Emperyalist Savaş Devam Ediyor Oktay Baran
I
rak savaşının üç yılını geride bıraktık. 18 Martta dünyanın belli başlı büyük kentlerinde savaş karşıtı gösteriler düzenlendi. Bu gösterilerin kitleselliği, savaşın arifesindeki düzeyiyle karşılaştırılamaz ölçüde düşük. Bunun nedenlerini devrimci hareketin iyi kavraması ve gerekli sonuçları çıkartması gerekiyor. Çünkü içinden geçtiğimiz dönemde, emperyalist savaşlar birer istisna değil, kural durumundadır. Yarın dünyanın diğer bölgelerine yayılması neredeyse kesin olan bu savaşlara karşı doğru tutum alabilmek için, nasıl bir dönemden geçtiğimizi ve bu savaşların gerçek doğasını, amaçlarını ve hedeflerini doğru kavramamız gerekiyor. Yanlış kavrayışlardan türetilen yanlış mücadele yöntemleriyle bir arpa boyu yol alınamayacağını geride bıraktığımız üç yıl, görmek isteyen gözler için yeterince göstermektedir. Bu konudaki görüşlerimizi daha önce de dile getirdiği-
miz için bu yazıda sürece kısa bir göz atmakla, emperyalistler arası kutuplaşma eksenindeki kimi önemli değişimlere işaret etmekle ve en sonu savaş karşıtı hareketin en bariz zaaflarını dile getirmekle yetineceğiz.
Irak savaşı bütünün yalnızca bir parçasıdır SSCB’nin çökmesiyle yıkılan “iki kutuplu dünya”nın yerine baba Bush “yeni dünya düzeni”nin kurulacağını söylemiş ve ardından Irak seferine çıkmasına rağmen rakiplerini sindirme açısından umduğunu o aşamada bulamamıştı. Yeni bir dünya düzeni kurmak üzere çok daha saldırgan, çok daha tehditkâr ve emellerini pek de gizlemeyen bir seferberlik başlatmak ise oğul Bush’a nasip oldu. ABD’nin 90’lı yıllarda dünya burjuvazisinin gözünde artık anlamsızlaşan koruyucu jandarmalık rolünü çarçabuk yeni sözde “tehditler” icat ederek sürdürmesi, aynı dönemde dünya ekonomisi içerisinde gerilemeye başlayan payını tekrar arttırması, sözün kısası tehdit altına giren hegemonyasını pekiştirip geliştirmesi gerekiyordu. 90’ların sonlarına doğru kendisini toparlamaya başlayan Rusya’yla birlikte Avrupa Birliği (AB) ve Japonya gibi emperyalist güçler ABD’nin hegemon konumuna göz dikmişlerdi. 2000’li yıllarla birlikte belli bir süredir büyük atak içinde olan Çin ve Hindistan da büyük güçlerin kurtlar sofrasında yerlerini almak için sabırsızlanıyorlardı. 11 Eylül saldırılarını bahane ederek tüm dünyaya karşı sefere çıkan ABD’nin asıl amacı, bu kurtlar sofrasındaki belirleyici ve hegemon konumunu pekiştirmek ve güvence altına almaktır. Onun “önleyici saldırı” anlayışının ardında, sözde terör tehdidini önlemek değil, olası emperyalist rakiplerini daha yeterince güçlenmeden zayıflatmak, kendi pozisyonunu onlara dikte ettirmek, başta SSCB’nin çökmesiyle dünya pazarına açılan Doğu Avrupa ve Asya ülkeleri olmak üzere, bugüne dek onunla tam bir bütünleşme sağlayamamış ülkeleri kendi nüfuzu altında dünya pazarına entegre etmek ve kuşkusuz buralardaki hammadde ve enerji kaynaklarının denetimini tümüyle ele geçirmek arzusu yatıyordu. Bu açılardan bakıldığında, 2000’li yılların ba-
1
marksist tutum
şında ABD’nin bu stratejisine göre esas rakipleri başta AB olmak üzere Rusya ve Çin idi. 90’lı yıllar boyunca bir gerileme yaşayan ve halen bu durumu devam eden Japonya bu açıdan ABD’nin gündeminin ilk sıralarında yer almıyordu. AB, Rusya ve Çin’e ilişkin ABD politikasının özü aynı olmakla birlikte (hepsinin kendi hegemonyasını kayıtsız şartsız tanıması), bu politikanın izleyeceği taktikler farklılaşıyordu. II. Dünya Savaşından bu yana geleneksel olarak ABDnin bir müttefiki olarak davranan ve hatta onun kanatları altında gelişip