17.mayis.2010

Page 1

1 Mayıs'ın ardından: 1 Mayıs'ı kazanmak ve mücadeleyi birleştirmek! “Güvenceli çalışma, işten çıkarmaların yasaklanması ve işsize iş” eksenindeki talepleri içeren bir mücadele hattında ısrarcı davranmak ve bu ısrarın etrafında mücadeleyi birleştirmek bugün için bizim başlıca görevimiz olmalıdır...

Aylık Siyasi İşçi Gazetesi • Sayı: 17 • Mayıs 2010 • Fiyatı 2 TL

Arka Plan, sayfa 8-9'da...

1 Mayıs’ın kitleselliğiyle, birleşik bir 26 Mayıs örelim! 2010 1 Mayısı, Türkiye tarihinin en kitlesel 1 Mayıs'larından biri olarak kayda geçti. Bunda 1 Mayıs'ın konfederasyonlarca bölünmemesinin, Taksim'in kutlamalara açılmasının, günün resmi tatil ilan edilmiş olmasının büyük payı vardı. Diğer bir etkense, 2010 1 Mayıs’ının, dünya kapitalizminin tarihin en büyük krizlerinden biriyle sarsıldığı bir döneme denk gelmesiydi.

uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü ise eğer; öncelikle sormamız gereken soru, 2010 1 Mayıs’ının işçi sınıfının acil ihtiyaçları doğrultusunda, ona uygun talep ve sloganlarla seferber edilip edilmediğidir. Her ne kadar konfederasyonlarca 2010 1 Mayıs'ının işsizliğe, güvencesizliğe, krize karşı seferber edildiği ilan edilse de, bunu ilan etmek ve hayata geçirmek arasında büyük bir fark olduğu aşikar.

32 yıl aradan sonra kutlamalara açılan Taksim Meydanı'ndaki mitingin sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilmesi ise, “provokasyon” tartışmalarını noktalayan bir gelişmeydi. AKP dahil burjuva hükümetler, “provokasyon” gerekçesiyle alanı yıllar boyu emekçilere kapatadursun; devlet müdahale etmedikçe, kontrgerilla sahneye çıkmadıkça ortada bir provokasyon tehlikesi olmadığı bir kez daha görülmüş oldu.

Sorun bu şekilde ortaya konulduğunda, 2010 1 Mayıs’ını bir zafer, sınıf hareketi adına bir büyük başarı olarak addetmenin, fazla zorlama olduğu açığa çıkıyor. 1 Mayıs'ın ardından sınıfın hafızasında kalanın, 1 Mayıs'ın kitlesel ve “provokasyonsuz” geçtiğinden ibaret olduğunu teslim etmemiz gerek. Oysa bu 1 Mayıs'a; işsizliğe, güvencesizliğe, krizin faturasını ödememeye dair talep ve sloganların damgasını vurması gerekiyordu. Bu yönüyle 2010 1 Mayıs’ı, işçi sınıfının ve sınıf hareketinin içinden geçtiği süreç düşünüldüğünde, tepilmiş bir fırsat anlamına da geliyor. Sınıf hareketinin kontrolü sendika bürokrasisinin elinde oldukça, başka türlüsünü de beklemiyoruz zaten. 2010 1 Mayıs’ından en kârlı çıkan kesimin sendika bürokratları olduğunu da not etmek gerekir. Krizle birlikte sermayenin yoğunlaşan saldırılarına karşı kıllarını kıpırdatmayan bürokratlar, özellikle TEKEL direnişiyle birlikte, ciddi bir prestij kaybı yaşamışlardı. 2010 1 Mayıs’ının kitleselliği ve dahası, hükümeti ve burjuvaziyi doğrudan hedef tahtasına oturtmayan niteliğiyle, hem sıralarını savmış oldular hem de Taksim “fatihleri” olarak egemenliklerini sürdürmek için başarılı bir hamle yapmış oldular.

Krizin emekçiler üzerindeki etkisini bütün şiddetiyle gösterdiği bir dönemde kutladık 1 Mayıs'ı. Krizle birlikte işsizlik oranının yüzde elli arttığı ve gerçek işsiz sayısın 6,5 milyona çıktığı, güvencesiz ve esnek çalışmanın giderek yaygınlaştığı, buna karşın işçi sınıfının sermayenin saldırılarını durduramadığı, savunma mevzilerini aşamadığı bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir dönemde, 1 Mayıs'ın Taksim'de 200 bini aşkın bir kitle tarafından kutlanması, yine Türkiye'nin diğer bölgelerinde 1 Mayıs'ın geçen senelere göre daha yaygın ve kitlesel kutlanması, sınıf hareketi açısından önemli bir gelişmedir. Ne var ki, bu olumluluk, 2010 1 Mayıs’ının gerçekçi bir analizini yapmaktan bizleri alıkoymamalı. Vakitsiz zafer naraları, bu olumlu gelişmenin olumsuz bir etkene dönüşmesine yol açabilir. 1 Mayıs “işçinin emekçinin bayramı”ndan ibaret değilse ve işçi sınıfının

Sendika bürokrasisini Mustafa Kumlu ve hempalarından ibaret görmekse, sosyalist solda yapılan yaygın ve korkunç bir hata. Türk-İş yönetimi ne kadar bürokratsa, DİSK ve KESK yönetimi de o kadar bürokrattır. Aralarındaki fark ayrıntıdadır. Mustafa Kumlu'nun 1 Mayıs kürsüsünde, direnişçi işçiler tarafından konuşturulmamasını, bürokrasinin bir mağlubiyeti sanmak için fazla safdil olmak gerekir. 1 Mayıs mitinginin kontrolü olduğu gibi, sınıf hareketinin kontrolü de henüz sendika bürokrasinin elindedir ve aynı bürokrasi 26 Mayıs eylemini baltalamak için ellerinden geleni yapacaklardır. Bugün sınıf hareketinin acil görevi, güvencesizliğe, işsizliğe karşı 26 Mayıs genel “eyleminin” genel greve dönüştürülmesidir. 1 Mayıs'ın başarısı da 26 Mayıs'ın etkisiyle ölçülecektir. İkinci bir “4 Şubat faciası” yaşanmamasıysa ancak, inisiyatifin bürokrasiden sınıf bilinçli öncü işçilere geçmesiyle mümkün olabilir. Bunun da bir tek çözümü var: işyerlerinde grev komiteleri kurulması ve işçilerle kamu emekçilerinin 26 Mayıs genel grevi için aktif bir şekilde seferber edilmesi. İşimiz zor ama yolumuz uzun ve başarmaktan başka çaremiz yok!

İşçi Cephesi, 4 Mayıs 2010

Emek Güncesi Sayfa: 03

Burjuvazi, AKP hükümeti, askeri darbe ve anayasa tartışmaları Sayfa: 04

Taciz, tecavüz ve şiddet kader değil!

Sayfa: 07

“Yeni Anayasa” kıskacında BDP Sayfa: 10

Uluslararası Birlik Komitesi (UBK) deklarasyonu: İşçilerin mücadelesi Yunanistan sınavında

Sayfa: 14


2

İLAN TAHTASI

5. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali İC – Haber, 27 Nisan 2010 Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, 1–10 Mayıs tarihleri arasında İstanbul, İzmir ve Ankara’da eş zamanlı olarak gerçekleşiyor. Bu yıl beşincisi düzenlenecek olan festivalin teması, güvencesiz çalıştırma ve buna karşı yürütülen mücadeleler. İlk kez 2006 yılında gerçekleştirilen Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kapsamında, Türkiye’den ve dünyanın dört bir yanından yerli ve yabancı belgesel filmler gösterilecek. TEKEL direnişini anlatan belgesel filmlerin gösterileceği festivalin konukları arasında İranlı usta yönetmen Macid Macidi bulunuyor. Temel amaçları Türkiye ve dünyadan emekçilerin yaşamlarını ve mücadele deneyimlerini izleyicilerle buluşturmak ve ülkemizde işçi filmi üretimini özendirmek olan festival, bu yıl düzenleyen kurumların sayısının artmasıyla daha da güçlü bir şekilde izleyicinin karşısına çıkacak.

Ayrıca, bu yıl festival kapsamında fotoğraf alanındaki etkinlikler de büyük yer tutuyor. Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği (AFSAD), Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi, Fotoğraf Vakfı, Red Fotoğraf, İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği ortak organizasyonuyla üç kentte “1980'den 2010'a Emek Sineması'ndan Meydanlara 1 Mayıs'ın 30 Yılı” sergisi açılacak ve çeşitli paneller düzenlenecek. Festival süresince film gösterimleri İstanbul’da Beyoğlu Sineması, İstanbul Fransız Kültür Merkezi, İstan-

bul Barosu Orhan Adli Apaydın Salonu, İstanbul Halkevi; Ankara’da Batı Sineması, Alman Kültür Merkezi, Çağdaş Sanatlar Merkezi, Sakarya Meydanı; İzmir’de İzmir Fuarı Gençlik Tiyatrosu’nda yapılacak. Ayrıca birçok mahallede ve işyerlerinde de özel gösterimler düzenlenecek 5. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, Sine-Sen, Dev Sağlık-İş, Birleşik Metal-İş, Hava-İş, Petrol-İş, Tez Koop-İş, Ses, Türk Tabipler Birliği, sendika.org ve Halkevleri tarafından düzenleniyor.

Film etkinlikleri:

Birlikte izleyip, tartışabilmek için! İC – Haber, 30 Nisan 2010 İşçi Cephesi gazetesi olarak, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliğimizin ardından kadın etkinliklerini sadece bir güne sığdırmamak gerekçesiyle Alibeyköy’de bir film izleme etkinliği gerçekleştirdik. Etkinliğin amacı kadınları gündelik hayatın tekrarından bir saat bile olsa uzağa götürmek, kendi dünyaları ve başka dünyalar arasında bir bağ kurmalarını sağlamaktı. Biliyoruz ki, kadınları senede bir 8 Mart’ta, işçileri 1 Mayıs’ta, Kürtleri 21 Mart Newroz’da hatırlamamak için mücadeleler sürekli kılınmalıdır. Bu önemli mücadele günleri amaç değil birer araç olmalıdır. Etkinliğimize dönersek, film seçimi ve film bulma konusunda belli sıkıntılar yaşadık. 100 yıllardır devam eden bir kadın sorunu buna rağmen kadınlarla ilgili filmlerin azlığı... Bu sorgulanması gereken bir durumdu bizim açımızdan.

alırken, birden kendini Hulisi Bey’in iki çocuklu eşi Naciye hanım olarak bulur ve serüven buradan sonra başlar. Yeni yaşamında yeni rolüyle, tahammül edemediği kocasıyla baş etmeye çalışan Serap da sonunda başına gelenlerden şüphe etmeye başlar. Acaba Belinda şampuanının reklamında oynamış mıydı yoksa hep iki çocuklu Naciye miydi o? Filmi 20’yi aşkın kadın bir o kadar da çocuk seyretti. İzleyenlerin tümü de filmin sonuna kadar hangisinin gerçek olduğuna karar veremedi. Bu yorum izleyiciye bırakılmıştı, kim nasıl yorumlarsa diye... Filmi anlamadığını söyleyenler de oldu, iki çocuklu Naciye karakterini kendilerine benzeten “Ben Naciye’yim” diyenler de oldu. Birlikte izlemenin ve tartışabilmenin yararı film gösterimlerine devam edilmesi önerisini beraberinde getirdi... Okuyucularımızı, bu etkinliklerimizde bizlerle birlikte olmaya davet ediyoruz.

Sonunda Atıf Yılmaz’ın 1986 yapımı “Aaahh Belinda” filmini göstermeye karar verdik. Senaryosunu Barış Pirhasan yazdığı filmin oyuncuları ise Müjde Ar, Yılmaz Zafer, Macit Koper’di. Film, gösterime girdiği 1986 yılında 23. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu altın portakallarını almıştı. Gösterildiği dönemde farklılıkları nedeniyle tartışmalara neden olan bir filmdi.

SAYI: 17 • MAYIS 2010 Aylık Siyasi İşçi Gazetesi Sahibi ve yazı işleri müdürü Atakan Çiftçi (Enternasyonal Yayıncılık) Yönetim yeri Caferağa Mah. Sarraf Ali Sok. Saraçoğlu İş Hanı No: 36/17 Kadıköy - İstanbul 1 yıllık abonelik Yurtiçi: 25 TL • Yurtdışı: 25 € Her türlü haberleşme ve abonelik talebi için e-posta adresimiz iscicephesi@gmail.com Baskı Ser Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı - İstanbul Fiyatı: 2 TL

1986 ile 2010 yılları arasında 24 yıl var. Ancak, bu 24 yılda kadınlar açısından hiçbir şey değişmemişti. Bu çeyrek asırlık bir süreydi. Kadının ezilmişliği değişmediği için bu film de eski sayılamazdı. Film bu dünyada herkesi memnun etmeye çalışan kadınların, kaçışını, bunalımını ve mücadelesini çok güzel yansıtmaktaydı. Belki televizyonlarda defalarca gösterildi. Ama kadınlar olarak birlikte izleyip, birlikte tartışmak, birlikte sorgulamak daha keyifli oldu. Kısaca filmin konusuna da değinecek olursak... Tiyatrocu Serap, Belinda adlı şampuanın reklamında rol

NE SAVUNUYORUZ?

neyi hedefliyoruz?

İşçi Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye'de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz. Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için uğraş veriyoruz. Egemen sınıfın her türlü diktatörlük rejimine karşıyız. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.


EMEK GÜNCESİ

İtfaiye direniyor! İC – Haber, 5 Mayıs 2010

3

İSKİ ve Samatya direnişlerinden rerek; taleplerini kitleler önünde haykırmışlardır. Kendilerine kürsü verilmemesini ve sahneye çıkan Mustafa Kumlu'yu “Sendika ağaları değil, işçiler kürsüye!” diyerek protesto eden işçiler, kürsüden sendika ağası Kumlu'yu ve diğer bürokratları indirerek sahneye çıktılar.

İC – Haber, Mayıs 2010

İSKİ işçileri Aksaray’daki İSKİ binası önünde 47 gündür direnişe devam ediyorlar. İşe iade için açtıkları davanın ilk duruşmasının Mayıs ayının 18’inde görülmesi bekleniyor. İşçiler mahkeme günü kapıda pankart ve sloganlarla hazır bekleyerek basının ve halkın dikkatini bu davaya çekmeye çalışa-caklarını söylüyorlar.

Bu baskı ilk değildi; İtfaiye işçileri direniş boyunca birçok baskıya maruz kalmışlardı. Önce belediye önündeki çadırları zabıtalarca dağıtılmış, ardından basın açıklamalarında, diğer işçilerle dayanışırken polisin saldırısına uğramışlardı. İşçileri ise baskılar yıldırmadı, ardından talepleri ve direnişteki diğer işçi kardeşleriyle 1 Mayıs'ta Taksim'deydiler.

Direnişteki işçiler, sahnede yaptıkları konuşmada, kölece yaşamaya, taşerona hayır demek, 4-C'ye ve güvencesizliğe karşı mücadele etmek için direnişte olduklarını; TEKEL direnişinin yaktığı ateşi birleşik mücadelenin kanallarını oluşturarak her yere taşımak için bir arada olduklarını ifade ettiler. “Söz/kürsü sınıf hareketinin her kabarışında sınıfı arkasından vuran ihanetçi sendika bürokrasisinin değil, uzun soluklu ve militan eylemleriyle işçi sınıfı mücadelesine yeni bir soluk kazandıran TEKEL işçilerinin; güvencesizliğe, taşeronlaşmaya ve işten atılmalara karşı güvenceli iş ve insanca çalışma talebini yükselten İtfaiye işçilerinin, İSKİ işçilerinin; ücretlerini alamayan, kölece çalışmaya zorlanan Samatya inşaat işçilerinin, Marmaray işçilerinin; sendikal mücadeleden dolayı işten atılan Esenyurt Belediye işçilerinin, ATV-Sabah işçilerinin, Direnişteki İşçiler Platformu’nun olmalıdır”, diyerek kitlelere seslendiler.

1 Mayıs'ta “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Birleşe birleşe kazanacağız" sloganlarıyla Esenyurt, Tekel, İSKİ, Samatya, Marmaray, Sinter, ATV-Sabah, Atık Kâğıt işçileri ile birlikte kürsüye çıkan İtfaiye işçileri o günün ve kürsünün sahibi olduklarını göste-

İtfaiye işçilerinin şimdi gündeminde ise, Mayıs ayı boyunca görülecek olan işe iade davaları var. Yasalar çoğunlukla işçiden yana işlemese de; bizim onların yanında olmamız dava sürecinin ve mücadelenin onların lehine sonuçlanmasını sağlayabilir.

Direnişteki İtfaiye işçilerinin geçtiğimiz günlerde İstanbul'un çeşitli yerlerinde açtıkları resim sergileri birçok insan tarafından ilgiyle izlenmiş, süren mücadelenin haklılığını bir kez daha göstermişti. Bakırköy, Taksim ve Kadıköy olmak üzere, üç hafta boyunca sergilenmek üzere valilikten izin alınan sergi, süreç içerisinde işten çıkarıldıkları Büyükşehir Belediyesi'ni ve Kadir Topbaş'ı epey rahatsız etti. Bu nedenle sergilerin üçüncü haftasında Kadıköy'de açılması planlanan sergi, Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı zabıtalarca engellendi. Zabıtaların tehditlerine maruz kalan ve izin kâğıtlarını göstermelerine rağmen hukuksuz bir biçimde reddedilen işçiler, bu zorbalığı teşhir etmek ve sergilerini açmak üzere bir basın açıklaması yaptılar.

1 Mayıs’ın ardından direnişteki İSKİ ve Samatya işçilerini ziyaret etmeye ve destek vermeye devam ediyoruz. İSKİ’de son durum

Geçtiğimiz hafta içerisinde İSKİ’nin 4 güvenlik elemanı işçilerin pankartlarını indirmek istemiş, ama işçilerin direnmesi karşısında başaramamışlardı. İSKİ işçileri direnişe fiili olarak katılan kişi sayısının az olmasından ötürü bu türden baskılarla karşılaşıyorlar. Bunun dışında, seslerini yeterince duyuramamak ve direnişlerine demokratik kitle örgütlerinden yeterli destek alamamak gibi sıkıntıları olduğunu söylüyorlar.

Direnişteki İşçiler Platformu’nun 1 Mayıs coşkusu 1 Mayıs mitingine TEKEL’le birlikte Direnişteki İşçiler Platformu olarak Şişhane yönünden katıldılar. Yürüyüş kolunda en ön sırada yer alan direnişçi işçiler, alana ilk giriş yapanlar oldular ve kürsünün önünde yerlerini aldılar. Yürüyüşte olduğu gibi alanda da coşkularını hiç kaybetmediler. Samatya’da kazanım Samatya işçilerinin 1 Mayıs mitingi ile beraber heyecanları ve coşkuları artmış, kısmen de olsa moralleri yerine gelmiş durumda.

Esenyurt'ta direnişe devam! İC – Haber, 4 Mayıs 2010

Esenyurt Belediye işçileri direnişlerinin 8. ayındalar. Direnişlerinin 224. gününde Esenyurt Belediye işçilerine destek olmak amacıyla Esenyurt'ta binlerin katıldığı coşkulu bir miting düzenlenmişti. Bu mitingden sonra direnişten korkan belediye, işçileri en başından beri bekledikleri yer olan kaldırımdan, yandaki boş araziye sürdü. Dahası pankartlarını ellerinden aldı. Ayrıca işçiler yandaki arazide görünmesinler diye belediyenin önüne otobüs park ettirdi. Fiziksel olarak yoldan geçenler ve çevre halkı tarafından iyice görünmez hale gelen işçiler sabahın ayazında ısınmak için top oynayıp, eğlenmeye çalışıyorlar. Ziyaretimiz sırasında 12 kişi olan işçiler işten atılan herkesin direnmemesinden şikâyetçiler. 5 kişi daha yakın zamanda işe iade davasını kazanmış ama içeri

çağrılmamışlar. 15 Mayıs Cumartesi günü dayanışma için gece düzenleyecek olan işçiler dayanışma çağrısı yapıyorlar. Emekten yana bütün dostları, 15 Mayıs'ta direnen Esenyurt işçilerinin yanında olmaya çağırıyoruz.

