Di10

Page 1

DEVRIMCI ISCI B A R İ K AT !

GREV!

DEVRİM!

Aralık 2006, Sayı 10

Enternasyonal büyüyor! Uluslararası İşçi Birliği Dördüncü Enternasyonal’in Belçika örgütü kuruldu. Venezuela’da Sosyalist Mücadele yayımlanmaya başladı. UİB-DE, El Salvador’da da örgütleniyor. Avrupa’nın

farklı ülkelerinde yeni güçler açığa çıkıyor... Bu gelişmeler, devrimci bir örgütün, revizyonizme teslim olmayan, Bolşevizmde ısrar eden devrimci politikalarla da büyüyebileceğini kanıtlıyor...


ENTERNASYONAL

UİB-DE’ye yeni güçler katıldı Ö

zellikle Latin Amerika’da kitle etkisine sahip devrimci örgüt ve partileri bulunan Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal (UİB-DE), bir dizi ülkede daha örgütlenme faaliyetini sürdürüyor. Avrupa’da yeni güçleri kazanma yönünde adımlar atan UİB-DE’nin Belçika örgütü de kuruldu. Belçika’da özellikle göçmen hareketi içinde faaliyet yürüten UİB-DE militanları, şu açıklamayı gönderdi: “Biz, UİB-DE militanları, 11 Kasım 2006’da Brüksel’de bir kuruluş konferansıyla, Komünist İşçi Birliği’ni kurma kararı aldık. Böylelikle, bir yıldan fazla bir süredir düzenli olarak Enternasyonal adlı bir yayın çıkarmakta olan ve uluslararası teorik yayın organımız Yaşayan Marksizm’i Fransızca olarak basan ekibimiz, zaten yoğunlaştığımız göçmen ve öğrenci hareketinde daha etkin bir militanlık sergileyecektir.” Belirtildiği gibi 11 Kasım’da gerçekleşen kuruluş konferansına, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden UİB-DE militanları da katıldı, pek çok ülkeden gelen mesajlar okundu. Konferansın onur başkanlığına, 1987’de yitirdiğimiz, UİB-DE’nin kurucusu Nahuel Moreno, 1998’de polis tarafından öldürülen Belçika göçmen hareketinin sembol ismi Nijeryalı Semira Adamo, Belçika’da Nazi işgaline karşı savaşırken

düşen Dördüncü Enternasyonal militanları Leon Lesoil ve Abraham Leon seçildi. Konferans başarıyla tamamlandı ve Komünist İşçi Birliği kurularak faaliyete geçti. Öte yandan, UİB-DE Avrupa’da yeni bazı güçleri kazanmak için görüşmeler yürütüyor. Latin Amerika’da ise, son olarak Ekvador’da kurulan örgütün ardından Venezuela ve El Salvador’da da yeni örgütlerin temeli atıldı. El Salvador’da kurulan Sosyalist İşçi Köylü Hareketi, UİB-DE’ye katılmak üzere başvurdu. Venezuela’da ise, UİBDE militanları Sosyalist Mücadele adlı dergiyi yayımlamaya başladı. Önümüzdeki yıl Venezuela partisinin de kuruluş konferansını yapacağı belirtiliyor. Böylelikle, Bolşevik ilkelerden taviz verilmeden de, devrimci zeminde gelişme kaydedilebileceği ortaya çıkıyor. Kendisine Troçkist ya da devrimci Marksist diyen pek çok akımın ‘geniş’ hareket ve partiler içinde çözüldüğü, örgüt tasfiyeciliğine gittiği, işçi sınıfı iktidarı, sosyalist devrim ve proletarya diktatörlüğü kavrayışlarını terk ettiği bir dönemde, UİB-DE’nin attığı küçük fakat önemli adımlar, geleceğe olan güvenimizi pekiştiriyor. Yaşasın Dördüncü Enternasyonal! Yaşasın Dünya Devrimi!

Devrimci İşçi’de yeni yayın süreci

Yeni yayın sürecimiz doğrultusunda Devrimci İşçi, kısa siyasi bültenler olarak yayımlanacak. Türkiye’de, Ortadoğu’da ve dünyada yaşanan gelişmelere ilişkin net siyasi tutumların yer alacağı Devrimci İşçi, bir internet yayını olarak çıkmaya devam edecek. Ayrıca Devrimci İşçi broşür dizisi de Devrimci Kimliğimiz başlıklı ilk broşürle yayımlanmaya başladı. İkinci broşürümüz İşçilerin Yolu’nun ardından, Türkiye ve dünyadaki devrimci harekete ilişkin yeni broşürler gelecek... 2


ANALİZ

AKP nereye koşuyor?.. B

ugün 25 üye ülkeyi içinde barından Avrupa Birliği’nin (AB) temeli 1957’de altı ülke (Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg) tarafından Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adıyla atılmıştır. Türkiye’nin 1963’te Ortaklık Anlaşması imzalayarak dahil olduğu AB sürecinde ülkemiz açısından diğer önemli adımlar için aradan uzun yıllar geçmesi gerekmiştir. Kuşkusuz bu süreç SSCB’nin bölünmesi ve Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra ABD’nin Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgeninde etkinliğini ve ağırlığını arttırmaya başlaması ile birlikte hız kazanmış, 1999 yılı sonunda Türkiye’ye adaylık statüsü tanındıktan sonra 2000 yılı sonunda AB Komisyonu’nun Türkiye’nin AB’ye tam üyelik stratejisini belirlediği Katılım Ortaklığı Belgesi’ni açıklamasıyla da ilk ciddi adım atılmıştır. Kasım 2002’de AKP’nin çoğunluk oyları almadığı halde tek başına hükümet olmasından sonra da AB süreci konusunda pazarlıklar ve tartışmalar sürerken, Türkiye bu uzun yolun sonunda AB’ye alınmayacak olsa bile AB ülkelerinin Türkiye ile eninde sonunda aynı masaya oturmak zorunda kalacakları bir tablo ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD’nin önce Afganistan’a ve ardından Irak’a müdahalesinden sonra ve Ortadoğu üzerinde böl parçala yönet stratejisini uygulamaya geçirmesinden sonra AB ülkeleri için daha fazla gecikmenin bir manası yoktu. Nihayet 3 Ekim 2005’de Türkiye ile nihai müzakerelerin başlaması yönünde karar alınmış ve eğer bunu sevinilecek bir olay olarak kabul edecek olursak bu mutlu günü görmek de AKP iktidarına nasip olmuştur. Bu süreçte neler yaşanacağını önceden tahmin etmek zor değildi. Herkesin söylediği gibi uzun ve zorlu bir süreç olacak, Türkiye AB ülkeleri tarafından çok daha yakın takibe ve kıskaca alınacaktı. Hatta soykırımı üyelik şartı haline getirmeyi amaçlayan son Avrupa Parlamentosu raporunda olduğu gibi Türkiye hiç hesapta olmayan sorunlar ile boğuşmak zorunda kalacaktı. İktidar partisi AKP’nin bu süreçte hükümetteki iktidarını

kaybetmemek için her zaman yaptığı gibi yine ikili oynayacağı ve hem içeride seçmen tabanına hem de dış dünyaya şirin görünmek adına her konuda herkesle uyumlu görünmeye çalışacağı bir politika izleyeceği ortadaydı. Nitekim en son tezkere konusunda yaşananlar da bunu göstermiş, AKP içeride “büyük ülke olmanın sorumlulukları var” propagandası yaparken, ABD ve AB’ye “kimi zaman sizlerle ters düşer gibi görünsem de ben aslında sizin sözünüzden çıkmıyorum, beni desteklemeye devam edin” mesajını vermiştir. Fakat AKP için asıl risk unsuru AB ile müzakere sürecinin hemen bir kaç yıl içinde tamamlanamayacak olmasıdır. Bu anlamda uzun dönemde karşımıza çıkacak en önemli soru ise “her ne kadar PKK sorunu yüzünden son aylarda oldukça puan kaybetmiş olsa da alternatifsizlikten ötürü önümüzdeki seçimleri kazanma ihtimali yüksek olan AKP’nin acaba ondan sonraki seçimleri almaya gücü yetecek mi” sorusudur. Bu soru kaçınılmaz olarak “AKP kaç yıl daha Türkiye’de iktidar kalır” ya da “siyaset sahnesinde ne kadar kalacak” sorularıyla ilintilidir. Cumhurbaşkanlığı sorunu Çünkü AKP bir iktidar partisidir. İktidar olabilmek adına kurulmuş, parti kadroları bu amaçla oluşturulmuş, iş dünyası (ticaret ve sanayi sermayesi) ile bürokrasi dengeleri bu noktada titizlikle ayarlanmış, her bölgede seçmenin nabzı tutularak adayları ona göre devşirilmiş bir partidir. Bir muhalefet partisi olarak AKP’nin ömrünün iktidardaki bir AKP’den çok daha kısa olacağı rahatlıkla söylenebilir. Bu noktada 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi de AKP’yi zorlayacak konulardan birisidir. Çünkü AKP 2007’de mecburi olarak en önemli siyasi kozunu oynamak zorunda kalacak ve “Cumhurbaşkanlığı’na içimizden birini oturtursak istikrarı sürekli kılacağız, size daha iyi hizmet sunacağız ve her şey daha güzel olacak” propagandasıyla sahneye çıkacaktır. Bu propagandanın tutup tutmayacağı, 3