güçlenen Avrupa, 90’lı yıllarla birlikte ekonomik olarak ve nüfuz alanları üzerinde ABD’ye iyiden iyiye kafa tutmaya başlamıştı. Doğu Avrupa’yı sessizce kendi içine katan, Ortadoğu’da İran ve Irak petrolleri üzerinde önemli bir denetim sağlayan AB, Latin Amerika’ya el attığı gibi Kafkasya ve Balkanlar’da ABD ile boy ölçüşmeye kalkıştı. Balkanlar genel olarak AB’nin ve belli ölçüde Rusya’nın nüfuzu altında kalsa bile, Kafkasya’da kazanan ABD oldu. Tüm bu süreçlerde AB, diplomatik-siyasal girişimlerle yetinmek, ABD ile doğrudan askeri planda karşı karşıya gelmemek ama onun karşısındaki güçleri askeri olarak da el altından desteklemek şeklinde bir çizgi izledi. AB’nin ABD hegemonyasına karşı perde arkasında yürüttüğü mücadelenin belirleyici sınanma alanı ise Irak oldu. Savaşın çıkmasını ve Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesini engellemek için diplomatik ve siyasi araçlarla yetinmek zorunda kalan AB, bu süreçten yenik çıkmakla kalmadı, kendi içinde de önemli bir çatlak oluştu. AB’nin emperyalist bir güç olduğunu ama onun bugünkü ekonomik birlik çerçevesini aşıp siyasal bir birliğe evrilemeyeceğini çeşitli vesilelerle belirtmiştik. AB, rekabet içerisindeki emperyalist güçlerin oluşturduğu çelişkili bir iktisadi birliktir. Bu birliğin ekonomik planda hegemon bir gücünün (Almanya) bulunması, onun siyasal planda da tam birliğe gidebileceği anlamına gelmez. Gerek Irak savaşı gerekse de geçen yıl reddedilen AB Anayasası bu gerçe-
2
Nisan 2006 • sayı: 13
ği çarpıcı bir biçimde kanıtladı. Nitekim AB’nin önde gelen ülkeleri, ABD’yi desteklemek noktasında iki karşıt kutba bölündüler. Dahası, AB, Doğu Avrupa’nın çantada keklik olmadığını, kimi eski Doğu Bloğu ülkelerinin ABD işgaline verdiği doğrudan destekle de görmüş oldu. Savaş ve işgalin bir gerçek haline gelmesiyle birlikte, ABD’ye askeri alanda en azından kısa vadede karşı koyamayacağını bilen AB’nin izlediği çizgi de farklılaşmaya başladı. Öncelikle işgale Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında ortak olmaya çalıştılar. Ardından oluşturdukları yeni güvenlik stratejisi ile ABD’nin tezlerine biraz daha yaklaştılar. Nihayet NATO zirvelerinde ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesini kabullenmek zorunda kaldılar. Kuşkusuz ki, bu durum AB ile ABD arasındaki rekabetin sona erdiği anlamına gelmiyor. Tersine yeni gelişmeler ve en önemlisi AB’nin askeri plandaki zaafiyetini gidermesi, tekrar bu iki emperyalist gücün birbirinden uzaklaşmasını gündeme getirebilir. Ama bugün biraz daha netleşmiştir ve AB’nin ağır topları biraz daha kavramıştır ki, kısa vadede ABD’den bağımsız davranmaları ve hele ona karşı açıktan cephe almaları mümkün değildir. Bundan on yıl öncesine nazaran bugün ipler çok daha güçlü bir şekilde ABD’nin elindedir. Bu açıdan bakıldığında, ABD giriştiği hegemonya savaşının birinci raundunu kazanmış görünüyor. ABD’nin bu açıdan kazandığı mevzileri görmezden gelerek, onun Irak’ta Vietnam benzeri bir bataklığa saplandığını söylemek hiç de gerçekçi değildir. Irak’taki karmaşık durum ve ABD açısından askeri planda işlerin hiç de iyi gitmemesi bizleri yanıltmamalı. ABD’nin savaşının gerçekte Irak’la değil, diğer emperyalist güçlerle olduğunu uzun süre önce söylemiştik. Bu nedenle de savaşın yalnızca bir petrol savaşı olmadığını ve meselenin Irak’la sınırlı bulunmadığını, onun yalnızca bir açılış perdesi olduğunu defalarca belirttik. Irak’a saldırı ve işgal, esas olarak AB’ye ve bir ölçüde de Rusya’ya verilmiş bir mesajdır. Ve her ikisi de mesajı