1 Mayıs sonrasında İSKİ işçilerine yaptığımız ziyaret sırasında sohbetimiz devam ederken, Samatya işçilerine telefon edildi. Alınan haber direnişin bittiğiydi. Hemen ardından İSKİ işçileri ile beraber Samatya işçilerine ziyarete gittik. 30 Nisan günü sabah saatlerinde polis inşaata baskın yaparak, 2 işçiyi inşaatı işgal ettikleri gerekçesi ile gözaltına almış; saat 15.00’a kadar gözaltında tutulan işçiler sonrasında mahkemeye çıkartılıp serbest bırakılmışlardı. Bu gelişmenin ardından, şirket ile işçiler arasında yapılan anlaşma sonucu işçilerin bir kısmına ücretleri verildi; kalanlarına da senet yapıldı. Samatya’daki direnişçi işçiler hem geçim sıkıntısından hem de memleketlerine gideceklerinden bu teklifi kabul ettiler. Samatya işçileri ile sohbet edip çaylarımızı içtikten sonra onlara veda ettik. İSKİ işçilerinin direnişleri sürmekte... Biz de İşçi Cephesi olarak ziyaret ve desteklerimize devam edeceğiz.


4

POLİTİKA

Burjuvazi, AKP hükümeti, askeri darbe ve anayasa tartışmaları AKP hükümetinin ne kendi kişisel anayasasını yapması ne de sermaye sınıfına rağmen AKP’ci bir yargı kurması söz konusu olamaz. Burjuvaziden bağımsız ve ona rağmen bir AKP ne var olabilir ne de hükümet olmaya devam edebilir. AKP’nin giriştiği anayasal değişiklikler ve yargısal düzenlemeler TÜSİAD’ın ana gövdesinin de dâhil olduğu egemen burjuvazinin beklenti ve ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşmektedir Oktay Benol, 4 Mayıs 2010 12 Eylül Anayasası bir askeri darbe anayasasıdır. Bu nedenle askeri darbeyi gerçekleştiren generallerle ve orduyla anılır. Aynı zamanda Anayasa’nın yasakçı, yok sayıcı, inkârcı, cezalandırıcı, tek tipleştirici özünü kısaca anti-demokratik niteliğini doğrudan bu askeri darbeden aldığı varsayılır. Bu yaklaşımlar bir yanıyla doğru ama eksiktir; çünkü sebep-sonuç, araç-amaç ilişkisi kopuktur. Sadece bu açıdan bakılırsa askeri darbe ceberrut devletin baskı ve şiddet dolu korkunç bir saldırısı olmakla sınırlı kalır. Oysa 12 Eylül Askeri Darbesi’nin de, 12 Eylül Anayasası’nın da ebeliğini yapan 24 Ocak 1980 Kararları’dır. Bu kararlar Türkiye’de son 30 yıldır süren neoliberal ekonomik karşı devrimin de temelini oluşturan programdır. Askeri darbe bu neoliberal programın uygulanabilmesinin önünü açmış ve 12 Eylül Anayasası da en üst düzeyde bu saldırı programının yasal çerçevesini oluşturmuştur. İşçi sınıfı örgütlerinin parçalanması, sendikaların kapatılması, örgütlenmenin yasaklanması sermaye düzeninin sömürü çarklarının daha güçlü çalışmasını sağlamıştır. 12 Eylül Anayasası bu ekonomipolitik arka plan görülmeden anlaşılamaz. Devlet ile orduyu eşitlemek ve başını generallerin çektiği asker-sivil bürokrasiyi her şeyin sahibi varsaymak modern kapitalist devletin varlığının sermaye sınıfının çıkarları üzerine kurulu olduğu gerçeğinin üzerinden atlamak anlamına gelir. Kuşkusuz asker-sivil bürokrasi çok önemli ayrıcalıklara sahiptir ve rejimin ciddi bir gücüdür. Lakin bu güç sermaye sınıfına rağmen ve ona karşı bir güç değildir. Tersine nihai anlamda burjuva sınıfı adına sürdürülen işlerin ortaya çıkardığı bir mekanizmaya işaret eder. En açık ifadeyle son tahlilde burjuvazi, önünde hazır-ol’da durulan güçtür. Türkiye’nin sayılı zenginlerinden Karamehmet’in Ergenekoncu olduğu iddia olunan bir albayın karşısında emireri gibi durduğuna dair basına yansıyan haberler de nihai karar vericinin sermaye sınıfı olduğu gerçeğini değiştirmez. Tek tek patronların tutumlarına değil burjuvazinin bir sınıf olarak ekonomipolitik hâkimiyetine bakmak gerekir. Hükümetin programı burjuvazinin çıkarına tâbidir Burjuvazinin bir sınıf olarak ekonomipolitik hâkimiyetinin göz ardı edilmesi bugün AKP hükümetinin gerçek anlamda neyi temsil ettiğinin ve rolünün anlaşılmasını da engellemektedir. AKP hükümeti başından bu yana sadece MÜSİAD’ın değil TÜSİAD’ın da desteğini almıştır. TÜSİAD’ın yeni başkanı AKP politikalarını sürekli öven Ümit Boyner olmuştur. Patronlar AKP hükümetinin genel çizgisinden memnuniyetlerini her fırsatta dile getirmektedir. Generaller ve TSK gibi AKP hükümeti de sermaye düzeninin bir parçasıdır. AKP karşıtlarının Türkiye Cumhuriyeti tarihini AKP öncesi ve sonrası diye ikiye ayırması ise tam bir siyasi körlüktür. Bu anlayışlar AKP hükümeti düştüğünde Türkiye’nin bütün sorunlarından kurtulacağını vaaz ederek sermaye düzeninin ekmeğine yağ sürmektedir. Bu yaklaşımların geçmişte Özal’lı ANAP için de kullanıldığı hatırlanacaktır. Kuşkusuz neoliberal saldırı programıyla işçi-emekçi düşmanı bir parti

olarak AKP hükümeti gitmelidir aynı “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” Özal ve ANAP’ın gittiği gibi. Lakin sorun AKP hükümetinin gitmesinde değil kendinden menkul, bağımsız, apayrı bir sınıf gibi algılanıp sunulmasındadır. AKP karşıtlığının yarattığı bu siyasal körlük mevcut anayasal değişiklik sürecine de olduğu gibi yansımaktadır. CHP ve MHP gibi parlamentoda ve toplumda ağırlığı olan burjuva partilerin AKP’yi tüm kötülüklerin anası olarak sunması anlaşılabilir. Bu partiler AKP’ye yeri geldiğinde vatan haini, yeri geldiğinde din devleti kurmak isteyen şeriat partisi, yeri geldiğinde ordu düşmanı diyerek kendilerine alan açmayı istemektedir. İşçi sınıfı ve emekçiler için ise AKP ile CHP, MHP ve diğerleri arasında bir fark yoktur. CHP ve MHP dâhil bütün burjuva partiler AKP gibi işçi-emekçi düşmanıdır ve sermaye yanlısıdır. TEKEL işçilerinin direniş çadırlarını ziyaret edip AKP’yi eleştiren CHP ve MHP milletvekillerinin AKP milletvekillerinden özünde hiçbir farkı yoktur. 1980 Asker Darbesi’nden bu yana 30 yıldır bu partilerin her biri hükümet olduğunda neoliberal saldırı programını uygulamıştır.

Hiç tartışmasız ihtiyacımız emekten yana yeni bir anayasadır. Yeni bir anayasa ancak bir Kurucu Meclis tarafından hazırlanabilir. Başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun emekten yana tüm kesimlerinin söz ve karar sahibi olması, olmazsa olmazdır AKP gitsin de yerine kim gelirse gelsin denemez Bu açıdan özellikle sosyalist solun “AKP gitsin de nasıl giderse gitsin”, “AKP gitsin de yerine kim gelirse gelsin” anlamına gelecek yaklaşımları tam anlamıyla bindiği dalı kesmektir. Burjuva bir alternatifin olmaması ve iktidarının ilk yıllarının görece rahat bir konjonktüre denk gelmesi AKP hükümetinin ömrünü uzattı. Buna mukabil AKP hükümeti uyguladığı neoliberal politikaların sonucu giderek yıpranmakta. Krizin de etkisiyle toplumsal öfke artmakta, hükümetin yıpranması her şeye rağmen gerçekleşmekte. Tüm göstergeler çok uzun olmayan bir tarihte AKP hükümetinin bir dönemece geleceğini gösteriyor. Böylesi bir durumun arifesinde “AKP gitsin de kim gelirse gelsin” anlayışı burjuvazinin arayıp da bulamadığı ortamı sağlamaktan başka bir işe yaramaz. AKP gider, onun kaldığı yerden devam edecek bir başka neoliberal burjuva parti yerine gelir ve sermaye sınıfı bir 5–10 yıl daha kazanır. Önceleri din devleti ve şeriat rejimi kurma gizli planıyla hareket ettiği söylenen AKP hükümeti şimdi de

anayasanın bazı maddelerini değiştirerek kendisi için bir anayasa yapma ve bu yolla yargıyı ele geçirme niyetiyle suçlanmakta. Bu bakış açısına göre AKP hükümeti kendi kişisel diktatörlüğünü kurma peşinde olup son kale yargıyı da ele geçirerek emeline ulaşacak. Tabii muhtemelen 2011 yılında genel seçimler gerçekleşecek. AKP, hükümet olmaya devam etmek için gerekli oyu almak zorunda. Aksi takdirde hükümeti bir başka parti ya da partiler kuracak. Diğer bir ifadeyle AKP her dört yılda bir diktatörlüğünü tescillemek için seçimleri kazanmak zorunda. Kuşkusuz bu bir karikatür! AKP’nin işçi-emekçi sevmemesi, başta Kürt sorununda olmak üzere baskı, inkâr ve şiddeti Bonapartist rejimden ödünç alarak bir çözüm yöntemi olarak kullanması ayrı bir şeydir, bir din devleti kurmak istediği, sermaye sınıfına rağmen bir sivil diktatörlük oluşturduğu ise apayrı bir iddiadır. AKP hükümetinin ne kendi kişisel anayasasını yapması ne de sermaye sınıfına rağmen AKP’ci bir yargı kurması söz konusu olamaz. Burjuvaziden bağımsız ve ona rağmen bir AKP ne var olabilir ne de hükümet olmaya devam edebilir. AKP’nin giriştiği anayasal değişiklikler ve yargısal düzenlemeler TÜSİAD’ın ana gövdesinin de dâhil olduğu egemen burjuvazinin beklenti ve ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşmektedir. Kurucu meclis ve emekten yana yeni bir anayasa Bu anayasal değişiklikler ve yargısal düzenlemeler işçi sınıfının ve emekçi yoksul halkların yararı düşünülerek mi hazırlanmıştır? Kesinlikle hayır! Değiştirilmesi öngörülen hiçbir madde işçi ve emekçiler dikkate alınarak düzenlenmemiştir. İşçi sınıfı, emekçiler, toplumun ezilen ve sömürülen hiçbir kesimi bu değişiklik süreci tartışmalarına dahi dâhil edilmemiştir. 12 Eylül Anayasası’nın kimi maddelerinde “iyileştirmeler” yapılıyor olması da bu gerçeği değiştirmemektedir. Hiç tartışmasız ihtiyacımız emekten yana yeni bir anayasadır. Yeni bir anayasa ancak bir Kurucu Meclis tarafından hazırlanabilir. Başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun emekten yana tüm kesimlerinin söz ve karar sahibi olması, olmazsa olmazdır. Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Lazların, Çerkezlerin, Boşnakların, Romanların, Alevilerin, Süryanilerin, kadınların, LGBTT’lerin bu topraklar üzerinde yaşayan her halktan, etnisiteden, dil, din ve mezhepten temsilcinin yer alabileceği bir platform olmalıdır bu Kurucu Meclis. Ve kuşkusuz işyerleri özelleştirilip 4C statüsünde çalışmaya zorlanan TEKEL işçileri... Sendikalı oldukları için işten atılan Esenyurt Belediye işçileri... Sendikalaştıkları için çalışma hakları ellerinden alınmak istenen İtfaiye işçileri... Taş attığı gerekçesiyle çocukları onlarca yılla yargılanan ve/veya mahkûm edilen Kürt anne babalar... Partileri kapatılan DTP’liler... Tutuklanan seçilmiş Kürt belediye başkanları... Karakolda, cezaevinde baskı ve işkence görenler... Çocukları, yakınları 30 yıldır süren çatışmalarda yitip gidenler... Eşit ve parasız eğitim isteyenler... Ve cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye uğrayanlar... Bu Kurucu Meclis’in asli unsurları olmalıdır.


POLİTİKA

AKP’nin sihirli değneği

5

Talepleri ortaklaştırmak Oktay Benol, 3 Mayıs 2010

Dünya ekonomik krizi Eylül 2008’de iyice açığa çıkmaya başladı. O tarihten bu yana da sosyal ve ekonomik bir enkaz yaratarak devam ediyor. Sadece yoksul Afrika, Asya ve Amerika kıtası ülkeleri değil Avrupa kıtasında yer alan doğrudan kapitalizmin merkez ülkeleri de bu yıkım çarkının dişlileri arasına birer ikişer giriyor. Kriz neo-liberalizmin otuz yılı aşkın süredir devam eden saldırısıyla birleşerek adeta korkunç yıkıcılıkta bir yanardağa dönüşmüş durumda.

B. Toprak, 30 Nisan 2010 2002 yılında iktidara gelen AKP hükümeti ve onun nezdinde Başbakan Erdoğan her yaptığı toplantıda kendi dönemlerinde yapılan hizmetlerle, diğer hükümet dönemlerinde yapılan hizmetlerin karşılaştırmasını yaparak övünüyor. Yapılan bu karşılaştırmaları, tabii ki kendi meşrebi içinde değerlendirmek doğal sayılabilir; ama bizim açımızdan bugünün hükümeti ile bundan önceki hükümetlerin izledikleri programlar aynısının devamı niteliğindedir. Sermayenin iktidar olduğu bu düzende burjuva partileri sermayenin çıkarlarını korumak ve kollamak için adeta birbirleriyle yarışırlar. AKP de bu hükümetlerden bir tanesidir. Başbakan Erdoğan’ın arada bir işsizlikle ilgili konuştuğunu biliyoruz. Son günlerde yine benzer bir konuşma yaptı. Ama bu kez diğer hükümetlerin yapamadığını AKP hükümetinin başbakanı yaptı. Türkiye’deki işsizlik sorununu bir cümlede çözme becerisini gösterdi (!) Nasıl mı? Başbakan ülkede işsizliğin aslında yapısal değil, sanal bir sorun olduğunu açıkladı. Ve arkasından işsizliğin nasıl çözüleceğinin reçetesini verdi. İşte akıllara ziyan o sihirli formül: üye sayısı bir milyonu aşan TOBB üyeleri yanlarına bir işsizi aldılar mı Türkiye’deki işsizlik doğal olarak ortadan kalkacakmış. Bunu biz söylemiyoruz Başbakan söylüyor. Yalan mı söyleyecek koskocaman Başbakan? Başbakan, aslında bu formülü daha önce de tekrarlamıştı. Belli ki Başbakan’ın bu talebi TOBB üyeleri tarafında uygun bulunmamış, tekrarına ihtiyaç duyulmuş. Ayrıca, Başbakan aracılığıyla bugünlerde Arap sermayesiyle yakınlaşan TOBB üyelerinin bu öneriye bu süreçte nasıl bakacakları ise malum. Başbakan, TÜSİAD ve TOBB’un bu öneriye karşı çıktığını bildiği halde neden işsizlik sorununu gündeme getiriyor olabilir? Başbakan’ın işsizliğin yapısal olmadığını söylemesinin nedeni, işsizliğin kapitalist sistemden kaynaklanmadığını bizlere yutturmaya çalışmak istemesidir. ‘Her bir patron yanına bir işsiz aldı mı sorun çözülür’ düşüncesini yaymak istiyor. Aslında tam da başbakanın dediğinin tersine işsizlik yapısal bir sorundur. İşsizliği üreten kapitalist sistemin ta kendisidir. Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz • Bir yandan yalan da olsa Başbakan işsizliğin çözümüne dair bir

şeyler söylerken, diğer yandan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ise dünya bankası tarafından düzenlenen toplantıda işten atılmanın kolaylaşmasını ve güvencesizliğin yaygınlaşmasına dair açıklamalar yapıyor. Biri başbakan diğeri maliye bakanı, hangisine inanalım? Bunlar aynı kabinenin üyeleri değiller mi? Al birini vur diğerine! Ülkedeki son açıklanan resmi işsizlik oranı yüzde 14 ve kayıtlı işsiz sayısı 3,5 milyon civarında. Kayıt dışılığın yüzde 50’lere ulaştığı bir ülkedeki gerçek işsizliğin 6,5 milyonu aştığını artık patron örgütleri söyler oldu. Çünkü yalanlarla dolanlarla saklanamayacak kadar gerçek ve yalındır işsizliğin artması. Krizle birlikte işsizliğin hızla arttığı ve bu durumun ülkeyi yönetenleri rahatsız etmekte olduğu da bir gerçektir. Aslında Başbakan’ın işsizliği gündeme getirmesi de işsizlik sorununa bir çözüm getireceği anlamı taşımaz. Başbakan’ın bu rahatsızlığı işsizleri çok düşündüğünden de değil. Çünkü yedi yıldır iktidarda olan AKP hükümeti bugüne kadar en ufak bir çalışma yapmamış. Ancak bugün 6,5 milyon işsizden bahsettiğimiz bir ortamda bu işsizlerin sayısı aileleriyle birlikte 20 milyon insana ulaşıyor. Aslına bakacak olursak Başbakan’ı tedirgin eden en önemli sorunların başında bu yüzden işsizlik sorunu gelmekte. Bu sorun işsizler ve yarın işsiz kalma ihtimali olan işçiler için yaşamlarını idame etmek adına önemli bir sorundur. AKP hükümeti, yaklaşan seçimleri göz önünde bulundurduğundan tekrardan seçilmek ve koltuklarını korumak için oy istemeye yüzleri olabilmesi adına bir rahatsızlık duyuyor. AKP’nin milletvekillerinin gittikleri seçim bölgelerinde sürekli işsizlik, yoksulluk ve geçim sıkıntıları ile karşılanmaları hükümeti şimdiden rahatsız etmişe benziyor. İşte başbakanı asıl rahatsız eden sorun bu olabilir. Çünkü işsizlikle beraber yoksullaşmanın hızla artığı bir süreçte kitlelerin desteğini kaybetmek kaçınılmaz. İşte Başbakan’ın sihirli formülü burada devreye giriyor. Hem işsizliğin sanal olduğunu söyleyerek sorunun çözümünü bizzat sorunun yaratıcısı patronlara havale ediyor, hem de kitlelere, “bakın ben işsizliği çözmeye çalışıyorum; ama buna ayak diretenler var” mesajı vermek istiyor. Böylece hiçbir şey yapmadan bir şeyler yapıyormuş gibi kitlelerin nezdinde haklı bir pozisyona geçmiş oluyor. Aslında ne AKP hükümetinin işsizliğin çözümüne yönelik doğru bir bakış açısı var, ne de Başbakan’ın böyle bir derdi var.

