Sayı 29, Şubat 2009-2,
3 TL, -KKTC 3,25 TL-
RED
iSRAiL’E TAVRI TAYYiP DEĞİL, 17 MAYIS 1971’DE MAHiR KOYDU!.. FiLiSTiNLi ÇOCUKLARIN HESABINI MOSSAD AJANI iSRAiL KONSOLOSUNDAN SORDU!..
ALi OSMAN COŞKUN
Gazze göklerinde ahtapotlar
“Ya barbarlık ya sosyalizm”, küçük ruh kulübelerinde titreşenleri korkutmak için icat edilmiş bir slogan değildi...
Y
azarken ben, ahtapotlar kuşatıyordu Gazze göklerini; bebelerin göğsünde delikler açan ahtapotlar… Bebeler, uykuya geçer gibi ölümün gölgesine geçiyorlardı… * Yazarken ben, devlet televizyonunda Türkiye’nin, çikolata soslu armut tatlısı pişiriliyordu; başörtülü kadınlar, çikolata soslu armut tatlısı pişirilen sabah programında stüdyoyu doldurmayı ihmal etmemişlerdi… Gazze uzaktı… * Yazarken ben, Leyla Halid, Amman’dan dünyanın bütün uçaklarını kaçırıp, bütün ‘first class’ yolcularını, bütün ‘business class’ yolcularını, Gazze’deki İsrail tanklarının önüne, Gazzeli bebelerin önüne dikemiyordu… * Yazarken ben, “melâli anlamayan nesle aşina değiliz” diyen şaire aşina olmayan nesle “melâl”i anlatmak istemiyorum… İngilizce sözlüklere baksınlar… * Yazarken ben, yüzü kalmamış bir dünyanın silik fotoğraflarını çekmekten başka bir umara sahip değilim… * Emperyalizm, Huntington hortlağını mesud etmek için senaryosunu hayata geçiriyor; vurdukça dinselleştiriyor dünya cehennemini… Vurdukça emperyalizm ahtapot kollarıyla, Yahudi görüyor halklar karşısındakilerde; o vurdukça, Müslüman görüyor halklar karşısındakilerde… Parya kılındıkça halklar, egemenlerinin arkasında hizaya geçiyorlar… * İsrail topçusu ateş ettikçe Tel Aviv borsası tavan yapıyor… İslamcı taban, Konya ovasında talim yapan İsrailli pilotlara aldırmıyor; İslamcı taban, hükümetlerinin ABD’yle-İsrail’le gizli an(t)laşmalarını merak bile etmiyor… * Medeniyetleri kapitalizmin bekası için çatıştırmaya çalışanlar; Leyla Halid’lerden, George Habbaş’lardan, Havatme’lerden Arafat’a; ondan Hamas’a kalan Filistin davasının İslami Cihad’a, El Kaide’ye geçmesi için iştahla saldırıyor, İsrail eliyle… * Bu yazıda alıntıları ‘kamulaştırıyorum’; kelimelerin mülkiyetini bir
2
Filistinlilere kimyasal fosfor bombalarıyla saldıran İsrail’in, Filistinli çocukları askeri araçlarının üzerine bağlayıp kalkan olarak da kullanmışlığı vardır. Evet yapmışlardır!.. kenara bırakıyorum: “Her şeyin mümkün kılındığı bir dünyada insan yaşamının kendine has özelliği, ‘yaşamı’ ve o yaşamı özel kılan tüm farklılığı, spontaneliği yok oluyor. O yaşamı belirleyen yasal, ahlaki ve bireysel tüm nitelikler birer birer kayboluyor. (…) Uluslararası siyaset kocaman bir totaliter rejime dönüşüyor egemenin bile bir süre sonra sistemin tahakkümüne boyun eğdiği ve devamlı yeni bir egemen ürettiği. Hukuk ile korunan çıplak hayat, hukukun bittiği yerde sonlanıyor. Kutsal insan (I Homo Sacer) hukuk ile kutsallığını yitiriyor. Hukuk, ölümü anlamsızlaştırmanın yegâne aygıtı oluveriyor bir anda. Ya da, ters bir açıdan, insan,
kutsallığını, insanlığını yitirmesiyle kaybediyor. İnsan hakları, hakkın değil, insanlığın sorgulandığı ve sonlandığı anda anlamını yitiriyor. Uluslararası arena, Birleşmiş Milletler adında dişsiz bir canavarın konvansiyonları, sözleşmeleri, anlaşmaları olsa dahi insan hayatına ne kadar değer veriyor?” * “Dünyada yaşayan altı küsur milyar insanın, Forbes 500’e giremeyen ekonomik açıdan değersiz geri (arta) kalanını mevcut hukuki çerçeve bile ne kadar kapsıyor?”.. Dünyaya Bush’ları, Sarkozy’leri, Berlusconi’leri, Olmert’leri, Livni’leri, Barak’ları kutsal oylarıyla ve kutsal demokrasileri sayesinde armağan etmiş gafil narsisistler sürüsü, başkalarıyla aynı dünyada yaşamakta olduğunu bile çoktaaan unutmuş
görünüyor… Tepelerinde ahtapotların dolaşmayacağından eminler… * Kabuğunun içinde, ajandasının içinde kaybolup gitmiş bir insan türünün hegemonik olduğu bir dönemden geçiyoruz… “Ya barbarlık ya sosyalizm”, küçük ruh kulübelerinde titreşenleri korkutmak için icat edilmiş bir slogan değildi; bugün, geldiğimiz kavşakta, riyakârlıkla problemi olan herkesin dibinde oturup düşüneceği bir tabela olarak duruyor… * Yazarken ben Gazze göklerinde asılı duran ahtapotlar, siz yazıyı okurken inmiş olacak, belki… Kan diplomasisinin ‘puşt zulası’ndan bir ‘ateşkes’ çıkarmış olacaklar, muhtemelen… Unutmaya geçmiş olacak ‘beyaz dünyalılar’… Benim, riyakâr ateşkesler türünden bir ‘asgari’ programım yok… * Bir şairin, “Ne mi yapmalı şiir?” sorusunu; ‘ne yapmalı?’nın cevabı olan ‘azamî’ program olarak önünüze koyuyorum (terapi için değil, aksine!): “Sabahları okula giden çocukların elinden tutmalı, kızların saçlarını karıştırmalı, otlar, kuşlar, hayvanlar yetiştirmeli, küçük sokaklar, evler, alanlar kurmalı, ıssız dağları şenlendirmeli, kervanlara yol göstermeli, deniz kıyılarına inmeli, sokaklarda dolaşmalı, böcek koleksiyonları yapmalı, kitaplara girmemiş otların elinden tutmalı, gazete okumalı, (…) sevgilinin bağına yardım etmeli, Mısır papirüsleri yetiştirmeli, Karnak yazılarını sökmeli, Pers körfezi boyunca yürümeli, yeşil som ipekler dokumalı, keçe çadırlarda oturmalı, artı(k)değer öğrenmeli, aşkı örgütlemeli, bilinçaltına uzun yolculuklar yapmalı, otağını bütün yasak bölgelere kurmalı, firavun incirleri yetiştirmeli, insana yabancı olan her şeyin üstünü çizmeli, (sonra) terkisinde denizler, ucu selvi ağacından yapılmış oklar, al atlar, ırmaklar, kadınlar, gök süvarileri, kötülük çiçekleri taşımalı, tedirgin, huysuz, lanetli bir yeryüzlü olduğunu düşünmeli, (sonra) akşamları işçilerin evlerine inmeli, onlarla sofraya oturmalı, kadınlara beyaz güller armağan etmeli, yeni çayırları sulamalı, Allah’la Ölüm’le yarenlik etmeli, çırılçıplak dolaşmalı, çırılçıplak olmalı.”
ÜMİT DERTLİ
udertli@redciyiz.biz
Açık söyleyelim, devletin yüksek menfaatleri, diplomatik teamüller hatta nezaket falan bizi zerrece ilgilendirmiyor. İnsanların onar onar, biner biner öldürüldüğü yerde nezaketi dert eden de hayvan oğlu hayvandır!..
“Excuse me... One minutes...”*
K
oyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler. Emperyalizmin mabedlerinden birinde, Davos’ta Türk başbakanının İsrail’e ve Davos’un kendisine posta koyuşuna tanık olduk, “Ananızı da alın gidin!” diyecekti neredeyse, zor tuttu kendini, yürüdü terk etti toplantıyı. Bu hem bugüne kadar Davos türü platformlarda benzerine pek rastlanmayan, hem de daha önemlisi bizim başbakandan hiç beklemediğimiz bir tavırdı. İlk izlediğimde ben bile takdir ettim kendisini, “İşte budur, helal olsun!” dedim, “Lakin bu kadarı yetmez, sizi pistlerde de görmek isteriz. İlişkiyi kes İsrail’le, işbirliği anlaşmalarını iptal et, Konya hava sahasını kapat İsrail uçaklarına…” Fakat ne gam… ‘Excuse me’ ama havlayan köpek ısırmaz sözünü doğrularcasına olayın hemen ardından peş peşe açıklamalar geldi. Başbakan, tavrının ‘moderatör’e olduğunu ifade etti üstüne basa basa, Dışişleri Bakanı, “Eyvah! Yahudi lobisinin desteğini kaybettik…” diye elemlere gark olanların yüreğine soğuk su serpti: “Türkiye olmadan İsrail ayakta kalamaz, ilişkilerimiz sürecek.” Hem zaten Peres de arayıp özür dilemiş-miş-ti, dostlar arasında böyle küçük tartışmalar olurdu ama dostluk bakiydi. Olayın türlü yankıları oldu. Yandaş medya ‘Delikanlı Tayyip’ babında, Davos’ta verilen gazı besleyerek hadiseyi iç politikaya ve yaklaşan seçimlere tahvil etmenin derdine düştü. (Ki bu hal bizi, “Acaba bu işler başından itibaren bir seçim manevrası mıydı? İsrail-ABDTürkiye ortak yapımı bir danışıklı dövüş müydü?” diye kıllandırmıyor değil.) CHP’den MHP’ye, TÜSİAD’dan Aydın Doğan medyasına geniş bir kesim ise meseleye, ‘devletin ali menfaatleri’, ‘uluslararası dengeler’, ‘diplomatik teamüller’ ve hatta ‘insani nezaket kuralları’ çerçevesinde yaklaşarak Başbakan’ın bu tutumunu mahkum etti. Onu diplomasiden anlamamakla, sorumsuzlukla, nezaketsizlikle falan suçladılar. En ilginç tepki ise Doğu Perinçek’ten geldi. Zat-ı muhterem, Başbakan’ın Türkiye’yi utandırıp küçük düşürdüğünü söyledi. Ve en önemli, en dikkate değer açıklamayı da Genelkurmay sözcüsü yaptı: “Türkiye’nin tüm ülkelerle yürüttüğü ikili askeri ilişkilerde milli menfaatler doğrultusunda hareket etmek esastır.” Yani endişeye mahal yok, ‘Heron’lar geliyor!.. Açık söyleyelim, devletin yüksek menfaatleri, diplomatik teamüller
hatta nezaket falan bizi zerrece ilgilendirmiyor. İnsanların onar onar, biner biner öldürüldüğü yerde nezaketi dert eden de hayvan oğlu hayvandır!.. Başbakanın hareketi, öncesinden ve sonrasından, sebeplerinden ve sonuçlarından bağımsız olarak son derece ‘şık’ bir harekettir, bunu kesinlikle tartışmıyoruz. Ancak bunu söylemekle de yetinemeyiz. Hadise üzerine pek çok şey söylenebilir. Başbakanın gerçekten de samimi bir insani tepki gösterdiği, yaklaşan seçimlerde AKP’nin elini güçlendirmek için sahneye konan bir senaryo olduğu, emperyalizmin Ortadoğu’daki uzun vadeli hesapları bakımından, ezilen ArapMüslüman kitleleri Erdoğan ve Türkiye üzerinden tekrar emperyalizme bağlama tezgahının bir parçası olduğu iddia edilebilir ve hepsinin de belli derecelerde doğruluk payı vardır. Ancak bu olayla birlikte bir kez daha ortaya çıkan bazı gerçekler vardır ki üzerlerine basa basa tekrar vurgulamak farz olmuştur. Öncelikle, Türkiye ve İsrail Ortadoğu’da emperyalizmin iki kilit merkezi olarak stratejik bir işbirliği içindedir ve aralarındaki çok yönlü askeri, siyasal ve iktisadi ilişkiler öyle, bir adamın fevri çıkışı yüzünden falan, bozulacak cinsten değildir. Başbakanlar, hükümetler, hatta generaller gelir geçer ama ilişki bakidir. Dışişleri’nden CHP’ye, Genelkurmay’a kadar hemen tümünün benzer itidal açıklamaları yapmaları boşuna değildir. Unutanlar için hatırlatmakta fayda var, İsrail ile bugün yürürlükte olan anlaşmaların çoğunun altında ‘İslamcı’ Erbakan’ın imzası vardır ve devletin hiçbir kesiminin, ne sağının ne ‘sol’unun, ne bürokrasisinin ne burjuvazisinin
bununla bir derdi yoktur. Bu olay karşısında verilen tepkiler, Ergenekon meselesi üzerine aylardır tekrarlayıp durduğumuz temel gerçeği de bir kez daha gözler önüne sermiştir. Kim ‘anti-emperyalist’, kim uşak, kim ulusalcı, kim demokrat bir kez daha ortaya çıkmıştır. Emperyalizm karşıtı olduğu iddia edilen ulusalcı cenahın Genelkurmay’ıyla, CHP ve MHP’siyle, neredeyse İsrail ile stratejik işbirliğinin hamisi olarak ‘teyakkuza geçmeleri’ manidardır, ak koyun kara koyun bir kez daha belli olmuştur. Öte yandan, hükümet cephesi için de bu stratejik ilişki vazgeçilmez önemdedir, Başbakan eser, gürler ama somut adım atamaz, atmaz. Buna ne niyetleri vardır ne de güçleri. Kısacası, bu devletin sağı, solu, liberali, ulusalcısı, İslamcısı, laiki topu birden emperyalizme hizmet etmeye kodlanmıştır, bu devletin içinden ne antiemperyalizm çıkar ne demokrasi. Bu bir… İkincisi de, en başta sözünü ettiğimiz, Abdurrahman Çelebi meselesidir. Davos’ta cereyan eden hadise sonrasında Türkiye ve Ortadoğu’da emekçiler ve ezilenler cephesinde yaşanan gelişmeler de gösterdi ki, bugün bölgemizde temel mesele devrimci bir önderliğin yokluğu meselesidir. Solculuk, devrimcilik, sosyalistlik iddiasında olanlar ekseriyetle devletin orasında burasında antiemperyalizm ya da demokrasi sondajıyla meşgul olduklarından bunu göremiyorlar, halbuki görmek için müneccim olmaya gerek yok. Memlekete ve Ortadoğu’ya şöyle bir bakmak yetiyor. Memlekette işçiler bölük bölük işlerini kaybediyor, yoksulluk açlık genelleşiyor, emekçilerin büyük çoğunluğu yarınlarından endişeli, suç, çürüme, yozlaşma ezilenleri pençesine almış, yarınından umudunu
kesmiş kitleler hazır kıta birbirlerini boğazlamak üzere bileniyorlar, işçi-patron cepheleşmesi dışında her türlü sahte kamplaşma teşvik ediliyor, bu dünyadan umudunu kesen kara cahil milyonlar öte dünyayı kazanmak üzere ‘F’ tipi tarikatların, riyakar siyasetçilerin ağında çırpınıyor… AKP’lisinden CHP’lisine bütün emekçiler alternatifsizlikten yakınıyor. AKP’nin neden emekçilerin teveccühünü aldığını görebilmek için alim mi olmak gerek? Kof bir efelenmeyle kitlelerin kahramanı haline gelen Erdoğan’ın nasıl bir sermaye hizmetkarı olduğunu, nasıl bir İsrail ve emperyalizm hizmetkarı olduğunu bilmiyorlar mı gece yarısı havaalanına onu karşılamaya gidenler, ona oy verenler, oy verecek olanlar? İşinden atılan işçinin ufku neden arkadaşına sarılıp ağlamak ve işiyle birlikte kendisinin ve çocuklarının geleceğini de elinden alanlara beddua okumakla sınırlı? ‘Bu halk adam olmaz’ mıdır devrimcilerin vereceği cevap? Benzer şekilde, tüm Ortadoğu’da üç kuruşluk diktatörler, şeyhler, krallar hâlâ tahtlarında rahat oturabiliyorlarsa, halklar birbirlerini boğazlarken emperyalistler petrolü hortumlayıp götürebiliyorlarsa, ezilenler Hamas gibi, Hizbullah gibi güvenilmez önderliklerin peşinden sürükleniyorsa ve nihayet eline Kürt’ün Arap’ın, Filistinli’nin kanı bulaşmış bir adam ‘direniş kahramanı’na dönüşmüşse halkların gözünde, bunun sebebi ‘Arapların sünepe ve hain oluşları’ mıdır? Yoksa gerek Türkiye gerekse de tüm Ortadoğu’da yoksulların, emekçilerin, ezilenlerin ve mazlum halkların taleplerini savunacak, emperyalist işgal ve barbarlığa, ırkçı Siyonist İsrail zulmüne ve vahşi patronlar düzenine karşı emekçi kardeşliği temelinde birleşik bir mücadele yürütecek devrimci bir önderliğin eksikliği midir sorun? Kimdir Abdurrahman Çelebi?.. Ve görev açıktır. Hem ulusal devletler, hem de emperyalist egemenlik sistemi düzeyinde, egemenler arasındaki gerilim ve çatışmalara taraf olmadan, emekçiler ve ezilen halkların devrimci kitle mücadelesini örgütlemek, bu mücadele içinde devrimci önderliği inşa etmek, ulusal zeminden başlayarak, enternasyonalizm temelinde tüm Ortadoğu halklarının mücadelelerini emekçi kardeşliği temelinde birleştirmek. Emekçilerin kurtuluşunun da, emperyalizmin defedilmesinin de, halkların kardeşliğinin de yegane yolu budur… * Özür dilerim... Bi dakkalar...
3
mantar tarlası
“Názım Hikmet alçak ve müptezel bir adamdı... Karısını başka erkeklerle paylaşırdı... Bu adama nasıl itibar verilir? Názım Hikmet’i savunanlar, ‘bir erkeğin, karısını başka erkeklerle paylaşma’ eylemine destek çıkmış olurlar... Ne diyeyim bilmiyorum ki? Allah’ın ‘settar’ sıfatını mı anımsatayım? ‘Edep yahu’ mu çekeyim?” Türkiye gazetesi yazarı Yavuz Bülent Bakiler... Ne diyelim, bilmiyoruz ki... Aga, sen git çoluk çocuk peşinde dolanan arkadaşın Hüseyin Üzmez’le istişarede bulun, diyoruz... Bi de ‘Uşşşşt’ diyoruz... *** “Toplumsal belleğimizde yer eden bir ‘İsrail putu’ vardır... Derler ki: ‘İsrail’e bulaşan devlet adamı, bir daha iflah olmaz...’ Tayyip Bey’in devirdiği ‘birinci put’ budur... İsrail’e öyle bir bulaşmıştır ki... En azılı İsrail düşmanları bile, ‘Biraz fazla mı ileri gidiyor ne?’ diye düşünüp, tedirginlikler yaşamaktadır... Tayyip Erdoğan, ‘şamar oğlanı’ yaptı İsrail’i... Ayar üstüne ayar verdi... ‘Bana Hamas yanlısı derler’ falan diye kaygı duymadan... ‘İsrail’in etki alanı’ konusunda oluşturulan mitleri, efsaneleri yıkıp geçerek... Vurdu, vurdu, vurdu...” Ahmet Hakan... Kendini ekşiSözlük’te sanıyor, ülkeden ülkeye ayar verildiğini düşünüyor. İcraat lazım cicim, icraat!.. Tayyip hangi yaptırımın altına imza attı? Yok... Nereye vurdu, nasıl vurdu? Laf, laf, laf... *** “Dört gün boyunca Filistin’de dolaştık. Kudüs’e, Gazze’ye gittik. Mescid-i Aksa’da namaz kıldık. Hazret-i İbrahim’in kabrini ziyaret ettik. Her yerde barikatlar, tanklar var. Müthiş bir sefalet... Filistin’den çıktıktan sonra üç gün kendime gelemedim. Ben hidayete ermedim. Zaten Müslümandım. Sadece dini hususlarda biraz daha titizlik göstermeye çalışıyorum. Meditasyon da yaptım fakat namaz bambaşka. ‘Niye bu kadar geç kalmışım’ diye de çok hayıflandım.” Seray Sever... Dünyanın halleri farklı farklı... *** “Ben diskolarda eğlenirken, hızlı hayat yaşadığım zaman da içimde hep Mevlana ruhu taşıyordum. Ama taşımı bulana kadar ruhum tam olgunlaşmamıştı. Aragonit taşı hayatıma girdikten, onu göğsümün üzerinde taşımaya başladıktan sonra ben bambaşka bir Engin Koç oldum. Eski Engin ile alakam yok.” Emekli manken Engin Koç... Bu da Mevlana ruhluymuş. Hay gözünü sevdiğimin ‘ılımlı İslam’ı!.. *** “(Sermaye) gene de yatıp kalkıp dua etsin, karşısında son derece sessiz ve pısırık bir işçi sınıfı var. ‘Sermaye kendi kafasına göre anayasa hazırlıyor, işçi sendikaları neredeler?’ diye soruyoruz, bir de bakıyoruz onlar 1 Mayıs’ta Taksim’de tepişip polisten dayak yemek gibi kolay kahramanlıklar peşindeler.” Engin Ardıç... Bunların bu şekilde konuşması değil, konuşturulmasıdır acı olan... *** “ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’na geçen temmuz ayında yapılan saldırıyı hatırlıyor musunuz? El Kaide üyesi olduğu iddia edilen kişiler, küçük bir kaleyi andıran konsolosluğa, mantıksız bir biçimde, paldır küldür hücum etmişlerdi. Neticede kapıda görevli üç polisimiz şehit oldu. Saldıranlar öldü. Ellerine hiçbir şey geçmedi. Saçma sapan bir intihar eylemiydi bu. Bence olay Ergenekon’un karşı hamlesiydi.” Emre Aköz... He, Kennedy’yi de Yalçın Küçük’le İlhan Selçuk vurmuştu zaten!.. Tavla yazarı, başımıza stratejist kesildi ya, ona yanarız!..
4
İtinayla ‘yardım’ parası toplanır!
Y
ardıma muhtaçlara sadaka toplama kampanyaları, sosyal devlet olamamış ülkemizde özellikle dinci cemaatler tarafından suistimal ediliyor; toplanan paralar ihtiyacı olanlar yerine ya partilere ya partilerin müşterilerine ya da belli cemaatlere aktarılıyor; bunu biliyoruz. Nitekim, Gazze’de yaşananlardan sonra, yine bir sürü resmi veya gayrı resmi örgüt-cemaat yardım kampanyalarıyla milletten para toplamaya başladı. Sokakta, işyerlerinde hatta ilkokullarda, millete zarflar dağıtılıp, makbuz filan kesilmeden ‘Gazze’deki muhtaçlar’ için paralar toplandı. Himaye toplumuna alışmış bir grup insanımız, allah bilir, paralar gerçekten yerine ulaşacak diye birilerinin cebine harçlık vermiş oldu. Bu kampanyaları destekleyen, hatta kendisi de böyle bir kampanya başlatan bir siyasal parti de AKP’ydi... AKP’nin topladığı yardım paraları Gazze’ye ulaşmıştır herhalde. Lakin, Posta gazetesi’nin haberine göre, Gazze’de okul çocukları öldürülürken, ‘güya Gazze’ye yardım’ kampanyası kapsamında AKP Kocaeli Kartepe Kadın Kolları’nın düzenlediği etkinlik, müzikli eğlenceye dönüşmüş. Yemeğe katılanlar bol bol göbek atmış. Ohh! Allah versin hanımlar, beyler... Hal böyleyken, CNN Türk’ün haberine göre de, İngiliz yayın kuruluşu BBC, Gazze’ye yardım amacıyla ülke çapında başlatılan kampanyayı ekranlarından duyurmayı kabul etmedi. Oysa kurum ile uluslararası yardım kuruluşları arasındaki 46 yıllık anlaşma uyarınca, yardım çağrıları için “primetime”da 2 dakika ayrılması gerekiyordu. Daha önceleri haber ve program içeriklerinde Filistin yanlısı tutumuyla dikkat çeken BBC, yardım çağrılarını reddetmesini iki gerekçeyle açıkladı: - Tarafsızlığından taviz vermek - Yardımın toplanıp yerine ulaştırılması konusunda soru işaretleri bulunması... Yeni bir Deniz Feneri skandalından korkmuş olmasınlar? (Bu arada, yukarıda adı geçen Cansuyu Yardımlaşma Derneği’nden fevkaladenin fevkinde atılımlar... Nutkunuz tutulur vallahi, okuyun: “TAYLAND-BANKOK Cansuyu Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği hayırseverlerin yardımlarını dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlara ulaştırdı. Sevinçlerin paylaşılıp, yardımlaşmanın had safhaya çıktığı Rahmet ve Bereket Ayı Ramazan dolayısıyla Uzak Doğu Asya ülkelerine giden Cansuyu heyeti, çalışmalarını tamamladı. Tayland Yardımlaşma Organizasyonu ve İslam Merkezi ile irtibata geçen yetkililer, bu merkezde 1500 kişiye iftar verdi. İftarların geleneksel hale geldiği İslam Merkezi’nde genellikle Müslüman ülke büyükelçilikleri iftar veriyor. Cansuyu bir ilke daha imza atarak bu merkezde ilk kez bir Türk kuruluşu olarak iftar verdi.” “Cansuyu, Kamboçyalı Müslümanları da güldürdü. Cansuyu Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin 2006 Ramazan Hayır Kampanyası’nın Uzakdoğu Asya ayağı Kamboçyalı Müslümanlara yapılan yardımlarla sona erdi. Çok sayıda gıda paketi dağıtımı yapan Cansuyu heyeti, 1000 kişiye de iftar verdi.”
Filistinlilere kimyasal fosfor bombalarıyla saldıran İsrail’in, Filistinli çocukları askeri araçlarının üzerine bağlayıp kalkan olarak da kullanmışlığı vardır. Evet yapmışlardır!..
ESRA ARSAN
O çocuklar hâlâ içerde!..
B
üyük basınımızın adalete ilişkin vicdan terazisi Tuncay Güney’le Ergenekon savcısı arasındaki saçma sapan muhaberata kilitlendiğinden, birinci sayfalarda yer alamayan, ama yine yargıya ilişkin olan bir başka haberden söz edeceğim: Hani şu 1-14 Temmuz ve 20 Ekim 2008 tarihlerinde Diyarbakır ve çevre illerinde gerçekleşen gösterilerde çıkan olaylar sırasında polise taş attığı iddia edilen 50’ye yakın çocuk tutuklanmıştı ya... Gösterilere katıldıkları iddia edilen ve bu nedenle ‘terör örgütüne üye olmak’ ile yargılanan 15-18 yaşlarındaki bu çocukların çocuğa özgü olmayan koşullarda yargılanmalarına devam ediliyor. ‘Çocuklar için adalet girişimi’nin açıklamasına göre, bu çocukların yargılanma koşulları, ‘Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ başta olmak
üzere diğer uluslararası sözleşmelere, hukuk devleti ilkesine ve çocuk adalet sistemine aykırı.
Duyan var mı? Ocak ayında, 5 aydır tutuklu bulunan dört
çocuğun duruşması görüldü mesela. Ne oldu derseniz; Diyarbakır Özel Görevli Ağır Ceza Mahkemesi, çocukların tutukluluklarının devamına karar verdi. Bir sonraki duruşma 12 Mart 2009 tarihinde.Yani tam 2 ay sonra… Yani çocuklar 2 ay daha eğitim hakkı başta olmak üzere ‘BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ başta olmak üzere çeşitli sözleşmelerle korunmuş tüm haklarından yoksun kalacak. Çocukların çocuk olduğunu unutan adalet sistemini bir kenara bıraktım, büyük gazetelerin, TV kanallarının büyük yazarları çizerleri de mi kör, sağır oldu? El insaf!
Söyleyin doktor, yoksa ben antisemit miyim? Geçenlerde Okan Bayülgen’in NTV’de yayınlanan “Sade Vatandaş” adlı programında anti-semitizm konuşuluyordu… Bu bir klasiktir zaten. İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarında sergilediği sistematik şiddet ve savaş suçları söz konusu olduğunda, bu “anti-semitizm fobisi” medyadan sistematik olarak pompalanır. İsrail’i eleştirmek, işbirlikçi Batı’yı kınamak filan da bir anda “Yahudi düşmanlığı”yla eşdeğer hale getirilir. Böylelikle, Ortadoğu’da yaşanan şiddetin sunumu, çerçevelenişi, manipülatörler tarafından bir şekilde kontrol altına alınır. İşgale karşı çıkan ve direnişi destekleyen görüşler, bir anda “Aaa! Bak bunlar Yahudi düşmanı, ırkçı, faşist…” filan denilerek ekarte edilmeye çalışılır. Bu sefer de benzer bir tabloyla karşılaştık. Ocak ayı içinde pek çok e-mail tartışma grubunda ve forumlarda insanların birbirlerine “Allah aşkına antisemit olmayalım… eleştireceksek sadece ve sadece İsrail devletini eleştirelim” dediklerine tanıklık ettik. Eh, vallahi doğru söze ne denir… Lakin, konumuz bu muydu arkadaşlar? Neden
Gazze’deki dengesiz güç kullanımını veya İsrail vahşetini eleştirirken bir anda olay dönüp dolaşıp Yahudi düşmanlığına geliyor? Gelir… Getirilir… Ben bunu geçmişte de yazmıştım; bir kez daha tekrar etmekte fayda var. Hatırlarsınız, rahmetli Bülent Ecevit bir zamanlar “İsrail soykırım uyguluyor” dediğinde, nasıl da büyük bir diplomatik skandal patlak vermiş ve Ecevit’e bu sözleri yüzünden özür diletilmiş, “Ben İsrail halkını kastetmemiştim” dedirtilmişti. Yine endazesinden çıkmıştı olay yani… Oysa ki, bizim antisemitizm korkusunu pompalayan aydınlarımızın bilmediği şeyler var. Mesela, bütün dünya basını üzerinde “antisemizm korkusuyla” baskı kuran güçlü bir İsrail lobisinin varlığı… Ortadoğu’da belki de
en uzun süre gazetecilik yapmış olan İngiliz Independent Gazetesi yazarı Robert Fisk’e bakılırsa, kendi gazetesinde bile Yahudi lobisinin baskısı yüzünden Filistin hakkındaki gerçekleri yazması engelleniyor. Benzer bir şekilde, zamanında ABD’de medya üzerinde İsrail lobisinin ağırlığından dem vurduğu “çifte standart” başlıklı yazısında da Edward Said de şöyle demişti: “Medyada, Filistin’deki şiddet ve bombalamalar konusunda hep yanlış haberler yayımlanıyor. İsail’in işgalci, Filistin’in ise işgal altında olduğu gerçeği dile getirilmiyor.” Yine ABD’li bir Yahudi bilim adamı, Norman Solomon ise, ABD’de İsrail’i eleştirdiğiniz zaman nasıl bir anda antisemit damgası yiyebileceğiniz konusunu “İsrail lobisi basın üzerinde şöyle böyle değil, çok etkili”
şeklinde açıklıyor. Nitekim, İngiltere’nin ünlü sol dergisi New Statesman, 2002 yılında İngiltere basınındaki siyonist baskılar ve “antisemitizm fobisine” karşı fotoğrafta gördüğünüz kapak konusuyla çıkmıştı. “Koşer bir komplo” başlıklı haberde, dünya basınında siyonist lobinin baskılarını ve onurlu gazetecilik yaparken “antisemit” olmakla suçlanan gazetecilerin hikayeleri anlatılıyordu. Antisemit olmakla suçlanmaktan korkmayıp, RED’in de geçtiğimiz hafta yaptığı gibi “Yeter ulan!” diyordu New Statesman editörleri. Gerçi, hatırladığım kadarıyla, sonradan derginin editörü özür dilemeye zorlanmış, lobi bir kez daha ağırlığını hissettirmişti; ama olsun. Dünyanın neresinde olursanız olun, İsrail’i eleştirmek, şavaşçı ve istilacı politikalarına karşı çıkmak kolay değil. Bir anda ve durup dururken özür dilemek zorunda kalabilirsiniz… Sadece ve sadece vahşete dur deyip, barış çağrısı yaptığınız için. Peki ama, şimdi bizde alttan alta pompalanan bu “antisemit olma” kokusu hangi lobinin icadı dersiniz?
Aman da başbakanımızın yeni basın müşaviri olmuş...
B
aşbakan’ın yeni basın müşaviri, yine Kanal 7 kökenli bi gazeteci, Kemal Öztürk. Ama kendisini tanımlamak için sadece gazeteci olduğunu söylemek yetmez. Nitekim, Vatan gazetesi yazarı Mustafa Mutlu yazdı: “1969’da Ağrı’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Yazı hayatına 1990 yılında İran Devrimi yanlısı bir yayın politikası olan Girişim ve Selam isimli dergilerde başladı. Bu Meydan, İmza, Nehir, Yeni Zemin, Sözleşme, İstanbullu dergilerinde Mir Mahmut Rıza mahlasıyla laiklik karşıtı yazılar yazdı. 1995’te muhabir olarak Yeni Şafak Gazetesi’ne, 1996’da da belgesel yapımcısı olarak Kanal-7’ye geçti. Hazırladığı “İlk Meclis” belgeseli, laiklik karşıtı bulundu ve RTÜK tarafından yasaklandı. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaretten bir yıl hapse mahkûm oldu. 1999’da Kanal-7’den ayrılarak, dil ve mesleki eğitim almak üzere Amerika’ya gitti. Daha sonra Bülent Arınç’a danışmanlık yaptı;
ardından AKP Basın Bürosu’nda görev aldı. Nükte Yayınları’ndan 1994 yılında çıkan ve Mir Mahmut Rıza mahlasıyla yazdığı “Bir Garip Oğlanın Hikâyesi” kitabı mahkeme kararıyla toplatıldı. Bu kitap yüzünden de bir yıl hapis cezasına çarptırıldı Bakın, yeni Başbakanlık Basın Müşaviri, 15 yıl önce yazdığı o kitapta kahramanların ağzıyla neler diyordu: - “Devlet kimdir? Helvadan yapılmış puttur.” - “En sonunda beni bir numaralı terörist yapacak bu pez...nkler, bütün laikleri bir bir şişe geçirecem, ondan sonra anlayacaklar laikliğin faziletlerini. Elin o...pusu bile kalkıp ‘Ben laikim, namusumla çalışıyorum, kimse karışamaz’ demeye başladı. Ula ben böyle laikliğin...” - “Bak bizim sahte Müslümanlar nasıl bölücülük yapıyorlar. Ben bu yüzden bu adamları sallandıralım diyorum. Ayrıcalık yapanın dinde de katli vaciptir çünkü. Ama dinleyen yok!” - “Herkes, sineğin şıraya yapıştığı gibi laikliğe sarılır ama kimse onun gerçekte ne anlama geldiğini bilmez. Ne kadar da utanmazlar.
Rahmetlinin (Atatürk’ü kastediyor) mirasına sahip çıkan mendeburların hiçbiri, laikliğin ne anlama geldiğini ve nereden geldiğini bilmezler.” - “Eskiden Türkler’in yetiştirdiği ‘marimus öküzü’nün sol arka bacağının uyluk yeri ile
işkembesinin ayrıldığı yerde bir et parçası bulunur. İşte tam buraya ‘laik’ denir. Vee bugün kullandığımız kelimenin de aslı buradan gelmektedir.” Buyrun bakalım, kel başa tel tarrak!
