E11 subat 2013

Page 1

Sayı: 11 Şubat 2013

ISSN: 2147-1568

1.5 TL

Kozlu’daki xxxxxx işçiler anlattı: Ölümlerin nedeni işçi hatası değil patronun kâr hırsı s.8 ‰ Maden işçileri miting yaptı, sendikacılar konuştu s.9 ‰ Dikkat! Taşeron sistemi yasallaşıyor s.10 YAPRAK KIPIRDAMAZKEN MELTEM ESTİRDİNİZ Şişecam direnişinin içinden iki işçi deneyimlerini paylaştı s.12

TAŞERON ÖLÜM DEMEK

TAŞERON İŞÇİSİ SENDİKALARDAN KARARLI TUTUM İSTİYOR

AKP İTTİHAT TERAKKİ İLE AYNI KAFADA...................................................................6

GREV ÇAĞRISI BEKLİYOR!........................................................................................2

DR. HİKMET KIVILCIMLI SEMPOZYUMU GERÇEKLEŞTİRİLDİ .......................................6

KÜRTAJ YASA TASARISI: FİİLİ YASAK SÜRÜYOR!.......................................................3

METAL İŞÇİLERİ TOPLU SÖZLEŞMEYE HAZIRLANIYOR ............................................11

AFET YASASI UYGULAMALARI RESMEN BAŞLADI .....................................................3

İŞÇİLERİN TOPLU SÖZLEŞME HAKKI TIRPANLANDI .................................................13

DESPOT İKTİDARDAN BARIŞ VE ÇÖZÜM BEKLENEMEZ .............................................4

SAMATYALI ERMENİ KADINLARA YÖNELEN IRKÇI CİNAYETLER ...............................14

HALKIN AVUKATLARINA OPERASYON.......................................................................5

MALİ’NİN İŞGALİNE VE SÖMÜRGELEŞTİRMEYE SON ...............................................14

PARİS SUİKASTI AYDINLATILMALIDIR .......................................................................5

HAKKINI ARAYAN İŞÇİLER İÇİN LENİN OKUMA ZAMANI! ..........................................16


İşçilerin Sesi

BİZ KİMİZ? NE İSTİYORUZ? NE İÇİN MÜCADELE EDİYORUZ? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlıyor. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyor. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi,’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.

2

TAŞERON İŞÇİSİ SENDİKALARDAN KARARLI TUTUM İSTİYOR

GREV ÇAĞRISI BEKLİYOR! Hükümetin, sendikaların atıllığından da yararlanarak taşeron sistemini iyileştirdik diyerek, rol kapmasına izin vermeden, işçiler ve sendikalar hareket geçmelidir. Türkiye’nin dört bir yanında “Taşeron sistemine köle olmayacağız” sloganları yükseliyor. Taşeron işçileri her yerde ayakta. Hükümetten taşeron sitemine çözüm getirmesini istiyorlar. Zonguldak’ta, Ankara’da, İstanbul’da, Bursa’da, Adana’da taşeron sistemine hayır diyen mitingler, yürüyüşler yapılıyor. Sendikacılar göreve çağrılıyor, görevden kaçanlar protesto ediliyor. İşçinin haklı bir öfkesi var! 27 Ocak Pazar günü Zonguldak’ta maden işçilerinin gerçekleştirdiği büyük miting, en kitlesel olanıydı. 20 bine yakın işçi, 7 Ocak’ta Kozlu Taş Kömürü İşletmesinde faaliyet yürüten taşeron firmada çalışan 8 madencinin grizu patlaması sonucu ölümünden “taşeron sistemi” sorumlu tuttu. Aynı hafta içinde 2 madenci daha iş cinayetine kurban gitmişti. Tuzla tersanelerinde iş cinayetleri yine taşeron çalışma sistemini adres gösteriyor. Öyle ki, Türkiye’deki iş kazalarının yüzde 90’ı taşeron şirketlerde çalışan işçileri kurban seçiyor. Biz değil, istatistikler böyle söylüyor. Taşeron işçiliğin yaygın olduğu karayollarında çalışan işçiler de Ocak ayının son hafta sonunda Ankara’daydı. Türkiye’nin dört biryanından gelen 3 bin karayolu işçisi de taşeron sistemini protesto ettiler. Sendikalarının işçilere sahip çıkmasını talep ettiler. Taşeron sistemine “kefil” olduğunu açıklayan, Başbakanı aradılar. Hükümetin verdiği kadro sözünü tutmasını istediler. Yine geçtiğimiz hafta içinde Dev Sağlık-İş Genel Başkanı ve üyeleri taşeron sistemine karşı Bakanlık önünde çadır kurdukları için gözaltına alındı. Bakanlık sendikaların üye sayılarını açıkladı. Taşeron işçi yine üvey evlat muamelesi gördü. Taşeron sağlık işçisinin bizzat noterden 35 lira vererek üye olduğu DİSK Devrimci Sağlık-İş’in 10 bin üyesi geçersiz sayıldı. Çalışma Bakanlığı, taşeron firmaların sağlık dışında “gıda, tekstil, inşaat, turizm” gibi unvanlarla faaliyet yürütmelerini gerekçe gösterdi, yüzümüze baka baka utanmadan “siz sağlık işçisi değilsiniz” dedi.

Durum şu: hem madenlerde hem de karayollarında çalışanlar aslında kamu işçisidir. Özelleştirme tam gerçekleştirilemediği için, madenler, karayolları, üniversite hastaneleri tamamen özel sermayeye peşkeş çekilemeyecek kadar büyük oldukları için, AKP hükümeti bir ara yol buldu: İhale yoluyla hizmet alımına gitti. Böylece hileli çalışma ortaya çıktı. Madende, karayollarında veya hastanelerde çalışan işçiler asıl işi yaptıkları halde, özel taşeron şirkette çalıştırılıyorlar. Taşeron işçilik ise, en esnek ve güvencesiz çalışma biçimi. İş güvenliği de iş güvencesi de olmadığı gibi, en düşük ücretle korunmasız işçi çalıştırılması demek. İşsizlik sebebiyle mecbur kalınan bir çalışma biçimi olarak giderek yaygınlaşmıştır. Ekonomik krizin teğet geçmediğinin kanıtı, taşeron işçilerinin sayısının hızla 2 milyona yaklaşmış olmasıdır. Hükümet ve taşeron şirket sahipleri taşeron işçisinden ne istiyor? Her işte çalış, itiraz etme, asgari ücrete boyun ey, ücret artışı istersen 12 saat çalış, yıllık izin, kıdem ve ihbar tazminatı isteme, istediğim zaman işe gir, istediğim zaman işten çık… sendikaya ise asla üye olma! Hiçbiri yasal değil ama uygulanıyor. Bakanlık ve hükümet göz yumuyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan tüm işçilerin iş yasalarından ve Anayasa’dan doğan haklarının hiç-

birini kullanma hakkı olmayan işçinin adına, taşeron işçisi denir! “Bir tek canımız kaldı onu da alın” diye öfkelensek, o da mümkün değil: İş cinayetlerinde canımızı üçer, beşer alıyorsunuz zaten! Artık bıçak kemiğe dayandı. Taşeron işçisi yeter diyor. Her şey ayan beyan ortada. Artık çözüm gerekli. Taşeron işçilerinin birlik olup çözüm için harekete, eyleme geçmeleri gerekli. İmkansız değil. İstanbul Üniversitesi taşeron işçileri işyerlerinde bunu başarmıştı. Şubat-Temmuz 2012 tarihlerinde 6 ay süren bilgilendirmeler, kamuoyu oluşturan basın açıklamaları, işyeri içinde yürüyüşler, TBMM’ye konunun taşınması, siyasi partileri uyarı eylemleri ve nihayetinde direniş çadırı ve 4 güne yayılan grev… Çapa’da gerçekleşen bu mücadelenin Türkiye genelinde gerçekleştirilmesi görevi önümüzde duruyor. Bu görevin farkında olan taşeron işçileri örgütlendikleri Dernek’ten sendikaya geçerek bir adım atmıştı. Türkiye çapında bir mücadelenin gerekliliğine işaret etmişti. Bugünleri önceden görmüştü. Zonguldak, Ankara miting ve yürüyüşleri, Dev Sağlık-İş’in sendika üyeliği hakkına sahip çıkan eylemleri taşeron sistemine çözüm konusunu yeniden kamuoyunun gündemine taşımışken, hükümetin fırsatçılık yapıp yalap şalap düzenlemelerle işi geçiştirmesine fırsat vermeyelim. Hükümet hazırlıklarını hızla yapıp, sendikaların atıllığından da yararlanarak taşeron sistemini iyileştirdik diyerek, rol kapmasına izin vermeden, işçiler ve sendikalar hareket geçmelidir. Mümkündür ve gereklidir. İş cinayetlerine kurban giden işçilerin aileleri, mesai arkadaşları samimi olarak taşeron sistemden zarar gören ve bu sisteme karşı mücadeleyi Türkiye çapında bir greve taşıyacak cesarette olan sendika, siyasi parti, dernek, kişi, kurum, kuruluş kim varsa, yan yana gelmeli, acil talepler ve mücadele programı oluşturmalıdır. Laftan çok iş yapma zamanıdır. Sendikalar kararlı olun, taşeron işçisi görev başına!


İşçilerin Sesi

KÜRTAJ YASA TASARISI:

FİİLİ YASAK SÜRÜYOR! Yasa tasarısı kadından çok ‘aileyi korumayı’ öne alarak kadınların doğurup doğurmama kararını devletin onayına bağlıyor. Banu PAKER

Kadınların yasal olarak kazandıkları kürtaj hakkı, türlü türlü bahaneler ileri sürülerek, daha önceden var olan uygulamalara yenileri eklenerek fiilen engelleniyor. Fiilen kürtajın yasaklandığı düzenlemeleri içeren ‘Üreme Sağlığı ve Çocuk İstismarı Yasa Taslağı' Bakanlar Kurulu'nun gündeminde. Başbakan'a da sunulan taslak üzerinde Başbakan’ın talimatıyla da kimi değişiklikler yapıldı. Önümüzdeki günlerde taslağın Bakanlar Kurulu’nda imzalanarak TBMM gündemine gelmesi bekleniyor. Yeni Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun selefi Recep Akdağ’ın izinden gideceği kuvvetle ihtimal. Sağlık Bakanlığından yapılan açıklamaya göre, yeni düzenlemede kürtaj yapılabilmesi için 10 haftalık yasal sürede bir kısıtlama yok. Ancak, geçmiş uygulamalar gösteriyor k,i fiilen 8 haftadan sonra kürtaj yapan hastane bulmak neredeyse imkansız. Hastane ve hekimler sıkı denetim altında tutularak kürtaj fiilen engelleniyor.

Kürtaj yasağını resmileştirmek amacıyla oluşturulan yasa taslağı, kürtaj için başvuran kadınlar üzerinde bir dize teknik engelin yanı sıra (tam teşekküllü sağlık hizmeti şartı gibi) psikolojik olarak baskı kurmayı, kürtaj kararında kadının onayı yerine, koca iznini (zaten vardı bu uygulama ama şimdi denetim arttırıldı) şart koşarak kürtaj hakkını kullanılamaz hale getiriyor. Yasa tasarısı kadından çok ‘aileyi korumayı’ öne alarak kadınların doğurup doğurmama kararını devletin onayına bağlıyor. Performans sistemi ile çalışan hekimler, performans katsayısı düşük olan kürtaj operasyonunu uğraşmaya değer görmeyerek, bekar olan kadından evlilik cüzdanı istiyor. Tecavüze uğrayan kadından ise yasal olarak gerekmediği halde savcı izni talep ediliyor. Kadınların önüne konulan çeşitli prosedürlerle süre uzatılıyor ve sonrasında yasal sürenin aşıldığı iddiasıyla kadınlara gebelik dayatılıyor. Bütün bu uygulamalar sonucunda ise çok sayıda kadın doğurmak zorunda kalıyor.

Örneğin Van’da beş çocuklu tansiyon ve böbrek hastası 5 haftalık hamile kadın hayatı riski olmasına rağmen kürtaj yaptıramadı. Gerekçe ise “Vicdan meselesi, doktora kürtaj yap diyemezsin.” denildi. Yeni düzenlemede hekime, kürtaj yapmayı tercih etmeme hakkı tanınıyor. Hekimlerin “vicdani gerekçeyle embriyoya “canlı” diyerek kürtaj yapmamaları, kadınların hayatını tehlikeye atabiliyor. Diğer yandan 10 haftayı aşan kürtajda kadın ve hekime hapis cezası getirilerek, cezalandırma yöntemiyle kadınlar doğurmaya zorlanacak! Yeni düzenlemeye göre özel hastane ve muayenelerde kürtaj yapmak-yaptırmak yasak. Özel muayenehanelere gelen sıkı denetimle birlikte, ekonomik koşulu yeterli olan kadınlar, ancak gayri resmi koşullarda ve çok yüksek ücretler ödeyerek kürtaj olabilecekler. Parası olmayanlar ise geçmişte olduğu gibi sağlıklı olmayan koşullarda merdiven altı denilen yerlerde kürtaj yaptırmaya mecbur kalacaklar. Bu da daha çok kadının hayatını riske atması demek olacak.

Kürtaj, kadınların mücadelesiyle kazanılmış hak olarak kadınların bedenleri üzerinde söz hakkının bir parçası. Kadınlar cinselliklerini ve doğurganlıklarının denetlenmesine karşı, kendi yaşamlarını kendilerinin belirleme hakkının bir parçası olarak, istenmeyen gebeliklerde kürtaja başvuruyorlar. Erkek egemen sistem, çocukların bakım ve sorumluluğu kadının sırtına yüklediği sürece doğaldır ki, karar hakkında birinci sıra kadınındır. Devletin görevi her kadın için güvenli, erişilebilir, sağlıklı, parasız kürtaj hizmetini verecek bir düzenleme yapmasıdır. Kürtaj hakkının engellenmesine karşı mücadele etmek üzere yaklaşık 40 kadar feminist ve kadın örgütü, meslek odaları biraraya gelerek Kürtaj Haktır Karar Kadınların Platformu’nu kurdu. Platform, kürtaj başvurusunda karşılaşılan engelleri ve uygulamaları paylaştığı, kadınlarla dayanışma ve birlikte mücadele amacına hizmet edeceği düşüncesiyle bir rehber ve dört adet video hazırladı. Bu bilgilere kurtajhaktir.com sitesinden ulaşabilirsiniz.

AFET YASASI UYGULAMALARI RESMEN BAŞLADI Aysun KOCA

Kentsel dönüşümün en çok konuşulan yasal düzenlemesi, kısaca deprem odaklı kentsel dönüşüm yasası olarak bilinen 6306 sayılı "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun" oldu. Bu yasa, Van’daki depremin üzerinden geçen 4 ay içinde hazırlanmış ve Mayıs ayında yürürlüğe girmişti. 5 Ekim itibariyle başlayan reklâmlı yıkımlarla ‘yasal’ yollarla evlerimize el koyulmaya başlanmış oldu. Aralık ayında yasanın yönetmeliğinin de yürürlüğe girmesi, başta İstanbul olmak üzere pek çok ilde mahallelerin afet riskli alan olarak ilan edilmesinin önünü açmış oldu. Sarıyer’de Derbent ve Fatih Sultan Mehmet (Armutlu) mahalleleri, Zeytinburnu’nda Sümer mahallesi ve

Gaziosmanpaşa’da içinde Sarıgöl’ün (Şen Mahalle) de olduğu on bir mahalle, Ocak ayı içinde bu yasa kapsamında Bakanlar Kurulu kararıyla riskli alan ilan edildiler. Özellikle Sarıyer’deki mahalleler yıllardır kentsel dönüşüm kapsamındaydı ve mahalle halkı yıkımlara karşı mücadele yürütüyordu. Sarıyer Belediyesi de kararın kendilerine danışılmadan alındığını belirtiyor. Afet yasasının hükümlerine göre yasal olarak hiçbir sonuç alınamayacak olsa da, mahalleli karara itiraz edecek. Çünkü yasada, riskli yapı olarak tespit edilen yapıların tespit, tahliye ve yıkımı gibi işlemler sırasında yapılacak karşı savunma veya protestoların cezalandırılacağı yer alıyor. Bu düzenleme ile kentsel dönüşüm uygulamalarına karşı, örneklerini daha önce yaşadığımız barınma hakkı direnişleri için en başından önlem

alınmış oluyor. Derbent’te, kentsel dönüşüm uygulamaları hakkında belediye ile görüşmeler sürerken 2012 Mart ayında bir gece yarısı operasyonu ile mahalle derneğinin dokuz üyesi hakkında "çıkar amaçlı örgüt kurmak ve üyesi olmak" iddiasıyla soruşturma açılmıştı. Fatih Sultan Mehmet’te (Armutlu), Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) avukatlarının tutuklandığı gün, mahallenin riskli alan ilanı resmileşti. ÇHD’li avukatlar Armutlu’da da kentsel dönüşüm mağduru mahalleli ile dayanışma halindeydiler. Sarıyer’deki mahallelerin afet riskini hangi tespitlere göre taşıdığı açıklanmış değil. Üstelik Deprem Master Planı’nda (2003) ve deprem konusunda uzman bir Japon ajansı olan JICA çalışmalarında İstanbul’un güvenilir zemin yapısına sahip nadir bölgelerinden birisi

olan Sarıyer’de bu uygulamanın başlatılmış olması düşündürücüdür. Deprem odaklı kentsel dönüşüm yasasının yönetmeliğinin yürürlüğe girmesiyle beraber, yoksul kentlinin borçlandırılarak mülksüzleştirilmesi ve yerinden edilmesi ile yeni dönüşümlerin pratiklerini izleyeceğiz. Kent yoksulu işçi sınıfı mahallelerini hedef alan bu uygulamalar, onların evlerini ellerinden almak, mahallelerinden zorla tahliye etmek, üzerine borçlandırmak ve bunun yöntemleri üzerine kuruludur. Gerçek amaç, arazi değeri potansiyeli yükselebilecek yerlerden yoksul kentlileri göndermektir. Bu uygulamalar karşısında bir arada durup, kiracıların haklarını da gözeten mahalle direnişleri ve örgütlenmelerine destek olmaya devam etmek gereklidir.

