Haziran 2010, Sayı 2
Palavrayı bırakın! Katillerle tüm ilişkiyi kesin!
G
azze’ye insani yardım taşıyan konvoyun saldırıya uğramasının ardından, İsrail tüm dünyada bir kez daha teşhir olarak nefretleri üzerine çekti. Türkiye’de ise, AKP Hükümeti ve bizzat bu hükümetin başı, esip gürlemesine rağmen, büyükelçi geri çağırma ve ortak askeri tatbikat iptali gibi göstermelik adımlar dışında, ciddiye alınabilir tek bir yaptırım gerçekleştiremedi. Bu tutum, iç politikaya yönelik tam bir dalkavukluk anlamına geliyor. Bu ilk kez yaşanan bir durum değil. ‘Müslüman kardeşlerimiz’ edebiyatı, burjuva iktidarların sık sık imdadına yetişmektedir; ne var ki, AKP dahil olmak üzere tüm burjuva iktidarlar, emperyalizmin hizmetinde, Ortadoğu’da ‘Müslüman kardeşlerimiz’i satmaktadır. AKP hükümeti palavrayı kessin. İsrail Ortadoğu’da yoksul Filistin halkına soykırım
uygulayan bir korsan devlettir. Emperyalizmin jandarmasıdır. Sivilleri gözünü kırpmadan öldüren bu korsan devlet yıkılmalıdır. Yapılacaklar açıktır! Türkiye İsrail’le tüm diplomatik ilişkisini kesmelidir. Bütün İsrailli diplomatlar sınır dışı edilmelidir. Bir devlet olarak İsrail’in tanınmadığı açıklanmalıdır. Bütün anlaşmalar iptal edilmelidir. Türkiye’deki İsrail varlığına el konulmalı, İsrailli şirketler ve İsrail devletine ait tüm mülkiyet tazminatsız olarak kamulaştırılmalıdır. Bu kamulaştırmaların gelirleri Filistin halkı için kullanılmalıdır. Nihayet, başta Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olmak üzere, İsrail’e karşı savaşan tüm güçlere bedelsiz olarak silah yardımı yapılmalıdır. Acımasız katliamlara girişen İsrail’in lafla yenilgiye uğratılamayacağı açıktır!
İsrail saldırganlığına son! i
srail ordusunun Gazze’ye insanı yardım taşıyan filoya karşı uyguladığı katliam bir kez daha İsrail’in gerçek yüzünü gösterdi. İsrail ordusu uluslararası sularda 10 bin ton insani yardım (çimento, yiyecek maddesi, ilaç, oyuncak ve kitap) ve 750 eylemci (sivil toplum örgütü üyesi, barış eylemcileri, gazeteci, yazar ve Avrupa parlamenterleri) taşıyan filoya müdahale etti. 85 yaşında olan ve Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi soykırımından sağ kurtulan Heydi Epstein, 1982 yılında gerçekleştirilen Sabra ve Şatila kamplarına yönelik katliamlardan beri, Filistin halkına yönelik gerçekleştirilen saldırılara karşı Siyonistlerle savaşıyor ve o da bu eylemcilerin arasındaydı. Teknolojik silahlarla donatılmış seçme İsrail askerlerinin saldırısına gemide bulunanlar sopalarla karşılık verdi. En az 9 kişi öldürüldü. İsrail yüzsüzce, utanmadan, hiç bir delile dayanmadan gemilerde bulunan eylemcileri Hamas ya da El Kaide üyesi olmakla suçladı (bu iki örgütü eşit ve aynı görerek), kendilerini savunmak için ateş açmak durumda kaldıklarını söyledi (uluslararası sularda olan İsrail’in kendisiydi) ve 2
filoya karşı eyleme geçmişlerdi çünkü filo İsrail’e karşı bir tehditti. İsrail’e göre 60 ülkeden oluşmuş, tek istekleri Filistinlilerin acılarını hafifletmek olan grup, İsrail’in güvenliği için ciddi bir tehditti. İnsani yardım taşıyan filonun varlığı İsrail tarafından bir provokasyon olarak değerlendirildi ve uluslararası sularda operasyona girişildi. Gazze şeridi bir yılı aşkın bir süredir İsrail ordusu ve ortağı Mısır tarafından kuşatma altında tutuluyor. Bu kuşatma ile bölgeye insani yardımın, yiyecek maddesinin, inşaat malzemesinin ve sivillerin bombalanmasının yol açtığı yaralanmaların tedavisi için gerekli tıbbi malzemenin girişine engel olunuyor. 2008 sonunda bombalamalar sonucunda 1400’den fazla kişi ölmüş, evlerin yüzde 20’si de harap olmuştu. İsrail, bu saldırısı ile, uluslararası hukuka ait hiçbir yasayı tanımadığını tüm dünyaya göstermiştir. Yasalarla yüzleştiğinde üzerinden atlamayı başarmaktadır. Var olan yasalara rağmen milyonlarca Filistinliyi ülkelerinden süren İsrail, şimdi de duvar örerek Gazze ve diğer Filistin topraklarını sefalete mahkum ediyor.
