“Gezi uyanıştı, sıra bilinçte”
Uçuş İşletme “İşçi Birliği” dedi
Gezi’deki tanıklıkları kaydeden Eda Yiğit, “Gezi direnişi bilinçte bir uyanma haliyse, bunu örgütlenme bilincine N. CEMAL > 8 evriltmek gerekiyor” diyor.
Hava-İş Genel Kurulu sürecinde kilit rolü oynayacak olan Uçuş İşletme Başkanlığı delege seçiminde İşçi Birliği, > 15 işverenin ve sendikanın toplamı kadar oy aldı.
İşçilerin Sesi İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
ISSN: 2147-1568
Kasım 2013 / Sayı 20 Fiyatı: 1.5 TL
Burjuva Cumhuriyet 90 yılda, Marmaray bir günde yaya kaldı...
Çare, işçi cumhuriyetidir! Marmaray, Cumhuriyet’in 90’ıncı yılına
denk gelen 29 Ekim’de açıldı. Marmaray’ın açılış törenleri ve CHP mitingleri, egemen sınıfların bölünmüşlüğünün resmi oldu. Her iki kutlamanın ortak özelliği ise, işçiler, işsizler, kadınlar, gençler sadece destekçi olarak davetliydiler. Marmaray’ın açıldığı gün hükümet kı-
dem tazminatına ilişkin resmi görüşünü taraflara iletti: Tazminat Fona devredilecek. Marmaray ile Kıdem Tazminatı Fonu arasında bir mantık ilişkisi var: Projenin tamamlanması için, özellikle kriz koşullarında burjuvazinin karlarının düşme eğilimini yavaşlatmak için güçlü bir mali kaynağa ihtiyaç bulunuyor. Bu kaynak, patronlardan alınmadığına
göre, işçi ve emekçilerin kazanımlarından alınmaktadır. Burjuva Cumhuriyetin 90’ıncı yılında görüyoruz ki, tüm iktidarlar işçi sınıfından alıp ulusal ve uluslararası sermaye sınıfına aktarmışlardır. İşçi ve emekçilerin çıkarları bu politikanın aksi yönündedir. Bunun için Burjuva cumhuriyetinin yerine “işçi ve emekçi Cumhuriyeti”ni inşa etmeliyiz. > 2
“Kazova olayı” nedir, ne değildir... Kazova Tekstil’deki gibi işçi direnişlerinde temel motif, işçilerin alacaklarını tahsil etme kaygısıdır. Yoksa işçilerin, ne patron olma arzuları ne de işyerini patrondan daha iyi yöneteceklerini ispatlama gibi hedefleri vardır. Bu deneylerin politik önemi, patronlar olmadan da üretimin sürdürülebildiğini göstermesidir. Bu deneylerden kalkarak, kapitalist toplum içinde sosyalist üretim ilişkilerinin temellerinin atılacağı ve gelişebileceği fikri, boş hayal, ciddi politik yanılgıdır. Necdet SEÇER > 12
Hazır olmadan birçok eksikle faaliyete geçirilen Marmaray’da, ilk günden sorun yaşandı. Elektrikleri kesilen Marmaray, Boğaz’ın 65 metre altında mahsur kaldı. Yolcular trenden inip yolu tünelde yürüyerek tamamlamak zorunda kaldı. Yürüyen merdivenler arıza yaptı. Tren Sirkeci’yi pas geçti... TCDD yetkilileri “aşırı yoğunluk” dedi. Ancak 1 milyon yolcu taşımak üzere inşa edilen Marmaray’ı ilk gün sadece 300 bin kişi kullanmıştı. > 11
Birleşik mücadeleden müzakereye: HDK-HDP
H
alkların Demokratik Kongresi (HDK), 3. Olağan Genel Kurulunu 26 Ekim’de tamamladı. Aradan geçen sürede somut olarak ortaya çıkan tek ürün Halkların Demokratik Partisi (HDP) oldu. HDK-BDPHDP gibi üç örgütün varlığı, birbirine yakın ve benzer olmaları kafa karışıklığını ifade ediyor. Mücadelenin yerini ikame eden örgütsel bileşim formüllerini çağrıştırıyor. Seçimlerde AKPCHP eksenine sıkışan siyaseti aşacak bir “üçüncü seçenek” pratikte ortaya
konacak birleşik mücadeleyle olabilir; “örgütsel formüller”le değil! Bu nedenle, seçimler veya “radikal demokrasi”, “nitelikli müzakere” programlı bir siyasal parti, “sosyalizm” söylemiyle kendini ifade etse de, müzakere sürecinin ihtiyaçlarınca göre şekilleniyor demektir. BDP’nin misyonunu da üstlenmeye aday bir parti, müzakere sürecine uygun bir parti arayışı demektir. Nitekim şu bir gerçek ki, HDP Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü de olsa, Tayyip Erdoğan kongreye “başarı” dileklerini
iletti ve divan bu mesajı okumamayı tercih etti. “Radikal demokrasi ve nitelikli müzakere” ile kendini sınırlayan ve mücadele örgütü olmaktan çok seçimler ve parlamento eksenli faaliyet yürütecek bir partinin içinde yer almayacağız. Kürt siyasal hareketiyle, Kürt işçi ve emekçileriyle mücadele zemininde birlikte yürümek istiyoruz. HDK içinde ve özellikle de emek alanında yapılacak mücadele içinde çok işimizin olduğunu biliyoruz Seyfi ADALI > 3
2
İşçilerin Sesi
Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Kasım 2013 Sayı: 20 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48/2 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com
Kasım 2013/20
Çare, işçi ve emekçi cumhuriyetidir! Asya-Avrupa kıtalarını deniz altından birbirine bağlayan tünel ve raylı sistem, bilinen adıyla Marmaray; Cumhuriyet’in 90’ıncı yılına denk gelen 29 Ekim’de açıldı. “Osmanlı hükümdarlarının hayalini” de süsleyen bu proje, basitçe bir ulaşım planı değil. Kanal İstanbul, 3. Köprü gibi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve temsil ettiği egemen sınıfların “kudretini” güç ve iktidarını, şehir, konut, ulaşım vb yatırım planlarını ifade ediyor. Bu projeler aynı zamanda uluslararası sermayeyle işbirliği ile gerçekleşiyor. Teknik bilgi, mühendislik hizmetleri onlardan! Gelin güvey olmak, Türkiye burjuvazisinden! Bu nedenle, Marmaray’ın açılışı, uluslararası gösteriye dönüştürülmüştür. Ülke içine verilen mesaj ise, “Bu Tayyip neymiş be” kıvamında oldu. Ancak sakil ve aciz bir manzara ortaya çıktı: Somali Cumhurbaşkanının Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasına sıkışmış fotoğrafı bunun bir örneği oldu. İktidardaki egemen sınıf bloğunun Japonya’dan Afrika’ya ve oradan Romanya’ya uzanan davetlileri, ekonomik ve siyasi ilişki zenginliğini, berbat bir şark kurnazlığı ile göstermeyi amaçlıyor. Onlarca ülkeden davet edilen bakanlar şan, şöhret ve dini tören, inşaat, para ve iktidar için çağrıldı! Yandaş basının “asrın projesi” olarak sunduğu Marmaray’ın maliyeti 8 milyar (katrilyon) lira. Bu para Türkiye’nin bir yıllık sağlık harcamasının sekizde biri kadar. Yani büyük bir para ve zenginlik ifadesi. Hal böyleyken bu paranın gerçek sahibi, ne hükümet ne de sermaye: Paranın gerçek sahibi emekçiler, ama onların halini soran yok. Sadece Marmaray’ın inşaatında bile, asgari ücretle taşeron firmalarda çalışan işçilerin alınterine el konulma süreci anlatılmadan, hikaye tamamlanabilir mi? Burjuvazinin kendi çıkarları için kullandığı tüm zenginliklerin kaynağında işçi sınıfından çalınmış alınteri, ekonomik ve sosyal hakları var. 29 Ekim’e denk getirilen Marmaray’ın açılış törenleri ve İstanbul’daki Cumhuriyet Bayramı kutlamaları ile CHP liderliğinde Ankara’da Tandoğan, İzmir’de Gündoğdu Meydanlarında düzenlenen mitingler, egemen sınıfların bölünmüşlüğünün resmi oldu. Her iki Cumhuriyet kutlamasının ortak özelliği ise, kutlamalara işçiler, işsizler, kadınlar, gençler sadece destekçi olarak davetliydiler; talepleri
hiç sorulmadı; insan yerine konmadılar. İşçi sınıfının sırtından oluşturulan bütçe kaynakları AKP ve burjuvazisi için basit bir yatırım fonudur. Bu yüzden, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları; ücretler ve sosyal hakları geriledikçe, sermaye sınıfının elindeki ekonomik güç de büyür, zenginleşir. Bütçede veya fonlarda biriken kaynaklar ise, işçi sınıfının geleceğini ilgilendiren yatırımlara değil, sermayenin ihtiyaçlarına yönelik kullanılır. Marmaray Projesiyle Kıdem Tazminatı Fonunun kurulması arasında bir mantık ilişkisi var: Projenin tamamlanması için, paraya; para içinse, işçilerin kazanılmış haklarından biri olan kıdem tazminatı hakkına el konulmasına gerek var! Sermaye ve iktidar, kendi geleceklerini güvence altına alabilmek için, ileri sürdükleri “çılgın” projeler de dahil, her yatırıma; sermayeye teşvike ve kredi için bulunacak kaynak, işçi sınıfın alınterine el konularak elde edilmektedir. Sermaye sınıfı, işçi sınıfına ödemek zorunda olduğu kıdem tazminatını ödememek için, Fon oluşturmayı planlamaktadır. Bu Fon, işçinin tazminat hakkını üçte iki oranında kaybetmesini içeriyor. Özellikle de ekonomik kriz koşullarında, sermayenin ve hükümetin kendi geleceklerini ilgilendiren büyük projeler de dâhil, burjuvazinin karlarının düşme eğilimini yavaşlatmak için güçlü bir mali kaynağa ihtiyaç var. Bu kaynak, patronlardan alınmadığına göre, işçi ve emekçilerin kazanımlarından alınmaktadır. Burjuva Cumhuriyetin 90’ıncı yılında görüyoruz ki, AKP dâhil tüm iktidarlar işçi sınıfından alıp ulusal ve uluslararası sermaye sınıfına aktarmışlardır. Bu nedenle de işçi sınıfı kaybettikçe, burjuvazi zenginleşmiştir. Bu sistemi güvence altına alan siyasal rejimin adı burjuva cumhuriyetidir. İşçi ve emekçilerin çıkarları ise, bu politikanın tam tersi yönündedir: Patronlardan alıp işçilere vermek gerekir. Ve bunun için sistemi ters yüz etmeliyiz. Burjuva cumhuriyetinin yerine “işçi ve emekçi Cumhuriyeti”ni inşa etmeliyiz. Kaynaklar, çılgın projeler için değil, işsizliğe çözüm için kullanılmalı. İşte o zaman, “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri”ne ulaşabiliriz!
Kasım 2013/20
İşçilerin Sesi
3
Birleşik mücadeleden müzakereye: HDK-HDP “Radikal demokrasi ve nitelikli müzakere” ile kendini sınırlayan ve mücadele örgütü olmaktan çok seçimler ve parlamento eksenli faaliyet yürütecek bir partinin içinde yer almayacağız.
H
alkların Demokratik Kongresi (HDK), 3. Olağan Genel Kurulunu 26 Ekim’de tamamladı. Aradan geçen sürede somut olarak ortaya çıkan tek ürün Halkların Demokratik Partisi (HDP) oldu. HDK parti kurmak üzere tasarlanmış bir model olmasa da, bir partinin kurulmasına yol açan gelişmelerin zemini oldu. HDP, Kürt siyasal hareketinin ihtiyaçları doğrultusunda karşımıza çıktı. HDK bileşenleri de, çoğunlukla parti kararına uydu. Aşağıdan harekete, yerellere önem veren yeni bir yönelişi temsil eden HDK, “tepeden” karar alma süreçlerinin kurbanı oldu. Tabanın karar alma süreçlerinde belki de en az etkili olduğu bir deneyim oldu. HDK, kuruluş felsefesinden ayrıldı HDK’nin başarı ve başarısızlığı tartışılabilir. Ancak “tutarlı” olmadı. Kongre modeli, yerellere dayanan ve yerel örgütlenme pratiği olan kitlesel bir hareketlerin merkezi adresi olma hedefine ulaşamadı. Sosyalist siyasal kurumların ittifakı oldu ve Kürt siyasal hareketinin uzak durduğu bir seyir izledi. Aşağıdan hareketi uzağında kaldığını, Gezi İsyanı sırasında gördük. Gezi İsyanında HDK bileşenleri ayrı ayrı yer aldılar. Hatta BDP’nin alanda yer alışı, kamuoyunca çok daha net görüldü ve ilgi çekti. HDK, Türkiye sosyalist hareketiyle Kürt siyasal hareketi arasındaki kopukluğu ve açı farkını gidermek, çeşitli alanlardaki mücadele birikimlerini bir çatı altında ama toplayarak, birleşik bir siyasal kuvvetin oluşturulması için parti formatı dışında Kongre perspektifiyle tasarlanmıştı. Dağınık biçimde devam eden mücadelelerin (sağlık hakkı mücadelesi, HES’lere karşı mücadele, kentsel dönüşüme karşı mücadele, anadili hakkı için mücadele, zorunlu din derslerine karşı mücadele vb.) birleştirmek üzere daha önce de denenmiş ve başarılamamış Parti (Çatı Partisi girişimi) biçimi yerine, Kongre modeli önerilmiş ve kabul edilmişti. Kongre Parti’den daha kapsayıcı ve geniş, bu anlamda daha ileri bir örgütlenme modeli olarak takdim edilmişti.
İki yıllık süreç içinde, HDK felsefesine uygun bir deneyimi en alt düzeyde bile yaşanamadı; siyasi yapılar da yan yana gelmeyi başaramadı. Birleşik hareketi oluşturmadan ve bu deneyimlerin yaşanması için gereken enerji ve siyasal ağırlık ortaya konmadan, yöneliş değiştirildi. HDP’nin öne çıkmasıyla birlikte, HDK daha da kadük kaldı. Kamuoyunun ilgisi HDP’ye döndü. HDK ve HDP, tamamen Kürt siyasal hareketinin iradesiyle kuruldu ve her zaman Kürt hareketiyle dayanışma içinde olan irili ufaklı sosyalist örgütleri kapsadı. Sosyalist solun mevcut bileşenlerinin büyük bölümünü bir araya getiremedi; seçim Bloklarına katılan bileşenlerinin tümünü de içermedi. HDP ise, HDK bileşenlerinin azalarak kuruldu: İşçilerin Sesi, Kaldıraç, Marksist Tutum, Söz ve Eylem, Partizan gibi dergi çevreleri HDK içinde olmakla birlikte HDP içinde yer almıyorlar. HDP: Müzakere partisi mi olacak? 27 Ekim’de gerçekleşen HDP 1. Olağanüstü Kongresindeki siyasal atmosfer, yeni partinin seçim partisi olmaktan çok, “sosyalistlerle Kürt siyasal
hareketinin Türkiye ölçeğinde birleşik sol partisi” olarak karşımıza çıktı. Geçici bir seçim partisinden çok, HDK’nın solunda kalan “sosyalist parti” izlenimi verdi. Oysaki HDK içinde sosyalizmden neredeyse hiç bahsedilmezken; sosyalizm vurgusu yapılmazken, HDP kongresinde “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm” sloganları atıldı. Sırrı Süreyya Önder, HDP hakkında basına verdiği bir demeçte “Hedeflediğimiz şey tam bir Türkiye partisi olmak. Sol, sosyalist, yüzü sola dönük ama bir kitle partisi olma hasebiyle, her türlü inancın ve anti faşist, anti emperyalist bütün yapıların kendisine temsiliyet bulabileceği bir özgüven ile yaklaşacağız sürece. Bu projeyi çok önemsiyoruz her şeyin en iyisini bilmiyoruz. Henüz el yordamı ile keşif etmeye çalıştığımız şeyler var. Bütün arkadaşlardan öneri ve eleştirilerini bekliyoruz” diyor. Abdullah Öcalan “HDP oluşumu mücadele tarihimizde Haki Karer'in şahadetinden sonra aldığımız partileşme kararı kadar tarihsel öneme sahiptir. HDP ortak demokrasi mücadelemizde önemli bir tarihsel sapağı işaret etmektedir” demektedir.