5
Kutsal göbekler atılırken, B
Uzlet! Bir mevsim kadar uzadığım zamanlara Vahşetti gecenin anısına yalnızlık Uzlet! Islanır hırsızın çaldığı ıslık Antika bir hüzün devşir tarihten Yarası kendinden büyük gerillalara Unut zencilerin neden kürtlere benzediğini Yerini ve yurdunu söven akşamlar donat Anlat düğün şarkılarının neden yandığını Uğultusunu nedimelerin padişahların sabrını …. Ürperen yüreğimin çarpıntısı değer Kızıl tayların aldırışsız hallerine Otların yeşermesi karşılıyor mazide kalan Bakıra bulanmış alnımdaki ize Sönen gama ışınları kendine dolanır Alaca kuşlar gong sesiyle hıçkıran urlar saçarken …. Ay sarkıyor, yaralı gölgesini çimdikleyerek Kanyonlar sürgün karnavalı için süslenedursun İntikam diyor kara yahudinin elleri Uzlet! Canım yanıyor Sarı danteller ör(t)üyorum Gözleri açık ölülere Bu bir yok ülke masalı desinler diye Ve elbet saklardım hıncımı Zalimin her suretini her gece severken Filistin sen yoksun kalbimde! ….. Uzlet! Günün ilk ışıklarıyla Dağılır gecenin karanlığı ….. Pergelle damıtılmış şeytanın spermlerini seç Tek tek boğdurayım golyata
iNAN KIZILKAYA 6
u yazı yazıldığında, 2 bine yaklaşıyordu ölenlerin sayısı. Evlatlarını kaybeden anneler. Ailesini kaybeden çocuklar. Kolu-bacağı kopanlar, arabaların içinde-üstünde, tıka basa hastaneye yetiştirilmeye çalışılan insanlar… İlkmiş gibi seyrettik olanları. El kol bağlı, göğüs kafesinde tarifsiz bir sancı… 21. Yüzyıl’da, insanın doğaya korkunç bir güçle hükmettiği akıl almaz bir çağda, böylesine ilkel, ırkçı, faşist, bir ideolojik mekanizmayla –Siyonizm- böylesine vahşi, rezil, utanç verici saldırıları yaşadık tekrar. Saldırıyı örgütleyen düşünceler, ilkeldi, çağdışıydı; kullanılan silahlar ileri teknoloji… Yeni silahlar denendi. Savaş sanayii canlandı. Ve ekranlarda yeni soytarılar türedi, siyonizme, emperyalizme atıa bulunmadan konuştu, ana haberlerde İsrail’in ‘orantısız güç’ görüntüleri eşliğinde dinledik. Hayata karşı bir duruşu olmayan, öylece kendi halinde seyreden insanlar, çocuklar, ne olup bittiğini anlayamadan, katillerinin yüzlerini bile göremeden katledildiler. Açlıkla, korkuyla boğuştular. Feryatlar ezan seslerine karıştı. Bir savaştı bu. Çünkü zenginlerin terörü savaş diye anılır, yoksulların direnişi terör!
Resmi dinimiz ikiyüzlülüktür
Gazze’deki katliamın ilk günlerinde Erdoğan İsrail’e atıp tutarken, konuşmasını anaların gözyaşlarıyla ajite edip dualarla, kutsal kitaplardan
alıntılarla harmanladığı şovunu yaparken, gazetelerde Savunma Bakanlığı’nın İsrail’den 167 milyon dolarlık silah alım anlaşması imzaladığı belirtiliyordu. Türkiye ile İsrail arasındaki askeri ekonomi 1.8 milyar dolara ulaşmıştı. Kandil’i bombalamak için alınan ‘Heron casus uçakları’, tanklar… Erdoğan’ın söylemlerinin bir eyleme dönüşmeyeceğinin en açık kanıtlarından biriydi bu. Çünkü İsrail-ABD’nin silahıyla, İsrail-ABD’nin istihbaratıyla ve İsrail-ABD’nin izniyle vurulan Kandil’i hatırlatacaktı İsrail ve ABD, Gazze karşısında… Cemil Çiçek, İsrail ile ilişkiler konusunda gayet açıktı: “Türkiye’nin çıkarınadır, iptal edilmesi düşünülemez.”
AKP, İsrail’i küstüremez. Tüpraş ihalesini hatırlayın: Özelleştirme sırasında, TÜPRAŞ’ın yüzde 14.76 hissesinin 446 milyon dolara OFER’lere satıldığı açığa çıktı. Fiyat özelleştirmede biçilen fiyatın üçte biriydi. AKP hükümeti OFER’lere 755 milyon dolar kazandırmıştı. Önce Ofer’i tanımadığını söyleyen Tayyip Erdoğan, daha sonra bir kez görüştüğünü açıkladı. Sonra Ofer’le birden fazla görüştüğü ortaya çıktı. Kemal Unakıtan, Kuşadası, Galataport ve Tüpraş ihaleleriyle ilgili olarak gizli kapaklı OFER ailesiyle pek çok kez görüşmeler yaptı. Unakıtan bunun gibi tarım, enerji, askeri… birçok sektörde İsrail’le yaptığı anlaşmalara yenilerini eklemeyi,
‘Hep beraber geleceğe ve orada parlayan G enç, narin, saf… Şairin, “Kelimeler kifayetsiz” dediği noktada olduğumu anlıyorum Rachel Corrie’yi tarif etmeye çalışırken. Ne desem kafi gelmiyor. Işıl ışıl bir çift göz, bir bebeğin masumluğunu andırıyor. Ayna gibi bir çift göz; insana kendini gösteriyor ve sorgulatmaya başlıyor, “Sen karşımdasın, peki ya ben nerdeyim? Bu gözler bu dünyayı böylesine aydınlık göremeseydi yine böyle güzel olurlar mıydı?..” Rachel Corrie, 1979 yılında, ABD’nin Washington eyaletine bağlı Olympia kentinde doğdu. Pasifik okyanusunun tatlı tatlı okşadığı bu şehrin, dünyadaki refah seviyesinin en yüksek olduğu şehirlerden biri olduğu söyleniyor. Ben hiç görmedim ya, böyle söylendiğine göre, bahçeli dublex evlerin karşılıklı sıralandığı, ortasından asfalt yol geçen, her hafta barbekü partilerinin yapıldığı bir yerdir herhalde. Olmasa da sonuçta Amerikalı olmak gibi bir ayrıcalıkla doğmuştu
Rachel. Farkındaydı bunun : “Benim ailemden hiç kimse, memleketimde, bir ana caddenin sonundaki bir kuleden bir roketatar tarafından, arabamızla giderken vurulmadı. Bir evim var. Gidip okyanusu görme hakkım var. Gene benim için, bir duruşma yapılmadan aylarca ya da yıllarca bekletilmek de çok zor bir ihtimal (Bunun sebebi, diğer çoğundan farklı olarak, beyaz bir ABD vatandaşı olmam),” diye yazıyordu mektubunda. Sunulan hayat ona yetmemişti. Okyanusu geçecek, Batı Şeria’ya, oradan da Gazze Şeridi’ne girecekti. Çünkü ne ona dayatılan yaşama biçimi, ne de kafasına kazılan hayal alemi değildi aradığı. Ona okutulan tarih kitapları, ona aşılanan soyu-sopu, gelenekleri, –Hani şu her devletin yaptığı- umrunda bile değildi. “Hükümetimin başlıca sorumlusu olduğu bir soykırımın göbeğindeyim.” diyecekti Gazze’ye vardığında. Gerçekleri hissetmişti. Ona ulaşmaya gidiyordu. “Dünyanın
herhangi bir yerinde, herhangi birine atılan haksız bir tokadı kendi yüzünde hissetmek…” Bu’ydu onu dünyanın diğer ucuna iten. İnsanlığın ender kalmış temsilcilerindendi o. Yüz akıydı insan soyunun. Vicdanıydı… Okyanusu geçti. (Bahar döneminde dönüp, eğitimini tamamlamayı planlıyordu. Yazar ve aktris olacaktı okul bittiğinde.) Okyanusun ardında buldu onu kahin: “…Gene de, hiçbir miktarda okuma, konferanslara katılma, belgesel izleme
ONUR GÖKTEPE
Filistin’e bir bomba daha düşer...
‘pijamasını giymiş beklerken’, İsrail’le anlaşmaların çöpe atılmasını, ilişkilerin kesilmesini beklemek saflıktır. Erdoğan da bunu açık açık söylüyor zaten: “Bekara boşanmak kolay! Siz niye kesmediniz?..” Böyle zengin koca boşanır mı hiç?! Haklıdır. Şimdilerde iki büklüm namaz kılmaya çalışan, 1 trilyon ‘haram yiyip’, hâlâ utanmadan ekranlara çıkan Erbakan’a sormak lazım: 22 Şubat 1996’daki Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması ve 28 Ağustos 1996’daki Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması ve bunun yanında yatırımları teşvik etmeye yönelik dört ayrı ekonomik anlaşma yapmışsın, o kıldığın namazlar niye? Boşuna niye kendini paralıyorsun be adam? Peki, bunca din soslu partiler bunca
sakallı, hacı yağlı, adamı topladı toplamasına, ‘Şehit olacağız!’ diye naralar attırdı da, Irak’ta 1 milyon insan ölürken nereye kaybolmuştu, bu şehitlik mertebesine hevesli adamlar? Saadet kendi yaptığı anlaşmalar için ‘asker zorladı’ gibi gubik bir bahaneye sığınırken, Çağlayan’da Akp’nin İsrail politikasından dem vurdu.Urfa’da ise Akp’li Ahmet Fıkıbaba, yeniden aday gösterilmeyince, soluğu Saadet’te alıp Saadet Partisi’nin ‘Fıkıbaba’ya Destek’ mitingiyle misilleme yaptı. İslamcı gazeteler de savaşın rantını kullandı. Seçim öncesi ‘Herkes Filistinli!’
Bugün Filistin için göbek attım
Yetmedi, sülalece paraladılar kendilerini: Emine Erdoğan’ın himayesinde First
Lady’lerin katılımıyla düzenlenen ’Filistin Zirvesi’nde Gazze’de yaşananlar gözyaşlarıyla kınandı. ‘Uzat Elini Ey İnsanlık’ yazılı sahnede tek konuşmayı yapan Emine Erdoğan, Nazım Hikmet’in Hiroşima için yazdığı Kız Çocuğu şiirini okudu. Başbakan’ın Eşi Emine Erdoğan, liseli bir kız edasında, çığıra çığıra sesi titreyerek, gözyaşlarına boğularak, her kelimeyi böğrüne bıçak saplanmış gibi vurgulayarak yüreklerimize dokundu. O zorlaya zorlaya yapılan itici vurguların samimiyetsiz olduğu o kadar aşikardı ki... Aşikardı! Akepe Kartepe kadın kolları’nın Filistin için verdiği dayanışma yemeği görmeyen gözlere parmak olsun. Para dediğin nedir ki?! Hemen toplandı, eyvallah. Gazze’de Müslüman çocuklara, ‘orantısız güç’ kullanılıyordu buna seyirci kalınamazdı. Vicdanlar rahatlatıldı… Yemek devam ederken canlı müzik devreye girince: Çalsın sazlar oynasın kızlar, başlamasın mı size kadınlar göbek atmaya! Topladıkları paraları sıkıştırdılar mı acaba birbirlerine?! 80, 90, 100!. Havuzda yüz!.. Aşikârdı. Deniz Feneri’yle toplanan yardımlarla, kim bilir ne ‘vur patlasınlar çal oynasınlar’ yapılmıştı. Nazlı Ilıcak’la, oğlunun dansöz soyarken görüntülerini unutmayın! Bunların hepsi böyle. Kurt var hepsinde. Kurt yüreklerini kemirmiş! Dökecekler elbet!
Birbirlerinin ciğerini bilirler! Göbek atmalarına hiç lüzum yoktu. Biz
bu sahtelikleri hepsine aşinayız. İsrail de tabii: İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’ye Erdoğan’ın eleştirileri sorulunca, Livni, “Erdoğan’dan bir şeyler yapmasını bekleyen bir kamuoyu olduğunu, bu yüzden bunu anlayabildiğini” söylüyor. Yahu kadın çıkıyor, aleni bir biçimde, röportajında söylüyor bunu. “Bu oyun”, “Bu yalan”, “bu sahte” diyor. Ben hâlâ, hâlâ şaşırıyorum!..
Abartma Tayyip!
Empati kurdular kurmasına ama bir yandan da ayağınızı denk alın dediler: Abdullah Gül’ün de katıldığı Şerm El Şeyh’teki zirvenin ardından İsrail Başbakanı Ehud Olmert tarafından düzenlenen yemeğe Abdullah Gül davet edilmedi. Üstelik Gazze’deki saldırıya ara vereceğini bu toplantıda açıklıyordu Olmert. Yemekte Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero, Almanya Başbakanı Angela Merkel, Çek Başbakanı Mirek Topolánek’in var. Tayyip? Gül? Yok! ‘Aç kalsınlar da akılları başlarına gelsin!’ Ama yine sahnede boy göstermeyi atlamadılar. Türkiye’nin önemli katkıları vardı ateşkeste. “Bravo bana!” “Ben yaptım! Ben yaptım! Ben Ben…” Aynen böyle ‘bir ayakları havada’, seslendiler yine sevenlerine. Askeri, ekonomik her telden projeler, anlaşmalar duruyor, İsrail Büyükelçisi kahvesini içiyor, ‘Sen’ ne yaptın? Yaptıkları tek şey cukka!
ışığa bakabilirsek, hayalim gerçekleşebilir...’ Rachel Corrie ve kulaktan dolma bilginin beni buradaki durumun gerçekliğine hazırlayamayacağı düşüncesindeyim. Görmeden bunu hayal edemiyorsun ve gördükten sonra bile, bu deneyiminin, hiç de o gerçekliği bütünüyle yansıtmadığının farkındasın” diyordu, bu kez gerçeğe ulaşmıştı. Ve gerçek onu kucakladı: “Bugün, bir zamanlar evlerin bulunduğu yerlerde, yıkıntıların tepesinde yürürken, sınırın öte tarafındaki Mısırlı askerler yaklaşan bir tankı haber vermek için bana “Kaç! Kaç!” diye bağırdılar. Ondan sonra ise el salladılar ve “İsminiz nedir?” diye sordular. Bu dostça merakta rahatsız edici bir şey var. Bu bana hatırlattı ki, hepimiz diğer çocukları merak eden çocuklarız: Tankların yolunda gezinen tuhaf kadınlara bağıran Mısırlı çocuklar. Neler olup bittiğini görebilmek için saklandıkları duvarın arkasından kafalarını uzatıp, tanklar tarafından vurulan Filistinli çocuklar. Tankların karşısına pankartlarla duran uluslararası çocuklar…” Evet, ‘hepimiz diğer çocukları merak
eden çocuklardık.’ Ama balkonlara elinde bıçağıyla çıkan ve topumuzu, hatta ‘topumuzu!’ doğramak isteyen lanet yüzlü ihtiyar da var. Ne diyordu şair, “Sevdan ölünecek kadar güzel/ kanunu yapanlar ihtiyar.” 16 Mart 2003. Gazze Şeridi’nde bir askeri buldozer, bir doktorun evini ve ailesini yıkmaya, yok etmeye hazırlanıyordu ki Rachel’i gördü karşısında. Cesurca, tereddütsüz atlamıştı Rachel, önündeki buldozerin koca ağzına. Buldozerin dişlilerinden salyalar aktı. Makine, makineyi kullanıyordu çünkü orada. O da tereddüt etmedi. Robotlar tereddüt etmezler. Ezdi geçti kızı. Sonra bir daha, bu kez geri- geri ezip geçti üzerinden ufacık bedenin. 23 yaşındaydı henüz.Altın sarısı saçları çamura bulandı. Narin yüzü ikiye ayrıldı ustura gibi.Ve İsrail’in o buldozere sadece Rachel’i değil tüm insanlığın gururunu, onurunu, vicdanını ezdi. Hem de iki kez! Hemen ardından ajanslara resimler düştü.Bu fotoğrafı gelecekte bir gün
karanlık çağ diye yazacak bilim kitapları.Kana susamış köpeklerin ısırdığı bir kurban diye yazacaklar altına!. Rachel, uçak biletini kendi almıştı. Ama bilinçsizce ‘şehitlik mertebesine ulaşmak’ ya da kahraman olmak değildi amacı. “Gerçekten de dünyada böyle bir zulmün kıyamet koparmadan geçiştirilebilmesine inanamıyorum. Canımı yakıyor, geçmişte de yaktığı gibi, dünyanın böyle korkunç bir hale gelmesine göz yumuşumuza tanıklık etmek... Yukarıda sıraladığım onca durum ve dahası usul usul, çoğunluk örtük ama son derece güçlü bir biçimde, belirli bir insan grubunun hayatta kalma yeteneğini elinden almaya yönelik. Burada gördüğüm, bu... Bunun sona ermesi gerek. Hepimizin her şeyi bir yana bırakıp hayatımızı, bunun sona ermesi için çabalamaya adamanın iyi bir fikir olduğuna inanıyorum.” Güneş gibiydi. Onu görebilirsek eğer hayali gerçekleşebilir…
7
CEHENNEME KADAR!
Siz kapitalizmin gönüllü destekçileri! (Bu işi para karşılığında yapanlara hiçbir sözüm olamaz...) Kapitalizmin ürettiği iktisat teorilerini ezberleyerek, onları, tam da onların istediği gibi bıkıp usanmadan tekrar edip duranlar, Kapitalizmin sömürü amacıyla ürettiği bilgilere, bilimsel buluşlara, korkunç teknolojiye ağzı açık ayran budalası gibi bakanlar, Kapitalizmin körüklediği tüketim çılgınlığında ne yapacağını şaşırmış zevat, Çekilen acıları kadere bağlayan, zalimlerden öbür dünyada hesap sorulacağını düşünen halkım, Fi tarihinden beri yerli kapitalizmin gönüllü korumacılığını yapmış, ABD’yi protesto eden herkese ve her mitinge saldırmış, emperyalizmi kınayanlara “Goministler Moskova’ya!” diye tempo tutmuş, ABD’den beslenen kalemşorlar, siyasetçiler ve bürokratlarla ortak davranmış; Viatnam’a, Afganistan’a, Irak’a yapılan saldırılara ses etmeyip, sadece Gazze saldırısını kınayan milliyetçiler, Pentagon’un ‘Our Boys’ları, Demokratlığı modern giyime indirgeyen laikçiler, Dinin dayanışmacı olumluluklarını bile türbanın ucuna düğümleyen ve altına saklayan siyasal İslamcılar, Bölgemizdeki ilk emperyalist örgütlerden CENTO’nun kurulmasını destekleyen Said-i Nursi’den beri ABD ile ortak davranan, Fethullah Gülen’e kadar kapitalizmle bir derdi olmamasının ötesinde onunla zımnen bir anlaşma içinde olan, Türkiye’yi emperyalizmin ileri bir karakolu haline getiren 12 Eylül’ü açıktan desteklemiş, dini araçsallaştıran, mukaddesatçılar, Kapitalizmi, onun sömürüsünü, topluma ve doğaya olan kötülüklerini görmezden gelerek ‘anti-emperyalist’ ve/veya ‘anti-Amerikancı’ olma becerisini gösterebilen ulusal ‘solcu’lar, İktidar olmak için ABD ve AB gibi emperyalist-kapitalist odakların dümen suyunda giden politikacılar, Neo-liberaller, küreselleşmeciler, emperyalizmi dolambaçlı yollardan işaret eden liberal ‘solcu’lar, Kapitalizmsiz, sömürüsüz bir dünyayı bir türlü hayal edemeyenler ve etmek istemeyenler, Çok uzaklara gitmeye hiç gerek yok; şu birkaç yıl içinde gerçekleştirilen Afganistan ve Irak işgali ile Balkanlar’da gerçekleştirilen operasyonlar ve buralarda öldürülen milyonlarca çocuk, kadın, yaşlı, sivil insan; buralarda gasp edilen topraklar, zenginlikler, Ekonomik kriz adı altında üretilen, sayıları yüzlere kadar inen global sermaye takımlarının biraz daha tekelleşmesine (sayılarının azalmasına), kendi boşalttıkları kasaların dar gelirli halklar tarafından yeniden doldurulmasını yarayacak operasyonlar, Ve son olarak Gazze’de işlenen ve işlenmeye devam edilen cinayetler, Size hâlâ bir şeyler anlatmadıysa, uykularınızı kaçırmadıysa, çaresizlikten bir el boğazınızı sürekli sıkmıyorsa, ABD kaynaklı kem-küm yorumları yapmaya devam ediyorsanız veya edenleri dinliyorsanız, babalarının kucağındaki masum bebelerin yüzüne bombalarla atılmış kanlı imzanın gerçek sahibinin ABD’nin başını çektiği emperyalizm olduğunu göremiyor ya da görmek istemiyorsanız, Dünyayı birkaç yüz şirketin yönettiğini, ABD -eski-başkanı BUSH ve ekibinin bu şirketlerin tescilli taşeronu olduğunu, İsrail yönetiminin de aynı taşeronla ortak çalıştığını, -yenibaşkan OBAMA’nın da ABD emperyalizmi ve tekelci kapitalizminin yeni atı olduğunu öğrenememişseniz, algılayamamışsanız, Özetle çoğu kötülüklerin kapitalist sistemden (sömürü düzeninden) kaynaklandığını sezememişseniz hâlâ, Siz kapitalizmin gönüllü ya da bilmeden destekçilerine söyleyecek sözüm olamaz artık. Yazık, derim; cehenneme kadar yolunuz açıktır. Güle güle gidin...
CAFER KARATEPE 8
V. MAHiR ÜKÜNÇ Tebarüz ettirilen şüphesiz hakikattir, gerçektir, kuşkusuzdur. Emperyalizm, Büyük Ortadoğu Projesi, Yeşil Kuşak lafügüzaftır, aslolan ‘doğru dürüst insan olmak’, tüm şeytani, şehevi, dünyevi ‘izm’leri başımızdan savmaktır...
Aklın ve vicdanın ‘hoş edilmesi’...
G
eçen sabah acayip yoğun bir ‘diyalog’ ihtiyacı hissederek uyandım uykudan... ‘Dinler, diller, ırklar, mezhepler, cinsiyetler, haysiyetler’ arası olarak tanımlayabileceğim bu hissiyat ahir ömrümün bu saasında niye beni yoklamıştı, ne oluyordu, ne yapacaktım? Bir barış güvercini olduğumu düşündüm; ağzımda bir zeytin dalı, omuzlarımda iki beyaz kanat ve gönlümün feraset kapıları karşılıklı empatiyle, tek taraflı sempatiyle, gözyaşlarım ise iyileştirici bir terapiyle gümrah ırmaklar misali çağlıyordu… Durdum ve düşündüm, öyle bir düşündüm ki; dünyadaki ‘100 büyük düşünür’ anketinde adı zikredilen o yüz isim aynı anda düşünseler benim ulaştığım düşünce berraklığına ve kapasitesine ulaşamazdı… Ve ağzımdan herkesin ilk olarak benden duyacağı, büyük bir idrakin kelimelere bürünmüş hali olarak şu cümle dökülüverdi: “Cogito ergo sum…” Yani dedim ki: “Ben de düşünüyorum öyleyse niye hala kimse diyalog çabalarımı dikkate almıyor? Bir Papa olsun, olmadı kardinal olsun, o da olmadı bir papaz olsun niye benimle görüşmüyor? Niye kadim müttefik bellediğim ABD bana bir ‘Green Card’ olsun vermekten imtina ediyor? Niye benim dünyanın 90 küsur ülkesinde faaliyet gösteren okullarım, niye hastanelerim, finans kuruluşlarım, medya imparatorluğum, lobilerim olmuyor?” İşte ben bunları derin bir huşu içinde, hayıflanarak, acz içinde manaya büründürmeye çalışırken, yine ağzımdan herkesin ilk olarak benden duyacağı, büyük bir idrakin kelimelere bürünmüş hali olarak şu cümle dökülüverdi: “To be or not to be…” Yani dedim ki: “Olmak ya da olmamak veyahut oldurmak için yollar aramak…” Düşüncemi oluşturan bunca iyilik, barış, diyalog, içerikli meûre boşa gitmesin diye adımla anılan düşünce hareketleri vücuda getirmek, ‘Abant’ta nezih bir kendin pişir kendin ye tesisinde yılın belli zamanları seçkin bir sürü insanoğluyla gündüzleri ‘rüzigâr ül şuur’(?) (eski dilde beyin fırtınası, sinerjik bir durumun hâsıl olması, düşünsel kıpranmalar / kıpraşmalar!) estirmek, akşamları da gölde sandal sefasında Türk musikisinin seçkin örneklerini terennüm etmek ne denli zor olabilirdi? Mamafih biliyorum, öyle herkese ‘diyalog’ kurdurmazlar. ‘Diyalog’ dediğin anlayış, hoşgörü, sevgi, sıcaklık, hümanizm dolu debdebeli bir şölen, bir gülün yaprakları üzerinde süzülen tertemiz bir çiy damlası, insanlığın tüm yaralarını iyileştirecek bir antiseptik, tentürdiyot ve
hatta penisilindir… Ve ‘diyalog’ dosta saygı, sevgi, hürmet, izzet, hizmetle örülecek bir duble yoldur; teeee buradan ABD’ye, İsrail’e kadar…
Ya entegrasyon ya ölüm!
“…İnanmış bir insanın Batı karşısında, Batı’yla entegrasyon karşısında, Amerika ile entegrasyon karşısında olması düşünülemez…” İşte sevgi, hizmet, hürmetin ilk kaidesi büyük hoşgörü ‘üstadının’ da değindiği gibi bu entegrasyon mevhumudur. Irak’ın, Filistin’in işgal altında olmasının, her gün onlarca insanın katledilmesinin nedeni o topraklarda yaşayan insanların ABD’ye entegrasyon konusundaki yetersizliği, isteksizliği ve umursamazlığıdır! Bu entegrasyon karşısında ‘direnişçi’ sıfatıyla eylemde bulunanların da hepsi ‘terörist’, ‘İslam imajı zedeleyicisi’ birer vahşidir! “…Irak’ta öyle bir demokrasi kurun ki Türkiye’den ileri olsun. Türkiye’ye imrenmesinler. Müslümanlara öyle müsamahalı olun ki İran’a imrenmesinler...” Bir ulus, halk, ülke olarak ‘kendini yönetemeyen’ Irak için iyi niyetli bir temenniden başkaca nasıl okunabilir bu sözler? ‘Diyalog’ ve hoşgörü kapıları sonuna kadar açılmışken, fikir teatisi için huzura kabul olunan ABD ajanlarına, “Irak’ta yaptığınız emperyalist yağmadır, petrol için
öldürdüğünüz insan sayısı milyonlarla ifade ediliyor, o topraklardan defolun, Irak halkı kendi geleceğini yaratmaya muktedirdir,” denilir mi hiç, nerede kalır yoksa hoşgörü, nerede kalır ‘diyalog’? “Bir arkadaşımız İsrail’e gitmiş. Biraz Filistin’de de kaldı. Bana çok enteresan bir şey anlattı. Orada doktora yapan çok akıllı bir arkadaş, ‘ 5–6 ay kaldım İsrail’de. Bir barış organizasyonunun Yönetim Kurulu’na girmem için bana teklie bulundular. İsrailliler tarafından teklif edildim. Orada bir Filistinli mani oldu bana. Gördüm ki o Filistinli bir silah tüccarı. Bu kavganın devamını istiyor. Alışverişi var o işte. Belki başa yakın çok insanlar da aynı şeyi düşünüyorlar...” Hoşgörü gözlüğüyle bakınca Filistin’de yaşanan durum bundan ibarettir! Dünyanın ‘en barışçıl’ beşinci büyük silahlı gücünü, ‘müslüman teröristlere’ silah satarak gaza getiren ve kendisi de bir Müslüman olan silah tüccarı ve sonrasında kapanan diyalog kapıları… Tahlil için hikâyeyi bize anlatacak güvenilir ve ‘çok akıllı’ arkadaşların olması kâfidir; yoksa emperyalizmmiş, korsan devletmiş, Siyonizm’miş, Ortadoğu’daki ABD üssüymüş bunların hepsi fitnedir, nifaktır… “Saldırının özellikle yaşadığımız çağ itibarıyla beşeriyetin ulaştığı medeniyet seviyesinin mantıklı, makul ve insanî çözümlerin birlikte bulunacağına
inananlar üzerinde etkisi daha sarsıcı olmuştur. Kendimi onlardan biri sayarak yaşadığım derin acıyı ifade etme, insanî çözümler aramada daha ısrarcı olma ihtiyacı hissediyorum…” Gazze’ye düzenlenen son İsrail saldırısı hususunda beyanda bulunan ‘üstadın’ sözleri bunlar. ‘Gönül gözü yeni yeni açılan’ bir fani olarak ben de aynı hissiyatı paylaşıyorum. ‘Diyalog’ diyorum, hoşgörü diyorum, anlamadan etmeden kınamak, lanet okumak evrensel uzlaşı ve entegrasyon-kombinasyon-asimilasyon yollarını tıkar ve insanoğluna kurtuluş için “One Solution, Revolution” gibi gayet fena ve zararlı bir meûrenin tebelleş olmasına sebebiyet verir, bunu kökü derinlerde ve hala canlı bir tehdit olarak telakki ediyorum. Yaşasın İctihâd ve Telakki!.. “Yeryüzünün en eski yerleşim merkezinde, en kadim medeniyetlerinden birini kuranları temsil eden bir devletin, kuvvetten başka çözüm yolu tanımıyormuş gibi davranması düşündürücüdür.” ‘Üstadın’ dediği gibi durum sadece düşündürücüdür. Tüm diyalog ve uzlaşı erbapları, iyilik ve sevgi ‘düşünücüleri’ oturup düşünmelidirler, hatta arzu eden konu hakkında istiareye de yatabilir. Mühim olan uykudayken bile gönül gözünü kapatmamak ve dahi kırpmamaktır. Bu kadim medeniyet Sabra-Şatilla’yı, Beyrut’u, Refah’ı, Han Yunus’u önceden nasıl makul bir şekilde izah ettiyse Gazze’yi de öyle izah edecek bir yol bulacaktır. İsrail kadimdir, maliktir, alîdir…
Mefkûremin ince gülü
Yeryüzünde cehennemi yaşayan Müslüman toplumların ve bu toplumun bir kesiminin zaaan, zilletten her türlü mağduriyetten kurtuluşunun yolunun ‘doğru dürüst insan olmaktan’ geçtiğini, doğru dürüst insan olmanın da ‘Allah’a kullukla’ ilgili olduğunu belirtiyor ‘üstat’… Tebarüz ettirilen şüphesiz hakikattir, gerçektir, kuşkusuzdur. Emperyalizm, Büyük Ortadoğu Projesi, Yeşil Kuşak lafügüzaır, aslolan ‘doğru dürüst insan olmak’, tüm şeytani, şehevi, dünyevi ‘izm’leri başımızdan savmaktır. İşte o vakit insan ‘bir gülün yaprakları üzerinde süzülen tertemiz bir çiy damlasının’ vecdiyle titreyip kendine gelebilir… Nihayet, ağzımdan herkesin ilk olarak benden duyacağı, büyük bir idrakin kelimelere bürünmüş hali olarak şu cümle artık dökülebilir: “De te fabula narratur…” Yani diyorum ki: “Anlatılan, senin aklının ve vicdanının nasıl ‘hoş edildiğinin’ hikâyesidir…”
9
Bir Yahudi devrimcinin Filistin
F
ilistin’de süregelen korkunç olaylarla ilgili birkaç fikir beyan edip Türkiye halkına seslenme fırsatı verdikleri için RED editörlerine teşekkür etmek istiyorum. 1968 yılından, 15 yaşımdan beri yani bilincimin açık olduğu hayatımdan itibaren bir sosyalist ve ateistim. Ailem, ‘Yahudi Soykırımı’ndan önce Brezilya’ya gelen Doğu Avrupa Yahudilerindendir ve 1970 yılında Filistin’de geçirdiğim bir yıl boyunca Siyonizm’le ilgili kısa bir deneyimim oldu. Orada, Filistinlilere yapılan zulmü yerinde görmek, Siyonizm’de olduğu gibi ırkçılığa dayanan sosyalist bir ideoloji, mücadele ya da rejim olamayacağını anlamamı sağladı. Bu nedenlerden dolayı, bir sosyalist olarak, İsrail’in politikalarına karşı savaşmaya karar verdim. Yahudi soyundan geldiğim için Siyonistlerin ‘büyük felaket’ten kurtulanlar namına konuşmalarına izin vermemeyi ahlaki bir zorunluluk olarak gördüm. Gazze’deki soykırım şimdi başlamamıştır, evveliyatı geçen yüzyılın başından beri süregelen, Siyonistlerin Filistin halkının malını-mülkünü zapt ettiği uzun tarihi süreçle bağlantılıdır. İsrail ve Siyonizm’in gerçek doğası hakkında tüm dünya televizyonlarında ve internet sitelerinde yer alan şok edici görüntüler, yıllar boyu sabırla yapılan açıklamaların yer aldığı tonlarca belgeden daha dokunaklıdır. Suçlarından dolayı Siyonist devletin başındakiler savaş suçlusu olarak yargılanmalı ve Siyonist devlet bir ‘parya’ gibi boykot edilmelidir. İsrail, kapitalist olsa bile, normal bir ülke değildir. Sömürgeci ve etno-ırkçı bir varlıktır; kısacası, temel amacı, yönetimi İngiltere’ye verilen ‘Milletler Cemiyeti’ bölgesini anımsatan, ‘Manda Filistin’ olarak bilinen topraklarda ‘daha fazla toprakta daha az Arap’ olmasıdır. Irkçı bir devlet olan İsrail kendisini ‘Demokratik Yahudi Devleti’ olarak tarif ederken, bu sadece nüfusunun bir kısmını ifade etmektedir. Gazze’deki mevcut uygulamalar Yahudi nüfusun içinde büyük bir sosyal karmaşayı kışkırtmıyor ise sadece bu özellikler İsrail’in nasıl alçakça davrandığını açıklayabilir. Aksine bugün İsrailli Yahudilerin büyük bir oranı ‘Gazze Operasyonu’ olarak adlandırdıkları şeyi desteklemektedir. İsrail’de solcu olarak bilinen yazar Abraham Yehoshua gibi insanlar bile, ‘‘Filistinlilerin ıstıraplarını sürdürülebilir kılma kabiliyetinin bizimkinden daha yüksek ve bu da onları daha güçlü kılıyor. İnsanlar bunu anlamak zorunda. Bu yüzden, füzelerin durdurulması gerektiğini onlara anlatmak için karşılığımız daha büyük olmalı. Dengeli bir karşılık onları etkilemeyecektir.
10
ve Gazze’deki kardeşlerine karşı uyguladığı politikaya karşı sokaklarda gösteri yaptığında vurularak ya da tutuklanarak ordu tarafından canlarından bezdiriliyor. Ve son olarak, İsrail’de ırklar arası evlilikler de, işgal edilen bölgelerde ve İsrail’de yaşayan Filistinli ailelerin birleşmeleri de yasaklanmıştır. Ortadoğu’daki tek demokrasi işte budur...
