10.Ekim.2009

Page 1

Arka Plan, Murat Yakın yazdı, sayfa 8-9’da... Yaşamakta olduğumuz büyük ekonomik krizin Türkiye’yi “teğet geçmekte” olduğu söylemi yerini artık hükümetin “ya kısmet” kaderciliğine terk etmiş durumda. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “Allah kısmet ederse Ocak ayına kadar bu ekonomik krizin tüm etkileri silinecek, yeni yıla biz tertemiz pırıl pırıl yepyeni imkânlarla gireceğiz” diyor.

Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 10 • Ekim 2009 • Fiyatı: 1,5 TL

Orta vadeli ekonomik program:

“Kriz biter, işsizlik kalır!” Son haftalarda burjuva politikacılar ve medya tarafından, krizin bittiği ve 2010 yılında bir toparlanma olacağına dair bir yaygara koparılıyor. “Krizden çıkış”a yorulabilecek her bir küçük verinin üzerine atlayarak, bunları ruhumuza su serpmek için birer dayanak olarak kullanıyorlar.

borcunu dış krediyle kapatmayı planlayan hükümet için, bu son derece önemli ve bunun için yapılması gerekenler de belli: Sıkı bir mali disiplin ve neoliberal politikaların sürdürülmesi. Bu şartlar altında, sosyal güvenlik harcamalarının kısılması, kamunun elektrik dağıtımı ve şeker üretimi alanlarından tamamen çekilerek özelleştirilmenin sürdürülmesi, esnek çalıştırmanın yaygınlaştırılması hedeflenirken, mali disiplin çerçevesinde kamu yatırımlarında önemli oranda kısıtlamaya gidilerek, büyüme ve işsizlik oranlarında işçi sınıfının aleyhine hedefler belirleniyor.

Dünyada kriz patlak verdiğinden bu yana hükümetler piyasaya trilyonlarca dolar enjekte ederek, sistemi ayakta tutmaya çalıştılar. Devasa boyutlardaki “paket”lerle, ekonomilerde kısmi iyileşmeler gerçekleşmesi beklenmedik bir durum değil. Fakat bu iyileşmelerin kısa ömürlü; buna karşın krizin uzun erimli ve emekçiler açısından olanca şiddetiyle sürdüğü ise, yalın bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Emekçiler açısından krizin barometreleri işsizlik ve hayat pahalılığıysa eğer, bu noktalarda kısmi iyileşmelerden ziyade, işler giderek kötüye gidiyor. Geçtiğimiz günlerde hükümet tarafından önümüzdeki sürece ışık tutan önemli bir belge açıklandı: Orta Vadeli Ekonomik Program. Krizin Türkiye’yi teğet geçeceğini, ardından krizden en çabuk çıkan ülkenin Türkiye olacağını savunan hükümetçe hazırlanan bu programda; işsizlik oranları 2009’da yüzde 14,8, 2010’da yüzde 14,6 ve en son 2012’de yüzde 13,3 olarak öngörülüyor. 2008 yılı sonunda ise, işsizlik oranı yüzde 10 seviyesindeydi. Bu veriler altında teğetlik bir durumdan ya da krizden çıkıştan bahsetmek, pişkince söylenmiş bir kuyruklu yalan oluyor. Burada vurgulamak istediğimiz iki nokta var. İlk olarak, krizden çıkışa dair attıkları yalanın arkasında basit bir hesap yattığı. 2010’da toparlanma olacağına dair bir yanılsama yaratarak, emekçilerin işten çıkarmalara, ücret kesintilerine, zamlara karşı olası bir mücadelesinin önüne geçmek. İkinci noktaysa, burjuvazinin krizle birlikte emekçi sınıflar karşısında yeni bir güçler dengesi yaratmaya, bu kesimleri daha da geri mevzilere itmeye çalıştığıdır. Krizden önce, yüzde 10’luk işsizlik oranlarını kabul edilemez buluyorken, şimdi yüzde 15’lik

İşin gülünç tarafıysa, hükümetin IMF’yle müzakere sürecinde, IMF’ye kafa tuttuğu havası yaratarak prim toplamaya çalışması. IMF’nin geleneksel politikalarını aynen sürdüren, bizzat IMF’nin “memnuniyet verici” bulduğu program ortadayken Bakan Babacan’ın da belirttiği gibi, IMF’yle bir anlaşma gerçekten de “olmazsa olmaz, değil”...

seviyeleri kanıksamamız bekleniyor. Ücret kesintileriyle, çalışma şartlarının daha da esnekleştirilmesi ve yeni zamlarla karşı karşıyayız. Sonuç olarak, krizle birlikte burjuvazinin başlattığı taarruzun geçici bir durum olmadığını, mücadeleyle mevziler geri alınmadığı takdirde, bu yeni durumun kalıcı hale geleceğini, bir an olsun aklımızdan çıkarmamız gerekiyor. Bu bağlamda Orta Vadeli Program, önümüzdeki sürece dair, burjuvazinin saldırı planı olarak önümüzde duruyor. 2012’ye kadar, Türkiye’nin ekonomi politikasının çerçevesini çizen programda hükümetin, öncelikle uluslararası mali çevrelerin gözüne girmeye çalıştığını görüyoruz. Yüksek bütçe açığını ve iç

Krizin mevcut faturasına ve yeni saldırı planlarına karşı, kitle seferberliklerinden ve mücadeleyi yükseltmekten başka bir alternatifimizse bulunmuyor. Bugün tek tek işyerlerinde işten çıkarmalara, ücret kesintilerine, baskılara karşı pek çok grev ve direniş yaşanıyor. Fakat bu mücadeleler, işyeri merkezli ve yalıtılmış kaldıkça yenilgi çoğu kez kaçınılmaz oluyor. Hâlihazırdaki direnişler arasında koordinasyonun kurulması ve ekonomik mücadelelerin politik mücadeleye dönüştürülmesi, acil bir görev olarak önümüzde duruyor. Yalnız, aşılması gereken bu hedefin, Türkiye işçi sınıfına has bir sorun olduğu yanılsamasına da kapılmamalıyız. Başta Avrupa olmak üzere dünyadaki pek çok ülkenin işçilerinin acil ihtiyacı, tekil ekonomik mücadelelerin birleştirilmesi. Ve bir ülkede yaşanacak olumlu deneyim, uluslararası karaktere sahip olan işçi sınıfı için, mücadelenin yükseltilmesi adına bir işaret fişeği olabilir.

İşçi Cephesi (27 Eylül 2009)

BU SAYIDA

• sf 6 - Sosyal yıkım yasası 1 yaşında, Doğan Koca

• sf 2 - John Lennon, Pop ikonluğundan işçi sınıfı ozanlığına, Murat Yakın

• sf 6 - Münevver Karabulut cinayeti! , Kemal Boran

• sf 3 - Toplu görüşmeler ve KESK’in grev çıkışı, Şefik Sandıkçı

• sf 7 - Aynı gemide iken boğulan biz olduk, Dicle Nadin

• sf 3 - Türk-İş çerçeve anlaşma protokolünü imzaladı, Rukiye, B.

• sf 11 - Karaburun Bilim Kongresi’nden notlar, A. Ela Toprak

• sf 4 - Kürt sorununda açılanlar, Canan Yılmaz

• sf 14 - Amerikan sağlık sistemi sosyalleşir mi?, Sedat D.

• sf 5 - Patronların yaydığı felaket, sel oldu aktı!, Sedat D.

• sf 15 - Enerji Anlaşmalarının Türk Dış Siyasetinde Yeri, Oktay Orhun

• sf 5 - İşinin ehli bir kişi olarak sınıf bilinçli işçi, Oktay Benol

• sf 16 - Kurtarıcımız değilsiniz, kurtardığımız da olmayacaksınız!, Cemre Sava


2

İLAN TAHTASI

John Lennon:

Pop ikonluğundan, işçi sınıfı ozanlığına Murat Yakın, 29 Eylül 2009 Ardında sadece müzisyen olarak değil, yazar, oyuncu ve eylem adamı olarak da çok büyük bir efsane bırakan Beatles grubunun kurucusu John Lennon, 9 Ekim 1940’ta İngiltere’nin Liverpool kentinde dünyaya geldi. Annesi ve babası işçiydi. 1956’da lisedeyken, birlikte onlarca muhteşem şarkı üreteceği Paul McCartney ile tanıştı. Şubat 1958’de Paul McCartney George Harrison’u Lennon’a tanıttı. Daha sonra Stu Sutcliffe basçı olarak gruba katıldı ve grubun adının “The Silver Beetles” olmasını önerdi. Temmuz 1960’da grubun “The Silver Beetles” olan adı “The Beatles” adına çevrildi. The Beatles ile dünya çapında başarı kazandılar, bazı eleştirmenler tarafından dünyanın gelmiş geçmiş en iyi grubu olarak nitelendirildiler.

20 Mart 1969 yılında, sevgilisi avangard ressam ve konsept sanatçısı Yoko Ono’yla evlendi. 1971 yılının başında Lennon New York’a taşındı. Burada top ten listelerine giren “Imagine” parçasını yayınladı. Başlı başına bir sistem eleştirisi olan bu parça büyük yankı getirirken, Lennon politik faaliyetlere ağırlık vermeye, başladı ve Troçkist hareketle işbirliğinde bulundu. Lennon, yazdığı ve bestelediği parçalarıyla, katıldığı televizyon programlarındaki cesur, özgür açıklamalarıyla, peşinde dolanan kameralara verdiği zekice cevaplarıyla ve yaratıcı eylemleriyle insanları her daim barışa çağırıyor, Vietnam Savaşı’nı, emperyalizmi ve insanın insan tarafından sömürüsünü sorgulatıyordu. 1980 yılındaki trajik ölümüne kadar birçok noktada eylem adamı sanatçı ve kimilerine göre hayalperest bir deha olan John Lennon’ın abidevi bestesi “işçi sınıfı kahramanı”nı siz okurlarımızla paylaşıyoruz. Olunacaksa bir şey, işçi sınıfı kahramanı olunmalı.

İşçi Sını Kahramanı Daha doğduğun anda ezik olduğunu hissettirirler Tamamını vereceklerine hiç vakit vermezler… Acı dayanılmaz hale gelene kadar hiçbir şey hissetmezsin Olacaksan bir şey işçi sınıfı kahramanı ol… Evde canını yakarlar, okulda pataklarlar Zekiysen nefret ederler, aşağılarlar alıksan Kurallarına uymazsın kafayı yiyene kadar Olacaksan bir şey işçi sınıfı kahramanı ol... Yirmi küsür yıl eziyet edip korkuttuktan sonra Meslek edinmeni isterler Öyle korku dolu ki yüreğin, elin ayağın tutulur Olacaksan bir şey işçi sınıfı kahramanı ol... Din, seks ve televizyonla uyuştururlar seni Zeki, sınıfsız ve özgür sanırsın kendini Ama görebildiğim kadarıyla işe yaramazın tekisin Olacaksan bir şey işçi sınıfı kahramanı ol... SAYI: 10 • EKİM 2009 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Oktay Orhun (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 20 TL • Yurtdışı: 20 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Estet Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 1,5 TL

Üst kattakiler derler ki hep sana Öldürürken gülümsemeyi öğrenmelisin evvela Tepedekiler gibi olmayı istiyorsan eğer Olacaksan bir şey işçi sınıfı kahramanı ol... Eğer bir kahraman olmak istiyorsan yürü benim yolumdan… Eğer bir kahraman olmak istiyorsan yürü benim yolumdan...

John Lennon (1940 - 1980)

NE SAVUNUYORUZ? neyi hedefliyoruz? İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.


EMEK GÜNCESİ

3

Toplu görüşmeler ve KESK’in grev çıkışı

Kamu emekçilerinin toplu görüşmeleri, bu yıl da gergin bir şekilde başladı. İlk toplantının ilk sözünden itibaren karşılıklı restleşmelere sahne olan görüşmeler devam ediyor Şefik Sandıkçı, 28 Eylül 2009 Bu sene yapılan toplu görüşmelere geçmeden, 2002 yılından beri yürütülen görüşmelerin çıkışını hatırlamakta fayda var. Kamu kesimi toplu görüşmeleri, 25 Haziran 2001 de kabul edilen 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasası’nca düzenlenmiştir. Kamu emekçilerinin toplu sözleşme ve grev hakkı talebi etrafında süre giden mücadelesinin yenilgisinin ardından bu yasa ile toplu sözleşme hakkı yasaklanmış ve hükümetlerin güdümündeki toplu görüşme süreçleri böylece başlamıştı. Bu kanuna göre, kamu kesimi içerisinde örgütlü bir dizi sendikanın temsilcilerinden oluşan komisyon, her sene hükümetle masaya oturma hakkını yasal düzeyde elde ediyordu. Kamu kesimi içinde en çok üyesi bulunan sendika olan Türkiye Kamu-Sen de böylelikle temsil kurulunda büyük bir ayrıcalık kazanmıştı. Toplu görüşmelerin niteliği ve yaptırım gücüne geldiğimizde ise, ücret ve sosyal haklar bazında esas kararların verilmesi sürecinde, temsil kurulunun hiçbir rol oynamadığını görüyoruz. Bu anlamıyla sendika temsilcilerinin yılda bir kez toplanıp havaya konuştuğu bir müzakereden bahsediyoruz. Bu yılın görüşmelerinde iki belirleyici meseleyle karşılaşıyoruz. Bunların birincisi KESK’in grev hakkının tanındığı bir toplu iş sözleşmesini ısrarla talep etmesi ve görüşmeleri gayrı resmi olarak tanımlaması. Öyle ki KESK, bu sene için toplu sözleşme talebini yoğun bir eylem dizisiyle ifade etmeye başladı bile.

Bu ısrarın nedenlerinden birisi, KESK’e yönelik yoğun devlet baskısının yaşandığı bir dönemden geçiyor oluşumuz. Bir diğeri ise elbette krizin yarattığı etkileri yaşayan kamu emekçilerinin sürece müdahale etme isteği. İkinci mesele AKP’ye yakın bir sendika olan MemurSen’in üye sayısındaki artışın Kamu-Sen bürokratlarını korkutması. Kadrolaşmak konusundaki sıra dışı becerisi ile tanınan AKP hükümetinin 7 yıllık iktidarında kamu sendikalarında, özellikle işbirlikçi sendikalarda dengeleri şoven karakterli Kamu-Sen’in değil de ılımlı İslamcı Memur-Sen’in lehine çevirmesi beklenmedik

bir şey değil. Ve bu arpalık kavgasından toplu iş sözleşmesi talebinin çıkması beklenemez. Durumun böyle olduğunu, Kamu-Sen’in toplu sözleşme gündemini görüşmelerin sonuna atma gayreti açıkça gösteriyor. Bu şartlarda, diğer sendikalardan destek alması neredeyse imkânsız görünürken grevi önüne koyan KESK, aslında gerçekleşmesi mevcut güç ve örgütlülük oranında mümkün olmayan talepler ileri sürse de, kriz sürecinde hoşnutsuzluğu artan ve yakın zamanda gerçekleştirdiği mücadelelerle kendisini kanıtlamış kamu emekçilerinin içinde bu örgütlenme olanaklarını bulabilir. Bunu denemek dışında seçeneği de aslında yoktur.