Kongrenin Divan Başkanı Tuncer Bakırhan, “Mustafa Suphilerden, İbrahim Kaypakkayalara…” diyerek başlayan konuşmasında, neredeyse seçimlerden hiç söz etmedi. HDK-BDP-HDP gibi üç örgütün varlığı, birbirine yakın ve benzer olmaları kafa karışıklığını ifade ediyor; ya da aşırı bir pragmatizmi. Mücadelenin yerini ikame eden örgütsel bileşim formüllerini çağrıştırıyor. Fiili mücadelenin, toplumsal hareketin örgütlenmediği zeminde HDP yerel seçimlerde AKP-CHP eksenine sıkışan siyaseti aşacak bir “üçüncü seçenek” pratikte ortaya konacak birleşik mücadeleyle olabilir; “örgütsel formüller”le değil! Bu nedenle, seçimler veya “radikal demokrasi”, “nitelikli müzakere” programlı bir siyasal parti, “sosyalizm” söylemiyle kendini ifade etse de, müzakere sürecinin ihtiyaçlarınca göre şekilleniyor demektir. BDP’nin misyonunu da üstlenmeye aday bir parti, müzakere sürecine uygun bir parti arayışı demektir. Nitekim şu bir gerçek ki, HDP Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü de olsa, Tayyip Erdoğan kongreye “başarı” dileklerini iletti ve divan bu mesajı okumamayı tercih etti. “Radikal demokrasi ve nitelikli müzakere” ile kendini sınırlayan ve mücadele örgütü olmaktan çok seçimler ve parlamento eksenli faaliyet yürütecek bir partinin içinde yer almayacağız. Kürt siyasal hareketiyle, Kürt işçi ve emekçileriyle mücadele zemininde birlikte yürümek istiyoruz. HDK içinde ve özellikle de emek alanında yapılacak mücadele içinde çok işimizin olduğunu biliyoruz. q Seyfi ADALI
4
İşçilerin Sesi
Kasım 2013/20
Pilotlar kurtuldu ama AKP’nin yüzü açığa çıktı AKP iktidarı, pilotların serbest bırakılmasını kendi başarısıymış gibi göstererek, olaydaki siyasi sorumluluğunun ve iflas eden Suriye politikasının üstünü örtmeye çalışıyor.
9
Ağustos’ta Lübnan’da kaçırılan 2 THY pilotu, Murat Akpınar ve Murat Ağca, 19 Ekim’de serbest bırakıldı. Pilotları kaçıranların serbest bırakma koşulu, Suriye’de Esad rejimine karşı savaşan gruplarca, 14 Mayıs 2012 tarihinde İran’dan dönerken kaçırılan, içinde Hizbullah üyelerinin de olduğu tahmin edilen, Şii hacıların serbest bırakılmasıydı. Öyle de oldu. Kaçırma olayının, Suriye’de süren savaşın bir devamı ve uzantısı olduğu görülüyor. Rehineler, Suriye savaşında doğrudan veya vekâleten yer alan ülke ve örgütlerin birbirleri üzerinde baskı kurmak için kullandıkları bir araca dönüşüyor. Yerli ve uluslararası basında, Suriye iç savaşında, her devletin kontrol ettiği bir çetenin olduğu yazılıp, çiziliyor. Niye ABD ya da bir başka ülke değil de, Türk pilotları kaçırılıyor? Bunun nedeni, Türkiye’nin Suriye’de süren savaşın bir tarafı haline gelmesi, AKP iktidarının Suriye muhalefetine her türden lojistik desteği sunması ve sınırlarını saldırı üssü olarak kullandırmasında aranmalıdır. Lübnanlı hacıların kaçırılması, Halep civarında Türkiye sınırına yakın bir yer
olan Azaz kasabasında gerçekleşiyor. Eylemciler, Lübnanlı hacıları, Esad rejimini destekleyen Şii mezhebinden oldukları için kaçırdıklarını açıklıyorlar. Kaçırılmayı izleyen süreçte, Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleyi yöneten batılı emperyalist merkezler ve bölgedeki işbirlikçi ülkelerin hükümetleri, Hizbullah’ı, Esad’ın yanında savaşa katıldığı için eleştiriyor ve güçlerini Suriye’den
geri çekmesini istiyor. Buna ilişkin haberler, ulusal ve uluslararası medyada bir dönem çokça yer aldı. Suriye’de süren savaşta Esad’ın yanında yer alan ve savaşan Hizbullah, Şii hacıların kaçırılmasından Suriye’ye karşı savaşan rejim muhaliflerini, ÖSO’yu sorumlu tutuyor. Suriye muhalefetini desteklediği, sınırlarını Suriye’ye karşı kullandırdığı için de, Türkiye’yi eleştiriyor.
Hacıların kaçırıldığı bölgenin Türkiye ile ilişkili grupların denetiminde olduğu; bu yüzden Türkiye’nin olayda sorumluluğu bulunduğu öne sürülüyor. Türk pilotları da bu yüzden hacılarla takas edilmek üzere, pazarlık unsuru olarak, kaçırılıyor. Hacıların aileleri Beyrut’ta ki Türk elçiliği önünde protesto gösterisi yapıyor. Gelinen noktada pilotların evlerine sağ salim dönmüş olmaları sevindirici bir gelişmedir. Ne var ki pilotların serbest bırakılması, Ortadoğu ve Suriye coğrafyasında, Türkiye’nin rahatlamasına yol açmıyor. Aksine yanlış dış politika tercihleri yüzünden batağa saplandığına ve yalnızlaştığına işaret ediyor. İki Türk pilotu ile 9 Lübnanlı rehinenin karşılıklı serbest bırakılması için yürütülen mekik diplomasisinde, kilit rolü Katar, İran ve Lübnan’ın üstlendiği açığa çıkıyor. AKP iktidarının pilotların serbest bırakılmasını kendi başarısıymış gibi göstermesi ve pilotların dönüşünü zafer havası içinde kutlamasını, olaydaki siyasi sorumluluğunun ve iflas eden Suriye politikasının üstünü örtme telaşına bağlamak gerekir. q Mustafa EKER
Utku Kalı davası AKP’yi vurabilir
R
eyhanlı saldırısına ilişkin istihbarat belgelerini Redhack’e sızdırdığı iddiası ile tutuklanan er Utku Kalı, Askeri Mahkemenin görevsizlik kararı vermesi üzerine, Samsun’daki Özel Yetkili 3.Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmaya başladı. Utku Kalı’nın avukatı, Kalı gözaltındayken de, Redhack’in Reyhanlı saldırısı hakkında bilgi vermeye devam ettiğini, dolayısıyla bilgi ve belgeyi sızdıranın müvekkili olamayacağını, Kalı’ya işkence yapıldığını, intiharın eşiğine getirildiğini ifade ediyor. Avukat, “bu belgeler gerçekse, saldırı önceden biliniyorsa, sanık sandalyesinde o zaman Utku değil, bu saldırıyı önceden bilip de önlemeyenlerin oturması gerektiğini” söylüyor. Bir milletvekilinin konu ile ilgili İçişleri Bakanına verdiği soru önergesine Bakan Muammer Güler, “belgelerin doğruluğu teyit edilmemiş istihbari bilgiler
olduğu” cevabını veriyor. Belgenin varlığı ve gerçekliği kabul ediliyor ki, er Utku Kalı belgeyi sızdırdığı iddiası ile suçlanıyor ve tutuklanıyor. Ama aynı belge güvenlik güçleri tarafından değerlendirmeye alınmıyor. Aynen Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi, önceden bilinmesine karşın saldırı gerçekleşiyor. Bu gerçeğe karşın olayda istihbarat zaafı bulunduğu iddia ediliyor. Reyhanlı saldırısı savaş isteyenlere hizmet etmiştir Reyhanlı da tetiği kimin çektiği, hangi örgütün taşeronluk yaptığı kadar ve hatta daha fazla, eylemin kime ve hangi politikalara hizmet ettiği önemlidir. Faili de orada aramak gerekir. Bu eylem, barışa karşı olan, savaşı daha da yaymak ve derinleştirmek isteyen güçlerin politikaları ile örtüşmektedir ABD ve Rusya’nın sorunu müzakere yolu ile çözme
konusunda anlaşması, varlık nedeni savaşın sürmesi olan çeteleri, El Kaideci örgütleri tedirgin etmişti. Bu çetelerin sözcülerinden birisi, olayı sıcağı sıcağına Ülke TV’de değerlendirmiş, “insan kaybının bu kadar çok olmasının, Başbakan Erdoğan’ın Mayıs ayı ortalarında yapacağı ABD gezisinde elini güçlendireceğini” söyleyerek eylemin kimin işine yarayacağını itiraf etmişti. El Kaideye bağlı Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütü Reyhanlı saldırısını üstlenmiş, Türkiye’nin sınır kapılarını açmaması halinde, Ankara ve İstanbul’da saldırılar düzenleyeceğini açıklamıştı. Milliyet gazetesinden Tolga Şardan’ın haberine göre, Jandarma Genel Komutanlığı, İçişleri Bakanlığı’na önemli bilgilerin yer aldığı bir istihbarat değerlendirmesi gönderdi. Kurban Bayramı tatilinden hemen önce “gizli” yazıyı Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Baş-
kanlığı’na gönderen Jandarma Genel Komutanlığı, El Kaide’yle bağlantılı olarak Suriye’nin Rakka kentinde faaliyetlerini yürüten Irak Şam İslam Devleti adlı radikal dinci grupla ilgili bilgiler aktardı. Aynı zamanda “Devleti İslam” olarak da adlandırılan grubun, Türkiye’de eylem yapmayı planladığı ve söz konusu eylemler için 10 bombalı araç hazırlandığının belirlendiğini bildirdi. Reyhanlı saldırısı her kim yapmış olursa olsun, bu bir istihbarat zaafı değil, Suriye’ye karşı izlenen yanlış savaş politikalarının sonucudur. Dolayısıyla Reyhanlı olayı, istihbarat zaafı denilip, ruh sağlığı bozulan(!) bir erin üstüne yıkılarak, saldırıyı IŞİD’in üstlenmesine ve Türkiye’yi yeni saldırılarla tehdit etmesine karşın, saldırı onların değil, Suriye rejiminin ve Acilciler’in işi diyerek, olay geçiştirilemez. q Mustafa EKER
Kasım 2013/20
İşçilerin Sesi
5
Kürt dinamiğini Rojava devrimi temsil ediyor Kürt hareketinin temel siyasi hedefi, hükümeti siyasi müzakerelere oturtup, Kürt sorununun çözümünün önünü açmak olurken, Rojava’da Kürtler bir devrim gerçekleştiriyor.
S
uriye’de rejim güçleri ile muhalifler arasında silahlı çatışmalar başladığında, Kürtlerin adı bile geçmiyordu. Bölgesel ve uluslar arası güçler bu mücadelede Kürtleri hesaba katmıyordu. Çünkü Kürtler, yaşam alanları itibarıyla, ülkenin kuzeyinde, Arap yerleşim bölgeleriyle çevrili olarak, adacıklar biçiminde dağılmış, nüfusları az ve politik olarak öne çıkmamış bir topluluktu. Kürtlerin ulusal bilinçlenme süreci, bu güçlerin gözünden kaçıyordu. Gerek kuzeyde PKK’nin verdiği mücadele gerekse güneyde Kürtlerin bir statüye kavuşması, Suriye Kürtlerinde bir ulusal bilinç sıçraması yaratmıştı. 2004 Qamışlo ayaklanması, aslında bu gerçeği açığa çıkarmıştı. Bu bilinç düzeyi, Suriye iç savaşı sırasında alınan politik tavırda da kendisini gösterdi. Kürtler, çatışan taraflardan bağımsız olarak kendilerini örgütlediler. Ayrıca bu iç savaşta, “kurda, kuşa yem olmamak için” hızla silahlanarak, silahlı bir örgüt yarattılar. Muhalifler, esas olarak, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) çatısı altında rejimi yıkmak için savaşırken, Kürtler fazla bir çatışma olmaksızın, yaşadıkları bölgelerin denetimini rejim güçlerinden aldılar. Bu süreçte öne çıkan örgüt, PKK ile ideolojik yakınlığı bulunan, PYD idi. Kürtlerin silahlı gücü YPG de, esas olarak, bu partinin denetimindeydi. Kürtlerin, beklenmedik şekilde, yaşadıkları bölgede siyasi ve askeri denetimi ele geçirmeleri, başta Türkiye olmak üzere, birçok gücü tedirgin etti. Türkiye devleti ve siyasi iktidar Kürtlerin başarısını hazmedemedi. Bir yandan Kürtler üzerinde siyasi baskı ve askeri tehdit uygularken diğer yandan Kürtlerin yaşadığı bölgeyi denetim altına almak isteyen El Kaide uzantısı İslamcı güçlere her türlü desteği verdi. Bunun üzerine, Kürtlerin yaşadığı bölge (Rojava) de dâhil olmak üzere, Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurmak isteyen El Nusra ve Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) unsurlarıyla Kürtler arasında çatışmalar şiddetlendi. Bu süreçte Kürtler yeni başarılar elde ederek, Ceylanpınar ile Serekaniye (Resul El Ayn) arasındaki sınır kapısının denetimini ele geçirdiler. Afrin bölgesinde, El Kaidecilerin saldırılarını püskürttüler. Halen
2013’ün ilk aylarında Rojava bölgesinde binlerce Kürt öğrenci Kürtçe eğitim hakkı için gösteri düzenlediler. 2004 yılında ayaklanmanın başladığı Qamışlo kenti de bu gösterilerin merkezlerinden biriydi.
sürmekte olan çatışmalarda, PYD Eş Başkanı Salih Müslim’in oğlu da hayatını kaybetti. Salih Müslim, yaptığı açıklamada, “Oğlum Türkiye’nin kurşunuyla öldürüldü” derken, Kürtlere saldıran radikal İslâmcıların arkasındaki gücü işaret ediyordu. Rojava’ya her taraftan ambargo uygulanıyor Rojava Kürtlerinin PYD öncülüğündeki siyasi ve askeri başarısının görülmek istenmemesi ve bu partiye dönük olarak, sınırlı politik temaslar dışında, tam bir tecrit uygulanmasının ardında, bu partinin bağımsız politikası yatıyor. Gerek batılı emperyalistler gerekse Irak Kürt Yönetimi dâhil, bölgesel güçler, Kürtlerin rejim muhaliflerine eklemlenmesini, onların askeri haline gelmelerini istiyorlar. PYD ve Rojava Kürtleri ise kendi ulusal çıkarlarını temel aldıklarından ve rejim ile muhaliflerin Kürtlere yaklaşımında bir farklılık görmediklerinden, bu baskıya karşı direniyorlar. Muhalifler, Kürtlere dönük politikalarının belirlenmesini, Baas rejiminin yıkılması sonrasına ertelerken, bugünkü yaklaşımlarıyla da Kürtlere güven vermiyorlar. PYD ve Kürtler bağımsız bir politika izleyip üçüncü tarafı oluşturarak, Irak Kürdistanı’na benzer bir otonomi talep ettikleri için, bu güçlerce rejim işbirlikçisi ilan ediliyor.