Bu katliam, Siyonist İsrail devleti tarafından sadece bölgedeki Filistinlileri imha etmek için değil, aynı zamanda Filistinlilere yardım etmek isteyenleri, hatta ve hatta onlara açlıktan ölmelerini engellemek için yiyecek getirenleri de imha etmek için hazırlanmıştır. Gazze ve Batı Şeria’da Filistin devleti oluşturulması önerisi on yıllardır gündemde ve şimdi ABD başkanı Obama bu öneriyi çatışmaların sonlanmasına yönelik bir çözüm olarak tekrar gündeme taşıdı. Fakat bu gerçek bir çözüm değildir çünkü Filistinlileri topraklarından sürmekte ve İsrail’in bağışladığı (bir lütuf olarak gördüğü) toprakları Filistinlilere sunmaktadır. Fakat İsrail de buna yanaşmıyor. Son saldırı İsrail için barışçıl bir çözümün olmadığını göstermiştir. Filodaki eylemciler, ateş ve ölümle karşılanmıştır. Bunun uluslararası eylemcilere karşı geliştirilen ilk saldırı olmadığını hatırlıyoruz. Amerikalı Yahudi eylemci Rachel Corrie, Filistinlilerin evlerinin dozerlerle yıkılmasına barışçıl bir biçimde karşı çıkmış ve yedi yıl önce İsrail dozeri tarafından ezilerek öldürülmüştü. Rachel’in anısına, adı yardım taşıyan gemilerden birine verilmişti. (Bu gemi şimdi Gazze’ye doğru seferde .) İsrail’le Avrupa Birliği ülkelerinin ya da Mercosur ülkelerinin yaptığı imtiyazlı ticari anlaşmalar utanç vericidir. Brezilya ve devlet başkanı Lula, Filistinlilere destek çağrısında bulundu fakat İsrail’den silah alımına devam ediyor ve geçen aylarda yapılan ticarette artış gözleniyor. Tüm dünya hükümetlerinin İsrail’deki elçiliklerinin kapatmasının ve katil İsrail devleti ile ilişkilerini koparmasının vakti gelmiştir. İsrail mallarına boykot çağrısında bulunuyoruz ve katillerle yapılan ticaretin engellenmesi gerektiğini söylüyoruz. İşçi örgütlerine, sendikalara, bir zamanlar Güney Afrika apartheid rejiminine karşı geliştirilene benzer bir boykot çağrısında bulunuyoruz. Biz hükümetlerden bunu yaşama geçirmesini beklemiyoruz. Biz dünya işçileri, bunu, İsrail’e giden ya da İsrail’den gelen malların ulaşımını engelleyerek yapabiliriz. ABD ve Avrupa Birliği’nin ikiyüzlülüğünü de bir
kez daha vurguluyoruz. (İsrail saldırısı sonucu yaralı ve ölü olmasına rağmen). Birleşmiş Milletler de aynı ikiyüzlülükle malûldür. Emperyalizmin hizmetindeki Birleşmiş Milletler 70 yıldır İsrail saldırganlığının yanındadır. Daha önce olduğu gibi Birleşmiş Milletler’in tutumu yine aynı olacaktır. İsrail söz konusu olduğunda hiç bir uygulamalı çözüm kararı almadan, zayıf açıklamalar yapılmıştır. Birleşmiş Milletler ölümlere dair üzüntüsünü bildirdi ve hızlı, tarafsız, güvenilir ve şeffaf bir soruşturma açılmasını kabul etti. Fakat İsrail’in saldırısı tartışmaya yer bırakmıyor. İsrail uluslararası sularda insani yardım taşıyan filodaki eylemcilere silahlı saldırıda bulunmuş, dokuz ölüme ve onlarca yaralanmaya neden olmuştur. Hüsnü Mübarek hükümeti altında idare edilen Mısır derhal sınırı açmalıdır. Sadece Refah sınır kapısını, yardımlar ve hasta tahliyesi için birkaç gün için bir kaç saatliğine açık tutmak yeterli değildir. Gazze halkının, kendi topraklarından İsrail hükümetinin hiçbir sınırlandırması olmaksızın her türlü malın ve kişinin geçişine hakkı vardır. Arap halkları hükümetlerinden zaman geçirilmeksizin İsrail’le olan anlaşmalarını sonlandırmalarını ve İsrail devleti olan diplomatik ilişkilerini derhal koparmalarını talep ediyor. Filistin halkının katliama karşı bir günlük desteğe değil, topyekûn desteğe ihtiyacı var. Türkiye hükümeti İsrail’deki elçisini geri çekti ve İsrail ile ortak yapacağı planlanmış askeri tatbikatları askıya aldı. Siyonist askerlerin müdahalesi sonucunda birkaç Türk vatandaşı eylemci de öldürülmüştü. Erdoğan’ın yapması gereken, İsrail’le olan ilişkilerin tamamen kopartılmasıdır. Kimse artık ırkçı ve soykırımcı İsrail devletinden insani bir tavır beklemesin. Filistin’e barış ancak İsrail’in yıkılmasıyla gelebilir. İsrail’le müzakere edilecek bir şey yoktur, Filistinliler ülkelerini tekrar almalıdır. Bu ancak, “Laik, demokratik ve ırkçı olmayan bir Filistin” hedefiyle mümkündür. Kahrolsun İsrail devleti!
ULUSLARARASI İŞÇİ BİRLİĞİ – DÖRDÜNCÜ ENTERNASYONAL Uluslararası Sekreterlik 01.06.2010 3
CHP operasyonunun anlamı D
eniz Baykal’ın CHP’den, genel olarak siyasal yaşamdan tasfiye edilme operasyonu magazinsel bir öğe olarak ele alınamaz. Söz konusu operasyon, Deniz Baykal’ın şahsında yalnızca CHP’ye yapılan bir operasyon değildir. Bu operasyon, uluslararası derinliği olan ve bütün halinde ülkenin burjuva siyasallığına çekilmiş bir yeniden düzenleme operasyonudur… Siyasal alanın yeniden düzenlenmesi için en dirençli yere en şiddetli darbe vurularak, başbakan başta olmak üzere bütün aktörlere gerekli mesaj verilmiştir. Bundan böyle herkes ayağını denk almalıdır ve sürece engel olacak herkes tasfiye edilecektir; mesaj budur… Baykal’ın tasfiyesi, uzunca bir süredir yapılmakta olan yeniden düzenleme girişiminin yeni bir hamlesidir. Değişime ayak direyenler sırasıyla tasfiye edilmektedir. Orduya ve akademiye yapılan siyasal ve ideolojik terbiye süreci tamamlanmıştı, fakat siyasal alan ve yüksek yargı ayağı direncini sürdürmekteydi… Yüksek yargıyı, Anayasa’yı değiştirerek düzenlemek isteyen güçler, siyasal alanın en güçlü aktörüne öyle bir darbe vurdular ki bundan böyle bu alandan aksi bir sesin çıkması pek mümkün değil. MHP genel başkanı başta olmak üzere, hiçbir siyasi aktörden ses çıkmaması çok şeyi anlatmaya yetiyor… Burada sorulması gereken iki soru var: Birincisi, bu darbeyle CHP dağılır mı? İkincisi ise, 4
görünürün üzeri kazındığında bu operasyonun asıl amacı nedir? Aslında bu iki soruya verilecek cevabın birbirine bağlantılı olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Şöyle ki: Birincisi; kimilerinin çok kolaycı bir şekilde söylediği gibi, CHP dağılmayacaktır. Baykal’ın tasfiyesi, bilakis CHP’nin önünü açmak ve AKP’ye gerekli mesajı vermek için gerekli görülmüştür. Baykal’ın siyasal yaşamını normal yollardan sona erdirmek, yani 22 Mayıs’ta yapılacak olan CHP kongresinde Baykal’ı yenilgiye uğratmak mümkün değildi. Zaten, CHP örgütünü eline almış bir Baykal’ı karşısına aday çıkarmakta anlamsız olurdu... Öyle bir hamle yaptılar ki, 53 yıllık ‘sırdaşı’, ‘yol arkadaşı’ Önder Sav bile, “Artık yollarımız ayrıldı,” demek zorunda kaldı.