Artık sadece bankalar ya da şirketler değil ülkeler batıyor. İzlanda’nın iflası, Yunanistan’ın önlenemeyen çöküşü derken İspanya ve Portekiz de hızla bir ekonomik girdabın içine sürüklenmekte. Öyle ki ABD ve AB ülkeleri başta olmak üzere bir bütün olarak emperyalizmin beşiği ülkeler de dahi devasa kitlesel işsizlik ve yoksulluk gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumda. Krizin sonuçlarını kabullenmeyelim! • Krizi bahane eden patronlar ve onların hükümetleri taşeron ve esnek çalıştırma yoluyla emeğin örgütlenmesini 19. yüzyıl çalışma ve yaşam koşullarına geri döndürmek istemektedir. Bu ölmekle eşanlamlı bir hayatı kabul etmek anlamına gelecektir. Gelecek kuşaklara, çocuklarımıza böylesi bir barbar yaşam düzenini miras bırakmamak için çetin bir mücadeleyi ısrar ve kararlılıkla sürdürmek zorundayız. Kuşkusuz krizin yarattığı enkazın altında kalmanın kader olmadığını biliyor ve görüyoruz. İşsiz kalmanın kişisel yetersizlikle, şansla, kaderle ilgili olmadığının en açık kanıtlarından biri dünya ölçeğinde on milyonlarca işçi ve emekçinin benzer bir ortak saldırı altında olmasıdır. Bu durum krizin kader olmadığını ve faturanın krizin gerçek yaratıcısı patronlara ödetilebilmesi gerekliliğini açık şekilde işaret ediyor. Nitekim dünya ekonomik krizi siyasal alanı da altüst ederek küresel ölçekte toplumsal bir genel yıkım yaratarak ilerlerken faturanın kesildiği işçi sınıfı ve emekçi yoksul halklar da boş durmuyor, mücadele ediyorlar ama henüz yerel/tekil mücadelelerini birleştirebilmiş de değiller. Mücadeleler çoğunlukla kendi mecralarında başlayıp bitiyor, birleşemiyor ve tam da bu nedenle çoğunlukla sonuçsuz çabalar olarak kalıyor ya da kazanımlar kendi yerel/tekil ölçeğini aşamıyor. Mücadeleyi birleştirelim! • Dünya ekonomik krizi bir yandan işçi ve emekçilere büyük bir fatura çıkarırken aynı zamanda onların hem mücadelelerini birleştirme gerekliliğini hem de koşullarını da oluşturuyor. Mevcut kriz koşulları altında mücadeleyi birleştirmenin bir niyet ya da tercih olmanın ötesine geçmesi ve acil bir zorunluluk haline gelmesi de bu durumun en açık kanıtı. Bu noktada mücadeleyi birleştirmenin yolunun öncelikle talepleri ortaklaştırmaktan geçtiğini bilmemiz gerekiyor. Taleplerin ortaklaşmadığı bir araya gelişler etkin işbirliği ve ittifakların oluşmasını da engellemektedir. İstanbul Taksim’deki son 1 Mayıs bu durumun iyi bir örneğidir. Son yılların en kitlesel 1 Mayıs’ı gerçekleşmesine rağmen talep ve sloganlar açısından birleşik bir mitingden bahsetmemiz olanaklı değildir. Kuşkusuz fiziksel olarak bir araya gelmek çok önemlidir. Lakin bir arada olmakla birlik olmak özünde iki ayrı durumdur. İşçi sınıfı ve tüm emekçi yoksul halklar kriz karşısında talep ve sloganlar temelinde birlik olmaya başladığı andan itibaren hem krizin sonuçlarının hem de krizin yaratıcısı patronların aşılması olanaklı olacaktır.


6

EMEK GÜNCESİ

Kapitalizm öldürüyor Boran Ufuk Yılmaz, 28 Nisan 2010 Son zamanlarda gazete sayfaları ve televizyon ekranlarında sıkça intihar haberleriyle karşılaşıyoruz. Nedeni ise işsizlik, sınav stresi ve başarısızlığı, kredi kartı borçlarını ödeyememe vb. 2008 yılında dünyada yaşanan ekonomik krizle birlikte birçok işyeri kapandı ve birçok kişi işten çıkarılarak işsiz kaldı. TÜİK’in verilerine göre Türkiye’de yüzde 14,7 işsiz bulunuyor ve OECD ülkeleri arasında ikinci sıradayız. Yani resmi rakamlara göre dahi 3 milyon 470 bin kişi işsiz. Dünyada ise; İspanyol Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün açıkladığı rakamlara göre 2010 yılı ilk çeyreğinde işsizlik oranı yüzde 20,5. Yine istatistiklere göre ise her dört gençten biri işsiz. Sınavlarla cendere altına alınıyoruz • Önceleri üniversiteyi kazanabilmek için dershanelere milyarlarca ücret yatırarak üniversite sınavlarını zor kazanıyorduk. Şimdi üniversiteyi kazansak bile hepimiz birer diplomalı işsiz olarak mezun oluyoruz. Hayatlarımız tama-

men sınav cenderesi altına alınıyor. KPSS, TUS, ALES vb. gibi sınavlarla geleceğimizi belirlemeye çalışıyoruz. Kendimize yabancılaşıyoruz, yalnızlaşıyoruz, en yakınımızdaki ile rekabete giriyoruz. Çünkü sistem bizden böyle yaşamamızı ve böyle davranmamızı istiyor.

En son Bursa’da ataması yapılmadığı için vekil öğretmenlik yapan, 24 yaşındaki Fuat Ercan intihar ederek hayatına son verdi. Fuat Ercan bıraktığı notta; “Artık yoruldum, çalışıyorum ama olmuyor. Sizleri sıkıntıya sokacak, onurunuzu zedeleyecek bir şey yapmadım. Yaşamış bile olsam yine başarılı olamayacaktım. Ölümümden kimse sorumlu değil” yazıyordu. Fuat gibi birçoklarının intihar etmeleri bizim başarısızlığımız mı? Yoksa sistemin başarısızlığı mı? Ancak biz biliyoruz ki İsmail’in, Kadir’in, Fikret’in ölümüne ve işsiz kalarak intihar etmelerine neden olan yaşadığımız işsizlik düzenidir.

Öğretmen intiharları artıyor • Bugüne kadar 13 öğretmen adayı ataması yapılmadığı için intihar etti. Öğretmen sendikalarının araştırmasına göre 300 bin öğretmen açığı var ancak eğitim fakültesi mezunu öğretmen adayları KPSS aldatmacası ile oyalanıyor ve ataması yapılmıyor. Yani öğretmenler işsiz, öğrenciler ise öğretmensiz. Ancak yaşadığımız sistem öğretmen olmayan okullarda polislerin derslere girmesini bize övünç kaynağı olarak gösteriyor. Övünç kaynağı mı? Utanç kaynağı mı? Birçok mezun öğretmen adayı dershanelerde çok düşük ücretlerle ve güvencesiz biçimde çalışırken, birçoğu da ücretli, vekil, sözleşmeli, usta öğretici adı altında çalışmaya zorlanmaktadır. Bu da ücreti kölelik düzenin yarattığı bir gerçekliktir.

Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır • Bugün açlığın, işsizliğin, yoksulluğun temel nedeni yaşadığımız kapitalist sistemdir. O bizi yok etmeden biz onu ortadan kaldıralım. Herkese iş, herkese güvenceli çalışma talebimiz etrafında örgütlenip, mücadele bayrağını yükseltelim.

Neoliberal politikaların iflası: İşsizlik Umut Devrim, 25 Nisan 2010 Bir ülke düşünün, bu ülkenin en vasıflı kesiminin 3'te 1'i geleceğe güven duymamaktadır. Bu güvensizlik sorunu ilerde nelere yol açacaktır, bunu tahmin edebiliriz. Fakat konumuz bu değil. Son olarak Mart ayında Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) yaptığı araştırmaya göre istihdam ve işsizliğe ilişkin rakamları açıkladı. Bu rakamlara göre ülke genelinde tarım dışı işsizlik yüzde 14,5 ve 3 milyon 591 bin kişi işsiz durumda. Çalışma yaşamı içinde yer alan sendikacılara, araştırmacılara ve biz emekçilere göre bu rakamlar çok daha yüksek. Zira eksik istihdam ve kırsal kesimde dönemsel istihdam koşulları bu rakamlarda dikkate alınmamaktadır. Bu tablo içerisinde özellikle göze çarpan, Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) araştırmalarında yüzde 19, TÜİK’e göre ise yüzde 24,1 olan genç nüfus işsizliğidir. İş gücüne her yıl yaklaşık 900 bin gencin katıldığı gerçeğini ele alırsak durumun oldukça ciddi olduğunu görmekteyiz. Bu verilere göre 4 kişilik bir ailede en az bir genç işsiz bulunmaktadır. Bunu önlemek için işten atmaların yasaklanması, mevcut işlerin çalışabilen nüfusa bölünmesi ve dağıtılması gerekir; ama bunu dünyanın hiçbir burjuva hükümeti yapmaz, yapamaz. Emekçi kesim için işsizlik büyük bir sorundur, her an işsiz kalmak tehdidine maruz kalır. Belirli oranlarda küçük esnaf açısından da bu durum sorun yaratmaktadır. Çünkü işsizlik sorunu emekçilerin alım gücünü azalttığından bundan en fazla küçük esnaf etkilenir. Ancak kapitalistler için aynı şey geçerli değildir. Onlar bu işsisizlik sayesinde daha ucuz emek gücüne emekçileri mahkûm edebilirler.

Engels “Emekçi Sınıfının Durumu” adlı kitabında ücretleri baskılamak, işçileri ve işsizleri kontrol altında tutmak ve onlar arasında yıkıcı bir rekabet yaratmak için kapitalist kesimin işsizlere ihtiyacı olduğundan bahseder. İşçi ile işsiz ve işsiz ile işsiz arasındaki rekabet burjuvazinin proletarya karşısında en keskin silahıdır tespiti bugün de hâlâ geçerliğini korumaktadır. Bugün hâlâ emekçiler pervasız bir sömürü ile açlık sınırının altında çalıştırılmaya devam ediyorlar. Hatta bu işi bile kaybetme korkusu ile yaşatılmaktadırlar. Bugün kime sorarsanız beğenmiyorum dediği, binlercemizin değiştirmek istediği 12 Eylül Anayasası bile iktidarda bulunan yöneticilerine görev vermiştir. Örnek olarak mevcut Anayasanın 49. maddesinde “devlet çalışanlarının hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye çalışan bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır” der. Ama bu yaşadığımız ülke ve dünyanın hiç bir burjuva hükümeti tarafından göze alınmaz, alınamaz, çünkü bunu yapmaları kârlarından olmaları demektir. O yüzden, TEKEL işçileri başta olmak üzere 30 binden fazla insanı esnek çalıştırmaya ve sonrasında işsizliğe mahkûm eden (4C Yasası) hükümet ve Başbakan, bırakın tedbir almayı tam tersini yapmaktadır. Bu hükümet küresel kapitalizmin taşeronluğuna soyunarak, neoliberal politikaları uygulayarak, özeleştirmelerle işsizlik ordusuna yeni neferler katıyor. Çalışanların hayat seviyesini yükseltmek yerine, tedbirler almak yerine, eğitimde, sağlıkta, yerel yönetimlerde özelleştirme politikaları ile yoksulluk getiriyor. Bunu emekçilerin değil patronların başba-

kanı olduğu için yapmakta ve işçi sınıfına karşı saldırılarını sürdürmektedir. İşsizliği önlemenin yöntemlerinden biri tarımı hayvancılığı geliştirmektir. Kırsalda bulunan nüfusa emeğinin karşılığını alacağı ortam yaratırsanız kırdan kente göçü, buna paralel olarak işsizliği de önlemiş olursunuz. Kent varoşlarına yerleştirilen emekçileri oy deposu olarak görüp cemaatlar üzerinden sadaka kültürü yaratarak göçü teşvik etmek ise işsizlik oranını arttırır. Kömür-gıda yardımları, cemaatler vasıtası ile iş bulabilme umudunun aşılanması gibi politikalar insanların sadece gözünü boyamaktadır. Bugünlerde anayasa değişikliğinden söz edenler önce mevcut anayasanın asgari gereklerini yerine getirmelidirler. Ancak asıl kendisi kapitalizmin neoliberal politikalarını uygulama aracı olan hükümetten emekçiler lehine önlemler beklemek hayaldan başka birşey olmaz. Esnek çalışma, piyasalaştırma, özelleştirme, sosyal anlayışın terk edilmesi, uluslararası sermaye lehine biçimlendirilen uluslararası anlaşmalar, IMF, Dünya Bankası müdahaleleri için emperyalist kapitalizmin yeni yapılanmasında mevcut hükümet ve devlet yapısı anlayışı bir ihtiyacıdır. Bugün AKP hükümeti ve meclis bu ihtiyaca yanıt vermeye çalışan aracı kurumlardır. Burada bizim yapacağımız ilk şey kazanılmış haklarımıza sonuna kadar sahip çıkmaktır. Taleplerimizi yüksek sesle dile getirerek, işten çıkartmalara son diyerek, güvenceli iş için mücadele etmeliyiz.

Okur Mektubu: Birlik olmazsak işyerleri arasında savrulur gideriz Merhabalar, Çağlayan’da bir tekstil işçisiyim, gazeteye ilk defa yazıyorum. Çalıştığım işyeri fason iş diken 15 kişinin çalıştığı bir atölye. Üç senedir aynı yerde çalışıyorum. Sigortamız yapılmıyor ve maaşlarımızı gününde alamıyoruz. Patron iş çıkmıyor diye diğer iki ortağından ayrılma kararı aldı. Benimle beraber 7 işçi arkadaşım ayrılan patronla gittik. Ama aynı sorunlar orada da devam ediyor. Maaşlarımızı

zamanında alamıyoruz. Sigorta yapılmasını istediğimizde, patron para kazanamadığını söyleyip reddediyor. Üstüne üstlük diğer tarafta da alacaklarımız kaldı. Patronlar ayrılırken kavga edip birbirlerine makasla saldırdıkları için paramızı kimden alacağımızı da bilemiyoruz. Daha iyi olur diye gittiğimiz patron ise bizleri aşağılamaya ve hakaret etmeye başladı. Muhtemelen bizleri bıktırarak işi bırakıp git-

memizi istiyor. Tekstil sektöründe sezon sonu başladığı için işler azaldı bu yüzden işten de ayrılamıyoruz. Gittiğimiz yerlerde de aynı sorunların olduğunu biliyoruz, sigortasız çalışma, mesai ücretlerini vermeme, maaşları geç verme gibi... Şunun farkında olmalıyız ki; birlik olmazsak işyerleri arasında savrulur gideriz.


KADIN SAYFASI

Taciz, tecavüz ve şiddet kader değil! Damla Tezcan, 03 Mayıs 2010 Birkaç gündür Türkiye Siirt’teki tecavüz olaylarını tartışıyor. İlk olarak yatılı ilköğretim bölge okulu (YİBO) öğrencisi, biri 14 diğeri 16 yaşlarında iki kız kardeşin 2 yıldır süregelen tecavüz olayları duyuldu. Suç duyurusuyla birlikte araştırıldıkça tecavüz ve taciz mağdurlarının aynı okulda okuyan ya da mezun aynı yaşlarda toplam 7 kız çocuğu olduğu anlaşıldı.

olmaktadır. Bir süre önce Hüseyin Üzmez tarafından taciz ve tecavüze uğrayan 13–14 yaşlarındaki kız çocuğuna Adli Tıp Kurumu tarafından verilen “psikolojik sorunu yoktur” raporu, durumun ne kadar vahim olduğunu gözler önüne sermedi mi sizce de?

7

Cinsel Şiddet Üzerine Gerekli Yasal Düzenlemeler ve Cinsel Şiddet Kriz Merkezleri Hukuk Köşesi Geçtiğimiz günlerde TBMM'ye sunulan rapora göre, Türkiye’de her 26 dakikada bir kişi cinsel şiddet mağduru oluyor. Neredeyse denilebilir ki hemen her kadın bir şekilde cinsel şiddet türünün en somut tezahürleri olan tecavüz, taciz, cinsel istismara maruz kalıyor. Buna karşın hem yasalarda hem de yasaların uygulanışında büyük eksiklikler var ve köklü değişiklikler yapılması gerekiyor. Öncelikle, TCK, kadın ve erkeğin cinsel bütünlüğünü eşit olarak koruyacak şekilde düzenlenmelidir:

İlk iki mağdura tecavüz edenlerin sayısı 100’e çıktı. 16 kişi tutuklandı. Tecavüzcüler arasında okul müdür yardımcısı, din adamı, bakkal, kahvehane sahibi gibi çeşitli esnaf, polis, asker, sınıf arkadaşları ve son olarak ilçe belediye başkanı var. 2 yıl boyunca gizlenen ve mağdurlara yenileri eklenen olay tüm ilçe sakinlerince biliniyor ve müdahale edilmeden devam ediyor...

• Kız kaçırma ve zorla evlendirme suçlarını meşrulaştıran TCK maddeleri kaldırılmalıdır!

Bu olayı, iki yıl boyunca saklayan ve görmezden gelen herkesin suça ortak olduğu atlanamaz gerçek, üstelik taciz ve tecavüz mağdurları çocuk yaşta.

• Evlilik içi tecavüz kişinin cinsel bütünlüğüne karşı ağır bir suç teşkil eder ve TCK kapsamında açıkça cezalandırılmalıdır!

Devletin koruması altındaki 7 kız çocuğunun bu olayları yaşaması pek çok sorunun bir kez daha ortaya çıkmasına neden oldu. Devletin cinsiyetçi bakış açısı kadını, erkeğe bağımlı bir temelde kurgulamakta ve bedeni üzerinde baskı yaratmakta. Kadına yönelik şiddet, eğitim ve hukuk sistemi başta olmak üzere devletin tüm kurumlarınca beslenmekte. Okullarda, ders kitaplarında anlatılan kadınlık ve erkeklik rolleri ayrımcılığı körüklemektedir. Kadın bedeni ailenin ya da toplumun hakimiyeti altında metalaşmaktadır. Toplumun, dinin de etkisiyle oluşan gerici tutumu kadını ikinci sınıf yapmakta ve şiddeti sistematik hale getirmektedir.

• Cinsel taciz suçu açıkça tanımlanmalı ve "işyerinde cinsel taciz" suçunun adı konulmalıdır!

Diğer bir olay yine Siirt’te geçen yıl yaşanmıştır YİBO öğrencisi 13–14 yaşlarında 8 çocuk 2 ve 3 yaşlarındaki 2 çocuğa tecavüz etmiş, birini öldürmüş diğerini öldü sanıp dere kenarında bırakmıştır. Olay, 15 yaşında, aynı okulda okuyan bir kızın çıplak fotoğrafını çeken ve fotoğrafları ailesine vermekle tehdit eden 8 çocuğun 3–4 yaşlarında iki çocuk getirmesini istemesiyle başlıyor. Tehdit edildiğinden kız, biri kız, diğeri erkek iki kuzenini çocuklara verip olayı saklıyor. Olayın üzerinden bir yıl geçmesine rağmen faillerle ilgili yasal hiç bir işleme gidilmemiş, bu çocukları dönüştürebilecek rehabilite çalışmaları yapılmamıştır. Devlet yetkilileri bu olayın ortaya çıkmasından rahatsız olduklarını belirtmiş "biz bu olayı kendi aramızda halletmiştik" diye basına isyan etmiştir. Çocuk suçluların sayısındaki artış, yalnızca bireylerin sapkınlıklarıyla değil, sosyo-ekonomik yapıyla ve bunun aile yapısı, eğitim sistemi ve toplumsal çevre yollu belirleyiciliğiyle açıklanabilir. Erkek egemen cinsiyet algısıyla yetişmeleri ve medya dâhil olmak üzere kışkırtılan şiddet böylesi bir olayın perde arkasını oluşturmaktadır. İki olayın da Siirt’te yaşanmış olması yalnızca ortaya çıkmalarıyla ve basının ilgisiyle alakalıdır. Türkiye’nin her yerinde ve dünyanın pek çok yerinde aynı tip tecavüz, taciz ve şiddet olayları yaşanmaktadır. Fakat kurbanlar toplumun ve devletin yargısından korktuklarından ya şikâyet edememekte ya da çok küçük yaşta olduklarından kendilerini ifade edememektedir. Üstelik şikâyet edenler de polisin ve savcıların tepkisiyle ve aldırmazlığıyla yine ve yine mağdur

• Evli ve bekar kadınlar, bakire olan ve olmayan kadınlar arasında ayrımcılık yapan düzenlemelere yer verilmemelidir! • Cinsel tecavüz ve cinsel bütünlüğe tasadi suçları açıkça adlandırılmalı ve tanımlanmalı, "ırz" kavramı TCK’dan çıkartılmalıdır!