Türk-İş çerçeve anlaşma protokolünü imzaladı 7 Temmuz’da Türk-İş ve hükümet arasında Türkiye genelinde 250 bin işçiyi kapsayan bir çerçeve anlaşma protokolü imzalandı Rukiye B., 28 Eylül 2009 İmzalanan anlaşmaya göre ücretlere 2009’un ilk altı ayında yüzde 3, 2009’un ikinci altı ayında yüzde 5,5 oranında artış yapılacak. 1100 TL’nin altındaki ücretlere 1100 TL’yi aşmamak kaydıyla 60 TL iyileştirme zammı yapılacak. 2010 yılında ise ücretlere her iki yarıyıl için, yüzde 2,5’erlik zam yapılması konusunda anlaşma sağlandı. Enflasyon oranının belirtilen zam oranının üzerinde olması halinde aradaki fark oranı kadar ayrıca zam yapılacak. Sosyal haklarda da aynı artış oranları geçerli olacak. Petrol-İş “eksik” dedi! • Petrol-İş, çerçeve protokolün kabul ettiği zam oranını ve sosyal kazanımları tanısa da anlaşmanın Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’na göre hukuki geçerliliğinin ve hiçbir yaptırımının olmadığını belirtti. Petrol-İş’te toplu sözleşme yapılamayan iki işyeri kaldı. Bu işyerleri TPAO (Türkiye Petrolleri) ve BOTAŞ (Boru hatları ile Petrol Taşıma.) Sendika TPAO’dan 1)Ücret dengesizliklerinin giderilmesi ve ücretlerin iyileştirilmesi, 2)Sondaj priminin arttırılması, 3) Çalışılmış sayılan sürelerin yeniden düzenlenmesini istiyor. Temel olarak sorun ücret dengesizlikleri ve düşük üc-

retlerden kaynaklanıyor. Kamu işletmelerine yıllardır uygulanan IMF politikaları nedeniyle düşük ücretli iş gücü alımı yapıldı. Son iki yılda giren işçilerin tahsili daha yüksek olmasına karşın maaşları çok daha düşük! Bu taleplerle hem eşit işi yapan işçilerin eşit ücret alması hem de ücret göstergelerinin günün koşullarına göre yeniden düzenlenmesi sağlanmaya çalışılıyor. Kamuda grev yasağı olduğu için yasal prosedür gereği sorun Yüksek Hakem Kurulu’na gönderildi. Ama bu işçileri engellemedi. İşçiler mücadeleye başladı • Tehditlere aldırmayan 3 bin 400 işçi Batman, Adıyaman, Ankara ve Trakya’da 17 Ağustos’ta mesai bitiminden sonra işyerlerini terk etmeyerek direnişe başladılar. Eylemin Batman’daki başlangıcında işçiler davul zurna eşliğinde halaylar çekip “ferman işvereninse atölyeler bizimdir” gibi sloganlarla eylemin fitilini ateşlediler. 19 Ağustos’ta işçiler 24 saat boyunca iş durdurdular. Yine bu eylem sırasında Batman’da sık sık “işçiyiz, haklıyız, kazanacağız”, ”savaşa değil emekçiye bütçe”, “sendika nerede, biz oradayız”, ”kahrolsun IMF, işbirlikçi AKP” gibi sloganlar atıldı. 1 ve 2 Eylül’de sorunun çözülmemesi işçileri hasta etti ve toplu vizite eylemine çıkıldı. Ayrıca Ankara şube başkanı ve mali sekreter açlık grevine başladı.

11 Eylül’de ise TPAO ve BOTAŞ işçileri Ankara, Batman ve Adıyaman’da AKP il ve ilçe merkezleri önünde sorunun çözümüne engel olan AKP’yi protesto ettiler. 15–16 Eylül’de Ankara TPAO’nun önünde ise 48 saatlik oturma eylemine tam katılım sağlandı. Tehditler ve krizde işten çıkarılma tehlikesi olmasına karşın daha çok para alan işçinin onunla eşit işi yapan arkadaşına destek olmak için bunlara katlanması eylemlerin sınıfsal karakterinin güçlülüğünü gösteriyor. Mücadele devam ediyor…


4

POLİTİKA

Kürt sorununda açılanlar Canan Yılmaz, 26 Eylül 2009 Geçen sayımızda Kürt sorununu bir ulusal sorun olarak tanımlarken, bu ulusal sorununun çözümünü de Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasından hareketle değerlendirmiştik. Bu hakkın birleşme ya da ayrılma şeklinde tezahürünü tamamıyla Kürt halkının tasarrufuna bırakırken, bu hakkı içermeyen demokratik veya kültürel kazanımların şüphesiz siyasal bir eşitliğe dayanmayacağını, köklü yapısal değişiklikleri içermeyeceğine dair güvensizliklerimizi de eklemiştik. İlkesel tutumumuzu ön plana çıkarırken, öte yandan Türk burjuvazisi için ‘yeni’ bir sayfa, Kürt ve Türk işçi, emekçiler içinse bir fatura anlamına gelecek bir açılımın çözüm olamayacağını belirttik. Bu açıdan “Neden ve nasıl bir çözüm” sorusunun cevabının gerçek niyeti belli edeceğini söyledik. Bu yazıda ise; ‘Kürt Açılımı’nı geçtiğimiz ayın haberleri üzerinden bir kez daha tahlil etmeye çalışacağız. Sorunları yaratanların, şimdi neden bir çözüm istediklerini ve çözümden ne anladıklarını açıklamak gayemiz olacaktır. “Demokratik Açılım” kapatıldı • Geçtiğimiz ay yedi DTPli’nin gözaltına alındığını, bunun üzerine Mardin’de yapılan protestolarda da 2 kişinin daha gözaltına alındığını yazmıştık. 11 Eylül’de ise, 10 DTP üyesine tutuklama kararı çıktı. Bayram süresince “Kürtler bir ulusal kimlik olarak tanınsın; tutuklanan partililer serbest bırakılsın” talepleriyle Diyarbakırlılar DTP’ye yönelik baskıları protesto ettiler. Geçen sayıda da bahsedildiği gibi, Günlük gazetesinde çıkan, Toronto Üniversitesi Yakındoğu ve Ortado-

ğu Medeniyetleri Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Amir Hassanpour’un “Gelişen dünya dilbilim düzeninde dilsel haklar: Devlet, pazar ve iletişim teknolojileri” başlıklı yazısı ‘örgüt propagandası’ sayılarak gazete bir ay kapatma cezası almıştı. 22 Eylül’de ise Günlük gazetesinin devamcısı Demokratik Açılım gazetesi kapatıldı. Gerekçesi; Aliye Timur’un cenazesi üzerinden ‘yasa dışı örgüt propagandası’ yapıldığı iddiası idi. Öte yandan, Diyarbakır Barosu’ndan gelen, Dicle Üniversitesi’ne Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü talebine, YÖK’ün cevabı, geçen sayıda bahsettiğimiz gibi Ortadoğu dilleri bile değil; “Yaşayan Diller Enstitüsü” oldu. ‘Her şeye rağmen’ Yaşayan Diller Enstitüsü ifadesiyle de Kürtçe sadece Türkiye’deki milyonlarca insanın ana dili değil de, tarihin derinliklerinde kalmış bir dil muamelesi görerek inkâr edilmeye devam edildi. Bu örneklerle burjuvaca bir çözümün sınırını görüyoruz. Peki, burjuvazi bu gerçeklikte bir çözüme neden ihtiyaç duyuyor? Aynı şekilde AKP yedi yıl durup neden bugün böyle bir aktörlüğe soyunuyor? Kürt Açılımı’yla açılanlar ve sürecin dinamikleri • Kuşkusuz bu girişimi tetikleyen birçok faktör bulunmaktadır. Bunların başında, Türkiye’nin Kürt meselesinde sıkışmışlığı ve bu noktada mevcut uluslararası konjonktürün Kürt meselesinde kısmi de olsa bir çözümü zorlaması gelir. Bunun bir ayağı, ABD’nin tahminen Irak’tan tamamen çekilmiş olacağı 2011 sonunda, Kuzey Irak’taki Kürt bölgesel oluşumunun himayesini kısmen Türkiye’ye devretme çabasıdır. Kuzey Kürdistan’la kurulacak bir ilişki elbette Türk tarafınca PKK meselesini halletmekten geçer ki, bu mesele halledilirse ABD için Irak, Kürdistan kontrolü için en el-

verişli yol olacaktır. Bunun Türkiye’ye faydası da kendi açısından ekonomik ve siyaseten bölgede bir “aktör” haline gelmesi olur. Zira son dönemde, Kerkük petrolleri üzerinde Türk şirketlerinin isminin geçmeye başlaması, Kuzey Irak’ın Türkiye burjuvazisi için cazibesini arttırdığının da göstergesidir. Diğer bir konu ise; enerji anlaşmalarının imzalanması ile hükümetin “Kürt açılımı” söylemlerinin aynı zamana denk gelmesidir. Türkiye, Bakü- Tiflis- Ceyhan, Nabucco ve Güney Akım projeleriyle, Kafkasya ve Ortadoğu enerji kaynaklarının Avrupa’ya transferinde bir istasyon konumundadır. İşin aslında boru hatları ve vanalar önce Kürt topraklarından, sonra Türkiye’den geçmektedir. Devlet de böyle bir “aidiyet”le aslında tüm Kürt bölgesinde aktörlüğünü meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu şekilde anlaşmaya taraf olan ülkelere istikrarlı ve güvenlik sorunu olmayan bir Türkiye imajı çizmeye çalışmaktadır. Tüm bunlar son dönemde Türkiye’nin dış dinamiklerinin gerçekleridir. Ancak Türkiye’nin uluslararası arenada Kürt meselesi konusunda tavır belirleme zorunluluğu yeni bir şey değildir, ve doğrudan Kürt açılımını bir devlet politikası haline getirme şeklinde bir çözümün sebebi de değildir. Zira, uluslararası alanda siyaset pratiğe iki kere ikinin dört etmesi şeklinde dökülmez, bazen en ılımlı elverişli koşullar bile aksi yönde sonuçlanabilir. Onun için bugünkü gelinen durumu yalnızca, “ABD’nin bir oyunu” olarak okuyamayız. Rejim içi dinamiklerin de süreç açısından belirleyiciliğinin göz ardı edilmemesi gerekir. Ülkenin 30 yıldır süren ve bir o kadar sürme potansiyeline sahip bir sorununun çözümü, bu çok başlı rejimde bu kadar konuşulabiliyorsa, bu hükümetin; burjuvazinin rejim içindeki temsiliyet sorununu kısmi şekilde çözmesi ile mümkün olmuştur. Bunu da; bölgenin vaad ettiği kârları işaret ederek yapmıştır. Neticede burjuva demokrasisi, bol para olduğunda mümkündür. Rejim içerisindeki bu anlaşma, elbette ki rejimin kendisine hiçbir şekilde zeval gelmeyeceği garantisi anlamına da gelir. Bu rejim içi temsiliyet sorununu ulusal sorunla kesiştiği yönleriyle ele aldığımız bu yazıda, en nihayetinde meselenin bu kadar net konuşulabildiği, çözüm önerilerinin tartışılabildiği önemli bir döneme girildiğini ifade edebiliriz. Gerçek ve kalıcı bir çözüm için yeni bir anayasa ne ifade eder? • Kürt sorununun çözüm yolunu açan dinamikler iç ya da dış olsun; yazının en başında vurguladığımız gibi, demokratik ve kültürel kazanımlar siyasal eşitlik ilkesine dayanıp yeni bir yasayla korunmaya alınmazsa, tıpkı 93 Özal sürecinde olduğu gibi “federasyonların bile tartışmaya hazır olunduğu” bir dönem suikastlerle siyasi cinayetler, köy yakmalar, göç ettirmelerle de sonlanabilir. Hali hazırda 82 anayasası ile yola çıkılan hiçbir açılımın bizi çözüme götürmeyeceği de aşikârdır. “Bırakın Kürt sorununun çözümü, Türkiye’de demokratik adımları atmaya bile kalkarsanız, bugün 12 Eylül Anayasası önünüzde engeldir. 12 Eylül darbesinin ürünü olan anayasayı değiştirmediğiniz sürece, Türkiye’yi demokratikleştirme şansına sahip olamazsınız” şeklinde Ahmet Türk de bunu vurgulamıştır. Burada, Başbakan’ın 2005’te “Kürt sorunu benim sorunum” sözünün arkasında durmaması, Ergenekon davası kapsamında Kürtlere karşı işlenen suçların üzerine gitmemesi, bu sürecin içerisinde geriye dönüş yolunun da olduğunu gösterir. Bu noktada, gerçek ve kalıcı bir çözüm için her koşulda Kürt halkına tanınacak kaderini tayin hakkının savunulması ve bunu koruyan, bütünleyen taleplerin sahiplenilmesi gerekir. Kürt ulusunu siyasi olarak tanıyan ve Kürt halkının, tutsakların dışarıda özgürce siyaset yapmalarını sağlayacak yeni bir anayasa talebi en başta gelirken; Kürt ulusal hareketine yönelik her türlü askeri operasyonlara derhal son verilmesi; koruculuk sisteminin kaldırılması da atılacak en önemli adımlardır.


POLİTİKA

Patronların yaydığı felaket, sel oldu aktı!

5

İşinin ehli bir kişi olarak sınıf bilinçli işçi Oktay Benol, 30 Eylül 2009 Şunu hiçbir zaman unutmayalım! İş üreten, işinin ehli olan kişi fazla laf kalabalığı yapmaz. İşinin ehli kişi; sorunu belirler, ihtiyacı tespit eder ve gerekli müdahaleyi yapıp, sorunu çözer… Tabir caiz ise ehil kişi polemiğe girmez! İşinin ehlinin ağzından şikâyet, suçlama ya da eksikliklerin değil çözümün sesi duyulur… İşinin ehli; sızlanmaz, havaya, suya, öteye, beriye laf yetiştirmenin değil sorunu çözmenin, hayatı kolaylaştırmanın peşinde olur… Bir sorununuz olduğunda şansınız yaver gider ve yolunuz işinin ehli bir kişiye düşerse ne demek istediğimiz çok daha net anlaşılır. Önceden işinin ehli bir kişiye yolunuz düştüyse o vakit zaten birbirimizi anlıyoruz demektir…

Sedat D., 29 Eylül 2009 8 Eylül günü, Trakya ve İstanbul’da meydana gelen sel sonucunda, 33 kişi yaşamını yitirdi. Halen 9 kişi de kayıp. Bunun yanı sıra sadece İstanbul’da resmî verilere göre 1039 işyeri ve toplam 3 bin 401 bina selden zarar görmüş durumda. Belediye ve valiliğin yaptığı açıklamalara göre, sel büyük ve öngörülemez bir felaket olarak tanımlandı. Suçlunun ise, konutlarını dere yatağına yapan emekçiler olduğu belirtildi. Sel sürecinde yapılan müdahalelerin zamanlı olduğu ve daha büyük bir felaketin önlendiği de açıklamalara eklendi. Bu açıklamalar, bizimle pervasızca dalga geçildiği anlamına geliyor. Öncelikle Başbakan Erdoğan’ın seli “izahı adeta mümkün olmayan bir felaket” olarak tanımlaması, her halde en büyük saçmalıktır. Bölgede daha önce de buna benzer sel vakaları yaşandı, ki bunlardan biri Erdoğan’ın belediye başkanlığı dönemindeydi. O dönemden bugüne bölgede alınmış hiçbir önlem yok! Sürpriz olmayan işte bu! Bölgede ve hatta tüm şehirde altyapı, yeşil alan, dere ıslahı ve doğru imar çalışmalarına dair ciddi hiçbir çalışmadan bahsetmek mümkün değil. Hatta TOKİ aracılığı ile, ekolojik açıdan sakıncalı pek çok alan imara açılmaya devam etmekte. Suçlu kim? Yoksul işçi mi, imar izni verenler mi? • Bu safsatalar yetmiyor, bir de biz suçlu ilan ediliyoruz! Dere yatağına ev yapıp orada yaşayanlar suçludur diyorlar. İstanbul İstanbul olalı şehri idare edenlerin zihniyeti hep aynı! Yılların bize gösterdiği şey şu: Patronlar kâr elde etmek için sadece işyerlerindeki baskılarla yetinmiyorlar. Biz emekçilerin yaşama alanlarını da iş yerlerindeki bu baskıya uygun bir hale getiriyorlar. Maaşları ve asgari ücreti daha da düşürebilmek için, işçileri daha ucuz ve daha güvensiz yerlerde yaşamaya itiyorlar. Burjuvaların belediyeleri ise buna zemin hazırlayarak; dere yatağında, depreme dayanıksız zeminde ve çökme tehlikesi olan binalarda yaşanılabileceğini resmen ilan eden ruhsatı sunuyorlar. Bu durumda, selin ardından hangi katillerin kâr hırsının bizleri her geçen gün ölüme daha da yakınlaştırdığını anlamak hiç de zor olmuyor.

Sel sürecinde yapılan müdahaleler • Vali Güler’e göre selde kayıpların artmasını önlemek için yapılan müdahaleler oldukça önleyici olmuş. Bu cümleyi kurmak bile gülünç. Çünkü bölgedeki emekçi mahallelerine çeşitli emek kurumlarının yaptığı ziyaretler gösterdi ki, pek çok emekçi mahallesine on günlerce hiçbir yetkili uğramamış. Bunun dışında kamu yetkilileri de, gelişmeleri basından takip ettiklerini itiraf etmişlerdi. Kayıpları engellemek bir yana; sorumlular, sorunun daha da büyümesine pek çok sefer yol açmışlardı. Selde Dila adlı bebeğini kaybeden M. Manav’ın kızını aramak için oluşturduğu dalgıç ekibinin arama yapması yetkililerce engellenmişti. Bunun gibi daha pek çok örnek mevcut. Kapitalizm öldürmeye devam edecek • Patronlar ve onların belediyeleri, yaşama alanlarımızı güvensizleştirerek daha fazla kâr elde etmeye devam edecekler. Aynı yöneticiler yarın da buna benzer bir olay yaşandığında hiçbir önlem almamış olacaklar. Burjuvalar unutturdukça kazanıyorlar. Seli ve yaşattıklarını unutmayalım! Yaşama alanlarımızı savunarak kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda bir kentleşmeyi, kendi örgütlülüklerimiz ile yaratmak zorunda olduğumuzu hep bilelim. Bunun için ilk adımları atalım.