Keza istifa açıklamasında Baykal’ın kendisi de, “CHP’nin yenilenmesini isteyenler için bir fırsattır” diyerek, operasyonun önünde duramayacağını ilan etmiştir. Kılıçdaroğlu’nun adaylığını açıklamasından sonra, “Ben zaten Kemal’i işaret edecektim, usul yönünden hoş olmadı” demesi, Baykal’ın, sürecin en başından beri nasıl işleyeceğini bildiğini göstermektedir… Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan yapılması AKP’ye dolayısıyla Tayyip Erdoğan’a verilen çok ciddi bir mesajdır aynı zamanda. Tayyip, artık Baykal’ın gelenekselleşmiş laiklik söylemi üzerine kurulu muhalefetinin ötesinde bir ‘halk adamı’ figürüyle karşı karşıyadır. Tayyip’e verilen mesaj ise, ‘alternatifin bulundu’ mesajıdır… Kısacası, CHP,
yapılan yeni düzenlemeyle dağılmak bir yana daha da güçlenecektir bu süreçte. ABD emperyalizmi, uzunca bir süredir, sol bacağı eksik kalmış bir Türkiye siyasasına yaslanmış, ancak kendini alternatifsiz gören ve zaman zaman ABD’ye rağmen davranabilen, bölgesel ilişkileri ABD’nin çok da hoşuna gitmeyecek biçimde kurmaya çalışan (İran’la imzalanan uranyum takası formülüne ABD çok olumlu yaklaşmamış, meseleyi BM Güvenlik Konseyi’ne götürme kararı almıştır. Ayrıca, Türkiye’nin Rusya ile derinleştirdiği ilişkiler de ABD’nin hiç hoşuna gitmemektedir…) AKP’ye, sol bacağı protezleterek gerekli mesajı vermiştir… İkincisi; şayet Türkiye, kendi iç dinamikleriyle bağımsız kararlar alabilen bir ülke olsaydı, analizlerimizi, yalnızca iç siyasaya bakarak yapabilirdik. Ama bütün karar alma mekanizmaları emperyalizme göre ayarlanmış bir ülkede, böylesi bir operasyonun nedenleri de yalnızca iç siyasaya bakarak anlaşılamaz. Yani kimilerinin dediği gibi, bu operasyon iktidarın tezgâhladığı bir şey değildir. Keza, AKP’nin Baykal’ın tasfiyesinden elde edeceği bir kâr da yoktur. Bilakis Baykal’ın iktidarsız muhalefeti her durumda AKP’yi güçlendirmiştir… Öyleyse analizlerimize, operasyonun iç siyasaya ait aktüel yanını bir kenara bırakarak, emperyalizmin bölgesel planlamaları doğrultusunda yön vermek daha anlamlı olacaktır. Bugün için emperyalizmin en yakıcı pratik sorunu, bölgesel sorunu İran
İslam Devrimi’nin yıkılmasıdır. ABD emperyalizmi, İran kalesini yıkmak zorundadır. Çünkü İran’ın mevcut durumu, ABD emperyalizmi açısından daha fazla sürdürülebilir bir durum değil. 1979’dan İslam Devrimi’nden beri, sergilediği duruş, bölgesel bağlamda bütün dengeleri zorlamaktadır. Emperyalizm, İran’ı kabul edilebilir düzeyde bir ülkeye dönüştürmek zorundadır. Ancak, ABD emperyalizminin bu isteğinin kolayca yol almasının önünde Rus-Alman ittifakı durmaktadır. Bir diğer husus ise, Ortadoğu’da ve genel olarak Avrasya coğrafyasında ABD istediği hızda ilerleyememektedir. Süreç döndü mü? Baker-Hamilton planının Bush politikalarının terk edilmesi gerektiğini söylemesi, sol kamuoyunda bile, İran sürecinin tersine dönüğü şeklinde algılamalara neden oldu. Oysa en az gündemde kaldığı, askeri seçeneğin en az konuşulduğu zamanlarda bile, gelişmelerin İran sorunuyla bağlantılı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Irak’taki ABD askeri varlığının azaltılarak, Afganistan’daki NATO gücünün arttırılması, daha önemlisi, Türkiye’nin, bölgesel işbirlikçi Kürt yönetimiyle arasının düzeltilmesi ve içeride kendi Kürdüyle barıştırılması süreci, tersinden bir okumayla İran sürecinin işlediğini ve hızla son raunda girildiğinin işaretleridir. Baker-Hamilton planında, “Birleşik Devletler, çok sayıda Amerikan birliğini Irak’ta tutmak için üç nedenden ötürü açık uçlu taahhütlerde bulunamaz.