• Kadınların tecavüzcüleri veya kendilerini kaçıranlarla zorla evlendirilmelerine karşı düzenlemeler yapılmalıdır!

Artık olağanlaşan ve görmezden gelinen taciz, tecavüz ve şiddetin önlenebilmesi ancak toplumun cinsiyetçi bakış açısının değişmesiyle mümkündür • Eğitim müfredatı derhal eşitlikçi bir anlayışla düzenlenmelidir. • Hukuk sistemindeki kadına yönelik şiddeti ve cinsel istismarı meşrulaştıran “haksız tahrik indirimi” gibi yasaların kaldırılması; suçu önlemeye yönelik yasaların çıkarılması şarttır. • Çocuk mahkemeleri yeniden düzenlenmeli, çocuk suçluların rehabilite çalışmaları uzmanlar kontrolünde yürütülmeli, cezai işlemleri suçun önlenmesine yönelik bir temelde kurgulanmalıdır. • Şiddet mağduru kadın ve çocukların tıbbi ve psikolojik tedavilerinin yapılması ve bu kişilerin tekrar topluma kazandırılmasını amaçlayan cinsel şiddet kriz merkezlerinin yapılandırılması sağlanmalıdır. • Kadın sığınma evlerinin uzman sağlık ekibi ve denetlenebilirliğini sağlayacak bağımsız kadınlardan oluşan bir ekiple düzenlenmesi, sayısının artırılması gereklidir. Kadına ve çocuğa yönelik şiddeti önlemek yukarıda da bahsettiğimiz yasal uygulamaların hayata geçirilmesiyle ancak azaltılabilir. Fakat sorunun asıl çözümü topyekûn bir değişim ve dönüşümle mümkün. Bugün kadın ve erkek eşitsizliğini yaratan çarpık yapılanma, burjuva devletin zeminini oluşturmakta. Eşitsizlik toplumun en küçük yapı taşı olan aile kurumunda sistemli ve politik bir şekilde varlığını sürdürmekte. Cinsiyetçi işbölümünü değiştirmek, eşitliği sağlamak ve sağlıklı bir toplumsal düzeni oluşturmak, erkek egemen kapitalizmin lağvedilmesi anlamına gelmektedir. Sınıfsız bir toplumu kurmak, kadına ve erkeğe düşen toplumsal rolleri eşitlik üzerinden kurgulamak, bireysel özgürlüğün ve barışçıl bir toplumun temelini atmaktır. Ve unutmamalıyız ki “Eşitlik Ütopya Değildir!”

Kadın bedenini ve cinselliğini; topluma ve erkeğe mal eden bakış açısını pekiştiren bu düzenlemeler kaldırılmalıdır. Cinsel Şiddet Kriz Merkezleri • Cinsel saldırıya uğramış kişilerin davranışlarının görevlilerce defalarca sorgulandığı, bu aşağılayan tavırların psikolojik travmalar yaşattığı ve bu sebeple mağdurların şikâyette bulunmadıkları bir gerçek. Mağdurların emniyet ve savcılıktaki şikâyet sürecinde, yargılama aşamasında mahkemelerde, bu aşağılayıcı durumla karşılaşmamaları, mağdurlara tam koruma sağlanması; kadın ve çocuk tacizlerinin son bulması için Cinsel Şiddet Kriz Merkezleri olmalıdır. Cinsel Şiddet Kriz Merkezleri Nedir? • Avrupa'da Tecavüz Kriz Merkezleri olarak işleyen bu merkezler; üniversite hastanesi veya devlet hastanesi bünyesinde kurulan, uzman kadın jinekolog, kadın psikolog ile kadın hemşiresiyle 7 gün 24 saat acil hizmet veren kurumlardır. Bu merkezlerde, cinsel saldırıya uğramış kişilerin uzmanlar eşliğinde, ihtiyaç varsa, tedavisi öncelikle gerçekleştirilir. Cinsel saldırıya uğramış kişiyle, cinsel şiddet ve toplumsal cinsiyet üzerine eğitim almış uzman psikologun gereken sayıda görüşme yapmasının ardından, kişinin şikâyetçi olmak istemesi halinde, uzman psikolog tarafından kriz merkezinin bulunduğu yerdeki Baro ile irtibat kurularak, cinsel şiddet üzerine eğitim almış avukat tayin edilmesi için başvuruda bulunulur. Kişi, şikâyetçi olmak istemese dahi, cinsel saldırıya ilişkin bulgular bu merkezlerde toplanarak bir yıl süre ile saklanır. Başvuru ve saklanma sürecindeki tüm bilgi ve bulgular, kişi aksi yönde yazılı talepte bulunana dek, her türlü gizliliği korunarak saklanır. Cinsel saldırıya uğramış kişi bir yıl içinde şikâyetçi olmaya karar verirse, şikâyet süreci Cinsel Şiddet Kriz Merkezi’nde tamamlanır ve bulgular yargıya intikal ettirilir. Merkez'in bağlı bulunduğu emniyet müdürlüğü, cinsel saldırıya uğramış kadın veya çocuğun sığınağa ulaşana kadar güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Cinsel Şiddet Kriz Merkezleri kişilere tam koruma sağlanması açısından çok acil bir taleptir. (Kaynaklar: Cinsel Şiddete Karşı Kadın Platformu, Türkiye’de Tecavüz Kriz Merkezi İcin Kanun Teklifi, KESK - TCK’da Kadına Yönelik Şiddet çalışması)


8

ARKA PLAN

1 Mayıs'ın ardından: 1 Mayıs'ı kazan Sedat D., 3 Mayıs 2010 Krizin milyonlarca emekçiyi mağdur ettiği bu süreçte birleşik ve kitlesel bir 1 Mayıs hedefinin her öncü işçinin başlıca görevi olduğunu geçtiğimiz ay içerisinde gazetemiz İşçi Cephesi'nde tekrarlamıştık. 2010 1 Mayıs'ı alan tartışmalarına son verip 6 konfederasyonun ortak katılımı ile kitlesel olarak gerçekleşerek bir kazanım halini aldı. Bu yönü ile mücadeleci işçiler ve direniş halinde olmasalar da krizin etkilerini üzerlerinde hisseden çalışanlar ve işsizler, kitleler halinde 1 Mayıs günü bir araya gelebildiler. Ancak 2010 1 Mayıs'ının, bu kitleselliğine rağmen birleşik bir 1 Mayıs olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü birleşmek demek, sadece bir alanı yan yana gelerek doldurmak demek ya da konfederasyonların bürokratlarının imzalarını almak demek değildir. Birleşmek demek, belirli zorluklara karşı belirlenen ortak taleplerimiz için yan yana gelmemiz ve istediklerimizi alana kadar da yan yana kalmamız demektir. Birleşmemiz demek, mücadelelerimizi ortaklaştırmak, ortak taleplerimiz için mücadeleye katılmak demektir.

rini sendika bürokrasisinin denetimine bırakmak zorunda kaldı. Bu gelişmenin hemen ardından, 1 Mayıs kutlamaları hükümet tarafından İstanbul Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü'nün inisiyatifine bırakıldı; Valilik ve Emniyet ise Taksim'in miting alanı olmadığını, ancak her türlü bayram kutlamasına açık olduğu gibi artık resmi bayram olan 1 Mayıs'a da açık olduğunu belirterek “kutlamalara” (ama asla birlik, mücadele ve dayanışmaya değil) izin verdi. Bu durumdan AKP, “Bizden önceki hiçbir sol (burjuva) hükümeti bile böyle bir kutlamaya izin vermedi. En demokratı biziz!” şeklindeki bir propaganda ile faydalanırken, AKP karşıtı ulusalcı burjuva partileri ise, “AKP zulmünün yıkılmaya başladığını” söyleyerek durumdan faydalanmaya çabaladı. Bu koşullar altında bir araya gelen 6 konfederasyon, daha başından itibaren, Taksim'i kazanmanın gürültüsünü çıkartarak bu büyük kazanımı bir bayram gibi “kutlamak” amacı ile beraberce alanı dolduracaklarını söylediler. Ankara'ya geri dönemeyen TEKEL işçilerinin ve diğer tüm direnişçi işçilerinin mücadelelerini olduğu gibi, kriz mağduru milyonların mücadelelerini

muştu. Bugün bu haberlerin olumlu havasından faydalanarak “Bugüne kadar suçlu olanlar işçiler ya da 1 Mayıs'a katılanlar değillerdi. Doğrudan doğruya emniyet ve devletti” diyebilmemizin önünü açtı. Pek çok emekçiye de 1 Mayıs'ı yeniden tanıtabilmenin bir olanağını sunmuş oldu. Bu olanaktan da her sınıf bilinçli işçi sonuna kadar faydalanacaktır. Ancak hangi dağda kurt öldü de burjuva basın, yani bizzat patronlar en korktukları gün olan 1 Mayıs'tan “Taksim'ine bahar gelmiş memleketimin” diyerek bahsedebildi? Patronlar niçin bu 1 Mayıs'ı övdü? Bu soruya cevap verebilmemiz de fazla zor değil. İşçi ve emekçilerin taleplerinin dile getirilemediği ve kitleselliğin eylem bitiminde bürokrasinin kontrolünde evlerine dağıldığı görülünce burjuvazi bu durumdan da kendi adına bir reklam ve imaj tazeleme olanağı edinmiş oldu. Burjuva partilerinin bundan nasıl faydalanmaya çabaladıklarını söylemiştik. Bunun ötesinde çeşitli televizyonlarda 1 Mayıs gününün kahramanı olarak İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın gösterildi. Hüseyin Çapkın aracılığı ile de bugüne kadar “İşçi dövdürten AKP polisi” imajı yerine, “İşçi olduğunu söyleyen, halka yol yordam gösteren emniyet müdürü” imajı yaratılmaya çalışılmaktaydı.

Bu yönü ile değerlendirecek olursak 2010 1 Mayıs'ında burjuvaziyi rahatsız edecek ve işçi sınıfının mücadelesini ileriye taşıyacak bazı Ancak biz polis bir 2010 1 Mayıs'ı alan tartışmalarına son verip 6 konfederasyonun ortak katılımı ile karışıklık çıkarmaolanaklara sahip olmuş olsak da, kitlesel olarak gerçekleşerek bir kazanım halini aldı. Ancak 2010 1 Mayıs'ının, bu dıkça hiçbir mitingde kitlesellik ü-zerinde sorun çıkarkitleselliğine rağmen birleşik bir 1 Mayıs olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü birleşmek işçilerin sendika bü-rokrasisi madığını anlatırken, tam deneti-me demek, sadece bir alanı yan yana gelerek doldurmak demek değildir. Birleşmek bugün 1 Mayıs'ın sahipti. Bürokrat-lar, demek, belirli zorluklara karşı belirlenen ortak taleplerimiz için yan yana gelmemiz coşkusunu kendileribir yandan hükü-met ne mal edenlerin; Save istediklerimizi alana kadar da yan yana kalmamız demektir ve patronlar ile matya inşaat işçileriyaptıkları işbirliğine nin pankartını yasa zeval getirmeyecek bir 1 Mayıs kutlamış oldular, öte de odaklayabilecekleri talepler de bu gürültünün altın- dışı yöntemler ile sökmek için müdahaleye yandan da emekçilere kitlesel bir 1 Mayıs yaşatarak da ezilmiş oldu. Bürokratlar tertip komitesinde bu ta- gönderilen, İtfaiye işçilerinin izinli stantlarını lepleri dile getirebilecek herhangi bir kimseye kürsüde onların da gözlerine girme ça-balarını sürdürdüler. açmalarını engelleyen, işçilerin en ufak bir direnişinde asla söz vermemekte anlaştılar. 1 Mayıs'taki kitleselliği derhal patronları korumak için işçilere saldıran, 1 Nisan'dan 1 Mayıs'a; kim kazandı, ne kazandı? 26 Mayıs genel grevine taşıyacak herhangi bir atılımı Ankara'da TEKEL işçilerine şiddet uygulayan kişiler 1 Mayıs “kutlamalarına” damgasını vuran söylem “32 ise hiç yapmadılar. ile aynı kişiler olduklarını anlatma-lıyız... yıl sonra Taksim'i kazandık!” oldu. Konfederasyonla- Taksim Meydanı’nın işçi ve emekçilere açılmasında rın kürsüden yaptıkları konuşmalarda da, çeşitli de- büyük emekler sarf eden tüm işçilerin ve devrimci- Ayrıca buradan bir sonuç daha çıkarmalıyız. Biz işçi mokratik kitle örgütlerinin kortejlerindeki sloganla- lerin çabalarına büyük saygı duysak da, sonuç olarak 1 ve emekçiler eğer bir mücadele programına sahip rında ve pankartlarında da bu vurgu ön plana çıkartıl- Mayıs'ın Taksim'de “kutlanması” sınıf mücadelesinde değilsek her bir araya geldiğimiz eylemde ve direnişte yarın için de bir mücadele hattı, bir mücadele planı maktaydı. bir birliğin oluşabilmesinin değil, bürokratların da bırakamayız. Sonuç olarak da bizim kendiliğinden Devlet, “hayatı durdurma ve hayata etkide bulunma” tam desteği ve yoğun çabası ile burjuvazinin kitleler toplanmış olan kitleselliğimiz burjuvazi tarafından amaçlarını yerine getirememesi için on yıllardır işçi ve üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmesi gibi bir amaca kullanılabilir. Hatta bizim eylemimiz bizzat burjuvaemekçilerin eylemlerini şehir merkezlerinin dışına itti. yöneldi. Bir bakıma, 1 Mayıs'ın içeriği boşaltılmaya zinin imajını tazelemesi ve üzerimizden kendi propaTürkiye'de pek çok alan bu amaçla işçilere kapatıldı, çalışılmaktadır. gandasını yapmasını sağlayacak olanaklar dahi sunabiyapısı değiştirilerek eylemlere uygun halleri yok edildi. Ancak her şeye rağmen 1 Mayıs 2010'un kitleselliğini lir. Bu durum da, kısık sesle ifade ettiğimiz talepleriPatronların bu çabalarına rağmen Taksim'in 1 Mayıs birleşik bir hale getirmek ve sınıf mücadelesinin bir mizi iyice görünmez kılacaktır. için açılması elbette ki bir kazanımdır. Ancak bu dönüm noktası haline getirebilmek hâlâ mümkündür. Bu yüzden “Güvenceli çalışma, işten çıkarmaların yakazanımın hangi koşullar içerisinde elde edildiğine 1 Mayıs 2010 sonrasında yazılanlar, yayınlananlar saklanması ve işsize iş” eksenindeki talepleri içeren bir bakacak olursak nasıl kazanıldığını ve kimin kazanımı olduğunu daha iyi kavrayabiliriz. Miting biter bitmez, burjuva basın tarafından, “Kan- mücadele hattında ısrarcı davranmak ve bu ısrarın etrafında mücadeleyi birleştirmek bugün için bizim Çok değil, bundan bir ay öncesine gidelim. TEKEL sız ve bayram havasında geçen 1 Mayıs...”, “Korku başlıca görevimiz olmalıdır. işçileri Ankara'da Sakarya Caddesi’ne geri dönerek boşunaymış” gibi yorumlar manşete getirildi. Mustafa mücadelelerini burada sürdürmek, burada 1 Mayıs'a Kumlu'nun tartaklanması olayı ise, hiç abartılmadan 1 Mayıs 2010; direnişçi işçiler ve henüz direnişte olmayan diğer kriz mağdurları ve 26 Mayıs'a hazırlanmak amacını taşımaktaydılar. hatta iyice küçültülerek aktarıldı. Ancak 1 Nisan günü son üç yılın 1 Mayıs'larını anımsatmakta idi. Eylemde polis TEKEL işçilerinin Ankara'ya girmelerini engelledi ve kitleyi dağıttı. Alana sadece kısa bir süreliğine girilebildi. Sonuç olarak da TEKEL işçileri Ankara'ya giremedi ve tüm direnişle-

Yıllarca “1 Mayıs terörizmdir” ve “1 Mayıs devrimcilerin çiçek yolması, kaldırım taşı söküp cam kırması ve yağma yapmasıdır” şeklinde yapılan 1 Mayıs haberleri milyonlarca sınıf bilinçsiz işçinin 1 Mayıs'a katılma fikrinden dahi çekinmesi gibi bir sonuç doğur-

1 Mayıs'a dair bir başka hatırlanan olay ise, işçilerin kürsü işgali girişimleri oldu. Burjuva basın bunu küçük bir pürüz olarak adlandırdı, bazı sol yayınlar bu eylemi kınarken bazıları da kutsadı.


ARKA PLAN

9

nmak ve mücadeleyi birleştirmek! Bu eylemi direnişçi işçilerin mücadeleleri ve alanları dolduran diğer işçilerin durumu açısından incelemeden önce direnişçi işçilerin içlerinden geçtikleri süreci kısaca hatırlamakta fayda var. İşçi Cephesi olarak 1 Mayıs hazırlıklarımızı okurlarımız ile beraber iş yerlerinde, mahallelerde, okullarda yaptığımız çeşitli etkinlikler ve direniş ziyaretleri ile başlatmıştık. 1 Mayıs'ın hemen öncesinde 25 Nisan günü ise, “1 Mayıs ve mücadeleleri birleştirmek” konulu bir toplantı gerçekleştirmiştik. Toplantımızda söz alan itfaiye, Esenyurt Belediyesi ve İSKİ işçileri mücadelelerinin “İş güvencesi” için başladığını belirterek, iş güvencesi talebinin 1 Mayıs'ın öncelikli talebi olması gerektiğini söylemişlerdi. İSKİ'de direnişte olan bir işçi arkadaşımız kendi konuşmasında özellikle sendikasız olmaktan kaynaklı olarak dağınık olan direnişlerinden ve direniş süreçlerinden bahsederek sendikalaşmanın da önemini vurgulamıştı. Bu açıdan İSKİ işçilerine göre daha avantajlı konumda bulunan Esenyurt ve itfaiye işçileri ise kendi direnişlerinden bahsederken sendikanın önemini yine vurguladılar, ancak kendi deneyimlerinden de yola çıkarak sendika bürokrasisinin kendilerine nasıl

“Güvenceli çalışma, işten çıkarmaların yasaklanması ve işsize iş” eksenindeki talepleri içeren bir mücadele hattında ısrarcı davranmak ve bu ısrarın etrafında mücadeleyi birleştirmek bugün için bizim başlıca görevimiz olmalıdır engel olduklarından bahsederek bürokratlara duydukları kini bizlerle de paylaştılar ve bizleri de bürokrasi tehlikesine karşı uyarmış oldular. Direnen işçiler, sendikaların önlerine koydukları engellere karşı “Direnen İşçiler Platformu”nu oluşturmuş ve mücadelelerini burada bir araya getirmeye çabalamak gibi çok önemli bir işe girişmiş bulunuyorlardı. Bu platformun 1 Mayıs tertip kurulundan ilk talebi, direnişçi işçiler olarak en önde ve bir arada yürümek ve kürsüde söz almak oldu. Bürokrasi en önde yürümelerine güç bela izin verse de, kürsüde söz almalarına engel olmak için elinden geleni yaptı. Ve söz hakkı tanımadı. Miting sırasında Mustafa Kumlu'nun konuşmasına müdahale ederek kürsü işgaline girişen direnişçi işçiler ise, bu duruma karşı haklı bir tepkiyi dile getirmekte idiler. Ancak bu tepkinin önceden organize edilmemiş olması ve de direnişçi işçilerin taleplerinin ve söyleyeceklerinin alandaki diğer işçileri de ilgilendirdiğinin yeterince gösterilememesi, kürsü işgali denemesinin ardından iki konfederasyona bağlı olarak alana gelen işçilerin alanı terk etmeye başlamasına sebep oldu. Direnişçi işçiler burada tüm sınıf kardeşlerini bürokrasiye karşı uyarmak istemişlerdi. Ancak bürokrasi mücadelenin birleşmesi önünde nasıl bir engel olduğunu çok başka bir biçimde yeniden göstermiş oldu. Direnen işçiler ile sendikalı kitleler arasındaki en ufak bir yakınlaşmaya dahi bürokrasi tarafından müdahale edilmekte idi.