Rojava Kürtleri ve PYD, Kasım ayında Cenevre’de yapılması planlanan Suriye Barış Konferansına, Kürt Yüksek Konseyi çatısı altında, bağımsız bir heyet ile katılmak isterken, Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin uzantısı ve emperyalistlerin işbirlikçisi olan Kürt partiler, Suriye Ulusal Konseyinin eteklerine yapışarak Cenevre’ye gitmeye çalışıyor. Bu da, gerek uluslar arası gerekse bölgesel güçlerin Rojava Kürtlerini bölerek, orada işbirlikçi bir siyasi blok yaratma çabalarını sürdürdüklerini gösteriyor. İşbirlikçi güçlerin Rojava’da kayda değer bir siyasi etkileri olmasa da, bunlar dış güçlerin desteğiyle ülkede güç kazanmaya çalışıyor. Rojava Kürtleri kuşatılmışlığı parçalıyor Türkiye, sınır kapılarında, insani yardımlara bile sınırlı ve zoraki geçiş hakkı tanımasının yanı sıra, şimdi de sınıra duvar örüyor. Geçtiğimiz yüzyılın başında, emperyalistlerin, Kürtleri, dört ayrı ulusal devletin siyasi sınırlarına hapsederek bölmesi yetmezmiş gibi, bu yüzyılın başında da Kürtlerin arasına fiziki engeller dikiliyor. Yeni bir “Berlin Duvarı” inşa ediliyor. Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ise, hem işbirlikçi politikalara rağbet etmemelerinden hem de PYD vasıtasıyla, PKK’nin Rojava’daki siyasi etkinliğinin
artmasından rahatsızlık duyarak, Rojava ile arasındaki Samelka sınır kapısını kapatıyor. Bu kapıdan insani yardımlara bile ambargo uygulamakla kalmıyor, PYD Eş Başkanı Salih Müslim’in sınır kapısından geçerek, Güney Kürdistan’a girmesine izin vermiyor. Buna karşılık, bugüne kadar tüm kazanımlarını “tırnaklarıyla kazıyarak”, kendi öz güçleriyle elde eden Rojava Kürtleri, zaferlerine bir yenisini ekleyerek, bu kuşatılmışlığı parçalamak üzere dev bir adım atıyor. El Kaideci unsurları yenilgiye uğratarak, Irak’ın Musul Bölgesi ile aralarındaki Til Koçer sınır kapısının denetimini ele geçiriyor. Böylece Irak ile coğrafi, Irak’ın Şii yönetimi ile siyasi bağ kurarak, hem siyasi hem de fiziksel tecrit edilmişliğine son veriyor. Siyasi ve askeri açıdan önünü açıyor, geleceğe daha umutla bakar hale geliyor. Güney Kürdistan Yönetimi, ekonomik gelişmesini ve siyasi statüsünü koruyup ilerletmeyi batılı emperyalistler ile Türkiye’nin dümen suyunda yürüteceği politikalara bağlamışken, kuzeyde Kürt hareketinin temel siyasi hedefi, hükümeti siyasi müzakerelere oturtup, Kürt sorununun çözümünün önünü açmak olurken, Kürdistan’ın en küçük parçası olan Rojava’da Kürtler bir devrim gerçekleştiriyor. q Aykut ÖZER
6
İşçilerin Sesi
Brezilya’da polise karşı öfke büyüyor Brezilya’da hazirandan bu yana
süren sokak gösterileri sırasında polisin Douglas Rodrigues adında 17 yaşında bir genci öldürmesi ülkede büyük öfkeye neden oldu. Sao Paulo’da sokağa çıkan eylemcilerle polis arasında çatışma çıktı. 90’a yakın kişi gözaltına alındı. Brezilya’da polis 17 yaşında bir genci vurarak öldürdü. Sao Paulo’da polis şiddetine karşı sokağa çıkan eylemcilerle polis arasında çatışma çıktı. 90’a yakın kişi gözaltına alındı. Polis, gencin “kazara” vurulduğunu ileri sürerken, halk ana yolu kapattı. Otobüsler ve tırlar ateşe verildi. Douglas Rodrigues adlı genci pazar gecesi vurduğu belirtilen polisin de gözaltında tutulduğu, olaya ilişkin soruşturmanın sürdüğü söyleniyor. q İşçilerin Sesi Haber
İspanya'da 6 maden işçisi kazada öldü İspanya'da maden ocaklarında son
18 yılın en büyük kazasında 6 işçi öldü, 5 işçi yaralandı. İspanya’nın Leon kentinin Santa Luica de Gordon köyündeki maden ocağında, metan gazı patlaması sonucu 6 işçi öldü, 4'ü ağır 5 işçi yaralandı. Patlama, İspanya'da maden ocaklarında son 18 yılın en büyük kazası olarak kayıtlara geçti. Kömür madeninde 15 kadar işçinin kazı yaptığı bir ocağın yakınlarında üyük çapta bir metan gazı kaçağı olduğu, işçilerin koruyucu maske takmaya ve kaçmaya fırsat bulamadıkları ifade edildi. Bu arada ekonomik kriz gerekçesiyle maden işçilerine yönelik kesintiler yapılmasından dolayı, uzun süredir hükümetin maden sektörüyle ilgili politikasına karşı gösteriler yapan maden işçileri sendikaları, kazayı protesto amacıyla 48 saatlik iş durdurma kararı aldı. Kazanın meydana geldiği maden ocağı, Hullera Vasco-Leonesa firmasına bağlı. Ekonomik krizden etkilenen firmanın mart ayından bu yana işçi çıkarma kararı aldığı ve işçilerinin maaşlarını gecikmeli ödediği bildirildi. q İşçilerin Sesi Haber
Kasım 2013/20
‘Esad’ın gitmesi, 2 milyon Alevi’nin ölmesi demek’
R
ojava’da Hilmi Hacaloğlu’na özel röportaj veren PYD Eş Başkanı Salih Müslim, Suriye’de Esad’sız bir denklemde çözümün zor olduğunu söyledi. Müslim, ‘Esad’sız bir çözüm demek 2 milyon Alevi’nin öldürülmesi demek anlamına geliyor’ dedi. Cenevre’ye Suriye Ulusal Koalisyonu olarak değil bağımsız Kürt insiyatifi olarak katılmak istediklerini söyleyen PYD Eşbaşkanı Salih Müslim Türkiye ’nin de aralarında olduğu bazı ülkelerin bunu engellemek istediğini iddia etti. Müslim, ‘Onların hesapları başka, Kürtler hep başkalarının askerleri olmuştur ama Kürtler bundan sonra sürede biz kendi çıkarlarımızın askerleri olacağız diye öne sürünce bunlar şaşırdı’ dedi. ‘Esadla işbirliği yapmıyoruz’ Esad’sız bir çözümün iki yıl önce gerçekleştirilebileceğini ancak bugün artık imkansız olduğunu söyleyen PYD lideri, ‘tüm Aleviler artık Esad’ın arkasında, bunda ısrar ülkedeki 2 milyon Alevi’nin öldürülmesi demektir’ diye konuştu. Salih Müslim ‘Esad rejimiyle işbirliği yapıyor musunuz?’ şeklindeki soruya ise ‘Hayır hiçbir zaman. Bunu söyleyen bizim rejimle savaşta şehit düşen kardeşlerimize saygısı azdır. Biz 2004 Serhildanı’ndan (ayaklanma) beri rejimle çatışıyoruz. Onlarla hiçbir noktamız yok. Çünkü onlar Kürt kimliğini
tanımıyor. Ama diğerleri onlardan da kötü’ yanıtını verdi. Müslim’in “diğerleri” dediği radikal İslamcı görüşleri savunan Selefiler. PYD liderine göre, Cephet’ül Nusra ve Irak Şam İslam Devleti adındaki selefi örgütler Türkiye tarafından destekleniyor. Kilis kapısında kapsısından geçen 400 Selefi’nin Azaz kentinde kendileriyle savaştığını savunan Müslim, “Sayın yetkililer ‘sadece size ve bize değil tüm Ortadoğu için tehlikelidir’ dediler. Bu gerçektir. Biz onları destekleyen 20 kuruluşun listesini Türkiye’ye verdik. Almanya’dan bir haftadan 120 kişi İngiltere’den 180 kişi geldi. Bunları durdur-
mak gerekiyor ama kendileri herhangi bir şey yapmadılar’ dedi. Salih Müslim, Hilmi Hacaloğlu’nun ‘Kürtlerin bundan sonra Suriye tahayyülü nedir?’ sorusuna ise şöyle yanıt verdi. ‘Suriye artık Baas rejimi gibi tek parti ile yönetilemez. Muhakkak bir demokrasinin gelmesi gerekiyor. Burada çeşitli oluşumlar var. Böyle geniş bir demokrasi olması gerekiyor. Biz Kürtler federasyondan bahsedebiliriz. Bu Kürt bölgesi, Arap bölgesi, Hıristiyan bölgesi diye ayrılamıyor. Biz yeni statüyü kabullenmek istiyoruz, demokratik federatif sitem düşünüyoruz.’ q İşçilerin Sesi Haber
Dünyada 7.3 milyon çocuk anne var Birleşmiş Milletler gelişmekte olan ülkelerde 7.3 milyon kızın çocuk yaşta anne olduğunu açıkladı. Gelişmekte olan ülkelerde çocuk anne sayısında düşme yaşanırken, Birleşmiş Milletler'in açıkladığı bir rapora göre her yıl 18 yaş altı 7 milyondan fazla kız doğum yapıyor. BM Nüfus Fonu özellikle 14 ve daha küçük yaşta kızların tehlikeyle karşı karşıya olduğunu ifade etti. Nüfus Fonu'nun raporunda gelişmekte olan ülkelerde 18 yaş altı doğum yapan 7.3 milyon genç kızın 2 milyonunu 14 ve daha düşük yaştakiler oluşturuyor. Bu gruptaki kişilerin genç yaşta doğumdan kaynaklanan uzun vadede sosyal ve sıhhi sorunlar yaşadıkları belirtildi. Rapor dünya çapında 18 yaş altı genç kadınlarda doğumlara odaklandı, genç yaşta hamileliğin nedenlerine eğildi ve bu sorunu engellemek için nele ya-
pılacağını inceledi. UNFPA Başkanı Dr. Babatunde Osotimehin "Genç hamileliğin gerçekliği çoğunlukla tasarlanmış seçimin bir sonucu ama daha doğrusu seçenek yokluğu ve bir kızın kontrolünün ötesinde koşullar. Küşük şeylerin sonucu veya okul, iş, kaliyeli eğitim ve sağlık bakımına ulaşamama" dedi. Neden yoksulluk ve aile baskısı Erken hamileliğe götüren koşullar aradında diğer nedenler ise güçsüzlük, yoksulluk ve anne veya baba, eş, aile ve toplumun baskısı olarak sıralanabilir. Osotimehin cinsel şiddet veya zorlama sonucunda da çok sayıda vakayla karşılaşıldığını belirtti. Bu sorun daha çok gelişmekte olan ülkelerde görülüyor. 18 yaş altı doğumların yüzde 95'i gelişmekte olan
ülkelerde yaşanıyor. Ortadoğu'da 2024 yaş arası kadınların yüzde 10'unun en az bir kere 18 yaşın altında doğum yaptığı belirtildi. Bu oran Güney Asya'da yüzde 22, Batı ve Orta Afrika'da yüzde 28 olduğu belirtildi. Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre bazı ülkelerde çocuk yaşta doğum oranının düşürülmesinde büyük başarı elde edildi. Osotimehin "Genç birinin doğum yapması veya hamile kalması kabul edilemez" dedi. Londra'da yaptığı açıklamada Osotimehin "ister düşsün ister düşmesin 7.3 milyon yine de çok büyük bir sayı" dedi. Rapor bazı kızların 18 yaşın altında hamile kalmak istediğini dikkatlice not ediyor ve "çocukluğun kesinlikle annelik tarafından raydan çıkarılmaması gerektiğine" vurgu yapıyor. q İşçilerin Sesi Haber
Kasım 2013/20
İşçilerin Sesi
7
Kadın sorunu Biz kadın ya da erkek olarak doğarız ki, bu biyolojik bir olaydır ancak bundan sonra bizim kadın ya da erkek olmak yönünde öğrendiğimiz ve uyguladığımız toplumsal cinsiyet rolleridir.