3


İşçilerin Sesi

DESPOT İKTİDARDAN BARIŞ VE ÇÖZÜM BEKLENEMEZ Siyasi iktidar, “entegre proje” adını verdiği “havuç ve sopa politikasıyla”, bir yandan Kürt siyasi hareketini askeri ve siyasi açıdan zayıflatmaya, diğer yandan saflarında kafa karışıklığı yaratarak, hareketi bölmeye çalışmaktadır. Aykut ÖZER

MİT yetkilileri ile Abdullah Öcalan arasındaki görüşmelerin yeniden başlaması ve iki Kürt vekilin İmralı’ya giderek Öcalan ile görüşmesi ile Kürt sorununa barışçı çözüm ihtimalinin güçlendiği izlenimi yaratılmak isteniyor. Oysa Kürt sorunu, diplomatik müzakerelerin ötesinde, bir demokrasi sorunudur. Kürt halkının, eşit vatandaşlık, anadilde eğitim, kendi kendini yönetme gibi talepleri, demokratik taleplerdir. Bu taleplerin karşılanması için bir toplumsal devrim ya da işçi demokrasisinin kurulması gerekmez. Burjuva temelde demokratik bir devlet yönetimi dahi, bu talepleri karşılayabilir. Çeşitli ülkelerin siyasi pratiği, rejimlerin demokratikleşmesi ile birlikte, geniş halk kitlelerinin demokratik talepleri bir ölçüde karşılandığı gibi, var olan ulusal sorunların da bir biçimde çözüme kavuşturulduğunu göstermektedir. Örneğin, Portekiz’de 1974 yılında gerçekleşen “Karanfil Devrimi”nin ardından, Salazar diktatörlüğünün kurumları yıkılıp ülkenin demokratikleşmesi sağlandığı gibi, bu ülkenin sömürgeleri olan Mozambik, Angola ve Gine-Bissau bağımsızlıklarını kazanmıştır. Yine İspanya’da Franco diktatörlüğünün yıkılması ile ülkede özgürlüklerin gelişmesi, işçi ve emekçilerin demokratik taleplerinin karşılanmasının yanı sıra, Katalanya ve Bask ülkesinin özerk yönetimlere kavuşması sağlanmıştır. SİYASİ İKTİDAR TOTALİTER BİR REJİM KURMAYI HEDEFLİYOR Ancak bugün Türkiye’ye bakıldığında, despot bir siyasi iktidarın totaliter bir rejim kurma hevesleri görülüyor. Siyasi iktidar, bir yanda antidemokratik bir yasal çerçeve içinde tüm hak ve özgürlükleri alabildiğine sınırlandırmışken diğer yanda, sistem içi ya da dışı, her türden muhalifine ağır baskılar uygulamakta, onları cezaevlerine doldurup, ağır hapis cezalarıyla yargılamaktadır. İşçi sınıfının örgütlenme ve grev hakkı üzerinde yasaklar ağırlaşarak sür-

4

mekte; bunun sonucu olarak işçi ve emekçiler üzerindeki sömürü dayanılmaz boyutlara ulaşmakta, en geniş kitleler giderek daha da yoksullaşmaktadır. Siyasi iktidar, Kürt siyasi hareketine karşı, kendi ifadeleriyle, “entegre bir proje” uygulamaktadır. Bir yandan, İmralı’da Öcalan ile görüşülürken diğer yandan, siyasi ve askeri operasyonlar sürmekte, tutuklama ve ölümler aynen devam etmektedir. Otuz yıldan bu yana ilk kez, Avrupa’da Kürt siyasi kadroları hedefleyen suikast gerçekleşmiştir. Hükümet çevreleri, açıkça, Fransa’da gerçekleşen suikastların bir benzerinin Almanya’da da yaşanabileceğini ifade etmektedirler. Zap ve Kandil’e dönük bombalamaların yoğunlaşarak sürmesi ile Kürt hareketinin askeri liderlerinin imhası hedeflenmektedir. Yine siyasi iktidar, Suriye’deki çeteleri örgütleyip, Kürtlere saldırtmakta ve bu yolla ülkede oluşan özerk Kürt yapılanmasını dağıtmaya çalışmaktadır. Anadilde savunma hakkının, sınırlı bir biçimde de olsa, Meclis’ten geçtiği gün, “Terörün Finansmanının Engellenmesine Yönelik Yasa” Meclis Komisyonlarında görüşülmeye başlanmıştır. Bu yasa, özünde, Kürtlere dönük bir “Varlık Vergisi” yasasıdır. Yani Kürt burjuvaların ulusal taleplere sahip çıkmalarının önlenmesi ve bunların Kürt siyasi hareketinden uzaklaşmasının sağlanmasının da ötesinde, gereğinde Kürt işadamlarını ekonomik olarak bitirme projesidir. Aynı “Varlık Vergisi” döneminde sermayenin gayrı Müslimlerden, Müslüman işadamlarına doğru el değiştirdiği gibi, bu defa Kürt işadamları hedef alınmaktadır. Tansu Çiller’in elinde Kürt işadamlarının listesi vardı ve bu listede yer alanların çoğu cinayete kurban gitti. Bu defa “listede yer alanlar”, canlarından değilse de, mallarından olacak ve “Aşkale Çalışma Kampları” yerine cezaevine gönderilecekler! Dolayısıyla, işbaşında bulunan despot AKP iktidarından ne demokrasi ne de Kürt sorununa barışçı siyasi bir çözüm beklenebilir. Siyasi iktidar, Kürtleri ve Kürt siyasi hareketini as-

keri, siyasi ve ekonomik açıdan sıkıştırıp, onları can ve mal korkusuna düşürüp teslim almak, “İmralı Sürecini”, Kürt siyasi hareketini tasfiye etme yönünde kullanmak istemektedir. SİYASİ İKTİDAR “CEPHE GERİSİNİ” SAĞLAMA ALMAYA ÇALIŞIYOR AKP iktidarı, bir yandan “sopa politikasını” yoğunlaştırarak kullanırken, neden “havuç politikası” olarak, Öcalan ile görüşme sürecini başlatmıştır? Bu durum, sadece, “askeri çözüm” politikasının sonuç vermeyeceğinin, 2011–2012 yılları pratiğiyle görülmüş olmasıyla açıklanamaz. Siyasi iktidarın ülke içi ve dışına dönük siyasi hesapları vardır. Önümüzdeki iki yıl Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı açısından çok önemlidir. Bu dönemde yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak, ayrıca Başkanlık Sistemini içeren yeni bir Anayasa çıkarılmaya çalışılacaktır. Bu süreçte akan kanın durması ve buna bağlı olarak Kürt halkının ve Kürt yasal siyasetinin desteğinin alınması yaşamsal bir önem taşımaktadır. “Akan kanın durması”, siyasi iktidar ve Başbakanın halk desteğini arttıracağı gibi, Erdoğan’ın istediği Anayasayı geçirmesi ve Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için, Kürtlerin ve BDP’nin desteği elzemdir. İşte

bu nedenle, ortamı yumuşatarak, kendi uzlaşma formülünü Kürtlere kabul ettirmeye çalışmaktadır. İkinci neden, siyasi iktidarın bölge planlarıyla ilişkilidir. AKP iktidarının bölgede ciddi siyasi ve ekonomik hegemonya planları vardır. Bunun öncelikli ayaklarından birisi, Esad rejiminin yıkılmasıyla iktidara geleceği umulan siyasi İslamcılar vasıtasıyla, Suriye’de egemen güç olmaksa, diğeri, Irak’ta olası bir bölünmenin ardından oluşacak Kürt devletinin hamiliğine soyunmak ve bu sayede Kürdistan’ın zengin ekonomik kaynakları üzerinde söz sahibi olmaktır. Bu planların gerçekleşmesi için içeride sağlam olmalıdır. Kendi içinde, “düşük yoğunluklu” da olsa, bir savaş yaşaması onu zayıf düşürecek ve planlarını gerçekleştirmesini zora sokacaktır. Hele bu çatışma, bölgesel bir sorun olan Kürt sorunundan kaynaklanıyorsa, durum daha da önem kazanmaktadır. Bu çatışma ve sorunun, bölgedeki rakipleri tarafından kullanılması, siyasi iktidarın hesaplarını altüst edecektir. Bu çerçevede, iktidar yanlısı bazı yazarların, görüşme sürecinin amacının, “PKK’yi, İran-Irak-Suriye ekseninden koparmak” olduğunu dile getirmeleri anlamlıdır. Siyasi iktidar, “entegre proje” adını verdiği “havuç ve sopa politikasıyla”, bir yandan Kürt siyasi hareketini askeri ve siyasi açıdan zayıflatmaya, diğer yandan saflarında kafa karışıklığı yaratarak, hareketi bölmeye çalışmaktadır. Bugün siyasi iktidar, minderde rakibinin sırtını yere getirmek için oyun üzerine oyun deneyen bir güreşçi durumundadır. Ancak zemin kaygandır ve karşısında, defalarca ateş çemberinden geçmesine karşın, güçlenerek ayakta kalmayı başarmış bir siyasi güç vardır. Tarih, rakibinin sırtını yere getirmek için oyun denerken, kendi oyununun kurbanı olmuş ve sırtı yere gelmiş birçok güreşçiye tanıklık etmektedir. O nedenle, siyasi iktidar “oyunu” bir kenara bırakıp, acilen ülkenin topyekûn demokratikleşmesi yönünde hızlı ve radikal adımlar atmalı, Kürt sorununa bu çerçevede çözüm bulmalıdır.


İşçilerin Sesi

HALKIN AVUKATLARINA OPERASYON AKP , kendi politikalarına muhalefet eden tüm grup ve örgütleri sindirmeye çalışıyor. Son kurban ÇHD oldu. İlkay ÖNGÖREN

18 Ocak günü, sabaha karşı saat 04.00 de gerçekleştirilen bir operasyonla, İstanbul, İzmir ve Ankara’da 64 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyesi 16 avukat da vardı. Ayrıca ÇHD Ankara Şubesi'nden Özgür Yılmaz, ÇHD İstanbul Şubesi eski Başkanı Serhan Arıkanoğlu ile temaslarda bulunmak için Şam ve Beyrut'a gitmiş olan, ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve ÇHD Genel Merkez Yönetim Kurulu'ndan Oya Aslan hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Selçuk Kozağaçlı, ülkeye döner dönmez uçak içerisinde gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan 11 kişi dışındakiler tutuklandı. Gözaltına alınanlar arasında, Grup Yorum üyeleri ile içinde Yurt Gazetesi muhabiri Sami Menteş’in de yer aldığı, 5 gazeteci de bulunuyordu. Operasyonun DHKP-

C’ye yönelik olduğu, ancak gizlilik kararı nedeniyle iddiaların açıklanmadığı öğrenildi. Çağdaş Hukukçular Derneği bugüne kadar çok sayıda insan hakları ihlali mağduru ile direnişçi işçiye gönüllü olarak hukuk hizmeti sağladı. Gözaltına alınan ÇHD avukatları, 19 Aralık 2000'de cezaevlerine yönelik gerçekleştirilen ve 30 kişinin öldüğü Hayata Dönüş Operasyonu, gözaltında işkence sonucu öldürülen Engin Ceber, Nijeryalı göçmen Festus Okey davalarına, toplu mezarlar, gözaltında kaybedilen Ali Efeoğlu, Ayhan Efeoğlu kardeşlerin bulunmasına ilişkin soruşturmalara müdahil oldu. Tutuklanan hukukçular, aynı zamanda, cezaevinden çıktıktan hemen sonra hayatını kaybeden hasta mahpus Güler Zere'nin, Roboski'de 11 yakınını yitiren Ferhat Encü'nün, Roman Çalıştayında "parasız eğitim istiyoruz" pankartı açtıkları için tutuklanan Berna Yılmaz ve Ferhat

Tüzer 'in avukatlarıdır. Bu avukatlar, ayrıca, Hey Tekstil işçilerinin mücadelesine ve benzeri işçi direnişlerine hukuki destek vermişlerdi. Gözaltına alınan avukatların evleri ve bürolarının, kapıları kırılarak arandığı, gözaltına alınırken şiddete maruz kaldıkları ortaya çıktı. Gözaltına alınan avukatlardan zorla kan ve tükürük örneğinin alındığı, bunu sağlamak için tekmelenerek yere yatırıldıkları öğrenildi. Amaç Tüm Muhalefeti Sindirmek, Sıra Avukatlarda AKP hükümeti, kendi politikalarına muhalefet eden tüm grup ve örgütleri sindirmeye çalışıyor. Öğrenciler tutuklanıyor, gazeteciler gözaltına alınıyor, avukatlar örgüt üyesi olmakla suçlanıyor. Yüzlerce BDP yöneticisi, KCK Davasında, tutuklu olarak yargılanıyor. Başbakanı protesto eden ODTÜ öğrencileri, gece baskınları ile evlerinden toplanıyor.

Bunlar, AKP’nin otoriter, faşizan bir rejimi hayata geçirdiğini gösteriyor. Bölgede olası bir savaşa hazırlanan hükümet, iç muhalefetin sesini kısmak, tüm örgütlü muhalefete gözdağı vermek istiyor. Bu süreçte avukatlara karşı özel bir sindirme harekâtı uygulanıyor. Böylece, siyasi davalarda yargılanan insanlar, avukatları tutuklandığı için, savunma hakkını kullanamayacaklar. AKP kendi 12 Eylülünü hayata geçiriyor. Tüm örgütlü kesimlere karşı uygulanan saldırılar, 12 Eylül Cuntacılarını aratır hale geliyor. Bize düşen, işçilerin direnişlerini destekleyen, polis baskısına karşı hukuki savunmalarımızı yapan, faili meçhul cinayetlere, katliamlara karşı, sürecin yasal yollardan takibini sağlayan avukatlarımıza sahip çıkmak, demokrasi mücadelesini yükseltmektir. ÇHD üyesi devrimci avukatlar serbest bırakılana kadar mücadeleyi sürdürmektir.