Bu eylem de bize, bürokrasi karşıtı mücadelenin, pek çok geri bilinçli işçi tarafından sendika karşıtı bir mücadele olarak algılanabildiğini göstermektedir. Bu yüzden bürokrasiye karşı mücadelede diğer sendikalı işçilerin desteğini alabilmek için bir ön hazırlığın dikkatlice yapılması yakıcı bir ihtiyaçtır. Neyi istediğimizi tüm emekçilere anlatırken, bugün kriz karşısında süren her direnişin tüm emekçilerin çıkarına olduğunu itina ile açıklamalı, birleşmemizin önündeki her engelin beraberce ortadan kaldırılması gerektiğini yılmadan söylemeliyiz. Ayrıca bürokratlara kızıp sendikadan uzaklaşmak da bir başka hata olacaktır. Çünkü sendikalar her şeye rağmen biz işlerin örgütleridir ve yasal ve maddi pek çok olanağı kullanabilmemizi sağlayacaktır. Başka işçilere ulaşabilmemiz için de daima bir olanaktır. Bizim sendikalardaki mücadelemizi sürdürmemiz ve bürokrasiye karşı mücadeleyi bürokratlara karşı mücadeleye dönüştürme hatasına kapılmadan acil taleplerimiz etrafında toplanmış sendikalarımızın tabanı ile beraber mücadele etmemiz gerekmektedir. Aksi durumda biz mücadeleyi birleştirmeye çabalarken, bürokrasi birleşmiş olan azınlığı yalnızlaştırmak için türlü ayak oyunlarına devam edebilecektir. Mücadelenin birleşmesi önündeki engeller Krizin başından itibaren; “işçi sınıfının pek çok mücadelesi var, ancak bu mücadelelerin tamamı yalıtık, kazanabilmek için bu mücadelelerin birleşerek büyümesi gerekir” demiştik. Mücadelenin birleşmesinin önündeki başlıca engel sendikaların farklı konfederasyonlar ile sınıfı kümeleştirmesidir diyebiliriz. Esenyurt Belediyesi işçilerini hatırlayalım. Esenyurt Belediyesi’ndeki, Belediye-İş ve Genel-İş sendikalarına üye olan işçiler arasında dahi bir ayrılık vardı ve toplu sözleşme hakkı bu kümeleşmeden ötürü yitirilmek üzere. Mücadelenin birleşmesinin önündeki bir diğer aşmamız gereken engel ise, sendika bürokrasisidir. 2009 ve 2010 yılında Türkiye çapında gerçekleşen hemen her grevde direnişçi işçiler sendika bürokratları tarafından onlarca engelleme ile karşılaştılar. Mücadelenin birleşmesinin önündeki başka bir engel ise, şu güne kadar çok miktarda kan kaybetmiş oluşumuzdur. İşinden çıkartılan işçi sayısındaki büyük artışı ve uzayan direnişlerden koparak mücadelenin dışında kalmış olan işsiz işçileri kapsayacak bir yapıya henüz sahip değiliz. Mücadeleyi birleştirmenin önündeki engeller saymakla bitmez. Ancak son büyük engel olarak sayabileceğimiz şey de, işçi sınıfının örgütsüz ve güvencesiz kesiminin ezici bir oranda olmasıdır. Mücadeleyi birleştirerek 1 Mayıs 2010'u yeniden kazanmak nasıl mümkündür? 1 Mayıs geride kaldı, ancak önümüzde bir 26 Mayıs var. Eğer 1 Mayıs'ın kitleselliği 26 Mayıs'a taşınabilirse ve 26 Mayıs birleşik ve kitlesel yaşanırsa 1 Mayıs'ı o zaman kazanmış olacağız. Bunu yapabilmek imkânsız mı? Değil. Öncelikli olarak taleplerimizde anlaşmalı ve onları belirlemeliyiz. Mücadele edenler olarak, yan yana durmak ve birleşmek arasındaki farkı kavramalı,

kavratmalıyız. Bunun ardından da henüz bizimle beraber hareket etmeyen (ve sınıfın sayıca ezici çoğunluğunu oluşturan) işçilere de ne için mücadele ettiğimizi açıklayıp, niçin bu mücadeleye katılmaları gerektiğini onlara da anlatacağız. Onlar da endişe halindeler ve inandırıcı bir alternatifi oluşturabilirsek bizimle hareket etmeye hazırlar. Sonrasında bizi bu duruma düşürenlerin hükümet ve tüm diğer burjuva partiler olduğunu unutmayarak, başta hükümetin ve tüm burjuva partilerinin bu durumun sorumlusu olduğunu ilan etmeliyiz. Sorumluları gösterdikten sonra da, sorumluların önlem almak zorunda olduğunu söyleyeceğiz. Bu doğrultuda başta Yunanistan ve Avrupa işçi sınıfının mücadelelerinden örnekler alıp onlar ile de mücadelemizi birleştirmenin yollarını arayacağız. Ancak böylesi bir birlik patronların çıkarlarını savunan tüm partilerin zehirlerini bizim saflarımıza akıtmalarını engelleyebilir. Bunları gerçekleştirebilmek için de, her şeyden önce bir ulusal grev komitesi oluşturulmalıdır. Tüm sendikalı ve sendikasız iş yerlerinde taleplerimizi tanıtan

Bürokrasi karşıtı mücadele, pek çok geri bilinçli işçi tarafından sendika karşıtı bir mücadele olarak algılanabilir. Bu yüzden bürokrasiye karşı mücadelede diğer sendikalı işçilerin desteğini alabilmek için bir ön hazırlığın dikkatlice yapılması yakıcı bir ihtiyaçtır ve greve katkının artmasını sağlayacak çalışmalar yapılmalıdır. Bunun önünü açabilecek güç de, Direnen İşçiler Platformu’nda çekirdek halinde olsa da mevcuttur. Bunun dışında, 4 Şubat genel eyleminden dersler çıkarmalıyız. 4 Şubat eyleminin, genel greve dönüşmemesi ile beraber bu eylemin başarısızlık ile sonuçlandığını söylemiştik. Bir genel grevin de başarılı olabilmesi için ilk elden Hava-İş ve Belediye-İş sendikalarının iş bırakmayı garanti etmesi ve bunun için derhal çalışmalara başlaması gerekmektedir. Çünkü bir günlük bir grevde havaalanları ve karayolu ulaşım emekçilerinin iş bırakması en ciddi etkiyi yaratacaktır. Tüm bunlara ek olarak da, bulunduğumuz tüm işyerlerinde “Bayram havasında ve coşkulu” geçen 1 Mayıs haberlerinden de güç alarak, toplantılar yapmaya çalışmalı, işçi arkadaşlarımızı bir araya getirmeye çabalamalı ve 26 Mayıs'a, bize dair olan talepleri de dile getirmek için katılmamız gerektiğini anlatmalıyız. Bu çalışmalar aracılığı ile de iş yerlerimizdeki komiteleşme çalışmalarımıza hız katabiliriz. Bunların gerçekleşmesi için attığımız en küçük adım dahi, 26 Mayıs’a ve sonrasına sınıf mücadelesi için somut mevziler bırakmış olacaktır. Böylece “Birlik, mücadele ve dayanışma” günü olan 1 Mayıs'ı gerçekten kazanabilmemizin olanakları sağlanacaktır.


10

ULUSAL SORUN

“Yeni Anayasa” kıskacında BDP Dicle Nadin, 5 Mayıs 2010 Anayasa değişikliği tartışmaları ve paketin meclise gelmesi bir süredir ülkenin temel gündemlerinden biri durumunda. Paketin yapımı aşamasında iktidar, çeşitli patron örgütlerini ziyaret ederek maddelerin içeriğine yön vermişti. İkinci aşama olan oylama kısmında da, partilerle pazarlığa oturarak bir mutabakata varmaya çalışıyor. Eğer egemenler ortak çıkarları konusunda bir anlaşmaya varırlarsa, paket önümüzdeki aylarda referanduma sunulacak.

burjuvazinin kurumları için geçerli. Bu yüzden ilk başta yeni bir anayasaya sıcak bakan BDP, bu tavırdan ötürü; “AKP'nin yeşil statükosu ile CHP'nin kara statükosu” arasında kalmayacaklarını ve bu anayasayı ancak, kendi taleplerini içerdiği takdirde destekleyeceklerini açıkladı. BDP'nin talepleri; öncelikle siyaset, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Ayrıca, şu anda tutuklu bulunan 1530 kadrosunun ve

Sürecin başından beri İşçi Cephesi olarak, şunu ifade ediyoruz: Esas olarak bir anayasa, egemenler arasındaki mutabakatın belgesi olamaz. Hayatımıza yön veren ve toplumun kurucu belgesi olarak kurgulanan anayasada emekçilerin, Kürt halkının ve toplumun tüm ezilen kesimlerinin talepleri yer almalı; bizzat bu kesimler sürecin özneleri olmalı. Ne var ki, sürecin nasıl bir meclis çatısı altında gerçekleşeceği de burada önem kazanıyor. Anayasa tartışmalarında, Kürt halkının temsilcisi olan BDP'ye yönelik tavır, meclisin işleyişinin ve anayasanın yapım sürecinin anti-demokratik niteliğini gözler önüne serdi. BDP'li milletvekili Sabahat Tuncel “bu ülkede savaş var” deyince mecliste yaratılan linç dalgası, Kürt halkının taleplerine kulak tıkanması, hükümetin demokrasi maskesinin her an düşmeye hazır olduğunu gösteriyor. Yani BDP'nin varlığı, Kürt halkının taleplerinin duyurulması ve anayasada yer almasının diretilmesi açısından önemli olmasına rağmen; bu süreçte AKP'nin, BDP'yi muhatap almadığını ve taleplerinin kabul edilemeyeceğini söylediğini görüyoruz. Yani parlamentodaki temsil ve bu temsiliyetin anayasada ifadesini bulması yalnızca

“taş atan çocuklar”ın serbest bırakılması için TCK ve TMK'da değişikliğe gidilmesi, yüzde 10'luk seçim barajının düşürülmesi, parti kapatmaların zorlaşması ve anayasadaki “Türkçeden başka anadil olamaz” konulu 42. maddenin kaldırılması gibi taleplerini dile getirmektedir. BDP, bu anayasanın halkın katılımı ve demokratik muhalefetin basıncıyla oluşmasını savunuyor. İlk turda, BDP'nin tutumu genellikle oylamalara katılmamak oldu. Sadece “sembolik destek” dedikleri konularda destek verdiler onun dışında kalan bazı ya-

salara da -özellikle 330'u geçme konusunda kritik olanlara- bazı milletvekilerini bulundurarak destek sundular ama ilginç şekilde parti kapatmaları zorlaştıran yasaya “sembolik destek” alanlarına girmesine rağmen destek vermediler. Kısacası BDP bir yandan 'destek yok, boykot ediyoruz' gibi net bir tutum beyan ederken, bir yandan da bazı maddelere oyunu sunmuş oldu. Öncelikle BDP'nin tutumunun ikircikli olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bir yandan sürecin anti-demokratik yönünü ve anayasanın içeriğini teşhir ederken, bir yandan bazı maddelere destek sunmak belirsiz bir tavırdır. Çünkü bu tutum AKP'nin işine iki açıdan yaramıştır. Birincisi, kritik düzeydeki yasaların geçmesi sağlanmıştır. İkincisi ise, AKP'nin içindeki bazı kesimlerden ve muhalefetten, AKP'ye yönelen “PKK destekli anayasa” eleştirilerinin önüne geçilmiş olunmuştur. BDP zaten yeteri oranda destek oluyordu ve AKP'nin BDP'den direkt destek istememesi parti içindeki fireleri engelledi. Öncelikle, anayasa yapımında Kürt halkının temsilcilerine ve emekçilere yönelik bu muhatapsızlaştırma tavrını ortaya koymak gerekir. Daha başında sürecin bir öznesi olamayan ve taleplerinin yer bulmadığı bir anayasa projesi Kürt halkı ve ezilen tüm kesimler için bir demokratikleşme anlamı taşımıyor. Sonuç olarak, Kürt halkının kendi kaderini belirleme hakkı da dâhil olmak üzere her türlü siyasal demokratik hak ve özgürlüklerle donatılmış yeni bir Anayasa ve bu anayasayı hazırlamak üzere oluşturulmuş bir Kurucu Meclis olmadığı sürece, demokratik bir anayasadan ve rejimin demokratik dönüşümünden söz etmek olanaklı olmayacaktır.

Ahmet Türk’e atılan yumruk Kürt halkına atılmıştır Kemal Boran, 2 Mayıs 2010 Kapatılan DTP'nin eski başkanı Ahmet Türk, Samsun’daki Bulanık olayları davasının çıkışında yumruklu saldırıya uğradı. Bulanık’ta meydana gelen olayların yargılaması güvenlik gerekçesi ile Samsun’da görülmeye başlamıştı. Kapatılan DTP’nin eski başkanı Ahmet Türk de mahkemeyi izlemek üzere Samsun’daydı. Mahkeme çıkışında ise Ahmet Türk’e saldıran şahıs polislerin bakışları arasında Türk’ün burnunu kırdı. Burjuva gazeteler saldırı için “öfkeli genç” gibi sözcükler kullanarak saldırıyı meşru kılma ya da küçük puntolarla geçiştirme, hedef gösterme, suçlama tarzında yaklaşımlarda bulundu. Daha önce de İzmir’de içinde Ahmet Türk’ün de bulunduğu konvoya yapılan saldırıda DTP’liler taşlanmıştı. Bu durum da pek önemsenmemiş, hatta “hak ettiler” imasında yorumlara neden olmuştu. Zaten AKP, CHP, MHP gibi partiler sürekli DTP’yi ve yöneticilerini hedef göstermiş ve terörle ilişkilendirmiş ve uzun süre mecliste görmeme eğilimi içine girmişlerdi. Yumruğu atana değil attıranlara bakalım • Şimdi ise dün “PKK’yi terör örgütü olarak ilan etmezlerse onlarla görüşmem” diyen Başbakan Erdoğan “geçmiş

olsun” dileğinde bulunuyor. Bunu Kürt halkı ve Türk halkının duyarlı kesimi ciddiye almayacaktır. Şimdi ise kapatılan DTP’nin yerine kurulan BDP hedef gösteriliyor. BDP ile ilişkilerini PKK’ye terörist demesi üzerine kuran sistemin bekçileri konumundaki partiler tam da bu olayda aslında yumruk atan o saldırgandan pek de farklı olmadıklarını göstermiş oluyorlar. Saldırgan serbest bırakılıyor ve maruz kaldığı saldırıdan sonra Ahmet Türk barıştan ve hoşgörüden bahsediyor. Hangi barış ve hangi hoşgörü anlamak mümkün değil. Barış ve hoşgörü önemlidir; ama karşılık bulduğu sürece... Bu noktada şunu da gözden kaçırmamak gerekir, Ahmet Türk’e terörist diyerek yumruk atan zihniyetle; TEKEL ve İtfaiye işçilerine terörist diyen, ekmek mücadelesi veren bütün işçileri asker-polis rejiminin zoruyla yerlerde sürükleyen, kamu emekçisine polis copunu reva gören, çiftçisine ananı da al git diyen zihniyet aynıdır. O yüzden de onların geçmiş olsun dileklerinin samimi olmadığını, sinsice güldüklerini ve ellerini ovuşturduklarını da biliyoruz. Adları farklı da olsa (AKP, CHP, MHP, Saadet vs.) partilerin konu asker-polis rejimi olduğunda birbirlerinden pek de farkları kalmaz. Asıl olan sömürünün ve zulmün din, dil ve milliyet gözetmediğidir. Ezen

için Kürt olmuş Türk olmuş ya da Ermeni olmuş fark etmez. Bütün emekçiler aynı sömürüye maruz kalıyoruz. O yüzden de işçi sınıfının mücadelesi sadece bir partinin sınırlarının içine hapsedilemez... İşçilerin birliği, halkların eşitlik ve özgürlüğü mutlaka kazanacaktır • Ahmet Türk’ün yediği yumruk işçi mücadelesini de ilgilendirir. Kürt işçisinin sınıf mücadelesinde Türk işçisi ile kolkola olması ve BDP’nin de emek eksenli politikalara önem vererek kendini dar milliyetçi söylemlerin dışına atması gerekmektedir. Alanlarda mücadelemizi işçi sınıfının bir parçası olan Kürt işçi sınıfı ile kol kola ve omuz omuza vermeliyiz. İşte o zaman Ahmet Türk’e ya da bir başka Kürt ya da Türk siyasetçiye yumruk atma cüretini gösterenler ve onların destekçisi olan zihniyetler yaptıklarının karşılıksız kalmayacağını görecek ve anlayacaklardır. Emek mücadelesi, sömürü ve baskılar ortadan kalkana kadar sürecektir. Mücadelemiz ancak üretenlerin yönettiği bir iktidarın olduğu dünyanın var olması ile sonuç bulacaktır, Bunu yaratacak olan işçilerin elleridir. Dünya barışını da, halkların gerçek anlamda özgür ve eşitliğini de işçi sınıfının kendi iktidarı gerçekleştirecektir.


GENÇLİK

11

Bir üniversite sınavını daha atlattık Doğan Koca, 02 Mayıs 2010 Geçtiğimiz yıl ÖSS sistemi değiştirilmişti. Yeni sınav sisteminin ilk aşaması olan YGS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı) YÖK ve Danıştay arasındaki katsayı tartışmasından sonra 11 Nisan'da gerçekleştirildi. Yine her sınav gibi ardında bir sürü tartışma bıraktı. Topkapı Müzesi Müdürü Prof. Dr. İlber Ortaylı şubat ayının başında yaptığı bir açıklamada 'Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri'nde üniversite sınavlarında kopya çekildiğini, böylece 'ehil' olmayan öğrencilerin iyi üniversitelere yerleştiklerini ve bunu da ders verdiği Galatasaray Üniversitesi'nde gördüğünü söylüyordu. Oysa her yıl açıklanan ÖSS ortalamalarında bölgedeki iller sonuncu oluyor. Buna rağmen ÖSYM bu açıklamayı ciddiye almış olacak ki Kürt bölgesindeki birçok öğrencinin sınava gireceği yerler komşu iller bile değil Sinop, Edirne, Muğla hatta Kıbrıs olarak açıklandı. Daha önceki yıllar sınav merkezlerinden biri olan Mardin'in Kızıltepe ilçesinde bu yıl sınav yapılmadı. Yol parasını karşılamayacak durumda olan birçok öğrenci sınava giremedi. Özellikle kadın öğrenciler babaları razı olmadığı için sınava gidemedi.

Sınava gidebilen azınlıktaki öğrenciler ise gittikleri illerde kopyacı muamelesi gördü. 30 Nisan'da açıklanan YGS sonuçlarına göre ise yine puan ortalaması en düşük iller her yıl olduğu gibi bölgedeki iller oldu.

öğrenciler olarak mücadelemizi birleştirmedikçe sistemin bütünsel saldırısının karşısında duramayacağız.