E
rkekler için rahatsız edici bir başlık sanırım: kadın sorunu. “Kadın sorunu mu var, bizim kadınlarla bir sorunumuz yok; onlar bizim güllerimiz, biz onlarsız bir hayat düşünemeyiz zaten. Ne sorunumuz olacak ki kadınlarla; dışarıda çalışıyorlar evde çalışıyorlar çocuklarımıza annelik yapıyorlar. Bizi yorgun stresli olduğumuzda anlıyor ona göre davranıyorlar. Biz dışarıda ya da evde kendimize zaman ayırmak istediğimizde yapılması gereken her şeyi fazlasıyla yapıyorlar. Biz onlardan talep etmesek de. Hem çok da şikayetçi değiller, alışmışlar nasıl olsa; abla, kız kardeş, anne, eşlerimiz olarak her şeye herkese yetişmeye.” Okuyunca şu karikatür aklınıza geldi dimi? Bir kadın on eli var gibi evin tüm işlerini yapıyor aynı anda; çocuğa mama yediriyor, toz alıyor, çamaşır asıyor, yemek ve ütü yapıyor vs. Bir de şu hikâye hep aklımda çocuk annesine birçok şey sorar: “Anne çorabım nerde, yemek hazır mı, harçlığım yok. Ama babaya sadece şunu sorar: “Baba, annem nerde?” Bütün bunlardan şu sonuçları çıkarmıyoruz tabii ki: aslında erkekleri eleştirelim de, onlar da görsünler kadınlara hayatta ne çok iş düştüğünü, kendilerinin de sorumlu olduğunu, kadınların kıymetini bilmek gerektiğini. Kadın sorunu ya da meselesi var. Bu sorunu anlamak için toplumsal cinsiyet kavramını bilmemiz gerekiyor. Biz kadın ya da erkek olarak doğarız ki, bu biyolojik bir olaydır ancak bundan sonra bizim kadın ya da erkek olmak yönünde öğrendiğimiz ve uyguladığımız toplumsal cinsiyet rolleridir. Cinsiyet rolleri toplumsaldır ve belirleyen de toplumdur. Çocuklara seçilen kıyafetlerin pembe ve mavi renk arasında sıkışmış olmasından tutundan da oyuncak seçimi, gönderdiğimiz kurslar, hangi okula ve ya bölüme devam edeceği hep toplumsal cinsiyet rollerinin ürünü. Yani aslında hayatımızda bizim için kadın ya da erkek olarak alınan kararlar ya da bizim kendimiz için aldıklarımız sadece kişisel
veya imkanlar çerçevesinde değil. Asıl çerçeve toplumsal cinsiyettir. Örneğin doğum günü için çocuğa bir hediye alınacak (özel günler ve hediye pazarı olayına hiç girmiyorum bile) bir şey beğenilse hemen keşke “Bunun pembesi olsaydı, kız çünkü” denir. Üniversite bölümü yazılacak “Kızım öğretmenlik yaz, tatili bol, eşine çocuğuna rahat zaman ayırırsın, ilgilenirsin” denir. Evet sevdiklerimize yeterli zamanı ayırmak çok önemli, gerekli ama neden bunu en çok düşünmesi gereken kadınlar oluyor? Neden o zamanı kendisi için ayıramıyor, dinlenmek, gezmek vs. için kullanmıyor kadın? Engelli koşuda kadınlar Aslında o kadar derin bir konu ki toplumsal cinsiyet, hayatın tamamına işlemiş; kadının ve erkeğin olduğu her yerde var. Eve giriş çıkış saatleri örneğin. Var mı erkek arkadaşlardan böyle sorun yaşayan? Bir erkeğin genç ya da değil, çoğu zaman haber vermesi bile gerekmez. Ama bir kadın evden çıkmayı kafaya koyduğunda bunu üç gün önceden söylemesi, ailesini gideceği yerin güvenli olduğuna, arkadaşlarının kötü olmadığına inandırması, araç saatini söyleyip kesin olarak geç kalmaya-
cağına ikna etmesi gerekiyor. Ne çok aşama di mi? Bütün bunlar abartı gibi gelse de aslında yüzyıllardır toplumca kanıksanmış sorunlarla yüz yüze kadınlar. Başka bir örnek ise istediği bölüm başka şehirde ya da artık hayatı kendi penceresinden daha rahat görüp soluk alabilmek için başka şehri yazmak ama ailesinin sadece oturduğu şehirleri yazmasına izin verdiği ve dolayısıyla okul tercihi yapamayan kızların durumunu düşünün. En kötüsü de ne biliyor musunuz? Tüm bu zor süreçleri yaşadığımızda, biz kadınların da bu cinsiyetçi rolleri benimsemiş oluşumuz. Ailemizin bizi kollayıp, korumak istediğini vs. düşünmemiz. Aile içinde kocasından şiddet gören bir kadına da yaklaşırken, kadını, kocasını kızdıran bir şey yaptığını düşünerek hatayı kadında arama. Kadın hem toplumsal şiddete hem de biyolojik şiddete maruz kalıyor. Kadın cinayetlerine karşı mücadele eden platformları neden var? Her 25 kasım, 8 martta kadınlara yönelik şiddeti proteto etmiyor muyuz? Kadını yok sayan AKP AKP hükümetinin kadın düşmanı politikalarının ardı arkası
kesilmiyor. İçinde “kadın” geçen bakanlığın adını değiştirerek Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yaptılar. Kadın olsa olsa aile kavramı içinde var olabilir. Kadın eğitim oranı zaten düşükken “4+4+4” le en büyük darbe kadınlara geldi. Kızlara okuma yazma öğrettikten sonra evlere kapatmanın bir diğer adı “4+4+4”. Erkek arkadaşlarımızdan kimi zaman çocukların eğitimini annelerinin verdiğini, eğer bir hata varsa esas olarak annede olduğunu. Bir kere çocuk eğitiminin anne, baba, toplum ve kamu eğitimi olmak üzere birçok ayağı varken kadını hem anne evde otursun çocuğuna baksın diye eve hapsedip hem de bütün sorumluluğu kadına yıkarak çocukla ilgili olumsuz bir durumda kadınları hatalı göstermek büyük bir yanlış ve haksız bir yaklaşım. Ayrıca kadının bir anne olarak gördüğü toplumsal rollerden başka çocuğa bir şey aksetmesi pek mümkün değil. Çocukların eğitiminden babaları ve toplum da sorumlu. Kadın sorunu sadece 25 kasım ve ya 8 martlarda gündeme getirilecek ya da mücadele edilecek bir konu değildir. Kadın sorunu sınıf mücadelesi içinde ve birlikte verilmelidir. Kadın sorunu sınıf mücadelesinden ayrı ve ancak sınıf mücadelesinde belli kazanımlar elde ettikten sonra üzerinde konuşulacak, karar alınacak bir konu değildir. Bu yanılgıya düşmeyelim. Dikkat etmemiz gereken bir diğer konu da şu: kadınlar en iyi şartlarda olsalar bile yaşamda erkeklerden 1- 0 geride başladıklarından pozitif ayrımcılık konusunda özellikle erkeklerin hassas olması gerekli. Bir yerde bir konuşma söz konusu ise önce kadınlara söz hakkı verilmeli çünkü maalesef kadınların konuşma, fikirlerini ifade etme vs. konularda deneyimleri yetersiz, özgüven eksikliği bir erkeğe göre daha fazla. Bence kadın ve erkek arkadaşlar kadın sorunu üzerine okumalar ve tartışmalar yapmalı bu mücadeleyi sınıf mücadelesi ile birlikte yükseltmeli. q A. ÇELİK
8
İşçilerin Sesi
Kasım 2013/20
“Örgütlenmenin gücü
Emek sermaye çelişkisinin karmaşıklığı ne kadar artarsa artsın, eğitim ve donanımına rağ
İtalya’da işgal edilen binanın adı “Taksim” İtalya Bologna’da öğrenciler boş
bir binayı işgal ettiler ve öğrenci evine dönüştürdükleri binanın adını “Taksim” koydular. Yurtların talebe cevap vermemesi nedeniyle son yıllarda benzer birçok eylem yaşandı. Zorlaşan hayat şartları ve pahalılaşan eğitim masrafları İtalya’nın gündelik sorunlarından birisi. Birçok öğrenci kira fiyatlarını düşürebilmek için sözleşmesiz ve gayrı resmi ev kiralamak zorunda kalıyor. Bologna’ya kent dışından gelen yaklaşık 40 bin öğrenci var. Yurtlardaki yatak sayısı ise 1465. Bunların ortalama masrafı 200 avro civarında. İşgal edilerek öğrenci evine dönüştürülen binaya “Taksim” adının verilmesinin amacı; “Türkiye’deki direniş ile dayanışma içinde olmak ve ortak noktaların bulunduğunu belirtmek” q İşçilerin Sesi - Haber
Don Kişot Mahalle Evi’ne polisli açılış Yeldeğirmeni Dayanışması, uzun
süredir terk edilmiş halde olan boş bir binayı onararak forum merkezi haline getirdi. Adına da Donkişot Mahalle Evi denildi. Donkişot Mahalle Evi’nin açılış etkinliğine Amsterdam School Of the Arts’tan da 40 kadar öğrenci geldi. Etkinlikten önce davranan polis Donkişot Mahalle Evi’ni bastı. “Hakkınızda şikâyet var” diyen polis tek tek herkesin GBT taramasını yaptı ve bilgisayar üzerinden “kontrol” etti. Gözaltına alınan olmadı. Polis, Dayanışmacılardan ve Donkişot Mahalle Evi sakinlerinden değilse de, Amsterdam School Of the Arts öğrencilerinden özür dilemesini de bildi. Amsterdam School Of the Arts Öğrencileri Türk polisiyle “ayrıcalıklı” bir biçimde de olsa tanışmış oldular. q İşçilerin Sesi - Haber
E
da Yiğit Gezi Direnişinin tanığı ve bir parçası. Kendisiyle Gezi Parkı’nda yaptığı söyleşiler sırasında tanıştık. Mimar Sinan Üniversitesi’nin Şehir Planlama bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimi alan Eda, ayrıca Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr Leyla Neyzi’den sözlü tarih eğitimi de almış. Eda Yiğit sözlü tarih uzmanı ve şehir plancı kimliklerinin kazandırdığı deneyimi Gezi Direnişi sürecinde gerçekleştirdiği arşivleme / belgeleme çalışmasını bir kitaba dönüştürdü: “Gezi Direnişi / 27 Mayıs - 18 Haziran 2013” Eda ile kitabı ve Gezi Direnişi’ne dair bir söyleşi yaptık. 20’yi aşkın Gezi Direnişi içerikli kitap var. Kitabınla diğer Gezi Direnişi kitapları arasındaki fark nedir? Gezi Direnişi’nin en alevlendiği 31 Mayıs sabahı itibariyle tanıklıkları kaydetmeye başladım. O anın tekrar edilebilir olmadığını, hafızamızı - kavrayışımızı biriktirmenin hayati olduğunu düşündüm. Direnişle ilgili her şeyi arşivlemeye başladım. Yayınlanan kitaplar, kronolojik çalışmalar, fotoğraf albümleri, hikâyeler ve toplum bilimcilerin çalışmaları. Kitabın özelliği ise belge niteliği taşıyan malzemelerin bir arada bulunabildiği bir başvuru kaynağı niteliği taşıması. Yayınlanmamış fotoğraflar, gün gün yaşananlar, sosyal medyada en çok yer bulan görsel malzemeler, ilgi çeken ve varlık gösteren bazı gruplarla yapılan röportajlar, sanal ortamda yaptığımız anket sonuçları, köşe yazıları, basın açıklamaları, gazete manşetleri, Gezi’yi konu alan müzik, animasyon, oyun, afiş, karikatür, duvar yazıları, istatistikler ve mektuplar kitapta yer alıyor. Ayrıca tasarım olarak okunması kolay ve renkli bir kitap oldu. Röportaj yaptığın kurumlara dair örnekler verir misin? Röportajlar kabaca iki eksende toplanıyor. Gezi’de aktif faaliyetleri merak edilen gruplar; TMMOB, Taksim Dayanışması, Antikapitalist Müslümanlar, Devrimci Müslümanlar, LGBT, Sosyalist Feminist Kolektif. Diğer röportajlar ana akım medyadan ayrışan, direniş sürecinde tirajları ve reytingleri yükselen “alternatif” medya ve siyasi partiler; Ulusal Kanal -Aydınlık Gazetesi - İşçi Partisi, Sol Gazetesi -TKP gibi. Her kurumun Gezi’ye dair kendi de-
“Hafızamızı biriktirmenin hayati olduğunu düşündüm” diyen Eda Yiğit 31 Mayıs’tan itibaren tanıklıkları kaydetmeye başlamış...
neyim ve gözlemleri, örgütlenme biçimleri, Gezi öncesi ve sonrası yaşadıkları değişim var. Gezi Direnişi ve isyan sürecine dair senin değerlendirmelerin nedir? Tarihimizde yaşamadığımız türden bir olaya tanıklık ettiğimizi düşünüyorum. Gezi Direnişi sınıf temelli memnuniyetsizlikleri de kapsayan toplumsal bir hareket, kuvvetli bir kıpırdanma. Bu kıpırdanmanın Taksim’de filizlenmesi hiç şaşırtıcı değil. Taksim her zaman kozmopolit bir alandı. Örgütlü olan ve olmayanların Gezi’de var olma biçimlerini anlamaya çalışmak gerek. Direnişe dair,“orta sınıf isyanı”, “90 kuşağının uyanışı”, “Kürtler ya da işçiler örgütleseydi başka türlü olurdu” gibi yorumlar var. “İrili ufaklı örgütler bütün alanı posterlerle, kendi propagandalarıyla donatmasalardı örgütlenmeye mesafeli olanlar alana çekilebilir, daha kuvvetli ve kalabalık olabilirdi” diyenler
oldu. Topyekun siyasallaşmamış politik bir hareketten söz ediyoruz. Herkesin ortaklaştığı talepler vardı. Örgütsüz olmanın yüceltilmesinden öte, Gezi’nin boşaltılmasıyla şehre yayılan forumların, doğrudan demokrasi araçlarının geliştirilerek örgütlenmeye evriltilmesi gerektiğini düşünüyorum. Mahallende, iş yerinde, yaşam koşullarını iyileştirme, emeğinin karşılığını alma konusunda mücadele vermeden, ortak dili kurmadan başarıya ulaşabilmek imkânsız. Mevcut örgütlenme biçimlerinin, eskiye nazaran daha karmaşıklaşmış emek-sermaye çelişkisine karşı toplumsal hareketlerle bağını, kıvraklığını, kendini çağın koşullarına göre güncellemesini, kimlerle ittifak kuracağını değerlendirmesi ve özeleştiri yapabilme yetisini kazanması elzem. Gezi Direnişi, işçi sınıfı ve “beyaz yakalılar”a dair düşüncelerin nedir? Beyaz yakalıların direnişe katılımı konuşulan konulardan biriydi. “Turni-
Kasım 2013/20
İşçilerin Sesi
ünü gösterdik”
ğmen beyaz yakaların da işçileştiğini söyleyebiliriz. Gezi direnişini bilinçte bir uyanma hali olarak yorumlarsak, bunu örgütlenme bilincine evriltmek gerekiyor.
keler ayırır, meydanlar birleştirir” dediler. “Gündüz Clark Kent gece Superman” afişleri yapıldı. Plaza Eylem Platformu’nun kuruluşu sanırım 2008 yılıydı. “İş adamı ya da iş kadını değil işçi olduklarını göstermeye çalışıyorlar” yorumu yapıldı. Beyaz yakalıların fazla mesaileri, tam zamanlı ve düzenli çalışmıyor olmaları gibi özlük haklarına dair sorunlar direnişi desteklemelerini etkilediğini düşünüyorum. Bunlar forumlarda tartışıldı. NTV protestosunu beyaz yakalılar örgütledi. NTV emekçilerini eyleme çağırıp, canlı yayın yaptırttılar. “Barikatı Maslak Plazalarına taşıdık!”, “Büyükdere İsyanı!”, “AVM’lerden alışveriş yapıyoruz!”,“Gazeteni almıyoruz!”,“Bizi aptal yerine koyma!” dediler. Emek sermaye çelişkisinin karmaşıklığı ne kadar artarsa artsın, eğitim ve donanımına rağmen beyaz yakaların da işçileştiğini söyleyebiliriz. Ben kendimi de bir araştırma işçisi olarak görüyorum.
Bir “beyaz yakalı” olarak Gezi Direnişi ve isyan süreci geleceğe dair umutlarını artırdı mı? Çalışma hayatım üniversite yıllarında başladı. Akademisyenlerin doktora araştırmalarına destek için çalıştım. Belediyede, müzede, mimarlık şirketinde çalıştım. Yaşadığım genel sorun, içerikleri farklı olsa da güvencesizlikti. Bütçeler değişir, biter. Gelecek ay işten atılabilirsin. Karşılıksız fazla mesai yapmak, görev tanımının dışında çalışmak -ki nedense o tanım hiçbir zaman net bir şekilde yapılmaz. Sigortan geç başlatılır vs. Bir desteğin ya da dayanağın yoksa iş hayatı denilen şey boyun eğilmesi, katlanılması gereken bir çalışmaya dönüşür. Patronun ile ev sahibin arasında para aktarımını sağlayan bir aracıya dönüşürsün. Etrafında kredi kartlarıyla, kendine ait olmayan bir parayı harcamanın huzursuzluğuyla diken üstünde yaşayan insanlar olur. Kendi iç örgütlenmemi “öğrenilmiş çaresizlikler” üzerine kurmadım. Dünyanın, koşulların değişebileceğine, insanların ayılabileceğine, birlikte mücadele gücünün kavranabileceğine inandım. Bunu Gezi’de fiilen gördüm. Divan Oteli’nin önünde barikatların üzerinde “kurtarılmış topraklara hoş geldiniz” diye haykıran adamın nidalarıyla insanlar Gezi Parkı’na girdi. Kolektif bellekten hiç silinmeyecek olan bir travma ve coşku yaşadık. Arzularımız kabardı. Bastığımız toprağı, dokunduğumuz ağacı, soluduğumuz havayı değiştirdik. Gezi direnişi örgütlenmenin ve dayanışmanın gücüyle yaratabilecek sarsıntıyı somut olarak göstermiştir. “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mı? Yok, mümkünatı yok… Tarihe tanıklık ettiğini hisseden ve mekânı dönüştürebilen, mizahla sinir savaşı verebilen, gülmeyi bile ideolojik bir eylem biçimine dönüştüren, sesini duyurmaktan çekinmeyen, şiddeti, gözaltına alınmayı göze alabilen, kendi gibi olmayana kulak kabartabilmiş ve algısı değişmiş deneyimleri barındıran bir süreçten bahsediyorsak, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” İkinci bir tanıklık kitabı hazırlıyorum. Özeleştiriler, siyasi tartışmalar, psikolojik ve toplumsal çıkarımlardan oluşacak. Şimdiden haberini vermiş olayım. q N. CEMAL
9
AB İlerleme Raporu’nun özü:
Gezi ve iktidar Siyasi iktidar, demokrasi özürlü olduğundan, AB’nin eleştirilerine düşmanca tutum almaktadır.