ZAFER SARP

kamuoyunda sağ-sol çatışmasına benzer bir laik-anti laik bölünmesi yaratıp yaratmayacağı ve diğer siyasi partilerin nasıl bir yol izleyecekleri de önümüzdeki dönemin gündem maddeleri arasında yer almaktadır. Öte yandan ülkenin durumu pek de iç acıcı değil. Aşağıdaki tabloda son 5 yılın belli başlı ekonomik göstergelerini sunuyor ve fazlaca yorum yapmıyoruz. İç ve dış borçlanma artıyor, dış ticaret ve cari işlem açığı giderek büyüyor, enflasyon yükseliyor, üretimde kapasite artışı var ekonomi gelişiyor ancak bunu destekleyecek şekilde istihdamın arttığı, işsizliğin azaldığı ve sosyal kalkınma sağladığı yönünde hiç bir işaret yok. Her sene üniversite kapılarına dayanıp geri dönen ve umudunu bir sonraki yıla erteleyen gençleri ise burada hiç saymıyoruz. Daha kötüsü sokakta karşılaştığımız evsiz barksız ve kimsesiz insanların sayısı da gün geçtikçe artıyor. Yaşam koşulları insanları yasal ve ahlaki olmayan yollardan para kazanmaya teşvik ediyor. Her geçen gün toplumsal huzursuzluğu gözler önüne seren olaylar ve psikolojik rahatsızlıkları hastalık derecesinde artmış ve bunları dışa vuran insanlarla daha sık karşılaşır olduk. Böylesi koşullar altında ne derece iyimser olunabilir soruyoruz. İktidar yandaşları ise bizim gibi gerçekleri dile getirenlere sürekli kızıyor “hiç mi iyi tarafı yok bu hükümetin” diye soruyorlar. Ne yalan söyleyeyim benim için yok. Çünkü bu hükümet şu anda bir öncekinden ve hatta ondan da önceki tüm hükümetlerden farklı hiçbir şey yapmıyor. Ekonomide bir önceki hükümetin uygulamaya başladığı IMF programı uygulanıyor, her zaman ki gibi Dünya Bankası’nın tavsiyeleri dinleniyor, dış politikada yine ABD’nin dediği oluyor ve iç politikada yine AB ülkelerinin yap dedikleri yapılıyor. Senaryo aynı sadece başrol oyuncuları değişik. Ve bu kez farklı olan bir şey ortada başka bir başrol adayının yani muhalefetin olmaması. AKP hükümeti de en azından şu an karşısında bir alternatifi olmadığı için rahatça hareket edebiliyor. Ama parti programı, parti kadroları ve parti tabanı açısından AB müzakere sürecine ne kadar dayanabilecek tahmin etmesi güç. Tek başına iktidar olmayı başaran ancak dört yıla yakın bir zaman boyunca attığı her ekonomik ve siyasi adımda tökezleyen, bazen düşünmeden konuşan, konuşurken düşünmeyen, genellikle düşündüğünü ve niyetini gizleyip başkalarının duymak istediğini söyleyen, “imamın dediğini


ANALİZ (Milyon YTL) Gayri Safi Milli Hasıla GSMH (Milyon USD)

2001 176.484 145.693

2002 275.032 180.892

2003 356.681 239.235

2004 428.932 299.475

2005 486.401 360.876

2006/06 240.158 170.809

İç Borç (Milyar YTL) İç Borç (Milyar USD)

2001 122.2 84.9

2002 149.9 91.7

2003 194.4 139.3

2004 224.5 167.3

2005 244.8 182.4

2006/06 249.1 155.4

Dış Borç (Milyar TL) Kamu Özel

163.5 101.5 62.0

212.6 139.9 72.7

202.3 131.0 71.3

217.7 127.8 89.9

229.6 112.1 117.5

310.3 132.5 177.8

Dış Borç (Milyar USD) Kamu Özel

113.6 70.5 43.1

130.1 85.6 44.5

145.0 93.9 51.1

162.2 95.2 67.0

171.1 83.6 87.5

193.6 82.7 110.9

2001 3.392 -3.733

2002 -1.524 -7.283

2003 -8.036 -14.010

2004 -15.604 -23.878

2005 -23.155 -32.926

2006/06 -18.708 -19.985

(Milyon USD) Ödemeler Dengesi Dış Ticaret Dengesi

yap, yaptığını yapma” misali söylediklerinin tersine devlet içinde günden güne dinci kadrolaşmayı arttıran, sanki iktidar değilmiş de muhalefetteymiş gibi sürekli birilerini birilerine şikayet eden, her şeye gücü yettiği halde elinden bir şey gelmiyormuşcasına sızlanan, kendisini eleştireni azarlayan, başarıyı sahiplenen, başarısızlıkta sorumluluğu üstlenmeyen AKP hükümeti, hem içeride hem dışarıda güvenilir imajını giderek yitirirken artık sadece günü kurtarmaya çalışan bir görünüm arz etmeye başlamıştır.Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Alpaslan Türkeş liderliğindeki sağın farklı geleneklerden gelerek Turgut Özal’lı yılların liberalizme bezenmiş dinci-tarikatçı örgütlenmesinden bir hayli nasibini almış AKP kadroları incelendiğinde siyasi geçmiş olarak aslında birbirlerinden ne denli ayrı ve karmaşık bir yapıya sahip oldukları görülmektedir. Son genel seçimlerden tek parti olarak galip çıkmaları ise parti örgütünün gücünden ziyade seçmenlerin eski partilerden bıkarak, kalıplaşmış isimler yerine yeni bir marka, imaj ve görünüme oy vermesinden kaynaklanmıştır. Az gelişmiş ülkelerin siyasi analizlerinde kabul gören bir yorum olan insanların partilerden ve kurumlardan ziyade kişilere oy veriyor olması gerçeği, Türkiye’deki son seçimlerde tepe taklak olmuş, bu kez kişilerin yerini AKP almış, hep aynı ve eskimiş yüzlerden yaka silken seçmen bu kez kadroları oluşturanların kimler olduğuna bakmaksızın AKP’yi iktidara taşımıştır. Böylelikle sağ seçmen, oylarını büyük ölçüde AKP’de toplamış ve dolayısıyla AKP çatısı altında, yine çoğunlukla eski ANAP, DYP, Refat Partisi ve MHP kökenli kişiler milletvekili olarak meclise girmiştir. Seçmenin, aslında değişen hiçbir şey

olmadığını algılayıp algılayamadığını öğrenebilmemiz içinse önümüzdeki seçimleri beklememiz gerekecektir. Ancak AKP’nin iktidarda olduğu sürece doğal olarak medya organlarının desteğini alıyor olması, büyük sermaye sınıfı ile sürekli al gülüm ver gülüm şeklinde iyi geçinmesi, muhalefetin her açıdan yetersiz kalması (TBMM’de gerçekten önemli bir konu olan ve özellikle CHP’lilerin sık başvurdukları soru önergelerinin halka samimiyet ve ciddiyetle aktarılamayıp kitleselleştirilememesi örneğindeki gibi) ve yazılı ve görsel medyanın genelde iktidar yanlısı tutum izlemesi, kamuoyu anketlerinde AKP’yi yine alternatifsiz kılmakta ve kağıt üzerinde %25-30 oranındaki oy potansiyelini koruması sonucunu doğurmaktadır. AKP’nin kolayca su yüzüne çıkan ve en zayıf noktası olan kadro dağınıklıklığı, önümüzdeki seçimlerin milletvekillerinde yarattığı yeniden seçilip seçilmeme baskısı yüzünden son dönemlerde dışarıya yansıtılmamakta, parrti kadroları liderlerine sonuna kadar bağlı bir tablo çizmekte ve bu da AKP’nin seçimlere diğer partilere kıyasla avantajlı girmesini sağlamaktadır. Oylar bölünür mü? Nasıl ki, AKP’nin şimdilik bir alternatifi yoksa (sağ seçmen oyunu bölmediği sürece AKP sağdaki birinci partidir), parti içinde ve dışında, iç ve dış siyasette ya da ekonomide uygulayacağı politikalar açısından da AKP’nin elinde bir alternatif program bulunmamaktadır. Siyasette ve ekonomide dışa bağımlı olan AKP iktidarının bu aşamada ilk yapması gereken şey sorunlar karşısında sakin olması ve paniğe kapılıp çabuk ve acemice hareket etmemeye özen göstermesidir. Sadece kendi 4

Hazine verilerine göre, Türkiye’nin iktisadi durumu son derece vahim. Kaldı ki, Hazine’nin mümkün mertebe iyimser tablolar çizdiğini biliyoruz. Yine de tablodan çıkan sonuç şu: Türkiye, mali olarak idare edilemez bir noktaya doğru hızla sürükleniyor. Kaynak: www.hazine.gov.tr

iktidarını koruyabilmek ve günü kurtarmak adına atacağı yanlış adımlar, tek parti iktidarda olmanın verdiği güvenle yaptığı hatalardan ders almaması AKP’nin sonunu hazırlayacak faktörlerdir. Bu yüzden hep yaptığı gibi bir yandan parti içi muhalefeti küstürmeden yönetirken, öte yandan imam hatip okulları, türban gibi sorunları mutlaka çözeceği yönünde seçmen tabanına mesajlar vermeyi sürdürmelidir. Siyaset ve ekonomide Türkiye’yi müthiş bir erozyona uğratan, idari kadrolaşma ve sosyal eğitim konularında ülkeyi giderek yozlaştıran AKP, ekonomik alanda iç ve dış sermayenin önünü sürekli açık tutarak kendisine olan desteğin devam etmesini sağlayacaktır. Bu yönüyle AKP iktidarının en avantajlı taraflarından biri olarak gördüğümüz sanayi ve ticaret sermayesinin sınırsız desteğine sahip olması, bu desteğin kolay kolay başka bir siyasi partiye ya da liderliğe kaymayacağının da bir teminatıdır. Sonuçta AKP’nin iç dinamikleri ve içsel yapısı partinin sürekliliğinin sağlanması açısından yeterli görünmekle beraber ekonomide yapısal bozuklukların sebep olduğu geçici krizler ve politikada en son tezkere konusunda olduğu gibi toplumun genelini ilgilendiren konularda cılız da olsa bir kamuoyu tepkisi oluşması AKP’yi umulandan çok rahatsız edebilmektedir. AKP kadrolarına bu gibi sorunlara kendilerini alıştırmalarını ve psikolojilerini bu koşullara hazırlıklı hale getirmelerini tavsiye ederiz. Tezkere sonrası gelişmeler, PKK sorununun ileride nasıl bir hal alacağı, Kuzey Irak’ın yeniden şekillenmesi ve zorlu AB sürecindeki belirsizlikler ise AKP’nin izleyeceği seçim stratejisinde ister istemez etkili ve dahası belirleyici olacak konulardır. İzleyip göreceğiz.