Birincisi ve en önemlisi; Amerika başka güvenlik tehlikeleriyle de yüz yüzedir ve Irak’ta bu düzeydeki bir askeri varlıkla sürdürülen taahhütler diğer olasılıklar için elde gerekli rezervleri bırakmamaktadır… Birleşik Devletler (Afganistan’daki ihtiyaçlarının yanı sıra), İran ve Kuzey Kore’nin de içinde olduğu diğer güvenlik sorunlarına karşı hazır olmalıdır,” denilmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere -ABD’nin ana stratejisinin bölgemize yerleşmek olduğu tezinden hareketle Kuzey Kore’yi bir kenara koyarsak-, Baker-Hamilton planında Irak meselesinin, bu kadar fazla sayıda askeri konuşlanmayla çözülmesinin anlamsız olduğunun söylenmesi ve bu gücün boşa çıkarılmasının önerilmesi, asıl gündemin İran olduğuna işarettir. Bir analoji yaparak, olması kuvvetle muhtemel İran operasyonunu modern zamanların ‘Çaldıran Seferi’ olarak adlandırmak yerinde olacaktır ve Baykal’a yapılan operasyon da anlamını bu noktada bulmaktadır. Türkiye, ekonomik yapısıyla burjuvazinin, örgütlenme ve bilinç zaaflarıyla proletaryanın doğrudan siyasal varlıklarının düşük düzeyi nedeniyle, verili güncel siyasal yapısı ağırlıklı olarak İslam, Kürt ve Kemalist şekillenmelerle oluşan bir ülkedir. ABD, İran engelini aşmak için Türkiye’ye muhtaçtır ve stratejik ve lojistik ittifakını kurmada bu üç siyasal olguyu terbiye ederek bir araya getirmeye çalışmaktadır. AKP ile İslam’ı ılımlılaştırmış, ancak geri kalan ayakları tesis etmede AKP yetersiz 5
kalmış, istenilen ve beklenilen performansı sergileyememiştir. AKP mevcut yetersizliklerini aşamazsa, geri kalan iki ayağı Alevi-Kürt bir başkanla CHP eliyle aşmak istemektedir ABD… ABD baştan beri Türk devletine, Kürtleriyle ve Alevileriyle barışmasını telkin etmektedir. Açılımlar, çalıştaylar yapan AKP, hiç de Kürtsever, Alevisever bir parti değildir. Yalnızca verilen görevi yapmak için çırpınan piyondur. Ama yapabileceklerinin sınırı bu kadardır. Sınırlarını aşamazsa, işi CHP bitirecektir. Eski hassasiyetler yeniden topluma empoze edilecek, ‘modern’ hayatın tesisi için gericiliğe karşı, ‘İran olmamak için’ ‘laikmodern Türkiye’ savusunu yeniden güçlenecektir. Buna en iyi kanıt, iki ABD başkanının Türkiye ziyaretlerinde yaptıkları Meclis konuşmalarıdır. Bush konuşmasında, “Türkiye ılımlı İslam ülkesidir,” demişti; Obama konuşmasında, “Türkiye Mustafa Kemal’in izinde, modern laik bir cumhuriyet,” demişti. Bush’un Türkiye’si, yerini Obama’nın Türkiye’sine bırakmaktadır. Bir başka kanıt ise, devletin akıl hocalarından faşist Taha Akyol’un söyledikleridir: “Deniz Baykal’ın Radikal’de Murat Yetkin’e, Kılıçdaroğlu’nun itikadı ve etnik kökeni hakkında şüpheler çağrıştıran laflar etmesini hayretle ve esefle karşıladım. Böyle konular üzerinden parti içi siyaset yapmak, genel siyaset yapmak kadar yanlıştır. Kaldı ki, Kılıçdaroğlu’nun Tuncelili olması, Türkiye’de toplumsal ve siyasal entegrasyon için bir avantaj bile olabilir ve olmalıdır. 6
Kılıçdaroğlu’nun kendisi siyasete bu gözle bakmalı, Kılıçdaroğlu’nun siyasette ne işlevi olabileceğini düşünenler de ona bu gözle bakmalıdır. Tuncelili Kılıçdaroğlu’nun Güneydoğu’da CHP’nin oylarını artırırsa fena mı olur? Kılıçdaroğlu’nun İstanbul’da Gürsel Tekin’le (İstanbul il başkanı, o da Alevi-Kürt’tür) birlikte türban ve hatta çarşaf açılımını yapan, üniversitedeki yasağa karşı olduğunu açıkça söyleyen bir politikacıdır. Bu konuda kutuplaşmanın aşılmasına bir katkıda bulunursa fena mı olur?” (Taha Akyol; 18.05.2010, Milliyet) CHP yeni genel başkanıyla birlikte Doğu ve Güneydoğu gezilerine yüklenecektir. Ve CHP, Kürtlerle ve Alevilerle yeniden barıştırılacaktır. Önümüzdeki süreçte, sistem içi sol unsurların CHP’de toplanması ve hatta yeni kurulan Alevi partisi EDP’nin de CHP’yle birleşme olasılığının yüksek olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Analizlerimize veri olabilecek bir başka husus da şudur: Dikkatli gözlerden kaçmamıştır; emperyalizm denetlediği alanlarda mevcut tarihsel çelişkileri hep karşıtına çözdürmektedir. Yakın tarihimizden örnekler hafızalarımızda hâlâ canlı: İsrail ile ilk askeri işbirliğini Erbakan’a yaptırmıştır. Öcalan’ı devlete, MHP-DSP koalisyonunda teslim etmiştir ve en fazla asalım diyene astırtmamıştır. Şimdi, İslamcı gerilimin doruk noktası olan üniversite yasakları (türban) ve Kürt meselesini en devletçi ve en geleneksel partiyle çözecektir… Muhtemel İran operasyonuna