A
vrupa Birliği’nin (AB), Türkiye 2013 İlerleme Raporu açıklandı. Her yıl tüm aday ülkeler için hazırlanan bu raporun diğerlerinden farkı, ilk defa bir faslın açılmasının ilerleme raporuna endekslenmiş olmasıydı. Çok önceden tarihi belirlenen, “Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu” faslının açılmasının yıllık rapordan sonraya ertelenmesi, AB uygulamaları için dahi bir ilkti. Raporun Gezi sürecinin ardından gelmesi ve bu süreçte, AKP hükümetinin, AB tarafından ağır biçimde eleştirilmesi, olağan raporun önemini arttırdı.
Raporda Neler Var? AB 2013 Türkiye Raporu, birçok ana başlıkta değerlendirmeler içermekle birlikte, esas olarak, demokratik işleyiş ve yasal değişiklikler üzerine kurulmuş durumda. Mayıs ve Haziran aylarında gerçekleşen Gezi Direnişi süreci, en çok işlenen konu olmuş. AB Raporunda, Gezi Direnişinin, Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarının demokratik karar alma süreçlerine katkı sunduğu için, desteklendiği belirtilmiş. Eylemlerin şiddet içermesi ise eleştirilmiş. Ancak eylemler boyunca, 1'i kamu görevlisi olmak üzere, 6 kişinin hayatını kaybettiği, hükümetin sert yöntemlerle olayları bastırmaya çalıştığı, en çok üzerinde durulan konu olmuş. 3500’den fazla kişinin polis tarafından gözaltına alındığı; aralarında Taksim Dayanışma Platformu’na katılan sivil toplum kuruluşu üyeleri de bulunan, 112 kişinin yargıç kararıyla tutuklandığı, bu kişilerin 108’inin bir terör örgütüne üye olmaları iddiasıyla gözaltına alındığı yani özetle sürecin yakından izlendiği ifade edilmiştir. Hükümetin alkollü içecek satışını sınırlandırdığı yasa, Büyükşehir Belediyeleri yasası ve Sayıştay yasalarında toplumsal eleştirileri dikkate almadığı ifade edilmiş ve “Hükümet, Mayıs ve Haziran aylarındaki gösteriler sırasında, uzlaşıdan uzak, vatandaşlar, sivil toplum ve iş dünyasını kutuplaştırıcı bir tutum içinde olmuştur.” ifadesi kullanılmıştır. Raporda yeni anayasa hazırlık süreci olumlu değerlendirilmişse de, 4. Yargı Paketi ve hükümetin 30 Eylül'de açıkladığı Demokrasi Paketi yetersiz bulunmuş. Anayasa yapım sürecinde
vatandaşlık tanımı, güçler ayrılığı gibi önemli konularda uzlaşı sağlanamadığı belirtilmiş. Uludere olayının halen aydınlatılmaması eleştirilmiş, “Sendikaların gelişimini engelleyen unsurlar ortadan kaldırılmalı, kamu işçileri sendikaları hakkında kapatılma davaları açılması önlenmelidir” ifadesi rapora dâhil edilmiş. Hükümetin basın üzerindeki baskısı ve muhalif gazetecilerin işten çıkarılması sonucu, basın içerisinde oto-sansürün geliştiği ve bu durumun tehlikeli olduğu ifade edilmiş. Kürtlerle yürütülen barış görüşmeleri olumlu olarak değerlendirilmiş, PKK'nın yurt dışına çıkarken güvenliğinin sağlandığı, Abdullah Öcalan ile milletvekillerinin görüşmesine izin verildiği ifade edilmiştir. Ancak KCK yargılamalarının devam ettiği ve yüzlerce Kürt politikacının tutuklu bulunduğu vurgulanmış. Kıbrıs konusu yeniden gündeme getirilmiş ve hükümetin, Güney Kıbrıs'ın, Akdeniz’de petrol ve doğal gaz aramasına karşı yürüttüğü politika eleştirilmiş, malların serbest dolaşımına izin vermediği için ikili anlaşmalara uymadığı ifade edilmiştir. AKP'nin AB'ye Bakışı Başbakan'ın geçen Mayıs ayında söylediği, “bizi yıllardır kapısının önünde bekleten AB, bu politikasını değiştirmezse biz de Şanghay İşbirliği Örgütü'ne katılırız” ifadesi, AKP'nin konuya bakış açısını ortaya koyuyor. AB projesi ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, bu örgüt, dünyadaki diğer uluslar arası örgüt ve kurumlardan farklı olarak, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konularına özen göstermektedir. Zaten bu yüzden AKP, AB'ye karşı mesafeli bir tutum sergilemektedir. Zira AKP, icraatları konusunda, AB ve topluma hesap vermek istememektedir. Hükümetin AB Bakanı Egemen Bağış’ın, 2013 İlerleme Raporunu değerlendirirken kullandığı, “acaba üye ülkelere rapor verilse nasıl olur” ifadesinden, eleştiri kabul etme konusunda ne kadar burnu büyük oldukları ortaya çıkmaktadır. Gezi sürecinde de, Başbakanın dilinden düşürmediği, “sizden izin mi alacağız” tavrı bunun göstergesidir. AKP hükümeti demokrasi özürlüdür. Bunu da gizlememektedir. q İlkay ÖNGÖREN
10
İşçilerin Sesi
Kasım 2013/20
“Van Bayram Otel’de devletin ihmali var” Anayasa Mahkemesi, Van'da 24
kişiye mezar olan Bayram Otel’de hayatını kaybeden Selman Kerimoğlu'nun eşi ve çocuklarına 20 bin lira tazminat ödenmesini kararlaştırıldı. Bu karar otelde ölen 23 kişinin aileleri için ve "Devlet yetkililerinin ihmali nedeniyle açılacak ölüm" davalarında da örnek teşkil edecek. Van'da 23 Ekim 2011’de yaşanan ve çok sayıda kişinin ölümüne neden olan depremin ardından, hasar görmesine rağmen Bayram Oteli faaliyetine devam etti. 9 Kasım 2011 günü yaşanan ikinci depremde Bayram Otel de çöktü ve 24 kişi hayatını kaybetti. Olayda eşi Selman Kerimoğlu'nu kaybeden Serpil Kerimoğlu ile üç çocuğu, hasarlı Bayram Otelini kapatmayarak 24 kişinin ölümüne yol açtıkları iddiasıyla Van Valisi, Van Belediye Başkanlığı, Afet Acil Durum Yönetimi yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulundu. Yargıtay suç duyurusunu işleme koymadı. Danıştay’a yapılan itiraz da sonuçsuz kaldı. Aile, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yaptı. Mahkeme, aileye 20 bin lira tazminat ödenmesini kararlaştırdı. q İşçilerin Sesi - Haber
AKP Ayvalık Parkı’ndan vazgeçmiyor Türkiye’nin en büyük tabiat parkı
olan Balıkesir'in Ayvalık ilçesindeki Ayvalık Adaları Tabiat Parkı’nda Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nca yapılan revizyon çalışması tepki topladı. Ayvalık Adaları Tabiat Parkı 2004 yılı planları, 2009 yılında revize edilerek sermaye gruplarının hizmetine açılmak istendi. Buna karşı Danıştay nezdinde çok sayıda dava açıldı. Danıştay 6. Dairesi davaları haklı buldu ancak Çevre ve Şehircilik Bakanlığının temyiz etmesi nedeniyle davanın sonucunun beklenirken aynı içerikte bir plan yapılarak Ayvalık Adaları Tabiat Parkı planları hukuka aykırı olarak revize edildi. Danıştay’ın iptal ettiği hükümler yeni plana da kondu. q İşçilerin Sesi - Haber
Nedir bu yol meselesi? İstanbul’da Taksim’in simgesel değeri gibi, ODTÜ de Ankara’nın simgesidir.
1
8 Ekim’de Çevik Kuvvet ve Ankara Büyükşehir Belediyesi ODTÜ’ye gece yarısı baskını yaptı. İki ay önce ‘sadece 300 ağaç keseceğiz’ diyen Melih Gökçek, 2.300 ağacı yıktı. Ankara Büyükşehir Belediyesi, ODTÜ’deki ormanı ‘1. Derece Doğal Sit Alanı’ ilan eden planın askı ve itiraz süresi dolmadan, öğrenciler bayram tatilindeyken projenin ODTÜ içinde kalan kısmını açmış oldu. Gezi Parkı için de hukuki süreç devam ederken, parktaki ağaçlar gece yarısı yıkılmak istenmişti. Gezi direnişinde olduğu gibi, ODTÜ’ye destek eylemleri de pek çok şehirde devam ediyor. 100. Yıl ve Çiğdem mahalleleri sakinlerinin ve ODTÜ öğrencilerinin karşı çıktığı, Melih Gökçek’in hakkında “neden halka soracakmışım?” dediği bu ‘yol meselesi’ gerçekte nedir? ODTÜ sınırları içerisinden geçirilmesi planlanan iki adet yol vardır. Birinci yol için ODTÜ itiraz etmiş ve Danıştay itirazı kabul ederek, yolun açılmasına izin vermemiştir. İkinci yol ise, son ay-
lardaki olaylara sebebiyet veren ve 1994 yılındaki planlarda görülen yoldur. Bu yol 2007'de AKP’nin İstanbul’dan sonra Ankara için de uyarladığı 2023 yılı hedefi takıntısı ile "Ankara Nazım Planı 2023"e eklenen yoldur. O dönemde bu yol planlanırken Ostim ve İvedik Organize Sanayi Bölgesi gibi çalışma alanları ile Dikmen, Öveçler, Sokullu, Çankaya, Oran Sitesi, Ayrancı, Seyranbağları ve Kırkkonaklar gibi konut alanlarının kent merkezine uğramaksızın bağlantısını sağlamak amacıyla tasarlanmıştı. Yanlış politikaların sonucu Ancak, Melih Gökçek’in, dolayısıyla AKP zihniyetinin yaklaşık 20 yıldır şehirde uyguladığı yanlış ulaşım politikaları sonucu, yol bu haliyle yapılırsa amacı dışında hizmet edecektir. Tartışmalı yolun ODTÜ sınırları içine girdiği bölüm, 1995 yılından bu yana 1. Derece Doğal Sit Alanı olarak koruma altındadır. Rektörlüğün tespitlerine göre 3.000’in üzerinde ağaç bulunmaktadır.
Bir alanın “doğal sit” ilan edilmesiyle birlikte yasal olarak bu alanda var olan tüm imar planı kararları geçerliliğini yitirir. Dolayısıyla ODTÜ’deki ağaç yıkımı ve yol yapım çalışmaları hiçbir plana dayanmaksızın, hukuksuz bir biçimde gerçekleşmiştir. Şehir Plancıları Odası, Mimarlar Odası ile birlikte ODTÜ yolu için hukuki süreci başlatarak yürütmeyi durdurma ve iptal istemli dava açtı. ODTÜ arazisi, 100. Yıl ve Çiğdem mahallelerinden geçerek Eskişehir Yolu’nu Konya Yolu’na bağlayacak bağlantı projesinin kentteki trafik sıkışıklığını çözmeyeceği, karayolu dışındaki ulaşım planları hayata geçirilmediği takdirde kentteki sorunun büyüyeceği vurgulandı. Ormanı yok etmeye gerek kalkmadan bir tünel ile bağlantı yaparak bu yol sorununu çözmek mümkünken, bu çözüm AKP’nin siyasi rantına yaramayacaktır. Çünkü, İstanbul’da Taksim’in simgesel değeri gibi, ODTÜ de Ankara’nın simgesidir. q Aysun KOCA
İstanbul forumları ODTÜ için yürüdü Yoğurtçu Parkı Forumu’nun önerisi ve diğer forumların desteğiyle İstanbul Forumları ODTÜ’deki ağaç katliamını kınamak için yürüdüler ve fidan dikitiler. ODTÜ ile dayanışma eylem ve yürüyüşünü Taksim Dayanışması da destekledi ve çağrı yaptı. Ortak karar üzerine yaklaşık bin kişilik bir kitle Kadıköy - Boğa Heykeli önünde toplandı. “Diren ODTÜ İstanbul Seninle!, Faşizme Karşı Diren ODTÜ - Yoldaşların Seninle!, Deniz’lerin Diktiğini Melih’lere Kestirmeyiz!, İsyan İnsanlaştırır Örgüt Özgürleştirir!” slogan, döviz ve pankartlarıyla yürüyen kitle Bahariye Caddesi’nden Moda havuzuna geldi. Sloganlar
eşliğinde Kadıköy’ün ara sokaklarında dolaşarak çağrı yapan kitle Kuşdili Çayırı’na ulaştı. Yürüyüşle birlikte kitlesellik de arttı. Çevrede bulunanlar alkış ve sloganlara destek verdi. Evlerin camlarından balkonlarından tencere tava çalarak destek sesleri yükseltildi. “Her Yer ODTÜ Her Yer Direniş!, Diren ODTÜ İstanbul Seninle!, Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz!, Katil Polis ODTÜ’den Defol!, Melih Gökçek Elini ODTÜ’den Çek!, Bıji Bıratiya Gelen!” sloganlarıyla dayanışma yükseltildi. Dayanışma ODTÜ ile sınırlı kalmadı ve Rojava’da unutulmadı: “Diren Rojava Kadıköy Seninle!, Bıji Berxwedana Ro-
java!” sloganları atıldı. Gezi Direnişi ve isyan sürecinde polisler tarafından öldürülen Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan ve Lice’de askerler tarafından öldürülen Medeni Yıldırım’ın yanı sıra İstanbul Gülsuyu’nda uyuşturucu çeteleri tarafından öldürülen Hasan Ferik Gedik de anıldı. Kuşdili Çayırı’nda sona eren yürüyüşün ardından ODTÜ’de gerçekleştirilen ağaç katliamını protesto etmek için İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından otopark olarak kullanılan asfaltlı alan kazıldı ve fidan dikildi. q İşçilerin Sesi - Haber
Kasım 2013/20
İşçilerin Sesi
11
AKP’nin ‘metro’ yalanları 9 senede yaptığınız 96 km metro’yu artık başarı hikâyesi olarak anlatmayın! Toplam 700 km metro yapacağız deseniz de, yanında yüz binlerce ağaca kıyarak 3. Köprü’yü yaptığınız için inandırıcı olamıyorsunuz.