SINIF MÜCADELESİ

Özelleştirmelere karşı tutum

Ö

H. LEVENT

zelleştirme, dünya sermayesinin 1970’li yılların ortalarında başlayan derin yapısal krizini aşmak amacıyla oluşturduğu neo-liberal planın sac ayaklarından biri olarak ortaya çıktı. Dünyada 30 Türkiye’de ise 25 yıldır (24 Ocak kararları ve 12 Eylül sonrası) işçi sınıfına karşı sürdürülen bu saldırı neticesinde özelleştirilen işletmelerde işçi sayısı ve sendikal faaliyet yarı yarıya azaltıldı. Tüpraş özelleştirmesi sonrası 828 işçi kapı önüne koyuldu bile. Sermaye sınıfı tüm dünyada özelleştirmeler yoluyla, aynı işi daha az işçiye, çok daha kötü koşullarda yaptırarak üretim maliyetlerini düşürmeyi ve krizini aşmayı amaçlıyor. Sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı gerçekleştirdiği açık bir sınıf saldırısı olan özelleştirmeler, Türkiye’de KİT’lerin (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) verimsiz olduğu, zarar ederek bütçe açıklarına sebep olduğu gibi gerekçelerle birer birer gerçekleştiriliyor. Oysa ki 1980’li yılların ortasından bu yana bu işletmelere yapılan yatırımlar özelleştirmelerin yolunu yapabilmek için durduruldu. KİT’lere teknolojik yatırım anlamında tek bir çivi bile çakılmadı. Tüm bunlardan çıkan sonuç şudur: Özelleştirme bir sınıf saldırısıdır ve karşısına işçi sınıfının uzlaşmaz mücadelesi ile çıkmak gerekir. Ancak özelleştirmeye karşı mücadele çoğu zaman sendikal bürokrasinin, Stalinist ve Kemalistlerin işçi sınıfını yanlış yönlendiren ve kafasını karıştıran politikası ile malüldür. “Vatan satılıyor”, “KİT’ler halkındır

satılamaz”, “Özelleştirme vatana ihanettir” sloganları ile doldurulan kampanyaların özelleştirmeye karşı çıkış dayanakları doğru değildir. Bu politikalar özelleştirmeye karşı mücadeleyi sınıf ekseninden koparır ve işçi sınıfının bilincini bulandırarak mevzi kaybettir. Satılan Vatan Değil KİT’lerin satışı ile elden çıkan vatan değildir. Kapitalist üretim ilişkileri sisteminde devlet, burjuva sınıfının kolektif aygıtıdır. Devlet burjuvaların düzenlerini sürdürmeleri ve refahları için çalışır. Mülkiyeti devlet vasıtasıyla burjuva sınıfının olan işletmeler halkın olamaz. Özelleştirmeye karşı sınıf mücadeleci çizgi KİT’lerin halka ait olduğu teziyle ve milliyetçi sloganlarla belirlenemez. “KİT’ler üç otuz paraya tekellere peşkeş çekliyor” söylemi ise işçi sınıfı nazarında bir başka nafile ve kafa karıştırıcı çabadır. Telekom 5 milyar dolara değil de 15 milyar dolara satılsaydı, aradaki fark işçilerin kasasına mı girecekti? Paranın gideceği kasa elbette devletin, yani burjuvazinin kasası olacak, özelleştirilen işletmenin işçileri yine işsiz kalacaktı. İşçi sınıfı için aslolan “yüksek bedelli” satışı savunmak değil, özelleştirmeye karşı olmaktır. Özelleştirme ile burjuvazinin sağ cebinden sol cebine geçirdiği işletmeler için “nasıl olsa mülkiyeti değişmiyor” anlayışıyla tavır almamak da bir başka yanlış tutumdur. Özelleştirme ile düğmesine basılan işçi kıyımı, sendikasızlaştırma, esnek üretim işçiler aleyhine gelişmelerdir. Her Türlü Sermayeye Karşı KİT’lerde İşçi Denetimi! Burada ayrı bir paragrafta ele alınması 5

gereken Cumhuriyet Gazetesi’nin başını çektiği “ulusalcı solun” özelleştirme ile ilgili tavrı. “Özelleştirmede yeşil sermayeye hayır, ulusal sermayeye evet” diyen Cumhuriyet Gazetesi, Erdemir’in Fransız çelik tekeli Arcelor ile ortak olan Oyak’a, Tüpraş’ın ise Koç&Shell ortaklığına satılmasını sevinçle karşılamıştı. İslamcı sermaye paranoyası ile hareket eden Cumhuriyet, kendisini okuyan işçilerin bilinçlerini bulandırarak ulusal ve uluslararası tekellerin amigoluğunu yapıyor ve karşı devrim saflarındaki yerini alıyor. Özelleştirme listesindeki KİT’lerin satışında ne Suudi sermayesi ne de çokuluslu liberal sermaye arasında seçim yapılabilir. İşçi sınıfının mücadelesi sermaye sınıfının bütününe karşı, tavrı da net olmalıdır: “Özelleştirmeye hayır, KİT’lerde işçi denetimi!” Özelleştirmeye karşı devrimci bir işçi alternatifi yaratabilmek için KİT’ler ile ilgili politikada en öne çıkarılacak geçiş talebi işçi denetimi olmalıdır: KİT’ler işçilerin seçecekleri temsilcilerin denetiminde yönetilmeli, işletmelerin her türlü üretim ve satış planları işçilerin denetiminde yapılmalı, işçi alma, işçi çıkarma gibi konularda son söz işçilerin olmalıdır. Tüm ticari sırlar ortaya dökülmeli, KİT’leri bugüne kadar yemlik olarak kullananlar teşhir edilmeli ve yemlik haline getirmeye karşı önlem alınmalıdır. Özelleştirmeye karşı enternasyonalist ilkelerle belirlenecek sınıf mücadeleci tavır ile işçi sınıfı üzerindeki ölü toprağının atılması sağlanacak, sosyal hakların tırpanlanması gibi başka saldırıların da önüne geçmede mevziler kazanılacaktır.


TEORİ

Günlük hayattan manzaralar

Ayşe Hanım’ın dekoltesini, Ali Bey’in falsosunu veya Leyla Hanım’ın frikiğini anlatmayı istesek de, ele aldığımız her konu sonunda iktisada gelip dayanıyor... ZAFER SARP

E

debiyat, müzik, tiyatro ve sinema alanlardaki eserler içinde yaşadığımız kapitalist toplumda diğer pazarlanabilir ürünlerden (gıda malzemelerinden tutun da inşaat malzemelerine kadar) hiç de farklı değildir. Kitleleri düşündürmeden sadece güldürmeyi ve eğlendirmeyi amaçlayan, basit nitelikli ve albenisi fazla sanat ürünleri daha fazla kitle topladığı için daha çok üretilmekte, pazarda daha sık reklamı yapılmakta ve sonuçta daha çok tüketilmesi sağlanmaktadır. Alternatif ya da muhalif karaktere sahip yahut sanatsal içeriği fazla ve nitelikli eserler ise pazarda arka planda kalmakta ve kitlelerin bilinç düzeyiyle orantılı olarak daha az tüketilmekte ve dolayısıyla daha az talep edilmektedir. Her şeyi arz talep dengesine oturtmayı seven liberal ideologların, “Halk neyi istiyor biz onu veriyoruz” önermesi de buna dayanmaktadır. Oysa gerçek şudur; sen neyi verirsen onu alırlar ve onu almak isterler. Dağların arasında yolu ve elektriği olmayan küçük bir köyde evinin avlusundaki kuyu suyunu yine kendi çabasıyla gündelik hayatında kullanabilen köylünün, hayatında hiç görmediği hilton lavaboyu ya da jakuziyi kimden ne şekilde talep etme olasılığı vardır ki? Veya o insanın belki sadece rüyasında görebileceği böyle bir şeyi arzulayıp kendisinin üretmeye çalışması, içinde bulunduğu koşullarda hangi teknoloji ile mümkün olabilir ki? Sunmadığınız, vermediğiniz ve hatta olmayan bir şeyi kim sizden nasıl istesin? Burada “hak verilmez alınır” beylik sözü aklınıza gelebilir. Fakat bu söz tam da insanları bilinçlendirmek için söylenmiş ‘provokatif’ bir cümledir ve altı mutlaka doldurulmalıdır. Hak edeceği şeyin ne olduğunu bilmeyen insan ne isteyeceğini de bilemez. Bilinçsiz bir topluluk, hakkını arayamadığı gibi elinde olanı da kaybetme potansiyeline sahiptir. Okumayan, düşünmeye, eleştiriye ve sorgulamaya açık olmayan insan, kendisine sunulandan başkasını isteyecek, daha iyiyi, daha kalitelisini talep edebilecek bir bilince ve özgüvene sahip değildir ve olamaz da. İlkel çağlarda olduğu gibi, yaşam koşullarının zorlamasıyla insanların kendi başlarına

keşifler yapmaları (tekerleğin ve ateşin bulunuşu gibi), yeni ve yaşamak için daha uygun yer arama çabaları, doğaya karşı mücadele etmeleri gibi olgulara günümüzde yer yoktur. Çünkü artık kapitalist toplumda bunları sizin yerinize yapacak belirli işlerde uzmanlaşmış kimseler, kurumlar ve gelişmiş üretim araçları bulunmaktadır. Ama siz hem bilimde hem de sanatta her şeyi hazır beklerseniz de işte sonu bugün olduğu gibi olur. Sanmayın ki kaynana, gelin, damat, şu star bu star yarışmaları sadece Türkiye’de var. Avrupa ve ABD televizyonları da bunlar gibi hatta daha beter televizyon programları ile dolu. Fiziksel ve fikirsel tembelleşme Günümüz dünyasında egemen üretim biçimi olan kapitalist sistemde üretici güçler öyle bir noktadadır ki bir yandan durmadan gelişen teknoloji sayesinde makineleşmenin ve otomasyonun en son teknikleri kullanılıp sürekli daha yeni, ileri düzeyde ve modern şeyler üretilebiliyorken, öte yandan toplumsal ilişkiler boyutunda parasal durumlarına göre kendi ihtiyaçlarının görülmesiyle yetinmek zorunda kalan insanlar daha iyiyi ve daha güzeli arama isteğinden uzaklaşmakta, her şeyin zaten kendi önlerine getirileceğine inandırılmış bir biçimde yaşamakta ve bir anlamda fiziksel ve fikirsel yönden giderek tembelleşirken hayata da yabacılaşmaktadırlar. Her ülkenin kendi iç dinamiklerine, politik ve kültürel koşullarına göre değişkenlik gösterse de neticede somut olarak kapitalist sistemin toplumsal hayata yansıması nitelik olarak farklılık arz etmemekte, sistemin özündeki çelişki hayatın her alanında her yerde kendini belli etmektedir. Dolayısıyla sanatın toplum için olması gerektiğini savunan ve kendilerini “solda” tanımlayan kişilerin bakış açıları da yanlıştır. Slogan olarak güzel ancak içerik ve vardığı nokta olarak hatalı bir tanımlamadır bu. İşte günümüz medyası her şeyi toplum için yaptığını söylüyor. Yazılı ve görsel iletişim araçları toplumun istediği şeyleri yayınlıyor. O zaman biz neyi eleştiriyoruz. Doğrusu bu mu? Hayır! Elbette değil. Öyleyse toplumcu bir sanattan bahsetmek için öncelikle sanatçıların ve bilim adamlarının 6