İşinin ehli olmak sadece deneyim ve bilgi sahibi olmak demek değildir. İşinin ehli her şeyi bilen, kendisi çözen kişi hiç değildir. Tam tersine bildiğini çok iyi bilen, bilmediği konuda ahkâm kesmeyen ama iyi gözlem yapan ve dinleyen ve mutlaka her işi erbabına, bir bilenine bırakmak gerektiğini özümseyecek kadar olgunlaşmış kişidir. Tam da bundan dolayı işinin ehli her zaman güven ve ihtiyaç duyulan, herkesin yakınında olmasını istediği bir kişidir. Sınıf bilinçli işçi, işinin ehlidir Sınıf bilinçli işçi de bütün bu özelliklere sahip işinin ehli bir kişidir. Türlü patron oyunlarına, şef-müdür dalkavukluklarına karşı külyutmaz. Sermayenin ve işbirlikçisi bürokratların türlü ayak oyunlarını sezer, bozar… Sınıf bilinçli işçi, işçiler arasında bu nitelikleriyle öne çıkar, sözleri ve önerileri dikkatle dinlenir. O konuştuğunda mutlaka işçiler arasında bir karşılığı olur… Ehil bir kişi olarak sınıf bilinçli işçinin en zor zamanları sorunların arttığı, cevapların ise gücünü yitirdiği günümüz benzeri zamanlardır. Umutsuzluk, güvensizlik, güçsüzlük, dağınıklık, şüphe ve korku her yandan işçi ve emekçilerin içine sirayet etmeye çalışır. Bir dağınıklık ve panik havası ağır ağır işçi sınıfını ve emekçileri egemenliği altına almaya çalışır. Bu ağır havanın tek bir telkini olur: kendi paçanı kurtar! Lakin patronların ve hükümetlerin hesaba katmadığı sınıf bilinçli işçidir. Bu ağır gibi görünen hava sınıf bilinçli işçinin çok iyi bildiği bir havadır. Patronlar ve hükümetlerin, sorumlusu olduğu bu kasvetli havanın çözümünün işçi sınıfının ve emekçilerin birlik ve mücadelesinden geçtiğini tabii ki en iyi sınıf bilinçli işçi bilir. Nasıl marangozun sanatı ağacı, kunduracının deriyi, fırıncının hamuru işlemekse sınıf bilinçli işçinin sanatı da mücadelenin nabzını tutmak ve işlemektir. Sınıf bilinçli işçi mücadelenin barometresidir. O, sınıfının örgütlenme ve mücadelesinde işinin ehlidir. Her şeyin çok karanlık göründüğü anlarda dahi bu nedenle sınıf bilinçli işçi açık bir gökyüzünün rehberi ve habercisidir. Mücadele sınıf bilinçli işçinin önce zihninde, sonra yüreğinde ve mutlaka her zaman kavgasının tam ortasında filiz verir. Sınıf mücadelesinin tarihi onu asla yanıltmadı, o da mücadelenin tarihini…


6

POLİTİKA

Sosyal yıkım yasası 1 yaşında

Doğan Koca, 28 Eylül 2009 Sosyal yıkım yasası’ olarak tabir ettiğimiz Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasasının (SSGSS) 1 Ekim 2008’de yürürlüğe girişinden bu yana bir yıl oluyor. AKP hükümeti 2005 yılında IMF’ye sunulan niyet mektubunda sosyal güvenlik sistemine yüzde 4,5 olan bütçe desteğini özelleştirmeler aracılığıyla yüzde 1’e düşürmeyi planladıklarını belirtmişti. Yasa önce 2006’da meclise sunuldu, jet hızıyla onaylandı ve Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edildi. 2008’de ise Abdullah Gül tarafından onaylandı. Birçok şehirde düzenlenen eylemler yasayı geri çektirmeye yetmedi. Ancak 2006’daki yasa tasarısının birkaç maddesinde iyileşme sağlanabildi. SSGSS hayatımızda ne değiştirdi? • Kadınlarda 58, erkeklerde 60 olan emeklilik yaşı hem kadınlar için

hem erkekler için 65’e çıkarıldı. Emekli olabilmek için 7200 gün prim ödeme şartı getirildi. (Yasanın ilk halinde 9000 gün prim ödeme zorunluluğu vardı. SSGSS karşıtı eylemlerin düzenleyicisi Emek Platformuyla yapılan görüşme sonrasında 7200’e çekildi.) Bazı mesleklerde yıpranma payı tamamen kalktı. Emekli aylıklarına yapılacak zamlar enflasyon oranındaki değişime endekslendi. Emekli bir kişi çalışmak istediğinde emekli aylığı kesiliyor. (Bu kayıtdışının önünü açan bir gelişme aynı zamanda.) İş kazası ve meslek hastalığı nedeniyle yüzde 25 ve daha yukarı oranda sakat kalan işçilere bağlanan gelirlere uygulanmakta olan alt sınır kalktı. İsteğe bağlı sigortalılıkta sağlık primi ödeme şartı getirildi. Bu da SSGSS öncesine göre sakat kalan işçilere ödenen maaşın önemli oranda düşmesi demek. Primlerinizi eksik ödemişseniz sağlık hizmetinden yararlanamıyorsunuz. Ayrıca primlerinizi tam ödemeniz de yetmiyor. Üstüne bir de katkı payı ödemeniz gerekiyor.

18 yaşını dolduran kadınlar (okuyorsa 25) bakmakla yükümlü olunan kişi kapsamından çıkarıldı. Kocası ölen çocuksuz kadına bağlanan maaş yüzde 25 azaltıldı. İlk taslakta sunulan emzirme ödeneğinin altıda birine denk gelen bir miktarda emzirme ödeneği kabul edildi. Bu yasadan en çok kadınlar zarar gördü. Zira bu yasa maalesef eşit koşullarda yaşayamayan kadınlarla erkekleri eşit kabul etti. Daha önce kadınlar erkeklerden daha önce emekli oluyordu. Bu ev içi emeğin –göstermelik de olsa- kabulüydü. Oysa şimdi ev içi emek toptan görmezden geliniyor. Tahrip edilenler, işçi sınıfının yıllar boyunca mücadele ederek elde ettiği kazanımlar. Bugün IMF ve AKP aracılığıyla yürütülen, devletin sosyal harcamalarının minimuma indirilmesi esasına dayalı neo-liberal politikalar sağlığımızı tehdit ediyor!

Münevver Karabulut cinayeti! Kör gözlü adalet! Kemal Boran, 28 Eylül 2009 İnsanın kanını donduran bir cinayet; Münevver Karabulut cinayeti! Medyada yer aldığında sıradan üçüncü sayfa haberlerinden biriydi. Bir genç sevgilisini canice öldürmüş, onu parçalara ayırmış ve çöp konteynırına atmıştı. Hunharca işlenmiş bu cinayet, medyada uzun süre yazıldı, çizildi. O dönemin İstanbul Emniyet Genel Müdürü Celalettin Cerrah, “Kızlarına sahip çıksalardı” diyerek aileyi suçladı, kendi sorumluluğunu unutuverdi . Aynı Cerrah Lübnan’a asker gönderilmesini protesto eden gençleri linç etmeye çalışan faşistleri de “vatandaşın hassasiyeti” diyerek övmüştü. Cinayetin zanlısı Cem Garipoğlu cinayetten tam 197 gün sonra polise teslim oldu. Uzun uzadıya gelişmeleri anlatmak gereksiz. Medyada yeterince yazılıp çizildi. Biz işin arka bahçesini irdeleyeceğiz. Cinayet işlenmiş, suçlu yakalanmış, sorun çözülmüş! Medya bu cinayeti gündemde tutarak Cem Garipoğlu’nun teslim olmasını sağlamış ve üzerine düşeni yapmış! Ya diğer faili meçhul kalmış cinayetler? Onlar ne olacak? Herkesin medyası yok! O zaman

onlar da kendilerini savunacak, gündemde tutacak bir medya arayışına mı girsin?

17 yaşındaki Erdal Eren’i asan hukuk bir caniye daha müşfik davranıyor…

Devlet dediğiniz ne işe yarar? Her birey kendi sorununu çözmek için arayış içine mi girsin? Yoksa kanun, yasa, hukuk zaten kendiliğinden otomatik olarak devreye girip, sorunları çözmeli mi? Cinayeti işletenler suçluları bulur mu? Sizde “Çok safsınız” mı diyeceksiniz?

Bir insan nasıl bu kadar acımasız olabilir diye düşünmeden edemiyorum!

Bir de Cem Garipoğlu için yaşı küçük deniyor ve iş sulandırılmaya çalışılıyor. Çocuk Mahkemesi’nde yargılanması gündemde! Verilecek cezanın en fazla 15 yıl olabileceği söyleniyor. Sahi polise taş atmak bu canice işlenmiş cinayetten daha ağır bir suç mu?

Erkek egemen toplumda nedense hep erkekler kıskanıyor! Sahiplenme duygusu kendinden başkasına yaşam hakkı tanımıyor…

Niye mi sordum; polise taş atan çocuklara 24 yıl ceza istenmişti de… Bir de bir evin camından içeri girerek bez bebek çalan bir genç kıza 8 yıl ceza istenmişti… Geçtiğimiz yıllarda baklava çaldıkları için 9 yıl ceza alan çocukları ise hâlâ hatırlarız… Bu hukuk mu? Caniler daha az ceza alıyor. Şaştık bu işe!

Bir de polisin katili yakalayıp para karşılığı serbest bıraktığı iddiaları var. Cem Garipoğlu “Cinayeti kıskandığım için işledim” diyor.

Sonuç olarak bu cinayetin karanlıkta kalan birçok yönü var. Bunları açığa çıkarmak hukukçulara kalıyor. Medya ise daha çok baskı sayısı, daha çok kirlenmişlik peşinde... Çünkü bu olayda medya da hiç masum değil. Bu tür olaylar ters tepki de verebilir! Ünlü olmak sevdası ile daha canice cinayetlerin işlenmeyeceğini kim garanti edebilir? Kapitalist düzen içinde cinayet işlemeye hazır o kadar çok ruh sağlığı bozuk insan var ki...


KADIN SAYFASI

Aynı gemideyken, boğulan biz olduk! Dicle Nadin, 23 Eylül 2009 İstanbul’u etkisi altına alan şiddetli yağış, yoksul semtlerin altyapısızlığı ve patronların kâr hırsıyla birleşince; bir katliama dönüştü ve birçok emekçinin canına mâl oldu. Sular çekilince, yoksulların yaşamı, selde hayatını yitiren emekçilerin ise sömürü koşulları görünür oldu. Geriye kalan yıkıntının, eski haline döndürülmesi, kanalizasyon sularından hastalık kapan çocukların bakımı, çamura bulanan eşyaların temizlenmesi yine yoksul kadınların üzerinde bir yük oldu. Yağmacıları görüp yuhalayan burjuva medya, yük aracında taşınıp, selde boğulan Pameksli kadınları görünce ise sustu, kaldı. İlk kez görmüyorduk ne yazık ki; Ceylanpınar’da mevsimlik işçi kadınlar da boğulmuş, Bursa’da tekstil işçisi kadınlar da fabrikalarında yanmışlardı. O fabrikanın patronu da, yine ölen kadınları suçlamıştı aynı Pameks’de olduğu gibi, “Niye camı kırıp kaçmamışlardı?” Bu kadınların uğradıkları suçlamalar evde, işte hatta ölünce dahi bitmek bilmeyecekti. Kriz zamanı “önce kadınlar” diye eve gönderilen ya da “aynı gemideyiz” yalanıyla fedakârlık göstermemiz beklenen bizler, sel zamanı patronla aynı gemide olmadığımızı bir kez daha gördük! Pameks patronunun başkan yardımcılığını yaptığı TGSD (Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği) misyonlarından birini, “düşük maliyetli, esnek üretim uygulamalarını yaygınlaştırmak” olarak tanımlıyor. İşte neo-liberal düzenin dayattığı çalışma koşulları: Düşük ücret, esnek çalışma, yol ve kreş masraflarını kısma... Zaten bu koşullara en iyi uyum gösterebileceklerin başında da kadınlar geliyor. Evde ikincil olanın, işte birincil olması beklenemez! Günde 15 saat, haftada 7 gün asgari ücret-

le çalışan bu kadınları sel değil; onları yük aracında taşıtan patron, onların kölelik koşullarında çalışmasını sağlayan kapitalizm öldürmüştür. Ya hayatta kalanlar? Ölmenin daha iyi olduğu bu yoksulluk koşullarında yaşayanlar? 7 çocuğuyla birlikte sel felaketinden yara alan Zozan Seven’e kulak verelim: “Bizim bu halimiz ne olacak? Çocuklarım ıslak ve nemli halıların üstünde yatıyor. Belediye bize yatak getireceğine söz verdi ama bir daha uğrayan olmadı. Çok kötü bir bayram geçiriyoruz çoluk çocuk aç, hasta. Bizleri kara bayrama mahkûm ettiler yazıklar olsun’’ diye isyan ediyor. Şimdi devletimiz, bu yoksullara ev, iş, aş vermek yerine; selden zarar gören işletmelerin işçi maaşlarını kendisinin karşılayacağını söylüyor; böylelikle hem işçilere hem de patronlara yardım ederek, hepimizi kucaklayacak! Oysa zaten, patronlar maliyetleri düşürmek için bu işçileri yük aracında taşıtmış ve onların ölmesine sebep olmuştu; maaşları da devlet bizden aldığı vergilerle ödeyecekse; bu oyundan zararlı çıkan biz değil miyiz? İşsizliği, krizi doğal afet gibi gösterenler, şimdi de sel için “takdir-i ilahi” diyor. Bu ölümlerin sorumluları sanki onlar değilmiş gibi. Doğa olaylarında hep işçilerin, yoksulların ölmesi bir tesadüf müdür? Pameks’te ve tır garajındaki ölümler birer iş cinayetidir, bunun sorumlusu patronlar ve belediyelerdir. Dolayısıyla sorumlu patronların derhal yargılanmasını ve ihmalleriyle cinayete zemin hazırlayan belediye başkanının istifasını talep ediyoruz. İşyerlerinde can güvenliksiz çalışma koşulları ve evde de insanlık dışı hayat şartları kaderimiz olamaz!

Sekiz kadın ölmeyebilirdi!

7

Hukuk Köşesi 10. sayısını tamamladığımız kadın sayfamızda, en sık rastlanan problemlere yönelik belli yasalar ve uygulanışlarına değinen bir hukuk köşesine yer vermenin yararlı olabileceğini düşündük. Hali hazırda kadının adının geçtiği yasaların bizleri tatminden uzak olduğu aşikar. Buna karşın, lehimize olabilecek durumları öğrenebilmek için bunları bilmemiz gerektiğini düşünerek ilk köşemizde boşanma hakkına ve nafaka durumuna yer veriyoruz. Boşanma Davası Nasıl Açılır? Neler yapılmalıdır? İlk olarak boşanmaya yer verirken, elbette ki amacımız bu hakkın kullanılmasını arttırmak değil. Ancak, tüm kadınların her zaman böyle bir hakkının da olduğunu detaylarıyla bilmesi, hepimize evlilik hayatında özgür ve eşit bir birliktelik sağlayabilir diye düşünüyoruz. Boşanma davası çiftlerin anlaşarak yada birinin diğerinden bağımsız olarak, anlaşamama nedenlerini ileri sürerek, aile mahkemelerinde boşanma dilekçelerini vermesiyle açılır. İki taraf da razı ise boşanma kısa sürede gerçekleşir. Aksi durumlarda gerekçelerle ilgili bilgi toplanması, araştırma yapılması hakim tarafından istenebilir, bazen davalara sosyal danışman ya da psikolog da atanabilir. İzlenilmesi gereken yol: Boşanma dilekçesi avukat aracılığı ile ya da bizzat mahkemeye verilir. Mahkeme boşanma talebinin nedenine bakarak eşlere ya da avukata geri bildirim yapar. Yoğunluğuna göre mahkeme günü belirlenir. Şiddetli geçimsizlik türü nedenlerin olduğu davalarda eşler bizzat katılmadan da boşanma avukatlar aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Boşanma davalarında maddi yükümlükler: Mahkeme masrafları, -tutulduysa- avukat ücreti; başvuruda bulunan tarafın yükümlülüğündedir. Boşanma nedeniyle ilgili araştırma ve inceleme talep edilirse artı ücretler de çıkar. Taraflar arası maddi yükümlülüklerden birisi de maddi ve manevi tazminattır. Evlilik birliği içinde kişilik haklarının zarara uğraması durumda (dayak, aldatılma, hakaret vb) manevi; mağdur tarafın – kadının- yeniden evlenme şansının az olması gibi durumlar dikkate alınarak maddi tazminat alınabilir. Nafaka ise; kadına a) mağdur olsa da olmasa da reşit olmayan çocukları için tedbir nafakası b) yoksul olacağı kesinleştiğinde yoksulluk nafakası c) çocukların geleceğinin korunması için velayeti almayan tarafın vermek zorunda olduğu iştirak nafakası gibi çeşitlenir. Nafaka tutarı, nafaka verecek kişinin, aldığı maaşa, yaşadığı ortama, olanaklarına bakılarak hakim tarafından tayin edilir.