Bir ÖSS geleneği (!) olarak türbanlı öğrenciler başlarını açmak için zorlandı. Peruk takmayan öğrenciler polisin ve sınav merkezi yöneticilerinin hakaretlerine maruz kaldı. Başını açmayan veya peruk takmayan birçok öğrenci sınava giremedi. Hepsi bir tesadüf mü? • Ne İlber Ortaylı'nın açıklaması, ne bu açıklamayı takip eden YGS sürgünü ne de türbanlıların gördüğü muammele bir tesadüf... Gençlere ÖSS gibi dershaneleriyle, yayınevleriyle, özel dersleriyle, etüt merkezleriyle kendi sektörünü oluşturmuş, yükseköğretim hakkının ayrıcalıklı kesimlerin tekelinde kalmasını garantileyen bir sınavı dayatan sistem burjuvazinin ve onun egemen ideolojisinin baskı araçlarından yalnızca biri. Kürtlere yönelik ulusal baskı, sınıfsal baskı ve bir bütün olarak hakim ideolojinin baskısı ÖSS'de de karşımıza çıkıyor. Sistemin saldırısının bütünselliğini gösteren bu ufak örnek mücadelemize yol gösteriyor bir bakıma; Kürt ulusu, işçiler ve

23 Nisan, hangi çocukların bayramıydı? Ayşe B., 3 Mayıs 2010 23 Nisan, Türk ulusal egemenliğinin, geleceğe yani çocuklara emanet edildiği gündür. Böyle öğretilir ve her yıl 23 Nisan yurdun dört bir yanında coşkuyla kutlanır. Törenler ve stadyumlarda düzenlenen gösteriler... Bu yıl da neşeyle kutlandı. Devlet erkânı çocukları sevdi ve hatırlarda yalnızca gösteri sırasında dans etmeyi bırakan iki küçük çocuk kaldı (!) Niyet okuması yapmaya gerek yok. Türk ulusal egemenliği öyle her çocuğa emanet edilecek değildi ya, ve bu Türk ulusal egemenliğini pekiştirecek zihinlerde, öteki çocukların kalmasına da gerek yoktu. Gelgelelim, hatırımızda bunlar kalmadı. Zira bütün Siirt'e aylardır zaten malum olan ve 22 Nisan'da da tüm Türkiye tarafından öğrenilen kız çocuklarına uygulanan cinsel şiddetin etkisinden bir günde kurtulamadık. Mardin'de, 'çocuk bayramı'ndan bir gün önce mayına bastığı için ölen çoban İzzettin'i de o kadar çabuk unutamadık. Yaşından büyük mahkumiyetler giydirilen, güvenlik güçlerince öldürülen Kürt çocuklarını ve bir sonraki gün, 24 Nisan'da, köklerinin o

coğrafyadan ve tarihten silindiği Ermeni çocuklarını da... Ve babaları işten atıldığı için çocuk bayramını “Babalar işsiz, çocuklar aç” pankartının önünde kutlayan İSKİ işçilerinin çocuklarını da unutabilmiş değiliz. Burjuvanın ikiyüzlü ahlâkına kanmak zor kısacası. Bu bayram, ne babası işsiz çocukların; ne cinsel şiddet mağduru kız çocuklarının; ne de Kürt, Ermeni çocuklarının bayramıydı. Bu bayram, askeri mühimmatlarını temizletmeyen, her üç günde bir çocuğun ölmesine göz yuman, kirli savaştan beslenen burjuvazinin bayramıydı. Erkek egemen zihniyeti, küçük kadınların bedeninde pekiştiren Siirt bakkalının, tuhafiyecisinin, belediye başkanının erkeklik dayanışmasıydı. Bu bayram, biraz daha fazla kâr edebilmek için, çocukların boğazındaki ekmeği de çalan İSKİ taşeronlarının, patronlarının bayramıydı. Bayramlar, ancak bu ikiyüzlü ahlâkı, ırkçılığı, şiddeti ve yoksulluğu yaratan burjuvazi ve onun zihniyeti tüm dünyadan silinince, bu günleri de asla unutmayarak gelecek.


12

İŞYERLERİNDEN

METAL Çözüm biz birleşirsek olur • Merhaba, çalıştığım fabrikada çok yüksek ısıda çalıştığımız için suya çok fazla ihtiyaç duyuyoruz. Fakat fabrikada içilecek su yok. Suyu soğutmak için bir soğutucu var ama soğutucuya gelen bu su şebekeden geliyor. Tesisat da demir borularla çekilmiş olduğu için borular eskimiş ve paslanmış. Ama patron bu suyu içmemizi istiyor. Bırakalım içmeyi suyun kokusu bile midemizi bulandırmaya yetiyor. Bu sorunla ilgili fabrikadaki yetkililerle konuştuk, daha sonra arıtma cihazı alacaklarını ve şebeke suyunu arıtma cihazına bağlayacaklarını söylediler. Birkaç gün içinde gelecek dedikleri arıtma cihazı bir yıldır gelmedi. Zaten çok geçmeden öğrendik ki; arıtma cihazının fiyatı patrona çok pahalı gelmiş, fiyatı ise 1300 TL imiş. Patron da haklı tabii, milyon dolarları olduğu halde ve bir o kadar da kâr ettiği halde hâlâ zarar ediyoruz dediğine göre 1300 TL gerçekten ağır gelmiştir patrona. Biz temiz su içelim diye şirket batabilir, neme lazım? Biz işçiler olarak baktık patrondan hayır yok, yine kendi başımızın çaresine baktık tabii. Şimdilik dışarıdan damacana su siparişi veriyoruz, bir damacana su 3 TL, haftada iki tane aldığımıza göre ayda eder 24 TL. Yani bir gün sadece su ihtiyacımız için çalışıyoruz. Arkadaşlarla konuşurken hep sorulan soru şu oluyor; "Ya, bu patronun dini imanı yok mu, Allah bunun belasını versin, biz patrondan daha mı zenginiz?” Tabii ki hayır! Patronun dini de imanı da para ve bizim alın terimizden kazandığı bu paranın zerresini dahi bizim sağlığımız için harcamıyor. Yani işin özü şu ki ilahi adaletten kurtuluş umacak durumda değiliz. Biz çalışanlar olarak sorunlarımızın çözüme kavuşmasını istiyorsak, birleşmeli ve örgütlü bir şekilde taleplerimizi kabul ettirene dek direnmesini bilmeliyiz. İC okuru bir işçi

TEKSTİL Mücadele olmazsa kazanım da olmaz • Merhaba arkadaşlar, ben tekstil atölyesinde çalışıyorum. Çalıştığım işyeri iki ortak tarafından yönetiliyor. İşyerimizde ne yemek ne de yol parası var. Ama sorunlarımız sadece yol parası ve yemeklere sınırlı değil. Örneğin, geçen hafta bizim muhasebeci evlendi ve balayına gitti. Gerçi maddi durumu hiç de iyi olmayan bir kişinin balayına gitmesi biraz enteresan, ama neyse... Biz konumuza dönelim; balayına gittiği hafta bizim çay ocağı bozuldu. İşyerimizdeki gelir giderler muhasebeci tarafından tutulurken her iki patronun hesabını ortak olarak düşürdüğü için sorun olmuyordu. Ama şimdi muhasebeci olmayınca patronlar benim cebimden çıkan hesap geri dönmez diye çay ocağını yaptırmadılar ve bir hafta boyunca biz işçiler çay içemedik. Aslında çay ocağına yapılabilecek en yüksek masraf 50 TL’dir. Bir de patronların diğer masrafları hariç iddia bayisine 100 veya 150 TL para bırakıyorlar. Kendi keyifleri için harcadıkları para onların gözüne gelmez ama söz konusu işçiler olunca durum değişiyor. İddia bayisine 150 TL bırakan patronlar biz işçilerin hakkını kırpmaya gelince baya becerikli davranıyorlar. Çalıştığım yerde cumartesi ve pazar tatil olduğu için yaptığımız mesai yüzde 50 üzerinde hesaplanıyordu. Aslında yüzde yüz olması gerekirken ülkemizdeki işsizlikten dolayı bunu kabul etmek zorunda kalmıştık.

Ama bu da yetmedi. Patronun işleri sıkıştıkça, yani daha fazla para kazandıkça biz işçilerden kırpmayı da hesaplıyorlar. Ocak ayında bizim maaşlarımıza zam yaparken tek tek işçileri yanlarına çağırarak konuştular. Bize: “Sizlere zam yapıyoruz, ama önümüzdeki üç ay boyunca yoğun siparişimiz var. Yoğun siparişlerimizden dolayı cumartesileri de çalışacağız ama yapacağınız cumartesi mesaisi yüzde 50 değil, normal günlüğünüz neyse ondan hesaplanacak” deyince bu duruma iş yerinden bazı arkadaşlarla karşı çıktık. Ama kabul eden arkadaşlarımız daha çoğunlukta. 30 kişiden yalnızca 5 kişi kabul etmedi. Aslında kabul eden arkadaşlarımız da kiracı olan arkadaşlarımız. Onların içerisinde kredi borcu olan arkadaşlarımız da var. Yani kısacası işsiz kalmaktan korktukları için kabul etmek zorunda kaldılar. Ama biz örgütlü olsaydık, kabul eden arkadaşlar da karşı çıksaydılar, patronlar onları işten çıkartma gibi bir şansları olmayacağı için normal çalışmamıza devam edebilecektik. Patronlar dışarıdaki işsizliği çok iyi kullanarak biz işçilerin cebine girmesi gereken parayı kendi ceplerine koyuyorlar. Bu da gösteriyor ki örgütlenmezsek bu baskılara karşı gelemeyiz. Patronlar krizi örgütlenip kullanıyorlarsa bu durum bizim örgütsüzlüğümüzden kaynaklanıyor. Ben de bunu gördüğüm için işyerimde kabul etmeyen 5 arkadaşımla beraber diğer arkadaşlarımızı bu konuda ikna etmeye çalışıyorum. Mücadele olmazsa kazanım da olmaz. İC okuru bir işçi Her yıl aynı senaryo: Bahar geldi, işten çıkarmalar başladı • Merhaba arkadaşlar ben 20 yıllık bir tekstil işçisiyim. Bizim sektörde her sene aynı senaryo döner. Kışın yoğun çalışmalarla nefes aldırmazlar. Patronların daha fazla kâr hırsıyla köle gibi çalışırız. Baharın gelmesiyle ağaçlar çiçek açar. Hayat yeniden canlanır. Ne hikmettir ki, biz işçiler için mevsim sonbahar olur. İlkbaharın gelişi bize yaramaz, işimizden, aşımızdan oluruz. 1 Nisan, arkadaşlarımıza şaka yaptığımız günlerden biridir. Bu 1 Nisan'da ise, patronun eşek şakasına tanık olduk. O gün işten çıkarmalara start verildi ve bir hafta içinde 30'a yakın arkadaşımız işinden oldu. Mesailer azaldı, işler yavaşladı. Bahaneleri ise, müşteri bulamamalarıymış. Kışın yoğun çalışmayla nefes alamayız, baharla birlikte ise işsiz kalırız. Bu senaryoyu bozmak içinse arkadaşlar, bir araya gelip kendi sorunlarımıza kafa yormamız gerekiyor. Eğer bunu yapmazsak, yarın işten çıkartılan kişi biz olacağız. Yarın geç olmadan, şimdiden kendimiz ve geleceğimiz için, haftada 1 saatimizi ayırmayı deneyelim. Kendimizi bilinçlendirmeye ve deneyimlerimizi paylaşmaya mecburuz çünkü. İC okuru bir işçi

ENERJİ - HABERLEŞME Kriz hoşnutsuzluğu arttırıyor • Enerji ve haberleşme sektöründe çalışıyorum. Yaklaşık 1000 kişinin çalıştığı şirket, çok uluslu bir şirket tarafından yönetiliyor. İşyerinde çalışanların büyük çoğunluğu mühendis ve teknisyen. Bir dönem için nispeten yüksek olan maaşlar, son birkaç yılda düşük zam oranları ile erimeye başladı. Yine zaman içinde, işe girerken sözleşme maddelerinden olan sınırsız özel sağlık sigortasında oran yüzde 80’e düşürüldü. Yıllar içinde iş kapasitesi artmasına rağmen personel sayısında, istifalara vb. çalışan kayıplarına rağmen yeni personel alımları durdurulduğu için, her çalışan normalde yaptığı işlerin 3-4 katını yapmak zorunda kaldı.

Bütün bu memnuniyetsiz çalışma koşullarına rağmen, çalışanlar performans görüşmeleri ile birbirlerine karşı hareket etmekte, kendilerini diğer çalışma arkadaşlarından daha üstün olduğuna inandırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum neredeyse boğazlaşma düzeyinde seyretmektedir. Kısmen gelir durumlarının iyi olması, onları, ilerde işsiz kalmaları durumunda ödedikleri onlarca taksite vs. karşı korunaklı kılmamaktadır. Arada sırada oluşan işsiz kalma endişeleri döneminde de sürekli, müdürleri ile kulis çalışmaları yaparak kendi yerlerini garanti altına almaya çalışmaktadırlar. Sendika vb. altında örgütlenmeye karşı oldukça mesafeliler. Kendilerinin de işçi olduğu bilincinde değiller, daha seçkinci kaygılarla hareket etmekteler. Bütün bunların sonunda da her yeni organizasyon döneminde şirketin kararlarına karşı oldukça savunmasız kalmaktalar. Şirket insan kaynakları yönetimi her ne der ise o eksiksiz uygulanmak durumunda kalmaktadır. Görev yeri, görev alanı bir gecede değiştirilen çalışanlardan, eski hakları kısıtlanan çalışanlara kadar her seferinde ayağına biraz daha fazla basılan çalışanlar ancak dönemsel olarak ses çıkarmaktalar. Krizin derinleşmesi ve şirket kârlarının kısmi olarak daraldığının açıklanmasının ardından yakın zamanda gündeme geleceği kesin gibi görünen işten çıkarmalara karşı nasıl bir tepki verileceğini zaman içinde göreceğiz sanırım. İC okuru bir işçi

HİZMET Sorunlarımız ortak • Merhaba, çalıştığım temizlik şirketinin müdürü, bu hafta bizden temizlik malzemelerinin stok sayımının yapılmasını istedi. Ben de stok sayımını yapıp teslim ettikten sonra diğer çalışan arkadaşlarımı da çağırıp, "eksik bir malzemeniz var mı" diye sordum. Bunun üzerine bir arkadaşımız da "benim üniformam eskidi ve yıprandı, yenisini istiyorum" dedi. Müdür de "ben senede bir üniforma siparişi veririm, size verilen üniformalara gözünüz gibi bakmalısınız, en az bir yıl kullanmanız lazım. Bir yıl dolmadan üniformanıza bir şey olursa kendi cebinizden karşılarsınız" dedi. Müdür'ün bu konuşması bana 25 Nisan’da katılma fırsatı bulduğum "2010 1 Mayıs’ının önemi ve mücadeleleri birleştirmek" konulu etkinlikte şu an direnişte olan itfaiye işçilerinden bir işçi kardeşimizin söylediklerini anımsattı. İtfaiye işçisi arkadaşımız da aynı sorunları yaşamıştı ve şöyle dile getirmişti; "bizi yangına, depreme, kurtarma operasyonlarına her türlü göreve gönderiyorlar. Çok tehlikeli durumlarda bile can kurtarma pahasına yangının ortasında kaldığımız, canımızı zor kurtardığımız anlar oluyor. Ama yöneticilerimiz bu durumu bildikleri halde bizlere; üniformalarınıza zarar gelmesin, yoksa sizlerin maaşından kesilir” diyor. Bu örnekten de anlaşıldığı gibi bu sorunlar yalnızca bizim işyeriyle veya sektörle sınırlı değil. Kâr mantığının işlediği her yerde aynı sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz, ama yöneticilerimizin akla mantığa aykırı bu keyfi davranışlarına boyun eğmek zorunda değiliz. İşçiler olarak birlik olup örgütlü bir şekilde tepkimizi gösterirsek bu keyfi uygulamaları durdurabiliriz. İC okuru bir işçi


EMEK ATÖLYESİ

İş Sözleşmesi Nedir? İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir. İş sözleşmesi, kanunda aksi belirtilmedikçe, özel bir şekle tâbi değildir. Süresi bir yıl ve daha fazla olan iş sözleşmelerinin yazılı şekilde yapılması zorunludur. Bu belgeler damga vergisi ve her çeşit resim ve harçtan muaftır. Yazılı sözleşme yapılmayan hallerde işveren işçiye en geç iki ay içinde genel ve özel çalışma koşullarını, günlük ya da haftalık çalışma süresini, temel ücreti ve varsa ücret eklerini, ücret ödeme dönemini, süresi belirli ise sözleşmenin süresini, fesih halinde tarafların uymak zorunda oldukları hükümleri gösteren yazılı bir belge vermekle yükümlüdür. Süresi bir ayı geçmeyen belirli süreli iş sözleşmelerinde bu fıkra hükmü uygulanmaz. İş sözleşmesi iki aylık süre dolmadan sona ermiş ise, bu bilgilerin en geç sona erme tarihinde işçiye yazılı olarak verilmesi zorunludur. Taraflar iş sözleşmesini, Kanun hükümleriyle getirilen sınırlamalar saklı kalmak koşuluyla,

ihtiyaçlarına uygun türde düzenleyebilirler. İş sözleşmeleri belirli veya belirsiz süreli yapılır. Bu sözleşmeler çalışma biçimleri bakımından tam süreli veya kısmi süreli yahut deneme süreli ya da diğer türde oluşturulabilir. İş ilişkisinin bir süreye bağlı olarak yapılmadığı halde sözleşme belirsiz süreli sayılır. Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak işveren ile işçi arasında yazılı şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli süreli iş sözleşmesidir. Belirli süreli iş sözleşmesi, esaslı bir neden olmadıkça, birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamaz. Aksi halde iş sözleşmesi başlangıçtan itibaren belirsiz süreli kabul edilir. Esaslı nedene dayalı zincirleme iş sözleşmeleri, belirli süreli olma özelliğini korurlar. Belirli süreli iş sözleşmesi ile çalıştırılan işçi, ayırımı haklı kılan bir neden olmadıkça, salt iş sözleşmesinin süreli olmasından dolayı belirsiz süreli iş sözleşmesiyle çalıştırılan emsal işçiye göre farklı işleme tâbi tutulamaz.

Küresel sermaye ve ranta karşı “Emek” direnişi! Çiçek N., 2 Mayıssermaye 2010 ayı boyunca isyanlarınıdirenişi! her fırsatta dile Küresel ve rantaNisan karşı “Emek” getirdiler. İlk kez bu sene Emek sinemasının dâhil İstanbul’da Beyoğlu Yeşilçam Sokak’taki Emek Sineması bir süredir kapatılmış bulunmaktaydı. Bu kapatılmanın ardındaki nedenlere bakınca ortaya neoliberal politikalara bağlı olarak gelişen kentsel dönüşüm adı altındaki ‘proje’ler çıkıyor. Bu projeler ve ‘yenileme’ler ile bölgenin tarihi alan, kamusal alan olup olmadığına bakılmadan küresel sermayeye açılması kolaylaşıyor. ‘Emek Sineması’ projesi ise ne ilk proje, ne de sonuncu olacağa benziyor.