PARİS SUİKASTI AYDINLATILMALIDIR Mustafa EKER

İmralı’da, devlet ile Abdullah Öcalan arasında görüşmeler yapıldığının açıklanmasından kısa süre sonra, 9 Ocak’ta, Paris’te üç Kürt kadın siyasetçiye suikast düzenlendi. PKK kurucularından Sakine Cansız, Kürdistan Enformasyon Merkezi Paris temsilcisi Fidan Doğan ve genç aktivist Leyla Şaylemez öldürüldü. Bu katliam, barışa ve İmralı görüşmelerine yapılmış bir suikasttır. Kürt sorununun barışçıl-demokratik çözümüne karşı olan güçlerin bir operasyondur. Abdullah Öcalan’ın, hükümetin açıkladığı hali ile “PKK’ye silah bıraktırmak” gibi bir nedenle bile, muhatap alınmasını istemeyen ve muhtemelen uluslararası bağlantıları da olan veya dış destek alan derin güçlerin sürece müdahalesidir. AKP’nin, Kürt sorununun barışçıl-demokratik çözümüne yönelik

bütünlüklü bir politikasının olmaması bu güçleri cesaretlendirmiştir. Sorunun çözümünü istemeyen güçler suları bulandırmak, savaşı tırmandırmak ve Avrupa’ya yaymak için belli ki durumdan vazife çıkarmış; bu saldırıyı gerçekleştirmiştir. Suikastın üzerinden iki saat bile geçmeden, Fransız polisinin soruşturması tamamlanmadan, AKP’li Hüseyin Çelik, ‘örgüt içi infaz olabileceğini’ söyleyerek, PKK’yi işaret etmiştir. Bu görüşü Başbakan Erdoğan ve diğer AKP’li yetkililerin de destekleyip, dillendirmeleri, hükümetin suçluların telaşı içinde olduğunu göstermiştir. Üç kadın siyasetçinin öldürülmesi sonrası, Avrupa’da yaşayan on binlerce Kürtün Paris’e akın etmesi ve cenaze törenine yüz binlerin katılması, bu suikastların Kürtleri daha çok birleştirdiğini gösteriyor. Cenazelerin yurda getirilmesinin ardından, Diyarbakır’da yapılacak toplu cenaze töreninin

gövde gösterisine dönüşeceğini düşünen hükümet, cenazelerin sessiz sedasız kaldırılmasını istedi. Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, cenaze törenlerinin, “süreci zora sokmadan” yapılmasını isteyerek, ‘Habur gibi olmasın’ dedi. Habur’da olan neydi? Kürtlerin sevinci! Paris’te öldürülen üç kadınının cenaze töreni neydi? Kürtlerin üzüntüsü. Kürtlerin sevinçlerini de üzüntülerini de yaşamalarına müdahale ediliyor. SUİKASTIN ARDINDAKİ GÜÇLER AÇIĞA ÇIKARTILMALIDIR Fransa, katliam zanlısı olarak Ömer Güney isimli bir Türk vatandaşını tutukladı. Ömer Güney tetiği çeken olabilir ancak saldırıyı tek başına gerçekleştirmiş olamaz. Asıl önemli olan, onun arkasındaki güçlerin ve ilişkilerin ortaya çıkarılmasıdır. Saldırı Fransa’da gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, olayın açı-

ğa çıkarılmasında Fransa’nın siyasi sorumluluğu vardır. Öldürülenler Türk vatandaşıdır. Şüpheli Türk vatandaşıdır. Cinayetler hükümetin Öcalan ile görüşmeler yaptığı süreçte işlenmiştir. Günlük basından öğrendiğimiz kadarıyla zanlı, son dönemde Türkiye’ye sıkça giriş-çıkış yapmıştır. Kiminle, ne görüşmüştür? Türkiye bağlantılarını ortaya çıkarmak, hükümetin sorumluluğundadır. Paris suikastı aydınlatılmaz ve Avrupa’daki pusuya yatmış unsurlar dağıtılmazsa, bu tür eylemler yeniden gündeme gelebilecektir. AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, Paris'te üç kadının öldürülmesinin, silahların bırakılması sürecini sabote etmek için yapıldığını savunarak, "Önümüzdeki günlerde korkarım Almanya'da da buna benzer bir takım olaylarla karşılaşılabilir" demesi, olayın ciddiyetini ve önemini bir kat daha arttırmaktadır.

5


İşçilerin Sesi

AKP İTTİHAT TERAKKİ İLE A Yeri geldiğinde muhaliflerini İttihatçı olmakla suçlayan AKP iktidarının, Kürt ya da Alevi sorununa yaklaşımda, İttihat Terakki ile aynı kafaya sahip olduğu görülüyor. Aykut ÖZER

Osmanlı Devletinin son yıllarında iktidarı ele geçiren İttihat Terakki Partisi, dağılan imparatorluğun kalıntılarından nasıl bir ulusal devlet çıkarılacağının hesaplarını yapmaya koyuldu. Partinin önde gelen teorisyenleri şu noktalarda görüş birliğine vardı: 1-Gayrimüslim azınlıklar sürülecek. 2-Kürtler Türkleştirilecek 3- Aleviler Müslümanlaştırılacak (Sünnileştirilecek). Bu planın bir bölümü, yani soykırıma dönüşen Ermeni Tehciri ve Pontus katliamı, İttihat Terakki Hükümeti döneminde gerçekleştirildi. Osmanlı Devleti yıkılıp, İttihat Terakki Partisi dağılıp, önderleri fiziki ya da siyasi olarak tasfiye edilmelerine karşın, bu yaklaşım, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ideolojisinde temel öneme sahip oldu ve bugüne kadar çeşitli Cumhuriyet hükümetlerince tavizsiz olarak uygulandı. Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ardından, Yunanistan hükümeti ile yapılan “Mübadele Anlaşması” ile

Türkiye’deki Rumların büyük çoğunluğu Yunanistan’a sürüldü. Bu süreç daha sonra da, Varlık Vergisi uygulamaları, 6–7 Eylül Olayları, 1963 Kıbrıs Krizi kullanılarak fiilen devam ettirildi. Bugün nüfusu 75 milyona ulaşan Türkiye’de, gayrimüslim yurttaşların sayısı ancak yüz binlerle ifade ediliyor. Dolayısıyla, bu plan gayrimüslimler açısından işledi. Kürtler, inkâr ve asimilasyon yoluyla Türkleştirilme politikalarına karşı, başından itibaren direndiler. 1925 Şeyh Sait İsyanından 1938 Dersim katliamına kadar geçen sürede onlarca Kürt ayaklanması gerçekleşti. Bundan sonra görece sessiz geçen dönemde de, büyük ölçüde dışarıya kapalı toplumsal yapıları sayesinde, Kürtler, ulusal, kültürel varlıklarını korudular. Özellikle son otuz yıldaki başkaldırı süreci, bölgesel gelişmelerle birleşince, Kürtlerin uluslaşma süreci hız kazandı ve geriye döndürülemez bir noktaya ulaştı. Buna karşın AKP hükümeti halen “tekçi” anlayışı sürdü-

rerek, Kürtlerin, anadilde eğitim, dillerini yasal olarak kamusal alanda kullanma ve sınırlı özerklik taleplerini reddediyor. Gerek “İslam Kardeşliği” söylemi gerekse kimi Kürt burjuvalara rant dağıtma yoluyla, ama esas olarak, baskı ve zoru temel araç olarak kullanarak, Kürtleri Türk ulusal devletine eklemlemeye çalışıyor. CEMEVLERİNE GEÇİT YOK! Türkiye Cumhuriyeti Devleti, din temellerine dayanan bir devlet olmamasına karşın, Sünni İslam, devletin temel motiflerinden biri oldu. Geniş bir kadro ve büyük bir bütçeye sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı, bu amaca dönük olarak devletin temel kurumu olarak örgütlendi. Bu kurumun yaygın örgütlenme ağı, “havuç ve sopa” politikası ile birleştirilerek, Aleviler Sünnileştirilmeye çalışıldı. Bir yanda Aleviler çeşitli devlet görevlerinde istihdam edildi, Alevi köylerinde camiler yapıldı, her köşede İmam hatip okulları açıldı ve Sünni İslam’ın

öğretildiği din dersleri, ilköğretim okullarında zorunlu hale getirildi. Diğer yandan, Dersim soykırımından, Çorum, Sivas, Maraş vb. katliamlarına kadar uzanan bir dizi olayla, “sırtlarından sopa eksik edilmedi”. Buna karşın Aleviler, Sünni İslam içinde eritilemedi. Son yıllarda kendi kültür ve inançları çerçevesinde giderek daha yaygın olarak örgütlenmeye başladılar. Toplu olarak yaşadıkları bölgelere, artan sayıda cem evleri inşa ederek, artık cenazelerini kendi din adamları öncülüğünde buralardan kaldırmaya başladılar. Bu toplumsal gelişimin bir parçası olarak, Meclis’te de bir cem evi açılması talebinde bulunuldu. Ancak bu talep, Müslümanların ibadet mekânlarının camii olduğu ileri sürülerek, reddedildi. Alevileri ya Sünni İslam’ı kabullenmeye zorlayan, bunu yapmazlarsa İslâm dini dışına atmaya yeltenen, ama o halde bile ayrı bir inanç olduğunu, ayrı ibadet mekânlarının olabileceğini kabullenmeyen bu anla-

DR. HİKMET KIVILCIMLI SEMPOZYUMU G N. CEMAL

Devrimci sosyalist hareketin tarihe mal olmuş isimlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı için düzenlenen bilgi şöleni 17-18 Ocak tarihinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu’nda gerçekleştirildi. Sempozyumun 1. gününde yapılan sunumlar yaklaşık 400 kişi tarafından izlendi. Özel hayatı, devrimci mücadelesi, siyasi görüşleri ve teorik üretimleri irdelendi, tartışıldı. Sinevizyon gösterimiyle başlayan sempozyumun açılış konuşmasını Türkiye Halkın Kurtuluşu Ordusu (THKO) kurucularından Oktay Etiman yaptı. Etiman, “Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürdistan konusundaki değerlendirmeleri çok önemli. Açıkça ‘sömürge’ diyor, ‘istila edilmiştir’ diyor. Bütün bunları o yıllarda ortaya koyması bence son derece önemli” diyerek, gecikmiş bir hak teslimi yaptı. Kıvılcımlı’nın avukatlığını da yapmış olan Nizam Üstündağ sempozyum boyunca seslendirdiği şiirlerle renk kattı. İslami kesimlerin de ilgi gösterdiği sempozyumda Ayhan Bilgen tarafından “Siyasetin Toplumsallaşmasında Dine Yaklaşım ve Kıvılcımlı Dersleri” başlıklı

6

bildirinin sunumu yapıldı. “Hâkim Allah’tan başka kimsenin karşısında boyun eğilmez” diyen Bilgen, “egemen iktidarın hegemonyasını ortaya koyduğumuzda özeleştiri vermemiz gerektiğini düşünüyorum” dedi. Mehmet Akyol, “Kıvılcımlı’nın Düşünceleri Doğrultusunda Sendikal Hareketin Yeniden Yapılandırılması” başlıklı bildirisini sundu. Mehmet Akyol’un sunumunda, “yeniden yapılandırmayı” ifade eden bir noktanın olmadığını ve klasik bir sendikacı tanımı yaptığını söyleyebiliriz. Birol Dinçel, “Çağdaş Sosyoloji Tarihinde Kıvılcımlı’nın Yeri ve Sosyolojisi” metninin sunumunu yaptı ve sinevizyon gösteriminde de dile getirilmiş olan bir “Kıvılcımlı Portresi” çizdi. Sempozyumun mimarı diyebileceğimiz Demir Küçükaydın’ın, “Kıvılcımlı’nın Marksizm’in Gelişimine ve Derinleşmesine Yaptığı Katkı-

lar ve Bu Katkıların Eleştirel Değerlendirmesi” başlıklı sunuşu, “Aydınlanmacılık” kertesine indirgenen Marksizm’e ve Marksist metoda dair bir eleştiri niteliğindeydi. Demir Küçükaydın’a göre, “Kıvılcımlı’nın Marksizm’e en büyük katkısı, tarihi dinler üzerinden de okumuş olmasıdır.” “O, dinin yalnızca bireysel bir inanç olmayıp toplumsal örgütlenme biçimini tarif eden bir sistem olduğunu fark ederek önemli bir kapı aralamıştır.” Demir Küçükaydın, kendi Kıvılcımlı çözümlemesi doğrultusunda sempozyumdaki bütün sunumlara müdahale ederek tartışmaya çalıştı ve “Demir’in penceresinden Kıvılcımlı sempozyumu” yorumlarına neden oldu. Sempozyumun en ilgi çeken isimlerinden birisi olan İsmail Beşikçi ise “Hikmet Kıvılcımlı, Kürtler ve Kürdistan” başlıklı bildirisini sundu. Tersine bir tarih okuması da yapan İsmail Beşikçi’nin Ermeniler ve Rumlar üzerinden “imha edilen halklara dair” anlatımları bir anlamda da Kıvılcımlı’nın eleştirisiydi. Mustafa Şener, “Kıvılcımlı, Kemalizm ve MDD Hareketi” bildirisini sundu. Sempozyumun 1. günü Sezai Sarıoğlu’nun “Hikmet’inden Sual Olunmaz: Kıvılcımlı’nın Mirası Olan Sorular ve Cevaplar” gösterisiyle nok-

talandı. Kıvılcımlı sempozyumunun 2. gününde umut veren bir sunumla karşımıza çıkan Eser Sandıkçı oldu ve “Kıvılcımlı’nın ‘Kadın Sosyal Sınıfımız’ Adlı Çalışmasının Feminist Okuması”nı yaptı. Ardında da Latife Fegan’dan “Kıvılcımlı Yurtdışı Arşivinin Hikayesi”ni dinledik. Eğer bugün Kıvılcımlı’nın kitapları basılabiliyorsa ve bizler bu kitapları okuyabiliyorsak, Latife Fegan’a çok şey borçluyuz. Dikkatle takip edilen iki sunum ise ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık ve Ömer Allahverdi’den geldi. Ömer Allahverdi Karl Marx’a ait “din halkların afyonudur” sözünün yanlış anlamlara çekildiğinden hareketle; “Marx, kilise kurumunun toplumu sömüren ve baskı yaratan tutumuna karşı böyle bir ifade kullanmıştır,” dedi. Kendisini “Antikapitalist Müslüman” olarak tanımlayan ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık ise “Kıvılcımlı’nın yaptığı Kuran-ı Kerim tefsirinin dikkate alınması gereken önemli bir çalışma olduğunu” söyledi. “Kıvılcımlı’dan sonra sosyalist çevrelerin Kuran hakkında herhangi bir çalışması yok” diyen İhsan Eliaçık’a göre, “Kıvılcımlı’nın Kuran-ı Kerim tefsirinin ilahiyat fakültelerinde incelenmesi gerekiyor.” Marx’a


İşçilerin Sesi

AYNI KAFADA

İşçilerin belleği balıklara benzemez Bahadır ALTAN

yış, İttihat Terakki kafasından başka bir şey değildir. 12 Eylül döneminde, askeri cunta Alevi köylerine cami yapımını yoğunlaştırdı. Bugün devlet töreniyle kaldırılan Alevi asker cenazelerinin Cem evlerinde kılınan cenaze namazlarına, ne askeri ne de sivil erkân katılıyor. Bu askerler için resmi cenaze töreni camilerde yapılıyor. AKP ise, Cem evlerini ibadet mekânı olarak görmeyerek aslında Alevi inancını dışlıyor. Yani devlet kurumları,

“laik askerler” ya da “dinci politikacılar”, İttihat Terakki Partisinin formüle ettiği, T.C devletinin temel politikasından milim sapmıyorlar. Yeri geldiğinde muhaliflerini İttihatçı olmakla suçlayan AKP iktidarının, Kürt ya da Alevi sorununa yaklaşımda, İttihat Terakki ile aynı kafaya sahip olduğu görülüyor. “İleri demokrasi” teranelerine karşın, AKP’nin, has bir devlet partisi olduğu, devlet gibi despotik bir karaktere sahip olduğu açığa çıkıyor.