geri dönecek olursak, esas olarak İslamcı bir tabana yaslanan AKP’nin bir İslam ülkesi olan İran’a yapılacak operasyonu kitlesine anlatabilecek argümanları yoktur. Ve muhtemelen Irak operasyonu öncesi yaşanan tezkere krizi İran’da da yaşanacaktır. Anadolu’da bir laf vardır, “eşek düştüğü çukura bir daha düşmez,” derler. ABD, düştüğü çukura bir daha düşmeyecek kadar eşektir. AKP’ye olan güvensizlikleri çok önce açığa çıkmıştı fakat Cüneyt Zapsu’nun “sifonu çekmek için erken, hala faydalanabilirsiniz” demesi üzerine sifon çekilmemiştir. Baykal’a yapılan operasyon Tayyip’e sifonun çekilmek üzere olduğunun tebligatıdır… Tayyip bunu fark etmiş ve toplumun hassasiyetleriyle oynayarak, “eşini aldatanları mağdur kabul edemeyiz” demiştir. En iyi yaptığı şeyi yapıp, belden aşağı vurarak halkın duygularına oynamaktadır, fakat sifonun çekildiğinin farkındadır ve Rusya ile ilişkileri derinleştirecek olan nükleer santral işini bağlaması, ABD’ye verilmiş bir cevaptır… Özetleyecek olursak: 1) Baykal’ın pornografik yöntemlerle tasfiyesi, burjuva siyasal alanın yeniden düzenlenmesi için siyasetçilere verilen bir mesajdır. 2) Bu operasyonla CHP görece güçlenecektir. Yeni CHP, hem Alevileri hem de Kürtleri yeniden sisteme eklemlemeyi deneyecektir. AKP’nin başlattığı ve yürütemediği açılımları CHP ile tamamlamaktır asıl amaç… 3) Emperyalizmin yeniden paylaşım konjonktüründe bulunmaktayız ve yeniden
paylaşımın ana karakteri savaştır. ABD, Irak ve Afganistan’da dizleri üzerine çökmüş, egemenliğini rakipleriyle paylaşmak durumunda kalmıştır. Verili durum, ABD’ye kaybettirmektedir. Aleyhine derinleşen bu süreci tersine çevirmesi için, yeni savaş cepheleri açmak durumundadır ve modern zamanların ‘Çaldıran Seferi’ne mahkûmdur. 4) Bu sefere, gerek İsrail’in bekası, gerekse küresel hegemonya açısından en çok ihtiyaç duyduğu ittifakla çıkmak istemektedir. Kürt-Türk ittifakının yanına Alevileri de eklemek istemektedir. 5) Önümüzdeki süreç, iç siyasanın daha da sertleşeceği, militarize olacağı ve ordunun eski etki alanına doğru çekileceği bir süreçtir. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un yüksek rütbeli komutanların ve muvazzaf subayların tutuklanmaları üzerine sorulan bir soruya, “Göreceksiniz TSK bu süreçten güçlenerek çıkacaktır” demesi manidardır… 6) Ergenekon vs. türü operasyonlar sınırına dayanmıştır. Gerekli temizlikler yapılmıştır. ABD’nin Türk ordusundan vazgeçeceğini
düşünmek en iyi ihtimalle liboşların safdillikleriyle açıklanabilir. Askeri gücü olmayan bir Türkiye ABD için anlamsızdır. Ergenekon operasyonuna yol veren ABD’nin ordudan vazgeçtiğini ve sadece Türk siyaset adamlarına güvendiğini düşünenler, ne emperyalizmi ne de emperyalizmin Türk devletiyle kurduğu ilişkiyi anlamaktan uzak olanlardır. Ordu ve siyaset içindeki milliciler bastırılmıştır, olan budur. 7) AKP ve Tayyip, sifonun çekilmesi olasılığına karşı, bir eksen kayması yaşayacaktır. Giderek AB-Rusya ekseninde pozisyon alacaktır… 8) AKP ve Tayyip için sifonun ne zaman çekileceği ise, terbiye olmuş AKP’nin göstereceği hizmetlere bağlıdır. Alternatif üretilmiştir ve ABD emperyalizmi istediği an sifonu çekecek rahatlığa kavuşmuştur… Peki ya Türkiye solu? Osmanlı ordusu İstanbul surlarını topçu ateşiyle döverken bile, meleklerin cinsiyeti üzerine tartışmalar yapan Bizans soylularından farksız tartışmalar ve zevk-i sefa içerisindedir. İçine girdiği
statükoculuğun esiri olmuştur. Yaklaşan kıyameti görmezden gelmektedir. Üçüncü köprüye karşı basın açıklamaları düzenlemeyi politik faaliyet için yeterli görmektedir. Kendi güçsüzlüğünü ve eylemsizliğini, lafla örtme gayretleri içerisindedir. ABD İran’a saldırdığında ise, geleneksel modernist düşünce yapısıyla, eylemsizliğini sürdürecek ve İran’daki ‘şeriat’ın yıkılmasını izlemekle yetinecektir… Oysa Türkiye devrimci hareketi, görünür gerçeğin pratik eylemcisi olmaktan tez vakitte kurtulmalıdır. Politika yapma momentlerini kaçırmamalıdır. An’ın artık kaçınılmaz kıldığı görevlere son dakika talip olmaktansa, gerek kendi gerçekliğine gerekse bölgesel devrimin gerçekliğine tarihsel maddeci bilimin gücüyle bakabilmeyi ve özellikle kendisine karşı özeleştirel olmayı öğrenmelidir… Bütün hazırlıklar, henüz ortada bir şey yok denilmeden, bölgesel bir savaşa göre yapılmalıdır… Türkiye solu, emperyalizmin bölgesel yeniden düzenleme ve bölgesel güçlerin tasfiyesi sürecinden azade değildir… 7
Kıbrıs’ta kısır döngü
T