toplumcu görüşe sahip olması gerekir. Yoksa sanatçının kimliğini dışlayarak “sanat toplum içindir” sözünü kullanmak hiçbir şey ifade etmez. Siyaseti bir halk, bir ulus ya da bir sınıf adına yapabilirsiniz ama ‘sanat sanat içindir’, tıpkı bilimin bilim için olduğu gibi. Şüphesiz bilim insanlık için de faydalıdır. Ama bilimsel çalışmalar her şeyden önce bilimi geliştirmek için yapılır ki böylece bilim alanında sürekli daha yeni, doğru ve etkili sonuçlar elde edilebilsin. Ayrıca bilimi ve sanatı insanlığın yararına ya da zararına kullanmak son tahlilde gene ekonomik ve politik yönden maddi güce sahip olanların belirleyeceği bir şeydir. Siyaset, yapısı gereği bir iktidar savaşımı olduğu için ve özünü yöneten ile yönetilen arasındaki güç ilişkisi belirlediği için bir toplum için ulus adına ya da kişisel çıkarlar uğruna siyaset yapılabilir. Sanat ise öncelikle kişisel beceriler ile ilgili olduğu için, sanatçının ilk olarak ortaya çıkardığı şeyin sanat eseri olduğunu kanıtlaması yani sanatsal becerisini ortaya koyabilmesi ve bunun için de en başta kişinin yaptığı işle kendisini tatmin edebilmesi gerekir. Ancak sanatın niteliğini belirleyen de siyasette politikacılar olduğu gibi sanatçıdır yani insan faktörüdür. Fakat politikacının amacı zaten siyasi görüşünü yansıtmak olduğu için insanlar siyaset yaparken ne için siyaset yaptıklarını bilirsiniz. Çünkü siyaset siyaset için yapılmaz. Kişisel çıkarları için politika yapan bir politikacı bile en azından bunu toplumsal konumunu güçlendirmek için yapmaktadır ki bu da doğal olarak toplumda yaşayan diğer insanları ilgilendireceği için politikaya toplumsal bir nitelik kazandırır. Sanatta ise bu zorunluluk değildir ve olmamalıdır. Sanatçı bireysel dürtüleriyle yeteneğini birleştirerek bir şeyler üretir ve bunun toplumsal bir niteliğe sahip olması gerekmez. Sanatçı zaten taraf olduğu düşünce yapısı içerisinde eserini yaratacaktır ve eğer o, toplumcu bir görüşe sahipse eseri de eleştirel ve toplumun bilinç yapısını geliştirici bir kimliğe sahip olacaktır. Ama bunu yaparken sanatçının amacı kendisinden beklenilen ve toplumun ne istediği değil, daha iyi ve daha kaliteli bir sanat icra etmek olmalıdır. Aksi takdirde ya kendini yineleme ve üretme kabızlığı


TEORİ tuzağına düşecektir ya da yaptığı her eseri doğrudan metaya dönüştürerek ondan para kazanma yoluna gidecektir. Ve maalesef Türkiye, her ülkede olduğu gibi toplum için sanat yaptığını söyleyen ama yaptıkları şeyler sanatla uzaktan yakından ilişkili olmayan amaçları sadece para kazanmak olan sahte sanatçılarla doludur. Sanatçı “sağcı” bir dünya görüşüne sahipse de sırf bu yüzden onu yargılayamazsınız olsa olsa o kişinin yaptığı sanatı eleştirebilirsiniz. Üstelik kapitalist toplumda her şey para demek olduğu için sanat da para kazanmak için yapılır ve doğal olarak toplumun çoğunluğunun hoşuna giden şeyler para kazandırdığı için tüm sanat eserleri aynı kalıba bürünmüş gibi görünür. Televizyon ve sinemada sabun köpüğü misali hiçbir sanatsal değeri olmayan filmlerinin ve dizilerin, müzikte arabesk ve fantezi gibi yapay ve karma müzik türlerinin bolluğu da bunun kanıtıdır. Bugün sanatçı sıfatını taşıyan herkesin amacı para kazanmak ve daha çok servet edinmek olmuş, her şey gibi sanatta da kalite ve eserin niteliği değil, onun parasal getirisi ön plana çıkartılmaya başlanmıştır. Fakat kesinlikle biliyoruz ki sanatın hangi dalında olursa olsun üretilenlerin değerini parasal kazanca çevirerek ölçenler ve eserin niteliğini buna dayandıranlar (müzikte ve edebiyatta tiraj, tiyatro ve sinemada gişe hasılatı) sanatı özünden uzaklaştırıyor demektir. Oysa ilkel toplumlarda ortaya çıkışı itibariyle sanat öncelikle kişisel ihtiyaçların karşılanması amacına hizmet etmiş ve sanatın gelişmesi her zaman sanatın toplum için değil sanat için yapılmasına bağlı kalmıştır. Yaptıkları sanatı geliştiren yaratıcı insanlar sanat yaparken her zaman kendi düşüncelerine ve kendi isteklerine göre hareket etmişler, başkalarının görüşleri ve davranışları onlar için kimi zaman yıldırıcı ve yaptıkları işten vazgeçirici olmuşsa da çoğu zaman yol gösterici ve hatalarını telafi edici yönde etki yapmış ve muhalif sanatçılar tarihin her döneminde baskı altında yaşamış olsalar da sonuçta sanat, bilim gibi her zaman ileriye dönük olarak gelişebilmiştir. Her neyse kim nerede ne yapıyorsa yapsın yaptığı işin kaliteli olmasına, kendi içine sinmesine dikkat etsin ve her şeyden önce kişi kendi vicdanına hesap versin diyerek bu konuyu burada noktalayalım. Nasıl olsa dünya dönüyor ve herkes kendi bildiğini okumaya devam ediyor. Mesela ben de bugün havadan, sudan, kuşlardan

ve çiçeklerden bahsetmek istiyorum. Ayşe Hanım’ın dekoltesini, Fatma Hanım’ın degajesini, Ali Bey’in falsosunu veya Leyla Hanım’ın frikiğini anlatmayı, köpeğimin rüyasını yorumlayıp, kedimin kışın ne kadar üşüdüğünden dem vurmayı ya da Beşiktaş’ın ligdeki durumu hakkında bıkıp usanmadan çene çalmayı istiyorum. Ama maalesef yapamıyorum. Ele aldığım her konu eninde sonunda ister istemez iktisata yöneliyor, bir ucundan mutlaka politikaya bulaşıyor. Öyle de olmalı. Eğer bu dünyada yaşıyorsak, yaşadığımız koşulların daha iyi olmasını arzuluyorsak, çocuklarımıza ve gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya bırakmak istiyorsak tüm insanları bu konuda çaba göstermeye çağırmalıyız. Büroda oturan,

fabrikada çalışan ve sokakta yürüyen herkes birlik olup kötü giden şeyleri değiştirmek için elinden geleni yapmalı diyerek yazımıza son bir yorumla nokta koyalım. AB bayramı! Avrupa Birliği sürecini bir bayram havasında gündeme getiren ve iç politika malzemesi yapan AKP, IMF programının şimdilik yolunda gidiyor olması sebebiyle gayet mutlu görünüyor. Oysa Türkiye, sondan bir önceki Şubat 2002’de olmak üzere ilk stand-by anlaşmasının yapıldığı Ocak 1961’den bu yana IMF ile 19 kez stand-by anlaşması yapmış, tahsis edilen toplam 47 milyar USD’lik kredinin 39 milyar USD’sini (ki bunun 30 milyar USD’den fazlası son altı yılda kullanılmış) kullanmıştır. Mayıs 2005’te imzalanan son stand-by ile hükümet iki üç yıl içinde yaklaşık 10 milyar USD ilave kredi kullanmayı planlamakta ve mevcut IMF 7