ERÇEKLEŞTİRİLDİ ait “din halkların afyonudur” sözüne dair değerlendirmesi ise şöyleydi; “Diyanet dini afyondur. Diyanet dini, sarayın ve devletin dinidir. Biz buna karşıyız. Marx’ın kastettiği budur.” “Paris’te katledilen Kürdistanlı kadın devrimcilerin Amed ve Mersin’deki cenaze törenlerinde hazır bulunmamazlık edemezdim” diyen Ertuğrul Kürkçü’nün mektubu da sempozyumda okundu: “Bugün Doktoru hasret ve saygıyla yadediyorsak, gençliği hiçbir zaman pohpohlamayan, onun zaten taşkın olan coşkusuna değil, o coşkunun çoğu kez işlemez kıldığı aklına seslenmesiydi. Bu sempozyum o aklı yeniden üretmekle üstlendiği işi yerine getirmiş sayılabilir.” Ufuk Özcan tarafından yapılan sunuş, “Tarihsel dayanakları olan, yerli ve özgün bir sosyalizm perspektifinin inşası sorunu ve Hikmet Kıvılcımlı’nın temsil ettiği eşiğin Türk sosyolojisi açısından değerlendirilmesi gerekliliği” üzerineydi. Kurtuluş Kayalı ise, “Karşılıklı ilişkiler bağlamında Hik-

met Kıvılcımlı ve memleket sosyal bilimcileri üzerine bazı düşünceler” sundu. Hararetli ve renkli tartışmaların yaşandığı sunum Metin Kayaoğlu’ndan geldi ve “Kıvılcımlı’ya karşı Kıvılcımlı” dedi. Kıvılcımlı’nın Tarih Tezinin ve Tarihsel Devrimler üzerine çözümlemelerinin Marksizme bir katkı olduğuna değinen Metin Kayaoğlu, Kıvılcımlı’nın tarihsel devrimleri yakın tarihe kadar taşımasını ise “Marksizm dışı” olarak tanımladı. Bu temelde ortaya attığını iddia ettiği “ordu ve vurucu güç” tartışmalarına yönelik vurgular yaptı. Bu hararetli tartışmanın ardından Alişan Özdemir tarafından yapılan “Kıvılcımlı ve Diyalektik” sunumu sıkıcı bulundu. Sempozyumun final konuşması ise Vedat Türkali’den geldi. Vedat Türkali’nin Kıvılcımlı’ya dair anlattığı anılar dikkatle dinlendi. Türkali, “Kıvılcımlı için bir sempozyum yetmez” dedi. Sempozyumun bitişinden sonra izleyicilerin yorumlarından biri kulağımızda kaldı; “Herkes fili kendi tutuğu yerden anlattı…”

verin de değerlendirelim!" THY’de 24. dönem TİS görüşmeleri Hava-İş samimiyetsizliğe devam edibaşladı. Bu döneme grev hakkını sayor. Bütün dertleri bu yıl yapılacak genel vundukları için işten atılan 305 işçinin iakuruldur. Olumsuzluklardan beslenen, desinin damgasını vurması gerekiyor, takendine ayna tutmayan, eleştirilere kubii Hava-İş yönetimi yine işverenle görlağını kapamış ve sadece iktidarına keüştüğü masada, dışarıda söylediklerinin netlenmiş bir yönetim peşine taktığı 305 tersini yapmazsa! Sendika bürokrasisi her değil ama 3-5 işçiyi de sürükleyerek adedönemde işçilerin tabandan yükselen ta sendikal örgütlülüğü tümüyle tahrip ettepkilerini sönümlemede fren oldular. meye çalışıyor. Mayıs ayı içinde emek cephesindeki kıŞimdi eyleme katılmaya çalışan mupırdanmalar KESK'in öncülüğünde yahalefete mensup işçilere saldırarak uzakpılan başarılı 1 günlük grev, sivil havacılaştırdıklarını da inkâr edip Gökkuşağı Halık işçileri arasında kıpırdanmalara ve senreketi'ni işçileri bölmekle suçluyorlar. dikayı tabandan zorlayan bir etkiye döBu tavır iktidarın dış tehlikelere karşı "milli nüşmüştü. Bu tepkiyi organize edemebirlik" isteyen ırkçı tavrıyla nasıl da örtüyen, tek bir pilota dahi ulaşıp haber dahi şür değil mi? Oysa bakın muhalefet vermeyen ve gece yarısı cep telefonla2010 yılındaki işten çıkarmalarda neler rına gönderdiği bir mesajla sorumluluğu yazıp yayınlamış: da tamamen işçilere yükleyen Hava-İş ne "...Hava İş’in hep ipe yazık ki heder etti. 29 Maun sererek hatta “hayalci!” yıs'ta kabin memurlarının bulduğu çok somut öneHava İş kısa süreli uçuşları durduriyi tekrarlayacağım. Buran eylemi sendikanın üstyöneticileri lenmediği bir çağrıyla baştopu işçilere nun örneklerini Tekel işçileri de başkaları da hatlamıştı. atmadan ta tek başına Paşabahçe Hava-İş'in 24 yıllık "desıcak Devlet Hastanesinde dineyimli!" yönetimi şöyle dikoltuklarını renen Türkan Albayrak yordu: "Bu gün üyelerimiz kendilerini uçuşa hazır terk edip adım vermiştir… Havacılıkta ise bunun etkisi katlanarak hissetmeyeceklerini açıkatmalıdır. olur. lamışlardır! Bu kaypak ifaHava İş yöneticileri işverenle açtıkladeye rağmen işçiler uçuşları kenetlediler. rı “beyaz sayfanın” ne demek olduğunu İktidarın grevi kanunla yasaklama önce kendileri anlamalı sonra işçilere gibi antidemokratik ve faşist yönetimlerde açıklamalılar. Hiç olmazsa bu kez samidahi görülmeyen girişimini protesto etmi olarak, topu işçilere atmadan, onları menin son derece meşru olduğu germücadeleden uzak tutacak senaryolar çeğine rağmen (ki bu artık mahkemelerde çizmeden, “işçiler istemiyor biz ne yabilirkişi raporlarıyla da ispatlanmıştır) işpalım!” gibi bahaneler arkasına saklanverenin eylemi yasa dışı ilan etmesine bu madan, şov yapmadan, sıcak koltuklakaypaklık zemin hazırlamış ve kısa sürede rını terk edip adım atmalıdır. herkes uçuşlara gitmeye başlamıştı. BeGenel Müdürlük önüne çadırlar kudeli ise 305 işçi ödüyordu. Sendika yörulmalı, işten atılan arkadaşlara ücretlenetimi aleyhine tek bir dava dahi açılrini sendikanın ödediği uzun soluklu bir mamıştı. Şimdi işçiler işe iade davalarıydireniş başlatılmalıdır... Yapılan kıyım, bu la uğraşıyorlar bir kısmı kurdukları yeni birfaşist tavır teşhir edilerek kamuoyu deslikle (29 Mayıs Birliği) ücretsiz hukuk desteği kolaylıkla sağlanır. Liberal demokrat teği alırken, diğerleri sendikanın tutumu maskeli yönetim anlayışı, bütün ülkeye ve nedeniyle darmadağın olmuştu. Sendidünyaya teşhir edilir. Ve emin olun bu ka avukatının ısrarla yüzde 10 ücret ta240 kadar işçinin TİS gereği olan, lebini sendikadan karşılama sözü alanTHY’nin başka birimlerinde istihdamı lar bu avukata verirken çok az sayıda işçi gerçekleşir. Dahası bundan sonraki salde havaalanındaki eylemlerine katılmaya dırıların önü kesilir..." başlamıştı. İşçilerin belleğini balıklara benzetenŞimdi Hava-İş toplu sözleşme göler fena yanılırlar... Şimdi sendikacılar için, rüşmelerinin birinci maddesinin 305 işçağrılarına itibar etmeyen işçilerin haçinin işe iadesi olduğunu ilan ediyor. Mavaalanındaki eylemlere katılmayışlarının sada ise birinci görüşmede işveren temnedenini kendilerinde aramak için aynasilcileri soruyor: "Yazılı verdiğiniz tekliflerde ya bakma zamanıdır. böyle bir talep göremedik, yazılı olarak bir

7


İşçilerin Sesi

GERÇEK İŞÇİ OLALIM İSTİY

Ayhan Gökgöz ve Kozlu maden işçileri

7 Ocak 2013’de Kozlu Maden Ocağı’nda bir patlama oldu ve bu iş cinayeti sonucunda 8 işçi öldü. Patlamanın olduğu gün ve saatte Kozlu maden ocağında bulunan ve Star adlı taşeron şirket bünyesinde çalışan taşeron işçileriyle ve temsilcileri Ayhan GÖKGÖZ’le konuştuk. N. CEMAL

Taşeron şirketinin tutumunu, maden ocağında taşeron işçisi olmayı ve yaşadığınız iş cinayetini anlatır mısınız? Star adlı şirket 2008 yılının birinci ayından itibaren ihaleyi aldı. İlk başladığı dönemlerde 2-3 ay düzenli maaş alabildik. Sonrasında ise maaşlarımız 1 hafta, 15 gün, 1 ay ve daha sonrada 2 ay gibi gecikmelerle verilmeye başlandı. Bu süreçlerde 2-3 gün eylem yaptık. Bir şekilde bizi hep kandırdılar; ödenek gelmedi, alacağınız bakidir, siz çalışmaya devam edin vs dediler. Bu süreç 1,5 yıl kadar devam etti. Daha sonra iş hat safhaya geldi ve eylemler yapalım dedik. 1 hafta, 10 gün, 17 gün, 19 gün eylemler yaptık. Baktık ki bu iş böyle olmuyor, gittik Genel Maden İş Sendikası’nın kapısını çaldık ve görüşmeler sonrasında da üye olduk. ‘Biz alt taşeronuz ama sizin asıl işinizi yapıyoruz, bizim de örgütlenme hakkımız var,’ dedik. Üye olduk. Kaç kişi üye oldunuz? Yaklaşık 380 kişi? Sonrasında ise şirket, ‘ben in-

şaat firmasıyım, maden sendikası burada örgütlenemez’ dedi. İş kolu itirazı yaptı. Daha sonra benle birlikte 30 kadar arkadaşa çıkışları verildi. Arkadaşlarımızın dik durması ve direnmesiyle bizi işe geri çağırmak zorunda kaldılar ve anlaşmak zorunda kaldılar. Zonguldak kamuoyunda ve Türkiye’de ulusal televizyonlarda, yerel gazetelerde gündemde kaldık. Kölelikten, taşeron işçiliğinden çıkıp gerçek işçi olmak istiyoruz. Valiyi ziyarete gittik. Milletvekillerinin yanına gittik. ‘İnsan gibi çalışmak, insan gibi yaşamak istiyoruz,’ dedik. Ellerinden gelen yardımı yapacaklarını söylediler. Bir ihale şartnamesi var ve kimse bu şartnamenin dışına çıkamıyor. Çabalarımız sonrasında bizim adımıza bazı iyi gelişmeler oldu; 600 lira olan maaşlarımızı önce 800 liraya, ardından da 950 liraya çıkarttırdık. Metre işini önümüze getirip dayattılar; 30 metre yaparsanız 900 lira, 35 metre yaparsanız 950 lira gibi. Biz şimdi metre tamamlayalım diye çalışıyor, metre hesabı para kazanıyoruz. Emniyet hep ikinci ve üçüncü planda kalıyor. Önemli olan para kazanmak için metre yapmak. Taşeron şirketin tek amacı bu, bize de bu dayatılıyor. 2,5 yıldır işyeri temsilciliği yapıyorum. Arkadaşlarımla beraber çok mücadele ettim. Örgütlenemedik. Genel Maden İş’e çok yalvardık, yakardık. Şimdi de iş kolu itirazı nedeniyle mahkemeye intikal etti. Şu an kaç işçiyi temsil ediyorsun? Temsilcisi olduğum bölümde 270 arkadaş vardı, şu an 110 işçi kaldı. Başka bölgede de arkadaşlarımız var. Onarın resmen temsil-

8

cisi değilim ama fiili olarak onlar da benim lafımdan dışarı çıkmayacak arkadaşlardır. Orada da 160 arkadaşımız var. Taşeronun dayattığı şuan ki en önemli sıkıntımız metre işi çalıştırılmak. Bu kölelik. Koruyucu malzeme denen bir şey yok. Beş yılda bir defa baret aldım, bir defa da toz maskesi ve çizme gördüm. Bir daha da ne eldiven, ne toz maskesi, ne çizme, ne elbise gördüm. Taşeron şirket vermediği için çizmeleri de kendimiz alıyoruz. Tabi en ucuzunu alabiliyoruz, onlarda da demir koruma falan yok. Gaz maskelerini ve lambaları ise TTK veriyor. Gaz sıkışması durumunda uyaran vakvakları da taşeron firmadan değil TTK’dan alıyoruz. Kurum olmasa biz vakvak da almayız. 8 arkadaşımızı kaybettiğimiz patlamada 6 arkadaşımız da dört saat mahsur kaldı. Bacaya basılan hava borularının vakumları var, biz onlara vantüp diyoruz. Kafalarını vantüp’e sokarak kurtuldular. 4 saat mahsur kaldıktan sonra yaralı çıkartılar: Turgut, Ferhat, Harun, Hasan, Hüseyin ve Mustafa. Elektrik kesilmiş olsaydı vantüp çalışmazdı ve onlar da sağ çıkamazdı. Ölü sayımız 14 olurdu. Arkadaşımız gaz ölçümünü yapmış, herhangi bir gaz yok. Gaz izlemeyi aramış ‘kontrollü patlatma izni’ istemiş. Gaz izlemeden de ‘tamam, herhangi bir sorun yok, patlatma yapabilirsin’ demişler. Kontrollü patlamanın üstünden beş dakika geçmeden 8 arkadaşın öldüğü patlama meydana gelmiş. Degaj yapmış. O sıkışma ancak 25 metrelik derinlemesine ve yatay sondajla tespit edilebilirdi. Şartnamede böyle. Taşeronun verdiği sondaj boruları en ka-


İşçilerin Sesi

YORUZ litesizinden ve daha 18. metreye gelmeden den sıkışıp kalıyor. İleriye gitmiyor. Ne yapabiliriz? Zonguldak’ta görüştüğümüzde şu bilgilere ulaşmıştık: İşçi sağlığı ve iş güvenliği tüzüklerine göre yer altında çalışırken yatay olarak 25 metre derinliğinde açılması gereken kontrol amaçlı sondaj delikleri patlamanın olduğu ocakta yetersizmiş. Bir kaç tanesinin 9.5, birkaç tanesinin 10.5, bir - iki tanesinin de 21 metre derinliğinde olduğu söyleniyor. Yani 25 metrelik sondaj deliği yok. Yine tüzük ve yönetmeliklere göre metrekareye bir delik düşmesi gerekiyor. Star Madencilik o noktada 14 metrekare yer açtırmış ki bu da 25’er metrelik 14 delik demektir. 7 delik olduğu tespit edilmiş. Gerekenin yarısı kadar ve açılanlar da istenilen derinlikte sondajlar değilmiş. Bizler o an patlama noktasının 300400 metre ilerisindeydik. 25 metrelik sondaj yapılsaydı tespiti mümkündü. Yüzde 50 ihmal var. Taşeron şirket malzemeden tasarruf ediyor eksik ve sağlam olmayan malzeme veriyor. Zamandan kâr emek için metre dayatmasıyla iş yaptırıyor. Bu da daha fazla, hızlı ve dikkatsiz çalışma demek. Taşeron bu anlayışı ve dayatması olmasaydı arkadaşlarımız ölmezdi. Önceden de aynı noktada patlama yaşanmış. Patlama yaşanan bacanın aynı hizasında ve üst kotta çalışan 3 tane abimiz de daha önceden ölmüş. Bir üst katında tekrar degaj olmuş. Bu damarda zaten bir rahatsızlık var. Talepleriniz ve mücadelenizden söz eder misiniz? İlk önce şunun peşindeyiz; kölelikten, taşeronda çalışmaktan kurtulalım ve gerçek işçi olalım, kurumun çatısı altına girelim, diyoruz. Toplu sözleşmeli, sendikalı TTK bünyesinde çalışmak istiyoruz. Ölümler işçinin hatasından kaynaklanmaz. Tamamen şirketin maddi hesapları nedeniyle oluyor. Yeteri kadar ve sağlam sondaj malzemesi olsaydı, işçi sağlığı ve iş güvenliği esas alınsaydı bunlar belki de yaşanmazdı. Yeni ölümler olmasın, taşeron sistemi kalksın diye iş bırakacağız. Bize sahip çıkmayanlardan hesap soracağız. Şirket sahibi işçi arkadaşlarımızın cenaze namazına geldi, şimdilik ses çıkartmadık. Patronumuz MHP’li Şafak Sırrı Demirel. Eşi Eskişehir’den MHP milletvekili, Ruhsar Demirel. Cenazede sesiz kaldık, hep sessiz kalacağımız sanılmasın.