Nergis Çayır, 24 Eylül 2009 Yaşanan sel felaketinin ardından onlarca insan öldü. Bunlardan sekiz tekstil işçisi kadının ölümü, çok feci oldu. Pameks patronu, bu kadın işçileri servis yerine, mal taşınan arkadan kilitlenen araçla işe getirip götürüyordu. Selin yaşandığı gün servis aracı fabrikaya girdiğinde arkadan gelen sel suları ve kapılarının sadece dışardan açılması nedeniyle feci şekilde öldüler. Bu ölümlerin nedeni sel olsa da sorumlu ve suçluları patron ve iktidardır. Patronun doymak bilmez kâr hırsı yüzünden öldüler bu kadın işçiler. Bu ölümler ve ihmallar son olmayacaktır. Çünkü bu yol ve yöntemlerle servis yerine yük arabalarıyla taşınan daha binlerce insan var.

İstanbul Kadın Platformu bileşenleri bu olaya sessiz kalmayarak İnönü Mahallesi’ndeki Pameks fabrikasının önünde 50 kişilik bir basın açıklaması yaparak bildiri dağıttılar. Daha sonra 15 Eylül Salı günü İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünde 70 kişinin katılımıyla basın açıklaması yaparak sorumluların cezalandırılması talebini dile getirdiler. Türkiye’de yaşanan felaketler gerçeğin gün yüzüne çıkmasına neden oluyor. Belediyeler çok güzel çalışıyor deniyor. Evet güzel, yeşillik ve çiçek ekiyorlar. Görüntüye yatırım var. Ama alt yapıyı soran yok, dere yataklarına peşkeş çekilerek yaptırılan binaların hesabını veren yok.

Nafakanın ödenmediği durumlarda dikkat edilmesi gereken hususlar: Öncelikle, ortada bir nafaka borcunun ödenmemesi suçunun olduğundan emin olmanız gerekir. Yani ödenmeyen nafakanın önceden bir mahkeme kararıyla kesinleşmiş olması şarttır. İkincisi, nafakayı ödemekle yükümlü tarafa icra emrinin bildirilmiş ve bu nafakanın tahsili için icra takibine mahkemece başlanmış olması gerekir. En önemlisi de nafakanın ödenmediği suçunu öğrendiğiniz ilk 3 ay içerisinde, ya da suçun işlendiği tarihten itibaren 1 yıl içerisinde şikayette bulunmanız gerekir.


8

ARKA PLAN

Or ta Vadeli Program bir Birleşmek ve mücadele e Murat Yakın, 29 Eylül 2009 Yaşamakta olduğumuz büyük ekonomik krizin Türkiye’yi “teğet geçmekte” olduğu söylemi yerini artık hükümetin “ya kısmet” kaderciliğine terk etmiş durumda. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “Allah kısmet ederse Ocak ayına kadar bu ekonomik krizin tüm etkileri silinecek, yeni yıla biz tertemiz pırıl pırıl yepyeni imkânlarla gireceğiz” diyor. AKP hükümeti emekçilerle alay eder gibi elektriğe yaz başında indirim yapıp kış başında zam yapa dursun, ekonomi yönetiminden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan nihayet merakla beklenen ve hükümetin 2012 sonuna kadar ekonomik hedeflerini ve uygulayacağı politikaları içeren “Orta Vadeli Programı” açıkladı. Kuşkusuz ortaya koymaya çalışacağımız gibi, hükümetin yeni programı giderek ağırlaşan ekonomik krizin tüm yükünü emekçilerin sırtına yükleme çabasından başka bir anlam taşımıyor. Ama program, aynı zamanda bugüne dek hükümet tarafından savunulan değerlendirmelerinde yine bizzat hükümet tarafından topyekün yalanlanması anlamına geliyor. Zira programa göre önümüzdeki 3 yıl içinde en iyimser rakamlarla Türkiye ekonomisinin yüzde 6 oranında daralması öngörülmekte, o halde başbakan Erdoğan’a sormak gerekiyor hani kriz Türkiye’yi “Teğet geçecekti? ”

tedavi giderlerinde hasta payını arttırma yoluna gitti. Buna göre, daha önce ücret alınmayan sağlık ocakları ve aile hekimliği muayenelerinden 2 lira; 2 lira olan ikinci ve üçüncü basamak resmî sağlık kurumlarında 8 lira, özel hastaneler de ise 10 lira yerine 15 lira tedavi katkı payı alınacak. Öte yandan, programın birkaç yerinde ihracatı artırmak için alınacak tedbirler sayılmakta. Bu tedbirlerden anlaşılan başlıca sonuç Çin, Hindistan gibi ülkeler karşısında rekabet olanaklarını yitiren Türkiye’de işçi ücretlerinin bastırılması. Türkiye işçi sınıfı, Fas’taki, Bangladeş’teki, Çin’deki düşük ücretlerin ve insanlık dışı çalışma şartlarının rekabet baskısı altında çalışmaya mahkûm edilecek. Gelecek üç yılda da özelleştirmeler Ziraat Bankası, şeker fabrikaları, elektrik dağıtım şirketleriyle devam edecek. Ülkenin toplumsal ve ekonomik yapısı sermayenin öncelikli hedeflerine göre şekillendirilecek. İşçi sınıfı, yoksullar ve işsizlerin sorunları ise sermaye düzeninin insafına terk edilecek. Kısacası program, güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasını, sağlık hizmetlerinin azaltılmasını ve emekçilerin alınterinin ürünü olan kamu birikimlerinin özelleştirilmesini içeriyor. Nereden bakılırsa bakılsın bu program emekçiler, işsizler ve yoksullar için tam bir ekonomik yıkım saldırısı.

Orta Vadeli Programın hedefi ne?

Sermayenin saldırı programı

AKP hükümetinin açıkladığı yeni programında, üç yılda büyümenin yüzde 5’e çıkması, işsizliğin yüzde 12,2’ye inmesi, bütçe açığının 39,1 milyar TL’ye düşmesi, istihdamın toplamda 1 milyon 250 bin kişi artması hedefleniyor. Yine programın işsizlikle ilgili beklentileri; İşsizlik oranının yıl sonunda 14,8’e çıkması, 2010’da yüzde 14,6, 2011’de yüzde 14,2, 2012’de yüzde 13,3’e gerilemesi yönünde.

Yeni programla birlikte laf salatasını bir yana bırakıp gerçeklere dönmek gerekiyor. Hükümet yeni liberalizmin bizzat yaratıcısı olduğu devasa krize karşı, aynı yeni liberal anlayışı sürdürüyor. Öncelikle uluslararası mali çevrelere güven vermeyi amaçlıyor. Bu anlamda da sosyal programlardan, kamu yatırımlarından vazgeçerek Uluslararası Para Fonu (IMF) politikalarına uygun bir anlayışı benimsemiş durumda.

Rakamların arasında boğulmayalım. Bu veriler şu an işsizlikle kıvranan yığınların önümüzdeki üç yıl boyunca yeni bir iş bulma şansı olmayacağının, yeni bir büyüme dalgası yaşanana dek üç yıl boyunca şiddetli bir ekonomik daralmanın pençesinde kıvranacağımızın açık itirafı.

Resim çok net, hükümet, krizin emekçileri değil ama kapitalistleri teğet geçmesine yönelik tedbirleri kararlılıkla hayata geçirmektedir. İşe alınan işçilere ait SGK pirimlerinin devlet tarafından üstlenilmesi, KOBİ’lere dönük kredi teşvik sistemi, beyaz eşya ve otomotiv sektörü gibi belirli sektörlerde vergi indirimlerini kapsayan indirim teşvikleri hükümetin bu doğrultudaki çabalarını şüpheye yer bırakmayacak ölçüde ortaya koymaktadır. İşçi ve emekçilerin kavraması gerekense, hükümetin izlediği bu politikanın bütçede devasa bir karadelik açtığıdır.

Orta Vadeli Program’ın temel hedeflerinden bir diğeri ise “ekonominin rekabet gücünü ve esnekliğini arttıracak yapısal reformları hayata geçirmek” olarak ortaya konuyor. Bu reformların arasında ise “özel sektörün öncülüğünde” büyümeyi desteklemek ve “esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması” sayılıyor. Bunun anlamı, zaten durma noktasına gelmiş kamu yatırımlarının tümüyle kesilmesi ve kısa bir süre içinde kıdem tazminatlarının kaldırılması, ücretlerin daha da baskı altına alınması, çalışma koşullarının ağırlaştırılması türünden yeni bir saldırı dalgasının işçi sınıfına yöneleceği gerçeği. Programa göre bunları, sağlık harcamalarının kesintiye uğraması ve sağlıkta yeni katkı payı artışları takip edecek. Orta Vadeli Plan’ın açıklanmasının hemen ardından, 2010’da üç milyar lira tasarruf edebilmek amacıyla Maliye Bakanlığı, hem ilaç giderlerini azaltma hem de

Bu karadeliğin yarattığı maliyet, sağlık harcamalarında katkı payı, eğitim harçları ve elektrik ve suya yapılan zamlarla doğrudan emekçi halkın sırtına yüklenmekte. Bir önceki sayımızda ele aldığımız gibi krizin başlıca mağduru olan işsiz emekçiler için ayrılması gereken işsizlik sigortası fonunun, bir türlü denkleştirilemeyen bütçeye kurtarıcı olarak aktarılması, memur sendikalarıyla gerçekleştirilen toplu görüşmelerde, memura enflasyon oranlarının bile altında kalan “zam önerileri” krizi “fırsata çevirmeye” heveslenmiş sermayenin, krizin bütün yükünü emekçi yığınların sırtına yıkmakta ne denli kararlı olduklarının açık birer göstergeleri.


ARKA PLAN

9

ekonomik yıkım projesi! etmekten başka yol yok! Hükümete göre krizden çıkılmasına, ülke ekonomisinin tıkır tıkır işlemesine ramak kaldı. İlginç olan şu ki, bu söylemler krizin işçi sınıfına ağır darbeler indirdiği birçok ülkeyle benzerlik taşıyor. “2010 yılıyla birlikte ekonomik düzelme başlayacak, hadi birazcık daha dişimizi sıkalım” diyorlar. Oysa ekonomi 9 aydır sürekli küçülüyor. İşsizlik habis bir ur gibi yayılıyor. Bütçe açığı inanılmaz rakamlarda büyümeye devam ediyor -yüzde 780 oranında-; kişi başına gelir daha şimdiden yaklaşık 1500 dolar azaldı. Sahne senin işçi sınıfı! Türkiye işçi sınıfından 12 milyon ücretli emekçinin sadece 400 bini toplu sözleşmeden yararlanabiliyor ve bunlardan da ancak 6 bin 500 kişi grev hakkını kullanabilmiş geride kalan dönemde. Ağır bir borç yükü, sıcak paraya bağımlı kılınmış bir ekonomi çarkı ve azalmak bilmeyen bir işsizlik ve gelir uçurumu... İşsizlikle terbiye edilmiş, ucuza çalıştırılan, sosyal güvenlik hakkından, sosyal devlet hizmetlerinden mahrum bırakılmış, örgütsüz, teslim alınmış, geleceksiz geniş bir emekçi yığını. İşte Krizin “teğet geçtiği “ gerçek Türkiye’nin manzarası… Burjuvazinin ve hükümetin krizin açığa çıktığı ilk aşamadan itibaren krizin varlığını reddetmesi ve or-

tadaki enkaza rağmen şimdide krizden çıkmaya başladığımızı “ilan etmesi” bir tesadüf ya da cehalet göstergesi değil elbette. Aslında biraz daha diş sıkmamız halinde her şeyin düzeleceğini müjdelemeleri, işçi sınıfına ve emekçi yığınlara vurmayı planladıkları darbeleri kolaylaştırma arayışlarından başka bir anlam taşımıyor. Sermayenin yeni saldırı dalgasına karşı tek ve gerçekçi alternatif işçi sınıfının tüm bölünmüşlüklere son vererek bu saldırıya karşı birleşik ve kitlesel seferberliklerle karşı koymasından geçiyor. İşyerlerimizde, sendikalarımızda, okullar ve mahallelerimizde, işçi ve işsiz, kadın ve erkek emekçileri birleştirerek, burjuvaziden bağımsız bir işçi sınıfı perspektifine dayanan, yerel ve uluslararası mücadele platformları oluşturmak ve varolan tüm mücadeleleri ortaklaştırmak hedefi ilk adım olmalı. İşçi sınıfı, sermayenin ikiyüzlü düzelme vaadlerine, gelecekteki istihdam hayallerine kanamaz. Elimizdeki iş, avucumuzda kalan son ekmek kırıntısı pazarlık konusu olan! Zira artık burjuvaziye verilecek taviz, geriye atılacak adım kalmamış durumda. Birleşmek ve mücadele etmekten başka yol yok! Tüm toplumu kucaklayarak, ülkenin kangrenleşmiş sorunlarının üstesinden gelebilecek yegâne güç olarak sahne artık senin olsun işçi sınıfı!

Karşı Çıkmak En İyisi Yani alçak gönüllü mü olalım? Ve “bu böyledir, böyle de kalsın” mı diyelim Ve susuzluk mu çekelim bardağı görüp de? Doluyu değil de, boş olanı mı alalım? Yani hep dışarı da mı durmalıyız? Soğukta mı oturmalıyız, çağrılmadıkça? Zevk ve acıdan payımıza düşeni Büyük adamlar, lütfen saptadılar. Bize öyle geliyor ki, Karşı çıkmak en iyisi Ve en küçük sevinçten bile vazgeçmemek Ve kovmak yeryüzünden acıyı yaratanları Ve sonunda yaşanır hale getirmek dünyayı! Unutma, sensiz bir kişi eksiğiz... Bertolt Brecht (1898 – 1956)


10

ULUSAL SORUN

Yalnızlaştırma harekâtı mı, tekele alma çabası mı? Geçen ayki sayımızda “Açılım Sürerken” başlıklı yazımızda, açılım tartışıladururken, süre giden baskılardan bahsetmiştik. Son bir ay içerisinde ise batı cephesinde yeni bir şey yok ve baskılar hâlâ sürüyor! Sedat D., 29 Eylül 2009 “Kürt sorununa demokratik açılım”ın en can alıcı şiarı, akan kanı durdurmak! Daha önce de söylemiştik, barış için tartışmaya lüzum yok. Samimi bir barış için daha ne kadar zamana ihtiyacımız var? Kan dursun diye tartışılırken daha ne kadar kan akacak? Samimi bir barış girişiminin yapacağı ilk şey, silahları derhal susturmaktır. Bu basit gerçek, bizim açılımın güvenilirliğini sorgulamamıza yetiyor. Erdoğan “operasyonlara devam” dedi • Bu samimiyetsizliğin geçtiğimiz ay içerisindeki ilk göstergesi, Başbakan tarafından sunuldu. Erdoğan, operasyonların durdurulmasına dair gelen çağrıyı reddederek, “terör olduğu için operasyonlar var”, dedi. Bunun üzerine geçen süreç içerisinde, Bingöl’de duvara yazı yazan iki kişi PKK propagandası yaptıkları gerekçesi ile tutuklandı. Van’da düzenlenen operasyonlar ile 5 kişi gözaltına alındı, bunların 3’ü ise tutuklandı. Tüm bu operasyonların gerekçesi, Erdoğan’ın ağzından: “PKK’yi yalnızlaştırarak terörü yok etmek” olarak açıklanıyor. Diyelim ki hedef gerçekten de terörü yalnızlaştırmak. Peki, şu gelişmeye ne demeli: Milliyet gazetesine; Öcalan’ın yol haritasının verilip verilmeyeceğine dair KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan’ın FHA’ya (Fırat Haber Ajansı’na) yaptığı açıklamalara yer vermesi üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından PKK propagandası yapmaktan dava açıldı! Bir diğer yalnızlaştırma harekâtı ise dağda değil, yine şehirde üstelik meclisin içerisindeki DTP’li milletvekillerine karşı yapıldı. Ankara 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi, DTP Eşbaşkan-

ları Ahmet Türk ve Emine Ayna ile DTP Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş’ın haklarında açılan davalarla ilgili ifadelerin, milletvekillerinin kendi dokunulmazlıklarını gerekçe göstererek vermemeleri karşısında; ifadelerinin polis zoru ile alınabileceği yönünde bir karar aldı.

her yerde sürüp gidiyor. Bu durumun ise tek bir anlamı var: AKP açılım sürecinde, DTP üzerinden Kürt halkının siyasi iradesini zayıflatarak, tek muhatap haline gelme çabalarına devam ediyor. AKP, açılımı kendi tekelinde tutmaya devam ederek, rejimin sınırları içerisinde muhafaza etmeye çabalıyor.