almıştır. AB bugün, ABD’nin gönülsüz de olsa bir müttefiki olma konumunu kabul etmek zorunda kalmıştır. AB’ye hegemonyasını bir kez daha kabul ettiren ABD, bugün, “medeniyetler çatışması” stratejisini gerçek kılmak için adımlar atmaya başlamıştır. Unutulmamalı ki, bu stratejide AB, “Batı ittifakı”nın ikinci gücü olarak tanımlanmaktadır. Şimdi savaşın ikinci perdesinin hazırlıkları hızlandırılıyor. AB’nin taktik ittifakını kazanan ABD, şimdi artık Rusya’ya ve artık kurtlar sofrasında açıkça yer alan iktisadi-askeri bir süper güç olan kapitalist Çin’e karşı çok daha doğrudan girişimlerde bulunacaktır. İran ve Suriye’nin öne çıkartılmasının önemli bir boyutu da budur. Her iki ülkenin de Çin ve Rusya ile yakın işbirliği biliniyor. İran, Çin ile milyarlarca dolarlık enerji anlaşmaları imzalamış ve Çinden silah almaya başlamıştır. Ama tek hedef bunlar değildir. Çin’in himayesindeki Kuzey Kore zaten uzun bir süredir ABD tarafından “şer ekseni”nin bir parçası olarak adlandırılmıştı. Son olarak bu eksene, eski SSCB’nin bir par-
Nisan 2006 • sayı: 13
çası olan Belarus cumhuriyeti de katıldı! ABD, Çin ve Rusya’ya karşı aslında uzun bir süredir yıpratma savaşı uyguluyor. Özellikle Rusya’nın arka bahçesi olarak adlandırılan eski Sovyet cumhuriyetlerinde ABD peş peşe giriştiği operasyonlarla önemli mevziler kazandı. Kafkasya, bugün önemli ölçüde ABD’nin nüfuzuna girmiş durumdadır. Gürcistan’da, Ukrayna’da, Kırgızistan’da ve aynı kapsamda sayılabilecek Lübnan’daki sözde “renkli devrim”lerin hepsi ABD’nin hanesine yazılmıştır. ABD Çin’in komşusu olan Afganistan’a askeri olarak yerleşmiş vaziyettedir. Özbekistan’da, yani Orta Asya’nın göbeğinde kurulan Amerikan Hava Üsleri, ABD ile Rusya arasında ciddi bir gerilime yol açmış ve şimdilik ABD geri adım atmıştır. Ama ardından da Karadeniz’de ABD denetiminde bir NATO donanması bulundurma düşüncesini ortaya koymuştur; bu doğrultudaki artan girişimlere yakın dönemde tekrar şahit olacağız. Yine benzer şekilde “şer ekseni”nin yeni üyesi Belarus’ta da yakın bir zamanda “renkli bir devrim” gerçekleşmesi pek şaşırtıcı olmayacak. Çin ve Rusya’yı kuşatma harekâtında önemli mesafe kat edilmiştir. Son olarak Bush’un Hindistan gezisiyle ABD yeni bir mevzi daha kazandı. Hatırlanacağı gibi son dönemlere kadar Rusya-Çin merkezli bir Asya ittifakı gündemdeydi. Şanghay beşlisi olarak adlandırılan bu iktisadisiyasi-askeri işbirliğine Hindistan da destek verdiğini açıklamıştı. Bugün aynı Hindistan’ın, ABD’nin stratejik ortağı olduğu açıklanıyor. ABD bir yandan nükleer faaliyetlerini bahane ederek uluslararası anlaşmalara imza koymuş İran’ı ve Kuzey Kore’yi köşeye sıkıştırmaya çalışırken, diğer yandan hiçbir uluslararası sınırlama ve yaptırımı kabul etmeyen ve yine ABD’nin güdümündeki Pakistan’la nükleer güç yarışına girişen Hindistan’a nükleer teknoloji de dahil olmak üzere her alanda açık çek veriyor. Bu apaçık çelişkinin uluslararası diplomasi alanında getirdiği homurdanmaları ise ABD dinlemeye pek niyetli gözükmüyor. Zira onun açısından emperyalist paylaşım kavgası, diplomatiksiyasi alanın ötesine çoktan geçmiş durumda. Bush’un Hint okyanusu gezisinin hemen ardından bir başka ABD heyeti de Avustralya’yı ziyaret etti. Yapılan ABD-Avustralya-Japonya zirvesinin baş gündemi Çin’dir. ABD, Avustralya’dan Çin ile olan iktisadi ilişkilerini gevşetmesini ve hatta koparmasını talep ediyor. Çin ve Rusya’yı kuşatma operasyonunun sonuna yaklaşılıyor ve bunun tamamlanmasının anlamı, ABD’nin haçlı seferinin ikinci perdesinin açılacak olmasıdır.