borçlarının ödenebilmesi için de (31.07.2006 itibariyle yaklaşık 12.5 milyar USD’dir) kaynak yaratmayı amaçlamaktadır. İlk dört yılını IMF desteği ile geçiren AKP için 2006 yılının son çeyreği kendince parlak konumunu sürdürebilmek için her şeyi göze alıp alamayacağının, kamuoyunu merkez sağda bir parti olduğunu inandırabilmek ve çoğunluk oylarını arttırabilmek için kendi radikal sağ tabanını bile feda edebilecek kadar gözü kara olup olamadığının test edileceği bir dönem olacak. 2007 ise Cumhuriyet çocukları olduklarını sıkça unutup her fırsatta Osmanlı torunları olduklarını söyleyen AKP’lilerin siyasi kariyerleri açısından daha zor bir dönem olacağa benziyor. Bunun yanında cari işlemler açığı, dış ticaret açığı ve artan işsizlik gibi olumsuzluklar ise AKP’yi ve onun mesai arkadaşı yazılı ve görsel basınımızı hala endişelendirmiyor. Çünkü AKP ve sevgili medyamız Türkiye’nin önümüzdeki 1520 yıl içinde ABD ile birlikte dünyanın iki süper gücünden biri olacağına inandığı ve kitleleri de buna inandırmaya çalıştığı için çoğu insan, yapılan eleştirileri “ABD’nin dünyanın en büyük cari işlemler açığı veren ülkesi olduğu ama bunun onun dünyanın en güçlü ülkesi olmasına engel olamadığı” gibi saçma cevaplarla geçiştirmekte sakınca görmüyor. Ekonomiyi bilmeyen bu insanlar, büyüme oranlarına, üretimde kapasite artış oranlarına ve düşük enflasyon oranlarına kısacası sadece rakamlara bakarak Türkiye için pembe tablolar çiziyorlar. Benim içinse asıl önemli olan kağıt üzerindeki rakamlardan çok sokakta gördüğümüz ve yolda bir arada yürüdüğümüz insanların maddi ve sosyal yaşam koşullarındaki değişmedir. Özelleştirme gelirlerinin yatırıma dönüşmediği, yapılan yatırımların sadece göstermelik olduğu, ithalatın artarak yerli üretimin azaldığı, tarım ve hayvancılığın günbegün gerilediği ve yoksulluk düzeyi ile işsizliğin azalmayıp arttığı bir ülkede kimse bana şu ya da bu rakamdaki artış veya azalma oranının son yirmi yılın, son otuz yılın en iyi rakamı olduğunu anlatamaz. Televizyon ile medya beraber ve solo bir propaganda şeklinde herşeyin güllük gülistanlık olduğunu söylüyor, yazıyor, çiziyor ve göstermeye çalışıyor. Keşke öyle olsa, ben de isterim ama ne yazık ki değil. Bu masalların sürüyor


Yeni nesil GÖRÜŞ

olması ve uyuyan insanların sayısının artması ise beni daha çok rahatsız ediyor. YTL’ye geçiş ile birlikte ekonomideki iyimserlik artmıştır ancak her zaman söylendiği gibi büyümeden ziyade büyümenin sebep olduğu ve ekonominin temelindeki sorunların çözülmesi ve büyümenin sürdürülebilir ve sürekli olması daha doğrusu büyümenin kalkınmaya dönüşmüş olması önemlidir. Ülkelerin gelişmişlik düzeylerinde belirleyici olan da budur. Yani sadece ulusal gelirdeki ya da kişi başına düşen gelirdeki rakamsal artışı ifade eden büyüme kavramı değil, gelir dağılımından eğitim ve sağlık hizmetlerinin düzeyine, konut sorunu, ulaşım sorunu ve sosyal güvenlik hizmetlerinden okur-yazarlık düzeyine kadar kadar pek çok faktörü içinde barındıran kalkınma kavramı asıl önemli olandır. Nitekim son dönemde AKP’nin artık kamuoyu tarafından da gizlenemeyen iç ve dış politikadaki tutarsızlıkları bugüne kadar AKP’yi sınırsızca destekleyen bazı kesimler tarafından da eleştirilmeye başlandı. Ama bu politik başarısızlığı görüp aslında ekonominin de yolunda gitmediğini anlayacak insanlar çoğalacak mı ve bu politik başarısızlık seçim sürecini nasıl etkileyecek şu anda bir şey söylemek için erken. Televole iktisatçılarımız ise borç yiğidin kamçısı misali sürdürülebilir borcu dillerinden düşürmüyor, kamu borçlarının azaldığını, iç borç faizlerinin düşmesinin ve borç vadelerinin uzun olmasının avantajlarından bahsedip duruyorlar. Ancak hızlı büyüdüğü ve kalkındığı söylenen bir ülkede neden vadesi gelen borcun yeni bir borç ile ödendiğini açıklayamıyorlar. Hızlı büyüyen Türkiye’de emekçilerin kemer sıkarak yaşamaya daha ne kadar devam edeceğini sorusunun cevabını bilemiyor, toplumsal yaşamın her noktasında sayısı hızla artan hırsızların ve soyguncuların nasıl oluyor da alın teriyle çalışanlar insanlardan daha özgür yaşayabildiği sorusuna cevap bulamıyorlar. Tarafsız olamadıkları kesin ama bağımsızlık nedir ondan da bihaber bu kişilere göre dışa bağımlılık çok arzu edilen ve kendi refahları için o kadar vazgeçilmez bir unsur ki her dönem benzer umut senaryolarını yazmaktan yorulmuyorlar. Biz de onların sahte senaryolarına ve masallarına inat gerçekleri yazmaya ve yorumlamaya devam edeceğiz.

‘İnsanlık’ olarak hâlâ çözüm için geç kalmış sayılmayız. Kendi neslimiz için, tam bir inançla, sesimizi büyütmek üzere işe koyulursak umut var demektir... İ. CAN

Z

amanın ileriye dönük akıcılığı içinde, insanlık adına tersine işleyen bir süreçle karşı karşıya bulunmaktayız. Bir paradoks gibi gözükse de bu süreç, işleyişini kavramak pek güç değil aslında. Bu sürecin başlangıcını, bilindiği üzere, Ortaçağ’ın karanlığına kibrit çakan rönesans ve reform hareketleri olarak ele alabiliriz. Bu başlangıç ile birlikte, insanoğlu büyük hamlelerle yeni bir gezegen, yeni bir dünya düzeni yaratmaya, büyük bir coşku ve azimle sarıldı. Bu coşku ve azim, beraberinde binlerce keşfi, binlerce fikri ve binlerce olayı getirdi ve tarih sayfalarına işledi. Aynı zamanda, nice yok oluşları ve yeniden doğuşları kaçınılmaz olarak sahneye sundu. İnsanoğlu elde ettikleriyle her sondan yeni ve daha ileri olan başlangıçlar üretebilir hale geldi. Bilim ve aydınlanma ile birlikte üzerinde yaşadığımız, dünya denen gezegenin, yuvarlak bir top olduğu keşfedilmişti. İnsanoğlu ona hükmedebiliyordu artık. Gerçekten büyük bir keşif! Ve bu büyük keşfin ardından gelinen son nokta: Açıkça görülüyor ki, yapılan her hamle, ileriye atılan her adım, aslında karanlık olan sona, ellerimizde kibrit çöpleriyle yaklaştırıyor bizleri. Ortaçağ’ın karanlığına yakılan kibrit, gezegenimizin fitilini ateşlemişti ve haliyle insanlığı, yani neslimizi yok etmeye başlamıştı. Geride bıraktığımız yüzyıla baktığımız zaman, bunu daha yıkıcı bir biçimde görebiliyoruz. İlerlemelerle elde edilmiş her yeni şey, geçen bu zaman diliminde, insanlığın baş düşmanı, korkulu rüyası oluvermişti. Tabii yine insanoğlunun kendi elleriyle gerçekleştirdiği bir olaydı bu. Tüm bu süreç adına verilebilecek pek çok örnek vardır, ancak kendisini bu gezegenin yaratıcısı ve sahibi sanan ABD’nin, ikinci dünya savaşı sonrası, Japonya’nın iki büyük kentine, iki atom bombasını oyun oynar gibi bırakmasını, en can alıcı örnekler arasından seçip söyleyebiliriz. Hiroşima ve Nagazaki’ye bırakılan bu iki bomba insanoğlunun ne kadar ‘ilerlemiş’ olduğunun ve bu ‘ilerleme’nin nelere mal olduğunun kanıtıdır. Tam da bugünden bahsetmek gerekirse, var olan her şeyin nasıl da birbiriyle karmaşık 8

ilişkiler kurduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz aşikardır. Öte yandan, var olan koşullar ve ilişkiler daha aşikar bir biçimdedir. İşte, bir paradoks daha! İnsanlığın ve dünyamızın içinde bulunduğu içler acısı duruma örnekler vererek, bire bir sebep ve sonuçlar karmaşıklığı deryasında kaybolmamıza gerek yok. Zaten kendi yüzümüz gibi, istediğimiz her an bu karmaşıklığa bakabilir ya da bakmak zorunda bırakılabiliriz. Yeter ki etrafımızda bir ayna bulunsun. Paradoksun asıl noktası ise, tüm bu gerçeklikler karşımızda, hatta kendimizde bulunurken, bir insan olarak, insanlığımızın aklımıza gelmiyor olmasıdır. Bu kadar soğukkanlı ve duyarsız olmamıza dair uydurduğumuz mazeretler nelerdir acaba? Bizleri insanlığın bir parçası olarak, mazeretlere iten sebepler muhakkak ki vardır ve bunlar bizleri böyle olmaya zorlayan güçlü sebeplerdir. Ancak,unutulmamalı ki, bu sebepler bizler tarafından yaratılmıştır. Bu yadsınması imkansız bir gerçekliktir, o halde bizler insan olarak bu sebeplerden daha güçlüyüzdür. Öyle ise hâlâ neden varlar? Neler ve niçin? Anlaması pek de güç olmasa gerek; çünkü bizler ‘insanlık’ değil birer insanız artık. Kendi ellerimizle, kendi duygularımızı yok etmiş, yerine ise bir saati tercih etmiş durumdayız. Yarım saati yemek yemek, yarım saati ise bunları sindirmek için harcıyoruz. Tercih ettiğimiz bir başka saatte, yarım saat sevişmek, yarım saat dinlenmek için çabalıyoruz. Ya da yarım saat kirli ve çirkin emeller beslemek, diğer yarım saatte ise bunları gerçekleştirmek için uğraş veriyoruz. Üstelik, çirkinlikten ziyade, yaşamımızın yegane amacı rolünde olarak algılıyoruz. Sonuç olarak boşa harcanan 24 saat ve uzun yıllar... Ortaçağ’ın dogmatikliğini küle çeviren kibrit kıvılcımları, bizleri birer insan organizması olarak yok etmedi belki ama ‘insanlık’ olarak neslimizi kurutmak üzere bulunuyor. ‘İnsanlığımızın’ son kertesinde artık ve son darbeyi vurmak için hiç de sinsi olmayan bir şekilde kirli dişlerini sırıtarak gösteriyor bizlere. Bizler, birer insan olarak, var olan bu durum karşısında çözümü, yalnızca kendimiz adına