MADEN İŞÇİSİ MİTİNG YAPTI SENDİKACILAR KONUŞTU Genel Maden İşçileri Sendikası'nın (GMİS) çağrısıyla Zonguldak'ta taşeronlaşmaya karşı "Emeğe Saygı" mitingi düzenlendi. İstasyon Caddesi'nde bir araya gelen sendikalar ve siyasi partiler Madenci Anıtı önündeki miting alanında toplandı. Katılımın yüksekliği dikkat çekti. Türk-İş'in vicdanını rahatlattığı ve kendini aklamaya çalıştığı bir miting olacağı en başından belli oluyordu. Nitekim, polis dışında sendikanın görevlileri "güvenlik" sağlamış ve sürekli "provokatörlere dikkat edin" uyarısı yaptılar. Siyasi partilere karşı polis ve sendika görevlileri teyakkuzda oldular. 7 Ocak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Kozlu Müessese Müdürlüğü bünyesindeki taşeron firmada yaşanan ve metan gazı püskürmesi sonucu 8 maden işçisinin yaşamını yitirmesine yol açan iş cinayetini protesto mitingine ölen işçilerin mesai arkadaşları ve yakınları da katıldı. GMİS Genel Başkanı Eyüp Alabaş’ın konuşmacı olduğu mitingde, ne bir taşeron maden işçisi ne de ölen işçilerin aileleri adına bir işçi yakınına söz verilmedi. Dolayısıyla miting, sendikacıların ölümlerin ardından vicdanlarını rahatlatmaya yol açan ve gerçek bir talep ve çözüm için baskı unsuru oluşturmayan bir içerikte gerçekleşti. Bu nedenle “Emeğe

Saygı” talebi, ahlaki bir istemin dışına çıkmadı. Sendika başkanı şunları söyledi: “Biz, bu arkadaşlarımıza ve tüm maden şehitlerimize, iş kazalarında kaybettiğimiz emekçi kardeşlerimize Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Son olayı iş cinayeti olarak tanımladık. İş cinayeti diyoruz. Çünkü biz, daha 2004 yılında, yer altında taşeron olmaz demiştik. 2005 yılında eylem yaptık. TTK'nın işçi açıklarının giderilmesini ve bu işlerin de eskiden olduğu gibi kurum tarafından yapılmasını istedik. İşçi almadılar. Taşeron şirketin madenlere girmesini engelledik. Ama devlet çalışmalarını sağladı. Sonra 17 Mayıs 2010 faciasını yaşadık. Bu kez de eylem yaparak uyardık. Taşeron işçilerinin kuruma devredilmesini istedik. Ama ilgililer devam ettirdiler. Taşeron şirketin yeterli iş güvenliği önlemlerini almadığı raporlara yansımasına rağmen devam edildi ve 7 Ocak'ta iş kazası yaşadık.” Sormazlar mı, 165 yıldır hak mücadelesi veren maden işçisinin üye olduğu sendikalar olarak, taşeron ihalelerini engellemek için, taşeron firmaları işyerinden kovmak için ne yaptınız? İşçilere kadro talebiyle ilgili hangi eylemi, grevi veya direnişi yaptınız? Kadrolu işçinin iş güvencesini elinden alan taşeron uygulaması, sizin

de sendikal varlığınızı tehdit ederken ne yaptınız? Laf değil, iş zamanı "Taşeron demek, ölüm demek", “Türkiye Cumhuriyeti (TC), Taşeron Cumhuriyeti”, vb. lafların artık bir değeri yok. Dolaylı olarak taşeronu kabule dayanıyor. “Kamuda, sendikalı işçiden çok taşeron işçisi var" konuşmak, bu gerçeği değiştirmeye yetmiyor. GMİS Başkanı Alabaş, haklı olarak maden işçilerinin geçmiş mücadeleleriyle övünüyor: "1854'te İngilizler, 1890'da Fransızlar, 1914'te Almanlar geldi. Kömürümüzü alıp götürdüler. Bizi köle gibi çalıştırdılar. (…) 1990'da başaramadılar, 1994'te başaramadılar. Rahmetli Genel Başkanımız Şemsi Denizer ve emekçi ordusuyla saldırıları boşa çıkarttık. Göz göre göre gelen bu taşeron cinayetini yaratanlardan hesap soracağız.” Bu konuşmalarda dilek ve temenniler var, ne yapılacağı yok. Zonguldak’ta 19 yıldır neden bir tek işçi mitingi, bir grev yapılmadığını açıklamıyor. Somut eylem çağrısı, sözde bile olsa grev tehdidine başvurulmuyor. Bu soruların cevaplarını sadece biz merak etmiyoruz, iş cinayetlerinde ölen işçilerin aileleri, kadro talep eden taşeron işçisi, kadrolu olduğu halde işgüvencesi olmayan sendika üyesi de merak ediyor. İşçilerin Sesi- Haber

9


İşçilerin Sesi

DİKKAT: TAŞERON SİSTEMİ YASALLAŞIYOR! Taşeron sisteminin zararlarını bizzat yaşayanlar anlatıyor: Madende de hastanede de taşeron ölüm demektir... N. CEMAL

İşçilerin Sesi Gazetesi yayın hayatına başladığı ilk sayısından itibaren sayfalarının önemli bir bölümünü taşeronlaştırmaya ve taşeron işçilerine ayırdı. Örgütlenme dinamiklerini, eylem ve direnişleri, kısacası sınıfın içinden dolayımsızca aldıklarını sayfalarına yansıttı. 2002 yılında 3 binden biraz fazla olan taşeron işçi sayısı, 2012 yılına gelindiğinde 1 milyon 76 bindir. TÜİK rakamlarını karşılaştırmalı olarak incelediğimizde, gerçek rakam 1 milyon 800 bini geçiyor. Parababalarının, AKP Hükümeti eliyle kat ettiği mesafeyi ortaya koyan bir bilanço. Bununla da yetinmeyen AKP Hükümeti güvencesizliğin ve kölece çalışmanın adı olan taşeron sistemini 2013 yılının Haziran ayında yasal hale getirecek. Geçen sayımızda yayımladığımız Turgutlu söyleşisinde Hayri Bökü, “komünistler gözünü güvencesiz işçilere çevirmeli” diyordu. Ocak 2013’de yapmış olduğumuz söyleşilerde de yine taşeron işçileri var. Hastanelerden maden ocaklarına kadar uzanan taşeronlaştırmaya ilişkin konuştuğumuz işçilerden hemşire Emine Ermiş taşeron sorununu şöyle tanımlıyor; “Taşeronlaştırma her şeyden önce ucuz işçi demektir. Ucuz işçi ise, iş güvencesi olmayan işçi demektir. Sosyal hakları, senelik izni, ihbar ve kıdem tazminatı olmayan işçi demektir. Aynı işyerinde çalışan daimi ve kadrolu işçilerin ikramiye hakkı olsa dahi, taşeron işçi bu haklardan faydalanamayan işçidir. Taşeron işçi, iş akdi kolayca sona erdirilebilen işçidir. Sendikasız, odasız, her türden örgütlenme hakkından mahrum edilen işçi ve emekçi demektir. Kamuda başta hastaneler olmak üzere, eğitimde ücretli öğretmen olmak demektir. Adliyeden, belediyeye, vergi dairesinden, özel güvenlik hizmetlerine, elektrik-doğalgaz-su sayaç okumalarında dışarıdan ve taşeron bir şirket aracılığıyla hizmet alınarak, asıl işlerde taşeron işçi olarak çalıştı-

10

Emine Ermiş

rılmak demektir.” Meclise getirilecek olan yasa değişikliğine dair sorumuza ise Emine Ermiş şöyle cevap veriyor; “CHP İstanbul Milletvekili Kadir Gökmen Öğüt’ün Kozlu’da yaşanan iş cinayetinde kaybettiğimiz 8 maden işçisinden hareketle meclise verdiği bir soru önergesi var. Soruları yanıtlayan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik taşeron işçilerle ilgili çalışmaların devam ettiğini söyleyerek yasal düzenlemenin 30 Haziran 2013 tarihine kadar tamamlanacağını açıkladı. Hükümet bu yılın ortalarında bu işi bitirme niyetinde. Hatırlarsanız Bakan Çelik, Kozlu’da yaşanan iş cinayetleri sonrasında; ‘taşeron firmanın kapatılmasını gerektirecek bir ihmal ve aksaklık yok’ demişti.” Emine Ermiş’in vurgusundan hareketle, Zonguldak maden ocaklarında çalışmış Recep Adıgüzel’le konuştuk. Kamuya ait Türkiye Taşkömürü Kurumu’ndan (TTK) maden işçisi olarak emekli olan Recep Adıgüzel, geçim sıkıntısı nedeniyle taşeron firma aracılığıyla maden işçiliğine bir süre daha devam etmek zorunda kalmış. Bu nedenle de daimi işçi ve taşeron işçi kıyaslamasını kendi hayatı üzerinden somutlayarak yapabilecek bir işçi. Meclise getirilecek yasa değişikliğine dair şunları dile getiriyor; “Çalışma Bakanı Faruk Çelik’e mecliste sorulan soru, ‘TTK işletmelerinde taşeron uygulaması gerekli mi değil mi?’ biçiminde ve belirsizdi. Kendisi ise, ‘tehlikeli iş kollarından taşeronu kaldıracağız’ vari bir açıklama yaptı. Bu bir ilerleme mi, hep birlikte göreceğiz. Fakat Haziran ayında meclise getireceklerini söyledikleri yasa değişikliğinde taşeronlaştır-

mayı hukuksal bir zemine oturtmaya çalıştıklarını da görmemiz lazım. Burada işçi sınıfına dair bir saldırı var. Taşeron sistem yasal hale getirilecek. Uzmanlık gerektiren asıl işler de artık taşerona şirketlere verilebilecek. Bakan Çelik’in açıklaması şöyle de anlaşılabilir; ‘tehlikeli işlerde ve yeraltında taşeronluğa son vereceğiz.’ 8 işçi arkadaşımızın ölümünün ardından Zonguldak’ta yükselen tepkiyi durdurmak için de yapmış olabilir. Zonguldak’ta ve maden ocaklarında taşeron uygulaması kalsa bile taşeron sisteme karşı mücadeleyi yükseltmek zorundayız. AKP’nin vaatlerine güvenilmeyeceğini zaten biliyoruz.” Emine Ermiş ise yasa değişikliğinin içeriğini şöyle açıklıyor; “4857 sayılı iş kanununun ikinci maddesinde yapılacak olan değişiklikle taşeron işçi çalıştırılması daha da yaygınlaştırılacak ve asıl işlerde de taşeron işçi çalıştırılması yasal hale getirilecek. Kamu sektörü ve sağlık iş kolu bu listenin başında yer alacak. Şimdi de asıl işlerde taşeron işçi çalıştırılıyor ama bu durum yasal değil. AKP Hükümeti bu fiili uygulamayı yasallaştırmaya çalışıyor. Yasadışı bu uygulamaya muvazaalı (hileli) işçi çalıştırma deniyor. Bu nedenle tutulmuş iş müfettişi raporları ve mahkeme kararları var. Bu nedenden dolayı ve tutulan raporların sonucu olarak İstanbul Üniversitesi hastanelerinde çalışan 1112 taşeron işçisi hastane bünyesine kaydedilmek zorunda kalınıyor. İkinci maddede yapılacak olan değişiklikler sonucunda asıl işlerde taşeron işçi çalıştırmak yasal hale gelince, yasanın bugün ‘hileli yöntemlerle işçi çalıştırılamaz’ dediği

ve engel koyduğu kölelik sistemi yasallaşacak.” Emine Ermiş’in İstanbul’dan anlattıklarını Recep Adıgüzel Zonguldak’tan tamamlıyor; “Taşeron işçilerine yasal mevzuatlar ve haklar uygulanmıyor olsa da taşeronun, işçileri sömürmesine göz yummamalıyız. Bu konuda devlet gerekli yasal denetimleri yapmıyor ve yaptırımlar uygulamıyor. Taşeron sisteme karşı direnen işçilere ise polisi saldırtıyorlar. Asıl işveren konumunda olan TTK, denetimlerden de işçinin hukuksal haklarından da sorumludur. Örgütlenmenin önünde zorlukların olduğu doğru ama Zonguldak örneği bunun mümkün olabileceğini de göstermiştir.” Emine Ermiş, Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Eş Başkanı ve sağlık emekçilerinin Dev Sağlık-İş Sendikası’nda örgütlenebileceğini söylüyor. Bunu söylerken de, sendikaların açmazlarını dile getirmek ve eleştirmekten çekinmiyor. Recep Adıgüzel ise emekli bir maden işçisi ve işçilerin örgütlenebilmesi için uğraşıyor. Sendikaların eleştirilmesi gerektiğini, ama örgütlenmenin de şart olduğunu vurguluyor. Daha önceleri ayak direyen Genel Maden İş Sendikası (GMİS) da taşeron işçilerini örgütlemek için karar almış ve hayata geçiriyor. Her ikisinin de önemle vurguladığı ortak nokta: İşçi sınıfının örgütlülüğü ve fiili mücadele. Emine Ermiş’e göre, ‘Sağlıkta Taşeron Ölüm Demektir’. Recep Adıgüzel’e göre, ‘Yeraltında Taşeron Ölüm Demektir’. On yılda 3 yüz binden 1 milyon 800 bine yükselen göstergesiyle; Taşeron Her Yerde Ölüm Demektir.


İşçilerin Sesi

METAL İŞÇİLERİ TOPLU SÖZLEŞMEYE HAZIRLANIYOR Birleşik Metal İş Uzmanı İrfan Kaygısız sendikal hareketin, işçinin sağlığını mücadele alanı olarak görmek zorunda olduğunu vurguluyor. Kaygısız “Tüm kazaların önlenebilir olduğu, bunu sağlamak için patronların daha az kar etmesi gerektiği anlatılmalıdır” diyor. Yunus ÖZTÜRK

TİS Sürecini Birleşik Metal İş TİS Uzmanı İrfan Kaygısız ile konuştuk. İki yıl önceki sözleşme döneminde çıtayı yükseltmiştiniz ve tek tek fabrikalarda grev kararları açıklamıştınız. Giderek işkolunun en büyük sendikası Türk-İş’e bağlı Türk Metal’den aranızı açmak istediniz. Bunun bir sonucu olsa gerek, bu sözleşme döneminde Bosch, Renault, Arçelik gibi fabrikalarda sendika değişiklikleri veya denemeleri oldu. Ancak kısa sürdü. Birleşik Metal-İş metal işçilerini kucaklamaya hazır mı? Geçen dönem yapılan başarılı mücadelenin etkilerini metal işçileri arasında görülmüştür. Bu mücadele sonucu Bosch, Cengiz Makine gibi fabrikalardan işçiler Türk Metal esaretini kırma cüret ve cesaretini göstermiştir. Bu dönem Arçelik, Reno gibi fabrikalardaki işçilerin tepkileri de bu sürecin bir sonucudur. Ancak son dönemde Arçelik, Reno gibi fabrikalardaki işçilerin tepkileri ve talepleri henüz Birleşik Metal’e üyelik aşamasında değildir. Birleşik Metal İş, bu yıl toplu sözleşme teklifini 6 Kasım’da kamuoyuna açıklamış, ardından 3 gün sonra ve ilk defa Türk Metal de teklifini patronlara vermeden açıklamak zorunda kalmıştır. Türk Metal’in teklifi özellikle büyük işyerlerinde ciddi tepkilere neden olmuştur. Tepki, görünürde ücret talebinin beklentinin altında olmasına yönelik olsa da, bu işin biçimsel yanıdır. Başkaldırı, kendine sorulmadan sözleşme teklifi hazırlanmasına, sendika içi demokrasinin asgari gereklerinin bile uygulanmamasına ve esas olarak 30 yıllık esaretedir. Eskişehir Arçelik’ten, Sakarya’daki Otokar’a ve Bursa’da Renault’a kadar birçok işyerinde işçilerin ayaklanması ve tepkilerini çeşitli biçimlerde yansıtması bundandır. Tepkinin en görünürü Bursa Renault fabrikasında işçilerin işgalidir. Kendiliğinden başlayan tepkilerin giderek büyümesinden korkan T. Metal, ayaklanmayı bastırmak için en bildik yolu, işten attırma