oprakları üzerinde yedi ayrı bayrağın (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Büyük Britanya, Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs ve KKTC) dalgalandığı ‘batmayan uçak gemisi’ Kıbrıs’ın Kuzeyinde 18 Nisan 2010 tarihinde cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. ‘Sağcı’ Ulusal Birlik Partisi’nin (UBP) adayı Derviş Eroğlu kazanırken, ‘solcu’ Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (CTP) adayı eski cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat kaybetti. Evet, dışarıdan bakınca biri sağcı, biri solcu görünüyor ve kendilerine öyle diyorlar. Sağcı olanı, ‘anavatan’daki sağcı akımların ve geleneksel devlet bürokrasisinin ‘yavru’ vatandaki yavrularının temsilcisi, Denktaş’ın çömezi, adadaki Türk milliyetçisi ayrılıkçı akımın lideri Eroğlu, siyasi sıfatını hak ediyor. Solcu olanı, kökleri AKEL’e (Sözde ‘Komünist’ Partilerin Kıbrıs’taki muadili) kadar dayanan, soğuk savaş döneminde Moskova’nın 8
memurluğunu yapmış, 90’lardan sonra ise AB yanlısı liberal bir hat tutturmuş, gerek iktidarı döneminde gerekse de seçim sürecinde ABD, AB ve AKP’nin tam desteğini arkasına almış olan Talat’ın ise sıfatını kesinlikle hak etmediğini söylemeye bile gerek yok. İktidarı dönemindeki söylemi ve eylemiyle bunu defalarca kanıtladı zaten. Bu nasıl sol? 18 Nisan seçiminin sonuçlarını da CTP’nin yükselişi ve düşüşü çerçevesinde okumak gerektiği kanısındayız. Yani, bizi UBP adayının kazanmış olması değil CTP adayının kaybetmiş olması ilgilendiriyor. Türk devletinin ve Denktaş ekolünün çözümsüzlük siyasetine, Türk ordusunun işgaline, Türk kontrgerillasının oradaki faaliyetlerine, ülkelerinin bir mafya, uyuşturucu, kumar ve fuhuş merkezi haline getirilmesine, yozlaşmaya,
yolsuzluklara, yoksulluğa, yalıtılmışlığa, hasılı geleneksel gerici koalisyonun icraatından kaynaklanan sorunlara karşı kitlelerde yükselen tepki 2000’lerin başında CTP’yi ve bilahare Mehmet Ali Talat’ı iktidara taşımıştı. Halbuki CTP ve Talat iktidarları döneminde bu sorunlara çözüm üretmek bir yana, solculuklarının yalnızca sivillik, anti militarizm, demokrasi gibi içi boş liberal saçmalıklardan ibaret olduğunu, hakikatte kendilerinin emperyalizmin tam desteğini de arkalarına alarak adada bir turuncu devrim peşinde olduklarını gösterdiler. Çözüm adına tüm yaptıkları Brüksel ve Vaşington kapılarını aşındırmak, emperyalistlerin kurduğu masalarda ‘müzakere’ müsamereleri oynamak oldu. Emekçilerin ekonomik ve sosyal sorunlarına hiçbir çözüm getiremedikleri gibi yürürlüğe
soktukları neo liberal politikalarla, eğitim ve sağlık alanlarındaki özelleştirmelerle, sosyal amaçlı kamu harcamalarının kısılması ve sosyal hakların tırpanlanmasıyla, çalışma yaşamına dönük saldırılarla, esnek çalışma, taşeronlaştırma, iş güvencesinin ortadan kaldırılması gibi siyasetlerle kitlelerin yaşam standartlarını daha da aşağılara çektiler. Adadaki koskoca iki Britanya üssünün lafını bile etmeyen bu ‘solcular’ı iktidara taşıyan bir diğer talep de Türk ordusunun adadan çekilmesi ve Türkiye’den bağımsızlık talebi idi. Fakat CTP iktidarı dönemi Kıbrıs Türk toplumunun hiç olmadığı kadar Türkiye’ye bağımlı hale getirilmesine sahne oldu. Talat adeta AKP Hükümetinin Kıbrıs Valisi gibi çalıştı. ‘Anavatan’ın sağcıları ile ‘Yavru’ Vatan’ın ‘solcuları’ Brüksel-Vaşington yollarında birbirlerine yoldaş oldular. Türk Ordusu adadaki varlığını sürdürdü, memur maaşlarını T.C. hükümeti ödemeye devam etti, elektrikten içme suyuna kadar Anavatana tam bir bağımlılık oluştu. Yani CTP kendini iktidara taşıyan kitleleri hayal kırıklığına uğrattı. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, emekçiler bu kez lafa bakmadı. İşte, 18 Nisan seçiminin anlamı budur. Bundan sonra ne olur, UBP ne yapar, çözüm süreci sekteye uğrar mı, müzakereler devam eder mi gibi soruları bırakalım burjuvazi ve emperyalistler tartışsın. 18 Nisan seçiminin bir başka anlamı da şudur: Adada CTP’yi iktidara taşıyan ve şimdi alaşağı eden dinamik devrimci bir dinamiktir. ‘Bağımsız, birleşik
Bağımsız, birleşik bir Kıbrıs!.. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, senelerce barış içinde, kardeşçe yaşamıştır. Ne var ki, emperyalistler, adadaki iki dev İngiliz askeri üssünü yitirmemek için iki halkı provokasyonlarla birbirine karşı kışkırtmış, Kıbrıs bu provokasyonların sonucunda, Yunanistan ve Türkiye’nin de müdahaleleriyle bölünmüştür. Neredeyse 35 yılı bulan bu bölünmüşlük ve fiili işgal durumu sona ermek durumundadır. Kıbrıs silahsızlandırılmalı, sınır kaldırılmalı, her millet ve dinden Kıbrıslılar, laik bir ülkede eşit vatandaşlık haklarına sahip olmalıdır. Bunun önkoşulu, Kıbrıs’taki emperyalist İngiliz üslerinin kapatılması, emperyalizmin müdahalesine izin verilmemesidir. Türk Silahlı Kuvvetleri de derhal adayı terk etmelidir. Kıbrıs’ı cendere altında tutan kuvvetlere karşı mücadeleyi Kıbrıslı emekçiler üstlenmek zorundadır. Gerçekten özgür bir Kıbrıs’ın kuruluşu, hiç kuşkusuz adada emperyalizme göbekten bağlı kapitalist düzenin yıkılmasıyla mümkün olacaktır.
