikle terbiye edilmiş, ucuza çalıştırılan, sosyal güvenlik hakkı bile elinden alınan, sosyal devlet hizmetlerinden mahrum bırakılmış, örgütsüz, tepkisiz, teslim alınmış kimi işsiz, kimi yarı aç, geleceksiz geniş bir emek yığını. İşte sermayenin kazancı... Bu güne dek, “1982 Anayasası’nın değiştirilmesi” ve 12 Eylül’ün yol açtığı tahribatın “restore edilmesi” adına yapılanlar, köhne bir binaya dış cephe makyajı yapmaktan öteye gidebilmiş değil. Dahası, geride kalan dönem boyunca 12 Eylül ruhunun ‘güncellenmesi’ olarak değerlendirilebilecek hamleler yapıldı. Kürt sorunu bağlamında yaşanan olağanüstü haller, Susurluklar, 28 Şubatlar, e -muhtıra girişimleri de böyle hamleler değil miydi? Derin bir ekonomik krizin ortasında ve en temel demokratik mevzilerin bile gerisine düşmüş olduğumuz şu günlerde, askeri darbenin işçiler için hızlı bir yoksullaşma, demokratik hakların imhası ve korkunç bir baskı düzeni anlamına geldiğini görmemek için kör olmak gerekiyor. 12 Eylül darbesinin ürünü anayasayı “demokratikleştirecekleri“ iddiasını ileri süren AKP hükümeti 12 Eylül ruhundan güç almadan işsizlik fonu nemalarını bütçeye aktarıp yağmalamaya girişebilir miydi? 12 Eylül ruhuyla hesaplaşmadan bu yağmayı durdurmanın olanağı yok. Zira işçi sınıfı açısından artık kaybedilecek mevzi, verilebilecek taviz kalmamış durumda. Tüm toplumu kucaklayarak, sosyal ve demokratik bir dönüşümü gerçekleştirebilecek yegane bağımsız güç olarak, tarih işçi sınıfını sahneye çağırıyor. Murat Yakın, 2 Eylül 2009
www.iscicephesi.net