S
on günlerde İstanbul’un dört bir yanındaki panoları, bindiğimiz toplu taşıma araçlarını bir reklam sardı: Her Yerde Metro, Her Yere Metro. ‘Her yerde rant her yere rant’ Reklamlara göre 2004 öncesinde, Recep Tayyip Erdoğan ve Ali Müfit Gürtuna’nın İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı olduğu dönemde, sadece 45 km metro yapılmış. 2013’te, yani 9 sene içinde, Kadir Topbaş metro hattını 141 km’ye çıkarmış. Vaatler reklamlarla devam ediyor: İstanbul Topbaş’ı seçerse, 2019’da 400 km, 2019’dan sonra kim bilir ne zaman 776 km metro hattına sahip olacakmış! Özeti, Kadir Topbaş 9 senede 96 km metro yapmış, önümüzdeki 5 senede 259 km metro yapacağını iddia ediyor. Madem 5 senede 250 km metro yapılabiliyordu, neden 9 senede yapmadınız? 9 senede yaptığınız 96 km metro’yu artık başarı hikâyesi olarak anlatmayın! Metro nedir? 2013’te 141 km metro diye sunulan raylı sistem ağı aslında teknik anlamıyla “metro” değildir. Afişlerdeki rakamlara dahil edilen metrobüs metro değildir, İstiklal Caddesi üzerindeki tramvay metro değildir, Kabataş’taki tünel metro değildir, Eyüp’teki teleferik metro değildir. Bir şehirde yüzeyden giden sistemlerin hiçbirisi gerçek anlamıyla metro değildir, ama AKP reklamlarındaki hesaplarda hepsini kullanmıştır ve hala metro yaptık-yapacağız diyerek yalan söylemektedir. Sizin ‘şu kadar km metro yaptık’ diye verdiğiniz rakamların tamamı raylı sistemdir, metro ile aynı hızda gitmezler. Önceki açılışlardan yalanlar Geçen sene Kadıköy-Kartal metrosu istasyonların kaba inşaatı bitmeden, yaya bağlantıları, engelli erişimleri tamamlanmadan, alelacele açılmıştı. Bu hattın yapımına 7,5 yıl önce başlanmıştı. Açılışının üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, sistemde hala eksiklikler olduğu görülüyor. Marmaray’ın Üsküdar-Yenikapı arasındaki bölümü açıldı. Bu açılış da yine aceleye getirilerek, seçim yatırımı malzemesi olarak kullanılacak. Ama açılıştan önce Sinyalizasyon ve Haberleşme Sistemleri Uzman Baş Mühendisi "trenler nerede nasıl hangi hızda ilerlemekte bi-
Birçok eksikle faaliyete geçirilen Marmaray’da, ilk arıza, hizmete girdiği 30 Ekim sabahında yaşandı. Saat 08.15 sıralarında elektrik kesintisi oldu. Elektrikleri kesilen Marmaray, Boğaz’ın 65 metre altında mahsur kaldı. Yolcular trenden inerek yolu yürüyerek tamamlamak zorunda kaldı. Öğle saatlerinde ise bu kez kapı arızası
nedeniyle seferler tamamen durdu. TCDD, yolcu yoğunluğunu bahane ederek Sirkeci İstasyonu'nda trenlere duruş vermedi. Kendilerini Üsküdar'da bulan yolcular şaşkınlık yaşadı. Bu arada Üsküdar İstasyonu'ndaki yürüyen merdivenlerden birisi aşırı yoğunluk nedeniyle arıza yaptı. Merdivenlere binen onlarca yolcu arıza
nedeniyle yolun yarısında kaldı. Merdiven çalışmayınca vatandaşlar yürüyerek çıkmak zorunda kaldı. Merdivenlerin ortasında kalan bir kadın yolcu ise dakikalarca merdivenleri çıkmak için uğraştı. Öğle saatlerinde ise Anadolu - Avrupa yakası arasındaki seferler kapı arızası nedeniyle durduruldu. Yaklaşık bir saat süren arızanın ardından seferler tekrar başladı. TCDD’den yapılan açıklamada seferlerin durmasının nedeninin aşırı yoğunluk ve trene ilk defa binen bazı yolcuların 'acil durum butonuna' basmasından kaynaklandığı belirtildi. Yetkililer, yolculardan sürekli gel-git yapmamalarını istedi. Ancak günde 1 milyon yolcu taşımak üzere inşa edilen Marmaray’da, 300 bin yolcunun geldiği ilk günün yoğunluk olarak değerlendirmesi, sistemin hazır olmadan açıldığının göstergesi oldu.
linemeyecek, dolayısıyla acil bir durumun varlığı gerek görsel gerek işitsel olarak anında izlenemeyecektir." diye uyardı. Bir kaza olursa 2004 yılında Ankaraİstanbul arasında hızlandırılmış tren seferi kazasında olduğu gibi makinist suçlu olur, konu kapanır. 10 yıl önce Pamukova’da yetersiz altyapıya rağmen aceleyle açılan sistemde meydana gelen kazada 41 kişi yaşamını yitirmiş, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım yoğun kamuoyu baskısına rağmen istifa etmemiş veya görevden alınmamıştı.
gibi hesaplar yapılıp, 2019’dan sonra sisteme eklenince, çok iş yapmış gibi görünüyorlar. Kadir Topbaş henüz aday olmadan propagandaya başladı, yaptıkları reklamlarla halkı yanıltmayı iyi biliyorlar. Üstelik reklamların parasını da bize ödetiyorlar. Metro reklamlarının masrafı 2 milyon dolar tutmuş, bu masrafın bir kısmı belediye bütçesinden yani bizim cebimizden çıkarken, ihalenin bir kısmını da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı ve kardeşinin yönetim kurulu üyesi olduğu Çalık Grubu’nun şirketi olan Turkuvaz Reklam ve Pazarlama Şirketi almış. Neden AKP reklamlarının parasını biz ödüyoruz?
Kadir Topbaş’ın görünürlüğünde 9 yıl, yaklaşık olarak 19 yıldır AKP zihniyetinin yönettiği İstanbul’un toplu taşıma sistemi iflas etmiştir. Toplamda 700 km metro yapacağız deseniz de, yanında yüz binlerce ağaca kıyarak 3. Köprü’yü, Uzunçayır’dan başlayıp Kazlıçeşme’de yüzeye çıkacak ve Tarihi Yarımada’nın tam içinden geçecek daha fazla otomobil için Avrasya Tüp Tüneli’ni yaptığınız için inandırıcı olamıyorsunuz. Bunca yıldır İstanbul’un trafiğini raylı sistem kurtarır diyen bilim insanlarını görmezden gelip, seçimlere 5 ay kala yaptığınız bu reklamlar sadece halkın cebinden çıkan paralar olarak kalacaktır. q Aysun KOCA
> Hükümetin
Marmaray şovu elinde patladı
AKP halkı kandırıyor Mevcutta var olan banliyö hattı reklama dâhil edilmiş. 2004’ten önce var olan 75 km’lik banliyö hattı yokmuş
12
İşçilerin Sesi
Leroy Merlin grevi kazanım ile sona erdi 12 bin tekstil işçisinin grevi
başarıyla sona ermişti. İkramiye ve mesai ücretlerinde kaybettiklerini geri kazanmışlardı. İskenderun Demir Çelik işçileri de geçmiş yıllarda kriz sebeiyle verdikleri tavizlerin bir kısmını grev yaparak geri aldılar. Son olarak da Fransız sermayesine ait Leroy Merlin işçileri, Ankara ve Bursa mağazalarında 3 Ekimde başlattıkları grev, 16 gün sonra kazanımla sona erdi. DİSK’e bağlı Sosyal-İş Sendikasına üye Leroy Merlin işçileri, yapı marketlerde ilk grevi gerçekleştirdiler ve toplu iş sözleşmesinin üç yıllık olmasını, sendikal hakların ve iş güvencesinin geliştirilmesini, çalışma koşullarının iyileştirilmesini, işçilerin ücretlerindeki erimeyi telafi edecek bir ücret artışı yapılmasını ve işçilere yeni sosyal yardımlar sağlanmasını talep ettiler. Patron ise, bir yıllık yüzde 4,5 oranında ücret artışı önermekle sınırlı kalmıştı. Özellikle toplu iş sözleşmesinin bir yıllık olmasında ısrar etmesi de “sendikasızlaştırma” anlamına geliyordu. Grevin 16. Gününde, işçilerin kırmızıçizgisi niteliğindeki “üç yıllık toplu iş sözleşmesi” kazanıldığı gibi, birinci yıl için yüzde 6, ikinci ve üçüncü yıl için enflasyon oranında ücret artışı elde edildi. Yol ve yemek yardımları korundu, 500 TL tutarında sosyal yardım paketi kazanıldı. İşyeri Kurulu konusunda anlaşma sağlandı ve iş güvencesi, çalışma koşulları ve idari haklarda işçiler de söz sahibi oldu. İşçiler, grevin ilk gününden itibaren “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”, “AVM’nin kaderi sendikayla değişir” sloganını tekrar etmiş, ısrarlı ve kararlı bir mücadeleyle, patronlara geri adım attırmıştır. İşçilerin son 12 yıldır ekonomideki “iyileşme”ye karşılık haklarında yaşadıkları “kötüleşme” karşısında grevlere başvurması ve hak almaları, önümüzdeki dönemin bir mücadele dönemi olma ihtimalini artırıyor. Dolayısıyla, işçi sınıfının başarısını daim kılmak, işyerleri ve fabrikalar zemininde örgütlü işçilerin sayısını ve gücünü artırmaktan geçiyor. q Seyfi ADALI
Kasım 2013/20
“Kazova olayı” nedir, Kazova Tekstil Direnişinin politik önemi, patronlar olmadan da üretimin sürebildiğini
İ
stanbul-Bomonti’de bulunan, doksanı aşkın işçinin çalıştığı, Kazova Tekstil işyerinde uzun zamandır ücretlerini alamayan işçiler, patronun işyerini terk etmesi üzerine, alacakları için direnişe geçtiler. İşçilerin ücret dışında birikmiş kıdem tazminatı ve diğer alacakları da vardı. Bir süre fabrika içinde ve önünde direnip haklarını isteyen işçilerden bir bölümü, daha sonra üretimi sürdürmeye karar verdi. Ürettikleri ürünleri satarak alacaklarını tahsil etme yoluna gittiler. Demokratik kamuoyunun da desteğiyle bunda bir ölçüde de başarılı oldular. Direnişçi 12 işçi, avukat desteğiyle, alacakları için patronu icraya vererek, makinelerden bir bölümüne, icra yoluyla el koydu. Şimdi kooperatif biçiminde örgütlenerek üretimi sürdürmeye karar verdiler ve makineleri, kiraladıkları bir başka işyerine taşıdılar. Kazova işçilerinin bu pratiği, işçi sınıfı mücadelesinde bir ilk değil. Benzeri deneyimlerden en ünlüsü, 1969 yılında gerçekleşen, Çorum-Alpagut maden işçilerinin direnişidir. O zaman da, 73 gündür ücretlerini alamayan işçiler, madeni işgal ederek, işletmeye başladılar. Bir ay içinde üretimi, önceki döneme göre, yüzde elli oranında arttırdılar. Bu dönemde, bölge esnafı ve
tüccarın da desteğiyle, peşin satışlar beş kat arttı. Bu duruma tahammül edemeyen ve yaşananların işçi sınıfının diğer kesimlerine “kötü örnek” olacağını düşünen patron ve politikacılar, Ankara’dan jandarma gönderilmesini sağlayarak, işçileri madenden çıkarttılar. Daha sonra bu deney, bir tiyatro oyunu yazılıp sergilenerek, kamuoyunun genişçe bir kesimine anlatılmıştı. Benzer işçi direnişleri içinde, “Alpagut Olayı”nın en fazla bilinmesini sağlayan
gelişme buydu. Yoksa aynı dönemde, İstanbul’da Güntherm ve Kaya Cam işyerlerinde de benzer nitelikte işçi eylemleri gerçekleştirilmişti. Kazova’dan “komünizm” çıkmaz! Bütün bu işçi direnişlerinde temel motif, işçilerin patronlardan alacaklarını tahsil etme ve mevcut işlerinde çalışarak yaşamlarını sürdürme kaygısıdır. Yoksa işçilerin, ne patron olma arzuları ne
1969 yılında 73 gün ücretlerini alamayan Çorum-Alpagut maden işçileri madeni işgal ederek, işletmeye başladılar. (Üstte) Kazova Tekstil işçileri de, alacakları için patronu icraya vererek makinelerden bir bölümüne el koydu ve üretime başladı. (Yanda)
Punto Deri direnişi bölgede
İ
stanbul Zeytinburnu’nda bulunan Punto Deri fabrikasında sendikal örgütlenme sebebiyle işten çıkarılan 19 işçi yaklaşık üç aydır direnişteler. Deri-İş, işyeri temsilcisi Ramazan Aygün ve Hülya Alptekin’in, sendikal faaliyetlerinden ötürü 2 Ağustos'ta işten atılmaları direnişi başlatan süreç olmuş. İşçilerin Sesi gazetesi adına, mağaza ve fabrika önünde direnişlerine devam etmekte olan işçilerle görüştük. Zeytinburnu, geleneksel olarak deri işçilerinin barındığı bir yer. Punto ise dünyanın en prestijli-pahalı markalarına üretim yapan bir firma. Punto’da her türlü deri işleniyor. Mağaza önünde direnişte olan işçilere, vitrindeki bir giysiyi soruyoruz. Balık derisi olan giysinin en az 30 bin $ olduğunu öğreniyoruz. Bu da bir şey mi, ünlü bir şahsiyete 52 bin Euro değerinde vizon kürk dikmişlikleri varmış. İşçiler, işlemesi zor olan balık, yılan, timsah, vizon gibi hayvanlardan
yaptıkları giyeceklerin dünyanın en kaliteli işçiliğiyle üretildiğini söylüyorlar. Bu ustalığa ulaşabilmek için çıraklıktan yetişmek gerektiğini, bu türden usta işçilerin sayısının az olduğunu belirtiyorlar. Fabrika önünde direnişte olan usta işçilerden birisi, bu
durumu şu şekilde aktarıyor: “Ben en genç ustayım, yaşım 33. Patron bizim ürettiğimiz mallardan çok para kazanır, bir kuyumculuk iki de bizim sektör çok kârlı bir sektördür. Ben iki saat çalıştığımda, maaşımı hak ederim. Geri kalan saatler patrona çalışırım. Çırak-
Punto işçileri, “Çevre fabrikalardan bize destek olanlar var, bizim fabrikamızdan da bize destek veren işçiler var,” diyerek mücadele azminden bir şey kaybetmediklerini, direnişe devam edeceklerini söylüyorlar.