Kıbrıs’ talebini, demokrasi, eşitlik ve özgürlük talebini, onurlu bir çözüm ve insanca yaşam talebini sosyalist bir programda somutlayacak ve Kıbrıs halkının her iki kesiminin birleşik mücadelesini örecek devrimci komünist bir liderliğin bu dinamiği arkasına almaması için hiçbir neden yoktur. Kıbrıslı devrimci komünistlerin önündeki ilk ve en önemli görev budur. Adadaki Türk ve Rum halkları Birleşmiş Milletler koridorlarında,
Vaşington’da, Londra’da, Brüksel’de, Atina’da ya da Ankara’da değil, bu merkezlere karşı omuz omuza kavgada, yan yana çalıştıkları iş yerlerinde, tarlalarda, grevlerde, alanlarda, direnişlerde kardeşleşecektir. O vakit, başta Britanya olmak üzere Türk ve Yunan tüm yabancı askerler geldikleri gibi evlerine dönecekler, olmadı denize döküleceklerdir. Kıbrıs Sorunu’nun tek gerçek çözümü budur. 9
SOLDA BİRLİK -GEREKLİ Mİ?-
i
çinden geçtiğimiz dönemde solun ve devrimci yapılanmaların yetersizlikleri bilinirken ve yaşanan sorunların temelinde bir politikasızlık varken, çoğu zaman tek neden olarak sadece solun ‘birlik olamama’ olgusu öne çıkarılıyor, bu sorun etrafında tartışmalar yapılıyor. Bu tartışmalar daha çok yerel ya da genel seçimler öncesi dönemlerde daha da yoğunlaşır ve epeyce tartışıldıktan sonra rafa kaldırılır. Solda birlik kuşkusuz önemlidir ve bu çerçevede her türlü özveri ve çaba gösterilmelidir. Bilinen sorunlar ve yetersizlikler ortadayken, solun, kendini devrimci addeden yapıların yoğunlaşan samimi birlik çağrıları büyük bir öneme sahiptir. Ancak, ‘birlik’ her şeyi halleder ve her sorunu çözer diye bir algılamaya da kapılmamak gerekiyor. Sol’un ve devrimcilerin sınıflar mücadelesi içinde belirleyici olamamalarının tek nedeni ‘birlik’ sorununu çözememiş olmaları değil, büyük oranda, içinde yaşanılan dönemin ihtiyaçlarına cevap verebilecek politika ve örgütlülüklerin yaratılamamasıdır. Sınıf mücadelesinin önündeki tıkanıklığı emekçi sınıf ve katmanların lehine çözebilecek araç ve yöntemlerden yoksun olmasıdır. Örgütsel siyasal yapıların bilinen yetersizlikleri ortadayken, denenen ‘birlik’ çabalarının bu sorunlardan bağımsız gelişemeyeceği bilinmelidir. Bugün gelişen toplumsal muhalefetin çok parçalı yapısı ve ‘birlik kültürü’ne (fikrine 10
değil) uzaklığı, bir arada hareket etmenin birleştirici koşullarının oluşmadığını göstermektedir. Geçmişte, seçim dönemlerinde yaşanan ‘birlik’ süreçleri önemli derslerle doludur. Bugün için öğretici yanları oldukça fazladır. En azından ‘ne yapılmaması’ gerektiğinin açık örnekleri bulunabilir. Gelişen yeni adımlarda bu tür bir kaygının yer almadığı görülmektedir. Geçmişte yaşanılanlara yönelik tartışmalar yapılmadan ya da ‘bu birliklerin neden dağıldığı’ sorusu cevaplanmadan bu doğrultuda atılacak her adım, denenecek her birlik çabası, içinde önemli eksiklikler taşıyacaktır. Bugün, toplumsal muhalefetin ve devrimci mücadelenin gereklerini yerine getirmeyen, onun ihtiyaçlarını çözmeyen bir ‘birlik’ arayışı zorlama bir çabadır. Bu tür ‘birlikler’ başarıya ulaşsa bile ‘güçsüzlerin birliği’ olacağı için amacına ulaşmayacak, başlanılan noktaya geri dönülecektir. Zaten eskiden beri ‘birlik’ bir zorunluluk olarak algılanmakta, bu nedenle
toplumsal ve siyasal pratik göz ardı edilmekte ve denenen birlik çabaları da hüsranla sona ermektedir. Solda birlik önemli ve gereklidir. Bu, sınıf mücadeleleri tarihi açısından da böyledir ama bunun toplumsal muhalefet ve mücadelenin önündeki sorunların ve tıkanıklığın aşılmasında ‘her şey’ demek olmadığını görmek gerekiyor. İçinde bulunduğumuz dönem de ağırlıkla yüklenilmesi gereken ‘siyasal pratik’ olmalıdır. Mücadeledeki hantallık, siyasal pratik dışındaki hareket tarzları ‘birlik’ olgusunu ileri sürme ve abartma yaklaşımlarını beraberinde getirmektedir. Mücadelenin hareketsizliği egemenlerin işine yaramakta, sisteminin sarsılan temel taşlarını tekrar dizmelerine dolaylı bir biçimde yardımcı olmaktadır. Solun ve devrimcilerin yetersizliği, ortaya çıkan olanakların değerlendirilmesinin önünü de kesmiştir. Ve devlet kaybettiği meşruiyetini tekrar kazanma çabasında önemli
başarılar elde etmiştir. Burada ‘birlik’ olgusu çerçevesinde bir noktanın altını çizmek gerekiyor; bugün hiç kimse ‘birlik’ olunamadığı için bu süreçlerin değerlendirilemediği belirlemesi yapmıyor. Bu da şunu gösteriyor, ‘politikasızlık’ ile ‘birlik olamama’ arasına doğrudan bir ‘eşittir’ işareti konulamaz. Gündem belirlemedeki eksiklikler ve siyasal pratik anlamında zayıflıklar ‘birlik olamamaktan’ kaynaklanan eksiklikler değildir, anacak hemen hemen her çevrenin iddiasına bakılırsa, ‘birlik olunamadığı için sol başarısız oluyor’ noktasında bir ortaklaşma oluşmaktadır. Bu yaklaşım doğru değildir. İçinde bulunduğumuz siyasal ve toplumsal koşullarda birlik en genel anlamda, baskıcı rejime ve onun ayakta durmasının koşullarını sağlayan emperyalizme karşı, somut program, öneri ve eylem birliği üzerinden gelişip güçlenebilir. Bu da kısaca, ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan emekçi