86 senelik bir bina olan Emek’in yıkılıp, yerine bir alışveriş merkezi yapılması planlanıyor. Sinema ise alışveriş merkezinin üst katına taşınacak. Tarihi ve kültürel bir miras olan Emek, bizzat Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Kurulu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Beyoğlu Belediyesi’nin ortak projesi kapsamında yıkılacak. 2005 yılında kabul edilen 5366 nolu yasaya göre bir yerde ancak kamusal yarar amacı güdülecekse değişim yapılabilir. Özellikle bu yasanın kabulünden sonra kentsel dönüşüm projelerini hayata geçirmek daha da kolaylaşmış, kamusal yarar olarak ‘tarihi korumak’ neden olarak gösterilerek projelerin arttığı görülmüştür. Emek’le ilgili proje Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından da onaylanarak yasal altyapısı hazır halde önümüzde durmaktadır. İşte bütün bu planlı şekilde ilerleyen, devlet eliyle sermayeye açılmış sürece karşı olan muhalif sesler

olmadığı 29. İstanbul Film Festivali’nin açılış töreninde konuşmasını yapan Bülent Eczacıbaşı ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay canlı yayında İstanbul Kültür Sanat Varyetesi eylemcileri tarafından protesto edildi. Aynı Varyete 3 Nisan günü “Emek Benim, İstanbul Benim, Yıktırmıyorum” sloganıyla Emek önünde bir eylem gerçekleştirip sokakta kendi filmlerini gösterdiler. 14 Nisan’da Emek’e sahip çıkmamakla eleştirilen İKSV kamuoyunu bilgilendirmek amaçlı yaptığı toplantıya akademisyenler, eleştirmenler, yönetmenler, sendikacılar katılarak bu projenin yanlışlarını dile getirdiler. Emek Sinemasını Yıktırmayalım Platformu, içinde bir grup sinema emektarının da bulunduğu bini geçen katılımcıyla 18 Nisan’da Taksim Meydan’dan Emek’e kadar “İstanbul bizimdir defol sermaye” sloganlarıyla bir gösteri yürüyüşü gerçekleştirdi. Biz biliyoruz ki Emek bu yoketme projesinin tek kurbanı değil. Süleymaniye, Sultanahmet, Yedikule, Samatya, Fener, Balat, Ayvansaray... Bu yıkımlarda hedef sermayenin her alana rahatça girmesi, bu ‘soylulaştırma’ projeleri ile kapitalizmin ‘elit’ sınıfın alanının genişletilmesi ve bu yapılırken emekçi kesimin kentlerin dışına atılmasıdır! Kentsel rantın, kültürün endüstriyelleştirilmesinin engellenmesi için “Emek Bizimdir” diyelim!

13

BİR KAVRAM Anayasa Nedir? Tarihte bilinen ilk yazılı yasalar, sınıf iktidarını korumaya ve sürdürülebilir kılmaya yönelik çıkmıştır. Kapitalist toplum altında çıkan yasalar ise, ilk dönemlerinde feodaliteye karşı ya da bağımsızlık mücadeleleri sonucunda oluşturulmuş yasalar olup, feodaliteyi ezmek gibi devrimci niteliklere sahipti. Ancak esas olarak kapitalist toplumun yasaları burjuvazinin iktidarını koruma amacını taşımaktadır. İlk modern anayasa olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin anayasası kabul edilmektedir. Bunun dışında yazılı anayasalara sahip olmayan ülkeler de mevcuttur. Bu tür ülkelerde kurumların işleyişi geçmişe dayanan başka yasa ve belgelere dayanır. Liberal düşünürlere göre anayasa “Bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirleyen genel kabul görmüş kurallar bütünü” olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda, liberal fikre göre anayasanın birey üzerindeki devlet egemenliğini engellemek gibi bir görevi vardır. Ve liberallere göre Marksistlerin anayasa kavrayışı bireysel özgürlükleri hiçe sayarak bir tür despotizm yaratır. Oysa ki Marksizm, anayasaların özellikle de 20. yy.’da yükselen sınıf mücadelesi ile birlikte burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki uzlaşma metinleri olageldiğini söyler. Bunun dışında anayasasının varlığı burjuvazi için önemli bir anlam daha taşır. Burjuva demokratik yöntemler ile iktidara gelmiş olan bir burjuva partisini denetleyecek kurallar bütününü de ona sunar. Bu sayede, burjuvazinin hoşlanmayacağı bir hükümet iktidara gelirse de, onun iktidardan alınabilmesini sağlayacaktır. TC Anayasası’nın değiştirilemez ilk üç maddesi, devletin adı, bayrağı, resmi dili... üzerine kurulu iken, en demokratik anayasalardan biri olduğu iddia edilen Alman Anayasası’nda değiştirilmez tek madde “İnsanlık onurunun hiçbir koşul altında çiğnenemeyeceği”dir. Öte yandan Amerikan Anayasası, halka silahlanma özgürlüğü veren bazı maddelere sahiptir. Buna rağmen Almanya’da halen azınlık hakları yetersizdir. Amerika’da ise polislerin yetkileri hiçbir ülkede olmadığı kadar fazladır. Buna karşın tarihteki en demokratik anayasa olan 1918 Sovyet Anayasası’nda; “Rus Sovyet Cumhuriyeti, özgür ulusların özgür birlikteliği ilkesiyle, ulusal sovyet cumhuriyetlerinin bir federasyonu olarak kurulur” denerek ulusların kendi kaderini tayin hakkı tanınmıştır. Ayrıca; ”Emekçilerin egemenliğinin güvenceye alınması ve sömürenlerin tekrar başa gelebilmesinin tüm ihtimallerinin ortadan kaldırılması için emekçilerin derhal silahlanması, ... ve varlıklı sınıfların derhal ve tamamıyla silahsızlandırılması burada karara bağlanır” denmektedir. İfade özgürlüğüne dair ise şöyle bir madde bulunmaktadır: “Emekçilerin gerçek anlamda düşünce özgürlüğünü güvence altına almak isteyen Sovyet Cumhuriyeti basının sermayeye bütün bağımlılığını ortadan kaldırır ve elinde olan bütün teknik ve maddi olanakları... proletaryanın ve fakir köylülerin emrine sunar ve bu materyallerin ülkenin içinde engellenmeden dağıtılacağının güvencesini verir.” Bu anayasayı en demokratik anayasa yapan şey, burjuvazinin söyleyemediğini söyleyerek bir sınıf iktidarı kurduğunu belirtmesidir: “İçinde bulunduğumuz geçiş dönemi için hazırlanan Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin anayasasının ana amacı, güçlü Tüm-Rusya Sovyet hükümeti şekli altında, şehir ve köy proletaryasının ve en fakir köylülüğün diktatörlüğünü kurmaktır. Burjuvaziyi tamamen ezme görüşüyle bu diktatörlük, insanın insan tarafından sömürülmesini yok edecek ve altında ne sınıfların ne de devletin var olacağı sosyalizmi kuracaktır.”


14

ULUSLARARASI

UBK deklarasyonu: İşçilerin mücadelesi Yunanistan sınavında Uluslararası Birlik Komitesi (UBK), 18 Mart 2010 Yunanistan, sosyalist hükümet tarafından yürürlüğe sokulan son derece sert ekonomik tedbirler karşısında, iki aydan az bir süre zarfında gerçekleştirilen üç genel grevle sarsıldı. Şimdi bir yandan Avrupa ve Yunan burjuvazisi kendi yarattıkları derin krizin bedelini emekçi yığınlara ödetmeye çalışırken, işçi sınıfı ve gençliğin bu korkunç saldırıyı püskürtmeye çalıştığı Yunanistan, Avrupa’nın en ateşli mücadele alanlarından birine dönüşmüş durumda. Önce tüm ülkeyi yağmalayarak ekonomik bir uçurumun eşiğine getirdiler ve şimdiyse emekçi yığınları daha büyük bir yoksulluk, işsizlik ve ekonomik ve sosyal hak kayıplarına taşıyacak katı tedbirleri dayatıyorlar. Bugün Yunanistan, Avrupa emperyalizminin en zayıf halkasıdır. Ülkenin kamu borçları, gayrı safi milli hâsılasının yüzde 12,7’sini oluşturuyor ki bu rakam Avrupa Birliği (AB) normlarınca öngörülen seviyenin dört katına tekabül etmekte; öte yandan ülkenin gayrı safi milli hâsılasının yüzde 112’sini oluşturan 300 milyar Avro’yu aşkın toplam borç stokunun 2013 yılında yüzde 130 oranına yükselmesi bekleniyor. Yunanistan, 2009 yılında gayrı safi milli hâsılasında yüzde 1,6 oranında bir küçülme yaşadı ve sanayi üretimi yüzde 24,5 oranında düşüş gösterdi. Aktif nüfustaki işsizlik oranı geçtiğimiz yıl içinde yüzde 7,8’den yüzde 10,6’ya çıktı; bizzat çalışma bakanlığının açıklamaları, krizin, 11 milyon nüfuslu bu ülkede kısa bir süre sonra 1 milyon işsiz daha yaratarak bu oranı yüzde 20’ler düzeyine yükselteceğini ortaya koyuyor. Bu korkunç rakamlarla ülkenin, Fransa ve Almanya önderliğindeki AB’ye olan borçlarının faizini bile ödemekten aciz olduğu ortaya çıktığı an, Yunanistan’ın iflastan kurtarılması için hükümete korkunç şartlar dayatılmaya başlandı, zira Yunanistan’ın borçlarının neredeyse yüzde 80’i İngiliz, Fransız ve Alman özel bankalarına... Yeni seçilmiş PASOK hükümetinin sosyalist Başbakanı Georgios Papandreu, kamu çalışanlarının maaşında yüzde 5 oranında kesintiye gidilmesini (bu kesinti düşük ücretlere denge getiren ikramiyelerde yüzde 12 oranında uygulanacak), emeklilik yaşının 2015 yılına dek 63’ten 67 yaşına çekilmesini, emeklilik maaşlarında kesintiye gidilmesini, katma değer vergisinin yüzde 19’dan yüzde 21’e yükseltilmesini, alkol, tütün ve benzin gibi kitlesel tüketim mallarına yeni doğrudan vergiler uygulanmasını kararlaştırdı. Bu adımlarla hükümet 4,8 milyar Avro’luk bir kaynak yaratmayı ve yıl içinde toplam borcu gayrı safi hâsılanın yüzde 8,7’sine çekerek borç ödemesini sürdürülebilir hale getirmeyi planlıyor. Ne var ki, bu plan yüksek oranda uygulanamaz görünmekte. Tek bir örnek bile ne demek istediğimizi açıklamaya yetecektir: Yunan Acropolis borsa şirketinin 2007 yılında emeklilik fonlarında yaptığı sahtecilik nedeniyle Uluslararası Mahkeme’nin bu şirkete kestiği para cezası bile tek başına 5,5 milyar

Avro tutmaktadır. Ayrıca ekonomistler, 2010 yılı içinde ülke gayrı safi milli hâsılasında yüzde 5 oranında yeni bir düşüş öngörmekteler. Yunan hükümetinin ve AB emperyalizminin Yunan halkına yönelik saldırısının yalnızca bir başlangıç olduğu ortada. Yağmanın kökenleri • Yunanistan’daki bir önceki hükümeti oluşturan Konstantin Karamanlis’in muhafazakâr Yeni Demokrasi partisinin, Yunan ekonomisi ve borçlarıyla ilgili resmi rakamlarda yaptığı sahtekârlık ortaya çıktığında büyük bir skandal patlak verdi. Ne var ki, söz konusu rakamlarla ilgili ilk sahteciliği 90’lı yılların sonunda PASOK hükümeti gerçekleştirmişti; o dönemde başbakanlık görevindeki sosyalist Costas Simitis, Avrupa kriterlerini “tutturmak için” istatistiklerle oynamıştı. AB’nin büyük güçleri, bu sahtekârlıktan haberdar olmalarına karşın ses çıkartmadılar. Zira o günkü öncelik, tüm ekonomiyi özelleştirerek ve ülke pazarlarını Alman ve Fransız ihracatına açarak Yunanistan’ı Avrupa emperyalist cephesinde tutmaktı. Yunanistan’a akan Avrupa fonları ucuz kredi olarak

Yunanistan burjuvazisinin güçlü kasalarına aktarıldı ve ülkeyi bir spekülasyon ve yağma cennetine çevirdi. Tarım imha olurken, (1984 yılında gayrı safi hâsılanın yüzde 13,5’ini tarım faaliyetleri oluştururken bu oran 2004 yılında yüzde 6,4 seviyelerine düşmüştü) sanayi yok olmaya yüz tuttu (sanayi faaliyeti 1984 yılında GSMH’nın yüzde 30,3 düzeyinden, 2004 yılında yüzde 23,8’e düştü). Hizmet sektörü, özellikle de turizm 1984 yılındaki yüzde 56’lık orandan 2004 yılına gelindiğinde yüzde 70 düzeyine sıçramıştı. Öyle ki, bir yandan Yunan ekonomisinin üretici sektörleri adım adım yok olmaya yüz tutarken, ülke dünya turizminin açık plajı haline dönüştü. Çokuluslu şirketler, özellikle Fransız ve Alman şirketleri Yunan ekonomisini işgale baladılar ve telefon ve enerji ağlarını, taşımacılık hizmetlerini vs. denetimleri altına aldılar. Avrupa’dan Yunanistan’a akan fonlar, hükümet aracılığıyla ucuz krediler biçiminde Yunan burjuvazisinin kasalarına dolarken, bankalar ülke ekonomisini spekülasyon ve yağma cennetine dönüştürdüler. Devletten sıfır faizle kredi alan bankalar bu paralarla daha sonra, yüzde 6 faizli devlet bonolarını satın aldılar. Bu tip ucuz “kârlarla” güçlenen finans sektörü Türkiye’de ve Doğu Avrupa ülkeleri finans sektörlerinde yatırımlara giriştiler; ne var ki, Litvanya ve Ukrayna gibi ülkeler

ekonomik kriz sonucunda iflasın eşiğine sürüklenince Yunan bankalarının kazancı da birden bire ciddi bir düşüşe girdi. 2009’da Karamanlis hükümeti bankalara 28 milyar Avro düzeyinde yardım paketi çıkararak özel bankaların borcunu devlet borcu haline dönüştürdü. Yunan hükümetinin sağladığı bu garanti aracılığıyla bankalar, Avrupa Merkez Bankası’ndan (AMB) yüzde 1 faizle kredi aldılar ve bu kredilerle daha sonra yüzde 4 faizli Yunan devlet bonolarını satın alarak yağmayı sürdürdüler. Yağma o denli skandal yaratıcı boyutlara ulaştı ki, AMB direktörü Jean-Claude Trichet Yunan bankalarına açılan kredilerin durdurulacağını duyurdu. Avrupa emperyalizminin zayıf halkası • Ama Yunan ekonomisini yağmalayan ve borçlandıran yalnızca Yunan bankaları değil. Zira Yunan hükümetinin çıkardığı devlet tahvillerinin ancak yüzde 30 kadarı Yunanlıların elinde; borçların büyük bölümü ise Alman ve Fransız bankalarına... Tam da bu nedenle, Papandreu hükümeti ülkesinin dış borçlarını ödeyemeyecek durumda olduğunu ilan ettiğinde, Merkel ve Sarkozy derhal onunla bir dizi toplantı düzenleyerek Yunan işçilerine uygulanacak kemer sıkma politikalarını dayatmışlardır. Şimdilik Avrupa Birliği, Yunan hükümetine doğrudan bir yardım yapmayı düşünmemekte, Avrupa bankalarını kurtarabilmek için işçi hareketini ezmekle yükümlü sosyalist hükümetle “politik dayanışma” içine girmekle yetinmekte. Société Générale’in Avrupa ekonomistlerinden Klaus Baader’in deyişiyle, “Yunan krizi sadece Yunanistan’ın değil, tüm Avrupa banka sektörünün sorunudur. Birlik maliye bakanlarının soruna gösterdiği ilgi buradan kaynaklanmaktadır”. Öte yandan, Atlantik’in karşı yakasındaki spekülatörler de Yunan ekonomisi üzerinde işlemler yapmaktalar. Soros Fund Management, SAC Capital Advisers gibi yatırım fonları ya da ünlü Goldman Sachs tipi bankalar geçen yılın sonlarından beri yoğun bir biçimde Avro ve Yunan ekonomisi üzerinde spekülasyona girişmiş durumdalar. Ellerindeki çok büyük fonlar sayesinde ve birlikte gerçekleştirdikleri bir dizi işlem aracılığıyla Avro’nun değerini düşürüp kaslarını şişirmişler ve Yunan hükümetini, borçlarını ödeyebilmek adına çıkardığı yeni devlet tahvilleri için vereceği faiz oranını arttırmak zorunda bırakmışlardır. Yunanistan’ı sarsmakta olan kriz o denli şiddetlidir ki, Yunan burjuvazisi ile Avrupalı emperyalistler arasında sürtüşmelere yol açmıştır. Yunan bankaları AB’nin Yunan hükümetine doğrudan para yardımı yapmasını, hükümetin de bu paraları bankalara aktarıp her şeyi eskisi gibi sürdürmesini istemekteler; buna karşılık özellikle Merkel ve Sarkozy, PASOK hükümetinin dış borçlarını ödeyebilmek için halka karşı şiddetli bir kemer sıkma politikaları uygulamasını talep etmekteler. Tartışma öyle bir noktaya vardı ki, Olympic Airlines’ın yanı sıra bir dizi bankanın, özel hastanenin, vs. sahibi Marfin International Group’un bir temsilcisi, Yunanistan’ın bir süreliğine Avro’dan ayrılması