Kasım 2013/20
İşçilerin Sesi
13
ne değildir... göstererek, sosyalizm fikrini güçlendirmesindedir. de işyerini patrondan daha iyi yönetebileceklerini ispatlama gibi hedefleri vardır. Ancak bu deneylerin politik önemi, patronlar olmadan da üretimin sürdürülebildiğini göstermesi, üretim sürecinin devamı için patronların varlığının zorunlu olduğu yönündeki burjuva düşünürlerin yalanını deşifre etmesidir. Yoksa bu deneylerden kalkarak, kapitalist toplum içinde sosyalist üretim ilişkilerinin temellerinin atılacağı ve ge-
lişebileceği fikri, boş bir hayal, ciddi bir politik yanılgıdır. Çünkü kapitalist toplumda, üretim birimlerinin yaşamasının ön koşulu bunların kapitalist kurallara göre yönetilmesidir. On iki Kazova işçisi, bir kooperatif şeklinde örgütlenip üretimi sürdürmeyi planlamaktadır. Kooperatifler küçük üretici birlikleridir ve kapitalist niteliğe sahiplerdir. Böylece daha başından itibaren hem patron hem de işçi, yani bir esnaf ya da zanaatkâr konumuna sahiplerdir. Bu özellikleriyle, sınıfsal olarak, birer küçük burjuvalar. Şanslarının yaver gittiği ve işlerini genişletmeleri gerektiği düşünüldüğünde ise, ya işçi çalıştırmaya başlayarak, patron yanları öne çıkacak, ya da yeni ortak alarak, büyüyen bir kapitalist işletme hüviyeti kazanacaklardır. Kaldı ki sistemin ekonomik ve siyasi işleyişi ortadadır. Her gün küçük üreticilerin ve üretim birimlerinin kapitalist tekeller tarafından ortadan kaldırıldığı ya da kendilerine bağımlı kılındığı bilinen bir gerçekliktir. Ayrıca bir bütün olarak ülke ekonomilerinin, siyasi nedenlerle, ambargoya tabi tutularak felç edildiği günümüz koşullarında, küçük işçi işletmelerinin yaşam şansı bulacağını düşünmek, siyasi açıdan da tam bir aymazlıktır. q Necdet SEÇER
işçilere umut oldu lıktan yetiştiğimiz için çok iyi biliriz, o 50 bine satılan kürkün en iyisi 4 bin 5 bin eder, her şeyini içine katın, maliyeti taş çatlasın 5 bin eder. Geri kalan patrona kârdır.” “Çocuğumun doğumda bile izin vermediler” Punto işçileri, patrona muazzam bir servet kazandırdıkları halde, çok uzun yıllar boyunca süresi belli olmayan mesailerle, izin haklarından mahrum olarak çalışmışlar. 08:00’de başlayan mesaileri, çoğu zaman 22:00’ye kadar devam ediyormuş. Üstelik patron işçilere servis hizmeti de sağlamıyormuş. Fabrika önünde direnişte olan bir işçi, çalışma şartlarını şu şekilde aktarıyor: “Ayda bir gün Pazar günleri çalışmazdık. Bir arkadaşımın eşi doğum yaparken bile izin alamadı, ‘sen mi doğuracaksın’ denilerek aşağılandı. Yıl sonuna kadar izin yapmayacağım diye kağıt imzalatırlardı. Yıllık izinlerin pa-
rasını da alamazdık. Bu kadar yoğun çalışılan bir fabrika; ama patron bizi ‘iş yok’ gerekçesiyle işten çıkardı. Sendikal faaliyetten ötürü işten çıkarmış gibi görünmesin diye, yalan söyledi.” Fabrikanın önünde direnişte olan işçilerden bir diğeri, mücadelelerinin diğer işçiler üzerindeki etkisini, şu şekilde aktarıyor: “Çevredeki tüm fabrikaların gözü üzerimizde. Biz direnişe başlamadan önce bordrolarda ücretlerimiz asgari ücretin altında gösterilirdi. Toplam çalışma saatlerimiz 18 gün olarak gösterilirdi, yani part time çalışıyor gösterilirdik. Hem Punto’da hem de civardaki fabrikalarda artık patronlar bordroda en azından çalışma saatlerini düzgün göstermeye, izin günlerini kullandırmaya başladılar,” diyor, diğer bir işçi “On yıldır bordro görmemiştik, bize bordro vermeye başladılar, o zaman part time çalışan olarak göründüğümüzü anladık,” diye ekliyor. q Cem AVCI
Kıdem Tazminatı Fonu işçinin parasını çarçur edecek: Fona Hayır! Kıdem Tazmitanı Fonu ile hükümet bütçe açıklarını kapatacak, patronlar teşvik alacak! Ücretler ve haklar yetersiz. Çalışma ve yaşama koşularımız daha iyi değil. Patronlar İş Yasalarına uymuyor. Yetmezmiş gibi, 75 yıldır geçerli olan kıdem tazminatı hakkımıza da göz diktiler. Kıdem tazminatımızı elimizden alıp Fon’a devretmek istiyorlar. Zorunlu Tasarruf Fonu, İşsizlik Fonu gibi, işçinin parasıyla hükümet açık kapatacak, patronlar teşvik alacak. Olan işçiye olacak! Bu planı bozalım! Tazminat ödememek bugün suç. Mahkemeye vererek tazminatımızı alabiliyoruz. Hükümet işçiyi düşünse, tazminat ödemeyen patronlara ağır ceza veren yasa çıkartırdı. Aksini yapıyor. 30 günlük kıdemi 3’te birine indirmek istiyorlar Fon Tasarısıyla ne yapmak istiyorlar? Bir yıl çalışan işçi, 30 günlük kıdem, 4 haftalık ihbar tazminatı hakkına sahiptir. Hükümet ve patronlar, 30 günü 11 güne çekmek istiyorlar. Fonla birlikte patronlar ayda sadece yüzde 3’lük prim ödeyecek. Yani 12 ayda yüzde 36 eder. Maaşımızın üçte biri demektir. Bugün bir yıl çalışan işçi 1 aylık brüt maaş tutarında tazminat alırken, fondan sonra 3 yıl çalışan 1 ay maaş tutarında tazminat alacak. Brüt mü net mi o da belli değil. Üstelik ihbar tazminatı ortadan kalkacaktır. Bugüne kadar çalışanların tazminatı ne olacak, belli değil? Bugün bir işçi, işyerinin taşınması, işçinin askere gitmesi, kadın işçinin evlenmesi, 15 yıl hizmetle 3600 gün
çalışmış olması, işyerinde çalışma koşullarında değişiklik yapılması, işverenlerin işçiyi taciz etmesi gibi yirmiye yakın nedenle Kıdem Tazminatını alma hakkına sahip. Diyorlar ki, patronlar tazminat ödemiyor, fona devredilirse herkes tazminat alacak! Ne zaman? Sadece emeklilik ve ölüm durumunda! Patronlar istediği zaman işten çıkarabilecek Bugün patronlar işçi atarken, kıdem tazminatımızı ödemek zorunda. Fon’dan sonra, patronların tazminat sorumluluğu olmayacağı için, istediği anda, istediği sayıda işçiyi kolayca işten çıkartabilir. “Kıdem tazminatını git fondan al” diyecekler! İşten çıkartma serbest kalınca, işçide huzur kalır mı? Geleceği belirsiz bir işte kim rahatça çalışabilir? Hak arama mücadelesine giren işçiyi bir gün tutmazlar. Kıdem Tazminatı Fonu işçinin lehine bir düzenleme değildir. Patronları kayırmaktadır. Fonda biriken paralar da hükümet sıkıştıkça bütçe açıkları için kullanılacaktır. Fonda yıllarca biriken para enflasyonla kuşa dönecek, emeğimiz, alınterimiz çarçur edilmiş olacaktır. Buna izin veremeyiz. Yine de bir türlü fon yasası çıkmıyor. İşçinin tepki göstermesinden çok korkuyorlar. Bu gidişe sessiz kalamayız, kalmamalıyız! Haklarımızı korumak için birleşelim, örgütlenelim. Hükümetin ve patronların enselerinden işçilerin korkusunu eksik etmeyelim. q Fabrika Bültenlerinden
14
İşçilerin Sesi
Hırsızı yanlış yerde aramayalım Çikolata çaldı diye, birileri
işçiyi içeriye bildirmiş. İşçiyi çıkardılar. Çıkış nedeni “hırsızlık”. Kuşkusuz hakkımız olmayan bir şeye el sürmek kabul edilemez. Ancak, yanımızdaki arkadaşımızın yaptığını görürken, patronun bizden çaldıklarına sessiz kalınması büyük çelişki değil mi? Asgari ücretle bu devirde geçinmek mümkün mü? Asıl hırsız, emeğimizi sömürüp karşılığını vermeyenlerdir. Nitekim iş yasalarına uymak zorunda olduğu halde uymayan patron. Yasa, iki günden fazla rapor aldığımızda, iş göremezlik parası ödenir, diyor. Bu iki günün parası ödenmez ama mesai saatinden de kesilemez. İş yerinde iş yasaları mı geçerli patronun yasaları mı? İş yasalarına uyun. İşçiyi aç açına çalışmaya zorlayan yine patron. Sabahları kahvaltı yapmak istiyoruz ama fırsat verilmiyor. Dışarıdan yiyecek getirmek yasak. İmalattan çikolata, fındık fıstık çıkartamadığımıza göre, öğlen yemeğine kadar acıkıyoruz. Çalışmak dışında her şey yasak olmamalı. Mesaide verilen simit poğaça kahvaltıda da verilsin. Bir keyfilik de ikramiyelerde var. Yılı dolmayanlara ikramiye verilmedi. İkramiye alacağını bekleyip de alamayan işçilerin morali bozuldu. İkramiye her işçinin hakkıdır. Çalıştığı süre kadar ikramiye almalıdır. Kurban parası her işçiye verildiği gibi, ikramiyeler de verilmeli. Umarız gelecek bayramlarda bu sorun yaşanmaz. Patronun yalakası da bazı ustalar. Nitekim, işten çıkarılan işçiler onlara selam bile vermiyor. Bu herkesin dikkatini çekti. Onlar da bunun farkında. Ama anladılar mı, anlayacak kapasiteleri var mı, sanmıyoruz. Kendini işyerinin patronundan da patron gören bazı ustaların, işçinin gözünde bir değeri olur mu? İşçilerin çoğu onların yüzünden işten çıkıyor. Bunu da patron biliyor mu, bilmek ister mi, o da meçhul. İşçinin ekmeğiyle oynayana insan olan selam vermez! q (G.Kemerli)
Kasım 2013/20
Tüm Bel-Sen’de bölünme Politik sebepler yüzünden ya da kişisel çıkarlar uğruna işçileri bölmeye çalışanlara karşı mücadele etmek, bizim güncel görevimizdir.
G
eçtiğimiz ay, Tüm Bel-Sen’in 23 yıl başkanlığını yapmış olan Vicdan Baykara’nın Genel Başkanlıktan alındığına dair haberler basına yansımıştı. Bunun üzerine Vicdan Baykara, “Bana 4–5 kişi tarafından darbe yapıldı” şeklinde açıklama yapmıştı. Sendikadan istifa ettiğini ve bundan sonra Yerel–Sen sendikasında çalışmalarını yürüteceğini ifade etmiş, ayrılışını ise siyasi sebeplere dayandırarak, KESK Genel Başkanının Akil Adamlar Kuruluna ve Kürt Ulusal Kongresi Hazırlık Komitesi'ne dâhil olmasını eleştiren bir açıklamada bulunmuştu. Vicdan Baykara’nın sendikadan ayrılışını izleyen günlerde, Tüm BelSen’in çeşitli şube ve örgütlerinden bir kısım yönetici ve üyelerin ayrılışı ve Yerel-Sen sendikasına katılması süreci başladı. Bunun üzerine KESK Genel Başkanı Lami Özgen ve Tüm Bel-Sen Genel Merkezi de açıklamalarda bulunarak, Vicdan Baykara’nın ayrılışı ve KESK’e yönelttiği siyasi eleştirilere karşı sert bir bildiri yayınladı. Bu bildiride ve Lami Özgen’in açıklamasında, Vicdan Baykara’nın siyasi gerekçelere dayandırmaya çalıştığı ayrılışının, aslında koltuk sevdası ve şahsi gelecek kaygısından kaynaklandığı belirtildi. 2011 yılındaki Tüm Bel Sen kongresinde yapılan tüzük değişikliği ile seçimlerde nispi temsil sisteminin uygulanması ve yönetim kurulu üyeliğinde üst üste en fazla iki dönem kalınmasının kararlaştırıldığı; bu sebeple ayrışmanın olduğu ifade edildi.
CHP tarafından desteklendiği dedikodusunun yayılması, Belediyede çalışan beyaz yakalı kamu işçileri arasında ayrılık yarattı. CHP bu dedikoduyu yalanladı. Lami Özgen ise yüzlerce KESK üyesinin AKP muhalefeti yüzünden cezaevlerinde olduğu süreçte, sendikanın, iktidar politikalarının dümen suyuna girmesinin söz konusu olamayacağını açıkladı. Vicdan Baykara’nın gerekçelerinin gerçeği yansıtmadığı açıktır.
Gerçekte Ne Oldu? Tüm Bel Sen Genel Kurulunda alınan tüzük değişikliği kararları oy birliği ile geçmesine karşın, bu değişikliklerin Vicdan Baykara ekibi tarafından eleştirilmesi ve değişikliğin iptali için mahkemede dava açılması söz konusu olmuştu. Bu yüzden, sendika içinde tartışmalar olmuş ve dava açılması eleştirilmişti. Vicdan Baykara ekibinin, Tüm Bel-Sen’in bağlı olduğu konfederasyon olan KESK’in politikalarını eleştirip, yeni bir sendika için çalışmalara başlaması, Baykara’nın sendikadan ihracı için disiplin kuruluna sevki ile sonuçlanmıştı. Bunun üzerine istifa eden Baykara, Yerel-Sen isimli sendikada çalışacağını açıklamış ve Tüm Bel-Sen üyelerini bu sendikaya davet etmişti. Baykara’nın, KESK’in, Akil Adamlar kurulunda Genel Başkan Lami Özgen tarafından temsil edilmesi dolayısıyla, AKP ve emperyalistlerin bölge politikalarına alet olunduğu yönündeki eleştirisi ve yeni sendika Yerel-Sen’in
Bizim Sözümüz 90’lı yıllardan itibaren kamu emekçilerinin örgütlenme sürecinde yer alan, mücadeleyi sürdüren bu ekibin, bu gün kişisel çıkarları uğruna, sendika bürokratı tavrıyla, işçileri bölen bir ayrılıkta yer almasını doğru bulmak mümkün değildir. Politik gerekçelere sığınarak, işçilerin sendikal mücadelesini ve kazanımlarını tehlikeye düşürecek bu ayrışmanın önüne geçmek ve Tüm Bel Sen’in mücadelesini desteklemek gerektiği açıktır. KESK veya Tüm Bel Sen’in politik duruşu ve faaliyetlerinin eleştirilmesi mümkündür. Ancak bunun yolunun, aynı alanda farklı bir sendika kurmak ve Belediyelerde çalışan beyaz yakalı kamu işçilerini bölmek olmadığı da açıktır. Sendikalar, politik görüş, etnik kimlik ve diğer farklılıkları gözetmeksizin, işçilerin ekonomik ve sınıfsal çıkarlarının savunulduğu örgütlerdir. Politik sebepler yüzünden ya da kişisel çıkarlar uğruna işçileri bölmeye çalışanlara karşı mücadele etmek, bizim güncel görevimizdir. q Mehmet YAKUT
Bayramda tatil, yılda bir izin yok Dokuz günlük bayram tatili vardı ama taşeron işçisi olarak herkesten fazla çalışmak zorunda bırakıldık. Bayram bize zehir oldu, taşerona bayram tatili de yok. İdareciler kesintisiz olarak bayramı geçirirken, taşerona bayram ortası, “işler yoğun” diye geri çağrılmak düştü. İzin herkesin hakkı Yemekhane çalışanları çok uzun zamandır yıllık izinlerini kullanamıyorlar. Yetmezmiş gibi izinlere dair formları imzalatmaya çalışıyorlar. Bu yasal değildir, suçtur. İmzalamayalım. Diğer taşeron işçileri yıllık izin hakkını kazandı. İdareciler ve şirket taviz vermeyeceğimizi iyi bilsin. Yıllık izinler uygulansın!
Yemekhane işçilerinin mesailerini tam ödeyin Yemekhane işçisi haftada altı gün ve günde 12 saat çalışıyor. Buna göre haftada 27 saat, ayda 108 saat fazla mesai yapıyorlar. Ama fazla mesaileri tam olarak ödenmiyor. Bordroda en fazla 70 saat mesai gösteriliyor. Alınterimizi gasp edenlerden hesabını sormaya hazırlanıyoruz. Yemekhanede boş imza föyü uygulaması Boş deftere aylık imza atıyoruz. Şirket otuz günlük imzayı bir günde attırtıyor. Diğer taşeronlardan farklı olarak, çalıştığımız günleri gösteren
bu föylerde, işe giriş çıkış saatlerimiz yazmıyor. Bu uygulamanın amacı, işçinin ne kadar çalıştığını gizlemek ve mesai parasını istedikleri gibi ayarlamak. Bu yasadışı uygulamayı kınıyoruz. Servislerde çalışan garsonların ücretleri düştü Taşeronun da taşeronu var, onlar da servis garsonları. 12 saat çalıştıkları zaman neredeyse hiç mesai ücreti almıyorlar. Şu sıralar 8 saat çalıştıkları için ücretler “dibe vurmuş” durumda. 12 saatlik insanlık dışı çalışma düzenin savunacak halimiz yok. İnsanca yaşayacak ücret her işçinin hakkıdır. q (E.Yasemin)
Kasım 2013/20
İşçilerin Sesi
15
Keyfi işten çıkartma yapıyorsunuz! Son iki ay içinde keyfi biçimde
Uçuş İşletme’den “İşçi Birliği” çıktı Hava-İş Sendikasının seçim yönetmeliği demokratik olmadığı için, üyelerin yarıdan fazlasını oluşturan Uçuş İşletme, delegelerin üçte birinden azını seçiyor.