1967 sonrasındaki yeni durum
Sınırı geçişlere kapadık, elektriklerini kestik ama onlar hala füzeleri durdurmadılar,’’ şeklinde konuşuyor. (EL Pais, 4/1/09) Eğer bunlar barışçılarsa… 1948 yılında Birleşmiş Milletler Filistin’in haksızca bölünmesine karar vermiş, nüfusun 1/3’ünü oluşturan Yahudilere toprakların, büyük kısmının verimli arazilerden oluştuğu, yüzde 56’lık bölümü verirken, Filistinlilere tarihi Filistin’in sadece yüzde 44’lük kısmını bırakmışlardır. Bundan sonra İsrail, Ben Gurion ve liderleri tarafından tasarlanan ‘Plan D’nin uygulanmasıyla, atabilecekleri kadar çok Filistinliyi ülkelerinden atmaya ve gasp edebilecekleri kadar çok toprak gasp etmeye yönelik olarak, nüfusunun çoğunluğunu etnik arındırmadan geçirmeyi tartışmaya başlamıştır. Daha sonra İsrail ordusunun önde gelenleri, Filistin nüfusunun yüzde 75’ini, 700 bin insanı yaka paça sürgün etti ve bugün evlerine dönmelerine izin verilmeyen 4 milyonluk mülteci böyle meydana geldi: Yüzlerce köy yok edildi, Deir Yasin köyünde olduğu gibi birçok katliamda köylüler öldürüldü, Ramle ve Lide şehirleri gibi bütün şehirlerin nüfusu azaltıldı ve Yahudilerle nüfus yenilendi. İsrail asla bu suçunun gerçek nedenini itiraf etmedi, asla mültecilerin geri dönmesi hakkında tartışmayı kabul etmedi ve bu, son 60 yıl içindeki Filistin mücadelesinin asıl nedeni oldu. Ülke liderlerinin öne sürdükleri bahaneler bile, İsrail’in etnik temele dayanan ırkçı doğasını açığa çıkarıyor: Mültecilerin geri dönmesi, ‘Yahudi üstünlüğü’ne dayanan ülkedeki egemenlik
dengesini bozabilirmiş. Bu, Güney Afrika’daki ırkçılık rejimiyle neredeyse bire bir kıyaslanabilir. İki ülke de birbirine çok benziyor, fakat İsrail daha kötü, çünkü sadece toplumsal ayrımcılığa dayanmıyor, aynı zamanda Amerikalıların Kızılderilileri yurtlarından edip ‘rezervasyon’lara (toplama kamplarına) hapsetmesi gibi, yerli halkı toprağından sürüyor. İsrail’in temel kanunu- bir anayasaları olmadığı halde- dünya üzerindeki bir Yahudi annenin çocuğunun İsrail’e dönme hakkının olduğuna dayanan ‘geri dönüş yasası’ diye adlandırılan ve toplamda Yahudi nüfusunun yüzde 5’i geçmediği o bölgede nesiller boyu yaşamış ve buradan uzaklaştırılmış olan Arap yerli halkını bölgeden mahrum eden bir yasadır. Bölgenin yaklaşık yüzde 92’si Ulusal Yahudi Fonu’na aittir ve Yahudi olmayanlara satılması yasaklanmıştır! Filistinli İsrailliler orduya hizmet edemezler ve sonuç olarak iyi işlere sahip olamazlar. Onların bütçelerinde ağır bir ayrım yapılmaktadır ve onların köyleri ve komşuları ülkenin en fakirleridir. Onları Ürdün’e transfer etmek için Siyonist seçkinleri arasındaki çekişmelere bağlı olarak az ya da daha çok sürekli gözdağı verilmektedir. Şu anki hükümetin parti lideri olan Avigdor Liberman tarafından da açıkça savunulmaktadır. En son kepazelikleri de bir Yahudi Devleri olarak Arap partilerinin Gazze’deki kardeşlerine karşı olan sempatilerinden dolayı İsrail seçimlerine katılmalarına izin verilmemesidir. Bu yasal sorunların yanında, Arap nüfus her gün sürekli olarak devletin Batı Şeria
İsrail, 1967 savaşındaki zaferden sonra, manda altındaki Filistin’in kalan kısmını da ele geçirdi. Fakat bu kez 1947-48’den ders almış olan Filistinliler bölgeyi terk etmedi ve inatla bu yeni sürgün basıncına karşı direnmeye başladılar. Filistin’in yeni efendileri, yani Siyonistler, Yahudilerin mutlak çoğunluğuna dayanan bir ülke hedefiyle, milyonlarca Arap’ın varlığı gerçeği arasında bir denge sağlamak zorundaydı. Savaş bittikten kısa bir süre sonra çalışmalarına başladılar: Kudüs İsrail topraklarına katıldı, Batı Şeria sömürgeleştirildi ve özellikle su kaynakları olmak üzere doğal kaynakları kontrolleri altına aldılar. İşgali takip eden 20 yıl boyunca, Filistinlileri ucuz iş gücü kaynağı olarak kullandılar. Benzer şekilde, 1948’deki Nakba’nın tekrarı için hiçbir politik durum yokken ‘ağır çekim fakat acımasız etnik temizlik’ diye de adlandırılabilen uzun vadeli tahliye planları uygulanmaya başladılar. Birçok alan kamulaştırıldı ve binlerce göçmene, el konulan bu bölgelerde kolonileşmeleri için büyük maddi yardımlar yapıldı. 1987’de Filistin halkının ilk kitlesel başkaldırısı İntifada, ‘durgun işgal’ denilen dönemin artık bittiğini ve Siyonist varlığı korumak için yeni pratik düzenlemelerin yapılması gerektiğini gösterdi. Birleşmiş Milletler tarafından desteklenen 1994’te, sponsorluğu ABD tarafından yapılan Oslo Antlaşması’nda, Siyonistler o dönemde tartışmasız tek Filistin önderliği olan Filistin Kurtuluş Örgütü’ne, Filistin’in yaklaşık yüzde 22’sinin kuşkusuz yarıözerk ve güçsüz bir Filistin otoritesi tarafından yönetilmesi önerisinde bulundu. Siyonistler, Kudüs de dahil olmak üzere işgal altındaki bölgelerden çekilme ya da bütün mültecilerin geri dönüş hakkı gibi temel sorunlarla ilgili hiçbir çözüm için taahhütte bulunmadı. Maalesef, Yaser Arafat başkanlığındaki Filistin liderleri, ilk İntifada’nın enerjisini bir kukla rejim hayaline feda ederek bu öneriyi kabul etti; oysa bu öneride hiçbir gerçek iktidar ve gelecek yoktu. Son yüzyılın ileriki yıllarında, İsrail göçmenlerin sayısını ikiye katladı ve özellikle Yahudiler için anayollarını
WALDO MERMELSTEIN
sorunu üzerine fikirleri... bilinçli bir ağ halinde tamamladı ve buradaki hayatı mutlak bir kontrol altında tutabilmek için Batı Şeria’yı bir, iki ve nihayet üç parçaya bölen yüzlerce kontrol noktası oluşturdu. 2000 yılı içinde Başbakan Ehud Barak sözüm ona Arafat’a büyük bir anlaşma teklif etti, ki bu işgal altındaki bölgelerin yüzde 95’e ulaşmasını sağlayacaktı. Ilan Pappe gibi birçok İsrailli Yahudi entelektüeli içeren çoğunluğun açıkladığı gibi, bu öneri komşu bölgeleri ve Kudüs’ü içermiyordu, mülteciler konuşulmuyordu, sadece Filistinlileri tekrar kandırmak için bir hile ya da uzlaşmaz yüzleri ile yeni bir saldırıydı. Oslo antlaşmasındaki hileyi kabul eden Arafat bile bunu kabul edememişti. Onlarca yıl boyunca geniş kapsamlı bir çözüm bulunamamasından kaynaklana hayal kırıklığı ve işgalin baskısındaki artış ikinci İntifada’yı tetikledi. İsrail’in cevabı ise bugünkü Gazze katliamını planlamak oldu: Binaların bombalanması, cinayetler, yargısız infazlar ve Batı Şeria’daki gibi olağanüstü hal yasakları... Yeni bir devasa yapı inşa edildi: Batı Şeria’da Yahudilerin yaşadığı yerleşimleri içine alan ve Doğu Kudüs’ü buradan ayıran utanç verici Dev Duvar. Batı Şeria büyük bir hapishane haline geldi. Peki Gazze ne olacak? Gazze için Siyonistler, “Gazze yerin dibine batar inşallah,” diyen sözde barışsever İzak Rabin tarafından tasarlanan politikayı uygulaya geldi. 1990’ların başında Gazze abluka altına alınmaya ve açlıktan kırılmaya başladı. 2005’te Şaron, 8 bin Yahudi göçmeni geri çekip Gazze’nin nüfusunu kapatarak burayı, 1,5 milyon insanın periyodik olarak suyunu, elektriğini, yiyeceğini kesebildiği, kontrolün İsrail’de olduğu dünyanın en büyük açık cezaevi haline getiren ‘ilişki kesme’ saçmalığını formüle etti. En son saldırı, nüfusu, Amerika’nın en modern silahları tarafından sağlanan tanklar, büyük toplar ve uçakların bombardımanlarına maruz bıraktı. 1300’den fazla insan öldü, sayısız kişi yaralandı, İkinci Dünya Savaşı boyunca, Varşova gettosundaki Yahudilerin durumuna benzer bir şekilde tüm bir nüfus kuşatma altında ağır acılar yaşadı. Filistinliler, işgale karşı 20. Yüzyılın başından beri süregelen uzun bir direniş geleneğine sahip. 1960’larda, Filistin Kurtuluş Örgütü, siyasal kurumlarının çoğunluğunun temsilcisi oldu. 80’lerde, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün gücünü azaltmak amacıyla İsrail tarafından müsamaha edilen İslami bir örgüt, Hamas’ı yaratıldı ve güçlenerek büyümeye başladı. Ana hedefleri, Filistin Kurtuluş Örgütü’nde
olduğu gibi, Siyonistler tarafından gasp edilmiş bütün hakların iade edilmesiyle birlikte bir Filistin devleti kurmaktı. 1994 yılında küçük bir devletin kurumasının kabulü, birinci İntifadadan dolayı oluşan baskıyı durdurmak ve acımasız genişlemelerine devam etmek için sadece Siyonistlere zaman kazandırdı. Bugün gelinen noktada, Siyonist devletin devamlı genişlediği mevcut koşullarda İsrail’e komşu bir Filistin devleti, çok daha zor gerçekleştirilebilir bir hedef haline geldi. Tarihsel ve güncel nedenlere bağlı olarak, bugün bölgedeki tek mümkün çözüm, Filistinli Arapların ve İsrailli Yahudilerin birlikte yaşayabileceği tek bir ‘laik’ devlettir. Bunun için tam da Siyonist devlet yapısı yıkılmalıdır. Siyonist propagandanın aksine, bu İsrailli Yahudilerin ihracı anlamına gelmiyor. Eğer milyonlarca Yahudi son on yıllar boyunca Filistin’e yerleşebildiyse; ırkçı olmayan, laik ve demokratik yeni bir devlet neden tüm Filistin’deki Filistinli mültecileri kapsayamasın? Açıkça, uluslararası, büyük bir yeniden yapılandırma planı olmalıdır çünkü 1948’deki bölme ile Birleşmiş Milletler, Siyonist yayılma için kapıyı açmıştır. Bir sosyalist olarak, bölgedeki bütün siyasal ve sosyal süreçlerin, Filistinlilerin haklarının geri verilmesi için Siyonizm, emperyalizm ve bunlarla birlikte çalışan, halkı ezen gerici Arap rejimlerine karşı birleşmiş Ortadoğu’daki sosyal ve devrimci hareketlere bağlı olduğunu düşünüyorum. Bunların içinde, son yaşanan kriz esnasında Gazze zindanına sınırı olduğu, tek çıkış anahtarını elinde bulundurduğu halde, en azından halkın ve çocukların yaşamını korumak ve açlıktan, ölümden kurtarmak için bile sınırını açmayan Mısır’ın aşağılık tavrına dikkat çekmek gerekiyor. Tüm
bunlara rağmen, İsrail ordusu Filistin hareketini yenilgiye uğratamadı ve Gazze’yi yeniden işgal etmeyi hayal bile edemiyor. Gazze katliamının sonucu, Arap kitleler arasında İsrail’e yönelik giderek büyüyen öeli muhalefet oldu. Ancak İsrail, ırkçı mevcudiyetini korumak ve Filistin halkını soluksuz bırakmak için daha büyük suçlar işlemekten kaçınmayacaktır. Bugünün yakıcı görevi, İsrail’in katil elini kesmek için tüm dünyada Filistin’le dayanışma hareketini büyütmektir.
Yahudilere değil, Siyonizme karşı
Dayanışma hareketi üzerine bir yorum yapmak istiyorum. Hareket Yahudi karşıtı olmamalıdır, İsrail’i, Siyonistleri ve emperyalizmi hedef almalıdır. Bu ayrım birkaç sebepten dolayı çok önemlidir: Birincisi, bu bir din mücadelesi değildir. Filistinliler arasında Hıristiyanlar, Müslümanlar ve laikler bulunmaktadır. Dini inançlarına saygı gösterilmelidir ama mücadelenin sebebi olarak görülmemelidir; çünkü bu yapay ve mücadeleyi bölen bir konudur. Dünyanın farklı yerlerinde kendilerini Yahudi olarak tanımlayan insanların, tüm ülkelerdeki ve toplumlardaki diğer herhangi bir topluluk gibi, farklı fikirleri, farklı sınıfsal aidiyetleri, farklı ideolojik duruşları var. Bundan dolayı, Yahudi düşmanı tutumlar tamamen yanlıştır; bir kere bu aptallık olur. Dünya etnik ya da dinsel farklılıklardan dolayı değil, fakat hakim ve ezilen toplumsal sınıflar, güçlü ve zayıf ülkeler olduğu için kötü bir yerdir. Sosyalistler, Fransa’daki Dreyfus davasından başlayan, Rusya’da Lenin ve Bolşeviklerin Çarlık rejimi altında gerçekleştirilen pogromlara karşı takındıkları tutumla devam eden ve tabii
ki Avrupa’da faşizme ve Nazizme karşı verilen mücadelelerde ifadesini bulan bir çizgi izlemiş, Yahudi düşmanlığının kitleleri gerçek düşmana karşı mücadeleden saptıran bir araç olduğ3unu vurgulamıştır. Bir not olarak düşmekte fayda var; Siyonizm Nazilere karşı koymadı, onlarla görüşmeyi tercih ettiler ve Filistin’e gitme anlamına gelmediği surece Avrupalı Yahudilerin hayatını kurtarmakla ilgilenmediler. İsrail’in kurucusu Ben Gurion, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi çocukların tümünü başka bir ülkeye göndererek kurtarmakla, Filistin’e göndererek çocukların ancak yarısını kurtarmak arasında bir tercih yapması gerekse, ikincisini tercih edeceğini açıklamıştı... Bunun ötesinde bir yorum yapmaya lüzum görmüyorum. Bugüne dek Siyonistler, tüm anti-Siyonist hareketleri Yahudi düşmanlığı yapmakla suçlayageldi. Böyle değildir ve olmamalıdır da. Yahudi düşmanlığı üzerine kurulan bir tavır, Siyonizmin takipçileri üzerindeki etkisini güçlendirecektir: Dünyaya yayılmış Yahudi cemaatleri içinde pek umut verenler bulunmasa da, içlerinde Siyonizmi ve suçlarını teşhir eden sesler çıkmaktadır. Dikkat çekmekte fayda var, Filistinlileri öldürmemek için askere gitmeyi reddeden İsrailli yerleşimciler bulunuyor. Bu anlamda, Hamas savaşçılarının -ne yazık ki, buna İsrail’le işbirliği halindeki El Fetih’i dahil edemiyoruz- Siyonist saldırganlığa karşı verdiği kahramanca mücadeleye rağmen, Hamas’ın bir İslam devleti kurma yönündeki siyasi programı kendini tahrip eden ve hatalı bir programdır. Hıristiyan ve laik Filistinlileri de kapsama ve gelecekte İsrailli Yahudilerin kimi anlamlı kesimlerini kazanma meselesi düşünülmelidir; Filistinlilerin ve Yahudilerin eşit koşullar altında yaşama hedefiyle birleşmesi ve tek bir laik devlet çatısı altında gasp edilen hakların geri alınması başka nasıl gerçekleşebilir ki? Bunun yanı sıra, dünyadaki İslamcı devletler birer toplumsal adalet modeli oluşturmuyor; tersine, adaletsiz kapitalist yapıyı koruyor ve yeniden üretiyorlar ve\veya Iran, Suudi Arabistan ya da Körfez ülkeleri gibi emperyalizme hizmet ediyorlar. Filistin’le dayanışma hareketinin stratejisi oluşturulurken bu durum dikkate alınmalıdır; çünkü Vietnam savaşında ve Güney Afrika’daki ırkçı apartheid rejimine karşı mücadelede olduğu gibi, Siyonizme karşı mücadele de birkaç farklı alanda yürütülmelidir; esas yük Filistin halkının ve Arap kitlelerinin omzundadır ve dayanışma hareketi İsrail’deki ve Batı’daki Yahudileri kapsama konusunda da çok önemli bir rol oynamalıdır…
11
GÜN ZiLELi
-KONUK YAZAR-
Bağışlamadığım tek şey, gençliğinde ‘hakim sınıf klikleri’ üzerine kılı kırk yaran yazılar yazan Halil Berktay’ın, bu kliklerin en başında Sabancı ve Koç gibi büyük patronları görürken, hayatının ileri safhalarında bu kliklerin bizzat emrine girmesi, onların maaşlı yazarı haline gelmesidir.
1
Çapkın hırsız ve Ergenekon
950’lı yıllarda İstanbul’da yaşayanlar anımsar, bir ‘çapkın hırsız’ efsanesi İstanbul’u neredeyse bir yıl boyunca çalkalamıştı. Bu öyle bir ‘çapkın’ hırsızmış ki, girdiği evlerde hem yükte hafif, pahada ağır ne varsa götürüyormuş, hem de evin hanımıyla ya da genç kızıyla hoşça vakit geçirmekten geri kalmıyormuş. Büyük yetenek! Büyük cüret! Ama tabii, bütün bu tür dehşetengiz efsanelerde olduğu gibi, halkın da tahayyülüyle iyice absürtleşen bir palavra! Bu palavra nasıl ortaya çıktı ilk, kimse bilmiyordu, ama ‘çapkın hırsız’ bir ‘gerçeklik’ olarak her an yanı başımızdaydı. Muhtemelen ilk ortaya çıkışı, gerçek bir çapkının, evin beyi aniden çıkageldiğinde evden kaçışı sırasında, evin hanımının, pencereden atlayıp kaçan gölgenin kendisine de sarkıntılık eden bir hırsız olduğunu iddia etmesiyle olmuştu. Tabii, bu efsanenin yayılmasının, çapkınların ve sevgililerinin işine yaradığına kuşku yok. Aaaa... O gölge mi, çapkın hırsız olmalıydı... Bu, polisin de işine gelmişti. Bütün faili meçhul hırsızlık ve tecavüz olayları, artık kolektif bir varlığa dönüşmüş ‘çapkın hırsız’ın üstüne yıkılır, böylece dosya kapanırdı. Tabii bir süre sonra, Aziz Nesin’in Fil Hamdi öyküsünde olduğu gibi çok sayıda “çapkın hırsız”ın yakalanmaya başlamasıyla işin suyu çıktı. Bir yaz gecesi ‘çapkın hırsız’ bizim mahallede de (Arnavutköy, Vezirköşkü Sokak) arz-ı endam etti, daha doğrusu ettiği rivayet olundu. En çok eğlenenler biz çocuklardık tabii ki. Bulaşıcı kolektif korku biz çocukları ne eğlendiriyordu anlatamam, hem korkuyor, hem de bu oyunun bitmemesi için dua ediyorduk. Mahallenin gençlerinin ve büyüklerinin hali ise işin en eğlendirici yanıydı. Hepsi ciddi ciddi el fenerleriyle, lüks lambalarıyla ve sopalarla teçhizatlanmıştı, bacaklarında da pijamaları eksik değildi elbette. Birisi, “İşte orada!” diye bağırıyordu karanlığa doğru ve bütün bu ‘kahramanlar’ sürüsü o yana koşuşuyordu, biz ufaklıklar da arkalarından tabii. Tam bir kolektif paranoyaydı bu. Bedava kahramanlara ise gün doğmuştu! Şu günlerdeki, gerçek failler tarafından körüklenip devletin suçlarını iyice görünmez hale getiren Ergenekon kolektif paranoyasına ne kadar da benziyor. Önce devlet içindeki kliklerin kapışması olarak başladı, şimdi ise, ne idüğü belirsiz ve inandırıcılıktan uzak bir hırsız-polis oyununa ve ulusal paranoyaya dönüşerek devam ediyor. Medyadaki gayretkeş liberalleri okuduğum zaman, karanlıklara doğru ellerinde fenerlerle ve sopalarla koşuşan pijamalı erkek sürüsünü hatırlamadan edemiyorum. “İşte ha, şu taraa!” deyip,
12
hepsi birden o tarafa koşuşturuyor, imaj aynı, gerçekten aynı. ‘Seçilmiş’ (valla ben seçmedim, kendimi tenzih ediyorum) hükümete karşı darbe yapmak isteyen bir örgüt varmış. Bu ne biçim darbeci bir örgüttür ki, silahlarını yedi kat yerin altına saklıyor. Şöyle bir manzara düşünebiliyor musunuz: Darbe gecesi, ülkenin çeşitli yerlerinde kazılar yapılıyor. “Ne oluyor kardeşim burada, yeni metro mu açılıyor?” “Hayır beybaba, bu gece darbe yapacağız da silah çıkarıyoruz...” Darbecilerin en beceriksizi olarak bilinen Talat Aydemir bile böyle bir saçmalık yapmamıştı. Silah uzmanlarının açıkladığına göre ise, gazeteye sarılan silah yeraltında iki günde küflenir, paslanır, işe yaramaz hale gelirmiş. Silahı yeraltında korumak için kilolarca balmumu gerekirmiş. Biz ‘çocuklar’, dinlediğimiz masala inanmak istiyoruz da, masalcı teyzede iş yok, hiç inandırıcı değil. Karanlığa doğru, “Aha kaçıyor!” diye koşuşturan ‘liberal mahallelilerden’ çoğunu tanıyorum, çoğu eski ‘mahalle’ arkadaşım. Bunlardan biri olan Halil Berktay’ın bir yazısını okudum geçenlerde. Medyada boy göstermediğim, popüler olmayan, hatta anti-popüler yayınlarda ve sitelerde yazdığım için beni okuyacağını sanmazdım, okumuş demek, şerefyab oldum!
Adımı vermeden beni, ‘herkesekon’ diyerek, Can Dündar’ın ‘heryerekon’ benzetmesinin kötü bir taklitçisi olmakla suçluyor. Kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi! Bir arkadaş hatırlatana kadar Can Dündar’la benzer bir kelime oyunu yaptığımın farkında değildim oysa, yani Can Dündar’ı okumamıştım, okusaydım, bir anlamda ikinci baskı yapmayacak kadar feraset sahibiyim elbette. Ama ömrü boyunca, Çin’in Peking Review dergisinden aşırmacılık yapmış ve çalakalem bir sürü şey yazmasına rağmen, hayatı boyunca tek satır orijinal fikir ileri sürme yeteneği gösterememiş Halil Berktay’ın, benim de kendisi gibi aşırmacılık yaptığımı sanması doğal, bu yüzden kusurunu bağışlıyorum. Bağışlamadığım tek şey, gençliğinde ‘hakim sınıf klikleri’ üzerine kılı kırk yaran yazılar yazan Halil Berktay’ın, bu kliklerin en başında Sabancı ve Koç gibi büyük patronları görürken, hayatının ileri saalarında bu kliklerin bizzat emrine girmesi, onların maaşlı yazarı haline gelmesidir. Oysa hayat ne kadar kısa, değer mi? Kubbede hoş bir sada bırakmak varken. Hadi yine Halil Berktay yıllar yılı bu alanlarda, taklit, kopya falan iyi kötü kalem oynatan birisi. Ya şu İsmet Berkan nereden çıktı? Gecekondu adı Türkçeye özgüdür ve çok orijinaldir. “O tepede bir ev falan yoktu, nerden çıktı
öyle aniden?” “Gece kondu abi...” Şu halkın yaratılıcılığına bakın. Bir gecede ev konar da, yazar konmaz mı? İşte İsmet Berkan da böyle bir gecede konan yazarlardan. Gecekondu yazar! Adını sanını kimse bilmez, geçmişini kimse bilmez, nerden gelir, nereye gider kimse bilmez. Bir gecede Radikal adlı radikallikten uzak gazetenin başköşesine konuverir. Geçen yıl, kızım Irmak Zileli’nin bir yazısını köşesinde yayımlaması münasebetiyle tanıştığım Derya Sazak’la görüşmeye gitmiştim. Sadece bir tanışma ve siyasi durum üzerine bir değerlendirme görüşmesiydi. O sırada Ergenekon davası bu kadar zırvalamadığı için ikimiz de ‘acaba’ havasındaydık, sadece ben bazı kuşkularımı belirttim diye hatırlıyorum. Derya Sazak, beni Aydın Doğan medyasının yazarlara ayrılmış lokanta bölümünde yemeğe de davet etti, sağ olsun. Yan masada siması yabancı gelmeyen üç şahıs daha yemek yiyordu. ‘Önemli’ yazarlardan oldukları her hallerinden belliydi, kanaat önderlerimize şöyle bir baktım, bizleri biçimlendiren, kafalarımızı yönlendiren bu ünlü olması gereken şahsiyetlere. Nerden bileyim Derya Sazak’ın beni onlarla tanıştıracağını, ne haddime. Ama gerçekten tanıştırdı. İsmet Berkan’ı o zaman tanıdım. Papağana benzeyen suratını (gerçekten papağanları küçümsemek gibi bir tavrım yok, sadece benzetme olarak alın) bana çevirme lütfunda bulunan İsmet Birkan, “Ha evet, duymuştum adınızı,” dedi, “Fukuyama’nın Tarihin Sonu kitabını çevirmiştiniz, değil mi?” Yani bu kadar olabilir. İnsan hiç değilse kendine yol gösteren en önemli ‘ders kitabı’nın çevirmenini karıştırmaz. Eti senin kemiği benim diyerek kanaatlerimizi teslim ettiğimiz kanaat önderimizin bu yanlış kanaatine çok bozuldum ve hemen düzeltmek gereğini duydum: “Hayır, sanırım karıştırıyorsunuz, öyle kitapları asla çevirmem.” “Hımmm,” dedi ve yürüdü gitti, ne özür dilemek, ne bir şey. Hadi benden özür dilememesi bir şey değil de, bu kanaat önderimiz, bizi her gün irşat edip kafamızdaki pürüzleri gidermek için elinden geleni ardına koymayan yazarımız, eğer yazarlığa ilişkin diğer işlerinde de bu kadar dikkatsizse ve sapla samanı birbirine böylesine karıştırıyorsa vay halimize diye düşünmekten kendimi alamadım. Evet, itiraf edeyim, şahıslarla uğraşmak biraz hoşuma gider. Birilerine bir şeylerden dolayı takmışsam bir parmağıma dolarım ki, demeyin gitsin. ‘Çapkın hırsız’ avına çıkmış eli sopalı ve fenerli kanaat önderlerimizle ilgili daha çok anılarım, onlarla ilgili söyleyeceğim çok şey var...
BURAK SÖNMEZER
Darbesel ortamlar geldi bayan!..
E
sas şimdi darbe için ortam hazırlanmıştır. Ergenekon denen zırvayla bir askeri darbe için gerekli ortam oluşturulmuştur. Operasyonlar bütün saçmalığıyla devam ederken bütün mantığı açığa çıkmıştır. Ergenekon açıkça adım adım ilerleyen bir operasyon değildir. Söz konusu olan baştan itibaren planlı, programlı yürütülen bir polis operasyonudur. Tabii polis operasyonu dediğime bakmayın. Böyle bir operasyonun organizasyonunu yapabilecek zekâ, ne polis içinde mevcuttur ne de bu devletin başka bir kurumunda. İşte operasyonun başında bulunan savcı Öz ve ekibi... Bütün operasyonu 2500 sayfa iddianame yazarak ve abuk sabuk bir sürü hukuk dışı
iş yapmak suretiyle aslında berbat etmek üzereler. Üstelik şimdi bir de Tuncay Güney denen adamın ifadelerini ortalığa saçtılar. Bir bomba da budur. Savcıların basbayağı şizofren birinin ifadelerinden yola çıktıkları gibi bir imaj doğmamış mıdır? Ama iş artık tehlikeli bir saaya girmiş gibi gözüküyor. İddianameye göre bu Ergenekon, devletin resmi kontrgerilla örgütlenmesi içinden çıkmış, dejenere olmuş ve hukuk dışında eylemler gerçekleştirmişti. İşte bu
operasyon söz konusu hukuksuz örgütü ortaya çıkartmak ve dağıtmak üzere gerçekleştiriliyordu. Yalnız iş bu kadar basit değildir tabi. ‘Hukuksuzlar’ ortaya çıktıkça, onların ‘hukuk sınırları içinde kalmış’ kimi ilişkileri de ortaya çıkmaktadır. İntihar eden Albay Abdülkerim Kırca olayında olduğu gibi, Ergenekon soruşturması artık her adımda gerçek kontrgerillaya ya da devletin merkezi öneme sahip organlarının kapısına dayanmaya başladı.
Hem enerji, hem de üç çocuk!..
E
fendim bu hükümet evlere şenlik. Enerji Bakanı yeni bir enerji türü keşfetti: Yenilebilir enerji… Diyor ki: “Yenilenebilir enerji konusunda kalorisi çok yüksek bir kaynağımız var, o da fındık. Kalori hesabı yaparsanız bir gramında 646 kalori var. Doğalgazı, kömürü yiyemezsiniz; ama bu kaynağımız aynı zamanda bize üstünlük sağlayan bir kaynağımız. Yenilenebilir enerji konusunda da eğer bunu yaygın bir şekilde kullanabilirsek, bir kere üşüme derdimiz olmayacak. Hiem biliyorsunuz, fındık başka işlere de yarıyor... (Burada aganigi-maganigi kastediliyor.)” Tabii insanın inanası gelmiyor. Nereden başlasak bilmiyorum ki… Allahım aklıma mukayyet ol yarabbi; “Doğalgazı kömürü yiyemezsiniz” diyor yahu. Sanki biri çıkıp kömürlü yaprak sarması tarifi istemiş de o da “Yok o yenmez” diyor. Hadi kömürü geçtik. Peki doğalgaz neyin nesi? Gaz zaten yenmez ki. Allame-i cihan olsan gaz yiyemesin
O kapıları açmak ne AKP’nin ideolojisine uygundur ne de gücüyle orantılıdır. Bu işi yapabilmek için darbeye karşı direnmeyi ve sıcak bir iç savaşı göze almak gereklidir. Oysa davayı organize edenler baştan beri Genelkurmay’dan ve MHP ile Ülkü Ocakları gibi faşist yapılanmalardan özellikle uzak durmaktadırlar. Ama savcıların her kıvrak hareketinde, mutlaka bir tarafları hassas bölgeleri uyarıp durmaktadır. Tahammül sınırlarını yakında, öyle ya da böyle göreceğiz. Bu arada bütün bu süreçten memleketin hayrına bazı şeyler de çıkmadı değil. Artık çinko, demir, bor gibi zengin yer altı zenginliklerimizin içine bir de el bombası madenlerini ekleyebiliriz. ..
Katliam alaşımlı artiz kırması
kardeşim. Adı üstünde, gaz bu. Bakan bütün bunları kahvede falan da söylemiyor ha; yanlış anlamayın. ‘1. Ulusal Enerji Verimliliği Forumu’ diye bir şey yapılmış; koca koca bankalar, bir sürü yerli yabancı şirket, televizyon kanalları sponsor olmuş, üniversite hocaları falan var organizasyonda… İşte tam burada Bakan çıkıyor diyor ki, “Biz,” diyor “AB’ye doğalgaz satabilecek durumdayız.” Memlekette doğalgaz olmadığına göre ‘nası satacaz?’ Eldeki doğalgazı satacaz. E biz napacağız? Nası ısınacak bunca insan? Fındık yiyerek… Hayret… Allah akıl fikir versin. Doğalgazı kömürü yiyemeyiz ama bu kaynağımızı yiyebiliriz diyor. Gramında 646 kalori var. Yahu bakan makan geçtik, koskoca adam böyle şeyler söyler mi? Yani konuşma yapmak mecburiyetinde misin? “Hayırlı olsun” de, “Ben bu mevzulardan pek anlamıyorum,” de. Ne karıştırıyorsun kardeşim yenilebilir enerji diye fındığı fıstığı?
A
tilla Olgaç meselesi patladı geçenlerde. Adam diyor ki “Kıbrıs savaşında 19 yaşında elleri bağlı bir Rum esiri alnının ortasından vurdum…” Nedeni ise karışık… Bir diyor emir böyleydi, bir diyor bana hakaret etti… Sonra da sanatçı olduğu için çok etkilendiğini söylüyor. Yalnız tabi sanatçı olabilmek için aslında ölümlerden önce bir duyarlılığa sahip olmak gerekir ama neyse diyelim. Bunları geçelim. Esas mevzuu başka… Ertesi gün herhalde buna birileri, “Senin bu söylediklerin savaş suçu sayılıyor,” gibi bir şey söylemiş olacak, artiz kırması çıkıp “Yok yok, valla senaryo yazdım, attım, yalan söyledim” diye yırtınmaya başladı. Taa Kıbrıs’tan, oradaki Devlet Tiyatrosu yetkilisi, kendisinin Olgaç’a torpil yapıp askeriyenin mutfağına aldırdığını bildirdi. Mashar Alanson da “Yok yav, bana askerlik anılarını anlatmıştı, hiç öyle bir şey yok” diyerek Atilla Olgaç’ın yalan söylediğini onayladı. Tam acayip yani… Yalnız kardeşim sanatçı mısın seri katil mi? Normal adam böyle bir yalan atar mı yahu. Adamın hayal dünyasına bakın: “Alnından vurdum, ertesi gün yine vurdum, bununla da kalmadım 10 kişiye tamamladım, akşamları da et yiyemedim…” Boşan da semerini ye… Lahey’de vejeteryan tabağı ye.
Bakkal dükkanı mı yönetiliyor arkadaşım?!
B
aşbakan öyle soruyor: “Bakkal dükkanı mı yönetiyoruz?” diyor. Faşist İsrail orduları Gazze’yi yakıp yıkarken, İsrail’le ilişkilerin kesilmesini isteyenlere sert çıkıyor. Tabii başbakanın sert çıkışlarından başka bir çıkış yönteminin olmadığını daha önce yazmıştım. Külhanbeyi edası onun esas meşrebini gösteriyor. Yalnız elin faşisti yer mi?.. Yemez. Başbakanın İsrail’e esip gürlemesine, kimi AKP’lilerin neredeyse soykırım lafını kullanmalarına karşılık, sıradan faşist Livni, Türkiye’de yakında bir
seçim olduğunu söyleyivermiş. Yani, “Bakmayın siz Tayyip’e,” diyor; “Üç ay sonra kedi gibi olur o…” Ardından da İsrail burjuvazisi bizimkilere, ‘ayağınızı denk alın’ salvoları atıyor. Ticari ilişkileri kesmekle, turist yollamamakla tehdit ediyor. “Boykot ederiz haa!” diyor. Onlar da biliyor, kasası dolar dolu olduğu halde Türkiye’nin meteliğe kurşun attığını. Yalnız şu dükkan meselesi pek önemli bir ayrıntı. Tayyip, bakkal dükkanı yönetmediğini söylerken aslında hükümetin ve devletin
burjuvazinin işlerini yürüten bir ‘komite’den başka bir şey olmadığını söylüyor. Babasının işinin başında değil ki adam. İş, başkasının işi; devlet, başkasının devleti. Üç yüz beş yüz çocuk öldü diye Türk burjuvazisinin işlerine taş koymaya kimsenin gücü yetmez. Ama faşist Livni haklı, yakında seçim var… Allah muhafaza, Erbakan’ın ruhu AKP’yi gerçek bir bakkal dükkanına çevirebilir.