Tüm bu baskılar ne anlama geliyor? • Abluka ve yalnızlaştırma operasyonları, sadece dağda değil, Kürt sorunun çözümünde devletin dışında söz söylenebilecek

Bu durum samimi ve güvenilir bir çözümün tek muhatabının Türkiye işçi sınıfı ile yoksul Kürt halkı olabileceğini bizlere bir kez daha hatırlatıyor.

Futbol ve Şovenizm: Kürtler her yerde hedef tahtası! Oktay Benol, 30 Eylül 2009 Türkiye’de on yıllar boyunca ekilen şovenizm tohumları her fırsatta kendini gösteriyor. Son olarak Bursa ile Diyarbakır arasında oynanan Turkcell Süper Lig futbol karşılaması sırasında olanlar oldu. Bursa tribünlerinden 90 dakika boyunca Diyarbakır Spor’a “PKK dışarı” sloganları eşliğinde ağır hakaretlerde bulunuldu. Çoluk çocuğuyla maça gelen Diyarbakır taraftarları bir yandan çocuklarını korumaya çalışırken bir yandan da bu düşmanca tavırlara isyan etti. Gerçi Diyarbakır taraftarları bu tarz saldırı ve hakaretlere ilk kez maruz kalmıyor. Neredeyse her deplasman maçında Diyarbakır taraftarlarının benzer saldırı ve hakaretlere uğradığı zaten herkesin malumu. Toplumun başka alanlarında olduğu gibi futbol sahalarında da kendini memleketin sahibi sanan kimi zatlar olduğu bir gerçek. Bu zatlara göre herkes kendileri gibi düşünmek, davranmak durumunda… Bu zihniyet sahiplerine göre örneğin İstiklal Marşı okunurken bir tane Diyarbakır taraftarı bile marşa katılmadı. Onlara göre bu da gösteriyor ki Diyarbakır taraftarları düşman güç! Oysa Diyarbakır düşman güç olarak görülmekten bık-

mış durumda. Tam da bu nedenle Diyarbakır Spor Başkanı Çetin Sümer bu saldırı ve hakaretlerin canlarına tak ettiğini, gerekirse ligden çekileceklerini açıkladı. Açıklamanın gündeme bomba gibi düşmesinin ardından da devreye başta Türkiye Futbol Federasyonu ve hükümet olmak üzere ilgili ilgisiz her kesim balıklama dalmaya başladı. Sormak gerek; Diyarbakır 2009–2010 sezonu başladığından beri her deplasmanda bu muameleye maruz kaldığı halde şimdiye kadar ne yaptınız? Neden sağduyu çağrılarınızı, sükûnet telkinlerinizi vaktiyle yapmadınız da şimdi aba altından sözüm ona sopa gösteriyorsunuz? Bırakın bunları! Bu memlekette hiçbir şey içten ve samimi yapılmıyor! Her şey günü kurtarma adına ve göstermelik yapılıyor… Hrant Dink’in katledilmesinin ardından çeşitli takımların tribünlerinde katilin taktığı beyaz berelerle binlerce şovenist, ırkçı tezahüratlar yapmıştı. Hrant, Malatyalı olduğu için bu ilin takımına Ermenilerin takımı denmiş, bugün Diyarbakır’a yapılanların aynısı sergilenmişti. Yani ilk kez başımıza gelmiyor bugün olanlar. Ne ekersen onu biçersin! • Yine yanıltmadılar, günü

kurtarmaya yönelik, içten pazarlıklı, göstermelik davranışlarını bir kez daha sergilediler. İki takımın başkanı Futbol Federasyon Başkanı Mahmut Özgener ile birlikte bir basın toplantısı yaptı. Muhtemelen doğrudan hükümetin tavsiyesi ile gerçekleşti bu toplantı! Medyada görevini yaptı! Başlıklar hazır; “dostluk kazandı”, “sorun bitti”… Sorunlar halının altına süpürülerek çözülmez. Bu şovenizmin bitmesi için ilköğretim müfredatından başlayarak eğitim-öğretim sisteminden ırkçı- şovenist anlayışın ayıklanması, ceza yasasının şovenizmi ve ırkçılığı en ağır şekilde cezalandırması ve mutlaka medyanın yangına körükle gitmekten vazgeçmesi gerekir. Lakin, bu memlekette şovenizm ve ırkçılık halen büyük prim yapıyor. Halen seçim meydanlarında idam istiyoruz diyerek urgan sallayan MHP gibi partiler var. Başta DTP olmak üzere Kürtlere lütfeder gibi izin verme cüretini kendinde gören AKP ve CHP gibi partiler var. Bunlar olduğu sürece ne tribünlerdeki şovenizm ve ırkçılık biter ne de istenen barış ve kardeşlik sağlanır. Evet, bir yerden başlamak gerekiyor. Nefret tohumları ekmeyi bırakmak ilk adım olabilir…


GENÇLİK

YÖK’ten anti 50-d’cilere baskı

11

Okullar açılırken... Doğan Koca, 26 Eylül 2009 Okul öncesinden üniversiteye yaklaşık 20 milyon öğrenci bugünlerde yeni eğitim-öğretim yılına başlıyor. Yılların getirdiği ise IMF, Dünya Bankası tavsiye kararları ile şekillenen politikalar kapsamında eğitimin her geçen gün biraz daha piyasanın himayesine girmesi oluyor.

Rukiye B., 28 Eylül 2009 Asistan kelime olarak yüksek öğretim kuruluşlarında öğretim üyesi yardımcısı anlamına geliyor. Ama buradaki yardımcı çanta taşımak, ödev okumak anlamına gelmiyor. Aslında burada bir bilim insanının yapmaya çalıştığı şey asistan yoluyla kendinden sonra gelecek olanı yetiştirmektir. Ama 50-d kapsamında güvencesiz çalışan asistanların “bilim” namına bir şey üretebilmesi zor. Tıpkı bugün güvencesiz çalışan bütün işçiler gibi onların da “güven” kaygısı olmamalı ki yaptıkları işe odaklanabilsinler. Daha önceki haberlerimizde anti 50-d’cilere değinmiştik. Asistanların örgütlenip güvenceli çalışmak

için eylemde bulundukları ve davayı kazandıkları süreci aktarmıştık. Fakat yargı kararına rağmen Haziran’dan beri atamaları yapılmadı. 200 kişi İstanbul Üniversitesi (İÜ) Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet’ten randevu istedi ama talepleri reddedildi. Bunun üzerine de 35 asistan 5 idari görevliye soruşturma açıldı. İş güvenliği mücadelesi verdiği için soruşturmalık olan 40 asistan, 14 Eylül’de İÜ Merkez Kampüsü’nde soruşturma heyetine savunma yaptı. 100’den fazla akademisyen, asistan ve öğrenci ise, Beyazıt Meydanı’nda yaptıkları eylemle Rektör Söylet’i protesto etti, araştırma görevlilerine destek verdi. Asistanlar İÜ’nün onlara hak verdiğini ama YÖK’ün bu konuda etkili olduğunu belirttiler.

Karaburun Bilim Kongresi’nden notlar A. Ela Toprak, 29 Eylül 2009 “Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar.” şiarıyla bundan dört yıl önce yola çıkan Karaburun Bilim Kongresi, bu yıl 3–6 Eylül tarihleri arasında “80’den sonra...” başlığı ile gerçekleşti. Bu kongreyi diğer bilim kongrelerinden ayıran en önemli şey, bir şirket veya STK sponsorluğunda değil de; sendikaların, meslek odalarının ve belediyelerin desteği ile gerçekleştiriliyor oluşuydu. Kongre birçok farklı alandan akademisyen, aydın ve öğrenciyi bir araya getirerek, gündelik hayatın sorunlarına dair politika üretmenin bir aracı oldu. Kongre, içinde bulunduğumuz krizin niteliğini, Türkiye’yi ve dünyayı nasıl etkileyeceğini tartışan bir oturumla başladı. Bu bağlamda; 80 sonrası Türkiye’de uygulanmaya başlanan neoliberal politikaların; eğitim, sağlık ve emek süreçlerine olan etkisi tartışıldı. Bunun dışında, kriz ve kadın emeği, kentsel dönüşüm, Kürt sorunu ve anadilde eğitim gibi oturumlar da vardı. Konu, 80’le sosyalist aydınların hesaplaşmasına geldiğinde ise, solun kendisini eleştiri süzgecinden geçirdiğini söylemek pek olanaklı değil. Aynı tutum dönemin sol hareketlerinin incelenmesinde de geçerliydi. 80’ler sosyalistlerin yalnızca mağdur oldukları bir dönem olarak değerlendirildi; sol, kendi hatalarını görmezden geldi. Bu anlamda da, kendini eleştirmeyen bir solun, 80’lerden sonra tahlili elbette ki eksik kaldı. Öte yandan bütün bu tartışmaların sonunda, “ne yapmalı?” sorusunun cevabı belirsizliğini korudu. Sizlerle kongreyi birlikte izlediğimiz bir arkadaşımızın düşüncelerini paylaşıyoruz.

Merhaba, 1 Eylül’de arkadaşlarımızla beraber bizi uzun bir yolculuk bekliyordu o sabah. İçimizde tatlı bir heyecandan öte yüzümüze yansıyan korku yer alıyordu. Kongre İzmir’de olacaktı ve biz Diyarbakır ekibi olarak kongrede bulunacaktık. İzmir – Diyarbakır arasında aldığımız yolda herkes gibi ben de bizi karşılayacak olanların tavırlarını kafamda tasarlıyordum. Ezelden beri yaşanmışlıklarımızın arasında doğu ve batının uyuşmazlığı yer alıyordu. Ve bu defa yazılacak senaryoda aynı sahneler oynanırken ben oyuncu olmak istemiyordum. Kongrenin konusu: 80’lerden sonra Türkiye’ydi. Hepimiz 80 ve sonrasındaki değişkenler üzerinden konuşulacağını sanıyorduk. Ancak konferanslarda ardı ardına açılan konular 80’ler üzerine yoğunlaşmayı sağladı. Seminerlerin birinde konuşmacı bir yazar: ‘‘Bildiğim ve gördüğüm gerçekleri 301 yasasından ve gazetelere manşet olma korkusundan ötürü dillendiremiyorum.’’ demişti. Ve ben de söz alarak: ‘‘Silahı kalem olan bir yazarın bildiklerini korkularının ardına saklayarak ve söyleyememesi beni hayrete düşürdü.’’ dedim. Şimdi düşünüyorum da biz korktuklarımızı ne zamana kadar içimizde büyüteceğiz. Kaleme almaktan çekindiğimiz gerçekler yanı başımızda durmasına rağmen nereye kadar görmezden geleceğiz. Kongreyi organize eden ve kongre için emeği geçen herkese teşekkür ediyorum, her şey kelimenin tek anlamıyla mükemmeldi. Dicle Üniversitesi’nden bir öğrenci

2007 yılından bu yana AKP hükümeti ilk defa bütçeden en fazla pay alan bakanlığın Milli Eğitim Bakanlığı olduğunu söylüyor. MEB’in destekli bütçe içindeki payı 2009 itibariyle yüzde 10,64. Hâlbuki bu oran 1991’de yüzde 14,10, 1992’de yüzde 14,56, 1993’te yüzde 14,35’ti. 1994 yılından itibaren ise düşüş başlıyor. En düşük düzeye (yüzde 6,91) yine aynı iktidar döneminde, 2003’te iniyor. Bütçeden oransal olarak en fazla payın eğitime ayrıldığı yılların 90’ların başına denk gelmesi şüphesiz ki bir rastlantı değil. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesindeki yükselişe paralel bir artışın yaşandığını söylemek mümkün… MEB’in kendi bütçesi içinde yatırıma ayırdığı oran ise 2002’de yüzde 17,18 iken 2009 yılında yüzde 4,57’ye düşmüş durumda. Yatırımlar durma noktasına gelmişken iki yıldır üniversite kontenjanlarında yapılan artış, açılan onlarca yeni üniversite ve bir gecede süper liseden Anadolu lisesine dönüşen okullar eğitimin niteliğindeki düşüşe işaret ediyor. Bunun yanında son 5 yılda iki kez değişen ÖSS -yeni ismiyle YGS ve LYS- ile SBS sistemi iddia edildiği üzere dershanelere olan ihtiyacı azaltmadığı gibi körükledi. 2002’de 2122 olan dershane sayısı 4031’e, 606 bin 522 olan dershaneye devam eden öğrenci sayısı 1 milyon 122 bin 861’e yükseldi. Yedi yılda iki katına çıkan işletme ve öğrenci sayısı; işte hükümetin eğitim politikalarının özeti. Uygulanan eğitim politikası: Özelleştirme, özelleştirme ve daha çok özelleştirme! Bütçeden ayrılan payların bu denli düşmesinin nedeni işçi sınıfının kazanımlarının son mevzilerini de yok etmeyi amaçlayan, Orta Vadeli Program’da da “…İş dünyasının talep ettiği nitelikteki işgücünün yetiştirilmesi amacıyla eğitim ile işgücü arasındaki işbirliğini güçlendirecek mekanizmalar oluşturmaktır.” cümlesiyle en saf haliyle ifade olunan neo-liberal politikalardır. Bu politikaların sonucu ise zam üstüne zam bindirilen harçlardır. 50–60 kişilik sınıflardır. Sağlıksız okul binaları ve yetersiz eğitim materyalleridir. ÖSS’dir. Sosyal güvencesiz, asgari ücretle, günde 12 saat çalıştırılan dershane öğretmenlerinin emeklerinin sömürüsü üzerinde yükselen dershanelerdir. Barınma sorunudur. Çalışmak zorunda olan öğrencilerdir, mevsimlik işçi olduğundan okula devam edemeyen öğrencilerdir. Kadrosuz istihdam edilen asistanlardır. Sözleşmeli öğretmenler ve hademelerdir. Grev ve toplu sözleşme hakkından yoksun, ek ders ücretleri gasp edilen öğretmenlerdir. Sendika hakkından yoksun ve asgari ücretle çalışan dershane öğretmenleridir. Çözüm ise eğitimin piyasalaştırılmasından mağdur olan tüm kesimlerin; öğretmenlerin, akademisyenlerin, okul işçilerinin, öğrencilerin ortak mücadelesindedir.


12

İŞ YERLERİNDEN

- TEKSTİL -

- PETROKİMYA-

İşyerimde son durum: Patronlar:3 – İşçiler:0

Patronun keyfî çalıştırmasına hayır!

Merhaba arkadaşlar; Ben iki katlı bir tekstil atölyesinde çalışmaktayım. Size geçen ay yazdığım mektupta, Ekim ayının 15’inde işyerimde zammın konuşulacağından bahsetmiştim. Şimdi o döneme çok yaklaştık. Ben de iş yerimdeki değişikliklerden sizlere bahsetmek istiyorum.

Arkadaşlar, her gün bizim üstümüzdeki baskılar daha da çoğalıyor. Geçen mektubumda size zam dönemimizden bahsetmiştim. Bu yazıda da zam sonrası yaşanan gelişmelerden bahsetmek istiyorum.