ULUSLARARASI seçeneğini bile gündeme getirdi. Öte yandan diğer burjuva kesimler, yardım için IMF’ye başvurulmasından söz etmekteler. Kuşkusuz IMF bu tip bir yardım durumunda acımasız koşullar ileri sürecektir ve bu, borç veren bankaların işine yarayacaktır. Ancak IMF’nin Avro alanına girmesi Avrupa parasının ve Avrupa Merkez Bankası’nın zayıflığına delalet edeceğinden, AB liderleri bugünlerde üye ülkeler üzerinde aynı denetim yetkilerine sahip bir Avrupa Para Fonu’nun kurulması projesi geliştirmeye yönelmişlerdir. Bu arada Avrupa Komisyonu ve AMB Atina’ya, ülke muhasebesinin gerçek durumunu öğrenmek üzere Yunan devletinin kamu hesaplarını denetleyecek teknik ekipler yollamışlardır. Avro İmparatorluğu Yunanistan’a 21. yüzyıl Avrupa’sının “hasta adamı” muamelesi yapmaktadır. Mücadele sürüyor • Papandreu hükümeti Şubat başlarında, kamu harcamalarında yüzde 10’luk kısıtlamaya yönelik ilk planlarını uygulamaya koyduğunda, işçiler buna derhal yanıt verdiler. 10 Şubat’ta Memur Federasyonu (ADEDY, 375 bin üyeli kamu emekçileri sendikası, PASOK yanlısı) kamu işçilerini bir günlük greve çağırdı; yüzde 85 oranında bir katılımın gerçekleştiği grev sonucunda kamu hizmetlerinin büyük bir bölümü durdu. Sivil havacılık ve yer kontrol görevlileri de greve katıldılar. Büyük kentlerdeki gündelik faaliyetler kesintiye uğradı ve hükümetin planlarına karşı gösteriler düzenlendi. Ertesi gün taksi şoförleri bir günlük iş bırakma eylemi gerçekleştirdiler. İki hafta sonra, 24 Şubat’ta, ADEDY, GSEE (Yunan Genel İş Konfederasyonu, özel sektörde örgütlü yaklaşık bir milyon üyeli, sosyalist eğilimli sendika) ve PAME’nin (Yunan Komünist Partisi KKE’nin GSEE içindeki akımı) çağrısı üzerine işçi sınıfı ikinci kez genel greve çıktı. Katılım yüzde 80 dolayında gerçekleşti. Tersanelerde ve rafinerilerde bu oran yüzde 100’e ulaştı. Bankalar, okullar ve üniversiteler, devlet daireleri, postaneler, trenler ve elektrik işletmeleri tamamen faaliyetlerini durdurdular. Adalar arasındaki vapur seferleri ile ülke içi ve dışı uçak seferleri durdu, dükkânların büyük bölümü kepenk indirdi. Sendikalar büyük kentlerin sokaklarında gösteriler ve yürüyüşler düzenlediler; Atina’da iki ayrı yerde 50 bin gösterici, “Krizi zenginler ödesin” ve “Halk piyasalardan daha önemlidir” sloganları attı. GSEE Genel Sekreteri Gianis Panagopulos, grevin amacının hükümetin ilan ettiği kemer sıkma planlarının iptal edilmesi olduğunu dile getirdi. 5 Mart’ta Yunan parlamentosu hükümetin kriz planı-

nı onayladığında (vergilerin yükseltilmesi, kamu harcamalarının kısıtlanması, emekli maaşlarının dondurulması ve kamu işçilerinin ücretlerinin düşürülmesi) ve bu arada Papandreu, Merkel ile görüşmek üzere Almanya’ya uçtuğunda, işçiler yeniden genel greve çıktılar. Tüm kentlerdeki kara ve hava taşımacılığı hizmetleri durdu, okullar ve devlet daireleri kapandı. Tren işçileri, öğretmenler ve hatta polisler bile kamu sektöründeki sendikaların örgütlediği sokak gösterilerine katıldılar. Göstericiler AB bayrakları yaktılar, bazı gençlik grupları bankaları taş yağmuruna tuttular. 11 Mart’ta ise kamu ve özel sektörlerde örgütlü sendikalar, krize ve hükümetin planlarına karşı bir kez daha genel grev çağırısı yaptılar. Yüzde 90 oranında bir katılımla gerçekleşen genel grev, havalimanlarını, okulları, üniversiteleri, taşımacılık sektörünü, devlet dairelerini felce uğrattı; banka görevlileri, itfaiyeciler ve gazeteciler de greve katıldı. PAME’nin çağrısı üzerine sabahleyin sokaklarda toplanan binlerce gösterici, “Kapitalistlerin savaşı, işçi sınıfının cevabı”, “Krizin faturasını plütokratlar ödesin”, “Halk düşmanı tedbirlere hayır” sloganlarıyla yürüdü. GSEE ve ADEDY’nin öğleden sonra düzenledikleri ikinci ve daha kalabalık (Atina’da 20 binin üzerinde) gösteride, göstericiler ile polis arasında çatışmalar oldu; polis bankaları taşlayan gençlik gruplarına karşı göz yaşartıcı bombalar kullandı. Parlamento önünde süren çatışmalarda yaralananlar ve tutuklananlar oldu. Bugün Yunanistan’da işçiler ve ekonomik yıkıma uğrayan orta sınıflar arasında AB’ye yönelik eleştiriler yoğunlaşmakta, onu Yunan halkına karşı emperyalist bir araç olarak niteleyenlerin sayısı çoğalmaktadır. Yunan hükümeti ve sağcı akımlar, AB’yi Yunanistan’ın krizden çıkabilmesi için ihtiyaç duyduğu doğrudan yardımı yapmamakla suçlayarak bu tepkileri kullanmaya yöneliyor olsalar da, emekçi yığınlar arasındaki AB aleyhtarlığının olumlu bir gelişme olduğunu düşünüyoruz. Hükümet ve sağcı akımlar bu söylemleriyle kitlelerin bilincini bizzat kendi uyguladıkları kemer sıkma politikalarından saptırma gayreti içindedirler; ayrıca, bu yolla AB üzerinde onun Yunan burjuvazisine karşı “daha cömert” ve daha az talepkar olması için baskı kurmaya çalışmaktadırlar. Başbakan yardımcısı Teodoros Pangalos, BBC ile yaptığı bir röportajda, “Almanya’nın Atina’yı eleştirme hakkı yoktur, zira Nazi işgali sırasında bizzat o Yunan ekonomisini yıkıma uğrattı ve yüz binlerce insanı öldürdü” gibi sözler sarf etmiştir. Bu tip söylemler faşist ve ırkçı akımları güçlendirebilir ve kitlelerin antiemperyalist duyarlılığını saptırabilir. Sol akımlar, emekçi te-

15

melli bir çözüme yönelik somut hedefler ve taleplerle, burjuvazinin bu demagojisine yanıt verebilmelidir: Sermayenin Avrupa’sı olan Avrupa Birliği’ne hayır; işçilerin ve halkların Avrupa’sı için mücadeleye! Yunan emekçileriyle elele • Yunan işçi sınıfı ve gençliği, ülkeyi yıkıma uğratan krize ve hükümetin ve AB’nin tümüyle kapitalist uygulamalarına karşı sınıf yöntemleri uygulayarak örnek bir mücadele içine girmişlerdir. Bu anlamda Yunanistan, krizin faturasını emekçilere ödetmeye çalışan hükümetlerin saldırısına karşı halk direnişi ile bankaları ve çokuluslu şirketleri kurtarmak için kitleleri cezalandırmaya yönelen emperyalist kararlılık arasındaki mücadelenin Avrupa düzeyindeki sahnesi haline dönüşmüş durumdadır. Egemen sınıflar Yunan işçi sınıfının verdiği yanıtı Avrupa işçi sınıfından yalıtma gayreti içindedir. Bu anlamda burjuvazinin yapmaya çalıştığı, tek tek işletmelerde uygulanan politikanın benzeridir; her mücadele odağını diğerlerinden yalıtarak bu mücadelelerin genelleşmesini ve birleşmesini engellemeye gayret etmektedirler. Patronlar, hükümetler ve AB, işçi düşmanlığı konusunda birlik içindedirler; işçiler olarak ise bizim de sınıfımızın enternasyonal bir cephesine ihtiyacımız vardır. Bütün ülkelerde hükümetler, kendi durumlarının Yunanistan’dakine benzemediğini, bu yüzden orada olup bitenlerin kendi ülkelerindeki işçilerin durumuyla ilgili olmadığını anlatma çabası içindedir. Avrupa çapındaki sendikalar ile ülkelerdeki sendika bürokrasileri de hükümetlere bu doğrultuda yardımcı olmaktadır. Ama gerçek bu değildir; kemer sıkma politikaları Yunanistan’da etkin bir biçimde uygulanabilirse, bu önlemler AB üyesi olsun veya olmasın diğer ülke işçileri üzerinde de daha büyük bir şiddetle uygulanacaktır. Bu nedenle Uluslararası Birlik Komitesi (UBK) olarak, haklı taleplerinde Yunan işçilerini ve gençliğini tümüyle destekliyoruz ve mücadelelerin Avrupa çapında birleştirilmesi çağrısında bulunuyoruz. • Bankalara ve spekülatörlere borç ödemesine hayır! • Ücretlerin ve emekli maaşlarının dondurulmasına, kamu hizmetlerinde kısıntı yapılmasına hayır! • Bankalar millileştirilsin! • Yunan ekonomisinin can damarı olan tüm özel işletmeler ve sektörler millileştirilsin! • İşçi ve emekçi hükümeti için ileri! • Avrupa düzeyindeki tüm mücadeleler arasında dayanışma ve eşgüdüm için ileri!

Kırgızistan: Lale devrimlerinin sonu mu? (devamı arka kapakta) B. Turgut, 5 Mayıs 2010

2005 yılı boyunca Ukrayna ile başlayan ve bölgede özellikle Rusya'nın giderek artan bir şekilde güç kazanmasına karşı da ABD ve diğer uluslararası tekellerce bir şekilde yönetilen ayaklanmalar, Kırgızistan'da da 2005 Mart'ında yansımasını bulmuş ve özellikle Kırgızistan’ın güneyinde yerleşmiş olan yoksul Kırgızların desteğini arkasına alan Bakiyev, iktidarı ele geçirmişti. Bakiyev yine halefi Akayev gibi saray kökenli bir "güneyli" idi. Artık temel geçim maddelerine sahip olamayacak kadar yoksullaşan güney Kırgızistan halkı kendine hemşerisini temsilci olarak bulmuş, yine Akayev'in eski başbakanlarından Bakiyev'i bu göreve nerdeyse getirip oturtmuştu. 2005 Martı’nda tüm coğrafyada yaygınlaşan lale devrimleri dalgasını da arkasına alan muhalefet, birkaç hafta içerisinde Akayev'i Rusya'ya sığınmak zorunda bırakmıştı. Hemen bu iktidar değişikliğinin ardından yine bir tür çıkarlar bir-

likteliği ile iktidarı zaptetmiş olan yeni Bakiyev iktidarı ilk başta geniş bir uzlaşı ile şimdilerde Bakiyev'in iktidardan düşmesine de neden olan muhalefetin nerdeyse tüm blokları ile ittifak halinde bir hükümet kurmuştu. Bu ittifak; yine birtakım nedenlerle dağılmış, iktidardan ayrılan her eski bakanın kendi partisin kurmasına da vesile olmuştu. Oldukça yoksul olan ve ev, iş, temel yaşam maddeleri gibi ihtiyaçları giderek derinleşen halk lale devriminin 5. yıldönümünde bu kez Bakiyev'i ve kurduğu hükümeti devirdi. Kırgızistan'da Bakiyev'den iktidarı devralarak geçici hükümeti kuran bütün partiler aslında bir dönem hem Akayev hem de Bakiyev'in iktidarlarında bir süreliğine "hizmet" etmiş kişilerden oluşuyor. Rosa Otanbaeva (Akayev'in eski Dışişleri Bakanı ve yeni Sivil toplum Platformu sözcüsü), Muratbek İmanaliv (eski Akayev Dışişleri Bakanı) ve eski KGB şefi ve Akayev bürokrasisisin üst düzey yöneticisi Feliks Kulov (Ar-Namıs Partisi Lideri).

Bakiyev; lale devrimine dönüşmüş ayaklanma sonrasında kurduğu hükümette Kulov ile birlikte muhalefeti derhal bastırma yoluna gitmiş, ilk iş olarak çok cılız bir örgütlenmeye sahip polis teşkilatını ve devlet icra heyetlerini güçlendirmekle işe başlamıştı. Zaman içinde iş, ekmek ve şehirlerde yerleşme hakkı isteyerek ayaklanan kent ve köy yoksullarına ise bu 5 yıl içerisinde, temel yaşam giderlerine yüzde 300 oranında zamlarla “teşekkür” etmiş, yolsuzluğa karşı mücadelesini de bizzat oğluna gelişim bakanlığı vererek "gidermeye"(!) çalışmıştı. Özelleştirme furyasında Bakiyev'in kendi ailesi için sağladığı olanaklar lale devrimleri sırasında da olsa mobilize olmuş yoksul kitleler arasında hoşnutsuzluğu giderek artmış ve muhalefet liderlerinden ikisinin tutuklanması Talas'ta başlayarak tüm ülkeye yayılan ayaklanmalarının başlama vuruşunu sağlamıştı. Bakiyev'in bizzat kendi kardeşini başına geçirerek güçlendirmeye çalıştığı polis-asker şefliğinin iktidarı korumak için verdiği cansiperane mücadele onlarca kişinin ölmesini sağ-


“Kırgızistan: Lale devrimlerinin sonu mu?” yazısının devamı. Yazının başı 15. sayfada... lamış ancak, yine tam da bu, ayaklanmaların giderek büyümesine neden olmuştu. Talas kentinde başlayan ayaklanma birkaç gün içerisinde başkent Bişkek'e sıçramış, ayaklanmacılar hapishaneleri basarak muhalefet liderlerini serbest bırakmışlar, ardından İçişleri Bakanlığı ve Başkanlık Sarayı’nı basmışlardı. Bunun üzerine Bakiyev başkentin dışındaki Amerikan üssü olan Manas'tan önce kendi bölgesi olan Güney’e ardından da Kazakistan'a kaçmıştı. Bakiyev dönemi eski Dışişleri Bakanı Roza Otunbayeva geçici hükümetin başına geçti. Bakiyev döneminde yapılan özelleştirmelerin durduğunu, satılan Kırgız Telekom ile Elektrik dağıtım şirketlerinin yeniden kamulaştırıldığını duyurdu. Ülkedeki bankaların faaliyetleri, hesaplarda kontrol yapmak amacıyla durduruldu. Bakiyev'in kurduğu ve ailesi tarafından yönetilir olan yeni bakanlıkların kapatıldığını, elektrik ve ısınma giderlerine yapılan zamların durdurulduğu bildirildi. Bölgede özellikle ABD’nin asker üslerinin bulunması ABD için hem Afganistan ve Pakistan üzerindeki kontrolü sağlıyor, hem de bölgede eski ağırlığına kavuşmaya başlayarak güçlenen Rusya'ya da bir tür tehdit olarak kullanılıyor. Bu ve diğer enerji konuları düşünüldüğünde de bölgede ve Kırgızistan’da; ABD ve Rusya arasında bir hegemonya savaşı da yaşanıyor. "Önce Akayev, Şimdi Bakiyev!" sloganında kendini somutlaştıran yoksul halk muhalefetinin en azından bir süre daha dinlenmiş-yorulmuş hırsızlardan birilerini daha deneyeceği görülüyor. Geçici hükümetin kendisi için uluslararası destek, tanınma ve mali yardımlar için uğraştığı bir anda, yoksul kitleler de çeteler halinde sokak baskınları yaparak kendilerini idare ediyorlar. Lüks konut ve alışveriş merkezlerinin büyük çoğunluğu onlarca gösterici tarafından yağmalanmış durumda. Kalkışma yansımasını ve önderliğini bulmakta gecikince, politik temellerle harekete geçen kitleler, adi suçlara doğru bir meyil de gösteriyorlar, Kırgızistan’dan alınan haberlere bakılırsa... Bu yağmanın ve mülkiyetin korunması için de polis ve özel güvenlik şirketleri, silah kullanmakta imtina etmemeye başladı. Yağmalamalar sırasında ölenlerin sayıları yüzlerle ifade ediliyor. Yağmacı gruplar kendi aralarında spontane (kendiliğinden) olarak örgütleniyorlar. Bu ölümlerin sayısını, bu çetelerin birbirleri ile çatışmaları da arttıracak görünüyor. Aynı zamanda bu durum; Kırgızistan’da oluşan güvenlik endişesi ile polis-asker teşkilatının güçlendirilmesine bahane oluyor, güçlendirilmeye başlayan Kırgızistan güvenlik güçleri ise bir yandan yer yer devam eden kalkışmaları bastırmakla da uğraşıyor. Orta Asya’da gelişen bu ayaklanma; diğer lale devrimlerini sahiplenen bölge diktatörlerine şimdiden bir korku vermesiyle, Orta Asya ülkelerinin politik tarihinde önemli bir dönüm noktasını da oluşturuyor. Bakiyev’in, son zamanlarda, istifa etmediğini ve yeni hükümetin meşru olmadığını söylemesine de bakılacak olursa, kendisini destekleyen Güneyli Kırgız halkının en azından bir süre daha Kuzey’deki hükümetin işlerini zorlaştıracağını görmek zor değil. Bu durum, zaman içinde yeniden bir rejim problemi yaratacak görünüyor. Kırgızistan’da giderek derinleşerek büyüyen açlık, yoksulluk ve güvensizlik ortamı da kitle hareketinin en azından bir süre daha ayaklanma için eli kulağında bekleyeceğini gösteriyor. Bu ayaklanmaların, yine “saray içerisinden” bir eski bakan önder bularak mı ilerleyeceği yoksa daha kökten bir rejim sorununun gündeme mi geleceğini ise zaman gösterecek. Devrimci önderlik krizinin giderek derinleştiği gerçeğini, bir kez daha yüzümüze çarpan bir mücadele süreci yaşanacağı ise aşikâr.

Düşük ücretlerle, kuralsız ve esnek çalıştırılıyoruz. İş güvencemiz yok. Sigortamız yok. Çalışma koşullarımız kaçınılmaz olarak iş kazalarını beraberinde getiriyor. Çalışanlar olarak, örgütlenmemiz engelleniyor, sendikasızlaştırılıyoruz, sendikalaştığımız için işten atılıyoruz. Kamu çalışanları olaraksa zaten toplu iş sözleşmeli grev hakkından yoksunuz. Krizin sonuçları ile birlikte, patronların zararı bize ödetme gayreti, koşullarımızı daha da ağırlaştırmış durumda. Ücret düşürmeler, ödemelerde aksatmalar, ücretsiz izinler, ‘yeni çalışma düzeni’mizin genel-geçer uygulamaları. Bunları türlü bahanelerle işten çıkarmalar izliyor ve işsizliğin son yılların en yüksek düzeyine vardığı şu günlerde işimizden olma tehdidi birçoğumuzu aç ve açıkta kalmamak için bu kölelik koşullarına boyun eğmeye itiyor. Ya da halihazırda işsiz kaldık bile... Oysa, patronlarımız kâr etmeye devam ediyor. Zaten tüm bu uygulamalar da zarar etmemek için değil, kârlardan zarar etmemek için yapılıyor. Aynı iş daha az işçinin sırtına yükleniyor ve karşılığında çok daha az ücret veriliyor. Bu süreçte işsiz kalanlara ise yeni iş sunulmadığı gibi, işsizlik sigortasından yararlanmaları da kolaylaştırılmıyor. Öte yandan, iğneden ipliğe her şey zamlanıyor ve ekmeğimiz gittikçe küçülüyor. Bu yüzden, işçi sınıfının mensupları biz işli ve işsizler, ailelerimizle birlikte derinleşen ve yaygınlaşan bir yoksulluğa doğru itiliyoruz. Sömürü çarkları, bizleri, bunun bir alınyazısı olduğuna inandırmaya çalışarak, dişlileri arasında ezmeye çalışıyor.

Seçeneksiz değiliz! Fakat, karşı koyabiliriz... TEKEL işçileri, itfaiye işçileri, Esenyurt belediye işçileri, İSKİ işçileri ve diğerleri bugün sürdürdükleri direnişle seçeneksiz olmadığımızı, tersine seçeneğin bizler olduğunu gösteriyor... Seçenek biziz, seçenek birliğimiz, seçenek ortak direnişimiz! Güvencesizliğe, işsizliğe, yoksulluğa, sermayenin

sömürü düzenine karşı tepkimizi direnen tüm bu işçilerle birlikte, ortak bir mücadeleyi örmeye çalışarak dile getirebiliriz. Bunun yolu mücadelemizi birleştirmekten, mücadeleyi birleştirmenin yolu ise taleplerimizi ortaklaştırabilmekten geçiyor. Dört konfederasyonun (Türk-İş, DİSK, KESK, Kamu-Sen) TEKEL direnişi sürecinde, işçi ve emekçilerin basıncıyla aldığı 26 Mayıs’ta “genel eylem” yapma kararı; ancak bu ortaklaşmış taleplerin ürünü olduğunda, bu talepler etrafında ve bu anlayışla ülke çapında örgütlendiğinde üretimden gelen gücün etkisini gösterebilir ve sendika bürokrasisinin sınırlarını aşabilir. • Başta 4-C olmak üzere güvencesiz, kuralsız, esnek tüm istihdam uygulamalarından ve kiralık işçilik düzenlemesinden vazgeçilmesi için, • İş güvencesi için, • Çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş güvenliği ve sağlığı önlemlerinin arttırılması için, • Asgari ücretin insanca yaşam koşullarına çekilmesi için, • Taşeronlaştırmanın ve kayıt dışı çalışmanın engellenmesi için, • Kriz bahanesi ile işten çıkarmaların yasaklanması, zarar ettiğini iddia eden şirketlerin defterlerinin incelenmesi ve iflas edenlerin tazminatsız kamulaştırılması için, • İşsizlik Sigortası Fonu’nun daha etkin kullanılması için, • Çalışanların örgütlenmesi önündeki engellerin kaldırılması için, • Kamu emekçilerinin grevli, toplu iş sözleşmesi hakkının güvence altına alınması için 26 Mayıs’ta genel greve! Üretimden gelen gücümüzü kullanarak 26 Mayıs genel eylemini genel greve dönüştürelim! 1 Mayıs’ın kitleselliğini bu talepler etrafında birleşik bir mücadeleyle örelim!

www.iscicephesi.net

İşçi Cephesi, 6 Mayıs 2010


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.