13
VESiLE ÖZDEM
Ergenomik bir inceleme -bi katkım olsun diyedir-
S
evgili savcıcııım Zekeriya Öz… Neredeyse herkesler geldi geçti önünden-arkandan… Hâlâ ve kendi adıma heyecanla ve merakla beklemekteyim; mesela Tansu Çiller’i, Sedat Bucak’ı ya da Mehmet Ağar’ı niçün ağırlamazsın ÖZkonağında?.. Bunları da görürsem eğer, cidden inanacağımdır şu ergenomik yazılıma. Hatta ve hatta Mesut Yılmaz, son günlerde ısrarla diyor ki, “Beni de çağırın…” çağırsanıza!.. N’olur birkaç DALGA da bizler için yapsanız! “Yahu ÖZ çağırdı, lakin son SÖZ göndermedi!.. Eh, n’apsın ki burdan öte!” diye bi söylenti çıkarsa ortaya, bunu da annarız bak!.. Yok, “Bunları çağırırsam, yer yerinden oynar; hatta ve hatta iç savaş bile çıkabilir!..” dersen eğer… Aman be savcıcııım, yer daha ne kadar oynayabilir ki yerinden?.. Ayrıca, sanılmasın ki, düşünüldüğü kadar da aptal değildir bu millet… Nesin’in verdiği yüzdeler üzerinden gidilmesin sakın!.. Azizimiz’in farklı sebeplerle sözünü ettiği yüzdelerdir onlar; bu ergenomik olayda, bu vatanın yüzde 90’ını aptal yerine koymak, aptallığın daniskasıdır… ki onu da, sizin dışınızda birçok kişi zaten görev edinmiştir kendilerine. Aptal yerine konan, yüzdesi her ne ise o kesime de, “Yahu n’oldu denizin fenerine… dangır dungur Fırat’ın şirketlerine… Unkattıran’ın mısırcıklarına, yumurtacıklarına… Gayyip’in gemiciklerine!..” ve daha bilmem nerelerine, ayrıca indim derelerine… Anladığınız üzere sayın savcıcııımız, kafalarımız biraz karışık… Bunda da, medyadan ziyade, ne dediğini anlamakta zorlandığımız ve her gün ‘ne desek de gündemi biraz daha bulandırsak’ söylemini, iktidar-muhalefet ile bunların katmerli karışımı çeşitli DEVLET organlarının açıkça ve her gün yüzümüze tükürürcesine ortalıkta kapışmalarıdır ki, bu kadar ‘açıklık’ bizi iyice zıvanadan çıkartmaya yetip artmaktadır… Ha, sanılmasın ki bunları görmeyelim ve görmeyince de ortalık ‘lay-lay-lom…’ sanalım. İpin ucu bir salınsa daha neler neler duyacağız, göreceğiz… Sahi, niye duyamaz ve göremeyiz ki savcıcııım?! Hani yani her şey bizim şahsi fantezilerimize bırakıldığında daha sevimli görüntüler çıkmıyor ki ortaya!.. Merakımı mazur görün, 70 küsur milyona HUNİ üretebilecek bi fabrika kalmış mıdır ki bu topraklarda?.. (Ahhh, nasssı pişman oldum birden!.. Huni üretimi konusunda Unkattıran sülalesinden herhangi birine ilham verebileceğimden!..) Yani sevgili Zekeriya Öz savcıcııım; sizin şu ergenomik soruşturmada, iki ara bi derede kalmadığımızı anlayabilmemiz adına, yukarıda isimlerini zikrettiğim isimleri de makamınızda bi ağırlasana… Baksana, verdiler altına da ‘hiçbişeygeçirmezi’… Aman ha, sana bi’şey olmasın!... Olmaz da zaten… Hadi be savcıcııım… Yaparsın sen… Nası becerdi İtalya’da Antonio di Pietro!.. Tamam, sen onun gibi tam yetkiyle çalışamıyorsun… Buradakilerin birçoğunun dokunulmazlıkları var… Sorgulaman için ordan-burdan izin almak durumundasın… Yine de denemeye değer… Nereye kadar?.. Arjantin’de ve Şili’de, askeri diktatörlükler boyunca binlerce insan katledildi ve kaybedildi. Kayıp Anneleri, yıllarca kayıplarını aradılar meydanlarda… Kimileri torunlarını buluyorlar kel alaka birilerinin yanında, bilmem kaç yaşında… Kayıpların elbette birçoğu yok! Okyanus’ta… Ben, topraklarımda, Türkiyem’de kaç kayıp olduğunu bilmiyorum. Darbe döneminde gözümüze soka soka yok ettiler insanlarımızı. Kayıpların çoğu -güya- sivil döneme geçişimizden sonra! Nerede oldukları meçhul… Failleri de öyle… Bizler için elbette… Bilen birileri vardır mutlaka… Lâtin paşaları şanslıymış!.. Önlerinde koca bir okyanus; doldur uçağa, boşalt okyanusa… Burada neler oluyor be usta?.. Bunca yıldır, bizim kayıplar!.. Analar burada da denemediler mi kayıplarını aramayı?.. Oralardaki annelerden daha sevgisiz, daha az cesur değillerdi elbette. Ancak bırakmak zorunda kaldılar eylemlerini, ağır baskılar altında! Herkes biliyor o günleri. Sanıldığı üzere ‘hafızasını yitirmiş bir millet’ten ziyade, üzerine gidilemeyen, erişilmez ucube’den korkan bir milletiz ne zamandır… KORKU!... Peki, nereye kadar? Görevli bir ‘yok edici’, kendini yok ediyor… Hemen ardında saf tutuyor bütün GÖREVLİler!.. Yıllardır ‘yok olanını’ çaresizce arayan aileler… Hemen diplerinde ‘KORKU’!.. Kızım, sana söylüyorum… Umarım huzur içinde ve yaşımdan dolayı ölürüm… Bu dileğim, yaşamın hep ‘devrimci kıyısı’nda olanlar için de geçerlidir. Başka türlüsü her anlamda acı verici zaten, değil mi?.. Daha ben bu satırları yazarken, yani hiçbir iletişim kurmamışken ve de hatta anamı da alıp köyümüze gitmişken, girdi kalpaklı bir dede rüyama, dedi bana: Aman ha, sakın inceleme!.. Neyleyim ki çıktı benden… (*) Affedersin abiciim, her şeyi de sana sorar gibi oldum ama n’apayım… Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!..
14
B
aşlığın RED dergisi için biraz ağır kaçtığının farkındayım. Sanki evrensel bir olgunun derin boyutlarını incelemeye girişecekmişiz gibi… Ama hayır, aslında çok basit bir şeyden söz edeceğim. Geçiş dönemleri, hâkim sınıfların eteklerinde yuvalanmış aydınları savurur. Böyle dönemlerde çok sıkıntı çekerler; yazdıklarından ve söylediklerinden emin olamazlar. Uzaktan bakarak hakikati aramaya koşullanmış beyinleri, birbiriyle çelişen veriler karşısında arı kovanına döner; seçim yapmakta zorlanırlar; hangi siyasal kesimlerin aydını olduklarını bilemez hale gelirler. Geçmiş tutumlarını sürdüremezler, yeni tutumları benimseyemezler, oynadıkları atın nasıl bir yarış çıkaracağını bilemezler ya da iyice sevindirik olup saçmalamaya başlarlar.
Üç liberal aydın tipi
Dış kaynaklı yoğun bir psikolojik harbin sürmekte olduğu yurdumuzda, asker gözetiminde laik ve ‘demokratik hukuk devleti’nden, polis denetiminde ideolojik din devletine doğru geçilmekte olduğu şu sıralarda, üç tipik liberal aydın tavrını saptamak mümkündür: (a) Korkudan felç olup karanlıkta ıslık çalanlar; (b) görmezden gelenler; (c) keyiflere gark olanlar. Birinci kategoride yer alanlar sürekli tehdit mesajları almakta; kazılardan çıkan bütün mermileri vücutlarında hissetmekte; öldürücü silahlara hedef olduklarını hayal etmektedirler. Bunlar bir gece evlerinin kapısı kırılarak içeri girileceğini, İspanyol ressam Francisco Goya’nın İsyancıların Ölümü tablosundaki gibi kurşuna dizileceklerini düşünmektedirler. Yazılarında, “Filancaya koruma polisi vermişler, bilmem ki çare olur mu?” gibi yakınmalara rastlanmaktadır. Hatta içlerinden bir bayan, üstelik eşi de Amerikalı olan, F-tipi polise silah zulalarını patlattığı için şükranlarını sunmakta, “Belki de en başarılı yazarımızın, belki de en yakın arkadaşımızın, belki de kendimizin bu soruşturma sayesinde hayatta kaldığını seziyoruz,” diye yazmaktadır. Bir soruşturma birilerinin hayatta kalmasını, birilerinin ölmesini sağlıyorsa, iç savaş başlamış demektir. İkinci kategoride yer alanlar başka tarafa bakmaktadırlar. Mesela, Aydınlık geleneğine Maocu karakterini vermekten sorumlu kişi, Ömer Seyfettin’in milliyetçiliğine takmış vaziyette. Elinden gelse zavallı Ömer Seyfettin’in kemiklerini mezardan çıkarıp üstünde tepinecek. Balkan Savaşları sırasında Sırp ve Yunan cephelerinde savaşan, Yanya Kalesi’ni savunayım derken Yunanlılara esir düşen ve milliyetçi olmaktan başka seçeneği olmayan Ömer Seyfettin’i, yaşadığı dönemde evrensel değerlere bağlı bir liberal olmadığı için deli gibi eleştirmek neyin nesidir? Bu nasıl bir tarihçiliktir? İnsan bu şahsın yazılarını okudukça, derin bir vicdan azabından kaçarken yaşanan o şiddetli psikolojik travma karşısında dehşete düşüyor. Kırk yıl yoldaşlık ettiği kişiler ölüm kalım savaşı verirken, hazret o tarafa bakmamak için kafasını tarihin
derinliklerine sokmuş saklanmaya çalışıyor. AKP’yi destekleyen televizyondaki Nisyan’a İsyan programlarında Müteferrika İbrahim efendiden, patlıcanın tarihsel evrimine kadar her konuda daldan dala uçarken, asıl büyük Nisyan’ın (unutuş) başının etrafında bir hale oluşturduğunu ve kendisini tanıyan herkesin bu haleyi görüp tebessüm ettiğini fark edemiyor. Nihayet üçüncü kategori, telaşlı bir sevinç içinde yazan ve konuşan kıdemli iktidar yandaşı aydınlardan oluşuyor. Daha bir süre önce kendilerine dokunulacağından korkan, andıçlanmış kurban pozlarında hüzünlenen bu kişiler, orgenerallere, yüksek yargıçlara dokunulduğunu gördükçe hem şaşırıyorlar hem de coşuyorlar. Bu kadarını beklemiyorlardı. Savcı Zekeriya Öz’ü bir kahraman olarak yüceltiyor, Tuncay Güney’in her sözünde bir hikmet buluyor, 12. ve 13. dalgaları heyecan ve özlemle bekliyor, AKP’nin seçimlerde yüzde 47’yi aşmasını niyaz ediyorlar. Bunlardan biri, Zaman gazetesi yazarı, üstelik gençliğinde emperyalizme ve siyonizme karşı savaşmak için Filistin’e gitmiş olanı, geçenlerde bir televizyonda Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretleri’ni coşku ve kıvançla övüyor; Ortak Akıl Programı’nın lafı kimseye bırakmayan soluk benizli konuşmacısı ise daha o gün tutuklanan Yalçın Küçük’e hakaret etmekten çekinmiyordu. Bu tipler, TSK mensupları polis ve yargı tarafından aşağılandıkça memlekete demokrasi geleceğini sanıyorlar. NATO’yu, ABD’yi, tarikatları ve polis teşkilatını arkalarında hissettikleri için özgüvenle dolup taşıyorlar. Bu kesimlerin geniş halk kitleleri nezdinde zerre kadar kıymet-i harbiye taşımadıklarını hemen belirtelim. Geniş ve derin halk kitlelerinin siyaseten en faal ve örgütlü kesimleri tarikatlarda ve cami cemaatlerinin içinde toplanıyor. Paralar ve mevkiler bunların başını çeken şahıslara doğru akıyor. Devlet bürokrasisini evreler halinde devralıyor, kentlerin yapısını, sosyal hayatın dokusunu değiştiriyorlar. Başbakan seçimler yaklaşırken boşuna mı Hamas militanı gibi konuşuyor? Meydanları dolduran kitleler İran ve Afganistan’daki kitlelerden şekil ve muhteva bakımından farksızlar. Nasrallah’ın resimleriyle yürüyorlar; Konya’daki mitinge Halit Meşal bizzat telefonla bağlanıp oradaki kitlelere hitap ediyor. İlkokul öğrencileri Bakanlık genelgesiyle Müslüman kardeşleri için ihtiram duruşu sergiliyor. (Milli Eğitim Bakanı bu uygulamanın neden yanlış olduğunu anlayabilecek pedagojik ehliyete sahip değil!) ‘Cumhuriyet mitinglerini yapan kitleler’ mi dediniz? Onlar örgütsüz, CHP’nin eteklerinde dağılmış, Ergenekon’un kendilerini de kapsamasını bekliyorlar. Sosyalistler mi? Onlar çözülemeyecek, daha doğrusu çevrelerini göremeyecek ölçüde birbirine dolaşmışlar, mühim meseleleri tartışarak birleşmeye ve ayrışmaya çalışıyorlar. Geçiş süreci tamamlanıyor.
İslami faşizm
Peki, bu geçiş sürecinin özelliği nedir?
yalogan@hotmail.com
YAVUZ ALOGAN
Geçiş dönemi ve aydınlar...
Aslında her geçiş döneminin temel özelliği aynıdır. Bu dönemlerde, zor kullanma tekelini elinde tutan ve devlete hâkim olan bir güce karşı, gene devletin içine yerleşmiş kadrolara dayanan fakat farklı bir ideolojiye angaje silahlı bir güç evreler halinde meydan okumaya başlar ve nihayet karşısına aldığı kesimleri sindirerek zor kullanma tekelini ele geçirir. Türkiye’de Ergenekon Harekâtı’nın temel işlevi bunu sağlamaktan ibarettir. Ergenekon iddianamesinin dağınıklığı, dava sürecinin kapsayıcılığı bir zaaf olarak görülmemeli. Bu kasıtlı ve bilinçli bir kurgunun sonucu. Dava çeşitli parçalardan ve yapılardan oluşuyor; uyuşturucu mafyasından Susurluk’a, oradan faili meçhullere, derken ulusalcı hareketlere, oradan TSK içindeki muvazzaf subaylara, ulusal devletçi sendikalara ve nihayet AKP ve ABD karşıtı olan herkese kadar uzanıyor. Ayaklar öyle inşa edilmiş ki, biri çöktüğünde ağırlık kolayca diğerine geçebiliyor; merdiven basamakları düştükçe daha yüksek bir hedefe doğru ilerlemek mümkün olabiliyor. Ucu açık, zamana yayılmış, ılımlı İslam’ın tam hegemonyası sağlanana kadar sürebilecek yapıda bir sindirme hareketi. İdeolojik yakıtı toplumun derinliklerine kök salmış (bk. Binnaz Toprak), sermayesi, parası, kadroları ve uluslararası itibarı olan Fethullah Gülen’den; vurucu gücü emniyet istihbaratından ve polis içindeki ekiplerden geliyor. AKP bu büyük oyunun yönetmeni değil, oyuncularından, belki de seyircilerinden biri.
Nedense bu operasyon bana ABD’nin işgal sonrası Irak’ta uyguladığı ucu açık, her tarafa yönelebilen siyasetlerini hatırlatıyor. Böyle bir gelişimin bu memlekete polisiye bir diktatörlük, İslami bir faşizm değil de AB tipi bir demokrasi getireceğine inanmak için liberal aydın olmak yetmez, biraz da ahmak olmak gerekir. Ey liberal aydınlar, kuracakları rejimde size yer vermezler! Onların kendi akademisyenleri, ideologları, sendikacıları, kendi proletaryaları ve burjuvazileri var. Sizleri şu geçiş döneminde kullanıp atacakları allahsız ve kozmopolit unsurlar olarak görüyorlar. Gerçek fikirlerini sizin naif fikirlerinizle yumuşatarak bir tür demokrasi mücadelesi gibi servis ediyorlar. Toplum askeri darbeye doğru değil, topluca çatışmaya doğru gidiyor. Askerlerin darbe yapmayacakları anlaşıldı. ABD izin vermiyor. Ayrıca korkuyorlar. Kendi aralarında birlik sağlayamayacaklarını, sert bir hamlenin iç savaşı tetikleyeceğini görüyorlar. İstihbarat ve enformasyon yapıları çökertilmiş. Muhtemelen içlerinde eli belinde dolaşan ve uzlaşamayan iki ayrı kanat var. Darbe yapabilecek olsalardı 2004 yılında yaparlardı. TSK’nın devlet içi mücadelede sürekli biçimde mevzi kaybettiği görülüyor. Dolayısıyla askeri darbe tehdidi yok. Tehdit ABD’nin ılımlı İslam stratejisinden geliyor. Geri zekâlı Rand Corporation uzmanları bu stratejinin Türkiye’de tam bir yıkıma yol açacağını, ılımlısının ardından radikalinin gelebileceğini göremiyorlar. Bunu ne
İran’da, ne Afganistan’da, ne Pakistan’da ne de Filistin’de görebildiler. Burada da göremiyorlar.
‘Dışarıdan yönlendiriliyor’
Biz öğrenciyken polise düşen arkadaşlarımızı kurtarmak için önce güvendiğimiz öğretim üyelerine, sonra CHP milletvekillerine giderdik. Şimdi Genel Kurmay Başkanı, arkadaşlarını polisin elinden kurtarmak için Başbakan’a gidiyor. Askeriye, evinde mühimmat bulunan yarbayı garnizondan çıkarıp polise teslim ediyor. General rütbesine gelmiş biri sahte kimlikle firar halindeyken yakalanıyor. Eski kuvvet komutanı hapishanede düşüp felç oluyor; askerler ordu komutanını savcının elinden kurtarıp GATA’ya nakletmek için aylarca uğraşıyorlar. PKK itirafçısının suçladığı albay intihar ediyor. Bu topraklarda İngiliz işgalinden bu yana bu kadar dramatik olaylar yaşanmadı. Bir kısım rütbeli personel ABD’ye karşı çıkmanın ne anlama geldiğini yaşayarak öğreniyor. Askerlerle AKP’nin anlaştığı söyleniyor. Yukarılarda kurulan ilişkilerle ABD ekseninde bir uzlaşma sağlanmış olabilir. Fakat anlaşan tarafların kendi tabanları üzerinde tam bir hâkimiyet kurabilmeleri ve geçici anlaşmanın kalıcı bir ittifaka dönüşmesi ancak toplumun bütün kesimlerinin baskı altına alınıp susturulmasıyla mümkündür. Bunu yapamayacakları açık. Öte yanda, teorik olarak, katı bir ideolojik yapısı olan silahlı
bir kast, askeri deyimle elindeki bütün ‘imkân ve kabiliyetler’i tüketmeden, farklı bir ideolojik/siyasal yapıya teslim olmaz, onun emir ve komutasına girmez. Farklı ideolojik/siyasal yapı ise, hegemonyasını kuracaksa, karşısındaki ideolojik yapıyı dağıtmak ve onun ‘imkân ve kabiliyetler’ini kendi emir ve komutası altına almak durumundadır. Gazete köşelerinde, CIA ima edilerek, açık açık, “Dışarıdan yönlendiriliyor,” dedikleri Ergenekon Operasyonu bu çerçeve içinde anlam kazanıyor. Ancak, ‘hukuk içinde’, ‘bağımsız yargı’ falan diyerek yukarıda uzlaşma arayanların niyetleri ve ortak paydaları ne kadar Amerikancı olursa olsun, bu gerilimin bir noktasında taraflar arasında sıcak çatışma kaçınılmazdır. Örtük niyetleri, gizli ittifakları, hiyerarşik yapıların bütününe yayarak mutabakat sağlamak çok zordur. Sosyologların kullandıkları ‘anomi’ terimine de başvurabiliriz. Bu terimin bir anlamı, toplumun uzlaşmaz ideolojik normlara bölünmesi; bütün bireylerin ve grupların bu normlara göre davranmaları ve bunu yaparken de genel hukukun ve mevcut yasaların dışına çıkmalarıdır. 1936’da İspanya’da Halk Cephesi’nin iktidara gelişi, 1928-1933 arasında Weimer Cumhuriyeti’nin iç karışıklıkları sırasında ortaya çıkan durum budur. Büyükanıt ile R. T. Erdoğan Dolmabahçe’de anlaştılar, öyle mi? Nedense bu bana, soluk bir fotoğrafı hatırlatıyor. O fotoğraa Mareşal Hindenburg, Hitler’in elini sıkıyor.
15
‘Var mıdır, yok mudur?’, ‘Senaryo mudur, değil midir?’ mevzularını bir kalem geçelim. Senaryo bile olsa, filmin jeneriğine ‘Gerçek bir olaydan alınmıştır!’ ibaresini ya akla gelebilecek bütün kapitalist düzen güçlerinin yer aldığı bir ‘komplo’dur. Bir gerçektir. Gerçeğin komplo biçimini almış halidir. Ve o komplo, dinci ve laik bütün
U
n var, irmik var, şeker var, yağ var, fıstık var, su var… Eh, helva olmaz mı? Elbet helva da olacak; onca cinayetten, ölümden, cenazeden, çukurdan sonra, bu ölüler evi misali memlekette! Yani diyeceğim, her türlü işareti, malzemesi, parçası, aksesuarı mevcut bir şeyin, ihtiyaç duyulduğunda birileri tarafından monte edilmemiş olması biraz tuhaf kaçardı. Kısacası bu memlekette adı ‘Ergenekon’ veya her neyse, öldüren, kaçıran, yok eden, patlatan, kullanan, örgütleyen, dağıtan, bağırtan, susturan bir şey veya bir şeyler var. Hem de çok uzun yıllardır.
Ergenekon nasıl bir şeydir?
Bakın, bu ‘Ergenekon’ denilen şey hava gibidir. Elbette, hava dedimse öyle ‘hava-cıva’ değil. Bildiğimiz hava; yani elle tutulmayan, gözle görülmeyen ama bilinen, solunan, hissedilen bir tabiat kuvveti. Rüzgâr olup estiğinde, fırtına olup koptuğunda veya hortum olup yuttuğunda anlarız dünyanın kaç bucak olduğunu. Hiçbir şey olmasa da her daim bir esinti hissederiz, muhalif ruhumuzun derinliklerinde. Biliriz ki o, oralarda bir yerde, bizimle birliktedir; ürpeririz. Büyüklerimiz hep derler ya, “Evladım cereyanda kalma, hastalanırsın!”
diye. Aslında onlar, bizi memleket gerçekleri konusunda uyarırlar, o engin tecrübeleriyle… Yazıyı gönderdiğimde henüz on birinci ‘dalga’sını idrak ettiğimiz, ‘Mahkemeye Düşmüş Haliyle Ergenekon’ ise tabiattaki ‘organik’ halinden daha farklıdır; yapı itibariyle ister istemez sentetiktir. Gerçek ve de en sıkı örgütsel bağları, yakın silah arkadaşlıklarını, kanlı suç ortaklıklarını, toprağa gömülü cesetleri, silah ve mühimmatı kapsadığı gibi; tarihsel bloklaşmaları, gönül bağlarını, duygusal yakınlaşmaları, uzaktan göz süzmeleri, anlamlı merhabaları, gevşek ittifakları, siyasi projeleri, iktidar hayallerini, ‘neden olmasın’ları, saçma sapan telefon geyiklerini ve masum, ama her boka maydanoz’ muhalifleri de içeren ‘enteresan’ bir karışımdır. Var olduğu iddia edilen ilişkiler ağının, en tepelerdeki bir ‘güç’ tarafından, ‘devletin ve cumhuriyetin bekası ve âli menfaatleri’ icabı, yukarıdan aşağıya, ayrı ayrı örgütlenmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Tetikçiyle saygın profesörü, katille bilim adamını, sağcıyla solcuyu yan yana, omuz omuza getiren neden, ‘memlekete sahip çıkma’ ortak dürtü ve ülküsünden başka bir şey değildir. Sözünü ettiğim amaç ve anlayış birliği,
B
üyük krizler, uzun bir keyif, oburluk ve işret döneminin ardından mide fesadına uğrayan kapitalizmin, içinde ne varsa kusup çıkarmasıdır. Tabii her yeri batırarak ve her şeye bulaştırarak… Ancak kriz, hâlâ yerinde duruyorsa, kapitalizme aynı zamanda zorunlu bir çeki düzen de verir. Sermaye, eğer ‘mezar kazıcıları’, krize girmiş kapitalizmin tarihsel defin işlemini yerine getirmeye hazır değillerse, biraz daha çürüyerek de olsa, kendini toparlamanın ve yeniden âlemlere akıp gitmenin bir yolunu bulur. Yani, ‘Tarihte mutlak olarak çıkışsız bir durum yoktur!’ Bu durumda işçi sınıfı ve emekçiler, futboldaki ‘atamayana atarlar’ kuralı gereği, kapitalizmin krizinin bütün yükünü yüklenmek ve krizin asıl cezasını ödemek zorunda kalırlar. Kapitalizmin dertleriyle dertlenip zaten sallantıdaki sağlığımızdan da olamayacağımıza göre, bu kriz ortamlarında bizim asıl derdimiz, emekçilerin halleridir. Tabii aynı zamanda da solun ve solcuların halleri. Bu anlamda, ‘Şu mübarek kriz günlerinde, keşke daha hazırlıklı ve güçlü olsaydık’ diye hayıflanmamak mümkün değil.
Uzun uzun krizler
Helvanın di
Her solcu gibi, kapitalizmin onca zevkusefanın ardından tarihinin en büyük krizlerinden birine girmesi beni de ziyadesiyle mutlu etti. Hatta hatırlarsınız, siz sevgili okurlarıma makûl bir süre boyunca bunun keyfini çıkarmayı da tavsiye
çoğunlukla ‘karargâh evlerinde’ falan değil, siyasi ortamlarda, üniversite salonlarında, ‘iş yemekleri’nde, ev ziyaretlerinde, miting meydanlarında oluşmuştur. Ve sevgili yazarınızın bazen kurmak zorunda kaldığı uzun ve anlaşılması güç cümleler ise onun kafasının karışıklığı veya dil konusundaki güçlüklerinden ziyade, bu ilişkilerin o acayip ve karmaşık diyalektiğinden kaynaklanmaktadır. Tabii, madde ve düşünce dünyasındaki her şey gibi ‘Ergenekon’ işinin de bir diyalektiği vardır. Bu bağlamda ‘Mahkemeye Düşmüş Ergenekon’, hem kendisidir, hem değildir; yani hem ‘Ergenekon’dur, hem de başka bir şeydir! Kısacası, bir yanıyla cümlenin malûmu olan açık bir gerçek, öte yanıyla karmaşık bir ‘tezgâh’tır. Dava, bazı istisnalar dışında, hemen hepsi gerçek olan bir takım parçaların, düzen içi çatışmanın taraflarından birinin ihtiyaç ve zamanlamasına göre, bir ‘tezgâh’ta kurgulanmasının ürünüdür. Aynı AKP davasında olduğu gibi… Gerçeğin tezgâha, tezgâhın da gerçeğe dönüştüğü eşik burasıdır. Üstelik bu dava, hâlâ sürmekte olan itiş kakışa ve sert pazarlıklara rağmen, kapitalist düzen güçleri arasında oluşturulmaya çalışılan, emperyalist denetimli, uzun vadeli uzlaşmanın ve yeni
etmiştim; tabii, bu süreyi gereğinden fazla uzatmama uyarısında da bulunarak. Bu ‘kısa kesin!’ uyarısı, elbette sizlerden sonsuz bir keyif ve mutluluğu esirgediğimden değil, el âlemin kriziyle dalga geçelim derken kendi krizimize kurban gitmemek içindi. Ufuk Uras, Türkiye solunun tarihinin en uzun krizlerinden birini yaşadığını söylemiş. Doğrudur; sol, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de tarihinin en uzun ve ağır krizlerinden birini yaşıyor. Gerçi ben bu güne kadar, içki sofrasının dışında, krizi doğrudan üzerine alınıp, “Evet biz de krizdeyiz!” diyen solcuya rastlamadım ama bütün solcular, kendileri dışındaki Türkiye solunun, aynı dünya solu gibi krizde olduğu konusunda hemfikirdir. Şimdi ben burada, “Biz bu hallere nasıl düştük?” konulu bir yazı yazarak kafanızı ütülemek niyetinde değilim. Dediğim gibi herkes, bir krizin varlığı konusunda hemfikir; üstelik herkesin en azından başkalarının krizinin nedenleri üzerine bir takım fikirleri var. Tabii, bir krizin bin bir tane nedeni olur. Bu nedenleri bir bütün halinde, bilimsel ve sistematik bir biçimde açıklayan birileri elbette vardır. Onları okuyun. Ben daha çok, hani ‘Allah şaşırtmasın!’ derler ya, yolunu şaşırma mevzuu üzerine birkaç söz edeceğim.
Kimin krizi?
Bence, solun krizinin en önemli nedeni, işçi hareketinin krizi; işçi hareketinin krizinin en önemli nedeni de solun krizidir. ‘Kapitalistlerin
Devlet ve kontrgerillanın karşılıklı göbek attığı güçler dengesinin izlerini taşımaktadır. Bizim için önemli olan bu uzlaşma ve çatışmanın bizi ilgilendiren sonuçlarıdır. Çünkü yaşananlar, son tahlilde, bu ülkenin emekçilerine karşı ‘yeni dönemde’ tezgâhlanacak bir oyunun öncesindeki ‘aldım, verdim, ben seni..!’ adımlaşmasından
Şaşkınlar dünya çapındaki saldırısı’ ve bunun sonucunda yaşanan ağır kayıplar ve çöküş, içinden çıkamadığı ‘önderlik krizi’ nedeniyle bir nevi felç olmuş işçi sınıfının sonunda ödemek zorunda kaldığı bir cezadır. Yani işlerin epeyce yolunda gittiği zamanlardaki önderlik krizleri olmasaydı bugün, mesela ‘sosyalizme geçiş sorunları’ türünden mevzuları bile konuşuyor olabilirdik; neyse! Kısacası kriz sorununu ‘tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?..’ çıkmazına sokmadan aşmak zorundayız. Bu ‘kriz’ mevzuunun aşılması için her şeyden önce kafamızı toparlamamız ve çok uzun süredir içine düştüğümüz o ‘şaşkınlık’ halinden kurtulmamız gerekiyor. Tabii, bu işler öyle, “Bu bizim değil, onların krizi. ‘Duvar’ yıkılırken haliyle bizim de kafamıza taş geldi!”, “Biz de hükmen mağlup sayıldık..!” demekle de olmuyor. Unutmayalım, hani bazen çok bilmek, fazlasıyla haklı olmak, üzerine alınmamak veya her türlü musibeti el âlemin ihanetine veya neden olduğu önderlik krizine bağlamak da bir kriz nedenidir! Kısacası kriz, herkesin krizidir.
Allahını şaşırmak!
Bakın memleket solunun ‘ulusal’ ve ‘demokratik’ bölüklerinin haline.
(‘Cumhuriyetçiler’ ve ‘De diyebiliriz!) Birinciler emp devletti falan derken Alla Yani acayip bir emperyali moral bozucu, hem teslim sınıf ve sınıf savaşı gerçeğ burjuvaziyi falan unuttura derdine düşüren cinsten. sömürüyor; ayrıca da bir Aslında mesele bir ulusla maç gibi bir şey. Tabii bu kendi milli takımını tutma ulus devletini savunması cibilliyetine, sınıf karakter yönetildiğine bakmadan. ne kadar güçlü olursa em iyi ş’eeder! (Beline kuvve emperyalizm de Kürtleri d olsun da çamurdan olsun ‘emperyalizm’, sonunda ş nevi ‘gâvur eziyeti’ne dön ‘dışarılar’dan, ‘dışarlıklılar falan ziyadesiyle korkan ‘ içine kapanmış. “Enterna küreselleşen patronların i işçilere bundan böyle sını diyenler bile çıkmış, ‘küre
HAKKI YÜKSELEN -BABA HAKKI-
azmakta bir sakınca yoktur! Yani bugün anlatılanların çoğu ‘malûmun kısmi ilâmı’ndan başka bir şey değildir. ‘Ergenekon’, esas olarak, içinde patronların çıkarları gereği, işçi sınıfına, emekçilere ve yoksul halka karşı oynanan tarihsel oyunun temel kuralıdır. Düzenin ta kendisidir!
iyalektiği!..
bu memlekette kazacak daha çok kuyu var!. başka bir şey değildir.
Nereye kadar?
Kapsamı ve de boşlukları itibariyle Ergenekon Davası, aynı AKP’nin kapatılma davası gibi zayıflıklar içermektedir. Bu karşılıklı zayıflık, bilinçli olarak
tasarlanmıştır. Çünkü esas amaç, işi gerçekten sonuna kadar götürmek, düzenin zaman zaman ihtiyaç duyacağı çeşitli güçleri topyekûn imha etmek değil, hizaya getirmek ve bunu da düzeni çökertmeden yapmaktır. Devletimiz, dünyanın içine girdiği yeni dönemin zorunlu kıldığı uzlaşmaların ışığında, geçmişte kullandığı, ancak artık gözden çıkardığı bazı tehlikeli unsurlarını temizlemeye ve eve çeki düzen vermeye çalışmaktadır. Çünkü büyük sermayenin, kapitalizmin ve emperyalizmin çıkarları bunu gerektirmektedir. İddianame, çok geniş ve detaylı görünse de, bir ucu bugün karşımıza ‘Ergenekon Davası’ olarak çıkan ‘şeyin’ gerçek kapsamını daraltmakta, bu ülkenin kanlı geçmişiyle ve diğer devlet kurumlarıyla gerçek bağlantılarını koparmaktadır. Kesin olan bir şey vardır, adli süreç hiçbir zaman Türk Gladyo’sunun, Kontrgerilla’nın, yani asıl ‘büyük ruh’un, yani o hemen her yere kol atmış ‘tarihsel şeyin’ gerçek köklerine, faaliyetlerine, devletin derin suç dünyasına ulaş(a)mayacaktır. Dava, ‘babasının’ gölgesi olan ve şimdi kapının önüne konulan ‘Yavru Ergenekon’un tasfiyesi, artık gözden çıkarılmış bilmemkaç örgütçü ve tetikçinin ve bir dönem kendilerini dev aynasında görmeye başlamış kimi siyasi cücelerin
rın krizi!..
emokratlar’ da peryalizmdi, ulus ahını şaşırmış durumda. izm korkusu; hem miyetçi, hem de insana, ğini, kapitalizmi, an; insanı vatan-millet Eh, Amerika, Türkiye’yi nevi işgal altındayız! öbürü arasındaki milli durumda insanın ası misali, öncelikle şart. Öyle cinsine, rine, kimin tarafından Burjuva devletimiz mperyalizmi o kadar et!) Hem zaten destekliyor! Yani, ‘Türk n!’ mevzuu. Bu nedenle şaşkın zihinlerde bir nüşüvermiş. Zaten r’dan, ‘dış güçler’den ‘solcu’muz da iyice asyonalizm artık işi olduğuna göre, ır bekçiliği düşer,” eselleşme’ hikâyesinin
dehşetiyle. Yani öyle bir ‘devlet düşkünlüğü’ durumları… Tabii, bunun tersi de var. İkinciler de küreselleşme aşkıyla iyice açılıp saçılmış. El dinamiği ile özgürlük gerdeğine girip ithal demokrasi falan peşine düşmüşler. Bakar-körler misali, artık gözleri ne emperyalizmi görüyor, ne de kapitalist sömürüyü. Kısacası bu memleket solunun önemli bir bölümü kâh demokrasi, kâh ulus devlet derdiyle yolunu şaşırmış durumda; hem de o en ‘çok bilmiş’ haliyle! Bu şaşkınlıktan olacak, ‘herifçioğulları’nın (yani kendileri burjuvazi ve emperyalistler oluyor!) geçmiş dönemde öve öve bitiremeyip burnumuza burnumuza soktuğu, ancak daha sonra ‘şimdilik’ veya ‘vaziyet icabı’ boşlar gibi yaptığı, vatan, millet, (ulus) devlet, ordu, bayrak falan, yani milliyetçiliğe ilişkin ne varsa, eski ve değerli gümüşler misali, bir kısım sol tarafından parlatılmaya başlanmış… Yine ‘herifçioğulları’nın, vakti zamanında dünyanın bizim bu taraflarında itip kaktıkları, hatta ezip ezip geçtikleri özgürlük, demokrasi, hak, hukuk, adalet ne varsa, bir başka kısım sol tarafından, onlardan beklenir olmuş.
mahkûmiyetiyle; ‘terbiye edilmiş’ asker ve sivil muteber şahsiyetlerin de yırtmasıyla sonuçlanacaktır. Görün bakın! ‘Var mıdır, yok mudur?’, ‘Senaryo mudur, değil midir?’ mevzularını bir kalem geçelim. Senaryo bile olsa, filmin jeneriğine ‘Gerçek bir olaydan alınmıştır!’ ibaresini yazmakta bir sakınca yoktur! Yani bugün anlatılanların çoğu ‘malûmun kısmi ilâmı’ndan başka bir şey değildir. ‘Ergenekon’, esas olarak, içinde akla gelebilecek bütün kapitalist düzen güçlerinin yer aldığı bir ‘komplo’dur. Bir gerçektir. Gerçeğin komplo biçimini almış halidir. Ve o komplo, dinci ve laik bütün patronların çıkarları gereği, işçi sınıfına, emekçilere ve yoksul halka karşı oynanan tarihsel oyunun temel kuralıdır. Düzenin ta kendisidir!