Bizim işyerinin üç ortağı var. İkisi Türkiye’de, en önemlisi de Almanya’da. Türkiye’de bulunan patronlar alt kattaki özel siparişler ile ilgileniyorlar. Alt kat onlara ait. Üst kat ise, Alman patronun. Bunların üçü sadece üst katta kâr ortaklığı yapıyorlar. Bugüne kadar hiç görmediğim Alman patronu, zam ayı vesilesi ile ilk kez görebilme şerefine kavuştum. Biz işçilerin, işyerlerimizde beklediğimiz zam büyük değil. Yüzde 2 veya 3’lük bir zammı bekliyoruz. Bugüne kadar hiç verilmeyen yemek ve yol masraflarına dair ise, bir beklentimiz bile yok. Bizler kıt kanaat geçinirken, patronlar kâr oranlarını daha da yükseltmek için krizi bahane ederek ve işsizlikten söz ederek bizi korkutup, bizleri kendilerine muhtaçmış gibi gösteriyorlar. Bunun için patronlar harıl harıl çalışıp, hiç üşenmeden taa Almanya’dan kalkıp 20 TL’lik bir zammı bile, daha da aşağıda tutabilmek için buralara kadar geliyorlar. Hem de yaklaşık 15 gün burada arkadaşları ile en lüks otellerde kalıyorlar. Günlük masrafları 400–500 TL’yi buluyor. Onlar bizim 20 liralık zammımızı daha da aşağıya çekmek için, bu masrafları hiç de çok görmüyorlar. Patronlar harıl harıl çalışırken bizler bakmakla yetiniyoruz. Oysa bizim de yapabileceğimiz şeyler var. Hepimiz biliyoruz ki patronlar, bizim yaptığımız işlerden muazzam bir kâr elde ediyorlar. Bizim muhakkak örgütlü bir şekilde çalışmamız gerekiyor. Biz sustukça onlar bizi kendilerine muhtaç etmeye devam edeceklerdir. Ama aslında onlar bize muhtaç. Patronların bize uygun gördüğü kırıntılara muhtaç kalmayalım. Daha önceden bir araya gelip konuşalım, birlik olalım. Hiçbir patrona inanmayalım. Biz işçilerin sayısı da, işlevi de patronlarınkinden büyük. Bir kez birleşirsek üç patronu da alt ederiz. Çünkü onlar üç, biz ise otuz kişiyiz. Bir İşçi ****************************************************

- TEKSTİL Bir yanda işçi çıkarma, bir yanda fazla mesai Geçen aybaşında ve Ramazan’dan itibaren “iş yok” diye işçi çıkaran yönetim, yeniden işçi almaya başladı. İşçi alımı sürerken, bir yandan da imalattaki bir ustabaşını kalite sorumlusu yaptılar. Kim ne kadar iş yapıyor, kim az çalışıyor, bunların kontrolü için. Bu şekilde, üzerimizdeki baskıyı arttırmaya çalışıyorlar. Mesailerinse önümüzdeki ay hız kazanacağı söyleniyor. İş yok bahaneleriyle binlerce işçi işinden olurken, dışarıda milyonlarca işsiz varken, uyanık patronlar sipariş fazlasını mesailerle kapatmayı planlıyor. Bizler duyarlı işçiler olarak, işyerindeki artan baskı ve fazla çalışmalarla ilgili olarak, işçi arkadaşlarımızı uyarmalı, bir araya gelmenin yollarını bulmalıyız. Bir İşçi

Benim çalıştığım firmanın Tekirdağ-Çerkezköy’deki şubesinde çalışan bazı arkadaşlarımın İstanbul’da çalışmalarına karar verilmiş. Gerekçe ise, İstanbul’dan Çerkezköy’e giden servisin maliyeti... Bu arkadaşlarım, Çerkezköy’deki şube açıldığında patron tarafından çağrılmışlardı ve onlardan Çerkezköy’e gitmeleri istenmişti. Başta teklifi kabul etmeyen arkadaşlar patron tarafında zorla ikna edilip şubeye gönderildiklerinde, patron her halde böyle bir maliyeti hiç düşünmüyordu. Ne zaman oradaki fabrika düzene girdi ve firmanın arkadaşlara ihtiyaçları kalmadı, işte o zaman patron için servis maliyeti ortaya çıktı. Ancak sorun arkadaşlarımızın patronun keyfine göre bir orada bir burada çalıştırılmalarından ibaret kalmadı. Bu arkadaşların merkeze gelmesiyle birlikte fabrikada farklı sorunlarla karşı karşıya kaldık. Çünkü arkadaşların geri gelmesi çalışan kişi sayısının yükselmesine, yani kadro fazlalığına neden oldu. Gelen iki arkadaşımızın karşılığında üç işçi arkadaşım işten atıldı. Arkadaşlarımın işten çıkarılmaması için elimden geleni yapmaya çalıştım. Ama tek kişi olduğum için her hangi bir şeyi değiştiremedim. Çünkü tek kişiden kazanım çıkmaz. Arkadaşlar nerede olursak olalım bizlerin kaderi patronları iki dudağı arasında olduğu sürece onlara boyun eğmek durumunda kalırız. Boyun eğmemek için birlik olmak, birlikte mücadele etmek zorundayız. Eğer iş yerinde çoğunluk olsaydık, arkadaşlarımın işten çıkarılmasını engelleyebilirdik. Biz hala işimize devam ediyorken, niçin mi böyle yapmak zorundayız? Çünkü bugün arkadaşlarımız işten çıkarılmış olabilir. Ama unutmayalım, böyle giderse yarın sıra bize gelecek. Bir İşçi ***************************************************

- TEKSTİL Derdimiz çok, bir araya gelmeliyiz 7 aydan beri takım elbise diken 360 kişilik tekstil fabrikasında çalışmaktayım. Her işyerinde olduğu gibi burada da sorunlar birden fazla. Örneğin, tuvaletlere turnike koymuşlar, günde 6 dakika süremiz var. Tuvalette 6 dakikadan fazla kalırsak, geçen süre maaşlarımızdan kesiliyor. Servisler de balık istiflemesine dolu. 22 kişilik araçlara 40 kişi binmek zorunda kalıyoruz. İşyerinde çay verilecek yazısı yazan patron, yazıyı asalı 3 ay geçmesine rağmen bir bardak çayı bizlere çok görüyor. Ramazan ayında erzak alacağımızı düşünürken patron bir sahtekârlık yaparak, servisler kalabalık diye erzakı vermekten kaçtı. Hacı hoca geçinen patron erzakları cukka yaptı. Mesaileriyse 2–3 ay gecikerek alıyoruz. 1 yıl önce alınan servislerin taksitleri bizim paralarımızla ödeniyor. Bizlerse borç ve sefalet içinde yüzüyoruz, patronsa servetine servet katıyor. İçme suyunu ise, parasını cebimizden ödeyerek temin ediyoruz. Yakın zamana dek, kantin olmasına rağmen fiyatlar pahalı olduğundan yan taraftaki dükkândan alışveriş yapıyorduk. Ancak, müdür dışarıdan alışveriş yapmamızı yasakladı. Acaba kantine ortak mı oldu? Fiyatlar uçuk, aldığımız para belli. Cebimizdeki üç kuruşa da gözlerini dikmişler. Fakat bizler bu sorulara kafa yormazsak sıkıntıların üstesinden gelemeyiz. Onun için bir araya gelmemiz gerekiyor. Bir İşçi

İş kazaları ve işçiler üzerindeki etkileri

Türkiye’de iş kazaları ve cinayetleri yalnızca Tuzla tersanelerinden ibaretmiş gibi gösteriliyor, ancak durum hiç de öyle değil. Onun dışındaki pek çok sektörde sık sık iş kazası ve cinayeti yaşanıyor. Bu sektörlerin başında inşaatçılık ve metal var. İş kazaları ise işçilerin üzerinde pek çok farklı etkiye yol açabiliyor. Ben dört yıldır metal iş kolunda çalışıyorum. Ağır sanayi olarak nitelendirilen bu çalışma biçimi, fiziksel dayanıklılık gerektiriyor ve hatayı asla affetmiyor. Çok dikkatli ve deneyimli olsanız dahi, bu meziyetlere sahip olmanız sizin kaza geçirmeyeceğiniz anlamına gelmiyor. Bu yoğun ve yorucu çalışma temposu içinde bazen en tecrübeli işçilerin bile aklından geçmeyecek, beklenmedik kazalar yaşanabiliyor. Çalıştığım süre içinde onlarca iş kazasına tanık oldum, ilk zamanlar çok kötü etkilensem de bir zaman sonra ben de bu durumu kıdemli işçiler gibi olağan gibi görmeye başladım. Çünkü bu da doğanın bir kanunu gibi geliyor insana bir süre sonra. Haftada 4–5 iş kazasının olduğu bir ortamda bunu kanıksamamak tuhaf oluyor zaten. Fabrikada iş kazası geçirmemiş işçi yok. Tabii her kazanın sonucu aynı olmuyor. Kimi kazaların sonucu pek önemsenmeyecek kadar geçici olsa da, kimi kazalar çok ciddi hayati tehlikelere yol açabiliyor. Benim çalıştığım fabrikada iş kazalarının bu kadar yoğun olmasının en büyük nedeni iş güvenliği için gerekli olan önlemlerin işveren tarafından alınmamış olmasıdır. Patron iş güvenliği için gereken önlemleri cebinden 3–5 kuruş çıkacak gerekçesiyle almazken, iş kazası geçiren işçinin ne durumda olduğu da umurunda değildir. Çünkü o bilir ki biri gitse de kapıda iş için bekleyen binlercesi var. Gemisi yol alsın da, kaptanın kim olduğu fark etmez onun için. İşte tam da bu noktada, iş kazası geçirmiş arkadaşımız patron tarafından kaderine terk edilirken, biz işçilere düşen görev iş kazası geçiren bu arkadaşımızı maddi, manevi zor günler yaşayacağı bu dönemde, yalnız bırakmamak; arkadaşımız iyileşip aramıza dönene kadar bu zor döneminde sık sık ziyaretine gidip moralini yüksek tutmasını sağlamaktır. Arkadaşlığın da temeli bu paylaşımdır zaten. Sadece iyi günde değil, kötü günde de birliktelikten vazgeçmemeliyiz. Tabii bir yandan da işverene baskı yapıp arkadaşımız sağlına kavuşana kadar tüm sağlık ve ulaşım harcamalarının işletme tarafından karşılanmasını sağlamalıyız. Bunların başarıldığı samimi bir çalışma ortamında her türlü haklarımızı almak için de samimi ve bilinçli bir birliktelik yaratma şansımız yüksektir. Ümit Yılmaz, 29 Eylül 2009

MEKTUPLARINIZI BEKLİYORUZ


EMEK ATÖLYESİ İş kazası ve ardından yapılması gerekenler

13

BİR KAVRAM

Artı-değer nedir?

5510 sayılı yasanın 13. maddesine göre iş kazası; —Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada , —İşveren tarafından yürütülmekte olan iş veya görevi nedeniyle işyeri dışında, — Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda, —Emziren kadın işçinin çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda, —İşçilerin işveren tarafından sağlanan bir taşıtla işyerine gidip gelmeleri sırasında meydana gelen, işçide hemen veya sonradan bedensel veya ruhsal özre sebep olan olaydır. Olaydan sonra ortaya çıkan bedensel ve ruhsal rahatsızlıkların olaya bağlı olarak geliştiği doktor raporu ile tespit edilirse kazanın üzerinden yıllar geçmiş olsa dahi kaza iş kazası olarak değerlendirilir.

Artı-değer, ekonomi-politik biliminin, David Ricardo tarafından tanıtılmış ve son şekli Karl Marks tarafından verilmiş bir terimidir. Kapitalist zenginliğin birikimini açıklamak için ortaya atılmıştır. Açmak gerekirse, birikimin gerçekleşmesi için bir şeyin sürekli olarak alınırken tekabül ettiği değerin fazlasına satılması gerekiyorsa bu alma ve satma işlerinin arasında ona bir değer eklenmesi zorunludur. Bu eklenen değere artı-değer denmiştir.

İş kazası olduğunda; —İlk yapılması gereken işverenin bölgedeki zabıtaya (savcılık, jandarma veya karakol) bilgi vermesi zorunludur. Patron bunu yapmazsa işçiler de bu bildirimi yapabilirler. —Zabıtadan sonra bir dilekçe ile durum SGK’ya 3 iş günü içerisinde bildirilmelidir. SGK ‘ya yapılan başvurudan sonra SGK hemen olay yerine müfettiş göndermek zorundadır. Gelen müfettişlerin tuttuğu rapora göre olayın iş kazası olup olmadığına karar verilir. Olay iş kazası ise, işçinin tedavisi yapılır, tedavi süresince geçici iş göremezlik ödeneği ödenir. Maluliyet durumu varsa tespit edilir. Maluliyet durumunun yüzde 10’un üzerine çıkması ile maluliyet aylığı bağlanır. —SGK’nin yanı sıra Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne de başvurmak gerekir. Bölge Çalışma Müdürlüğü kendi müfettişlerini olay yerine göndererek iş kazasını ve tarafların kusur oranlarının tespit eder.

İkinci sorun artı-değerin kaynağı sorunudur. Bu fazla sürekli olarak nasıl sağlanır? Bunun cevabı ise üretim sürecinde ve üretken emekte bulunur. Kapitalist birikimin esası, üretim esnasında yaratılan değerdir. Bunun bir kısmı -hiçbir zaman tamamı değil- ücret olarak işçiye ödenir, geri kalan kısma sermayedar tarafından birikime katılmak üzere el konur. İşte bu el konan değere artı-değer, onu üreten emeğe de artı-emek denir.

Müfettişlerin kaza yeri incelemesi sırasında; —Kazazede işçi eğer olay yerinde bulunabilecek durumda ise mutlaka bulunmalıdır. —Eğer kazazede işçi olay yerinde bulunamıyorsa, olaya tanık olan işçiler mutlaka müfettişe bilgi vermelidir. Ayrıca müfettiş raporlarına kazaya tanık olan işçiler tanık olarak isimlerini yazdırmalıdırlar. Patronlar genellikle iş kazası sonrasında, kazaya uğrayan işçi sigortasızsa, kazayı gizlemek için, kazazede işçiyi SGK’ye ait olmayan devlet hastanesine ya da özel hastaneye götürmektedir. Çoğunlukla özel hastaneler tercih edilmektedir. İlk bakışta kazazede işçinin işveren tarafından özel hastaneye götürülmesi daha iyi gibi gözükebilir. Ancak kaza ciddiyse, uzun süreli tedavi gerektiriyorsa ilk olarak özel hastaneye getirilmiş kazazede işçinin tedavi masraflarının SGK hemen ve tamamıyla karşılamayabilir. Patronun da işçiyi yüzüstü bırakması durumunda hastane tedavi masraflarını işçiden talep eder. Bu açıdan bir iş kazası sonrasında en yakın SGK hastanesine başvurulmalıdır. Belirtmekte yarar var, iş kazası geçiren işçi sigortasız olsa bile bağlı bulunduğu SGK’ye yapacağı başvuru ile sigortalı işçilerin yararlandıkları bütün haklardan yararlanabilir. Kaza sonrasında işçinin dinlenme süresine SGK hastaneleri karar verir. SGK tarafından belirlenen dinlenme süresi içinde işçinin işten atılması mümkün değildir. Dinlenme süresinin işçinin ihbar süresini 6 hafta geçmesi durumunda işveren işçiyi tazminatlarını vererek işten çıkartabilir. Kazazede işçi, iş kazasından sonra iş mahkemesine başvurarak işverene maddi ve manevi tazminat davası açabilir.