H
ava-İş Genel Kurulu sürecinde kilit rolü oynayacak olan Uçuş İşletme Başkanlığı delege seçimi sonuçları belli oldu. Oy kullanımının saat 24.00'de bitmesiyle birlikte oy sayımına geçildi. Rekor düzeyde katılımın olduğu seçimlerde 3598 oy kullanıldı. Katılımı belirten bu rakamın Hava-İş tarihinde bir rekor olduğu söyleniyor. Uçuş İşletmede 7250 işçi çalıştığı düşünülürse, 3600’e yakın işçinin oy
kullanmış olması, çalışanların yüzde 50’sinin oy verdiğini gösteriyor. Bu çok yüksek bir katılım. 4 yıl önceki genel kurul öncesindeki delege seçimlerine 2 bin işçiden az katılım olmuştu. Hava-İş sendikasına üye işçilerin sayısı 14 bin civarında. Uçuş İşletme işçilerinin sayısı, toplam üye sayısının yarısından fazla. Ancak Hava-İş Sendikasının seçim yönetmeliği ve tüzüğü demokratik olmadığı için, genel kurulda oy kullanacak 300 delegeliğin sadece
Bahadır Altan: Turuncu Liste kazandı Seçim sonuçları iki önemli mesaj içeriyor. Birincisi uçucular 24 yıllık sendika yönetiminin kesinlikle değişmesini istiyor. İkincisi de işçilere ait olan bu alana işverenin müdahalesini kabul etmiyor ve sendika yönetimini belirlemenin sadece işçilerin kararı olduğu mesajını veriliyor. İşverenin gölgesinde veya desteğinde delege listeleri hazırlayan Emek Meclisi’nin 610 gibi çok az oy alması bunu gösteriyor. İşçi Birliği 1722, Hava-İş yönetimi 1266 oy aldı. Şimdi hedef genel kurulda bütün işyerlerinden gelecek delegelerle herkesi birleştiren bir çizgide demokratik şeffaf temiz bir sendikayı oluşturmakta. Gerginlikten besleneceğini umanlar yanıldı Anadolu Yakası Şube genel kurulunda genel merkez destekli saldırıda iki işçi yaralandı. Bu saldırıyı kınıyoruz. İşçiler arasındaki gerginlikten beslenen sendikal bürokrasinin bu oyunu, pilot ve kabin memurlarının birliği sayesinde bozuldu. Hava İş yönetiminin sadece
kabinden oluşan bir delege listesi hazırlaması kabin ve kokpiti ayıran tutumuna pilot ve kabin memurları uçuş ekibi bütünlüğünü gösterircesine sıcak kucaklaşmalarla yanıt verdi. Tüm işçilerin hukukunu savunacağız Grevci işçilere, sendika yönetimi değişirse haklarını kaybedecekleri yönünde yapılan propaganda koca bir yalandır! Biz greve çıkan ve çıkmayan bütün işçileri birleştiren ve kazanılmış bütün hakları koruyan bir anlayışla sendikal mücadeleyi daha da ileri götüreceğiz. Hem grevdeki kardeşlerimizin, hem de 305 arkadaşımızın hukukunu savunmak temel meselemiz olacaktır. Bize güvenerek, rekor düzeyde katılımla bu oyunu bozan Uçuş İşletme çalışanlarına yürekten teşekkür ediyoruz. Güvenlerini boşa çıkartmayacağımıza emin olabilirler. (*) İşçi Birliği sözcülerinden Bahadır Altan’ın seçimler sonrasında yaptığı açıklamalardan derlenmiştir.
97’sini uçuş işletme seçebiliyor. Üyelerin yarısından fazlası, kongre delegeliklerinin üçte birinden azını seçiyor. Demokratik olmayan delege dağılımı sebebiyle Uçuş İşletmede 75 işçi bir delege seçerken, Anadolu’da 3-4 işçinin çalıştığı bir THY Ofisi, 1 delege seçiyor. Dolayısıyla işçilerin temsili açısından son derece anti demokratik bir seçim sistemi var ve bu sistem her zaman genel merkezin ya da işverenin seçimlere müdahale edebilmesine olanak veriyor. İşçilerin işverene ve sendika bürokrasisine güçlerine gösterebilecekleri tek yer de Uçuş İşletme. Bu nedenle de işçilerin kimi tercih ettiğini gösteren en önemli gösterge de Uçuş İşletme seçimleri. İşte 3 bin 600 işçi tercihini ortaya koyarak, hangi listeyi yönetimde görmek istediğini göstermiş oldu: İşçi Birliği, neredeyse işverenin ve sendikanın listesi kadar oy aldı: 1722’ye karşılık 1266 + 610. 28 Ekim günü saat 04.00’de başlayıp oy kullanmanın 24.00’de bittiği seçimlerin ertesinde oy sayımı 04.30’a kadar sürdü. Sabaha karşı biten oy sayımı seçimin galibinin açık farkla İŞÇİ BİRLİĞİ olduğunu ortaya koydu. Gökkuşağı Hareketi ve İşçi Komitesinin birleşmesinden oluşan İşçi Birliği'nin turuncu listedeki adaylarına 1722 oy atıldı. Buna karşılık Hava-İş mevcut yönetiminin mavi listesinin aldığı oy ise 1266 oldu. Lila renkli listeyle seçimlere giren Emek Meclisi ise 610 oy aldı. Bu sonuçlarla birlikte Uçuş İşletme'de çıkarılacak 97 delege, İŞÇİ BİRLİĞİ'nin delegeleri oldu. q İşçilerin Sesi Haber
30’a yakın işçi çıkartıldı. Bu işçilerin neden işten çıkartıldığını ustaya soruyoruz, bilmiyor. Müdüre soruyoruz bilmiyor. Haberimiz yok diyorlar. Gerçeği gizliyorlar, söylemiyorlar. Çünkü haksızlar ve korkuyorlar! İşçi çıkartıyorlar ama işçi de alıyorlar. Peki neden? Sorsak, işçi neden çıkartılır? İş olmaz veya işçiden kaynaklı hata olabilir. Bunlar dahi çıkış sebebi olamaz. Diyelim ki oldu. Ancak son çıkartılan işçilerin neredeyse tamamın performansı en yüksek işçiler. Vardiyada usta olmasa bile işi götürecek kişiler. Soruyoruz: Neden çıkarttınız ve işçi alıyorsunuz? Tazminatın yarısı işverene iade! İşçi çıkışındaki keyfilik gibi, kıdem tazminatları da keyfi ödeniyor. Elimizde bir liste var. Bu listede işten çıkartılan işçilerin Kıdem Tazminatı önce doğru hesaplanmış sonra yarısı geri alınmış. Dışarıdan bakınca koskoca bir firma. İçine girince “ah ki ah”. İşçinin hakkını gasp etmekte de Türkiye birincisi! Kıdem tazminatı hesaplaması da yanlış. Asgari ücretle çalışıyoruz. Çalışılan yıla göre saat ücreti kuruş artıyor. Kıymeti yok. Ortalama brüt saat ücreti 4.50 ile 5.20 lira arasında değişiyor. Yılda bir yakacak parası var: Brüt 460 lira. Aylık ikramiye brüt 195 lira. Buna yol ve yemek ücretleri günlük brüt 8’er lira ilave edilmelidir. Bu durumda bir yıllık işçinin en alt kıdem tazminatı 1.490 lira, ihbar tazminatı da 1.180 lira; toplam 2.670 liradır. Daha azına itiraz hakkımız var! Ancak sıra işe geldiğinde, makinelerin hız ayarlarını artırarak çalıştırılıyoruz. Bizim de bu hıza uymamız isteniyor. Akıl ve vicdan var: İnsan makine mi? Hıza yetişmek isteyince işler bozuk çıkıyor. Bozuk işler de işçiye fatura ediliyor. İşçinin ayarını bozuyorsunuz, fazla sürmez sizin işlerin de ayarı bozulur. q (Onur)
16
İşçilerin Sesi
Kasım 2013/20
1917 Ekim Devrimi: İşçi sınıfının esin kaynağı
1
917 Ekim Devrimiyle, İşçi Asker Ve Köylü Sovyetleri, iktidarı alır almaz derhal şu kararları aldılar: "İşçi ve köylü hükümeti, savaşan tüm ülkelere, adil ve demokratik bir barışı gerçekleştirmek amacıyla derhal görüşmelere başlanmasını önerir... Tüm ülkelerin işçileri, sömürü ve köleliğin pençesinde kıvranan ve sömürülen çalışan sınıfların kurtarılması için gösterdiğimiz uğraşta bize yardımcı olacaklardır". İkinci kararname ise toprak sorunu üzerineydi: "1. Büyük toprak mülkiyeti, derhal ve tazminatsız olarak geçersiz kılınmıştır. 2. Topraklar üzerinde, Köylü Sovyet'i, tek karar mercidir". Bir başka kararname, idam cezalarını kaldırdı, askerlere subaylarını seçme hakkını tanıdı, kadınların ve çocukların çalışma koşulları iyileştirildi, angaryaya son verildi. Sovyetler olmadan Ekim Devrimi anlaşılamaz. Sovyetler şu sorulara yanıt verdi: "Tek bir şehrin içinde bile farklı talepler ve mücadele biçimleri arasında uyum nasıl sağlanacaktır? Tarih bu sorunun cevabını vermiş bulunuyor: Sovyetler. Sovyetler mücadele veren bütün grupların temsilcilerini bir araya getirdi. Bu amaç için hiç kimse bu güne kadar farklı bir örgütlenme biçimi önerememiştir; zaten daha iyisinin bulunacağı da şüphelidir. Rus işçi sınıfının başarısında olmazsa olmaz diğer bir araç, devrimci işçi partisidir. Lenin, işçi sınıfının içinde bulunduğu sömürü ve baskıya son verebilmesi için, bir devrimci partiye ihtiyacı olduğunu söyleyen ilk kişi değildir. Ancak, Lenin ve yoldaşları, başarılı bir şekilde işçileri iktidara taşıyan devrimci partiyi inşa etmişlerdir. Lenin'in için partinin önemi şudur: "Parti, işçi sınıfının bilinçli öncü tabakasıdır. Ödevi, yığınların ortalama durumunu yansıtmak değil, yığınları arkasından sürüklemektir". Parti işçi sınıfının dışında kurulacak bir araç değildir. Parti bizzat işçi sınıfının büyük işletmelerinde kök salmış, büyük fabrikaların en mücadeleci, ileri görüşlü, bilinçli kadın ve erkek üyelerini bağrında toplamış olmalıdır. Tüm devrim kalkışmalarında şu veya bu düzeyde meclisler, konseyler ve Sovyetler; ya da komün tipi örgütler kitlelerce çok çabuk bir zamanda doğal bir davranış gibi geliştirilmiştir. Ancak Bolşevik Parti, kitlelerin kendi doğallığıyla oluşturulacak bir örgütsel biçim değildir. Bir parti, tıpkı Bolşeviklerin yaptığı gibi,
>> İki farklı değerlendirme Ekim Devrimi iki açıdan değerlendirilebilir. Birincisi; başarısızdır ve yenilmiştir. İşçiler bir devrim denemesi yapmışlar ama başarısız olmuşlardır. Bu bakış, burjuvaziye, sosyal demokratlara ve devrim yorgunlarına aittir. İkincisi ise, dünya çapında burjuvazinin egemenliğini yıkmayı amaçlayan, uluslararası işçi devriminin bakış açısıdır. Bu bakış, materyalisttir ve Rus işçi sınıfının elinden geleni yaptığını, Ekim Devrimi'nin zaman ve mekân olarak tecrit edilen genç işçi sınıfının bir deneyimi olduğunu kabul eder. Bu girişimden geri kalanlar, işçi devriminin gelecekteki gelişimi açısından zorlukları ve kolaylıkları bize gösterdiği için değerlidir. Nitekim bu nedenledir ki, devrimin hemen ertesinde emperyalist kuşatmayı kıramayıp bürokratlaşmaya ve yozlaşmaya uğramasına rağmen,
eski Sovyetler Birliği; diğer yoksul ülkelerle aynı kaderi paylaşmamıştır. Ekim Devrimi, başarısızlığına rağmen, ilk on yılda, hiç bir kapitalist ülkenin başaramadığı sanayileşmeyi başardı. Üstelik burjuvazi olmadan. Elbette ki Bolşevikler sadece ekonomik ilerleme değil, insanlığın gelişimi için devletlerin ve asalak burjuvazinin ortadan kalktığı bir dünya istiyorlardı. Ekim Devrimi, bu amacın bir durağıydı. Bugün de dünyanın kapitalist ekonomi tarafından tahrip edilmesi sürüyor. Ekim Devrimi, bugünkü kapitalist krize gereken cevabı da içeriyor: Kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin ekonomik yönden mülksüzleştirilmesi; işçi sınıfının Sovyetler aracılığıyla iktidarı ve Dünya Devrimi'nin bir parçası olacak olan proletarya diktatörlüğünün Türkiye'de ve tüm dünyada kurulması için mücadele!
sebatla işçi sınıfı içinde ve uzun yıllar alan mütevazı bir çalışmanın ürünü olarak inşasına girişilmesi gereken, özel bir çabayı gerektirir. Bu çabanın, özellikle de fabrikalar/işyerleri zemininde gerçekleştirilmesidir.
zinin çıkarları için yani işçi sınıfının bölünmesi için muhafaza ediliyor. Oysa burjuvazi hiç de ulusal değildir. Öyleyse milliyetçi ön yargıları işçi sınıfı içinden söküp atmak, devrimin bir görevi olmak zorundadır. Nasıl bir fabrikada farklı uluslardan işçiler birlikte çalışabiliyorsa, tüm dünyada da birlikte yaşamak mümkündür. Ekim Devriminin uluslararası karakteri bununla da sınırlı değildir. Sermayenin boyun-
Ekim Devrimi'nin enternasyonal karakteri Sosyalizmin bir amacı, sınırları ortadan kaldırmaktır. Çünkü bu sınırlar burjuva-
duruğunu bir ülkenin sınırları içinde kırmak gerekli olsa da, sömürüyü ortadan kaldırmak için, devrimci işçi sınıfının dünya çapında bir güç olması gereklidir. Hele Rusya gibi geri bir ülkenin olanaklarıyla, büyük devletlerin baskılarına karşı uzun zaman direnmek olanaksızdır. Bu nedenle Rus işçi sınıfı bir Rus devrimi yapmak için harekete geçmedi. Rus işçileri, dünya savaşının mahvettiği tüm dünyanın kurtuluşu için Rusya'da devrimi başlattı. Lenin ve Troçki, Bolşevik Partisi, Rusya'daki devrimi, Dünya Devriminin bir parçası olarak anlıyorlardı. Nitekim Lenin 1919'da III. Enternasyonal'in, yani işçilerin dünya partisinin 3'üncü kongresinde şöyle demişti: "Uluslararası devrime başladığımız zaman, onun gelişimini yöneltebileceğimizi inandığımızdan değil, bazı koşulların bizi zorlamasından dolayı harekete geçtik. Şöyle düşündük: ya uluslararası devrim yardımımıza gelir ve bu durumda zaferimiz kesinleşmiş olur; ya da yenilgi ihtimali olsa bile mütevazı devrimci görevlerimize devam eder ve böylece devrime hizmet etmiş oluruz. Deneyimimiz diğer devrimlere yardımcı olur. Uluslararası dünya devriminin desteği olmadan proleter devrimin zafere ulaşmasının olanaksız olduğu bizim için açıktı". q Yunus ÖZTÜRK