Sonuna kadar!
Ey okur, düzen içi hegemonya savaşları, AKP’nin amaçları, Fethullahçıların parmakları, emperyalizmin fırıldakları… hepsi tamam; ancak içinizde son yıllarda olup bitenleri izleyip de, “Yok canım ne münasebet, böyle bir şey olamaz; hepsi yalan ve de iira! Ergenekon’du, çeteydi, darbeydi falan hepsi palavra! Bu dava ve soruşturma derhal durdurulmalıdır!”
En önemlisi, hep birlikte, emperyalizmin kapitalizm, devletin de burjuva devleti olduğu unutulmuş veya unutturulmuş.
Kriz şaşkınları/şaşkınların krizi!
Sonra bir gün bunca şaşkınlığın üzerine ‘Büyük Kriz’ çıkagelmiş. Şimdi yeni bir döneme giriyoruz; ve muhtemelen daha da çok şaşıracağız! Başta ‘ezberbozanlar’ olmak üzere çoğumuzun ‘ulusal’ ve ‘demokratik’ ezberleri yeniden yeniden bozulacak. Neler mi olacak? Kim bilir! Bir bakmışsınız, yerli burjuvazimiz, bunca yıldır orada burada fingirdeyip onunla bununla düşüp kalkarken ‘aman bi’şey olmasın!’ diyerek ‘Türk’ soluna emanet ettiği kimi âlet ve edevatını, yani atadan dededen kalma milli (hatta ulusal) ve de manevi değerlerini, bugüne kadarki hizmetlerine de teşekkür ederek, geri isteyivermiş. Eh kriz bu, olur mu olur! Öyle ‘yerli malı haftaları’ ‘gümrük duvarları’, ‘ulus devlet’, ‘milli egemenlik’, ‘üniter’ bilmem neler falan. Tabii gerektiğinde (ki mutlaka gerekecektir!) işçi sınıfını ve emekçileri, onların bütün mevzilerini, (geri kalan) kazanımlarını, demokratik hak ve özgürlüklerini de ezerek. Faşizm, askeri diktatörlük, bonapartizm falan cinsinden belaları da başımıza musallat ederek. Ve ayrıca kim bilir, bir bakmışsınız yerli ve de milli sermayemiz, kendi mabadını kurtarmaya çalışırken ‘antiemperyalist’ falan kesilivermiş!
diyebilecek kimse var mı? Varsa, zaten onca yazıyı boşa yazmışız demektir. Ne demek istediğimi ‘şıp’ diye anladınız elbette. Hani o bilmem kaç kilometrelik bayrak yürüyüşlerinde, mitinglerde, provokasyonlarda, mahkeme tertiplerinde, saldırı veya cinayet sonrası açıklamalarda, daha ne kadar melanet varsa hepsinde tam kadro hâzır ve nâzır o her rütbeden asker emeklilerinden, işçi sınıfından umudunu kesmiş solcu bozuntularından, patron işbirlikçisi faşist sendikacılardan, karanlık avukatlardan, silah üzerine ölme ve öldürme yemini eden ırkçı dernek başkanlarından, cemaatsiz kilise sözcülerinden, provokatör medya bilmem nelerinden, faşist mafya babalarından, tetikçilerden, muvazzaf askerlerin yuvalandığı silahlı hücrelerden ve daha bir alay şeyden söz ediyorum. Susurluktan falan vazgeçtim, bir tek Hrant Dink cinayeti bile yeterliydi bu memlekette neler olduğunu ve neler olabileceğini anlamak için. Talebimiz, taraf olduğumuz, ancak tarafı olmadığımız bu davanın sonuna kadar götürülmesidir; asla götüremeyeceklerini bile bile. Her kaytarma ve çarpıtma teşebbüsünde ısrarla gerçeği talep etmeliyiz; çünkü, “Gerçek her zaman devrimcidir!”
Elde bayrak iç pazarı korumaya, ‘Çanakkale geçilmez!’ muhabbetlerine falan sardırmaya başlamış. Yakın geçmişteki alışkanlıklarıyla ‘Hadi yaa, çüş artık!’ diyenleri duyar gibiyim. Hiç öyle demeyin, belli ki çok şeylere gebe olan bu kriz, bir süredir ‘liberal’ ve ‘ulusal’ hayal dağlarına yağmaya başlayan karın, tipiye dönüşmesine yol açacak.
Kriz bu…
Büyük Krizler böyledir, her şeyi tersine çevirebildikleri gibi, çoktandır unutulan, hatta bir daha geri gelmez denilen sınıf mücadelesi gerçeğini burnumuza dayayarak Hanya’yı, Konya’yı anlamamıza neden olur. (Tabii anlayacak kadar siyasi ve sınıfsal aklı ve ufku olanlar için!) Yani, aklımızı başımıza almamızın tam zamanı. Evet, bu krize kötü girdik, ancak iyi çıkabiliriz. Elbette her şey işçi ve emekçi hareketinin yükselişine, ardından da siyasal, toplumsal, örgütsel ve ideolojik bağımsızlığını kazanmasına, diğer ezilenleri de peşine takmasına bağlı; tabii ona önderlik yapma iddiasındakilerin de hazır olmaları şartıyla. Belki hatırlarsınız, geçmiş sayılardan birinde, büyük krizlerde tarihin sarkacının önce sola, ancak orada bir boşluk varsa sağa yöneldiğine dair bir siyasi atasözünü hatırlatmıştım. Evet, büyük krizler böyledir, sonunda şaşkınlıktan ilk kurtulan savaşı kazanır, dünyayı diğerine zindan eder…
Bombalanan bir hastane...
Alayköy’de bir uçak tarafından açılan çukur...
1974’te Rum siviller Mersin’e naklediliyor.
“Sana hakaret edene ne yapacaksın? Savaş bu. Onu alıp götürecek halimiz yok!” SONER GOLYALI
“
...Ben gerçek hayatta 10 kişiyi vurdum. Terhisime bir gün kalmıştı. Tam o sırada Kıbrıs Barış Harekâtı oldu. Beni de Mersin’den Kıbrıs’a gönderdiler. Savaşın en acımasızca ve en kanlı bölümünün sürdüğü temizleme harekatında görev verdiler. Komutana, ‘Yapamam adam öldüremem, ben sanatçıyım,’ dedim. ‘Burada sanat bitti. Burası gerçek hayat, savaş. Emir verdim mi öldüreceksin,’ dedi. İlk öldürdüğüm çocuk 19 yaşında, esir düşmüş bir askerdi. Silahı yüzüne doğrulttuğumda yüzüme tükürdü. Anlından vurdum öldü. Daha sonraki çatışmalarda 9 kişiyi daha öldürdüm.” Bu sözler Atilla Olgaç`ın ağızından savaşın acımasızlığını anlatmak için uydurulmuş olsalar ve ‘itirafçı’ tarafından sonradan yalanlansalar da Türkiye’nin Kıbrıs’taki ‘kirli tarih’ini iplere serdiğinden kıyameti koparmaya yetti. Politis gazetesi anlatılanlarla ‘yüzlerce Rum ve Yunanlının nasıl öldüğünün ortaya çıktığı’ iddia etti; Alithia gazetesi ‘10 Rumu öldürdüm’ başlığı ile konuyu sürmanşete taşıdı. Filelefteros Atilla Olgaç
18
1974’te kullanılan bir Türk propaganda afişi... gazetesi ise kayıp yakınlarının talep ve iddialarına yer verek konuya değindi: Kıbrıs Rum Kayıp ve Bildirilmemiş Esir Aileler Komisyonu Başkanı Nikos Theodosiu, Olgaç’ın kayıp kişiler komisyonuna giderek bildiklerini anlatımasını istedi. Rum Yönetimi eski başsavcısı Alekos Markidis ise, “Tarihi bir belge söz konusu. İlk kez bir kişi işlenen cinayetler için suçlu olduğunu itiraf ediyor,” dedi. Anlaşılan ortaya atılan iddialar, sonradan yalanlanmış
olsa dahi 1950’li yılların ortalarından itibaren Kıbrıs’ta yaşanan Türkiye kaynaklı suçları gündeme taşımayı başarabilmiştir. Benzer şekilde gerek kendilerine ve gerekse Türklere karşı, Rum ve Yunanlıların suçlar işlemiş olması, Türkiye’nin ister TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) aracılığı ile isterse doğrudan adada yaptıklarını haklı göstermeyeceği ve meşru kılmayacağı gibi, Cenevre Sözleşmesi’nin açık ihlali ile oluşmuş bu ve bunun gibi insanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımının gündeme gelmesi söz konusu olamaz. Bu nedenle itirafların arkasının gelmesini beklemek mümkün değildir. Özel Harp Dairesi tarafından TMT’nin
örgütlenmesinden başlayarak, savaş yılları boyunca yaşanan gizli kapaklı ne varsa soruşturmaya açılması ve suçluların üzerine gidilmesi pek çok Ergenekon Davası demektir ki, bu da Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimini temellerinden sarsacaktır. Kendi yaptıklarının hesabını veremedikçe, Rum ve Yunanlıların yaptıklarının hesabını vermelerini beklemek ise safdillik olacaktır. Ada’da, dillerimize doladığımız, ettiğimiz ‘barış’ için gerekli güven ortamını da başka türlü inşa etmenin olanağı yoktur. Hesap vermek ve yapılan her eylemin hesabının verileceğini bilmek, iki toplumun birbirine karşı suç işlemesinin önündeki en büyük engellerden biri olacaktır. İsterseniz işe 1962’de öldürülen Cumhuriyet gazetesi yazarları Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan ile 1996’da öldürülen Yenidüzen gazetesi Yazarı Kutlu Adalı’nın cinayetleri ile başlayalım... Ve sonra da 1974’de yaşananlar dahil tüm ‘bilinmezlik’lerin üzerine yürüyelim....
Kutlu Adalı
ALPER ERDiK İçinde ‘köpek ruhu’ taşıyanlar sadece Muro’yu yaratanlar değil; ülkemizde onlardan bol miktarda mevcuttur!..
S
itlerin labirenti!..
on dönemde yakın tarihi anlatan birçok dizi, film yapıldı; kitap yazıldı. Bunlar, daha çok sola yakın duran kişilerce hazırlanmasına rağmen, tuhaır, ilgi de gördü. Bu durumdan rahatsızlık duyan çevreler de, ‘cevap’ niteliğinde işlere girişti. Bunları yaparken de, özellikle 12 Eylül’e, darbenin öncesi ve sonrasına dair, aslında klişeleşmiş olan bir ‘tez’e yoğunlaştılar. Onlara göre, Türkiye’nin saf gençleri, başta ABD olmak üzere, dış güçlerin oyununa gelmiş; özellikle solcular piyon olarak kullanılmış ve darbe koşulları yaratılmıştı. Ülkemizin 1980’de darbeye sürüklendiği zaten apaçık ortadadır. Olayların ABD’nin gizli servislerince yönlendirildiği de zaten bilinmektedir. Fakat faşistler, olayın neden ve sonuçlarını, hazırlanış ve yapılış biçimlerini özellikle dile getirmeyerek, daha doğrusu inkâr ederek, hem kendilerini ‘aklama’ hem de kamuoyunu manipüle etme amacında. İşin aslını ise artık bilmeyen yok: Küresel kapitalizmin son saldırı yöntemi olan yeni liberal politikaların rahatça uygulanacağı, toplumsal muhalefetsiz, sendikasız, örgütsüz, solsuz bir ülke; o dönemde ancak askeri bir diktayla mümkün kılınabilirdi. Bu dikta ise, ancak ‘toplumsal güven, huzur, refah ortamı’nın bozulduğu iddiasıyla kendisine ‘meşruiyet’ sağlayabilirdi. Bu ortam da elbette işbirlikçiler eliyle bozulabilirdi. Maraş, Çorum, Bahçelievler, Piyangotepe, Balgat… katliamları ABD uşağı ülkücüler tarafından, hep bu amaçla yapılmıştı. Bugünden baktığımızda, görevlerini başarıyla yerine getirdiklerini söyleyebiliriz. Onlar da bu ‘onursuzluğun’ hesabını veremeyeceklerinin farkındalar ki, sola, solculara çamur atarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlar. Bu işlere ilk olarak, Radikal’de yazan Avni Özgürel girdi. Eski bir MHP’li olan Özgürel, önce TV dizisi olarak düşünülen, sonra ne hikmetse sinema filmine çevrilen Zincirbozan’ın senaryosunu kaleme aldı. Adını, darbe sonrasında parti liderlerinin zorunlu ikamet yeri olan askeri tesisten alan filme, 12 Eylül filmi denebileceğini sanmıyorum; ama konusu itibariyle öyle denilecekse, şunu çok açık belirtmeliyim ki, bu film Türk sinemasının en ucube 12 Eylül filmidir! Bu kadar rezilce bir senaryo nasıl yazılır anlamıyorum. Bir 12 Eylül filmi düşünün ki, içinde Türkeş’in adı geçmiyor! Yukarıda bahsettiğim ‘tez’ doğrultusunda, yabancı servislerin Türkiye’deki elemanları ve Türk gizli servisleri, solculara silah veriyor, solcular da gidip ‘önemli’ kişilere suikast düzenliyor. Askerler de bu ‘anarşik’ olaylara son vermek için darbe yapıyor! Sonra da, ‘kullanılan’ sağcı ve solcu liderler, yine gizli servislerin yardımıyla yurtdışına çıkarılıyor! Hah, oldubitti, alın size 12
Eylül filmi! Hadi bunlara kendi bakış açıları diyelim, peki ya solcu bir kadının, bir yoldaşınca, örgütteki erkeklerle beraber olmaya zorlanmasına ne denir? Bunu hangi mantıkla, neye dayanarak iddia edebiliyorlar? Bunu iddia edecek cesareti nereden buluyorlar? Bu Avni Özgürel denen unsur, geçtiğimiz aylarda TRT 1’de yayınlanan Şahların Labirenti adlı belgeselde tekrar karşımıza çıktı. Yine aynı ‘tez’in savunulduğu programın sunucusuna, ‘tanıkların’ yorumları arasındaki abuk sabuk lafları Maraş... kim söyletiyor diye merak edip jeneriği beklediğimde gördüğüm metin yazarının Özgürel olması beni hiç de şaşırtmadı. “Peki, niye Avni Özgürel?” diye sormaya gerek yok. Zira Hakkı Öznur, Zülfü Canpolat’ın konsept danışmanı olduğu belgesele ancak Özgürel yakışır! Bu kişiler kim midir? Hani şu Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi olduğu iddia edilen Yasin Hayal’in, mahkeme giriş çıkışlarında salyalarını saçarak adını haykırdığı partinin, yani ‘Büyük Birlik Partisi’nin ileri gelenleri! Hakkı Öznur, BBP’nin genel başkan yardımcılığını; Zülfü Canpolat ise, partinin, adı sonradan ‘Alperen Ocakları’ olan gençlik teşkilatı ‘Nizam-ı Âlem Federasyonu’nun kurucu genel başkanlığını yapmış. Yani adamlar, ‘sen, ben, bizim oğlan’ hesabı belgesel çekip hem kendilerini ‘aklıyorlar’ hem de bu belgeseli devletin kanalına satıp bedavadan para kazanıyorlar!.. Şahların Labirenti belgeseli, bu yönleriyle pek konuşulmadı. Asıl tartışma yaratan mevzu, bir başka BBP’linin, Maraş Katliamı’nın konu edildiği bölümde, iki yıl önce yine BBP’lilerle yakınlığı olduğu söylenen genç bir faşist tarafından Ökkeş... katledilen Hrant Dink’e dair iddiaları oldu. 1991’de MHP’den milletvekilli seçilen bu kişi, Ökkeş Kenger (Şendiller), Maraş’taki olaylarla ilgili olarak, “Alevi-Sünni çatışması yoktu. İşin içinde Hrant Dink ve arkadaşlarının kurduğu sol örgütler vardı. Hrant Dink
ve arkadaşlarının örgütleri bu işleri yaptı. Zaten olaylarda ölenlerin arasında yer alan 6-7 tane sünnetsiz cesedin Alevilerle, Sünnilerle ne alakası var?” diye konuştu. 111 kişinin katledildiği olayların faturasını, ‘Hrant ve arkadaşlarının kurduğu sol örgütler’e kesen BBP’li faşist Ökkeş Şendiller, bu katliamının ‘1 numaralı’ sanığıyken, bakın şimdi neler iddia edebiliyor! Dahası, ülkücü arkadaşlarıyla beraber, ülkücülerin gittiği bir sinemaya bomba attığı, böylece bu eylemi solcuların yaptığı izlenimini yaratarak Maraş’taki olayların başlamasını sağladığı belirtilen bu adam, nasıl bir şey ki hiçbir suçunun olmadığına insanları inandırmaya çalışıyor? Maraş katliamının ‘1 numaralı sanığı’nın, bu saçma açıklamalarının yayınlandığı belgesel, genç BBP’lilerin pek hoşuna gitmiş. Sitelerinde (Alperen Ocakları’na ait) şöyle demişler: “Şahların Labirenti’nden Marksist sol çevreler, diaspora kalemşörleri, bölücüler, işbirlikçiler, mandacılar iç ve dış karanlık odaklar rahatsız oldu… Halen TRT 1’de gösterilmekte olan yakın siyasi tarihimizin perde arkası ile ilgi 13 bölümden oluşan Şahların Labirenti adlı belgesel, Türkiye yakın çağ politik tarihini objektif bir şeklide analiz etmekte ve aktarmaktadır. Özellikle 1975-1979 yıllarının anlatıldığı 11. gösteriminde; 12 Eylül 1980 öncesi ülkemizi kaosa sürükleyen emperyalist güçler tarafından tezgahlanan kirli oyunlar ve provokasyonlar anlatılmıştır. Bu bölümde bir çok iç ve dış siyasi konular işlenmiştir. Ülkemizi acıya boğan, Kahramanmaraş gibi birçok karanlık olayların anlatılması ve emperyalist güçlerin oyunlarının ortaya konmasından dolayı, Ermenici ve bölücü örgütler, TRT’ye bu konu ile ilgili kendi taraflı yayın organlarında saldırıya geçmişlerdir. Ortaya konan gerçeklerden rahatsız olmuşlardır.” Devletin kanalında ülküdaşlarına gösterilen teveccühten, kendilerine propaganda
hakkı tanınmasından oldukça memnun olan Alperenciler, ‘cevap’ yazılarının sonuna şu notu eklemişler: “Büyük Türk milletinin yüce mensuplarını vatanperver milliyetperver bütün insanlarımızı TRT’ye faks, e-mail gibi iletişim araçlarıyla ulaşarak Şahların Labirenti programından dolayı takdir etmelerinde fayda vardır.” (Oldukça fazla olan yazım hataları düzeltilmiştir.) Ülkücülere yakın olduğu anlaşılan bir başka sitede de şöyle denmiş: “Zaman zaman hatalı politikaları nedeniyle eleştirdiğimiz TRT 1 kanalının böylesine önemli bir projeye destek vermesi nedeniyle kendilerine teşekkür ediyoruz. Ancak 23:30’da başlayan bu belgesel, daha erken saate alınırsa, çok daha fazla izleyici tarafından takip edileceğini düşünüyoruz. Keza, birileri meydanlarda her ne kadar ‘Hepimiz Ermeniyiz’ diye bağırsa da, onları göğsündeki iman gücüyle boğacak kadar ‘Hepimiz Türküz’ diyen vatan evlatlarının fazlasıyla olduğuna inanıyoruz.” Bu noktada, son dönemde faşistlerin de bu denli takdirini kazanan TRT’yle ilgili birkaç şey söylemek gerekiyor. Yazıda devlet kanalı olarak bahsettiğim TRT’nin ne kanalı ya da kimin kanalı olduğu ortada. Taraf gazetesinin basında üstlendiği misyonun bir kısmını, TRT de televizyonda üstlenmiş görünüyor. Misyonsa, bilgi kirliliği, kafa karışıklığı yaratmak ve halkı yönlendirmek! AKP iktidarının ‘ideolojik aygıt’ı haline gelen TRT, özellikle son dönemde bu işlere çok yoğunlaştı. AKP’yi eleştirmeyeceği kesin olan kişilerin katıldığı ‘tartışma programları’, yalnızca faşistlerin ve liberallerin katıldığı ‘özel 12 Eylül açık oturumları’, Avrupa Birliği’nin talimatıyla Kürtçe yayın yapan çakma bir kanal; Aleviliğin konuşulduğu, muharrem ayı etkinliklerine değinilen, semah dönülen türkü programları… AKP’nin sahte demokratik açılımlarının sergilendiği, halka arz edildiği yayınlar… Ve en son olarak da, faşistlere ‘suçsuzluklarını ispat hakkı’ tanınan kıytırık bir belgesel! Hâsılı beşi şeş, şeşi beş göstermeye çalışan ve tüm bunları da halkın vergileriyle yapan bir kurum… TRT’nin geldiği yer işte burasıdır! Tekrar belgesele dönersek, sorumlu olduğu katliama, Hrant Dink’i de işin içine katarak devrimcilerin sebep olduğunu söyleyecek kadar bayağılaşmış, solculara iğrenç iiralar atacak kadar çirkefleşmiş, ellerindeki devrimci kanı henüz kurumayanların partilerine mensup adamların konuştuğu, yazdığı, hazırladığı bir belgeselin adı Şahların Labirenti değil, olsa olsa İtlerin Labirenti olur! Ve görüleceği üzere, içinde ‘köpek ruhu’ taşıyanlar sadece Muro’yu yaratanlar değil; ülkemizde onlardan bol miktarda mevcuttur!
19
AHMET DOĞANÇAYIR Kurbanlık koyun pazarına getirilen tüm koyunların satılması bunalımın teğet geçtiğini gösteriyormuş!..
B
ugün giderek dünyayı saran ekonomik kriz ve alınan önlemlerin yetersiz kalacağını düşünen milyonlarca insanın sistemi sorgulamaya başladığı anda dinler ve onların ideologları tarihsel görevlerini gerçekleştirecekleri anın geldiğini düşünerek, dua gibi dini motifleri ön plana çıkarıyor. ABD’de üç büyük otomotiv devi küresel krize karşı ürettikleri otomobilleri kilisenin içine park ederek ayin düzenledi. Sektörün işsiz kalma ihtimali olan 2 milyon çalışanının rahip eşliğinde, “Tanrıya Amerikan otomotiv endüstrisine yardım etmesi için yalvarıyoruz,” duasıyla teselli bulması sağlanıyor. İtalyan otomotiv devi Fiyat krize ‘ilahi ilaç’ bulması için kiliseden yardım istiyor. Sendikacılar da fabrika patronlarından aşağı kalmıyor. ABD otomotiv endüstrisi çalışanları sendikası başkanı, “Biz elimizden geleni yaptık, bundan sonrasını tanrıya bırakıyoruz,” diyor. İsrail’de hahamlar yayınladıkları bildiriyle ülkedeki tüm sinagoglarda her haa bir saat ekonomik krizin bitmesi için dua edilmesini istiyor. Kapitalizmin ahlaki eleştirisi yapılıyor: “Çıkar peşinde koşmayı yaradılışımızın tek amacı haline getirirsek dünyanın altında kalırız. Bugün paylaşmadan ziyade, daha çok benim olsun arzusu, daha çok kazanma hırsı, bencillik, ihtiras daha öne çıkmış durumda. Bunlardan arınmalıyız,” denilerek burjuva toplumunun mantığı, özel mülkiyetin, pazar ekonomisinin kişisel servet peşinde koşmanın mantığı ahlaki nedenlere indirgeniyor. İnsan doğasının bir parçası gibi gösteriliyor. Rekabetin yaşaması ve kişisel servet biriktirme eğilimi ve bunun ardında yatan Sosyal ve ekonomik temeller gözden gizleniyor. Bencilliğin yerini yardımlaşmanın alacağından bahsetmek hayalcilik değildir. Yardımlaşma ve dayanışma ilkel toplumlarda çok geçerliydi ve insanın evrensel karakter özelliği olarak vardı. İnsanın doğasının bir parçası olarak gösterilen bencillik, rekabet, servet birikimi gibi eğilimler meta üretimi ile doğdu. Üretici ve tüketiciler arasındaki dayanışma ve yardımlaşmanın temelini sağlayacak olan üretim ve değişim ilişkilerindeki devrimdir. Bu devrim günlük hayata yansımalı, maddi ve sosyal ayrıcalıkların yok oluşu belirginleşmelidir. Bunların hiç birisi meta üretimi ve rekabet yok olmadan gerçekleşemez. AKP ne yapıyor? Türkiye’de de durum farklı değil. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Hamdolsun kriz bizi teğet geçecek,” dedi. Geometrideki anlamına değindi.
20
?
Paranın dini var mı
TÜSİAD gibi yapıların karamsarlığı oldukça normal. Üye şirketlerden bir ya da birkaçının batması durumunda başkalarının önü açılacak ve bunlar muhtemelen iktidara yakın isimler olacaktır. AKP hükümeti de bu konuda, “Batarlarsa batsınlar, yerine gelecek benim adamım,” sinyalini veriyor. İslami sermaye kesimleri topyekûn bir politika izliyor. Yerel seçimlere yaklaşıldığı dönemde iktidarın seçmen nezdinde yıpranmasını engellemek için, (köle emeğiyle çalıştırdıkları işçilere rağmen) işçi çıkarmadıklarını ve ekonomik krize rağmen yatırımlara devam ettiklerini söyleyerek krizin sokaktaki insan üzerindeki etkilerini hafifletmeye çalışıyorlar. Başbakan Erdoğan’ın krizle ilgili iyimser açıklamalarından mevcut bankaları hedef alıp ‘kredileri kısıp insanları sıkboğaz ediyorlar’ eleştirisinin altında (İslami sermayedarlar İslami bankalarla iç içe olduğu için) krizin faturasını mevcut bankacılık sistemine yıkmak ve bu şekilde İslami sermayenin gücünü savunmak gibi bir eğilim olduğu görülebilir.
Araplar satmaz mı?
“Siz cahiller teğetten ne anlarsınız,” dedi. Radikal yazarı Türker Alkan’ın tabiriyle, ekonomiye ‘kurbanlık koyun ölçütü’ gibi yeni bir ölçüt getirdi. Kurbanlık koyun pazarına getirilen tüm koyunların satılması bunalımın teğet geçtiğini gösteriyormuş. İşçiler işten çıkarılıyor, işsizlik artıyor başbakan gayet sakin. Türker Alkan şöyle yazıyor:
Azat eyle Yarabbi!
“İşsizlik artıyor, işverenler intihar ediyor, Başbakan sakin, ‘Ciddiye alınacak bir şey yok, bu durum psikolojiktir!’ ‘Türkiye’de ekonominin durumu iyidir’ diyenlerin oranı yüzde 19’a düşmüş. Başbakan aksi kanıda, ‘Psikolojiktir, geçer!’ ‘Psikolojiktir’ derken iki şey söylemek istiyor. Birincisi, ekonominin gerçek belirleyicilerinde bir sorun yok, bazı insanlar vehmettikleri için durum kötü gözüküyor. İkincisi, ekonominin gerçek durumuyla ilişkili olmadığı için hastalığın tedavisi de kolay olacaktır! Biraz telkin, biraz moral yükseltici girişimler, ekonominin düzlüğe çıkması için yeterlidir. Boşuna değil demek ki, bazı toplantılarda, ‘Ekonomimizi bunalımdan azat eyle Yarabbi, amin’ sesleri duyulmaya başlandı.” Biz de, kimi yeni açılan işyerlerinin krize karşı müülü, dualı açılışları tercih ettiğini ekleyelim!.. Ekonomik kriz hem sokaktaki insanı, hem de sermayedarları ‘siyasal ve dini bakış açılarına göre’ söylem
düzeyinde ayrıştırmış durumda. İşini kaybeden ya da geliri azalan kimi kesimler bundan AKP hükümetini sorumlu tutarken, daha dindar kesim Erdoğan’ın izinden gidip ‘tevekkül’ü öne çıkarmayı tercih ediyor. Ancak ‘tevekkül’ İslami sermayedarlar için terk edilmiş durumda. Onlar kapitalizmin ahlaki günahlarından arınmak için ‘farklı bir tevekkül’ mantığı ile hareket ediyor. Erdoğan’ın bu inancı ortaya çıkarmasının nedenlerinden biri de kapitalizmi yıllardır yıkılması gereken ‘ şeytani’ bir sistem olarak değerlendiren, kendini küresel sistemin dışında tanımlayan dindar kesimi etkilemek olabilir. İslami sermayenin kriz karşısında iyimserliğinin nedenlerine bakıldığında işin rengi değişiyor. Kapitalist kriz sermaye kesimleri içinde de değişikliklere neden olur. Bazı kesimler piyasadan çekilirken, ayakta kalanlar boşalan alanları ele geçirir. Bu konuda hükümetlerin desteği önemli olur. Krize karşı TÜSİAD ve MÜSİAD denilen iki sermaye kesimi arasında farklı yaklaşımlar görülüyor. TÜSİAD üyeleri gibi eski ve büyük sermaye sahipleri krizin Türkiye’ye etkilerinin daha da artacağını savunarak işçi çıkarırken, MÜSİAD daha iyimser bir yaklaşım sergiliyor. Krize karşın Türkiye ekonomisini büyüteceklerini ve krizden kaçıp güvenilir liman arayan fonların Türkiye’ye geleceğini söylüyorlar.
Ancak krizin derinleşmesi durumunda güvendikleri muhafazakâr sermayenin ve hatta Türkiye’ye çekmeye çalıştıkları Arap sermayesinin bile, krizin faturasının AKP ye kesilmesinin önüne geçemeyeceği ortada. Arap sermayesi petrol fiyatlarının hızla düşmesiyle sarsıldı. Ortadoğu’nun finans merkezi Dubai’nin zor durumda olduğu görülüyor. Suudi Arabistan’daki sorun Türkiye’dekinden daha derin. O yüzden kısa vadede artıları olsa da, bu krizin İslami ekonomiyi yükselişe geçiremeyeceği görülüyor. Dua ve tevekkülle yaratılmaya çalışılan kısmi iyimserlik dalgası, daha da derinleşeceği görülen ekonomik krizin insanlar üzerindeki etkisini azaltacak mı, bunu zaman gösterecek. Ancak dinin kitlelerin afyonu olduğu görüşünden hareketle davranan kapitalist sisteme, kendisini ortaya çıkacak yeni işsizlerin gazabından korumak için biraz daha zaman kazandırıp kazandıramayacağını ezilen sınıfların krize karşı alacakları tutum belirleyecek. Kapitalizmde işçiler artık esnek çalışma, kalite safsatası gibi kandırmacaların gerçekte ne anlama geldiğini görmeye başladı. ‘Allah rızası için’ canları burunlarından gelsin istemiyorlar. Bugün, Lenin’in belirttiği gibi, “Ezilen sınıfların bir yeryüzü cenneti uğruna gerçekten devrimci mücadelesinin birliği, bizim için proletaryanın gökyüzü cenneti üzerine fikir birliğinden daha önemlidir…”
SITKI DEMİRKAN-KASABA NOTLARI
Ekonomik keriz ve katalitiğin tüpü... E
fendim meşhur meseledir hani; üç tane mühendisin yolları bir iş için bir Anadolu Köyü’ne düşer. Gündüz yer, içer, işlerini ikmal ederler. Vakit kerahate erince de yatmaları için konuk odasına buyur edilirler. Odadaki soba dikkatlerini çeker. Yerden yaklaşık bir metre yükseklikte, kütükten mamul bir kaide üstüne kutsiyet çağrıştıracak şekilde oturtulmuştur soba. Buna bir mana yüklemek için tamamen varsayıma dayalı fikirler üreterek sabaha dek tartışırlar. Termomekanikten ısıl bağıntılara, Anadolu İnsanı’ndaki Mecusi eğilimden, sonradan tanışılan bir aygıt olduğu için sobaya duyulan saygının ifadesine varasıya tez üstüne tez düzerler. İşin daha da ilginci hiçbiri, “Abi biz bu varsayımları mabadımızdan uyduruyoruz,” diye mevzuya uyanmadan, kendi tezinin doğru olarak algılanmıyor oluşuna öfke biriktirir. Sabah olup da muhtar gelince uykusuzluktan bitkin bir vaziyette sorarlar işin aslını. İşin aslı dediğime bakmayın üçü de kendi varsayımlarının doğru olması konusunda bir beklenti içerisindedir. Muhtar umursamaz bir tavırla anlatır ne olduğunu: “Beyim, bu sobayı biz kasabadan aldık. Borularıyla birlikte iki tane eşeğe yükleyip getiriyorduk. Önden giden eşekte borular yüklüydü. Artık sincap mı köstebek mi bir şeyden ürktü bu, çifteler savurarak koşmaya başladı. E, eşek eşeğe uymazsa olur mu? Öbürü de arkasından. ‘Hooydu çüştü’ diyene kadar borulardan birini yükünden düşürdü öndeki. Arkadaki de nasıl denk getirdiyse dümdüz etti nallarıyla. Çaresiz eldeki borularla kurduk sobayı, boyu yetmeyince de yerden yükseltmek zorunda kaldık. Budur.” Şimdi ben bu kıssayı neden anlattım? Giden ay yazımız çıkmayınca canım kasabamın RED’cileri, yolda yolakta önümüze geçip mühendisliğe soyundular. Tamamı varsayıma dayalı suçlamalar, tespitler, yorumlar ile benden hesap sordular. “N’ooldu deve yüküyle telif istedin, kapıyı gösterdiler dii mi?” diyeni mi ararsın? “Senin barutun da iki atımlıkmış, sözün tükendi he mi?” tespitini yumurtlayanı mı beğenirsin? “Adamlar sana bir ay mühlet veriyorlar, sen üç sayfa yazıyı yetiştiremiyorsun, kabagözsün abicim” tahliline mi alınırsın? Seç, beğen, al. Şimdi buradan alayını yanıtlıyorum: “Sevgili kardeşlerim, abilerim, arkadaşlarım; malumunuz bizim ev Rumlardan kalma iki katlı bir hane. Yaşam alanımız üst kata kurulmuş vaziyette. Ve fakat yazı yazacak düzenek ve ortam alt katta. Odun, kömür, tahta gibi elementler sadece üst katın ısınmasına yettiği içün, alt kat Grönland’ın şirin bir beldesi ayarında. Ekonomik keriz hepinizin olduğu gibi benim de belimi büktüğünden, katalik sobanın tüpünü de yenileyemedik. Mikail Abi de küresel ısınmayı falan iplemeyip dayadıkça dayadı buz gibi havayı. Kötümüzün donacağı endişesiyle oturamadık bi türlü yazının başına. Ha ısındı, ha ısınacak derken ay bitti ben ne yapayım?” Durum bundan ibaret. O değil de mevzu biraz nasıl bir zamana denk geldiğimizi anlatıyor sanki. Olağanın, rutinin dışında gelişen her şey, her beklenmedik durum,
her önü arkası bilinmeyen gelişme, insanların içindeki Tanrı olma dürtüsünü tetikliyor. Kendi algılarına biraz da senden özellik katıp ellerindeki hayali cetvellerle, olmayan terazilerle hüküm üzre hüküm biçiyorlar. Allahın kulunun da dönüp kendine bakası yok; “Yav ne bok yiyorum ben varsayıma dayanıp adam asıyorum” diyerek.
Çizgisizliğe sebepler...