yolunu seçmiştir. Böylece, diğer işyerlerindeki işçilere de mesaj verilmiş ve tepki şimdilik bastırılmak istenmiştir. Ancak, bu ayaklanma girişiminin bastırıldığını söylemek için erkendir. Ancak belirtmek gerekir ki, Türk Metal tabanında başlayan tepki, bugün için kendiliğinden niteliktedir, örgütlü, bilinçli ve hedefli bir özellik göstermemektedir. Dolayısıyla, şimdilik Birleşik Metal’e üyelik talebi önde değildir. 1998 yılında MESS ile Türk Metal arasında imzalanan toplu sözleşmenin yine satışla bitirilmesine binlerce işçi tepki göstermişti. Bursa'da Renault işçilerinin başlattığı istifa eylemi bir gecede adeta bir yangına dönüşerek, İstanbul, İzmir, Ankara, Gebze, Trakya bölgelerini sarmış, yaklaşık 40 bin işçi T. Metal’den istifa etmişti. Ancak, patronlar işçileri "Ya Türk Metal Sendikası'na üye olursunuz, ya da işten atarız" diye tehdit etmiş ve mücadelede başı çeken işçileri fabrikalardan attırmak suretiyle eylemleri kırmıştı. O dönem Birleşik Metal İş, bu ayaklanmayı yönetememiş ve işçileri kucaklayamamıştı. Sendika, bu süreçten önemli dersle çıkarmıştır. Bosch örgütlenmesi bunun ilk göstergesidir. Bu sözleşme döneminde yeni bir 98 süreci ile karşı karşıya kalınması halinde tüm metal işçilerini bünyesinde toplayacaktır. Hazırlıklarını buna göre yapmaktadır. Metal işçilerini önündeki engelleri en büyüğünden küçüğüne doğru sıralarsak, ilk üçte neler yer alır? Tabii ki bu engelleri aşmak için neler yapılmalı? Ne önerirsiniz? Metal sektörü birkaç bakımdan diğer sektörlerden farklılık taşımaktadır. Sözleşme kapsamında işçinin çokluğu ve niteliği, MESS’in işveren örgütleri içindeki farklı durumu, Türk Metal’in bildik sarı sendikadan farklı rolü ve sektörün ekonomi içindeki büyüklüğü metal grup sözleşmelerini hep farklı kılmıştır. Bu durum tarihsel olarak da, güncel olarak da böyledir. Metal Sektöründeki mücadele eylem ve direnişleri ile ayrı bir yere sahiptir. “DGM’yi ezdik sıra MESS” te sloganı

hala hafızalardadır. Sektördeki önemli aktörlerden birisi de Türk Metal sendikasıdır. Adındaki sendika kavramından başka, sendika özelliği olmayan Türk Metal, geleneksel “sarı” sendikacılıktan farklı bir özellik taşımaktadır. Türk Metal, 12 Eylül 1980 öncesi Kırıkkale merkezli ve sektörün küçük sendikası iken, 1980 sonrasında MESS tarafından yeniden kurulmuştur. Türk Metal, sonraki yıllarda da sermaye çevreleriyle olan ilişkisini istikrarlı biçimde sürdürmüş, bu işbirliği MESS’le ortak şirketler kurmaya kadar varmıştır. Patronlar, bu “organizasyonu” metal işçilerini denetleme ve kontrol altında tutmanın aracı olarak kullanmaktadır. Bu nedenle, metal işçilerinin mücadelesinin önündeki en büyük engel, patronlar ya da onların örgütlerinden daha çok Türk Metal’in varlığıdır. Çalışma koşulları bakımından en önemli sorun performans baskısıdır. Performans hedefi sürekli arttırılmaktadır. İşçiler bunu şu örneklerle ifade etmektedir. “Geçen sene hafta 5 tır çıkarken, bu sene haftada 8 tır mal çıkıyor.” Ya da, “geçen sene 2 makineye bakıyordum, bu sene 3 makineye bakıyorum”. İşçiler sürekli biçimde daha fazla üretime zorlanmaktadır. Bu durum işçilerin daha yoğun sömürüsü anlamına gelmektedir. Diğer yandan işçileri karşı karşıya getiren, birbiri ile yarıştırıp rekabete zorlayan bir sistem yerleştirilmektedir. Üstelik performans işçinin biyolojik ve fiziksel varlığını sonuna kadar zorlanan bir biçimde

devam ettirilmek isteniyor. Buna karşı direnemeyen işçiler, aşırı üretim baskısının “öcünü” daha fazla ücret artışı ile almak istemekte, bu yoğun çalışmayı daha fazla ücret ile telafi etmek istemektedir. Performans, verimlilik artışı, ya da aşırı üretim, göreli sömürünün, göreli artık değerin artırılmasıdır. İşçinin sermayeye karşılığı ödenmeden daha fazla çalışmasıdır. Sermaye de, krizini bu yöntemle, buradan elde ettiği birikimle ertelemektedir. Performans artışına karşı mücadele, diğer baskı ve sömürü biçimlerine karşı daha zor hayata geçirilmektedir. Bu biçimdeki sömürüyü durdurmanın ve sınırlamanın tek yolu işçilerin birlikte davranmasıdır. Kolektif davranma birçok sorun için kullanılan ve geçerli kavram olabilir, ancak bu işleyişte kilit bir role sahiptir. Performans bakısının kırılması ancak bütün işçilerin aynı sayıda mal üretmesi, dolayısıyla birlikte mücadele etmesi ile mümkündür. Tersi durumda, her işçi farklı adette üretimde bulunursa, fazla üreten işçi diğerlerine emsal gösterilmekte, bu örnekler üzerinden baskı uygulanmaktadır. Üçüncü önemli sorun alanı işçinin güvenliği ve sağlığında görülmektedir. Metal sektörü fiziksel olarak ağır işçiliğin yaşandığı işyerleridir. Bu nedenle de sektörde kadın işçi azdır. Bu fiziksel ağırlık yanında, kimyasalların yoğun kullanıldığı, gazların solunduğu fabrikalar alabildiğine çoktur. Bu koşullar işçilerin çalışma koşullarını daha da ağırlaştırmakta ve iş cinayetleri ve yaralanma ile sonuçlanan iş “kazaları” yoğun yaşanmaktadır. İşçinin sağlığı ve güvenliği, sendikal yapıların asli işleri arasında görülmemektedir. Bunun açık örneği, sendikalarda işçi sağlığı ve güvenliği uzmanlarının neredeyse yokluğudur. Sendikal hareket, işçinin sağlığı ve güvenliğini önemli mücadele alanı olarak görmek zorundadır. İşçilere tüm kazaların önlenebilir olduğu, bunu sağlamak için patronların daha az kar etmesi ve işçilerin ve örgütlerinin de bu soruna sahip çıkması gerektiği anlatılmalıdır.

11


İşçilerin Sesi

YAPRAK

KIPIRDAMAZKEN

MELTEM ESTİRDİNİZ...

Topkapı Şişecam Fabrikasında 13 gün süren direniş ve elde edilen başarı, işçi mücadeleleri için örnek oldu. O mücadelenin içinden iki işçi Barış Kılıç ve Mustafa Yüksel deneyimlerini bizimle paylaştı. Yunus ÖZTÜRK olduğunu hep beraber konuşurduk. Bir mücadele olacağını biliyorduk.

1975 doğumuyum. Aslen Tunceliliyim. Yaklaşık 16 senedir Şişecam’da çalışıyorum. Babamdan sonra ben devraldım. Bu fabrikada ikinci kuşak işçiyim. İki kızım var, biri 3.5, diğeri 2 yaşında. Lise mezunuyum ama şu anda Kamu Yönetimi Bölümü’nde açık öğretimde okuyorum. Barış Kılıç / Şişecam İşçisi

Kendi pencereden bu süreci değerlendirir misin? İşveren 31 Aralık’ta fabrikayı kapatıyorum ve size de tazminatlarınızı veriyorum dedi. Sizin bu noktadan sonra tutumunuz ne oldu? Tüm arkadaşlarımızla beraber bu şekilde bir sonu biz hak etmediğimize inandık. İşverenin fabrikayı kapatıyorum, sizi de kapının önüne koyuyorum mantığına hiçbir zaman yaklaşmadık. Kapanmadan önce de bu işin böyle olmayacağını, bir mücadele olacağını ve hep beraber bir mücadele yoluna gireceğimizi kararlaştırmıştık. Daha önceden kapanacağı söylenmişti, iki senedir bu olay sürüyordu zaten. Kamuoyunda Ahmet Kırman’ın bu konuda bir açıklaması vardı. O günden beri içimizde bir ateş vardı. Bu işin böyle olmayacağını, sadece kapattım, bu iş bitti, üstünüze kalemi çekiyorum mantığının yanlış

12

İlk ateş nasıl ortaya çıktı? Bize bir dayatma olacağını, protokol yapıldığını, protokolle ister gelin, ister gelmeyin mantığı ile çıktığını, buna bizim karşı olduğumuzu söyledik. Kapanmadan önce de son gün yanlış hatırlamıyorsam bir kâğıt astı, Eskişehir’e geliyorsanız gelin diyerek. Zaten işin koptuğu nokta orasıydı. O yazıyı biz fabrikaya astırmadık ve mücadele o gün başladı. O gün sabahçıydım, işe geldim, üretim müdürümüz dolaşıyordu o günü hiç unutmam, üretim müdürümüz “buraya kadarmış Barış” ve makineleri kapattık. Bütün çalışma arkadaşlarımız olduğumuz yerde kaldık. Kendimizi bir an boşta bulduk. Çünkü yıllarımızı verdik, babalarımız da öyle, çok emek verdik o fabrikaya. “Buraya kadarmış, bitti” denmesi onlar için nokta oldu, ama bizim için başlangıç oldu. O andan sonra ne yaptınız? Bu yolda başarıya ulaşmanın çarelerini aramıştık, arıyorduk da… Bu yolda bizimle beraber ailelerimiz de olacaktı. Yani sendika temsilcileri sizi toplayıp, arkadaşlar fabrikayı terk etmiyoruz, burada kalıyoruz, dedi. Evet, burada kalıyoruz, hiçbir yere gitmiyoruz dedik. Hakkımız olanı alana kadar burayı terk etmiyoruz dendi. Direnişi başından sonuna sendika temsilcileri ve işyeri temsilcilerinden oluşan bir ekip yönetti herhalde. Evet. Onun dışında bir direniş komitesi filan var mıydı sizin oluştur-

duğunuz? Sonradan oluşturduğumuz bir komitemiz vardı. Herkes yanlış hatırlamıyorsam 13 kişilik bir grup oluşturdu. Her gün bir grup bütün her yerde nöbet tutuyordu. Diğer kalanlar, bütün herkes de fabrikadaydı. Yönetimin görevlendirme çerçevesinde oluşturduğu komitelerden söz ediyoruz. Şurada bir gerçek de var; işçi istememiş olsaydı hiç bir şey olmayacaktı, yönetim de buna onay vermeyecekti. İşçinin dirayeti, bu işi ne kadar istediği, bu haksızlığa dur demenin bilincinde olması akabinde yönetim de bu işe sahip çıktı. Bu noktaya kadar geldik. Direniş boyunca kadınların, çocukların, babaların filan aktif bir katılımını gördük. Bu katılım nasıl örgütlendi ve başarıda etki gücü ne oldu bunun? Bu başarıda eşlerimizin, çocuklarımızın, büyüklerimizin katkısı yadsınamaz. Kesinlikle göz ardı edilmeyecek bir başarı vardı. Onların dirayeti, isteği, mücadele azmi yeri geldi bizden çok daha fazla idi, çok daha fazla bu işin olacağına inanıyorlardı. Yıkıldığımız anda bile bizim yanımızdaydılar. Bu süreçte özellikle polisin cumartesi (5 Ocak) sabahın saat beş buçuğunda müdahale edeceği zaman da bizim bir telefonumuzla kısa bir süre içinde fabrikaya gelmeleri, olayı sahiplenmeleri bu direnişin en büyük etkenlerinden bir tanesidir. Ailelerin dışında oraya sürekli destek ziyaretleri oldu; sendikalar, siyasi partiler, milletvekilleri, kitle örgütleri filan… Bunların nasıl bir etkisi oldu? Onlar geldikleri za-

man kendinizi iyi, güçlü hissediyor muydunuz? Onların desteği size nasıl bir duygu veriyordu? Haklı olduğumuz bir konuda destekler artınca, gücümüz daha da artıyordu. Engelleri aşma özgüvenimiz daha da artıyordu. Bu engelleri aşma konusunda daha dirayetli oluyorduk, daha dik duruyorduk. Bunda onların etkileri de büyüktü. Çünkü onların gelmediğini düşünün, sesimizi duyuramazdık. Bu insanların katkısı bizim haklılığımızın ne kadar doğru olduğunu, bu mücadelenin ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Biz bu mücadeleye başlarken haklıydık ve bize destekçilerin olması gerektiğini biliyorduk ve o desteği de sağladık. Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsun? Gelinen noktada, Türkiye’de insanların üzerine bir ölü toprağı vardı, işverenlere karşı bir başarı sağlanamaz, çok güçlüdürler, önyargı vardı, biz bu tabuyu, önyargıyı yıktık bu mücadele ile. Gerçekten bir mücadeleye girildiği zaman, haklı olduğunuza da sonuna kadar inanıyorsanız, başarının gelmemesi imkânsızdır. Mutlaka başarı sağlanacaktı, çünkü ne istediğimizi biliyorduk, haklı olduğumuz biliyorduk, bu yolda ailelerimiz bize destek veriyordu, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, milletvekilleri, bütün herkes yanımızda olduğu zaman bir kamuoyu oluşturduk. Bu kamuoyu ile Türkiye haklını gözünde haklı olduğumuzu gördüler. İşçinin kapı önüne konamayacağını gördüler. Her şeyden önemlisi, benim şahsi görüşüm, asıl gücün halk olduğunu düşündüğüm için, gücün de kaynağı halk olduğunu için ne isterse alabilir. Bu konuda bize kim destek verdiyse hepsine teşekkür ediyorum.


İşçilerin Sesi

İŞVEREN PSİKOLOJİK BASKI UYGULADI 1997 tarihinde Şişecam Paşabahçe fabrikasında iş başı yaptım. 5 sene burada çalıştıktan sonra 2002 yılında fabrikamız kapandı. Kapanma sürecinde işveren bize, yasal haklarımızı, tazminatlarımızı hesaplarımıza yatırdığını söyledi. Biz amacımızın bu işten ekmek yemek olduğunu söylediğimizde, kendisi buna karşıydı ilk başta. Karşı olduğu için biz de bir eylem başlattık. 16 gün süren eylem neticesinde, Şişecam’ın bağlı bulunduğu Türkiye genelindeki fabrikalara dağılımı başardık. Bizi sadece kendi yaptığımız eylem değil kamuoyunun, ailelerimizin desteği sayesinde biz bunu Paşabahçe’de başardık. 2012’ye geldik, aynı süreci bu defa Topkapı’da yaşadık. Topkapı’daki süreçte işveren astığı 27.11.2012 tarihli yazısında bütün yasal haklarınızı vereceğini söyleyip, kimseyi de bir yere götüreceğini söylemiyordu. Ama kendi memuruna, beyaz yakalı çalışanına 6 ay-1 yıl öncesinden gelir misin diye teklifte bulunduğunu öğrendik. İkinci astığı yazıda istediği elemanları işe giriş ücreti adı altında, o da sendika aidatı kesildikten sonra asgari ücretin de altına tekabül eden bir rakam, götüreceğini söyledi. Biz de o yazının hiç kabul edilebilir bir yanı olmadığı için işverene karşı eylemlerimize başladık. İşveren beyaz yakalıyı götürüyor, bizim işçi arkadaşlar arasından 45 kişilik bir kadroyu, makinelerini götürüyor; bizi de yasal haklarımızı vererek kapının önüne koyuyor. Biz de bunun böyle olmaması gerektiğini söyledik. Burada 14 günlük bir eylem başlattık. Bu eylem sürecinde bize en başta ailelerimiz, basın, sivil toplum kuruluşları destek verdi. İşveren gazı kesiyoruz, fırınları söndürüyoruz, burada iş bitti dedi, siz o anda ne yaptınız? Direniş nasıl başladı? Cuma sabahı birden bire doğal gaz kesildi, fırınlar söndü. Kapanacağını biliyorduk ama birden bire olunca biz şaşırdık. Tabiî ki bundan öncesinde belli kişileri götürüp, bizi götürmemesine anlam veremedik. Neticede işverenin bizlere ihtiyacı var. Biz de onun o yazısına istinaden bu iş neticeleninceye kadar fabrikadan çıkmama kararı aldık. Fabrikada 13 gün boyunca kaldık. Bu karar sendika şube yönetiminin aldığı bir karar. Bu eylem süresince bize yardımcı olan ailelerimiz, sivil toplum

Mustafa Yüksel / Şişecam İşçisi kuruluşları, milletvekilleri, basın bizi gündemde tutabildi. Şişecam’ın geri adım atmasını; yani ben önce hiç kimseyi götürmüyorum dedi, sonra içinizden bazılarını seçip asgari ücretle götürebilirim dedi, sonra da herkesi götürebilme noktasına geldi, Bu değişimi sen neye bağlıyorsun? Direnişimize bağlıyorum. Cumartesi günü, ayın 5’inde (Ocak), 1.500 polisi bizi çıkarmak için fabrikanın önüne yığdı. Bir kere buna gerek yoktu. Biz ondan fazladan bir şey istemedik. Biz dedik ki, götürüyorsanız bizi de yasal haklarımızla, özlük haklarımızla götürün. İşveren burada çok katı bir tutum sergiledi. Ondan sonra bizim direnişimiz hareketlendi. Biz de ondan sonra fabrika içinde olduğumuz için bütün arkadaşlarla çatılara çıktık, bu iş sonuçlanana kadar çatılardan inmeyeceğimizi söyledik. Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsun? İşverenin 27 Aralık’taki yazısından itibaren gelinen nokta olumlu bir noktada. 7-8 gün bize psikolojik bir baskı, savaş uyguladı. Hiçbirimizle, sendika yetkilileriyle görüşmedi. Ondan sonra şu anda geldiğimiz noktaya kadar yine çok olumlu. Yüzde 100 olmasa bile en azından yüzde 2025’lik bir kayıpla, başardığımızı düşünüyorum (ücreti kastediyor). Türkiye’de işçi hareketinin sancılı sürecinde bizim başarmamız muhteşem diyebilirim. Hükümetin de bu yeni teşvik yasası ile çıkardığı 29 yaş altı vergi ve sigorta primlerinin hepsini ödediği bir ortamda, bizim bu eylemi yapıp başarabilmemiz gerçekten mucize gibi bir şey diyebiliriz.