İşçiler hayattır! Merhaba arkadaşlar, Bu yazıyı yazmaya başladığımda nereden başlayacağımı, nasıl giriş yapacağımı ve Kürt açılımını mı, selde kaybettiğimiz işçi kardeşlerimizi mi, yoksa küresel mali krizin bizim sırtımıza yüklenmesiyle her gün artan işsizliğimizi mi yazayım diye düşünüyordum. Sorunlara baktığımda başlık olarak hepsi ayrı ayrı olabilir dedim. İşin içine girip, biraz araştırdığımda bütün sorunların kaynağının aynı olduğunu gördüm. Sorunların kaynağı bir avuç para babası! Yani patronlar! Kendi paralarına para katmak için biz işçi sınıfının sırtına basarak, kendi servetlerine servet katan patronlar! Tabii birde seçim zamanı bizlerden oy kapmak için her türlü dalavereyi çeviren siyasetçiler var! Başa geldiklerinde bizleri uyutup, kendi özlerine dönüp, patronlara hizmet etmek için orada olduğunu hatırlayan siyasetçiler… Biz işçi sınıfını patronlara köle etmek için ard arda yeni yasalar geçiren, patronlara hizmet aşkıyla biz işçi sınıfının başına herhangi bir şey geldiğinde suçu hemen bizlerin üstüne atmayı ihmal etmeyen siyasetçiler ve bürokratlar… Bunların düzenbazlığını gözden kaçırmamamız gerekiyor! Örneğin kendi yandaşlarına rant kazandırmak isteyen bir belediye başkanı Ayamama deresinde tır parkı yapılmasını onaylıyor ve orayı sel basıyor. Onlarca şoför ve başka işçi kardeşlerimiz hayatlarını kaybediyor. Sonra bu belediye başkanı kaybedilen hayatlardan kendisi sorumlu değilmiş gibi sorunu ozon tabakasının delinmesi ve parfüm kullanan kişilere atıyor. Sizce de düşündürücü değil mi? Bir de bir başbakan düşünün! Kendisi son günlerde kardeşlikten dem vuran, analar ağlamasın diyen ve yeri geldiğinde inanırsanız Kürt açılımı için kolları sıvayan bir kişi! Şimdi bu başbakan sel baskınında hayatını kaybedenlerden özür dileyip, istifa etmesi gerekirken “derenin intikamı” diye açıklama yapıyor. Ve üstelik o dere ıslah edilmesi gerekirken kendi başkanlık döneminden bu yana uygulanan yanlış politikaları unutup bu sözleri söylüyor… Böyle bir başbakanın kardeşliğinin ne önünde ne de arkasında olduğunu düşünüyorum. Çünkü çözmeye çalıştığı şey patronların yaratığı krizden yine patronları nemalandırıp onların cebine daha fazla nasıl para koyacağını düşünmekten ibaret. SSGSS, işsizlik fonu, 4857 sayılı iş kanunu ve bunun gibi birçok kanunu meclisten geçirdiler… Biz işçi sınıfının tüm kazanımlarını patronlara peşkeş çekiyorlar… Bunları yapanları unutmamamız gerekiyor. Bizi bu durumdan kurtaracak kişiler yine bizleriz, patronlar ya da onların hükümetleri değil… Üretim olmazsa hayat da olmaz! İşçiler olmazsa üretim olmaz! İşçiler hayattır! Ali Büyükdere, 28 Eylül 2009

Artı-değer, üretildikten sonra çeşitli biçimler alır. Örneğin bir fabrikada üretim gerçekleştikten ve işçilerin ücretleri ayrıldıktan sonra muhtemelen kapitalist; fabrikanın kirasını ödeyecek, aldığı kredinin faizini verecek ve bunların ardından kalan kısmı kâr olarak cebine atacaktır. Yani artı değer sırasıyla ranta, faize ve kâra dönüşecektir. Artı-değerin bütün bu biçimleri, bir ekonomide birbirine yakınsar. Yani rekabet dolayısıyla çeşitli rant gelirleri, kârlar ve faizler birbirine yaklaşır. Sonuçta ev kiralarını işyeri kiraları belirler, kredi kartı borçlarına önceden belirlenmiş oranlara göre faiz işler. Buradan anlaşıldığı gibi oturduğumuz evlerin kirasından enflasyon oranına kadar bütün ekonomik veriler her birimizin çalışma hayatıyla derinden ilgilidir. Artı-değer iki şekilde ifade edilir; mutlak ve oransal olarak. Mutlak artı değer dediğimiz, yukarıda bahsedilen üretim sürecinde eklenmiş değerden emeğin çıkarılmasıyla bulunan miktardır. Bu miktar bu şekliyle bize çok şey anlatmaz. Büyük bir işletme için düşük bir mutlak artı-değer, küçük bir şirket için devasa görünebilir. Oransal artı-değer ise basitçe mutlak artı değerin ücret toplamına bölünmesiyle bulunabilir. Peki, bu oran bize neyi gösteriyor? Bu oranı bildiğimiz takdirde iş günümüzün ne kadarını kendimiz için ne kadarını patron için çalışarak geçirdiğimizi görebiliriz. Örneğin artı-değer oranı yüzde 100 ise -bu günümüzde mütevazı bir orandır- iş gününün yarısına kadarki çalışmamızla ücretimizi çıkardığımız, geri kalan zamanda ise patrona çalıştığımız söylenebilir. Yukarıda söylendiği gibi günlük yaşantımızda yaptığımız yemek, giyim ve barınma gibi harcamalar, kopmaz bir şekilde üretim sürecine bağlı olduğundan, bunların alımını kolaylaştırmanın tek yolu -günde 16 saat çalışmaya gönüllü olmadığımızı varsayarsak- artı değer oranını değiştirmek yani sömürü oranını azaltmak olacaktır. Bu da az ya da çok, işçi sınıfının kazanımları için mücadele etmekten geçer. Bunlarla birlikte, artı-değer oranı, birçok faktörün bütününden oluşan üretim sürecini anlamak için sahip olduğumuz araçların yalnızca biridir. Bunların içinde sermayenin bileşenleri, üretim araçları, iş bölümü gibi başkaları sayılabilir. Siz de çalıştığınız yerde üretilen artı-değeri hesaplayabilirsiniz. Buradan hareketle maaşınızı günün kaç saatinde çıkardığınızı ve kaç saat patrona çalıştığınızı öğrenebilirsiniz. Yalnız önceden belirtmekte fayda var, oldukça kötümser bir tabloyla karşılaşmanız muhtemel...


14

ULUSLARARASI

Birleşik Devletler...

Amerikan sağlık sistemi sosyalleşir mi?

Sedat D. , 29 Eylül 2009 300 milyonluk bir nüfusa sahip olan Amerika’da 50 milyon kişinin herhangi bir sağlık sigortası yok. 25 milyon kişinin ise, sağlık sigortası yetersiz. Geriye kalanlar sigorta şirketlerinin insafına terk edilmiş durumda. Sigorta ücreti bazı iş yerlerinde patronlar tarafından ödenirken çoğu Amerikalı emekçi sigortasını kendi cebinden ciddi meblağlarda para harcayarak ödüyor. Bu sigortalı kimselerin bile, pek çok kaza ve hastalık durumunda, tedavi ücretleri sigorta tarafından karşılanmıyor. İşte Amerikan rüyası! Daha seçim döneminde bu konuda pek çok vaatlerde bulunan Obama ise, şimdilerde senatodan bir sağlık reformunu geçirmeye çalışıyor. Bu reform uyarınca devletin her vatandaşına, istemesi durumunda sağlık sigortası sunacağı belirtiliyor. Bunun sonucunda da, pek çok sağlık hizmetinin ucuzlamasının hedeflendiği söyleniyor. Ancak Obama’nın bu reform önerisi pek çok tepkiye yol açtı bile. “‘Komünist” Obama’ya kitlesel tepki • Obama’nın reform önerisine getirilen başlıca eleştiri; bu reformu hayata geçirebilmek için vergilerin arttırılacağı endi-

şesi üzerine kurulu. Bunun üzerine Cumhuriyetçiler, Obama’yı komünistlikle suçlayıp, zenginlere büyük vergi yükleri getireceğini söyleyerek onu eleştiriyorlar. Aynı zamanda Obama’nın da dâhil olduğu Demokratların içerisinde dahi tasarıyı reddeden var. Yapılan anketlere göre ise, Obama’nın halk içerisindeki güvenilirliği yüzde yirmi oranında gerilemiş durumda. Buna karşı ABD’de, Cumhuriyetçiler ile bağı bulunan “Freedomworks” adlı hareket tarafından organize edildiği söylenen, 10 bin kişilik bir eylem yapıldı. Eylemde Obama, ülkeyi sosyalizme sürüklemekle suçlandı! Reform halkçı mı, piyasacı mı? • Senatoda ve Sağlık kongresinde kendisine yapılan suçlamaları cevaplayan Obama, öncelikle, sağlık reformunun ülkesinde kaçak olarak yaşayan 12 milyon kişiyi hiçbir şekilde kapsamayacağını açıkladı. Zengin Amerikalıların vergiden düştüğü bağış miktarında da hiçbir kısıntıya gidilmeyeceğini ima etti. Ayrıca reform için, harcanacak para miktarının da, on yıl içerisinde toplam 900 milyon dolardan daha fazla olmayacağının garantisini verdi. Obama’nın burjuvalara verdiği bu garantiler dahi, sağlık reformunda yoksullara yeterli yerin açılmadığını gösterir nitelikte.

Obama’nın reformdan asıl beklentisi, yoksulların iyileştirilmesini sağlamak ve zenginlerin vergilerini arttırarak bir adalet sağlamak değil. 14 trilyon dolarlık Amerikan ekonomisinde, sağlık sektörü yüzde 16’lık bir paya sahip. Obama’nın yapmaya çalıştığı, burada dönmekte olan paranın daha adil bir biçimde diğer sektörler arasında paylaşılmasını sağlamak. Özellikle de, çok masraflı olan özel sigortaların yükünü taşıyan patronların yükünü hafifletmek. Bir yandan Cumhuriyetçiler, işçi sınıfının beynini, ‘kamulaştırma öcüdür’ diyerek, babadan kalma propaganda yöntemleri ile yıkayıp, ellerinde bulundurdukları sektörleri korurken, öte yandan Demokratlar, Amerikalı emekçi kardeşlerimizi sosyal hakları hayata geçireceği yalanlarını savurarak kandırıp burjuvaların ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışıyorlar. Görünen elbette şu ki, her yıl sağlık hizmeti alamadığı için yaşamını yitiren milyonlarca Amerikan emekçisinin bağımsız bir sınıf politikasını izlemesi, onun ve tüm dünya emekçilerinin tek çıkar yolu olmaya devam ediyor.

Chevron’a karşı direniş (Richmond, Kaliforniya) Çeviri Ekonomik kriz Richmond halkını vurdu • Federal hükümet tüm fon kaynaklarını şirketler için kullanırken, Richmond’daki binlerce aile, ülkenin geri kalanı ile beraber işini ve evini kaybediyor. İpotek krizi derinleşiyor ve Richmond’da bir buçuk yıl içerisinde 2.300 eve el konulurken, bu rakam ülke genelinde 4,8 milyona ulaşıyor. Bunlar olup biterken Başkan Obama, ipoteği derhal durdurmak ve evsizler için halk konutları yaratmak yerine, çok düşük orandaki mortgage mağdurunu ilgilendiren yeni düzenlemeler yapmak ile uğraşıp, işçi ailelerini boğazlayan zinciri kırmaktan kararlılıkla kaçınıyor. Ancak işçiler yalnızca evlerini değil, işlerini de kaybediyorlar! Kaliforniya’daki 2009 Haziran’ına ait olan resmi işsizlik verileri yüzde 11.6 iken, gerçek veriler yüzde 15 civarında. Kasım 2007’de batı Bay’de işsizlik yüzde 4.8 iken bugün bu oran yüzde 10.4’e sıçradı!

Savaş vurguncusu Chevron milyarlar kazanırken insanların hayatını alt üst etti • Kaliforniyalı Chevron şirketi, ABD’de 2inci dünyada ise 4üncü en büyük petrol şirketi konumunda. Şirket 2008’de 23,9 milyar dolar kâr elde ederek tarihinin en yüksek kâr oranını elde etmiş oldu. Bunun en büyük sebebi, şirketin Kaliforniya’ya (örneğin Alaska’da yüzde 12 civarında olan) petrol vergisini ödeme zorunluluğunun bulunmaması. Şirketin ödeyebileceği vergi miktarı [iflas etmekte olan -çn] Kaliforniya eyaletinin bütçe açığına neredeyse denk düşmekte. Chevron aynı zamanda Cumhuriyetçi Parti’nin baş destekçisi olarak biliniyor. Bush’a iki seçim döneminde de büyük bağışlarda bulunan şirket, son seçimlerde McChain’e 2,3 milyon dolarlık destekte bulunmuştu. Bunun karşılığında Chevron, Irak savaşından beri savaş vurguncusu bir şirket haline gelmiş, yeni petrol kaynakları elde etmiş ve ABD’nin emperyalist projelerine büyük katkılar sunmuştur. Şirket rafinerisi her yıl 38’den fazla türde zehirli madde ve 900 ton atık üretiyor. Bu yüzden çevreye yüksek

konsantrasyonlu benzen (kanser yapıcı bir madde) ve amonyak (şehirdeki astımın sebebi olarak görülüyor) yaymış oluyor. Şimdi ise şirketin büyüme planı [kriz sebebi ile-çn] ertelendi ve Chevron 1.100 işçisini şehirden kovmak istiyor. Devlet yetkilileri sosyal hakları azaltıyor, şirket kârlarına dokunmuyor! • Şehir konsülü, Richmond’un işini korumak yerine öğretmenlerin sağlık sigortalarını kesiyor! Bunlar olup biterken belediye başkanı ise, daha fazla polis için 61 milyon dolar harcıyor. Ve şehrin imajını tazelemek için yaptırdığı “yeni logo”su için 87.600 dolar ayırıyor. Vali Schwarzeneger ise, eğitim harcamalarından 9 milyar dolarlık bir kısıntıya giderken, petrol şirketlerini vergilendirmeyi reddediyor. O, işçilerin hakkı olan sosyal hakları alarak, krizin işçiler üzerindeki yükünü iki katına çıkarıyor. Her gün daha çok insan anlıyor ki, esas sorun işçilerde değil, toplumumuzu yönlendiren sistemde. Üretimin insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil de kâr için yapıldığı kapitalizm, baskıyı ve sömürüyü arttıran bir sistemdir. İşte bu yüzden bu sistemi değiştirmeliyiz! Ve bunun ilk adımı şirketleri vergi ödemeye zorlamaktır! Direnişimize devam edeceğiz! • Richmond’da Chevron’a karşı ilk eylem 200 kişinin katılımı ile 15 Ağustos’ta gerçekleşti. Sosyal ve çevresel bir adalet için, bu tip büyük çok uluslu şirketlere karşı başlattığımız bu seferberliği devam ettirmemiz çok önemlidir. Taleplerimiz etrafında seferber olmalıyız. — Zehirli madde ölçümü uygulaması yapılsın! — Kârlı şirketlerde işten çıkarmalar yasaklansın! — İflas etmiş şirketler kamulaştırılsın! — Çevreyi kirleten sera gazı yayılımı azaltılsın! — Öğretmenlerin sosyal hakları geri verilsin! — Petrol şirketlerine %9.9’luk vergi zorunluluğu yasalaşsın! — Bütçe açığı kapanana kadar özel şirketlerin vergileri arttırılsın! — Hacizler derhal durdurulsun! — Halk konutları planlaması yapılsın! İşçi Sesi, 2 Eylül 2009 Türkçeye Çeviren: Sedat D.


ULUSLARARASI

15

Enerji Anlaşmalarının Türk Dış Siyasetinde Yeri Oktay Orhun, 30 Eylül 2009

Akım kozu eklendi.”5

“Dış politika her zaman ve her yerde iç politikanın bir devamıdır, çünkü aynı egemen sınıf tarafından yürütülür ve aynı tarihsel hedefler peşinde koşar.”1 Bu soyutlama üzerinden emperyalist ülkelerin ve (varsa eğer) işçi devletlerinin dış siyasete ilişin yönelimlerini belirlemek; iktisadi, diplomatik ve/veya askeri açıdan bağımlı ülke sınıflandırmaları içinde yer alan öteki ülkelerinkini (bundan sonra bağımlı ülke) belirlemekten görece daha kolaydır. Çünkü bu ülkeler dış siyaseti, kendi ülke sermayelerinin (işçi devletlerinde eğer devrimci ise dünya devrimi perspektifinin, eğer yozlaşmış ise bürokratik yönetici katmanın çıkarlarının) ihtiyaçlarına göre belirlemek zorundadırlar. Bu zorunluluk, emperyalist kamplaşma süreçlerini ve ardından da savaşlarını doğurur.2 Sermaye akışkanlığının kesildiği noktaları, düşen kâr eğilimlerinin sebeplerini ve bunları aşmak için sermayenin yapması gerekenleri tespit etmek – bir indirgemeyle – yeterlidir. Bağımlı ülkelerde ise elbette ana belirleyen ülkenin bağımlılık biçimi ve kapitalist gelişmişlik düzeyidir.

Türkiye’de, dış siyaset üzerindeki, yukarıda iki yönlü gerilim olarak ifade ettiğim, basınçlara başka iki etmeni daha eklemek gerekir. İlki, Türkiye’deki büyük sermaye gruplarının iktisadi çatışmaları ve ideolojik parçalanmışlığı (rejim krizinin süre giden niteliğini belirleyen başlıca etmenler).6 Diğeri dış siyaset üzerinde basınç oluşturan tarihsel etmenler (Ermenistan ve Yunanistan ile ilişkiler, vb.) ve tarihsel/güncel etmenler (hem iç siyasetin hem de Irak’ın kuzeyi münasebetiyle dış siyasetin ana belirleyenlerinden Kürt Sorunu, vb.). Burada da ikinci bir çift yönlü gerilim yaşanmaktadır. Çünkü sermayenin iktisadi ve ideolojik parçalanmışlığın hem sonucu hem de sebebi olan kurucu, laik, bürokratik elit, tarihsel/güncel sorunların “çözümünü” kendi kuruluş ve varlık temellerine yönelik bir saldırı olarak yorumlamaktadır. Öte yandan bu sorunların çözümü, sermayeye iktisadi çatışmalarını sonlandırabilecek bir uluslararası akışkanlık kazandırabilecektir.