Hadi bizim kasaba gene göziçi kadar yer ve yılların tanışıklığı bir iki günlük dimağ karıncalanmasından öte götüremiyor hadiseyi. Pekala demografik babda birkaç beden büyüyünce yaşanan yer, sergilenen hallere ne demeli? Herkes birbirine ruh çömelmesi yaşatmak gayretinde. Birbirlerini çözmek, birbirlerini bilmek, birbirlerini kendi kafasında yarattığı şablonla algılamak derdin de ötesine geçmiş. Biraz da popüler kültür kendi kalıplarını pazarlayınca, çık işin içinden çıkabilirsen. Herkes psikolog edasında, herkes Freud olma sevdasında. Yanında yöresinde kim varsa, ya da yanına yöresine kim gelirse tartıya vurup; “Hah Ahmet ikiyüz gram, Mehmet dörtbuçuk metre” diye çözdüğünü sanıyor olayı. Velakin insanın kendisinden başka hiçbir insanı bilebilme lüksü yok ki kardeşim. Daha şablonu tuttuğun anda o insanın sende yarattığı hissi tüketiyorsun işte. İnsanın insanda varolması bir tek duygu platformunda mümkündür, gerisi hikaye. Ha, maddi manevi çıkar ilişkin vardır orasını bilemem. Ama “Bu dostumdur, öbürü arkadaşımdır, beriki sevdiğimiz bir kimsedir” cümleleri kuruyorsan dönüp adamı analiz etmen, öğrenmeye çalışman bütün o cümleleri balon misali söndürüyor. Çünkü böylesi bir merakın gerisinde yatan hinlik az evvel de dediğim gibi Tanrı olma dürtüsü, egosunu sıfırlama çabası, “Ben bunun ciğerini bilirim” diyebilme gayretinden başka bi şey değil. Hele analiz etmeye kalkıştığın vatandaş bizim gibi biraz mevzuya vakıfsa saçma sapan bir yumağa dönüşüyor gelişmeler. Yaşam çizgimiz bir türlü genel geçer raylara oturmadığından, eşimizin dostumuzun bizi adam olarak görme isteği var. Bu çizgisizliğe geriye dönük sebepler bulma, o sebeplerin sebeplerini gidermemi isteme, bunu yaparken de bir adım da olsa önüme geçme, bir karış da olsa benden yükseğe çıkma hevesi, tosbağa misali ürküp kabuğuma gömülmeme neden oluyor. Bu kere kabuğu tıklatıp ses almaya çalışılıyor ki o daha da beter. Kabuğa inen her tık içeride gümbürtü kopartıyor zira... Bi şey anlatıyorsun geriye dair hadi merakını gidereyim elemanın endişesiyle, vaheeey arkasından anlattığının boşluklarını faraziyeyle doldurup öyle garabet yerlere bağlanıyor ki mevzu tutabilene aşk olsun. Yıllar evvel şöyle bi şey oldu, benimle ilgisi olmayan bir ortamda sırf
geyik olsun diye ve oraya ait olmamanın getirdiği rahatlıkla birilerine ben Ulubatlı Hasan’ım dedim. Ve arkasından bunu ciddi ciddi söylediğim düşünülerek, ortamın analitik kişileri tarafından ne mitomanlığımız, ne kahramanlık gösterme çabasından kaynaklanan kompleksimiz kaldı, diye bi şey anlatıyorum. Hadii al başına belayı, millet her muhabbetimizi “Eleman yazıyor gene” gözlüğü ile dinlemeye başlıyor. Biraz da öyle her kula nasip olmayacak derecede sıra dışı bir olay örgüsü var hayatımızın, yaşadığımız herhangi bi şeyin bizde yarattığı duyguyu paylaşma adına birilerine döküldüğümüzde, o birinin “Uçuyor gene” diyerek kulaklarını tıkadığını hissetmemek elde değil. Bir de hadisenin sonrasında boşlukların varsayımlarla doldurulup, hayatın şu anda durduğumuz noktasını da göze alarak varılan tespitler var ki, yeme de yanında yat. Oysa evet Beşiktaş, Adana Demirspor’a on tane gol attı ve ben tribündeydim o gün, o on rakamının skor tabelasına sığmayışına sade gözlerimle değil, bütün duyularımla tanık oldum. Şimdi bunu dinlerken yok bilinçaltıydı, yok süper egoydu osuruktan işkillerin ne gereği olduğunu biri bana anlatabilir mi? Evet, otuz senedir bu kasabadayım ve her bir köşesinde hayatın ne olduğuna dair bi şeyleri, hissederek öğrenmişliğim var. Ne duyumsadığımı anlatmaya kalkışıyorum, az evvel de dediğim gibi sadece duyduğumu paylaşma adına. Buyrun size tespit; “Doğulu ya, biraz buralı olmayışın ezikliği var içinde”. Fesuphanallah, yahu benim kökümün toprağına dair bir anlatmaya başlasam, üç gün üç gece susturamazsınız beni. Evet anam Maraşlı, babam Antepli. Her iki şehrin de birer sıfatı var kazanılmış değil mi? Neyin kahramanlığı ve neye karşı savaşarak edinilmiş bir gazilik bilir misiniz? Şimdi hayatın bu noktasında hiçbir üvendireyi, hiçbir boyunduruğu, hiç kimseye kul olarak teslim olmayışı refleks olarak taşımayı kendi toprağıma ait bir özellik olarak aktarsam, üzerinde düşünülme zahmetine çekebilir miyim kimseyi? Sırf katmer ve dondurma için Antepli ve Maraşlı olacak milyarlarca dünya vatandaşı biliyorum ben. Bu şekil mecralara çekildiği vakit insan ilişkileri, çekip gitmekten başka yol da kalmıyor. Ne yapsan bi yerlere ilintilendiriliyor, ne söylesen bi şeyleri çağrıştırdığın düşünülüyor çünkü. Ha belki suç bende çok konuşuyorum. Çok anlatıyorum. Ama tekrar ediyorum hayatın ne kadar şenlikli, ne kadar rengarenk ve bir o kadar da ne kadar acıtan, ne kadar karanlık olduğunu hissedince paylaşmak istiyorsun elinin erdiği gözünün gördükleri ile. Sanıyorsun ki aynı rengi ya da karanlığı onlar da görüyor, duyuyor. Nerdeee? Birbirine bakmaktan vakit kalmıyor ki. Tamam kuşku var olan bir olgu, ve hiç farkında olmadan saplanıveriyor bünyeye onu biliyoruz. İyi de bu kuşkuyu yenmek kuşkulanılanın
işi değil ki. Dilimin pelesenklerinden bir söz vardır Peyami Safa’ya ait: “Şüphesiz iman piçtir” der eleman. Bunu kime aktarmaya çalışsan iman denen olgunun, yani duyduğun ya da gördüğün bi şeyden emin olma halinin şüphe çekirdeğinden büyüdüğü, şüphe olmadan tam manasıyle emin olunamayacağı şeklinde anlıyor. Fakat tam tersi işte; şüphe dediğim gibi, bile isteye girilebilen bir duygu kurnası değil ki, hayatın insanoğlunu ikide bir yuvarladığı bir havuz. O havuzdan silkinip dışarı çıkmak yuvarlanmadan önce hissettiklerine sarılmakla mümkün, ve çıktığında da hislerinden emin oluyorsun, bu kadar basit. Günümüzün insanı ne yapıyor? “Hafız senden kuşkulanıyorum, hadi kuşkumu gidermeme yardım et”. E bunu talep etmek biraz, dediğim gibi Tanrılığa soyunmak olmuyor mu? Adına hayat de, Allah de, kozmos de ne ise işte içinde dönenip durduğumuz çark böyle bi şeye izin vermiyor ki. Birbirimize Tanrı olalım biraz sen bana secde et, biraz da ben sana, egolarımızı şişirelim nevinden bir yanyanalık tarzı yok ki. Bu sapağın varacağı nokta gün gibi aşikar. Talep eden teknik- taktik kullanmaya başlıyor. Talep edilen tekniği - taktiği sallamayıp anlamazdan geliyor. Bi süre sonra olay kişilik çatışmasına, akıl tokuşmasına dönüşüyor. Ve kimin kafa daha kocamansa vurup tosu, yürüyor geçiyor. Hayır, ya koca koca laflar edilmesin, yanyanalık üzerine. Ya da lafta kalmasın ete kemiğe bürünsün. Söylerken kolay tabii bunlar, da şu anki sahne öyle dekorlar önünde oynanıyor ki, herkes kendi tiradını attırıp görünme gayretinde. Tam tersi durumlar da söz konusu çünkü. Zamanenin verdiği ; “Bireysin sen” gazıyla üç günde bir, bir başka ruh deformasyonu moda oluyor. Bi bakıyorsun Manik Depresif revaçta, üç gün sonra dağ taş Panik Atak’a kesiyor. Egoyu yüceltme gayreti hep birilerini suçlama, suçu bi şeylere yükleme dangalaklığını tetikliyor. “İlkokul öğretmenim beni cetvelle dövdüydü” diye bi şey çıkarıp geriden, abidik gubidik ruh taklalarını kabullenilebilir bi şeymiş gibi pazarlamak. Ya da, “Biz çok çektik vaktinde biraz da onlar sürünsün” diye kırmızı ışıkta kapısına yaklaşan mendilci çocuklara inceden ayar olmak. Hep işte bu, “Ben varım, görün beni” aymazlığından kaynaklanıyor. Bize ise Bektaşi’nin felsefesinden başka yol yok. Hani Baba erenler yolda on kuruş buluyor. Gidip fırına beş kuruşluk ekmek isteyerek parayı uzatıyor. Fırıncı ekmeği veriyor ama paranın üstünden haber yok. “İmanım, on kuruş verdiydim ben,” diye itiraz edecek oluyor. Fırıncı “Yok beşlikti senin verdiğin” diye kükrüyor. Beşlikti onluktu derken fırıncı bi güzel benzetiyor Baba’yı. Çaresiz, elinde ekmekle peynirciye varıyor. Beş kuruşluk peynir istiyor. Peyniri ekmeğin arasına yayıp dükkandan dışarı hamle edince peynirci parayı istiyor. Verdiydim, vermediydin derken peynirciyi kötekleyip ayrılıyor oradan. Köşede bir duldaya çöküp yerken nevalesini, yukarı doğru söyleniyor. “Allah’ım sen işin doğrusunu biliyorsun, al fırıncıdan ver peynirciye!..”
21
Her Ocak yeni bir başlangıçtır... B
ereketli aydır Ocak. Bıçak gibi keskin soğuk, kar altında dinlenmeye durmuş toprak, cemrenin havaya düşmesinin umudu, yakacak parası, işsizlik, sokağa çıkan öemiz. Bu günü düne bağlayan o uzun halka. Ortak belleğimizden süzülüp gelen ve birlikte yazılan koskoca bir geçmiş… Ocak ayı denildi mi, yeniyi, geleni ve tükenip gideni düşünürüm. Yılbaşı sofralarında kızarmış kestaneli hindi efsaneleri dolaşır. Bizim soframız ise kendi halinde ve sevecen kurulur. Adettendir, yeni yıla girerken kafamıza balyoz gibi inen kriz, yoksulluk ve işsizlik gibi sözleri unuturuz biraz olsun. Gül yüzlü bir arkadaşımızı bekler gibi bekleriz yeni yılın ilk saniyelerini. Gideni kolumuzdan çıkarıp(hatta defedip) yeniyi kolumuza takmaya hazırlanırız. İnsanız, umudun içinden umutsuzluğu bulur illaki çıkarırız. Yeni yılın karşılama töreni kumsalda dans eden uzak kıtanın güneyli yerlilerin kendinden geçişi kadar büyülüdür. Saatler ilerler, gün doğar, gecenin kapattığı kirlilik yerkürenin kenarını itekleye itekleye yüzümüze yüzümüze yükseler. Yeni yıl gün gibi karşımızdadır işte. Eski yerinin orta yerinde yükselir. Eski
gidendir; yeni gelen olur. Yeni eskinin özenle saklananları barındırır. ESKİNİN PUSLU, SARARMIŞ FOTOĞRAFLARINDA GELECEĞİ ARAMAK… Peki ya nedir eski? Geriye geriye baktığımızda, çekilip giden eskinin orta yerinde durur ortak belleğimizin birlikte örülen kısmı. Bize el sallar duruşlarıyla coğrafyamızın emekçileri. Tarih eskidir, anı hafien solmuştur ama vardır ve var olacaktır. Cibali’de İstanbul Liman Şirketi’ne başkaldıran 300 mavnacı ayağa kalkar, hakları için yan yana durmayı becerir ve polis saldırısıyla 34’ü tutuklanır. Tarih 6 Ocak 1927’dir. Mavnacıların bir araya
Resmi tarih yazmaz onları...
i
stanbul’un boğazının ayazının orta yerinden bir tekneye biner karşı kıyıya geçeriz. Denize nazır bir fabrika buluruz kıyının öte yanında. Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası’nın bahçesinden bu kez cam işçisi yürür üstümüze…30 Ocak 1966, Paşabahçe Grevi’ndeyiz bu kez. Fotoğraf soluk değil, renkli ve parlak geliyor önümüze. Bu grev Türkiye İşçi Sınıfı tarihinin dönüm noktası desek yerdir ve gerisi o günden ileridedir. Greve çıkan cam işçisine bağlı oldukları konfederasyon, Türk-İş, “Dur!” der. Bu grevi gerekli bulan sendikalar kendi aralarında birleşir ve SADA’yı (Sendikalararası Dayanışma Komitesi) kurar. Türk-İş’ten bu nedenle ayrılan sendikalar yeni bir konfederasyona, DİSK’e yol alacaklardır. Yeni bir konfederasyon yeni umut olacaktır. Hakları için mücadeleyi öğrenen işçi sınıfı, bu toprakların tarihinde ilk kez bu kadar yaygın biçimde kendilerine
22
dair bir öğretiyi (Marksizmi) öğrenecektir. Gerisini anlatmaya gerek yok. DİSK işçi sınıfıyla bir olduğu sürece tarihi yazacaktır. Gün olur devran döner, İstanbul Kartal’da konaklarız bu kez. 10 Ocak 1969’dur, yine bıçak gibi keskin bir Ocak günüdür. Singer Fabrikası’nın işçileri sendika seçme hakkını kullanır. Çelik-İş Sendikası’ndan istifa edip DİSK’e bağlı T. Maden-İş Sendikası’na üye olur. Patronla sarı sendika ortalığı kasıp kavurunca dik duruşlu yerini alır ezilenlerin tarih sayfalarında ve fabrikayı işgale başlar. Daha ne söyleyelim bereketi için bu ayın. Gün olur devran döner; koca bir zincirin halkaları birbirine geçer. Önemli olan sizin bu halkalardan hangisini tercih ettiğinizdir. Resmi tarih onları yazmaz, çizmez onları. Güneş yüzlü toprakların afacan çocukları topraklarından kovulmaz resmi tarih kitaplarında…
gelişi Altın boynuzun(Haliç) kenarındaki limandan derin bir çığlık gibi süzülür geleceğin yeni kollarına… Yıllar geçer, gün olur devran döner. Ama devran hep kendi aynılığında dönmez. Devranı çevirip akışını değiştirmeye çalışan çok olmuştur çünkü. 7 Ocak 1963. Dedik ya uzun soluklu bir koşu tarih dediğimiz. Cibali Tütün Fabrikası’nda 3.500 işçinin anayasa ile kabul edilen haklarını istemesine, fabrika yönetiminin vermemesi üzerine hepsinin birden yemek boykotuna çıkışına tanıklık eder belleklerimiz. Anayasa kabul edilmiş, aradan uzun zaman geçmiş yasalarla grev, sendika ve toplu pazarlık hakkı hala düzenlenmemiştir.İşçi sınıfı kendi
ortaklığını ürütmek için çabalamaktadır işte. Unutulur mu hiç. Kavel işçileri, İstinye’nin köşesinden soluk bir fotoğrafın kenarından gülümser bize. 28 Ocak 1968. Bıçak gibi soğuk ocak ayazında fabrikanın demir kapısına kaynak atmış işçiler içeride beklemektedir. Kavel işçisi anayasada yazılan ama yasa hazırlanmadığı için verilmeyen grev hakkını kullanma inadındadır. Günlerce süren fabrika işgaliyle sesini geleceğe duyuruyor. Bütün İstinyeli emekçiler kadını ve çocuğuyla, ellerinde bir kap aşıyla ziyarete gelir Kavel işçilerini. Hasan Hüseyin, “İşime karım dedim, karıma Kavel diyeceğim” sözleriyle donatır dizelerini. Ve bir Kavel işçisi Ramazan Gecenoğlu, “… Emek olmadan çalışmaz o makine Paran çok diye dalmışsın zevkine İşçi acından ölmüş senin neyine Kavel seni Kavel yapan benim heeey… “ Sözleriyle yazar kendi fabrikasını, Kavel’in deniz kokulu bahçesini… Çoban ateşlerinin yandığı o yerden, Kavel’den, tarihi yapan emekçi eli böyle kurulur yanı başımıza. Yıl yenidir, ay Ocaktır.
Aşkla örülen yaşama dair...
1
970’li yılları geçelim uzun olur, ocak ayının her günü yazılmış yazılmamış binlerce öyküdür. Yakına yakına geliriz uzun yolculuğumuzda. Anadolu topraklarında yol alan şimendiferin raylarda çıkardığı gürültüdür yaklaşan ayak sesleri. Yüzlerce çivi, demir yığını ve yan yana vagonlar geçer çocukluk düşlerimizden… Sonra tankların sıralanışı, postalların betona vuruşu… Ağırlaşan öfkemiz ve çocuklarımızın iplere verilen kafaları. İdamlık sehpasının rezil soğukkanlılığını hazırlayan günleridir.. Birileri yazar birileri oynar tarih yıkıcılarının. Tarih yapıcıları korkak, hain ve cesur kalkar ayağa. Gün 22 Ocak 1980’dir. Karanlığının içinden yola çıkan adamlar İzmir Tariş Fabrikası’na gidecektir. “Çoban Sülü”, “Dokuz Işıklı Kurt Bozuntusu” ile hem kavgalı hem ‘kanka’dır. Tariş Fabrikası üzümden incire, iplikten zeytine koca bir kooperatif işletmesidir. İçeride DİSK’e bağlı sendikaların örgütlenme çabası, bu toprakların değeri yaratan becerikli elleriyle kadınları erkekleri gençleri, gün boyu alın teriyle kuşanan insanları… Tariş’in içine bozgun havası girmiştir bir kere. Ülkücü İşçiler Birliği tozu dumana katıp makineler arasında kadın işçilere tehdit, taciz ve zorbalık yapar. Ekmek derdine düşmüş işçi
kan kokusu altında kan tutması altında geçirmeye başlamıştır artık bir emek gününü. Tariş işletmelerinde solcuların ve muhaliflerin gücünü kırmak isteyenler, Yozgat’tan Çankırı’ya ülkücü çıraklarını toparlayıp fabrikaya getirmeye hazırlanmaktadır. Tarih yıkıcıları, insan simsarları ve kan kokulu karanlık gölgeler devreye girmiştir işte. İşyerinde öne çıkan, sendikayı tanıtan, kadın işçiyi gözeten adamların fabrikadan atılacağı haberleri gelmektedir bir bir. Tariş değiştirilecektir ve sol egemenliğinden çıkarılacaktır. Polis 22 Ocak günü içeriye girmeye çalışır. Sonra arama bahaneleriyle ortalık talan edilir. İşçi bir araya gelip olanlara dur demektedir. İçeriye silah sokması mümkün olmayan işçilerin üzerinden silahı çıkarı verir polis. Tezgah hazırdır işte. Fabrika işçileri birlikte olma geleneğini bildikleri ve yaşamlarına sokabildikleri için direnişe geçerler. Bir alev topudur şimdi İSYAN. Bütün kente yayılır haberler. Ege Üniversitesi’nden İzmir’in gecekondu mahallelerine kadar isyan ateşi yükselir. Veee şubat ayının ortalarına kadar İzmir kenti koca bir alev topu gibi yuvarlanır. İnsanca yaşama ve çalışma koşulları isteyenler, işyerindeki ülkücü yapılanmaya hayır diyenler, fabrika işçisinin geleceğine sahip çıkan kent insanı öğrencisi, memuru, yaşlısı genci kıvılcımı ateşler.
FiLiZ ARSLAN
Usanmadan yine doğruluruz... Postal sesi... Tank sesi... Yağlı urganın boğuk nefesi...
B
irilerinin asker sesine hazırlığı kocaman ve aynı anda çıkan öfke sesiyle şimdilik ertelenmiştir. Darbe senaryoları günlük yaşamın parçasıdır artık… Aynı günlerde IMF yetiştirmesi ana tarafından bir Kürt gelir tarih sayfalarının orta yerine. Bizi onu yüzde 30’ları geçmiş enflasyondan, vitrinleri dolduran ancak alınamayıp sadece seyredilen mallardan biliriz. Biz onu özelleştirmelerin babası, taşeronun amcası, işçi sınıfının köyden gelen akrabası biliriz. Turgut Özal işte, söylemeden olmaz tabi. 24 Ocak 1980 kararlarını ABD’li “Big Brother” yazmış, yetiştirmesi bu uzmancık düzeltmeleri yapmıştı. Sonrası Özal’ın hatırı kırılmaz 12 Eylül Askeri Darbesi… Gelen sokak aralarının çığlık sesidir. Basılan evler, giden ve geri gelmeyen çocuklar, ağlayan analar, boş kalmış sokaklar, makine başının sessizliğine gömülmüş işçi sınıfı… Tarih halkasını bu kez bize sormadan ekledi öbürüne. Sustuk, susturulduk ama bu bir yol alıştır; su akacaktır ve
durulacaktır. ‘80’LERİN KARANLIĞINDAN GÜN IŞIĞI SIZAN KAPI ARALARINA… 1980’den 1986’ya kısık sesli bir tarih öyküsünü anlatır kulaklarımıza
Dede Korkut Masalları. 7 yılda 34 grev yapılabilmiştir her şeye rağmen. Kör zindanlar işçi önderleri, öğrenci gençlik ve muhalif amcalarla ağabeylerle dolmuş taşmış. Giden canlar gitmiş, bir kısmı
Hâlâ kendi rüzgarlarımıza gebeyiz...
B
öyle kurduk bu yazıyı, böyle donattık, arada unuttuğumuz çok şey oldu elbet. Bu yazıda tarihi yapanların en süslü halkalarını ekledik birbirine. Daha az gösterişli olanları kenarda beklettik. Onları başka türlü süslerle ekleyelim dedik birbirine. Gün olur devran döner tarih akar gider derinlerinden. 2000’li yılların sonuna geliyoruz. 2008’ten 2009’a çıkıyor yollarımız. Hindisiz ama küçük bir kapta kabak tatlısı eksik olmayan, kendi halinde güleç yüzlü yeni yıl soframızdayız yeniden. Dünyanın tüm ışıkları yeni bir yıla hazırlanıyor. Dünyanın tüm işçileri yeni yıla kadeh vuruyor. Yunan gençler yeni yıla taş atarak merhaba derken, ÜNSA; Sinter, Philips işçileri ve ötekileri yeni yıl ateşini fabrika kapısında fitilliyor... Lehman Kardeş’lerin krizi bizim krize ekleniyor. Kendi şoklarına gömülen kapitalizm krizi yaratmayan emekçi yüzlerine tokat gibi iniyor. Ve 2009 Ocak ayının son günlerindeyiz. İşçi işveren ve devlet bir araya gelip “ÜÇLÜ DANIŞMA” kurulunda buluşuyor. Patronlar 2008’in son dört ayında, “Kriz!” dedi, “Bizi kurtar!” dedi, “Tarih bizden ibarettir!” dedi. Şimdi sırada “Kısa Süreli Çalışma Ödeneği” var. İşyerini zırt pırt gelinen gidilen, ücreti çapı çerçevesi belli olmayan hale getirip ödenek
diyenlere KAVEL İŞÇİLERİ 1963 yılının bıçak gibi keskin soğukluğundan öfkeyle bakıyor. Onlar bakıyor biz bakıyoruz. Onlar çok sayıda bakıyor. Biz tek tük bakıyoruz. Onlar çok insanın öfkesinden dev bir öfkeye yol alıyor. Biz yolun kenarına düştük, asfalta dönmeye çalışıyoruz. Yürümeyip durmaktan halliceyiz elbet. Daha da hallice olacağız elbet. Umut var, umut olmak zorunda, BİZ VARIZ ÇÜNKÜ… Ve Ocak ayı bu yazıyı yazarken tarihin kenarından buruk bakışlarıyla geriye çekiliyor. “Yine gelirim bekleyin ama her gelişim bir öncekinden daha yenidir ve içim daha bir kabarıktır.” diyor. Asfalt kenarında kalmışlığın ezikliğiyle çıkıyoruz yeni bir yola. Yürüyelim, yürütelim ve yürüsünler. Yürürsek gideceğimiz yere gideriz birlikte. İşte böyle son sözümüz: Peki tarihi bu yönden okursak dersimizi çıkarır mıyız? Hani “Kıssadan hisse” olur mu? Peki tarihe bu cepheden bakarsak ezber bozulur mu? Onlar egemen biz köle… Yok olmadı efendim onlar biz dağıldığımız sürece egemen, ayrıklığmıız durdukça biz köle… Biz birlikte olduğumuz an biz egemen onlar NEEEEE?
zindan karanlığında canını dişine takmış. Dışarısı içeriden kör bir zindan ama kendi aydınlığına gebe bir zindan. 1986 ve yine aylardan Ocak. NETAŞ İstanbul’da Kurulu bir fabrika, ileri teknoloji ürünler üreten vasıflı emek gücü, sendikasız iş günleri… Sendikalı olacağız ve güdük yasalardaki haklarımızı birlikte kullanacağız diyen NETAŞ işçileri örgütlenme çalışmalarına başlar. İş yavaşlatma ve boykot sonuç ne olursa olsun tam 7 yıl sonra NETAŞ işçisi bir ses soluktur geleceğin meydanına… Ocak ayından taşmış 1987 kitle hareketleri ve 1989 Bahar Eylemleri. Köyün meydanındaki koca çınarın gölgesinde oturmak kadar ferahlatan günler… Daha ne anlatayım size bilmem. 1991 yılında MESS’e bağlı işyerlerinde aynı anda greve çıkan işçiler. Ortak kararlarla emek örgütleri Çelik-İş, Otomobil-İş ve Özdemir-İş tophlu MESS grevlerini başlatmıştır. Siz ne derseniz deyin tarihi yapanlar kendi yollarında yürüyüşe devam der ve diyecektir.
RED
LO K A L 14 Şubat’ta, saat 16:30’da, kendini Sevgililer Günü saçmalığına kaptırmayacak tüm dostlarımızı, RED merkez irtibat bürosu ve lokalinin açılışına bekliyoruz.. Adres: Rumeli Han, B Blok, No: 18 İstiklal Caddesi, Beyoğlu 23
SERDAR TÜRKMEN
Seçim masalları, Mersin 2009
Yakında, “Sabah 8’de işe gittik”, “Öğlen tantuni sardırdık” gibi afişler de süsleyebilir ilan tahtalarını!..
S
eçimler yaklaşınca ve tabii ki çeşitli rant ilişkilerinin de yardımıyla, ‘aday adayları’nın yerini ‘adaylar’ alınca, bilboardlar, duvarlar, çöp kutuları, elektrik direkleri, duraklar, evlerin balkonları, apartmanların kör cepheleri, dükkanların dış camları gibi pek çok yerde adayların ‘dikkat çekici’ afişlerine, patladı patlayacak vaatlerine maruz kalıyoruz. Evet, ‘görüyoruz’ değil, ‘maruz kalıyoruz’. Otobüse biniyorum, yanındaki insanla konuşmaya çekinen ve kitap falan da okumaya niyeti olmayan sıradan bir ‘80 sonrası gençliği’ mensubu olarak dışarıyı izliyorum. Yaklaşık her 30 saniyede bir Mahmut Tat’ı görüyorum. Rüyama girmemesi için herhangi bir sebep yok. Sevdiğimiz insanları ne kadar görebiliyoruz ki bu ‘hayat’ dedikleri fakat bizim bunun ‘hayat falan olmadığını bildiğimiz’ hengâmede? İşte Mahmut Tat ve onun gibiler de tersten kuruyor bu ilişkiyi. Resmini ve ‘patladı patlayacak vaatler’ini gözünün içine sokuyor ve böylece kendine alıştırmaya dahası sevdirmeye çalışıyor. BAS BAS BAĞIRACAKLAR ‘BİZİ SEÇİN’ DİYE! Bir tanesi; elini uzatıyor ilan tahtasından (billboard) dışarı, öteki; sitem eder bir tavır takınmış, belli ki ‘tepki oyları’nda gözü var. İlerleyen günlerde, bahsettiğimiz (henüz derinleştirmedik) bu görüntü kirliliğine ses kirliliği de eklenecek. Sabahtan akşama kadar ‘bas bas’ bağıracaklar ‘bizi seçin’ diye! SEÇİMDEN ÖNCE CEPTEN ÇIKAN – SEÇİMDEN SONRA CEBE GİRECEK OLAN = RANT Bu işe -seçim propagandasına- ayrılan parayı ‘basitçe’ hesaplamaya kalktığımızda, karşımızda hiç de alışık olmadığımız kadar çok sıfırlı sayıları buluyoruz. Bu hesaptan sonra, Mersin’de özel bir politik hat izleyen MHP’ye hak veriyoruz tabi, adamlar en başta belediyenin bütçesini açığa çıkarttılar ki şu hesabı doğruca yapabilsinler: “Seçimden önce ne kadar gider cepten, seçimden sonra ne kadar girer cebe?” Bakıyorsunuz, GMK bulvarı ve ona dik konumda bulunan işlek yollar üzerindeki durakların hemen hemen hepsinin en az bir yüzünde Mahmut Tat var. Bu camekânın kirası öyle herkesin karşılayabileceği bir miktar değil ve afişler iki haayı aşkın süredir orada. Tabii bu paralar kat be kat dönecektir kasalarına ya da öyle umuyorlar şimdilik. Adayların önemli bir çoğunluğu zaten varlıklı. Halkın arasından bir kişi var mı ki? Bu sorunun cevabının hep bir ağızdan koca bir ‘YOK’ oluşunun üzerinden yaklaşık 30 sene geçti. Fatsa’dan bahsediyorum. Fikri Sönmez’den,
24
devrimcilerin yarattığı, halktan yana, demokratik belediyecilikten bahsediyorum. SATIR ARASI: FATSA-HALK KOMİTELERİ-DEMOKRATİK BELEDİYECİLİK Fatsa’da, Fikri Sönmez’in belediye başkanı olması ile beraber demokratik belediyecilik uygulamaları da başlamış oldu. Fikri Sönmez seçim çalışmalarında vaatlerde bulunmadı, sıkça yinelediği üzere, “Biz tek başımıza bir şey yapamayız, hep beraber karar vereceğiz, hep beraber yapacağız,” şiarına paralel uygulamalar başlatıldı. Mahallelerde ‘halk komiteleri’ kuruldu. Bu komiteler -her mahallede bir olmak üzere onbir mahallede onbir tane komiteperiyodik olarak toplanıyordu. İhtiyaçlar belirleniyor, çözümün nasıl yapılabileceği tartışılıyordu. Halktan, emekçiden yana bir belediyecilik anlayışı kısa sürede oturtuldu. Belediyede çalışan işçilerin maaşları ve aldıkları özel durum yardımları -çocuk yardımı, afet yardımı...- artırıldı ve sendika ile toplu sözleşme yapıldı... DEVAM Tekrara düşmek pahasına da olsa vurgulayalım; Fikri Sönmez’in seçim çalışmalarında -ki oğlunun açıklamasından alıntıyla, seçim çalışmaları için afiş, broşür v.b basılmamış, kahvehane toplantılarıyla,
zaten iç içe olduğu halk ile seçim münasebetiyle de bire bir temas etmiştivurguladığı ifade, “Biz tek başımıza bir şey yapamayız, hep beraber karar verip, hep beraber yapacağız,” oldu. Uygulamaları da bu söyleme uygunluk gösterdi. Belediyenin yaptığı yanlışlar da oldu elbet, bunların da özeleştirileri herkesin toplandığı kitlesel toplantılarda verildi. Böylelikle halk yönetime doğrudan katılabildi. SEÇİM ÖNCESİ BAŞKA, SEÇİM SONRASI BAŞKA Tam da burada Fatsa’yı; 8 ay sürebilen, hedef gösterilen, saldırılar tezgâhlanan Fatsa halkının öyküsünü durdurup bugüne dönmek gerek. Fikri Sönmez, vaatleri halkın kendisinin oluşturacağını söylüyordu ya bugünkü durum ise, bu deneyime taban tabana zıt. Artık o kadar alıştık ki vaatlerin koi çıkmasına, o kadar normalleşti ki kandırmaca! Vaatlerin ‘ti’ye alındığı mizah ürünleri bile rağbet görmez oldu, bu biçimi sürekli işleyen Levent Kırca banal olarak görülmeye başlandı. Mersin’deki yerel seçimler öncesindeki vaatler de bu biçimden farksız elbet. Yine seçim öncesi başka, seçim sonrası başka... ÖĞLEN TANTUNİ SARDIRDIK! Macit Özcan, her yaptığını afişe etmeye devam ediyor: “Otobüs aldık”, “Yol yaptık”, Altyapı döşedik”, “Su arıttık”... Bunlar zaten belediyenin yapması gerekenler. Yakında, “Sabah 8’de işe gittik”, “Öğlen tantuni sardırdık” gibi afişleri de süsleyebilir Özcan’ın ‘fotoşoplu’ yüzü, hazırlıklı olalım! BİRAZ DA BİZ YİYELİM! Öte yandan önce çöp sorununa bulaşan fakat buradan umduğu damarı yakalayamayan AKP’nin şiarını naklen aktaralım: “Değiştirin, değiştirelim”. Ben
bunu, bu yazıyı okuyanlar için (ki zaten 3–5 kişiyiz, zahmetin lafı bile olmaz) seçim sonrasındaki icraatlara uygun söylemler haline getirdim. Yani AKP’nin adayı aslında diyor ki, “Hep bunlara oy verdiniz (muhtemelen CHP’yi kast ediyor) paraları ceplerine indirdiler (buraya kadar katılıyoruz) biraz da biz indirelim” (aferin!!!). GÖRECEKSİNİZ!!! Bir başka örnek ise MHP’nin, elini tokalaşmak için ilan tahtasından dışarı uzatma mizanseni içindeki Yenişehir başkan adayının şiarı, naklen: “Merhaba Yenişehir, hakkınız olan saygı ve hizmeti ilk kez göreceksiniz”. Bu halk yıllardır elini verip kolunu kaptırıyor. Göreceği şey de yine ‘ebesinin örekesi’nden başka bir şey değil! ÇAY’I ÇİLEK’İ YIKACAĞIZ! Bu gibi kapalı mesajların yanı sıra açık seçik, “Açılın soyguna geliyorum!” diyenler de var. Mahmut Tat’tan naklen: “Kentsel dönüşümü başlatıp, Çay’ı Çilek’i kalkındıracağız.” Kürt vatandaşların oturdukları fakir mahalleleri ‘rantsal dönüşüm’ pardon ‘kentsel dönüşüm’ ile kalkındırmaktan bahsediliyor. Bunun açık ve seçik olarak ifade ettiği durum ve bu durumun söylemleşmiş hali, tüm Türkiye’de kentsel dönüşümün yarattığı mağduriyete paralel olarak ‘Çay’ı Çilek’i yıkacağız’dır. Aynı adaydan devam edelim: “Mersin’in ürünlerini işleyen fabrikalar açacağız... Mersin’e yatırım yapmak isteyen işletmecilerin önünü açacağız.” Yani aslında diyor ki, “Bizim arkadaşlar var, bana seçim dönemi parasal destek sağlayan, onlara fabrika kuracağım, onlar 3’e alıp 13’e satacak, 3–5 de bize kalacak.” Ne diyelim, “Kolay gelsin,” mi? Bununla da bitmiyor, ama başka örnek vermeyelim uzuyor gidiyor satırlar. DEMOKRATİK BELEDİYECİLİK YOKSA OY DA YOK! Halk kendi adaylarını çıkartmadıkça, belediyede alınan kararlarda halkın hiçbir karar hakkı ve bu hakkın olmayışına karşı hiçbir yaptırımı yoksa ‘oy da yok’. Nasıl Mersin limanındaki işçiler slogan atıyorlarsa, “İş, ekmek yoksa barış da yok!” diye, işte aynen öyle gür sesle söylemek lazım: “Demokratik belediyecilik yoksa oy da yok!” Yalancıya, talancıya, vurguncuya, arsıza, hırsıza, gericiye, kemiriciye, sendika düşmanına, ayırmacıya, kayırmacıya, alavereciye, dalavereciye, bu ülkenin birçok millet, din, mezhep mensubu insandan oluştuğunu ve ‘güzel günler’in ancak bütün unsurların emek ve insancıllık zemininde bir araya gelmesiyle görülebileceğini reddedenlere OY YOK.