komünistler... GÖRÜŞ

değil, tüm insanlık adına ve gerçek anlamda arzulayabiliyor muyuz? Bu arzumuzu pratiğe yansıtabiliyor muyuz? Pratiğe yansıttığımız zaman, ne kadar duygusal ve içten olabiliyoruz? Bu gibi sorular 21. Yüzyıl insanının kendisinde araması ve bulması gereken sorulardır, çözüm yolunda atılacak ilk adımlardır. Sanayi devrimi ile birlikte, insanoğlu, tarihinin en kısa süre içinde en hızlı ilerlemelerini gerçekleştirdi. Bu durumda, dünya genelinde toplu bir değişimin olması da kaçınılmaz hale geldi; insanlar yepyeni bir sosyolojik düzen içinde, yepyeni bir yaşayış tarzı geliştirdi. Bununla birlikte insan zeka ve düşüncelerinin değişmesi, var olan her şeye farklı bir ivme kazandırdı. Sosyal düzen içinde, mekanik olaylar sonucunda ortaya çıkan bu ivme, aynı zamanda, insanların yeni değerler oluşturmasına da olanak sundu. Maalesef, oluşturulan bu yeni değerler günümüz insanının, çözüm amacıyla kendisine sorması ve yapması gerekenleri bertaraf etti. Yeni düzenin kendini ayakta tutabilmesi adına kendisine tehlikeli ve karşı olan, çözüm zincirinin ilk halkası olan insanı, birey olarak koparıp yalnızlığa ve başıboşluğa sürükledi. İnsanı çözümün baş halkası yerine, sorunun devamlılığını sağlayan boş bir halka haline getirdi. Sonuç olarak, çözüm zincirinin geriye kalan tüm halkaları, nostaljik bir ezgiden pek de fazla bir şey ifade etmiyor artık. İnsanın rolü,

sorundaki rolüyle eşdeğer olduğundan, sorunun yaratılışında başarılı olan insan, kendi ürettiklerinin kurbanı olarak, çözümde bugüne değin başarısız oldu. Sonu ‘izm’ile biten pek çok ‘insancıl’ kuram üretmesine rağmen, tercihini yine kendisinin ürettiği ve yine sonu ‘izm’ile biten ancak ‘insancıl’ olmayanlardan yana kullandı. Ortaçağ’ın sonlanışından bu yana olan süreci ele aldığımızda, çözüm adına verilen büyük fakat başarısız çabaları zaman aralıklarında görebiliyoruz. Bolşevik isyanı bunlardan birisidir. Ekim 1917 Devrimi’nin büyük şahlanışını coşku ve umut ile takdire şayan bulduğumuz oranda, sorun karşısında, bürokrasi kılıfına bürünerek çaresiz kalıp, boyun eğişini de hüzünle ve hayretle karşılıyoruz. Ancak,tüm bu yanlış pratikliğe rağmen, öyle görülüyor ki, sosyalist ahlak ve teorideki işlevselliği, insanlığın bugüne değin oluşturduğu en insancıl değerleri geriye miras olarak bıraktı. Bu mirasın paylaşımındaki kavgalar ise var olan sorunu güçlendirmekten öteye geçemiyor. Kendisini bu mirasın sahibi ilan eden yüzlerce fraksiyon ve bu fraksiyonlar içinde binlerce gösterişli, mirastan rant elde etmek isteyen yeni nesil komünistler… Kendilerine sormaları ve tam bir inançla cevaplamaları gerekenlerin farkında bile olmadan komünist olmak… Çözüm iddiasında olan ancak, kırılmış halkalar…Ve 9

işte! İnsan nesli tükeniyor. Biyolojık bir varlık olarak değil, fakat ‘insanlık’ olarak tükenmek üzereyiz. Yalnızca 12 insanın vermiş olduğu kararla ve milyonlarcasının susmasıyla, her gün işgal edilen topraklarında ölen yüzlerce Iraklı… Dünyanın çöplüğü haline getirilen Afrika’da, yeni günün doğmasını istemeyen milyonlarca aç insan ve her gün açlıktan ölen binlerce kakao renkli çocukları… Kafasına buyruk Siyonistlerin katlettiği, devrim gülü Filistinliler… Ve her gün tek sorunu bir lokma ekmeğe indirgenen,sayısı milyarları bulan emekçiler… Sefaletin, karanlığın, aşağılanmışlığın gölgesinde sessizliklerini siper etmiş ölümü bekleyen dünya halkları… Ve o ölüm ABD ve kuyrukçularının ağzında bir çift laf oluyor. Son darbede, atılacak çığlıktan daha büyük bir zevk almak umuduyla yaklaşıyor. Üstelik çözümün sandığımız kadar uzak ve zor olmadığı, yanı başımızda uzatacağımız eli beklediği bir anda yaklaşıyor. ’İnsanlık’ olarak son nefesimizi vereceğimiz anda atacağımız çığlığı, istediğimiz anda atabileceğimiz bir zamanda yaklaşıyor. ‘İnsanlık’ olarak çözüm için hâlâ geç kalmış sayılmayız. Eğer bizler insan olarak, kendi neslimiz için, kendimizi yanıtlayıp, tam bir inançla, sesimizi büyük çığlık için birleştirmek adına işe koyulur isek vakit hâlâ var. Ama unutulmamalı ki, zaman ‘insanlığın’ aleyhine işliyor.


ULUSLARARASI POSTA

Irak’ta alternatif senaryolar Emperyalizm Irak’ta batağa saplandıkça, yeni alternatifler üretiyor, farklı senaryoları uygulamaya koyuyor. Fakat hiçbir senaryo Yankileri düzlüğe çıkaramıyor...

U

luslararası Posta’nın Haziran 2006 sayısında Orta Doğu’daki durumu analiz ederken şunu söylemiştik: “11 Eylül 2001’den beri George Bush yönetimi -az ya da çok çelişki de olsa, Avrupa emperyalizmi ile beraber Orta Doğu’da mutlak kontrolü ele geçirmek istiyordu. Bu politikanın ilk faaliyeti Afganistan’ın işgali (2001), ikicisi de Irak’ın işgali (2003) oldu. İki olayda da, Taliban ve Saddam Hüseyin yönetimleri devrildi ve işgalciler tarafından desteklenen sömürge rejimleri kuruldu. Oysa şu anki durumun küresel analizi gösteriyor ki, bölgeyi kontrol etme hedefine ulaşmak şöyle dursun, emperyalizmin konumu geriliyor. Kısa bir sure öncesine kadar hakim olunmuş görünen Afganistan’da bir cepheyi çoktan aldığını sanan ABD, sert askeri soykırım saldırılarına ve yükselen savaş harcamalarına rağmen, kitlelerin desteği ile askeri dirençten usanmış Irak’taki ‘ilk cephe’yi yine de kontrol edemiyor.” Direniş büyüyor Diğer olaylar da bu analizi doğruluyor: İsrail’in Lübnan’daki yenilgisi ve Irak ile Afganistan savaşlarının gidişatı emperyalizmin bölgedeki konumunun zayıflamasına yardımcı oldu. Hatta Somali’de bile Washington’un çıkarlarını tehlikeye atan sorunlar yankılandı: İslami komiteler başkent Mogadişu’da yönetimi ele geçirdi ve emperyalizm buna engel olmak için gruplara müdahale etmekte güçsüz kaldı. Irak’ta işgalin üçüncü yılında, silahlı direniş sadece devam etmedi; bu yıl Mayıs ayında Amerikan Başkan Yardımcısı Richard Cheney’in bunun “acı verici” olduğu iddiasına aldırmadan, büyüdü, kuvvetlendi ve daha cesaretlendi. Son verilere bir bakalım. Ekim ayında, bu yılın en yüksek rakamı olan 199 Amerikan erinin öldüğü bildirildi. Resmi rakamlara göre, ki büyük olasılıkla azaltılmıştır, 2 bin 800’den fazla işgalci asker öldü. En önemli askeri üslerden biri olan Bağdat’ın güneyindeki Falcon (Şahin), direnişin çeşitli havan topu saldırıları ile hemen hemen yok edildi. Deniz Kuvvetleri Haber Alma Şefi’nin raporu Amerikan erlerinin ülkenin güneyindeki geniş batı taşrası El-Anbar’da direnişin kontrolüne son vermekte başarısız olduğuna işaret ediyor. Ülkenin güneyindeki Amarah’ta, imam Mukteda El Sadr milislerinin gösterişli düzenlerine karşı bir girişim, Irak silahlı kuvvetlerinden askerlerin de içinde bulunduğu 20’den fazla ölüm gibi bir bedelle sonuçlandı ve

hedef ıskalandı. Hükümet yönetemiyor Uluslararası Posta’nın aynı sayısında dedik ki, “yeni El Maliki yönetimi çok zayıf çünkü parçalarını oluşturan farklı burjuva kesimler arasındaki büyük ayrımları saklayamıyor.” Birkaç ay sonra, labirent ve kargaşa ortamında, Irak başbakanı basına ‘Washington’un kuklası’ olmadığını ve (işgal kuvvetlerinin) ‘acil geri çekilmesi için herhangi bir neden’ görmediğini söyledi. Bush ona telefon etti ve ‘kukla’ olmadığını ‘onayladı’ ama durumu nasıl iyileştireceğini görmek için kendisini ‘koordine edeceğini’ söyledi. Sonrasında basına, El Maliki’ye Irak’ta güvenliği sağlamak ve milisleri silahsızlandırmak için, “Daha iyisini yapabilirdin” dediğini açıkladı. El Sadr sorunu Basın açıklamalarında El Maliki, son günlerde Amerikan denizcilerinin ve Irak ordusunun hedefi haline gelen ve Mehdi Ordusu olarak bilinen El Sadr milislerine karşı saldırıda bulunmayacağını açıkça ifade etmişti. El Sadr’ın örgütüne de, kukla El Maliki yönetiminin ve içlerinde önemli Irak polis şeflerinin bulunduğu bazı kadrolar katıldı. Bu aynı zamanda Washington için de ciddi bir sorun teşkil ediyor; çünkü El Sadr, milislerinin silah bırakması emrini kabul etmek şöyle dursun, Hizbullah’ın Lübnan’da İsrail’e karşı kazandığı zaferi kutlamak için genel bir seferberlik çağrısı yaptı.