kesimlerin ortak mücadele anlayışından geçer. Ortak bir cephe ve mücadele hattının yaratılması sanıldığı kadar zor değildir. Yeter ki ‘benmerkezci’ davranışlardan kurtulalım ve siyasal pratiğin ihtiyaçları çerçevesinde bir hareket kültürü kazanalım ve bir araya gelelim. Tekel işçilerinin direnişi, öğreticiliğiyle, kâğıt üzerinde denenen birliklerin geçersizliğini bir kez daha göstermiştir bize. Toplumsal muhalefet güçlerinin çok parçalılığı bu tür mücadele birlikteliğiyle aşılmış olacaktır. Birlik önemlidir ama atılan birlik adımları toplumsal muhalefet ve mücadelenin ihtiyaçlarını karşılayan bir tarz içermelidir. Siyasal pratiği geliştirmeyen, ihtiyaçlarını karşılamayan ve örgütlü mücadeleye hizmet etmeyen ‘birlik’ süreçleri geçmişte yaşananlardan farklı bir noktaya ulaşamaz. Bu nedenle geçmişte yapılan hatalara düşmemek isteniyorsa dikkatli olunmalı, birlik kültürüne önem verilmeli ve oluşturulan programın hayata
geçmesi için hiç bir çaba ve özveriden kaçınılmamalıdır. Burada bir önemli noktaya da değinmek gerekiyor. Birlikten ne anlaşılması gerektiği somut olarak tanımlanmalı ve buna uygun duruş noktaları tespit edilmelidir. Seçim dönemlerinde geliştirilen ‘birlik’lerin, sınıflar mücadelesine katacağı çok fazla bir şeyin olmayacağı artık anlaşılmalıdır. Şekilsiz birlikler mücadelenin sorunlarını çözücü değil daha da artırıcı bir özellik taşır. Birlik, siyasal yapıların üst düzey organlarının merkezi düzeyde oluşturdukları biçimsel ‘karar birlikleri’ de olmamalıdır. Gerçek birlikler yaşamın ve mücadelenin içinde, yani tabanda oluşan, siyasal pratiğin ihtiyaçlarına cevap veren, onu geliştiren birliklerdir. Sonuç olarak birlik, mücadele ve kültür sorunudur. Türkiye solu ve devrimci hareketi bu kültürü ve mücadele pratiğini yaratmak zorundadır. Yaşanılan birlik süreçleri bu çerçevede değerlendirilmelidir. 11
Sınıfımızın hattı...
2
6 Mayıs’ta Tekel işçilerini desteklemek ve işçi sınıfının taleplerini yükseltmek için yapılması kararlaştırılan ‘genel grev’, bizim açımızdan hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, sendika bürokratlarının ihanetine uğradı. ‘Genel grev’ lafını olur olmaz yerlerde kullanmanın anlamsızlığını vurgulamaya bile gerek yok; adına layık bir genel grev, ülkedeki hayatı durdurmak anlamına gelir ve gerçek örneklerine Yunanistan’da tanık olduk. Ama İstanbul’daki kitlesel katılımlı 1 Mayıs’ın ardından, pek çok çevrede en azından güçlü katılımlı bir ‘genel eylem’ beklentisi doğmuştu. Oysa bu sendika bürokrasisinin önderliğinde gerçek bir sınıf eylemliliği örgütlenemeyeceği açıktır. Bu 1 Mayıs öncesinde de böyleydi, şimdi de böyledir. 1 Nisan’da Tekel işçilerinin eylemini satan, ardından 1 Mayıs’ı bir müsamereye çevirmeye çalışan sendika bürokratları, 26 Mayıs’ı da işçi sınıfının gündeminden çıkardı; daha doğrusu, işçi sınıfının gündemine bile getirmedi. Oysa AKP iktidarının, 12
emperyalizmin direktifleri doğrultusunda uygulamaya koyduğu tüm saldırılar gündemdedir. İktidar tarafından yaratılan ve Ortadoğu’daki gelişmeleri de içine alan yeni gündemler, işçi sınıfına yönelik saldırı gerçeğinin üzerini örtmektedir. Bu, işçi sınıfımıza ikili bir görev yüklemektedir: Birincisi, tüm emekçilere ve yoksullara yönelen yeni iktisadi saldırılara karşı göğüs göğse mücadele etmek; ikincisi, bölgemizde yaşanan gelişmelere ilişkin olarak, bir işçi duruşunu ifade eden siyasetler geliştirmek. Gerçeklik, sınıfımızı ekonomik savunma mücadelelerinin ötesine geçmeye, bölgede siyasi öncülük misyonunu gerçekleştirmeye çağırmaktadır. Bu görev, sendikal bürokrasiyi alaşağı etmeksizin başarılamaz. Kimi AKP’nin, kimi CHP’nin, kimi ise MHP’nin peşinde dolanan sendika bürokratları, işçi sınıfının ve yoksulların hayrına tek bir iş başaramaz. Umursadıkları tek şey ceplerini doldurmaktır. O halde, bir kez daha 1 Mayıs tartışmalarına dönelim… Sendika bürokratlarından çok önce,
Türk-İş bürokrasisi 1 Mayıs eylemini Kadıköy’e taşıdığı takdirde, orada olacaklarını ilan eden ve bunun ‘teorik’ izahını geliştirmeye çalışan sözde ‘devrimci’ler, birkaç senedir Türkİş bürokrasisinin iradesini aşıp geçen eylemlilik zincirinin ve bu iradeyi güçlendirme gerçeğinin farkında değildir. Gözbebeğimiz olan Tekel direnişi, esas olarak, sendika bürokratlarına rağmen gerçekleşmiştir. Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu’nun 1 Mayıs alanında konuşturulmaması da bu iradenin bir parçasıdır. Türk-İş bürokratlarının peşinde, ‘işçi sınıfının yanında olmak’ gerekçesiyle dolanan sözde ‘devrimci’ler, kendi korkaklıklarına ve icazetlerine kılıf aramaktadır, o kadar… Devrimci Komünist Hareket, sınıfımızın, sendika bürokratlarını aşması, işçi mücadelelerini birleştirmesi, ekonomik savaşımın yanı sıra, Ortadoğu ölçeğinde yeni bir siyasi mücadeleyi örmesi mücadelesini geliştirerek, sınıfımızın öncülerini birleştirerek ilerleyecektir. Devrimci parti inşasının başkaca bir yolu yoktur…