İŞÇİLERİN TOPLU SÖZLEŞME HAKKI TIRPANLANDI 6356 sayılı “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi” kanunu gereğince açıklanan, işkollarındaki işçi sayıları ve sendikaların üye sayılarına ilişkin 2013 Ocak ayı istatistiklerine göre sendikaların üye sayıları SGK verilerine göre belirlenecek. Yeni yasayla birlikte hesap sistemi değişti. Eski hesap sisteminde sendikaların bildirdikleri sayı esastı. Bu nedenle sendikalı işçi sayısı, abartılı biçimde 3 milyon 205 bin olarak görülüyordu. SGK verileri esas alındığında (yani sağ olan ve o işkolunda çalışmasını sürdüren) sendikalı işçi sayısı, 1 milyona düştü. Daha önce yetki tespitinde esas alınan işçi sayısı da değişti. 5 milyon 434 bin olarak görülen işçi sayısı, SGK verilerine göre 10 milyon 884 bin oldu. Dolayısıyla eskiden işçilerin yüzde 60’a yakını sendikalı olduğu varsayılıyordu, gerçek rakamın % 9 olduğu ortaya çıktı. Yani gerçek sendikalı sayısı ve gerçek işkolunda çalışan işçi sayısı ortaya çıkınca, sendikalar yetkilerini, işçiler de toplusözleşme haklarını yitirdiler. DİSK’in yapığı hesaplamaya göre, sivil havacılık işkolunda baraj 20 kat artarken, demiryolu işkolunda 26 kat, kara taşımacılığın 5 kat arttı. Baraj yüzde 10’dan yüzde 3’e düştüğü halde, sendikaların yetkileri elden gitti. Hükümet Ekonomik Sosyal Konsey (işçi, işveren ve sendika kurulu) üyesi olan sendikaların, üye sayısına bakmadan ve bir kereye mahsus olmak üzere toplu sözleşme imzalamalarına olanak verdi. Daha sonra baraj yüzde 1 olacak ve 2018’de baraj yüzde 3 olarak kesinleşecek. Son istatistik rakamlarına göre (en son 2009 yılı) yetkili olan kimi sendikalar, 5 yıl sonra % 3 barajını aşabilmek için üye sayısını 16 kat artırmak zorunda; örneğin Türk-İş’e bağlı Deri-İş sendikası gibi. Yüzde 1 işkolu barajının uygulanması halinde bile, dün toplu iş sözleşmesi imzalayabilen Türk-İş’e bağlı 3, DİSK’e bağlı 3 ve Hak-İş’e bağlı 1 sendika yüzde 1 barajının altında kaldıkları için yetkilerini yitirecektir. Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’e bağlı sendikalar için işkolu barajı 2016 yılının Temmuz ayına kadar yüzde 1 olarak uygulanmaya devam edecek. Yeni yasadan güç alan taşeron şirketler, yaptıkları tek taraflı SGK bildirimlerinde işçileri ayrı ayrı işkollarında göstererek, örneğin taşeron sağlık işçilerini inşaat, taşıma, gıda gibi işkollarından göstererek Dev Sağlık-İş sendikasının yetkili sendika olmasının önüne geçildi. İşkolu barajı 2018 yılının Temmuz ayından itibaren yüzde 3 olarak uygulanacak. Bu da İnşaat, büro, taşımacılık (hava da dahil), turizm işkolunda yetkili sendikaların olmamasına yol açabilir. Bugün için yüzde 2’nin biraz üstündeler. Bugün yüzde 3’ün biraz üstünde olan sendikaların üye kaybetmesi halinde şeker, ağaç ve denizcilik işkolunda yetkili sendika kalmayacak. Öte yandan, plastik, tekstil ve deri, metal, enerji, gemi yapım ve depoculuk işkollarında ise, işçiler tek sendikaya mahkûm olacaklar. İşçiler sendika seçemeyecek. Bütün bunların gösterdiği şudur: Sendika yönetimleri istatistik oyunlarıyla bugüne kadar gemilerini yürütmüştür. Sermaye ve AKP hükümeti SGK verilerini esas alarak, işçileri cezalandırmıştır. İşçilerin sözleşme haklarını ellerinden almıştır. Sendika bürokratlarına da 2018 yılına kadar süre vermiştir. Bize düşense, işçiler arasında yeniden örgütlenme ve bilinçlenme çalışması yaparak, işçilerin gerçek işçi örgütlerine, sendikalara kavuşmalarında onlara yardımcı olmaktır. İşçilerin Sesi- Haber

13


İşçilerin Sesi

SAMATYALI ERMENİ KADINLARA YÖNELEN IRKÇI CİNAYETLER Ufuk DEMİRCİ

Hrant Dink altı yıl önce katledilmişti. Bu cinayetin tetikçisi ve yönlendirenler ceza aldılar ama mahkemenin kararına göre bu vakada “bir örgüt yoktu”! Hrant’ın dostları bu adaletsizliğin peşini bırakmadılar, konuyu sürekli olarak gündemde tutmaya devam ettiler. Sonuç da Yargıtay, ‘Dink cinayeti örgüt işi’ olduğu gerekçesiyle mahkemenin verdiği kararın bozulmasını istedi. Adaletin nasıl ve ne şekilde gerçekleşeceği belirsizliğini korurken, son bir ay içinde İstanbul’un eski bir Ermeni mahallesi olan Samatya’da özellikle yaşlı ve yoksul Ermeni kadınlarına hedef alan beş saldırı, bir vahşi cinayet gerçekleşti. Maritsa Küçük adlı 85 yaşındaki kadın darp edildikten sonra yaşamını yitirdi. Cinayetin ardından Ermeni kadınlara yönelik saldırılar pervasızca devam etti. Olaylar ve görgü tanıklarının ifadeleri saldırganların birden fazla kişi olduklarını gösterdi. Burjuva basının Hıristiyan azınlıklara karşı işlenen ırkçı/faşist saldırıları “nefret suçları” adıyla bir nevi sıradanlaştıran ve “münferit” sayarak görmezden gelen tutumu yeni değil. Saldırıların devam etmesi üzerine daha önce cinayet haberini bile geçiştiren medya, konuyu gündeme

getirmek zorunda kaldı. Resmi açıklama gecikmedi. Samatya’da meydana gelen saldırılara ilgili İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, olayların hırsızlık amaçlı olduğunu etnik bir yönünün bulunmadığını savundu. Devlete göre de saldırılar sistematik değil, münferitti. Samatya’da yaşayan Ermeni cemaati bu saldırıların ardandan kendi içine çekilmek ve suskun bir şekilde beklemek zorunda bırakıldı. Bu ırkçı cinayet Ermeni toplumunu çok tedirgin etti. Sosyalist ile devrimci çevreler, yaptıkları yürüyüş ve basın açıklamalarıyla, bu nefret saldırılarını kınadılar. İlk olarak ÖDP il yönetimi ardından, Halkların Demokratik Kongresi (HDK), Samatya’da yaşlı Ermeni kadınlara yönelik saldırıları protes-

to etmek için miting ve Kocamustafapaşa’daki otobüs duraklarından Samatya Meydanı’na kadar yürüyüş düzenlediler. “Ermeni halkının yanındayız, ırkçılığa geçit vermeyeceğiz” pankartı taşınan yürüyüşe milletvekilleri Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü de katıldı. Yürüyüşte ‘Ermeni komşuma dokunma’, ‘Nefret sizin, insanlık bizim’ dövizleri taşındı. Samatyalıların çoğu balkon ve pencerelerinden alkış ve ıslıklarla eyleme destek verdi. Maritsa Küçük’ün öldürüldüğü evin önüne karanfiller bırakıldı. Sebahat Tuncel ise, yaptığı konuşmada hükümeti eleştirdi. Bizzat Başbakan’ın “Tek dil, tek din, tek millet” söyleminin bir nefret dili olduğunu belirtti. Bu iğrenç ve ırkçı saldırıların ya-

şandığı günlerde, devletin siyasetinin ne olacağına ilişkin bir gelişme de yaşandı. Başbakan, İçişleri Bakanlığı’na eski İstanbul Valisi olan Muammer Güler’i getirdi. Hatırlanacağı gibi Hrant Dink Muammer Güler döneminde İstanbul Valiliği’ne “davet edilmiş”, bir MİT mensubu tarafından “yazdıklarına dikkat et” denilerek uyarılmıştı. Vicdanlarda Hrant Dink cinayetinde ihmali olan Muammer Güler’in İçişleri Bakanı olduğu polis teşkilatının Maritsa Küçük’ün katillerini ve saldırganlarını bulmasını beklemek hayalcilik olacaktır. Ermeni toplumuna yönelen bu saldırıların Dink’in öldürüldüğü Ocak ayında sistematik olarak gerçekleşmesi bir tesadüf mü? Sanmıyoruz. Bir hafıza tazelenmesi gibi. Yine aynı şekilde saldırıların Ermeni Tehciri’nin 100. yılı olan 2015’e yaklaşılırken gündeme gelmesi de, önümüzdeki yıllarda ırkçı saldırıların Ermeni toplumunu hedef alacağını, devletin ve hükümetin “ırkçı” söyleminin bu zemini güçlendirip meşrulaştırdığını göreceğiz. Bu gidişi önlemek üzere, her fırsatta devleti ve toplumu Türklük üzerinden açıklayan siyasal egemen söylemin nasıl cinayetlere zemin hazırladığını, nelere yol açtığını açıklamak ve teşhir etmek güncel bir siyasal görevdir.

MALİ’NİN İŞGALİNE VE SÖMÜRGELEŞTİRMEYE SON Mustafa EKER

Fransız emperyalizmi, 11 Ocak’ta, Mali’ye saldırdı. Hava bombardımanı ile başlayan Fransız saldırısı, şimdi kara harekâtı ile devam ediyor. “Terörizme karşı savaş” adı altında Mali’ye saldıran ve işgale kalkışan Fransa, eski sömürgesi Mali’nin kontrolünü elinde tutmak için radikal İslamcı grupların, El Kaideci örgütlerin varlığını bahane ediyor. Aynı Fransa, Suriye’de ise radikal İslamcı örgütleri desteklemekte bir sakınca görmüyor. Fransa devlet başkanı Hollande’ın dili ve hedefleri ile 11 Eylül sonrası Afganistan’a saldıran ABD’nin ve Bush’un dili aynı. ABD emperyalizmi de 11 Eylül sonrası Afganistan’a saldırır ve işgal ederken radikal İslamcı grupları ve El Kaide’yi bahane etmiş; bu saldırıyı terörizme karşı savaş olarak ilan etmişti. Fransız emperyalizminin Mali saldırısı,

14

dünya enerji kaynaklarının ele geçirilmesi uğruna, ABD tarafından Afganistan ve Irak saldırıları ile başlatılan, Libya ve Suriye saldırıları ile süren emperyalist savaşın bir devamıdır. Mali zengin uranyum ve altın madeni yataklarına sahiptir. Kısa süre önce yeni petrol yataklarının keşfedildiği söyleniyor. Mali, Cezayir, Nijer ve Nijerya gibi petrol zengini, Moritanya, Senegal, Fildişi Sahili gibi önemli kaynaklara sahip olan ve kıtanın stratejik açıdan önemli batı kesiminde yer alan ülkelere komşu. Bu durum Mali’yi daha da önemle kılıyor. Mali’de yatırımı olan Çin, bu ülkeden uranyum, altın ihraç ediyor, maden yatakları işletiyor. Her geçen gün kıta genelindeki etkisini arttıran Çin’in ABD nüfuzunu tehdit etmesi, Rusya’nın atılımları ve Fransa’nın eski sömürgelerini kaybetme tehlikesi, Afrika’yı emperyalist rekabet ve hegemonya savaşı-

nın yeni, sıcak noktası haline getiriyor. Batı emperyalizmi, Afrika’da, Çin’in önünü kesmek istiyor. ABD emperyalizmi, 2012 yılı sonunda, içinde Mali’nin de olduğu 35 Afrika ülkesine asker gönderme kararı alıyor. Emperyalistler daha bir yıl önceden Mali’yi demir ağlarla örmeye ve işgal etmeye hazırlanıyordu. Kıtanın bu bölgesinde uzun zamandır istikrarsızlık yaşanıyor. Bölgede radikal İslamcı örgütler güçleniyor. Mali, iç istikrarını, bütünlüğünü korumakta zorlanıyor. Gelen-giden tüm hükümetler, radikal İslamcı örgütlerle mücadele yerine, ülkenin kuzeyinde yaşayan Tuareg halkının ve örgütü Azavad Ulusal Kurtuluş Hareketi (MNLA)’nın bağımsızlık mücadelesini bastırmaya çalışıyor. Hükümetin “terörle mücadele”ye yeterince destek vermediği gerekçesi ile bir yıl önce Mali’de, Fransa ve ABD destekli bir as-

keri darbe gerçekleştiriliyor. Yani Batı, Mali’ye bundan bir yıl önce müdahale etmeye başladı. Cuntacıların da duruma hâkim olamaması ve istikrarı sağlayamaması üzerine, bu ülke üzerindeki denetimini kaybetmek istemeyen Fransa, BM desteğini de arasına alarak, Mali’ye saldırıyor. Suriye’ye askeri müdahaleye karşı çıkan Rusya ve Çin, Mali’ye saldırıya onay veriyor. Fransız saldırısına, ABD ve Almanya, İngiltere, Kanada lojistik destek veriyor. İstikrarın sağlanması, Mali’nin yer altı-üstü kaynaklarının, istikrar içinde, yağmalanması için, Fransız lejyonerleri Mali’ye çıkarma yapıyor. Fransız işgal kuvvetlerinin, hava saldırılarının desteği ile kuzeye doğru ilerlediği bildiriliyor. Mali’den sonra işgal sırasının Senegal’e geleceği söyleniyor. Emperyalistler Afrika’ya geri dönüyor. Orta Afrika, yeniden sömürgeleştirilmek isteniyor.


İşçilerin Sesi

FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... ğil.Şirketi zirveye taşıyan işçi, 12 saatte aldığı ücreti 8 saat çalışarak almayı hak ediyor.