10

El Sadr’ın İranlı dini hiyerarşik kesimler ile sıkı bağlantıları var. Bağdat’ın Şii komşuları üzerindeki geleneksel nüfuzu, Basra ve ülkenin güney bölgesindeki artan nüfuza eklendiği için, Şii militanlar üzerindeki gücü 2004’tekinden daha fazla. Bush’un politikası onu silahsızlandırmak üzerine kurulmuşken, El Maliki’nin, sahip olduğu pek az destekçiden birini daha karşısına alma konusunda şüpheleri var. Ayrıca, ona açıkça karşı gelmek ve onu Sunni direnişle ittifak yapmaya itmek emperyalist işgalin devamını olanaksızlaştıracak. Gerçek şu ki, İran rejiminin sakin görüşme anlayışının El Sadr üzerinde bir etkisi olmasaydı, bu denge durumu çoktan patlardı. Bu demek oluyor ki, emperyalist işgalcilerin El Maliki’ye yüklediği milisleri silahsızlandırma görevi kesinlikle gerçekleşemez. Çünkü Irak başbakanının bunu yapmaya yetecek ne politik gücü, ne de askeri kuvveti var. Bu yüzden kukla yönetim durumu kontrol altına alması ve Amerikan askerlerinin aşamalı azaltılması bahsi, Bush’un ‘sahte propaganda’sından başka bir şey değildir. Orduya eleştiri dorukta Bu zayıflık emperyalist ülkeler arası bir müzakerede de ifade edildi ve askeri komuta sert bir şekilde sorgulandı. Birkaç ay once, ABD’de altı general, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in, Silahlı Kuvvetler bünyesine tehdit olarak gördükleri politikasını ifşa etmek için ortaya çıktı. Kısa bir süre önce, bazı subaylar ve aktif görevdeki askerler, Kongre’ye giderek Irak meselesi ile ilgili yönetimde değişiklik talep etti. Aktif görevdeki askerlerin kamuya açık gösteri yapması yasak olduğundan hileye başvurdular: Onları ‘cephede


ULUSLARARASI POSTA neler olduğu konusunda bilgi vermek üzere’ ziyaret edeceklerini söylediler. Ayrıca gazetelerde, kardeşi Irak’ta öldürülen Kevin Tilman’ınki gibi önemli protestolar yayımlandı. İngiltere’de general Richard Dannat, İngiliz Karargah komutanlığı görevine atandığı gün Daily Mail’e, hükümetinin kendilerini (Irak’tan) çıkarması gerektiğini, çünkü orada kaldıkları sürece güvenlik probleminin büyüyeceğini söyledi. İngiliz askerleri, Irak’ın güneyinde şimdiye kadar sakin bir nokta olan ve direniş saldırılarının artış gösterdiği Basra’da durumun kötüleştiğini ve tatlı canlarının tehlikede olduğunu hissediyor olmalı. Başka bir deyişle, bu askerler, savaşın gidişatının, emperyalist ülkelerin silahlı kuvvetlerinin çöküşüne neden olabilecek, stratejik açıdan son derece ciddi bir risk olduğunu görebiliyorlar. Safi çelişki Bu sadece askerlerin endişesi değil; endişe resmi görevliler ve politikacılar arasında da hızla yayılıyor. ABD’li üst düzey bir diplomat El-Cezire televizyonuna, ülkesinin Irak’ta ‘küstahça ve aptalca’ davrandığını belirtti. İzleyen günlerde, ABD’nin Irak büyükelçisi Salman Halilzade, işgalci birliklerin bir numarası general George Casey’in yanında ağırbaşlılıkla, yakında bir ‘geri çekilme kronografisi’ yapılacağını söyledi. Genelde böyle durumlarda görüldüğü gibi, şimdi görevden alınmış olan Donal Rumsfeld, gidip Halilzade’yi susturdu. Bu rahatsızlık Bush’un Cumhuriyetçi parti liderlerini bile etkiledi. Senato’nun Silahlı Hizmetler Komitesi Başkanı John Warner, Bush’un ‘Irak’ın demokratik dönüşüme model oluşturacağı’ vaadine meydan okudu. Cumhuriyetçilerin son yasama seçimlerinde yaşadıkları bozgun, bu eğilimleri daha da artıracaktır.

ölüm mangası taktiklerine bir kere daha başvurdular. Bu mangalar bu defa, cemaatler arası çatışmaları teşvik etmek için farklı dini eğilimlerin arkasına saklansa bile, bu sözde ‘iç savaş’ın büyük bir kısmı, Şii parti SCIRI tarafından yönetilen Bedir Tugayı ölüm mangalarının aktivitelerini gizlemektedir. Rapora bir bakalım: “Bağdat karayollarını kullanmak giderek daha tehlikeli hale geliyor… insanlar kayboluyor ya da yollarda ölü bulunuyor. Kontrol ölüm mangaları ve suç örgütlerinin elinde. Bireyleri ve toplumu sadece direniş koruyor. Hükümet katillerden yana […]. Caddeler yabancı aksanlı insanlarla dolu […]. Amerikan birlikleri bombalamaya başlıyor ve sonra Iraklı paramiliter birlikler devam ediyor. Politikacılar iki tarafta da kendi milislerini kullanıyor. Tarikatlar arasında direnişten hiç söz edilmemesi önemli […]. Bugün [17 Ekim] […] üniformalı milisler Sunnileri katledip Amerikan kuvvetleri eşliğinde aileleri iki saat içinde evlerini terk etmeye zorladı. Yalnızca Balad hastanesine 80 ceset geldi. Bağdat’ın kuzeyindeki Irak kentleri aylardır kuşatma altında ve güvenlik güçleri kendi vatandaşlarına saldırıyor, onları öldürüyor. İtiraf etmeliyiz ki CIA’in ölüm mangası uzmanları iyi iş çıkardı.” (Sabah Ali, Irak Dayanışması, Rebelión’da basılmıştır, 25/10/06). Bu tür çatışmaları Bush da destekliyor. Böylece Irak’ın üç ‘özerk bölge’ şeklinde parçalanması yolunda ilerleyebilecek: Washington’a içtenlikle hizmet edecek hükümetlerce yönetilen kuzeyde Kürtler, merkezde Sünni ve Şiiler ve güneyde Şiiler. Aynı zamanda, görüşmelerde işbirliği yapma olasılığını tartmak üzere Sünni direniş örgütleriyle de temasa geçildi. Bush’un bu durumdan bir ‘çıkış yolu’ bulmaları için atadığı komisyona sunulan plan şu şekildeydi: Ülkeyi bütün olarak kontrol etmek olanaksız ise, ayrı bölgelere parçalamak gerekir.

Irak’ı parçalama kartı Yine de Amerikan emperyalizminin, Bush’un da dediği gibi, çıkarları için feci sonuçlara neden olacak bu bozgunu serinkanlılıkla kabul edeceğine inanmak hata olur. Bu yüzden Bush ve Amerikan Kongresi’ndeki yeni çoğunluk, bu durumu tersine çevirmek için tüm güçlerini kullanacaklardır. Bugün Bush yönetimi, Britanya Krallığı’nın eski bir politikasını denemeye çalışmaktadır: böl ve yönet. Bu, Iraklı etnik gruplar ve dini topluluklar arasındaki mücadeleyi kışkırtmak anlamına gelir. İşgalcilerin ‘kesin tercihi’ Irak’taki iç savaşı kamçılamaktır. Bu yüzden CIA’nın 1980’lerde Orta Amerika’da uyguladığı

Emperyalizm yenilebilir İnanıyoruz ki Bush’un bu yeni planı da diğer proje gibi bozguna uğratılabilir. Irak’taki tüm bölge ve etnik grupların direnişinin birleşmesi her zamankinden daha büyük bir zorunluluktur. Bu doğrultuda bazı adımlar zaten atılmıştır. Irak Direnişi Birleşik Siyasi Yönetimi’nin, çoğunluğu Sünni olsa da Şiilerin de yer aldığı askeri, laik ve dini organizasyonların katılımıyla kurulmuş olması buna bir örnektir. Yine inanıyoruz ki, bu süreç genişlemelidir; çünkü, bu birlik oturur ve ABD’deki büyüyen savaş karşıtlığı ile birleşirse, emperyalist işgalin günleri sayılı olacak ve ayrıca ülkeyi bölme planı da suya düşecektir.

11

Katliam!.. Bush, Irak işgalini gerekçelendirirken şu mazeretlerin arkasına sığınmıştı: “Biz Irak’ı Saddam diktatörlüğünden kurtarmaya, orayı özgürleştirmeye gidiyoruz ve gerçek demokrasiyi inşa edeceğiz.” Bugün işgalcilerin kendileri bile bu sözlere inanmıyor. Silah denetçisi BM müfettişi Hans Blix, Irak’taki durumu şu sözlerle açıkladı: “Saddam diktatörlüğü kötüydü, ama bugünkü durum daha da kötü.” ABD’li akademisyen John Hopkins’in yaptığı bilimsel çalışmaya göre de işgal Irak’ta korkunç sonuçlara yol açtı. Üç yıl içinde 650 bin Iraklı, askeri eylemler ve bombalamalar, intihar saldırıları, gıdasızlık ve savaşın neden olduğu tıbbi yetersizlikler sonucunda yaşamını yitirdi. Bu rakamlar; emperyalistlerin halkları ne kadar küçümsediğinin ve dünyayı kontrol etmek için, nasıl zulüm uygulayabileceğinin ispatıdır. Ve yine bu rakamlar Irak halkının neden emperyalistlerden nefret ettiği ve direnişe neden kitlesel destek verdiğinin kanıtıdır.