OKAN YILMAZ Açın Google’ı, ‘Ankara, A Takımı’ gibi kilit sözcükleri yazın, gelen haber sayfalarına bir bakın...
Sokağı ‘onlara’ bırakmamak lazım
B
uluntular, insanoğlunun yerleşik hayata geçişinin İsa’dan önce dokuz bin beş yüz yıl öncesine tarihlendirilen Neolitik dönemde vuku bulduğunu gösteriyor. Belli başlı hayvanların evcilleştirilmesiyle avcılıktan hayvancılığa, toprağın işlenmesiyle de toplayıcılıktan düzenli tarıma geçildiği zaman dilimi bu döneme denk düşüyor. Yani ilkel medeniyetin ilk örneğini Neolitik dönemde görüyoruz. Tabii medeniyete açılan bu kapıdan içeri, artık insanoğlunun hayat yolundaki bütün tecrübelerine sirayet edecek birtakım nahoş meumlar da girdi. Tarım aletlerindeki ve tekniğindeki ilerlemeler, topraktan daha fazla verim alınmasını sağlayınca artı ürün/mülkiyet sorunu gündeme geldi. Yani avladıklarını ve topladıklarını, saklama/muhafaza tekniklerindeki yoksunluktan ötürü, oldukça kısa bir zaman aralığında paylaşıp tüketen ilkel komünal topluluklar, maceralarının sonuna geldiler. Artık mülkiyetin dolaşımı, devri, aidiyeti, aktarımı gibi meseleleri çözüp hükme bağlayacak muhtelif ahlaki, idari, medeni kurumlar yeşermeye başladı. Buna örnek teşkil eden ataerkil aile kurumunun, yalnızca bir mülkiyet meselesi olduğunu öne süren ve benim de saflarında durduğum ciddi antropoloji teorileri mevcut. Kıssadan hisse anarkokomünizmin pratikte öldüğü, tersine teoride doğduğu, bir düş, bir ideal olarak düşün dünyasında yerini aldığı kırılma noktası da burasıdır. Bu kısa tarih-öncesi özetini konumuza bağlayan köprü, ‘yerleşiklik’tir. Medeniyet, kuşkusuz ‘göçebelik’le inşa edilemeyeceği gibi, mülkiyet ihtilaflarından ayrı bir seyir de izleyememektedir. Mülkiyetin kontrolü, bireylerin kontrolünü gerektirir. Bireylerin kontrolüyse, bireye dair tüm eylem, inanç ve düş gücüne devlet-toplum bekası adına sınırlar çeken ‘kontra’ kurumlarlageleneklerle mümkün görünüyor. Ve bilindiği üzere gelenek, yerleşiklikten beslenir. Tüm bunlar bireyi sabit, yerleşik, yeri-yurdu-kimliği ve sınırları belli bir canlı şeklinde tutmaya yöneliktir. Yani bir kez tespit edilmeniz, artık ait olduğunuz anlamına gelir. Adınız bir kez konduysa, hareket alanınız ondan çok daha önce belirlenmiştir. Yaklaşık on iki bin yıllık yazgımız, ümit verici ufak istisnai örnekler dışında herhangi bir değişiklik emaresi göstermiş değildir. Siyasi sınırlar, dini ve etnik gruplar, üretim araçlarına hükmeden sermaye sınıfları, zümreleri, tekelleri ve onların icazetiyle tesis edilen hukuk kaideleri, siyasal gelenekler, silahlı kuvvetler ve daha pek çoğu, çağlar boyu biçim ve görünüm değiştirse de mülkiyetçi ve
tahakkümcü özlerini muhafaza etmişlerdir. Çağımızın modern kapitalizmi ve onun kurumları da işte bu işleyişin omuzlarında palazlanıyor. En ufak gündelik yaşam pratiklerimiz de, bu yerleşiklik zaruretinin içselleştirilmesiyle belirleniyor. Bu, bütün ayrıntılara sirayet ediyor. Zaten üzerinde durmak istediğim örnek de, yaşamı idame ettirmek için gereken eylemlerin (okumaya/çalışmaya gitmek gibi kısa ve uzun vadeli bütün rutinlerin) haricindeki zamanı da bir çatının altında değerlendirmemiz, tüketmemizdir. Bu, kapitalizmin tezgahladığı tüketim kültürünün bir yaptırımıdır ve ticari kârın yanısıra toplumsal kontrolü de sağlayarak bir taşla iki kuş vurmaktır.
Sokak kullanımı
Sokağı yalnızca bir mekandan diğerine girmek için kullanıyor olmamız vahim bir gerçek. Sokakta geçirilen vakti, iki mekan arası uzaklık belirliyor. Ortak mülkün, ortak yaşam alanlarının, yani umumiyetin bile alınıp satılan birer ticaret nesnesi haline getirildiği günümüzde elimizde kalan tek şeyi, sokağı ihmal edip kaybetmemiz kapitalizmin en büyük düşü olsa gerek. Sokakta üç kişinin bir araya gelmesinin dahi tehlike arz ettiği 80’li yılların mirasından biri de, ‘açık hava’da geçirdiğimiz zamanı olabildiğince kısa tutma alışkanlığımız gibi görünüyor. Resimlerimizi, heykellerimizi, fotoğraflarımızı büyük bankaların, firmaların, sermayedarların sponsorluğundaki galerilerde sergiliyoruz, müziğimizin sesi konser salonlarının, barların iç duvarlarıyla sınırlanıyor, ha keza şiiri ve edebiyatı da dört duvara sokmakta
gayretkeşiz, tiyatro için bir adet sahneye ve iki adet perdeye ihtiyacımız var, taşınır projeksiyon/yansıtma makinelerindeki ilerlemeye rağmen sinema da geniş ve konforlu salonlardan çıkmamakta ısrarcı. Alışveriş etmek için çalışma izni, ruhsatı, vergi levhası olan işletmelere ihtiyacımız var (işportacı avlayan zabıta bunu zaruret kılar), yemek-içmek için sağlık endişesi yüzünden benzer yerleri tercih ediyoruz, arkadaşlarımızla vakit geçirmek için oturabileceğimiz ‘nezih’ yerlerin skalası arşa yükseliyor. Kısacası işten güçten arta kalan bütün vaktimiz, ‘hizmet sektörü’ denen bir tüketim zincirine kanalize ediliyor. Her tabakanın, her statünün, her ilgi alanının da kendine özgü mekanları, menüleri, fiyat tarifeleri var tabii. Yani kapitalizm bütün ‘uç’ları, çoğunluk olsun, azınlık olsun bütün kümeleri kendi döngüsünde, kendi tüzüğüyle, kendi vergilendirme, sayma, toplama, hizmet verme sistemiyle legalize edip saflarına katıyor. ‘Alternatif mekan’ diye bir şey de yoktur, isim ve levhayla sınırlandırılan hiçbir mekan kapitalizmi beslemekten başka iş icra edemez. Nasıl Che baskılı, anarşi logolu tişörtler pazarın birer metasıysa; benzer tandanslı mekanlar da pazarın ürünüdür. Bütün alternatif, marjinal, alt kültür gruplarının ‘küresel ticaret tüzüklerine’ sadık ‘alterno’ mekanlarda kümelenmeleri gülünçtür. Bundan tek kaçış sokaktır! Kapitalizm panayırı, festival havasını, curcunayı sevmez çünkü bu tür şeyler hem kontrolü dışındadır, hem de ekonomik bir getirisi yoktur. Kapitalizm sanatı, cüzdanı dolgun sanatsevicilerinin alım gücüne göre sunar ve sanatsal değeri de rakamlara göre belirler. Kapitalizm
sokaktaki en ufak bir hareketlilikten rahatsızdır çünkü bu hareketlilik, kendi sularından uzaklaşıldığı anlamına gelir, ki sokakta ticareti engelleyen zabıta, sokak gösterilerini ve sanatlarını törpüleyen polis gibi kurumlarıyla bu tehlikeyi bertaraf etmeye çabalar. Bundandır ki örneğin yaşadığım şehrin, Ankara’nın sokaklarında sanat ve estetik namına gördüğümüz yegane şey, belediyenin grafikçilere hazırlattığı ve billboard’lara astığı hizmet reklam afişleri ve yine aynı şekilde billboard’larda yer alan giyimkuşam-gıda reklamları. Şehrin duvarlarına asılan afişler ivedilikle sökülüyor, her türlü grafitti ve sprey metinler, üstlerinden geçen badanayla siliniyor, ‘sticker’ dediğimiz yapıştırıcılı etiketler, içerdikleri sosyal ve politik çağrılardan ötürü duvarlardan, tabelalardan yolunuyor. İnsanların ortak ve eşit kullanımına açık olan sokaklar bir avuç çakalın çalıştırıldığı otopark mafyalarına ihaleyle peşkeş çekiliyor. Yaşam alanlarımız elinde tespihiyle, sustalısıyla ortama ‘göz kulak’ olan ‘fahri’ zabıtalara emanet. Hatta Ankaralılar iyi bilecektir, Keçiören’de gece çalışma izni olmasına rağmen alkol sattığı için bir büfeci dövülmüş, kepengi zorla indirilmişti. İşin arkasından, Keçiören Belediyesi çatısı altında örgütlenmiş ‘A Takımı’ adlı çeteci bir zevat çıktı. Aynı zevatın, bir zamanlar Eryaman’da iş tutan travestilerin dövülmesi, öldürülmesi ve şehrin muhtelif yerlerindeki parklarda el ele dolaşan ve içki içen gençlerin sopalanması olaylarından sorumlu tutulduğu söyleniyor. Açın Google’ı, ‘Ankara, A Takımı’ gibi kilit sözcükleri yazın, gelen haber sayfalarına bir bakın. Neticede, sokakları mafyacı, çeteci zevatın kontrolüne bırakmamak ve dört duvar arasına kapanarak kapitalizmin midesini doldurmamak için, toplumsal dönüşüm idealinin bireysel değişimle başlayacağını idrak etmiş herkesi, her türlü aktivitelerini gerçekleştirmek için sokağa davet ediyorum. Sokakta hiçbir kişi, kurum ve kuruluşun maddi desteği olmaksızın film gösterimleri, müzik ve şiir dinletileri, resim ve fotoğraf sergileri düzenleyecek ve kentin demirbaşlarına, klişelerine sanatıyla müdahale edecek sokak sanatçılarını ve sanatseverleri otonomcu bir kolektif kurmaya çağırıyorum. Parayla değil, takas usulü işleyen ikinci el pazarların, ev yapımı yiyecek-içecek stantlarının ve ücretsiz, kazançsız sanat aktivitelerinin dört bir yandan yükseldiği bir kentin, otobüslerden başka hiçbir yerde birbirlerini görmeyen çok farklı kesimlerden insanları bir araya toplayacağına inanıyorum. Bu konuda gelebilecek bütün yardım ve önerilere de hararetle açığız...
25
ODTÜ’de kontrgerillanın bitmeyen aptallığı...
1
9 Ocak günü ODTÜ, bir istihbarat elemanının öğrenciler tarafından yakalanması ile sarsıldı. Öğle saatlerinde yemekhanede stant açan öğrenciler, bir hocaları tarafından fotoğraflarını çeken birinin olduğu söylenerek uyarıldı. Bunun üzerine söz konusu şahsı bulan arkadaşlarımız burada ne yaptığını ve kim olduğunu sordular. Yakayı ele verme korkusuyla gelen yanıtlar çelişkiliydi. Şahıs önce yemekhane çalışanı olduğunu söyleyerek olaydan sıyrılmak istedi. Bu sırada Şeyhmuz Çelik adına düzenlenmiş ATO kimliğini gösterdi. Yemekhane çalışanlarının kendisini tanımadıklarını söylemeleri üzerine iyice telaşlanan şahıs, öğrencileri tehdit etmeye çalıştı. Kendisine sorular soran arkadaşlarımıza, “Hayatınız biter!” türünden tehditler savurdu. Bu deneme de cep telefonunu kaptırması ile başarısızlıkla sonuçlandı. Telefonu inceleyen öğrenciler, “Yemekhanenin önünde solcular stand açacakmış, gidiyor musun?” yazan bir mesaj buldular. Ayrıca telefon rehberinde onlarca rütbeli askerin numarasının kayıtlı olduğu görüldü. Üst araması sırasında Ankara İl Jandarma Komutanlığı’na ait ‘Tekerlikli Araç Günlük ve Koruyucu
yola çıkarılan şahsın ardından, öğrenciler de yemekhaneden buraya yürüyüşe geçti. Ancak görgü tanıklarının söylediğine göre araçtan indirilen şahıs, ifadesi bile alınmadan kapının dışında serbest bırakıldı. Daha sonra ATO tarafından yapılan açıklamada şahsın öğrencilere gösterdiği kimliğin Batman’lı bir işadamı olan Şeyhmuz Çelik’e ait olduğu ve 2006 Mayıs’ında arabasından çalındığı söylendi.
Bakım Formu’ da bulundu. Bu gelişmeler üzerine sayıları giderek artan öğrenciler şahsın elini kolunu sallayarak olay yerinden uzaklaşmasına elbette izin vermediler. Ortaya çıkan durumun hesabının sorulabilmesi için, en azından böyle bir durumun varlığının resmiyete kavuşması için rektörlükten tutanak tutulmasını istediler. Küçük bir odada İç Hizmetler Müdürü Mahmut Everik ve birkaç Özel Güvenlik Birimi tarafından korunmaya çalışılan şahsı kapının hemen dışında yüzlerce öğrencinin öesi bekliyordu. Olay yerine gelen ODTÜ Genel Sekreter Vekili Tanju Mehmetoğlu, öğrencilerin isteği üzerine bir tutanak tuttu. “19 Ocak 2009 tarihinde kafeteryada fotoğraf çekilirken tespit edilen
ve öğrenci olmadığı tahmin edilen bir kişinin ve arkadaşının kimliği sorulması ve gösterilmesi üzerine kafeterya şefliğine yönlendirilmiş, kişinin üzerinde Şehmuz Çelik adına ATO tarafından düzenlemiş kimlik bulunmuştur. Kişinin istihbarat için çalıştığı düşünülmektedir. İşbu tutanak tutulmuştur,” ifadesinin yer aldığı kayıt Mehmetoğlu’na imzalatıldı. Bu sırada yüzlerce jandarmanın yemekhane binasına girişleri engellemeye çalışmasına rağmen içerideki kalabalık giderek büyüdü. Özel güvenlik ve Mahmut Everik’in yoğun çabaları ile linç olmaktan son anda kurtulan istihbaratçı jandarmaya teslim edildi. Yemekhane önünden derhal bir araca bindirilerek A-4 kapısındaki jandarma karakoluna doğru
Kimi kandırıyorsunuz?
Ülkede son bir yıldır yürütülen Ergenekon operasyonu ile derin devletin, kontrgerillanın temizlendiği yalanı her gün televizyon ekranlarından ve gazetelerden topluma pompalanırken ODTÜ’de öğrenciler tarafından yakalanan JİTEM’cinin açıklamasını hangi savcı yapacak? Devletin olduğu yerde derin devletin de bir zorunluluk olarak bulunduğu gerçeğinin üzerini örten ve ODTÜ’de de maalesef hayli taraar bulan çakma ‘temiz eller’ kampanyası bu küçük örnek ile elbette bertaraf edilemez. Ancak kontrgerillanın varlığını sürdürdüğü bir kez daha görüldü… (Ç. Kılınç)
14 yıl önce yine ODTÜ’de yaşanan JİTEM vakasını hatırlayalım... RED Yazıişleri Müdürü Hakan Gülseven, 1995’te ODTÜ’de üzerinden JİTEM adına düzenlenmiş kimlik çıkan bir ajanın yakalanması ve ardından gelişen olaylar nedeniyle ‘okuldan kesin çıkarma cezası’ almış, ayrıca ‘devlet güvenlik görevlisini rehin alma ve darp’ suçlamasıyla 10 yıl hapsi istenmişti. Yapılan ilk duruşmada Hakan Gülseven, o güne dek varlığı kabul edilmeyen JİTEM’in bir ‘devlet güvenlik kurumu’ olup olmadığının tespitini talep etmiş ve dava ‘jet hızıyla’ beraatle sonuçlanmıştı. Aşağıdaki metin Hakan Gülseven’in yine ‘okuldan kesin çıkarma’ cezası aldığı ve 5 yıl hapisle yargılandığı ‘Gorbaçov olayları’na ilişkin ODTÜ’ye verdiği savunmadan alınmıştır: “ODTÜ öğrencileri, diğer üniversitelerde açığa çıkan faşist saldırıların protestosundan, Gazi Mahallesi’nde yaşanan katliama yönelik tepki eylemliliğine kadar bir dizi politik kitle eylemini gerçekleştirdi. ODTÜ’lüler, kent merkezinde Gazi Mahallesi olaylarını protesto için düzenlenen eylemin yine en önünde yerlerini almışlardı. Gazi Mahallesi olaylarının protestosu, ODTÜ’ye yeni bir disiplin soruşturması furyası biçiminde yansıdı. Disiplin soruşturmalarının sonucu ise yine bol keseden dağıtılan uzaklaştırma cezalarıydı; bu soruşturmadan benim payıma düşen 1 dönem daha uzaklaştırma cezasıydı... Bu arada, ODTÜ Oluşumu, Ankara’nın diğer üniversitelerindeki öğrencilere birlik çağrısında bulundu; birçok üniversiteden olumlu yanıt geldi ve Ankara Öğrenci Birliği kuruldu. Bu çağrı, tüm üniversite öğrencilerinin ortak politik eyleminin örgütlenmesini hedefliyordu. Ankara Öğrenci Birliği’nin gerçekleştirdiği toplantılar sonucunda ortak bir kampanyanın, “Faşist Saldırılara ve Soyguna Son” kampanyasının tüm üniversitelerde örgütlenmesi kararlaştırıldı. Ankara’da politik kitle eyleminin yükseltilmesi açısından ciddi bir potansiyelin varlığı açıkça ortaya çıkmıştı. Tüm bu gelişmelerin yoğun bir baskıya yol açacağı da ortadaydı. Nitekim beklenen gerçekleşti; gerek siyasi polis, gerekse
26
jandarmalar operasyona başladı; art arda ev baskınları, gözaltılar geldi. Bu esnada istihbarat servisleri de boş durmuyordu. ODTÜ, sivil “güvenlik” görevlilerinin cirit attığı bir alan haline geldi; ve kamuoyunda kontrgerillanın sacayaklarından biri olarak bilinen, devlet tarafından varlığı dahi kabul edilmeyen bir kuruluşun, JİTEM’in bir ajanı, kampusta “görevini ifa ederken” ODTÜ öğrencileri tarafından yakalandı; silahına ve kimliklerine el konan bu şahıs, kampusa gelen TV kameralarına da teşhir edildi. Bu olay, kendiliğinden gelişen bir eyleme yol açtı; binin üzerinde öğrenci tarafından yol kesildi, servis otobüslerinin kampustan çıkışı engellendi; eylem yurtlara taşındı ve yoğun yağmura rağmen birçok yurt öğrencisinin de katılımıyla eylem boyutlandı. Eylem sırasında rektörlük bir kez daha bizi temsilci olarak tanıdı; ben ve bir arkadaşım rektörlük genel sekreteri ve rektör yardımcılarından biri ile görüşmelerde bulunduk; öğrencilerin tepkilerini ve taleplerini ilettik; aldığımız yanıt ise tam bir icazet ifadesiydi. Devrimci öğrencilerin kampusa girmesini engellemek için, kampus giriş kapılarını jandarmaya emanet eden rektörlük, kampusa giren casusları denetleyemeyeceğini
söylüyordu. Fakat, bu görüşmedeki tüm icazet beyanına rağmen, rektörlüğün başarıyla yerine getirdiği görevler de yok değildi; yine soruşturmalar hazırlandı, yine cezalar dağıtıldı... Kendi adıma, nihayet, dönemin bitmesine bir hafta kala, öğretim kurumundan “çıkarma” cezası aldığımı öğrenecektim... Ama “çıkarma” cezasının veriliş mantığı oldukça ilginçti; devletin dahi “resmen” kabul etmediği bir kuruluşun, adı kontrgerilla ile birlikte anılan JİTEM’in bir “sivil” mensubu -ki bu şahsın JİTEM adı altında düzenlenmiş olan kimliği TV ekranlarında uzun uzun gösterildi- disiplin soruşturması ve ceza metninde devletin “güvenlik görevlisi” olarak tanımlanıyordu; ve biz bu “gayriresmi” kurumunun “resmi” görevlisine “darp”tan suçlanıyorduk... İşin içinden çıkmak mümkün değil!.. Başta rektör Süha Sevük olmak üzere, üniversite yönetiminin bu durumu “bilimsel” olarak açıklamaları ne derece mümkündür, bilemiyorum... Öte yandan, beni “darp”tan dolayı suçlamaları da çok ilginç; çünkü o sırada, yani JİTEM ajanı yakalandığında okulda değildim; okula geldiğimde bu şahıs kalabalık bir öğrenci grubunun ortasında, bir jandarma çavuşuna sarılmış vaziyette ağlıyordu. Kitleye yönelik olarak yaptığım konuşmada, önemli olanın bu ajanı dövmek ve tabiri caizse hınç alıp bırakmak değil, kampusumuza yönelik provokasyon planlarını ve bu ajanların okulumuzdaki işbirlikçilerini açıklatmak olduğunu ısrarla söyledim. Ve o an bir kargaşalık çıkmasaydı, büyük ihtimalle oradaki kalabalık kitlenin yarattığı basınç bu ajanı konuşturmaya yetecekti. Bu vesileyle bir kez daha belirtmekte yarar görüyorum; yakalanan ajanlara ilişkin tavrımızın, onların “çalışma” tarzına ilişkin bilgi edinme görevine tabi olması gerektiğini savunuyorum. Nitekim, daha önce bahsettiğim Mehmet Avcı’nın “personel”i, yakalandığında bize oldukça ilginç açıklamalarda bulunmuştu; bilgiler hâlâ bizde saklıdır...” ‘Savunma’nın tamamı için: http://cinnet.org/karsiyuvar/savunma.php
Onların besmelesi, bizim besmelemiz...
Medyamızın ilgilendiği tek şey vardı: Yeni Rektör Yunus Söylet’in göreve başlarken çektiği besmele... Oysa Söylet’in nelere besmele çektiği daha önemliydi; ama gelin görün ki aynı şeylere patron medyası da besmelesini çekmişti...
G
eçen sayıda ‘YÖK ve Rektörlük Komedisi’ başlığı altında, İstanbul Üniversitesi rektörlük seçimindeki anti-demokratik sürece kısaca değinmiştik. Ve bu anti-demokratik sürecin sonunda, rektörlüğe atanan Prof. Yunus Söylet’in görevine başlaması ile beraber, ilk icraatlarına da bu sayımızda değineceğiz. Söylet’in rektörlüğe başladığı ilk günündeki icraatlarını, İ.Ü. Merkez Kampusu’na girdiğimizde, ‘şaşırmayarak’ gördük. Okulumuzun tarihsel dokusuna verdiği zarar hesaplanmadan, 3 metre arayla koyulan reklam panoları, Söylet’in okulda uygulayacağı piyasacı politikaların ilk ayağını oluşturuyordu. Tüm bu olacaklar zaten biliniyor ve bekleniyordu. Bu yüzden okulda uzun süredir yapılmayan devir teslim töreninin Söylet’e yapılacak olması, öğrencilerin bir protesto eylemi düzenlemesi için fırsat oluşturdu ve bu fırsat kaçırılmadı. Üniversitenin devrimci, ilerici öğrencileri olarak durumu protesto etmek amacıyla rektörlüğe girmek istedik. Her zaman kimlik kartlarımızla rahatlıkla girebildiğimiz rektörlüğe girmek bir yana, yakınlarına bile yaklaştırmadık. Ama tüm engellemelere rağmen, yine de protesto eylemimizi gerçekleştirmeyi başardık. Eylemde, Öğrenci Kolektiflerinin düzenlemiş olduğu bir oyun sergilendi. Oyunda Mesut Parlak ve Yunus Söylet birlikte bir konuşma yaparak, üniversitelerin özelleştirileceği, piyasacılaştırılacağı konusunda
yeminlerini ediyorlar ve içine bilimi koydukları tabutu gömmek istiyorlardı; fakat öğrenciler buna mani olup, bilimi gömülmekten kurtardılar. Daha sonra bir basın açıklaması düzenlendi. Açıklama sırasında ‘Üniversiteni AKP’ye bırakma!’, ‘AKP dışarı bilim içeri!’, ‘Üniversitemizi gerici, faşist, piyasacı rektörlere bırakmayacağız!” yazılı dövizler de taşındı. Ama tabii Söylet, okulda belki de rahatça yapabileceğine inandığı piyasacı politikalarına karşı seslerini çıkaran öğrencileri görünce, bu sefer yine hiç
şaşırmadığımız ve alışkın olduğumuz bir başka yola başvurdu: Faşizme! Ve böylece öğrencilerin tepkilerinin ne kadar haklı olduğunu da kanıtlamış oldu. Söylet’in rektörlüğünden haalar önce Hukuk Fakültesi’nde açılan ‘Filistin’ ve ‘Hrant Dink’ sergisine saldıran Özel Güvenlik Birimleri (ÖGB), ‘öğrencilerin rektörlüğü protesto eyleminden 25 dakika sonra’ hiçbir uyarı yapmaksızın ve hiçbir neden göstermeksizin, öğrencileri darp ederek afişleri indirdi. Tüm bunlar yetmeksizin bir de, öğrencilere, “Görüntüleriniz ellerimizde, rahat durmazsanız
soruşturma açılır!” diye tehditler savurdular. Okulumuzda tüm bunlar olurken, neredeyse hiçbiri medyamızda yer bulmadı. Medyamızın ilgilendiği tek şey vardı: Söylet’in göreve başlarken çektiği besmele... Oysa Söylet’in nelere besmele çektiği daha önemliydi; ama gelin görün ki aynı şeylere patron medyası da besmelesini çekmişti... Şimdi tüm bunların ışığında, bizim İstanbul Üniversiteli devrimci, ilerici öğrenciler olarak mesajımız açıktır. İ.Ü. Rektörü Söylet’in şahsında, üniversitelerde gördükleri her şeyi rahatlıkla özelleştirebileceklerini sanan, piyasacı politikalarını rahatlıkla uygulayabileceklerini sanan tüm üniversite yönetimlerine söyleyeceğimiz tek söz olmalıdır: “Mücadeleye hazırız!” Üniversitelerin birer rant kapısı değil, özgür birer bilim yuvaları olduğunu düşünen tüm öğrenciler olarak, siyasi iktidara tıpatıp benzeyen menfaatçi rektörleri değil, aynı bizim gibi değerlerin, prensiplerin, üç kuruşluk menfaatlerden daha kıymetli olduğuna inanan rektörleri üniversitelerimizde görmek istiyoruz. Ve biliyoruz ki bu rektörleri, özlemini çektiğimiz bu üniversite yönetimlerini, 12 Eylül cuntasının gençliğe birer ‘armağanı’ olan YÖK ve sistemi değil, tüm bunlara karşı gelen gençliğin ortak mücadelesi getirecektir. Evet, Söylet, besmelesini çekmiştir, sıra gençliğin çekeceği kendi besmelesindedir… (O. Özgen)
15 ŞUBAT’TA iSTANBUL’DA
Krizin faturasını emekçilere çıkaranlara karşı yürüyoruz!...
RED 27
Emeğin değersizliği ve zenginlik
Y
azıda basit bir biçimde Yunan ve Romalıların çalışanları nasıl değerlendirdiği, her iki toplumda da çalışanların sınıfsal konumları ve günümüzde durumun nasıl bir benzerlik gösterdiği ele alınmaya çalışılacaktır. Esas olarak bir kitap ve inceleme konusu olan yazının basitçe geçiştirilmesi çok etik olmasa da yer sorunu ana belirleyici unsurdur. Yunan ve Roma ekonomileri önemli bir köle sektörü ve emeği içeriyordu. Ayrıca bir de devlet sektörü vardı; burada mahkûmlar, hazinenin köleleri; acımasız gardiyanların kırbaçları altında acı çekmekteydiler. Ama temel sektör, hukuken özgürdü. Bu sektörde, bağımsız küçük çiçiler vergilerini ödeyebilmek için didiniyorlardı. Roma imparatorluğu, eşraan olanların yerel oligarşisine göz yumuyor ve idari görevleri yerine getirme işini onlara bırakıyordu; onlardan vergi yoluyla çok az şey talep ediyor ve bu vergilerin hangi yöntemle köylülerden toplandığı konusunda fazla meraklı görünmekten kaçınıyordu. Bu yakın tarihli bir dönemde nice sömürge hâkimiyeti için ilke olmuş yumuşak yönetim türüdür. Diğer çiçilerse bu eşrafın yarıcılarıydı. Tarım işçileri, ücretliler, hizmetleri belirli bir işin yerine getirilmesiyle sınırlı olarak kiralanan zanaatkârlar, işverenlerle, nadiren yazılı bir sözleşme biçimini alan bir yükümlülük antlaşması yapıyorlardı. Hizmetkârların ücretlerine ilişkin itirazlarda efendinin sözüne inanılmakta; aynı şekilde, Romalı bir işveren, hırsızlık yapan ücretlilerini sanki köleleriymiş gibi bizzat cezalandırabilmektedir. Roma’da kentler esas itibarıyla eşrafın toprak gelirlerini harcadığı yerlerdir. Kent eşrafının çevresinde, bu zenginlerin ihtiyaçlarını karşılayan zanaatkârlar ve tüccarlar yaşamaktadır. Bir Roma kenti işte budur (modern bir kentle tek benzerliği adıdır). Bir kent nasıl ayırt edilebiliyordu? Aylak bir sınıfın yani o eşraf sınıfının varlığıyla. Aylaklıkları, onların “özel hayat”larının temel parçasıdır. Antikçağ, bir saygınlık olarak kabul edilen aylaklığın çağı olmuştur. Sanırım burada biraz değerlendirme yapabiliriz, bizde de devletimiz her şeyden, bazen de utanmazlığa varan ölçülerde vergiler almakta ve bu vergilerin nasıl ödeneceği ile hiç ilgilenmemektedir. Ne de olsa onlarında yıllar önce Roma’da olduğu gibi bu vergileri tahsil edebilecek köleleri mevcuttur. Ve yine modern kölelik olan işçilikle geçinen her hangi bir vatandaş, devlet önünde işvereni kadar eşit değildir ve öncelikle işverenin sözüne güvenmek neredeyse bir devlet geleneği haline gelmiştir. Üzücü olan doğudan batıya ve kuzeyden güneye tüm kentlerimizde aylak
28
sınıfının var olmasıdır. Oysaki Marx ve Proudhon’dan bu yana, emek kavramı evrensel bir toplumsal değer, felsefi bir kavram haline gelmiştir. Öyle ki antikçağ’ın emeği hor görüşü, elleriyle çalışanlar hakkında açıkça yapılan horlayıcı açıklamalar, insan adına layık, “liberal” bir insanın hayatı için zorunlu koşul olarak boş zamanın yüceltilmesi, bütün bunlar bizi hayrete düşürmektedir. Emekçi, yalnız toplumsal olarak aşağı tabakadan görülmekle kalmaz, aynı zamanda, bir parça da aşağılık biri gibi kabul edilirdi. Buradan çıkardığımız sonuç, çoğunlukla, gerçek değerleri bu ölçüde bilmezden gelen bir toplumun, sakatlanmış bir toplum olması gerektiği ve sakatlığının bedelini de ödemek zorunda kalacağıdır: Eskilerin ekonomik geri kalmışlığını, makineleşmedeki bilgisizliğini açıklayacak olan şey, emeği hor görmeleri değil midir? Ama yine de eğer samimi davranırsak bu bilinmezin anahtarlarından birini kendimizde buluruz. Evet, emek bize saygın görünmektedir ve aylaklık telkinine kalkışmaya cesaret edemeyiz; yine de sınıf ayrımlarına karşı son derece duyarlıyızdır ve kendi kendimize itiraf etmeksizin işçileri ya da esnafı önemsiz kişiler gibi görürüz: kendimizin ve çocuklarımızın onların düzeyine düşmesini istemezken, bir yandan da bu duygudan biraz utanç duyarız. Antikçağ’ın, emek karşısındaki tavırlarının anahtarından birisi işte budur: Emeğinin değerinin hor görülmesi, emekçinin toplumsal yönden hor görülmesiydi. Bu küçümseme Parma Manastırı dönemine kadar sürdü; sonra, sınıfsal çatışmaları azaltırken toplumsal sınıflar arasındaki hiyerarşiyi koruyabilmek için, emeğin kendisinde, gerçek ve herkese ait olan bir değeri selamlamak gerekti: bu, riyakâr yüreklerin toplumsal barışı oldu.
Emeğin Antikçağ’daki küçümsenişinin sırrı, sadece ve sadece toplumsal savaştaki rastlantılarının bu geçici riyakârlık ateşkesine ulaşamamış olmasıdır. Kendi üstünlüğünden gurur duyan bir toplumsal sınıf, kendi zaferini yüceltir (işte, ideoloji budur).
Aylaklık insanlıktır
O halde ilk anahtar şudur: Toplumsal gurupların farklılığı, zenginlikleri için olandan farklı bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Atina’da klasik çağlarda, komedya şairleri bir insanı mesleği ile nitelendirdiklerinde, bunu onları onurlandırmak için yapmaz; yalnız aylak yaşayan insan tam anlamı ile insandır. Platon’a göre, iyi düzenlenmiş bir kent devleti; yurttaşların, kölelerinin kırsal alandaki çalışmalarıyla beslenecekleri ve mesleklerin icrasını da vasıfsız kişilere bırakacakları bir kent devletidir: Nitelikli bir insanın hayatının, “erdemli” bir hayatın,”aylak” bir hayat olması gerekir (bu çalışmayan, sadece topraklarının yönetimiyle meşgul olan bir toprak sahibinin hayatıdır). Aristoteles’e göre köleler, köylüler ve esnaf mutlu bir hayata, yani hem refah hem de asalet dolu bir hayata sahip olamazlar. Böyle bir hayata ulaşmayı, ancak var oluşlarını örgütleyebilecek imkânlara sahip olan ve kendilerine ülküsel bir hedef belirleyebilenler başarabilir. Yalnızca o boş zaman insanları, manevi yönden insanlık ülküsüne uygun kişilerdir ve tam anlamıyla yurttaş olmaya layıktırlar. “Yurttaşlık erdemine sahip olmak için sadece özgür olmak yetmez, ama serflerin, zanaatkârların ve kol emekçilerinin yapmak zorunda oldukları işlerden de kurtulmuş olmak gerekir; eğer devletin oluşumu kamusal görevleri erdeme ve hak etmeye bağlıyorsa,
serfler, zanaatkârlar ve kol emekçileri yurttaş olamayacaklardır, bir işçi ya da kol emekçisi hayatını sürdürürken erdemin gereğini yerine getirmek mümkün değildir.” Aristoteles, bir yoksulun bir takım erdemler gösterebilmek için hiçbir imkân ve fırsata sahip olmadığını dile getirmek istemiyor, ancak daha çok, yoksulluğun bir eksiklik, bir kusur olduğunu bildiriyor. Metternich’e göre, insan barondan başlıyordu; Yunanlılar ve Romalılara göre, toprak rantiyesinden başlıyordu. Yunan ve Roma dünyasının ileri gelenleri; tam ve kusursuz insanlığı, normal insanlığı temsil ettiklerini düşünüyorlardı. Dolayısıyla yoksullar ahlaki yönden aşağı konumdaydılar çünkü gerektiği gibi yaşamıyorlardı. Tanıdık gelen birkaç şey var, sanki bu noktada hemen parlamentomuza bir göz atmak yerinde olacaktır, memlekette ilk meclis kurulduğu andan itibaren, sıradan bir insan milletvekilliği makamına seçilmemiş, davet edilmemiştir. Burada kuruluştan itibaren yer alan insanlar zengin ailelere mensup ya da kendi zenginliklerini yaratmış insanlardır. Ve doğal olarak geldikleri kentlerin aylak kısmını, daha doğru bir tanımlama ile kol emeği ile çalışmayan kısmını temsil ederler. Ve bu adamların az yukarıda anlatılan Romalı sınıf kardeşlerinden farklı düşündüklerini söylemek pek mümkün değildir. Özetle Antikçağda zenginlik erdemdi. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse; Demosthenes kendisinin sanık, Atina halkınınsa yargıç olduğu bir davada, hasmının yüzüne karşı şu suçlamalarda bulunmuştu; “Ben Aiskhines’ten daha değerliyim ve ondan daha iyi bir aileden geliyorum; yoksulluğa hakaret etmiş gibi görünmek istemezdim ama şunu söylemem gerek ki, benim payıma, çocukken iyi okullara gitmek ve utanç verici işlerle uğraşmaya ihtiyaç duymak zorunda kalmamama yetecek kadar servete sahip olmak düştü. Sen Aiskhines, senin yazgınsa, çocukluğunda, babanın öğretmenlik yaptığı sınıfı, bir köle gibi süpürmekti.” Ve Demosthenes davasını görkemli bir şekilde kazandı. Sanırım bizde de herhangi bir yoksulun, zanaatkârın, Demosthenes ayarında bir insana karşı kazanması çok mümkün değildir. Ancak farklı olan; Antikçağ, Yunan ve Roma uygarlıklarında insanların birbirine ulaşmaları ve ya dava açmaları çok mümkün iken bizde söz konusu benzerler ile emekçilerin neredeyse hiç karşılaşmayacak kadar uzaklaşmış olmalarıdır. Bunun nedeni emeğinin değerinin hor görülmesi, emekçinin toplumsal yönden hor görülmesidir dersek Yunanlıların ve Romalıların yüzlerce yıl önce söylediklerinin hala geçerli olduğunu (yönetici sınıf nezdinde) kabul etmiş oluruz.