PLASTİK

YENİ YILIN MAVİSİ BEYAZI MI OLUR? Her yeni yıl insanın umudu artsın istiyor. Patronun tercihi ise farklı. Beyaz yakalılar beş yıldızlı otele, mavi yakalılar yemekhaneye? Mavi yakalıya reva görülen ikinci kalite kutlama ama üretimi yapan kim? Bu ayrımcılık hep yapılıyor. Nereye kadar buna tahammül edeceğimizi düşünüyorlar?

PLAKET KARIN DOYURMAZ! Her yıl olduğu gibi bu yıl da 15 yılını dolduranlara, plastikten bir plaket verdiler. Sizlerin sayesinde zirvedeyiz dediler. Plaket alanlar da memnun oldu. Aç ve memnun olmak bir arada olur mu? Plaket alan işçi arkadaşlar dahil kimse ücretinden memnun de-

SERVİS BULMAK BİR SIKINTI İşten çıkınca “bakalım hangi servisle eve gideceğiz” diye düşünüyoruz. Her gün servis değişir mi? Tabii ki sadece mavi yakalılar için. Beyaz yakalıların servisleri değişse bile, tek tek mail yoluyla bildiriliyor. (Onur)

HESABIMIZI İYİ TUTALIM Neredeyse her ay bordrolarımızı aldığımızda, bizim hesabımızla onların hesaplarının birbirini tutmadığını görüyoruz. Aynı olan bir şey varsa o da paramızın eksik olduğu. Ama 5 lira ama 10 lira… Muhasebeye sorduğumuzda, “kartını iki dakika geç bastın, beş dakika geç geldin” diyerek, liste çı-

kartıyorlar. Hesabımızı iyi tutmazsak, çalmaya devam edecekler.

DAHA GÜÇLÜ HAVALANDIRMA Bazı bölümlerde pis koku ve zehir içinde çalışıyoruz. Bu koşullarda hasta olmamak imkânsız. Daha etkili bir havalandırma gerekli. Ama işçinin halinde n anlayan kim? İşçinin sigarasıyla uğraşacaklarına havalandırmaları güçlendirsinler.

HAK ARAMAK SUÇ OLDU! Hak aramak suç, hakkını arayanı cezalandırmak kural haline geldi. İşyerindeki sorunları mail yoluyla patrona mail yoluyla iletmek isteyen bir işçi, aynı hızla işten çıkartıldı. Hakkımızı demek ki patrona şikâyette bulunarak arayamayız. Başka bir yol bulmalıyız! (Bülent)

GIDA

PATRON ZENGİNLEŞTİKÇE CİMRİLEŞİYOR İşyerinde her yıl yılbaşında verdiklerinden birer parça eksiltiyorlar. Önceden çerez tatlı çikolata verirken, bu yıl çerezi bile kesti, nerdeyse yılbaşı tatili bile vermeyecekti. Hafta sonu tatil günlerinin yerine çalıştırdı. Hafta sonu tatilini de sanki işçilere jest yapıyormuş gibi gösterdi. Yalaka müdür, zam ayı yaklaşınca işçilerin nabzını yoklamaya başladı. Sanki kendi bilmiyormuş gibi işçilere soruyor, “asgari ücret belirlendi mi, devlet yüzde kaç veriyor?”. Sonra, kendi yanıtlıyor; “devlet yüzde üç verdiyse sanayici der ki, biz devletten zengin değiliz ya, biz de o kadar veririz”. Bir işçi “biz devlete çalışmıyoruz özel sektörüz, patrona çalışıyoruz, patron daha fazla verirse devlet itiraz etmez ya, biz 12 saat çalışıyoruz,

zaten ücretler çok düşük, bu yıl iyi bir zam bekliyoruz” deyince müdür, bir şey demeden gitti. Müdür işçilere iyi polis oynuyor, patronu ise kötü polis yapıyor. Oysa şeker katının ortağı müdür. Hele yalaka ustalar, prim alacaklar diye işçiyi çay ve yemek saatlerinde bile dönüşümlü çıkarıyorlar. Paydosa geç çıkanlara salata kalmıyor, söyleyince de “idare edin bugün” deyip geçiştiriyorlar. İşçiler, kendi aralarında konuşuyorlar, “bu yıl zam düşük olursa mesailere imza atmayacağız” diye. Her yeni yıla girdiğimizde aynı dayatmalarla karşılaşıyoruz. Yine zorunlu mesai kâğıtları imzalattırılmaya başlandı. Kadın işçilerin yarısı imzalamak istemedi. ‘Önce müdürle konuşacağız’ dediler. Birkaç gün sonra müdürle konuş-

maya giden işçiler, önce maaşlarının düşük ve mesailerin fazla olduğundan şikâyetçi oldular. Müdür de “biliyorum maaşınız az ama devlet bu kadar zam yaptı benim elimden bir şey gelmiyor. Mesaileri erkek işçiler istiyor, herkesin ihtiyacı var kalıyorlar, mesai koymasak onlar tepki gösteriyor bunun da bir çaresine bakıcağız, üç vardiya yapacağız” diyerek geçiştirdi. Patron işine geldiği gibi davranıyor. İdare şimdiden Nisan’da fabrikayı bir hafta tatile çıkartacağız diye konuşmaya başladı. Bazı bölümlere kış ortasında izinlerini kullandırtıyorlar yazın da ücretsiz izine çıkarıyorlar. Patronun ve yalakalarının inisiyatifine bırakmamalıyız. Haklarımıza birlikte sahip çıkarsak kazanırız. (G. KEMERLİ)

BİRLİK OLURSAK GÜÇLÜ OLURUZ Gıda sektöründe üretim yapan sendikalı bir işyerinde çalışıyordum. Haklarımızı sendikaya rağmen aramaya kalkınca işten atıldık. Patron attı sendika baktı. Bugün aynı sektörde yeni bir işyerine girdim. Bu işyeri sendikasız ve diğer işyerine göre daha küçük. Çalışma koşulları ise, aynı. Sabah saat 08:00–18:00

arası çalışıyoruz. Usta ve vasıfsız işçilerden oluşan bir ekip var. Ustaları ücretleri 1100 TL iken, vasıfsız işçiler ise, ücreti asgari alıyor. işçiler düşük ücretlerden şikâyetçi olmalarına rağmen ücretlerini yükseltmenin yolunu mesailere kalmakta buluyorlar. Gıda sektöründe mesai saati bel-

li değil. İşler ne zaman biterse o zaman paydos ediyoruz. Ücretlerimizi artırmak için mesaiye kalmak zorunda değiliz. Sorunlarımız için bir araya gelmediğimizde, bilmeliyiz ki buna en çok patron sevinecektir. Çünkü bizleri düşük ücretle çalıştırmaya devam ederek kârına kâr katacaktır. (Can OZAN)

İSO 9001’DEN KORKUYORLAR Ocakta yapılacak denetimden korkuyorlar. Neden? Hijyen yokmuş. İyi de sebebi yine kendileri. Paspasları, tuvaletleri gerektiği gibi temizleyin. Dolapları ağızlarına dolamışlar. Bir paket bisküviyi dışarı çıkartmaya izin vermezseniz, sonu bu olur.

SÖZ VERDİĞİNİZ ZAM NEREDE? Çocuk bezi üretiyoruz. Hijyen tam olacak. Şirket tavan yapıyor. Ha gayret diyorlar, zam vereceğiz diye gaz veriyorlar. Sonra bakıyoruz, patron Kıraç’a fabrika kuruyor. Zamların üstüne soğuk su içmek istemiyoruz.

DENETİM Mİ BASKI MI? Denetlemeler sebebiyle idareciler panik içinde. Acısını da işçiye baskı kurarak almaya çalışıyorlar. Bütün sorunlar halledilmiş gibi, dolaplarımızın kapakları açılıp dolap düzeni kontrolü yapıyorlar. Tozun, kokunun içinde soluk arayacak oksijen arıyoruz. Buna bir çare bulun. (Lami)

GİRİŞ 1.370 TL ÇIKIŞ HEMEN…! Nerede bu işyeri? Dışarıdan bakınca iyi para gibi gelebilir. Ama işe bir giriyorsunuz, 1.370 TL alabilmek için günde 12 saat ve cumartesi de mesaiye kalmanız lazım. İşe girenlerin hemen kaçmasının nedeni başka nedir? İşçiyi, insanlıktan çıkana kadar çalıştırmak nasıl bir gözü karalıktır?

KAR SİZE BAŞKA MI YAĞIYOR? Okulların tatil edildiği gün, bizde de ilkokul çocukları gibi beyaz yakalılar evlerine gönderildi. Aman onlara bir şey olmasın! Olmasın tabi.. Ya biz neyiz? Beyaz kar, beyaz yakalıları mı üşütüyor sadece? Mavi yakalı gece gündüz çalışsın, kar yağınca idare evde sıcakta otursun. Bu mudur?

HEM ESNEK HEM MESAİSİZ ÇALIŞ Pazar gece vardiyasını temizliğe çağırmıyorlar. Pazartesi çağırıyorlar. Pazar gece gelmeyenlerin yüzde 50 mesai parasından kesecekler. Pazartesi normal ücret verecekler. Esnek çalışma uyguluyorlar hafta içi % 50’ler kesiliyor. (Erhan)

15


HAKKINI ARAYAN İŞÇİLER İÇİN

LENİN OKUMA ZAMANI!

Seyfi ADALI

17 Aralık 2010’da Tunus’ta üniversite mezunu işsiz Muhammet Buazizi’nin seyyar arabasını elinden alan polisi protesto etmek için kendini ateşe verdiği tarihten buyana, işçilerin ve yoksulların isyan sesleri Kuzey Afrika ülkelerinde duyulmaya devam ediyor. Tunus’ta başlayıp Mısır’a yayılan; her iki ülkede de 30-40 yıldır iktidarda olan diktatörlükleri deviren emekçi halk kitlelerinin mücadelesi sürüyor. Tüm Kuzey Afrika’ya yayılan isyanlar daha sonra 2008 yılından beri ekonomik krizin etkisi altında memnuniyetsizliğini ifade eden Avrupalı, İsrailli, Amerikalı işçilerin tepkilerini daha da güçlü ifade etmelerine moral kaynağı oldu. Mısır’ın Tahrir Meydanı, neredeyse tüm ülkelerde ezilen ve sömürülenlerin sembolü oldu. Avrupa’dan Amerika kıtasına kadar uzanan “meydan işgalleri”, genel grevler ve mitinglere kadar bir dizi eylem ve gösteri meydana geldi. Hala daha Mısır devrimi sürüyor, Yunanistan’dan İspanya ve Fransa’ya kadar işçiler grevler yoluyla haklarını savunmaya çalışıyorlar. Demokrasi talebi veya ellerinden alınan işgüvencesi ve ücretleri için sokağa çıkan işçi ve emekçi kitleler tüm enerjilerini ortaya koymakla birlikte, eski devlet aygıtına yerleşmiş farklı burjuva fraksiyonların veya sendika bürokrasisinin ve reformist partilerin gözboyacılığı sebebiyle ellerindeki olanakları koruyamıyorlar veya kaybediyorlar. Her seferinde yeniden ve yeniden denedikleri kitlesel kalkışmalardan dersler çıkartıp bir adım ileriye gitme-

ye çalışıyorlar. Bu işte bir terslik yoksa bile, bir eksiklik var! Bu eksikliği her ne kadar dışarıdan söylemiş olmanın mahcupluğu ile ifade edeceksek bile, bu da işçi sınıfı mücadele tarihinin ve birikiminin; Paris Komününün veya Ekim devriminin gerçek bir incelemesini yapmış, gerekli sonuçları çıkartarak kendisine ve yoldaşlarına bir yön çizecek, “işçi kurmayı”nın, “işçi hafızasının”, “devrimci iradenin”; siyaset biliminin ifadesiyle Devrimci Partinin

eksikliğidir. Kuzey Afrikalı ve Avrupalı işçiler, yoksullar; sınıf çıkarlarını temsil eden bir program, bir örgüt ve mücadele biçimi henüz oluşturamadıkları için, enerjilerini biriktirip yönlendirme konusunda gerektiği gibi başarılı olamıyorlar. Rus Devriminin liderlerinden Troçki’nin ifadesiyle “kitleler buhar ise, parti pistondur”. Buharı, hareket enerjisine dönüştürecek bir aygıt, parti yoksa kitlelerin buharı, enerjisi kalibre olamaz. Kitlelerin kendilerini koruyabilmeleri için ellerindeki araçları ve silahları seçerken, her şeyden önce devrimci partiye ihtiyaç duyarlar. Bu yüzden, Rus işçi sınıfının başarılı devrim deneyimini öğrenmek, bu devrimin önde gelenlerinden Lenin’i okumak gerekli ve önemlidir. Lenin, tam adıyla Vladimir İliç Ulyanov Lenin, Rus devrimcisi. 1917 yılının 7 Kasım tarihinde (eski takvimle 25 Ekim’de) Rusya’da gerçekleşen işçi

AGORA KİTAPLIĞINDAN ÇIKAN LENİN ESERLERİ Devlet ve Devrim, Ne Yapmalı?, Emperyalizm, Sol Komünizmi Bir Çocukluk Hastalığı, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Nisan Tezleri, Uzaktan Mektuplar, Karl Marks, Fredrich Engels, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Komintern, Sovyet İktidarı ve Dünya Devrimi, Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, Sosyalizme Geçiş Döneminde

Ekonomi, Kronstadt’tan Parti İçi Muhalefete, 1917 Şubat Devrimi, Bütün İktidar Sovyetlere… Lenin’in bu eserlerini ve diğer devrimci Marksistlerin kitaplarını edinmek ve okumak isteyen her işçi, gazetemizin adresine başvurarak, hem indirimli fiyatlardan yararlanarak bu değerli kitaplara sahip olabilir hem de devrimci işçilerle tanışabilir.

devriminin önderlerinden; onların birincisi. İşçilerin devrimci partisi olan Bolşevik Parti’nin hem kurucusu, hem de ona pratik ve teorik yönden yön veren kişilerden en önemlisi. Eğer bir işçi, yaşadığımız baskı ve sömürü düzeninden kurtulmak istiyorsa; kurtuluşun mevcut düzen içinde mümkün olmadığını yaşayarak gördüyse, devrimci mücadeleye giriştiğinde, işçilerin geçmişte verdiği mücadeleleri, devrim deneyimlerini, devrimci süreçlerde yaşanan tartışmaları, deneyimleri öğrenmek zorundadır. Bir bilim adamının ciddiyetinde ve titizliğinde okumalı, öğrenmelidir. Kendisini yetiştiren her işçi, mesai arkadaşlarına, mahallesindeki komşusuna ve çevresindeki fabrikaların işçilerine de yardımcı olacak, önder işçi demektir. Burjuvazinin ve kendisini aldatacak laflar eden sol görünümlü akımlar arasında da seçeneğini yapabilecektir. Marks, Engels, Troçki veya Rosa Lüksemburg gibi Lenin okumanın da önemi buradadır. İşçi sınıfı ve devrimciler hangi sorunlarla karşılaştılar, hangi çözümleri buldular, nerede yanıldılar, nerede haklı çıktılar…? Ve tabii ki, o günlerden bugüne hangi sonuçları aktarabiliriz ve devrimci mücadelemizde bu deneyimlerden nasıl yararlanabiliriz, sorularına da bizlerin, bugünün devrimci işçi ve aydınlarının kafa yorması gereklidir. Lenin’in eserlerinin Türkçe’ye çevirisi ve yayınlanması yeni değil. Neredeyse 50 yıldır Lenin’in kitaplarının en önemlilerini Türkçe’den okumak mümkün. Sol Yayınları, İnter Yayınları Lenin’e ait eserleri tek tek veya seçme eserler olarak yayınlamışlardı. Mayıs 2009’dan beri yayınlanan ve bu ay 18’incisi yayınlanan Lenin derlemelerinin yayımcısı Agora Kitaplığı. Agora Kitaplığından çıkan kitapları derleyen ve çeviren Ferit Burak Aydar. Çevirmen, kitaplarının doğru ve okunabilir bir çevirisini yaparken, aynı zamanda bazılarına “giriş” diyebileceğimiz açıklamalı bilgilendirmeler yaparak, okuyucuya genel bir fikir vermeye de gayret etmiş.

İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın - Tarih: Şubat 2013 Sayı: 11 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.