Yargılama komedisi Kasım ayının ilk haftasında Saddam Hüseyin’in karar duruşmasına tanık olduk. Saddam, Bağdat’ın kuzeyindeki Dujail’de 1982’de 148 Şiinin öldürülmesinden suçlu bulundu, asılarak idam cezasına çarptırıldı. Saddam elini Irak halklarının kanına bulaştırmış bir diktatördür. Fakat bu mahkeme, mahkemeden başka her şeye benziyor. Sömürge adaletinin tipik bir örneğidir. Çünkü 1. Bu mahkemenin gerçek amacı Irak halkının adalet talebini sağlamak değildir. Yargılamanın ardına gizlenerek, emperyalistlerce gerçekleştirilen işgali meşru kılmaktır. İşgalin gerekçelerinden olan ‘Saddam diktatörlüğüne son verme ve ülkeyi özgürleştirme’ yalanına kılıf uydurmaktır. 2. Mahkeme, Irak’ta gerçekleşen 650 bin ölümün sorumlusu işgal ordularınca atanan kukla hükümetin bir parçasıdır. İşgalcilerin işledikleri suçlar Saddam’ın işlediklerinden daha da ağırdır. Ve işgalcilerin hiç biri yargılanıp ölüm cezasına çarptırılmamıştır. Aksine Amerikan hükümeti ve Irak’taki kuklaları bu suçları teşvik etmişlerdir. Irak cezaevlerindeki işkencelerden sorumlu askerleri savunmak için başkan Bush’un sarf ettiği sözler belleğimizdedir. “Hapishanelerdekiler düşman savaşçılarıdır”. 3. Bu suçlar işlendiğinde; Saddam ABD emperyalizminin müttefikiydi. İslam devrimini zayıflatmak için İran’la savaş halindeydi. Bu yıllarda emperyalizm, Saddam’ın suçları karşısında sessizliğini koruyordu. Anastasio Somoza’nın Nikaragua’ da işlediği suçlar başkan Franklin D. Roosevlet’e sorulduğunda şu yanıtı vermişti: ”O bir orospu çocuğu olabilir, ama o bizim orospu çocuğumuzdur.” 1990 Kuveyt işgalinden sonra Saddam, artık müttefik olarak kalamadı ve düşman ilan edildi. Saddam’ın işlediği suçlar konusunda hiç şüphemiz yok. Fakat ne suçlu emperyalistlerin ne de onların Irak’taki kukla yönetiminin Saddam’ı yargılamak için politik ve ahlaki yetkisi yoktur. Sadece Irak halkının Saddam’ı yargılama yetkisi vardır. Ve bu yetki ancak, emperyalist işgalciler kovulup, kukla hükümet devrildiğinde elde edilecektir. İşte bu yüzden biz bu mahkemeyi gerçek bir komedi olarak tanımlıyoruz.


ARKA SAYFA

7

Amerikan seçimleri

Kasım seçimlerinde Bush ve partisi kötü bir yenilgi aldı. Yenilginin ana nedeni Irak’ta işlerin istendiği gibi gitmemesi ve artan savaş karşıtı muhalefettir. Bu durum Bush rejimini zayıflattı. 12 yıldan sonra cumhuriyetçi parti temsilciler meclisi ve senatodaki çoğunluğunu kaybetti. Aynı anda demokratlar dört eyalette tek başlarına kazandı. Bu bile tek başına Bush’un nasıl ağır bir yenilgi aldığının göstergesi olabilir. *Yenilginin net bir açıklaması var: Irak işgalinin etkileri ve Bush’un Ortadoğu politikalarına karşı yükselen tepki. Halkın Ortadoğu politikaları ve savaşa karşı muhalefeti seçimlere yansıdı. Bush iktidarı boyunca terörizme karşı savaş ve Ortadoğu projesi üzerinde durdu. Irak, Afganistan, Lübnan’da alınan ani ve erken zafer, yerini başarısızlıklara bıraktı. Bölgede amaçlanan Amerikan kontrolü sağlanamadı. Irak’ta direniş karşısında ABD batağa saplandı. Savaşın ilk yıllarında cılız olan savaş karşıtı muhalefet, etkisini gün be gün artırdı. Seçimlerden önce yapılan anketlere göre ABD nüfusunun yüzde 60’ı ülke topraklarına yönelik bir terörist saldırı beklentisi içindeydi. Askerlerin bir an önce ülkeye dönmesini isteyenler ise yüzde 50 oranındaydı. Vietnam günleri gibi Vietnam günlerini andıran savaş karşıtı gösteriler ve Irak’tan gelen kayıp haberleri seçimleri etkiledi. Savaş seçim tartışmalarının ana gündemini oluşturdu. Kullanılan oylarla hedeflenen, Bush’un cezalandırılmasıydı. Amerikan halkındaki değişimi örneklemek gerekirse; 32 yıldır Cumhuriyetçilerin kazandığı bölgede ilk kez demokrat bir aday kazandı. Askeri helikopter pilotu olan Tommy Duckworth her iki bacağını Irak savaşında kaybetmişti. Seçim kampanyasını tekerlekli sandalyeden yürüttü ve Chicago’nun altıncı seçim bölgesi Illinois’de seçimleri kazandı. Seçim kampanyasında askerlerin geri getirilmesini talep eden Keith Elison, Minnesota’nın 5. bölgesinde seçimleri kazandı. Bu aday bölgesinden seçilen

ilk Müslüman siyahtı. **Seçimlerin ardından Bush biraz daha güç yitirdi. Kendi ağzından yenilgiyi kabul etti ve ekledi: “ Dün bir çok seçmen Irak’taki durumu protesto etmek için oy kullandı”. Bu arada savunma bakanı Donald Rumsfeld’in istifası bir rastlantı değildi. Halkın çoğunluğunun işgale karşı çıkmasına rağmen Bush, zafere kadar askerlerin Irak’ta kalacağını deklare etti. Aksi yenilgiyi kabul etmek olacak ve bu yenilgi ABD için kötü sonuçlar doğuracaktır. Özetle Bush açıkça savaşa devam etmeyi planlıyor. ***Her ne kadar demokratlar kongrede çoğunluğu elde etse de işgal konusunda Bush yönetimiyle, tıpkı göçmen yasasında olduğu gibi, anlaşmışlardır. Seçimlerden sonra CNN’e konuşan Demokrat Nancy Pelosi “Başkanlık seçimlerine kadar Bush ABD silahlı kuvvetleri komutanı olmaya devam edecektir ve biz Irak’taki askerlerimizi her neye ihtiyaçları olursa olsun yalnız bırakmayacağız” açıklamasında bulundu. Savaş karşıtı söylemleriyle birçok demokrat seçimleri kazansa da, partinin önde gelen liderleri söz Irak işgaline geldiğinde Bush ile aynı fikirde. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler her ne kadar ideolojik olarak farklılıklar taşısa da, Amerikan burjuvazisinin yatırımlarının temsilcileridir. Amerikan burjuvazisi için Orta Doğu’nun kontrolü, petrol yataklarından dolayı stratejik bir öneme sahiptir. Ve Bush’un dediği gibi, eğer ABD yenilirse, bu kötü sonuçlar doğuracaktır. Bu nedenle her iki parti de bu savaşı kazanmak için elinden gelen her çabayı sarf edecektir. Yakın gelecek, Amerikan askerlerinin geri getirilmesini talep eden halk ile savaşta direten liderler arasındaki çatışmayla geçecektir. Demokratların yüksek oranda oy alarak savaşı bitirebileceğini ummak, hazin bir sonla bitecektir. Bu Amerika halkına Kongre ve hükümet politikalarına karşı direnmek gibi yeni bir seçenek sunacaktır. Eğer Amerikan halkının savaş karşıtı seferberliği Irak halkının direnişiyle birleşirse zaferden söz edebiliriz. Ama bu zafer emperyalistlerin değil dünya halklarının olacaktır…

12

Peter Fryer’ı kaybettik

B

ritanya devrimci hareketinin önemli isimlerinden Peter Fryer 31 Ekim 2006’da yaşamını yitirdi. Bir gemi işçisinin oğlu olarak doğan ve 1942 yılında, henüz 15 yaşındayken Britanya Komünist Partisi’nin gençlik teşkilatı Genç Komünistler Birliği’ne katılan Fryer, 18 yaşına geldiğinde Komünist Parti üyesi oldu. Ardından partinin Günlük İşçi adlı gazetesinde çalışmaya başlayan Fryer, 1956 yılında Macaristan’daki gelişmeleri izlemek üzere bu ülkeye gitti. Fryer, Sovyetler Birliği’nin Macaristan’da özgürlüğü boğmasına kayıtsız kalamadı; gözlemlediklerini yazmaya ve gazetesine göndermeye başladı. Ne var ki, Britanya’daki Stalinist Komünist Parti onun yolladığı makaleleri sansürleyip yayımlamadı. Fryer 1956 Macaristan özgürlük hareketi üzerine bugün de hâlâ önemini koruyan Macar Trajedisi (1956) adlı kitabını kaleme aldı. Elbette partiden atılmıştı… Peter Fryer, Stalinizmin Macaristan’da yaptıklarına bizzat tanık olmuş ve sorgulama sürecine girmişti. Kısa bir süre sonra Troçkist saflara katıldı. Daha sonraki yıllarda Devrimci İşçi Partisi adını alacak Sosyalist İşçi Birliği adlı örgütün kurucuları arasında yer aldı. 1985’ten itibaren, haftalık İşçi Gazetesi’nde köşe yazmaya başladı ve berrak diliyle, üslubuyla, yürüttüğü canlı polemiklerle dikkat çekti. Ayrıca, ardında Macar Trajedisi’nin dışında bir dizi kitap bıraktı. Devrimci basın emekçilerinin nasıl yazması gerektiğine dair eseri Berrak, Çarpıcı ve Kısa adlı eseri, bu alandaki en önemli çalışmalardan biriydi. İktidarda Kalmak: Britanya’daki Siyahların Tarihi de, konuyu en ayrıntılı ele alan eserlerden biri oldu. Peter Fryer, çocuk denecek yaşta girdiği işçi sınıfı mücadelesinde örnek bir militan olmanın yanı sıra, çok farklı ilgi alanları olan bir devrimciydi. Ardında, Afrikalıların Amerika kıtasındaki yeni müzik akımlarına olan etkisini araştırdığı, referans sayılabilecek çok ciddi çalışmalar bıraktı. Direnişin Ritimleri adlı eseri 2000’de yayımlandı. Peter Fryer yoldaşın ölümü, ciddi bir tarihsel birikimin, özverili bir devrimcinin yitirilmesi anlamına gelse de, o anısıyla daima aramızda olacak...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.