Türkiye’nin dış siyaseti de yukarıdaki tanımlamadan ayrı tutulamaz. Aynı şekilde, Türkiye’nin bağımlılık biçiminin iktisadi ve diplomatik açıdan olması3 da bu dış siyasetin anlaşılması açısından belli bir güçlük doğurur. Çünkü dış siyaset, bu biçim ülkelerde gelişen “ulusal kökenli ülke sermaye”nin ihtiyaçlarına olduğu kadar “uluslararası sermaye”nin de ihtiyaçlarına da uyarlanmak ve belirli bir emperyalist güce yahut güçlerin çıkarlarına uyarlanmak durumundadır. Bu noktada ülke üzerinde iki yönlü bir gerilim oluşur. İlki ülke kapitalizminin gelişmişlik düzeyine bağlı olarak, ülke sermayesinin ihtiyaçları ile emperyalizmin çıkarları çatıştığında oluşan gerilim. İkincisi ise, emperyalist kutuplaşmanın doğurduğu çıkar çatışmalarının ülke üzerinde yarattığı gerilim. Türkiye, tarihsel olarak ikincisinden faydalanarak ilkini kendi çıkarları lehine çözümlemeye çalışmakta deyim yerindeyse uzmanlaşmıştır. (...) Sözgelimi, Nabucco Boru Hattı Projesi çerçevesinde yapılan uluslararası antlaşmanın hemen akabinde Rusya ve İtalya ile Güney Akım Projesi çerçevesinde bir anlaşma imzalanması bunu güzel bir biçimde betimler. Böyle bir anlaşmanın neden yapıldığını Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, “Türkiye’nin dış politikada temel tercihlerinden vazgeçmeksizin, hem kendi enerji güvenliğini sağlayabilmek hem de kendi üzerinden komşularının enerji ihtiyacını karşılayabilmek için”4 şeklinde açıklamıştır. Güneydoğu Avrupa Topluluğu uzmanlarından Dr. Franz-Lothar Altmann bu örneğe şu şekilde yaklaşmıştır: “Bu gayet tabi ki ilk sırada Nabucco’ya karşı bir proje. (...) Türkiye’nin Avrupa’ya karşı güçlü bir kozu var şimdi. Şimdi ‘biz Rusya’yla da görüşüyoruz, size muhtaç değiliz’ diyerek bunu yapıyor. Bu son dönemde Ankara’nın uyguladığı bir taktikti, Nabucco’yla Avrupa üzerine baskı kurulmak istendi. Yani Avrupa’ya ‘biz sizin enerji güvenliğiniz için önemli bir faktörüz’ deniyordu. Şimdi buna bir de bu Güney 1 L. D. Trotskiy, İhanete Uğrayan Devrim, Alef Yayınları, Eylül 2006, sf. 257. 2 Ayrıntılı bilgi için bkz. Emperyalizm, V.I Lenin, Evrensel Basım Yayın, 2001. Ayrıca bkz. Sosyalizm ve Savaş, Aynı Yazar, Evrensel Basım Yayın, 2003. 3 “Türkiye İçin Eylem Programı (2008), İşçi Cephesi – Aylık Siyasi İşçi Gazetesi İnternet Sitesi, Ocak 2009, http://www.iscicephesi.net/hakkimizda/307turkiye-icin-eylem-programi-2008 (Erişim Tarihi 26 Eylül 2009). 4 “Hükümet Sözcüsü Çiçek: Türkiye, dış politikada temel tercihlerinden vazgeçmedi”, Cihan Haber Ajansı, 10 Ağustos 2009. Cemi Çiçek, konuşması sırasında “temel tercihlerinden vazgeçmeksizin” ifadesini vurgulu ve iki defa dile getirdiğini hatırlatmak yerinde olacak.

Tüm bu bağlam içinde, ABD (başat emperyalist güç)’nin izlediği siyasetin seyri ve bu seyrin nedenleri/hedefleri; varsa eğer bu hedeflerle uyumsuzluk içinde bulunan ülkelerin aldığı konumlanışlar; bu seyrin/hedefin Türkiye’den beklentileri ve bu beklentilerin Türkiye’nin “ulusal” çıkarlarına etkisi; bu çerçevede Türk dış siyasetinin aldığı seyir; değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bu eksende kendimi, Türkiye’nin son dönemde imzaladığı uluslararası enerji antlaşmaları ile sınırlayacağım. Türkiye’nin Enerji Politikası • “1923 yılında Türkiye rafinerisi olmayan, petrol ve petrol ürünlerini dışarıdan satın alan bir ülkeydi. O yıllarda sanayinin henüz kurulmamış olması ve taşıtların azlığı nedeniyle petrol tüketimi de yok denecek kadar azdı. 2 Mart 1926 ‘da çıkarılan ilk Türk Petrol Kanunu ise devletçi bir sistem getirmekteydi. Bu dönemde; Ortadoğu’da petrol üreticisi ülkelerin milliyetçi ve devletçi politikalara geçmesi, dışa bağımlılığın azaltılmaya çalışılmasının da etkisi vardır.”7 2007 yılına gelene değin, yerli ve yabancı tüm aramalar dâhil olmak üzere Türkiye’de sadece 3100 sondaj yapıldığını, Türkiye’nin son 50 yılda kazdığını, sözgelimi Romanya sadece 5 ay içerisinde kazdığını vurgulamak gerek.8 Bu durum Türkiye’nin enerji politikalarının her daim eleştirilen yanını oluşturmuştur. Sözgelimi, Necdet Pamir, 2003 yılındaki bir yazısında şöyle diyor: “Bugün için tükettiği petrolün % 90’ını, doğal gazın ise neredeyse tamamını ithal eden Türkiye için bu gerçek, son derece yalın olarak ortadadır. Gelecekteki fiyat oluşumları üzerinde de hiçbir kontrolümüz olmayan ve genel enerji tüketimimiz içindeki toplam payları %65’ler seviyesinin altına düşmeyen bu iki kaynağın ithalatına, 2002 yılında 8,1 milyar dolar (ham petrol ve ürünlerine 5,3 milyar $, doğal gaz ve petrol gazlarına 2,8 milyar $) döviz ödeyen Türkiye, mutlaka ulusal kaynaklarını geliştirmek; petrol, doğalgaz ve kömür alanında, yıllardır durma noktasına gelen yurtiçi aramacı5 “Rusya ile anlaşma Nabucco’yu öldürdü mü? (Söyleşi)”, Söyleşen Değer Akal, 8 Ağustas 2009, Deutsche Welle, http://www.dw-world.de/dw/article/0,,4552161,00.html (Erişim tarihi 26 Eylül 2009). 6 Ayrıntılı bilgi için bkz. Yusuf Barman, “Türkiye’nin Son 500 Günü: Sorular-Cevaplar”, İşçi Cephesi – Aylık Siyasi İşçi Gazetesi İnternet Sitesi, 11 Ağustos 2009, http://www.iscicephesi.net/tartisma/ sizden-gelenler/312-turkiyenin-son-500-gunu-sorularcevaplar. Ayrıca bkz. “Üçüncü Cephe Üzerine, Yusuf Barman, İşçi Cephesi – Aylık Siyasi İşçi Gazetesi İnternet Sitesi, 18 Haziran 2007, http://www.iscicephesi.net/tartisma/sizden-gelenler/313-ucuncu-cepheuzerine (Erişim tarihi 26 Eylül 2009). 7 Halil Patacı, “Türkiye Ekonomisinde Enerjinin Yeri ve Enerji Politikaları”, Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi, 2007 Kongresi Kitabı. 8 A.g.e.

lığını yeniden ve bir ‘master plan’ dâhilinde canlandırmak zorundadır.”9 Bu bağlamda Türkiye’nin belki bir “master plan” değil ama yine de özellikle 2007’den sonra yeni bir program dâhilinde hareket ettiğini vurgulamak gerek. Sözgelimi, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’nca hazırlanan Bakanlar Kurulu tarafından onaylanıp Resmi Gazete’de yeni yayımlanan ve 2010 – 2012 yıllarını kapsayan “Orta Vadeli Program” bunun bir göstergesi. Planda yer alan vurgular, metnin başında ifade ettiğim iki yönlü gerilimler ekseninde de önem arz ediyor. “Mevcut uluslararası konjonktür, ülkemizin ihtiyaç duyduğu yapısal reform sürecinin hızlandırılmasını gerektirmektedir”10 ifadesinde olduğu gibi. Programın enerji politikalarına ilişkin kısmında ise öne çıkanlar, şu şekilde özetlenebilir: İlk olarak, elektrik arz açığının giderilmesi ve uzun dönemde enerji arz güvenliğinin sürdürülmesi. İkinci olarak, nükleer enerji santrallerinin yapımına başlanması. Üçüncü olarak, doğalgaza aşırı bağımlılığı azaltmak üzere yerli ve yenilenebilir kaynakların kullanımına hız verilmesi ve nihayet dördüncü olarak, bölgede bulunan enerji (petrol, doğalgaz ve elektrik) kaynaklarının uluslararası pazarlara ulaştırılmasında Türkiye’nin transit güzergâhı ve terminal ülke olması için gerekli çalışmalar sürdürülmesi.11 Bu programın gerek nükleer enerji gerekse doğalgaza bağımlılık noktasındaki iflasını öngörebiliriz. Üstelik bu iflasın sebebi bu iki başlığın birbiriyle çelişiyor olmasından kaynaklı: “Daha önce yapılmış olan tüm alım-tarife garantili antlaşmalar ve ‘kullan ya da öde’ anlaşmaları, nükleer santrallerin önünü kesecektir.”12 Bu garantili antlaşmaların ülke toplam kapasitesinin %51’ndenfazlasını teşkil ettiğini eklemeyi unutmayalım.13 Dahası, önümüzdeki on yıllık süreçte dünyadaki enerji alanındaki olası gelişmeler, doğalgaza bağımlılığın tüm dünyada giderek artacağını ve kömürü gölgede bırakacağını gösteriyor.14 Bu durum Türkiye’nin Program harici reel siyasettine de kendini dayatmış durumda. Eskipazar-Karabük Ve Zonguldak-Çaycuma-Bartın Doğalgaz Boru Hattı (DgBH), Diyarbakır-Batman-Siirt DgBH, BOTAŞ’ın hâlihazırda süren projeleri. Hatay, Muğla ve Iğdır DgBH’leri ise yakın dönemde ihaleye sunulacak olanlar. Dahası var, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’nca talep edilen “Kâhta DgBH”, Gönen DgBH” ve “Diyarbakır-Batman-Siirt DgBH Projesi”ne ilişkin Fizibilite Raporları ile “Önerler-İpsala DgBH” Projesine ilişkin hazırlanan Ön Fizibilite Raporu ilgili mercilere sunulmuş durumda. Yani, bırakın doğalgaza bağımlılığı azaltmayı, bu bağımlılık giderek daha fazla arttırılıyor.15 Bu durumda, elimizde elektrik arz açığının giderilme meselesi ve Türkiye’nin transit güzergâh ve terminal ülke olması için gerekli çalışmaların sürdürmesi kalıyor. (DEVAMI İNTERNET SİTEMİZDE) 9 A. Necdet Pamir, “Türkiye\’nin Enerji Kaynakları ve Enerji Politikaları”, Metalurji Dergisi, Sayı 134. 10 Orta Vadeli Plan (2010-2012), Bakanlar Kurulu Kararı, 27351 sayılı (Mükerrer) Resmi Gazete, http://mevzuat.dpt.gov.tr/bkk/27351-M.htm, (Erişim tarihi 29 Eylül 2009), vurgu benim. 11 A.g.e. 12 Arif Künar, “Türkiye, Nükleer Santral Kuramaz”, Nükleer Enerji Masalı, Henrich Böll Stiftung Derneği, Nisan 2007. 13 Buna elbette örgütlenmesi gereken nükleer karşıtı muhalefeti de eklemeyiz. Zira bu ülke, akıldışı edimlere, ne yazık ki alışkın. 14 “World Energy Outlook 2008”, Executive Summary, International Energy Agency. 15 Kuzey Marmara ve Değirmenköy Doğalgaz Yeraltı Depolama Projelerini ve Tuz Gölü Doğalgaz Yeraltı Depolama Projesini de bu çerçevede yorumlamak gerekiyor.


Kurtarıcımız değilsiniz,

kurtardığımız da olmayacaksınız! Belki hiçbirimiz iktisatçı değiliz, siyaset bilimci değiliz, sosyolog değiliz… Ama “kriz nedir” sorusuna hepimizin ortak bir cevabı vardır; kolayca, “yoksullaşmadır, işsizliktir,” deyiveririz. Çünkü yaşadıklarımız öğretir, deneyimleri ortaklaştırır. İşçi sınıfının belleğini diri tutar. “Kriz, yoksulluktur, işsizliktir; ama yalnız bizim için! Yalnız işçiler ve emekçiler için…” cevabı, verilen en gerçekçi cevaptır bu yüzden. Ve bu cevap, bugün belki küçük, belki dağınık; ve belki yeterince örgütlü değil; fakat dünyanın birçok yerinde dile getirilmeye devam ediyor. Patronlar sınıfının cevabı Öte yandan, patronlar sınıfı her daim kendi cevabını ortaya koyuyor. “Kriz, fırsattır” diyor. “Krizi aşarken, meyvelerini de toplarız; toparlanır, yolumuza devam ederiz.” Geçtiğimiz ay gerçekleşen G20 zirvesinin ana söyleminde olduğu gibi: Küresel finansal sistem nasıl kurtulur, bu tartışılıyor. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) nasıl işlerliğini sürdürür, bu konuşuluyor; çünkü sistemi ve bu emperyalist-kapitalist sistemin kurumlarını kurtarmak, bu sınıfın kendisini kurtarabilmesi anlamına geliyor. İşte, bu nedenle, 6–7 Ekim tarihlerinde İstanbul, bir yandan bu kurtarma operasyonuna ev sahipliği yapıyor. Bir yandan da, mücadelenin sesini giremediği toplantı salonlarının dışından, belirleyemediği politikaların sermayedaşlığını protesto ederek yükseltenlerce kuşanıyor. Kurtulan kim olacak? Toplantı, 186 ülkenin maliye bakanlarını, merkez bankası uzmanlarını, akademisyenlerini ve sermaye çevrelerini bir araya getiriyor. Krizden çıkış ve kriz sonrası toparlanma sürecinin stratejisini kurmayı amaçlıyor. Peki, bu strateji neyi içeriyor? Tahmin etmek zor mu? Mesela bu kurumların güçlenmesi ne anlama gelir, cevaplamak için çok uzağa gitmeye gerek var mı? Henüz açılımını bile bilmeden öğrendiğimiz şeyin, her yeni doğanın IMF’ye borçlu doğduğu olduğunu hesaba katarsak, gerek yok.

Emperyalist-kapitalist

sisteme ve

kurumlarına

boyun

eğmeyelim!

Bunların ömrünü bir kenara koyup, yalnızca kendi ömrümüzce bir tahlile girişsek bile eğitime, sağlığa bile uzanan politikalarının sonuçları ile yüzleşmiş olmaz mıyız? Borçlanan bizleriz, alınan borçla mağdur edilen yine bizler değil miyiz?! Yazıya cevaplardan söz ederek başladık. Çünkü, cevapların çözümleri belirlediğini biliyoruz. Çünkü, cevaplarımızın dâhil olduğumuz sınıfça belirlendiğinin farkındayız. Bu yüzden, kriz ekonomiktir diyenlerin karşısında, hayır bu politik bir krizdir diye ısrarla duruyoruz. Bugün, IMF ve DB’nin güçlenmesini, krize bir çözüm olarak sunanlarla, bu krizin sorumlusunun, IMF’nin ve DB’nin birer yüzü olduğu emperyalist-kapitalist sistemin ta kendisi olduğunu savunanlar arasındaki fark politiktir. Tıpkı, küresel finans sistemini kurtarma çabası ile işçi ve emekçilerin mağduriyetini azaltma çabası arasındaki farkın politik olması gibi. Birinciler, burjuvazinin, işçi sınıfının boynuna taktığı zincirin politik bir ifadesidir. Ve önümüzdeki günlerde İstanbul’da gerçekleşecek bu toplantı bu zincirin bir halkasıdır. Karşısında, meydanlardan yükselecek cevap da işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin politik tutumunun bir ifadesi olmalıdır. Krizin bedelini ödeyen olmamak adına, kapitalist sistemi ve kurumlarını teşhir etmek adına… Değil mi ki tek gerçek hayattır, payımıza düşenlerle meydanlar 6 Ekim’de bu gerçeği haykıracaktır! Kriz kapitalizmdir! Kriz, IMF’dir, DB’dir: Kapitalizmin sınıf karşıtı, yoksullaştırıcı, sömürücü politika ve uygulamalarıdır. Ne kurtarıcımız ne de kurtardığımız siz olacaksınız!

Cemre Sava / 29 Eylül 2009

www.iscicephesi.net


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.