MURAT KARATAĞ
üzerine basit bir değerlendirme-1 Yunanlı düşünürler Romalılar bu doğal inançlarını doğrulamışlardır. Seneca, “Halkın sanatı, tiksindirici sanatlar, filozof Posidonius’a göre bütün zamanlarını hayatlarını kazanmakla geçiren kol işçilerinin yaptığı sanatlardır; bu mesleklerin hiçbir güzel tarafı olmadığı gibi bunlar iyiye de hiç benzemezler,” diye yazar.. Cicero, “her ücretli işin iğrenç ve özgür insana yakışmayacak bir şey olduğunu, çünkü buradaki ücretin bir takım sanatların değil emeğin bedeli olduğunu; her türlü zanaatkârlığın iğrenç ve alıp satmanın da (büyük çaplı ticarete kıyasla) aynı olduğunu”, konformizmini takdir ettiği filozof Panaitios’tan öğrenecek değildir. Bu kendiliğinden küçümsemenin biraz daha sakınımlı olmasını buyuracak demokratik eşitlik, sosyalist ülkü ve dini hayırseverlik henüz ortada yoktu. Antikçağ, rantiye hayatını, eski rejimin soylu olmayanları baldırı çıplaklar yerine koyuşundaki aynı sakınımsızlıkla yüceltiyordu. Az çok eğitim görmüş ve siyasetin araçlarını kendi elinde tutmak isteyen bir zengin eşraf sınıfı, zengin aylaklığını liberal bir kültür ve siyasi bir kariyer fırsatı olarak yüceltmekteydi. Aristoteles, çalışanlar siteyi yönetemezler diyordu ve bunu yapmalarının hem mümkün olmadığını, hem de yapmamaları gerektiğini ve zaten bunu akıllarından da geçirmediklerini ekliyordu. Aslında, Platon’un söylediğine bakılırsa, pek çok zengin, kamusal işlerle hiçbir şekilde ilgilenmiyordu ve daha çok eğlenmekle, servet büyütmekle uğraşıyordu. Mistik Plotinos, zenginlerin çoğu zaman düş kırıcı olduklarını yazacaktır. En azında çalışmak zorunda olmamanın saygınlığına sahiptirler ve bu yoldan “erdemle ilgili bazı belirsiz anıştırmalar taşıyan bir tür oluşturmaktadırlar”; “kol işçileri topluluğuna” gelince, “bu erdemli insanların hayatı için gerekli olan nesneleri üretmeye yazgılı, aşağılık bir kalabalıktır”. Yazıyı buraya kadar okuma sabrını göstermiş olanlar günümüzde durumun çok farklı olmadığı fark etmişlerdir. Evet ne zamanki dini hayırseverlik ve sosyalist düşünce ortaya çıkmıştır o zaman bizler kol emeğinin değerini yüceltir hale gelmişizdir. Ancak unutulmaması gereken toplumumuzda hiç kimsenin kol emeği ile çalışmak istemediğidir. Her bireyin arzusu rahat bir hayat sürecek kadar zenginleşebilmek ve beraberinde aslında yücelttiği kol emekçiliğini de küçümsemektir. Ve doğal olarak zenginleşmesi ile birlikte ülkeyi yönetme fikri de hiçte istemeyeceği bir şey değildir. Hiç şüphesiz zenginler çalışmak zorunda değillerdir; yalnız, diye ekler Platon, yine de çalışmak gibi bir hataları vardır: Açgözlülük yüzünden. Zenginlik tutkuları “kendi özel
mülklerinden başka bir şeyle ilgilenmek için fırsat bırakmıyordu; bu gün her bir yurttaşın ruhu, tümüyle zenginleşme kaygısına asılı durmakta ve her geçen günün, karını çoğaltmasından başka bir şey asla düşünmemektedir; herkes, eğer çıkarı varsa, hangisi olursa olsun bir meslek öğrenmeye, hangisi olursa olsun bir etkinlikte bulunmaya hazırdır ve geri kalan hiçbir şey umurunda değildir”. Tarihçilerimiz, emeğe ilişkin antik düşünceleri çoğunlukla sanki bu düşünceler birer doktrinmiş, düşünürlerin ya da hukukçuların eserleriymiş gibi incelemişlerdir. Bunlar, aslında, aynı zamanda sınıfsal betimlemeler de olan, karmaşık kolektif betimlemelerdi. Birtakım ilkeler ortaya koymuyorlardı, örneğin; ancak başkası için ya da ücret karşılığı çalışıldığı sürece emekten söz edilebileceğini öngörmüyorlardı; ama bu betimlemeler, insanların bir ücretle yaşamak ya da başkalarına hizmet etmek zorunda bırakıldıkları, aşağı düzeydeki
toplumsal grupların tamamını hedef alıyordu. Kurallar uyarınca tüm toplumun davranışı iddiasında bulunmuyorlardı, her şeyin aynı zamanda az çok doğru olduğu bir toplumsal sınıfı yüceltmek ya da küçümsemek iddiasındaydılar. Bazıları için iş ustalık olacaktır, bazıları içinse aynı sınıan kardeşleri için ücret karşılığı çalışmak olacaktır. Sınıfsal bir aşağılama içinde boğmak amacıyla yargılarlar onları: çalıştıkları için aşağılamazlar. Diğer taraan, zengin, eğitimli ve yönetici olan eşraf sınıfı, çalışmak zorunda kalmama ya da siteyi yönetme –bu iki konum arasında herhangi bir fark görmeksizin- saygınlığına sahip olduğu ileri sürülerek yüceltilecektir. “Emeğe ilişkin antik düşünceler” birer fikir olmaktan çok, güçlüler için olumlu, basit insanlar için olumsuz değerlendirmelerdi; önemli olan değer biçmekti: Gerekçelerin ayrıntısı önemli değildi. Her türlü gerekçeye başvurmaya hazır olan sınıfsal değerlendirmeler: Ksenophon, elle yapılan mesleklerin
bunlarla uğraşanları kadınlaştırdığını anlatır, “çünkü onları gölgede oturup kalmaya ve hatta bazen bütün bir günü ateşin başında geçirmeye zorlar”, ayrıca zanaatkârların “dostlarıyla ilgilenecek ve sitenin esenliğini gözetecek zamanları da yoktur”; tarım işleri ise tam tersine, sıcağa ve soğuğa dayanmaya, erken kalkmaya ve besleyen toprağı korumaya alıştırır. Eğer sınıfsal çıkarın tarihte bir rol üstlendiğini kabul edecek olursak, tarihi bir bilmeceyi, 19’uncu yüzyıldaki sanayi devrimine kadar, ticaretin, tarih boyunca neredeyse genel bir eğilim olarak değersizleştirilmiş olması bilmecesini de kolaylıkla çözebiliriz: anahtar, ticaretten elde edilen servetlerin yeni zenginlerin servetleri olması, eski zenginliğin ise toprak sahipliği olmasıdır. Atalardan kalan zenginlik, tüccara her türlü kötülüğü yükleyerek kendini ticarete karşı savunmaktadır. Tüccar soysuz biridir; yalnızca açgözlülükle hareket eder, bütün kötülüklerin tohumunu içinde barındırır, şatafat ve gevşekliğe neden olur ve insanın doğasını bozar, çünkü denizlerin oluşturduğu doğal engelin bizi ayırdığı uzak diyarlara gider ve oralardan, doğanın bizim buralarda yetiştirmek istemediği ürünleri taşıyıp getirir. Bu düşünceler, eski Yunan ve Hint’ten Benjamin Constans ve Maurras’a kadar devam edip gelirler. Roma’da yurttaşlar kent devletinin toplumsal “düzenleri” içinde sınıflandırılmışlardı (sıradan yurttaşlar, manga başları, şövalyeler, senatörler) ve bu sınıflandırma zenginlik üzerine kuruluydu; ama zenginliğin değerlendirilmesinde, sayımlar yalnızca sahip olunan topraklarını dikkate alıyordu; zengin bir tüccar, ancak toprak sahibi olursa kent devleti toplumu içinde yükselecektir. Cicero, zenginleşmekten yorgun düşen bir tüccarın limana dönmeye niyetlenerek servetini toprağa yatırması halinde, aşağılanacak hiçbir yönü kalmayacağını ve açıkça övülmesi gerekeceğini yazar.. Bizde de toplumsal sınıflar doğrudan zenginlikle orantılı olarak belirlenir; ancak değişmiş olan Antikçağ’da pek çok sınıf var iken günümüzde zenginliklerin sayılı bir azınlık elinde toplanması ile birlikte sınıf sayısının azalmış olmasıdır. Ve artık toprağın belirli birkaç coğrafya dışında değerinin kalmamış olmasıdır (toplumsal sınıflandırma anlamında). İnsanların toplumsal sınıflandırmadaki konumunu belirleyen; ne kadar hisse senedine yahut döviz birikimine ve aylık gelire sahip olduğudur. Bu da beraberinde toprağın değersizliğini getirdiği gibi toprak sahipliğine bağlı zenginliği de aşağılamak halinde vücut bulmuştur. (Devam edecek)
29
RED şiirleri
1Hani ev kızıyken ben Bakireyken Eşiklerde karmaşamı süpürmekteyken Yüzümü silmekteyken camlardan Siyah beyaz bir fotoğrafken Şehirlerin duvarlarında… Kımızıyken Bültenken Telsizlerde anons Nezaretlerde sorgu Gözaltı Nizamiye Kapı altı Malta Mazgalken ‘karıştırılıp’ barıştırılamazken… Hani bir başımayken Ve yalnız… Hücre-tecrit Gece gece Bakamayıp yıldızlara Ahlar çekip Oflar çekip Derin derin cıgara çekip Cıgaraya ciğerlerimi katıp Hırsla üfleyip Karışıp dumana Saçılıp savrulmaktayken… Çetrefilli İlkel Ve insanken Şaşarken Beşerken Kapılarına dayanmışken cinnetin… Ankara sokaklarında Kurşun sesleri ve postal Susmaktayken Ankara sokakları Hani bütün gemiler Su almış ve alaborayken Lodos vurmuşken limanları Sığınaklar yerle yeksanken…
Hani göğsünüz Ankara sokakları kadar soğuk Elleriniz gökyüzü kadar uzak Gözleriniz suçlu ve korkarken… Askıda Liseli bir kız Çıplak ve ketum Susmakta ve yumrukları sıkılı… Ve etinden koparken tırnakları Dişleriyle kanatıp dudaklarını Dilini mühürleyip Gözlerini yumdu… ‘kimsesiz ve imzadan imtina’ Bu yüzden ben Kırıp şarap şişelerini Avuçlayıp cam kırıklarını Yarıp göğsümü ortasından Söküp göğsümden kalbimi Orta yere atıp Parçaladım… Ve utançla kapayıp yüzümü Bütün doğum günlerimi Koparıp takvimlerden Her birini Bir başka şehre savurdum… Ve tren istasyonunda Gar aile gazinosunda Bir Ahmet Kaya hüznüyle Adını bile bilmediğim çiçekleri Toplayıp vagon vagon Liseli kızların avuçlarına tutuşturup Hayallerimi Uçurtmalarımı Gülüşlerimi Ve hatıra defterimi Yastığımın altından çıkarıp Şehrin meydanında yaktım… Ve Büyük Sinemada İhsaniye’de hani Bir Yeşilçam filminde
Gözyaşlarımı Gizlice saçıp savurmaktayken Astıma tutuldum… Bu yüzden Çeyizlerim ve çiçekler Şiirlerim ve karlar Mor bir çarşaftan dökülüp Saçılıp ortalığa Beyaza büründüler… Ki Aynı saatlerde Kara kuvvetleri Zırhlı personel taşıyıcılarını Tanklarını Ve paşalarını Yüreğimden geçirip Palet postal sokağa çıkardı Eylül oldum Şubat oldum Mart oldum… Hasılı Kışla karakol Cereyan askı ‘rehabilite’ olmayıp Usanıp uslanmazken ben Ve bütün soytarılar Maskesiz çıkarken gösterilerine İtirafçı Kravat ve kol düğmesi taktı… Şehir şehir yayıldı ihanet Kapılar kocaman asma kilitlerle kapandı Kalın perdelerle örtüldü pencereler ‘kültür dayanışma’ mühürlendi Kahveler arandı Sabriye’nin meyhanesi kapandı Tren yolu boyuna devriye çıktı… Lakin Ölüler tabutlarına girmediler Ve bir cumartesi günü Güneşli bir taksim sabahında İstanbul’un en güzel kızları Ve bazı taze dullar Beyaz başörtülerini kuşanıp başlarına
Takıp takıştırdılar Ve ben Koyverip çığlıklarımı istiklal caddesine Buanes Aires kadar ağladım… Çünkü Çekik gözleriyle Vietnamlı bir kız Şakağından tek kurşunla vurulup Sırtüstü Pirinç tarlasına düştüğü günden beri Ben gülüşlerimi Merhametlerimi Ve kül kedili masal kitaplarımı Saygon’da terk ettim… Ve komşuda Albaylar kuğuları boğazlarken Karanfilli adam –Niko BeloyannisKendi idamına güldü Cellat sa Resim yaptı Bizim tarafta… Ey! Şehrin en güzel kadınları Ve ey! Filistinli kızlar, Gözleri kara kız çocukları doğurmayın bana Çünkü ben Bütün pembeleri yaktım Sonra da Dönüp gelip Kimsesizler mezarlığından şiirlerimi topladım Ve her seferinde Bir erik ağacının gölgesinde Kendime hamile kalıp Kendimi bir daha doğurdum Nur topu gibi… Hakikattır Ve maya tabletlerinde Delili vardır…
S. GÖKTEPE
Bir tekstil işçisinin fırçası Mehmet PERKTAŞ. Tunceli de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ovacık Yatılı Bölge Okulunda tamamladı. Resme olan ilgisi 1995 yılında ressam Ayhan SAĞCAN’ la tanışmasından sonra hobi olmaktan çıkıp ciddi bir çalışmaya dönüştü. Dönem dönem kendisinden dersler aldı. Aynı zamanda bir konfeksiyon atölyesinde işçilik yapan Mehmet PERKTAŞ, çalışmalarında konularını toplumsal sorunlardan, işçi ve emekçilerin dünyasından seçiyor. ‘Hücreleştirilen Yaşam 1’ ve ‘Hücreleştirilen Yaşam 2’ konu başlıklı iki sergisi bulunan Mehmet PERKTAŞ, ‘HÜCRELEŞTİRİLEN YAŞAM 3’adlı sergisi ile Gazi Mah. ÇE-MA Cafe’de… Sanatçının çalışmaları üzerine, kendi kaleminden … GÖLGEYE VURAN IŞIK Yaşam alanlarımız günden güne daralıyor. Betonlaştırılan dünyanın çimentosuna dönmüşüz, çoğu zaman kendimiz değiliz. Başkaları tarafından yönlendirilen robotlara
30
dönüştürülmüşüz. Yaygın bir kültürel yozlaşma bombardımanı altında, hangi yana baksak sevgisizlik, yalnızlık, yabancılaşma gözümüze sokuluyor. Yaşadıklarımız kendimize değil adeta onlara ait. Sürekli bir gölge gibi üzerimizdeler. Böyle bir ortamda resim çalışmalarımı ’gölgeye vuran ışık’ olarak nitelendiriyorum. Bizleri nefes alamayacak koşullara mahkum ediyorlar. Sonra da ‘bunlar sanattan, kültürden anlamaz’ diyorlar. Oysa İşçi Mehmet’in resimleri tanıktır. İşte görüyorsunuz işçiler ve emekçiler nasıl da üretken olabiliyorlar… … Sanatın, özel olarak da resim sanatının işçi ve emekçilerden uzak oluşunun pek çok nedeni var. Sanat işçilerin asla erişemeyeceği lüks salonlara hapsedilmiş, bir burjuva eğlencesine dönüştürülmüş. İşçilerin ne bu sergilere gitmeye ne de bu eserleri satın almaya olanağı var. Bunun içindir ki resimlerimi paranın askısına değil, elleri nasırlıların dünyasına asıyorum.
SERHAT ÖZCAN Daha sağlam çomaklar yapmalı kararlı ve korkusuz kalabalıklarla...
Bazen kendi kendime soruyorum: “İnsan niye yaşar?” Her şeye sahip olmak için mi? Güzel bir dünya için mi? Daha çok sevgili için mi? Doyum noktası nedir? Sorular takılıyor insanın beynine, bazen gece uykularında kâbusa dönüşen, bazen insanını içini açan hayallerle. Düş gücümüz engel tanımıyor; ama her düş gerçek olmak zorunda da değil. Oysa yaşam, kâbuslarını bilgisayar oyunları gibi gerçeğe dönüştürmeye çalışan arsız kapitalistlerin oyun alanı gibi. *** Gazze sınırında, ellerinde kameralarıyla kendi askerlerinin attıkları bombaları, havai fişek gösterisi gibi izleyen ve bununla gurur duyup, anılarına kaydederken zafer işareti yapan İsrailliler… Hitler kafatasçılığının zulmünü hiç yaşamamış gibi coşkulular. Çocukların cansız bedenini, annelerin çığlıklarıyla harmanlayarak, büyük bir iş başaran uluslararası medya, insanlık tarihinin en acı görüntülerini, ucuz bir magazinin ardına bağlayıp, reytingini arttırma peşinde. Durumdan vazife çıkartarak, bunu ranta dönüştürmeyi kurgulayan sözüm ona ‘yardım kuruluşları’, salyaları akarak izliyor iştahlarını kabartan bu katliamları. Oradaki cesetlerin hiç bir önemi yok, toplanacak bağışlardan elde edilecek avantanın peşinde birçoğu. *** Duyarlı insanlar, yaşamları boyunca insanlığa sürekli ağıt yakmak zorunda kalırken, egemen güçler, yeni ağıt yaktırma planlarında, kanla parlatıyor ranta odaklanmış silahlarını. Bir yerde, bir insanlık suçu işleniyorsa, bütün insanlık sorumludur bu suçtan. Cinayet işleyen kadar, sessiz kalan herkes de suçludur. *** Bir yandan, BOP’un eş başkanlığıyla övünen ve İsrailli iş adamlarıyla yeni antlaşmalara imza atan siyasiler, diğer yandan katliamları lanetlerken ne kadar ‘samimiler’ değil mi? İnsan hakları
Sevgisiz...
konusunda, her “Hıyarım var!” diyene tuzla koşan Avrupa demokrasisi, katliama dur demek için parmağını bile neden kıpırdatmaz acaba? *** Kimse bindiği dalı kesmek istemiyor da ondan. Daha doğrusu şemsiye açılamayacak bir yerde kimse çıkarmayı düşünmüyor. Arada bir aklına gelince açmayı deniyor, bir süre sonra da açılmadığını görünce, alışıp unutuyor. Çıkar ilişkilerinin insan hayatının önüne geçtiği dünyamızda, hak arayan, adaleti savunan, karşıt duruşu olan herkes devre dışı bırakılmaya çalışılıyor. Ve halkımın büyük bir kısmı, sıcacık kömür sobalarının dibinde ‘beleşe’ ısınarak ve karbon monoksit zehirlenmesine de aldırmayarak, sobanın üzerinde beleşe kaynayan mercimeğin ve sıcağın rahatlığıyla,
rehavetin son demlerinde akışına bırakmış hayatını ve umutlarını. *** Geçen Perşembe Dem TV’de, Hakan Gülseven ile birlikte sunduğumuz ‘Kırmızı Kart’ programında, hazırlığında ve yapımında tüm emeğini ortaya koyan Hakan kardeşim, ülke gündemini sarsacak bomba gibi bir haber çıkardı ortaya. Deniz Feneri yolsuzluğunun Türkiye ayağında, suç kanıtı olabilecek görüntüler vardı haberde. Görüntüler ve konuyla ilgili yazı, hemen diğer medya kuruluşlarına gönderildi. Büyük bir heyecanla ertesi sabahı zor ettim. Hemen bakkala koşup gazeteleri aldım. Tek bir haber yok. İnternete baktım hiç haber yok. Yanlı ve yandaş medya veya savcılar bu haberi, ‘Tuncay Güney gevelemeleri’ kadar önemli bulmadılar galiba. Hep bir umut beslediğim için yazıma ara verdim ve Hakan’ı aradım. Evet, nihayet aramışlar. Bir tek ‘ART Televizyonu’ aramış. (Ardından, irili ufaklı birkaç medya kuruluşu daha ‘ilgilendi’ haberle...) Ama ‘amiral gemileri’nden ses yok medyanın. Bush gitti Obama geldi, üstelik dedesi de Müslüman’mış, ‘Yaşasın yeni kral!’ yalamalığıyla oyalanırken düşlerinden uyanamıyorlar.
Köprünün altında gidenleri geri çevirme şanslarının olmadığını bile göremeyecek bir aymazlıkla, tiraj ve reyting pastası kapmaca oynuyorlar. *** Bu gidiş, gidiş değil. Gözaltılar, tutuklamalar, keyfi uygulamalar, işsizlik, açlık, tarikat-cemaat siyaset ilişkileri, yargısız infazlar ve çamur at izi kalsın taktiğiyle bezdirilen, korkutulan, siyaset dışına atılan, örgütsüz yığınlar. Neyle suçlandığını bilmeyen ve ne zaman bilecekleri belli olmayan bir sürü insan. Ocak ayı, cinayetler ayı sanki. Hrant Dink, Uğur Mumcu ve diğerleri… 1984 yılında tanışmıştım Mumcu ile. ‘Sakıncasız’ adlı bir oyun yazmıştı. Oynayan oyunculardan biri de bendim. Ve aynı zamanda asistanlık yaptığım için çok sık bir araya gelme şansımız olmuştu. 12 Eylül döneminde basında çark edip dönen, ‘dönek solcu’ yazarların, sonradan sermayenin elinde, nasıl alınıp satılan ve buruşturulup atılan bir kağıt parçasına dönüştüklerini anlatan bir oyundu. Bu günü görüyordu o zamandan. Yıllar sonra ortaya çıkan Susurluk olayının suçlularını da, karanlık faili meçhullerin sorumlularını da, dinsiyaset, mafya ilişkilerini de, terörün uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla bağlarını da, 70’lerin sonlarına doğru belgeleriyle yazmıştı kitaplarında. Onurlu duruşu ve kararlılığı, olaylara bakışındaki ciddiyeti ve samimiyeti, ‘başka dünyadan’ gelmiş izlenimi veriyordu bana. Kişilikli olmak böyle bir şeydi kesinlikle. Ve yazdıkları, araştırdıkları, savundukları, eksilmeden geçerliliğini koruyor günümüzde. “İnsan ne için yaşar?” diye sordum başta. Onuru için yaşar. İdealleri için, insan sevgisi için, güzel bir dünya için yaşar. Ben Uğur Mumcu’da hepsini görme şansına ulaştım. Hrant Dink, bir hiç uğruna cahilce katledildi. Etnik uyuzların, adı kullanılarak kaşınmasını kabullenir miydi sağlığında? *** Koyu karanlık diplerde hain pusu düşünenler bakamazlar aydınlığa. Ve insanlık sessiz kaldıkça, bu işlerin çözümü yok galiba. Çözüm birleşmektedir. Tekere sokulan çomak, tekeri kırmadıkça; kırılır çomaklar, takıldığı yuvalarda. Daha sağlam çomaklar yapmalı kararlı ve korkusuz kalabalıklarla...
mSayı 29, Şubat 2009, Aylık süreli yayındır mYayımcı: LM Basın Yayın Ltd. Şti. mİmtiyaz Sahibi: Tuncay Akgün mYazıişleri Müdürü: Hakan Gülseven mMüessese Müdürü: Ali Yavuz mTel: 0212 292 95 65 (4 hat) mFaks: 0212 245 38 06 mAbonelik: 0212 292 95 65 mBaskı: LeMan Matbaası, Alüminyumcular Sanayi Sitesi C-5 Blok No: 7-8 Hadımköy/İST. Tel: 0212 858 00 93 (Pbx) mGenel Dağıtım: D.P.P. A.Ş. mAdres: İmam Adnan Sok. No: 14 Beyoğlu / İstanbul
31
HAKAN GÜLSEVEN
hgulseven@redciyiz.biz
Emine Hanım’ın gözyaşları, Filistinli çocuklar için falan dökülmemektedir. Nitekim, ‘bey’i Tayyip Erdoğan’ın iktidarı altında, Türkiye’de de pekala çocuklar öldürülmektedir. 2005’te 12 yaşındaki Uğur Kaymaz delik deşik edilmiştir...
Emineler ağlamasın!.. T
abii Müslüman aleminin bütün ‘first lady’lerinin İstanbul’da toplanması, Emine Hanım’ın –Tayyip Bey’in eşi olan Emine Hanım- ev sahipliğinde, İstanbul’dan Filistin’e his köprüsü kurmaları pek bir dokunaklıydı. Emine Hanım, konuşurken Filistinli çocuklar için ağlayıverdi üstelik… Sonra Davos’ta, kocası malum ‘Van minüts!.. Ekskiyüz mi!’ çıkışını yaparken de ağladı Emine Hanım. Muhtemelen Tayyip Bey’in yıllardır aldığı İngilizce derslerine rağmen ‘bir dakika’yı ‘bir dakikalar’ olarak İngilizceye kazandırmasının da payı vardı Emine Hanım’ın gözyaşlarında. Belki de, o kadar horozlandıktan sonra, “Tavrım İsrail’e değil, yanlış anlama olmasın, ben toplantıyı yöneten moderatöre kızdım,” açıklaması yapması ve fakat AKP’nin dünyaya ‘moderatöre kızma’ şeklinde izah edilen bu vakayı ‘Yurtta şov, cihanda şov’ prensibi doğrultusunda ‘orantısız’ bir şekilde kullanması da hislendirmiştir hanımını… Kim bilir?.. Memlekette hakikaten hisli işler oluyor vesselam!.. Devlet içindeki çatlak büyüyor, her dönem yeniden tarif edilen Kemalizmi bugüne dek resmi devlet ideolojisi olarak kullanan kesimler, CIA ve F-Tipi cemaatler marifetiyle desteklenen AKP darbesi tarafından tasfiye ediliyor. Eski kadrolar ‘ılımlı İslamcı’ olanlarla yenileniyor. Tüm toplum, eski kabuğunu kuyruğuna doğru sıyırıp, yeni bir kabuğa bürünüyor. Bir geminin battığını anlıyoruz. Tıpkı sıçanlar gibi, eski mankenler, magazin kaşarları, burjuva soytarıları kümeler halinde hidayete eriyor, kendi hayvani sezgileriyle fark ettikleri dönüşüme uymak ve yeni dönemde yeni kaynaklarla mamalanmak için, başka bir ideolojik formasyona yine hayvani refleksleriyle iltihak ediyorlar. Bürokratlar Cuma namazlarına koşturuyor; bir İslami sosyete doğuyor; artık kadınlar matinesinde değil Filistin’deki katliamı kınamak için düzenlenen AKP kadınlar kolu müsameresinde türbanlı türbanlı göbekler atılıyor; resepsiyonlarda şarap kadehleri içinde portakal suları ‘şerefe’ diye tokuşturuluyor; İç Anadolu’nun en bağnaz köylerindeki ‘adabı muaşeret’ kamuya mal oluyor; hurafeler, cinciler, periciler cemiyet hayatını esir alıyor… Velhasıl, insanlık kültürü, yerini dandik bir ümmet kültürüne terk ediyor. Elbette Mustafa Kemal’in ve kadrolarının bu topluma zorla zerk ettiği ‘modern Türkiye fikri’ daha mı iyiydi, diye sorulabilir. Kemalizmin modernitesi uzun tartışma ve bu yazının sınırları dahilinde hiç girmeye niyetim yok ama, şahsım adına, koca bir türbe ve cami topluluğu haline gelen, üstelik mutlak yoksullaşmayla her geçen gün birbirinin
üzerine daha fazla binmeye başlayan, genelleşmiş bir cahilleşmeyle mustarip Türkiye nüfusunu, mesela 1980’lerin başındaki darbe dönemi nüfusuyla karşılaştırma şansına sahibim ve toplumun geçtiğimiz 30 yıl içinde kültürel olarak berbat bir gerileme yaşadığını –cesaretle- söyleyebilirim. Bu, 12 Eylül darbesinden bu yana ilmek ilmek dokunan, uğursuz bir planın sonucudur. İmam-hatip liselerinin, Fethullah okullarının, dershanelerinin ve ‘ışık evleri’nin yarattığı kuşak, artık giderek daha fazla egemen kültürü temsil etmektedir. Yüzde 47’nin yaklaşık 42’lik kısmı, ‘yaratılmış’ bir kısımdır.
Ağar tutuklanır mı?
Devlet el değiştirmektedir. Bu yapılırken, tüm toplum bir operasyon sosu olarak etrafa saçılan askeri mühimmatı dehşetle ve koyun gibi boş boş izlemektedir. Önümüze atılan birkaç tasfiye edilmiş kontrgerilla artığı ve bunların yanına koyulan dehşet senaryosuyla, toplumsal temizlenme hissi yaratılmaktadır; oysa bu his, ABD’den idare edilen ‘ılımlı İslam’ darbesini, F-Tipi Amerikan darbesini gizlemek için verilmiş bir narkoz uyuşukluğuna benzemektedir. Kendine ‘sol’ diyen kimi aklıevvellerin de içine düştüğü bu narkoz etkisi geçtiğinde, muhtemelen karşımıza daimi bir Taksim-1 Mayıs-2008 devleti dikilmiş olacaktır. Polis içinden tek bir ‘Ergenekoncu’ çıkmazken, Bucak aşiretinin reisleri yan gelip yatarken, 1000 operasyondan söz eden Mehmet Ağar’a kimse bir şey sormazken… Gün Zileli şöyle yazmış:
“Mehmet Ağar başlı başına bir kurumdur. Mehmet Ağar’ı tutuklamak, tüm Anadolu aşırı sağını tutuklamak, yakın mazisi (Nihal Atsızlara kadar gitmeyelim) 45 yılı bulan ülkücü-dinci hareketi tutuklamak anlamına gelir. Keza Mehmet Ağar’ı tutuklamak, bugün pek liberal bir kılığa girmiş aşırı sağcı Fetullah Gülen cemaatini ve Mehmet Ağar’ınkinden pek farklı bir ideolojiye sahip olmayan AKP önderlerini hedef almak anlamına gelir. En sonuncusu ise, Mehmet Ağar’ı tutuklamak, bu şahsın, devletin işlediği sayısız faili meçhul cinayeti ve bunun ardındaki devlet güçlerini açıklaması anlamına gelecektir ki, devlet bunu göze alamaz. AKP hükümeti de göze alamaz. Mehmet Ağar’lar, bugün AKP’nin şahsında en azından ideolojik iktidar konumundadır. Son olarak şunu iddia edeceğim: Halkın içinde derin kökler salamamış ulusalcıKemalist kanat, bir kaçak akım olarak devlet tarafından rahatlıkla harcanabilir (elbette bu, devletin kemalist belkemiğini oluşturan ordunun da tasfiyesi anlamına gelmemek üzere). Ama bugün AKP’nin şahsında iktidar olan merkez-sağ’ın ve aynı zamanda devletin en önemli dayanağı ve fideliği ırkçı-dinci Anadolu aşırı sağcılığının başta gelen temsilcilerini devlet eliyle tasfiye etmek mümkün değildir. Daha doğrusu şöyle diyelim: Eğer Genel kurmay Başkanı tutuklanırsa, Mehmet Ağar da tutuklanır. Tabii bu, ham hayaldir. Devletin kendini tutuklaması gibi bir şeydir.” Aynen katılıyorum.. Devlet içinde Amerika’ya laf eden emekli
www.redciyiz.biz
generalleri, Perinçek’ten fazlaca etkilenmiş üç-beş muvazzafı ve bir kısım anti-Amerikan görünümlü ulusalcıyı, kontrgerillanın ıskartaya çıkardığı birkaç katille yan yana koyarak başarılan iş, ‘ılımlı İslam’ darbesiyle Türkiye’nin daha fazla sömürge haline geldiği gerçeğinin gizlenmesidir. Sopayla terbiye edilen ve anında nedamet getirebilecek kadar soysuz olan burjuva ulusalcıları, şimdiye kadar hep iktidarların eteğinde ‘devletim, devletim’ diye yaşadıkları için, başlarına gelene bir panik haliyle refleks göstermektedir. Topluca saçmalamaktadırlar. O ‘cici’ devletleri için gönül ferahlığıyla işledikleri cinayetler, yedikleri türlü türlü naneler karşılarına birer iddianame olarak çıktıkça, o devlet denen heyulanın herkesi harcayabileceğini anlayacaklar ve intiharlar artacaktır. Bu ‘ulusalcı’lardan bir cacık olmayacağı gibi, panik halinde sağa-sola koşuşurken berbat manzaralar sergilemektedirler. ‘Ergenekon’ operasyonundan gözaltına alınıp sonra serbest bırakılan eski YÖK başkanı Kemal Gürüz’ün, “Ben Amerikancıyım,” diye açıklama yapması ne kadar mide bulandırıcı yarabbi! Kısaca, kendilerine ‘ulusalcı’ diyen/denilen tahta kafalılar topluluğu, son derece organize gelen ‘ılımlı İslam’ darbesine karşı tek bir mevzi inşa edemez, tahkimat yapamaz… ABD, Fethullah eliyle güçlendirdiği ‘ılımlı İslam’ darbesine eşzamanlı olarak, AKP’den Müslüman bir Ortadoğu lideri çıkarma gayretindedir. Ortadoğu’da, Müslümanları başarıyla kandıracak ve her daim satacak bir Müslüman lider yenmez de yanında yatılır. Eğer ellerinde patlamazsa tabii… Neyse, değerli dostlar, Emine Hanım’ın gözyaşları, Filistinli çocuklar için falan dökülmemektedir. Nitekim, ‘bey’i Tayyip Erdoğan’ın iktidarı altında, Türkiye’de de pekala çocuklar öldürülmektedir. 2005’te 12 yaşındaki Uğur Kaymaz delik deşik edilmiştir... Bu ağlama nöbetleri, Emine Hanım gibi bir ‘ılımlı İslam’ ‘first lady’si açısından bakarsak, Türkiye’deki manzara’ı umumiye karşısında dökülen sevinç gözyaşları olabilir ancak… Yani, yok Tayyip Bey İsrail’e tavır koymuş, yok şunu koymuş, yok bunu koymuş, Yok efendim, “Benim tavrım moderatöre, bana 12 dakika verdi,” de, “Sayın Perez 25 dakika konuştu,” işleri değildir bahis konusu işler… Ha, bu arada, şu İsrail’e tavır koyma meselesi için de bir şey söylemek isterim. İsrail’e tavrı Mahir Çayan koydu 17 Mayıs 1971’de. MOSSAD şefi ve İsrail Konsolosu Efraim Elrom’un kafasına sıkarak koydu tavrını!..