Irak’taki direniş ABD’nin giriştiği hegemonya savaşının Irak’la sınırlı olmadığı açık. Buna rağmen, solun geniş kesimleri, onun bugün Irak’ta karşı karşıya kaldığı duruma işaret ederek, Vietnam bataklığı gibi benzetmelerle gönüllerini hoş tutmaya devam ediyorlar. Bu yaklaşım son derece yanlıştır ve sonuçları da vahimdir. Temel hareket noktaları, ulaşılmak
marksist tutum
Gürcistan’da, Ukrayna’da, Kırgızistan’da ve aynı kapsamda sayılabilecek Lübnan’daki sözde “renkli devrim”lerin hepsi ABD’nin hanesine yazılmıştır.
istenen hedefleri, yöntemleri ve savaşın tarafları açısından Irak’ta yürüyen savaşın Vietnam savaşı ile ortak bir yönü yoktur. Vietnam ABD açısından savaşın ta kendisi idi, yani daha büyük bir savaşın bir parçası, daha genel bir savaşın bir cephesi değildi. Oysa açıkladığımız gibi, Irak savaşı, ABDnin bütünsel ve dünya çapında yürüttüğü emperyalist hegemonya savaşının yalnızca bir parçasıdır, onun cephelerinden yalnızca biridir. Bu nedenle, ABD’nin Irak’taki işgali resmen sona erdirmesi, bu daha kapsamlı emperyalist savaşın illa ki sona ereceği anlamına gelmez. Tersine, ona savaşının diğer cephelerine yoğunlaşma fırsatı bile sunabilir. ABD ordusu, Vietnam’da yürüttüğü savaşta Vietkongla girdiği tüm silahlı çatışmaları kazanmış olmasına rağmen savaşı kaybetti. Ciddi bir askeri yenilgi almamış olmasına rağmen ona bu savaşı kaybettiren en önemli faktörlerin başında tüm Vietnam halkının fedakâr mücadelesi geliyorsa, ikinci sırada hiç kuşkusuz, bizzat Amerikan halkının bu savaşa destek vermemesi, bu savaşı kendilerinin savaşı olarak ve haklı bir savaş olarak benimsememiş olması geliyordu. Irak’ta yürüyen emperyalist savaş ise, hem Irak cephesinde hem de ABD cephesinde farklı bir manzara ortaya koyuyor. 11 Eylül saldırısı Amerikan burjuvazisine, emperyalist saldırganlığını meşrulaştırmak için muazzam bir gerekçe sunmuştur. ABD burjuvazisi, bu savaşı ve ardından gelecek savaşları bir “savunma savaşı” olarak takdim ediyor. Amerikan emekçilerinin kendilerini “saldırı altında” hissetmesi için her türlü dolap çevriliyor. Örgütsüz ve bilinçsiz Amerikan emekçileri şimdilik bu zokayı yutmuş görünüyor ve beklentilerin aksine savaşı sahiplenmeye önemli ölçüde devam ediyorlar. Irak cephesindeki manzaranın ise Vietnam’dakiyle hiçbir ortak tarafı yok. Vietnam burjuvazisini bir tarafa bırakırsak, tüm Vietnam halkı ABD emperyalizminin karşısın-
3
Nisan 2006 • sayı: 13
marksist tutum
da gerçekten de kahramanca bir “halk savaşı” yürütmüştü. ABD’ye karşı yürüttükleri savaş gerçekte Fransız sömürgeciliğine karşı yürüttükleri bağımsızlık savaşının devamıydı. Kendi topraklarında yüzyıllardır esir ve sömürge statüsünde yaşayan bir halkın bağımsızlık mücadelesiydi Vietnamlıların savaşı. Irak ise yarım yüzyıldır siyasal bağımsızlığa sahip, üstelik bölgesinde yayılmacı emeller güden bir burjuva devletti. Dahası bu devletin egemenleri, Irak nüfusunun azınlığını oluşturan Sünni Arap mülk sahibi sınıflarından oluşuyordu. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan Şiilere ve Kürtlere yıllarca kan kusturan gerici ve zalim diktatörlüğün birkaç haftada yıkılıp gitmesi, o güne dek Irak topraklarında yaşanan ve zorbalıkla üstü örtülen tüm çelişkilerin bir anda ortaya çıkmasına yol açtı. Irak toplumu yalnızca sınıflar temelinde değil, farklı milliyetler, farklı mezhepler ve hatta farklı aşiretler temelinde tümüyle bölünmüş bir toplum. Böylesi bir toplumu bir arada tutan tek şey, Saddam’ın kanlı diktatörlüğü idi. O da yıkılıp gidince tüm toplum çimentosuz bir duvar gibi kum taneciklerine ayrılıverdi. Adını apaçık koyalım: bütünlüklü bir Irak halkından söz edilemez. Irak’ta etnik, mezhepsel ve aşiretsel temelde bölünmüş halklar var. Emperyalizmin Ortadoğu’da yüzyıldır uyguladığı politikaların bir sonucu olarak, bu halkların birbirlerine duydukları güvensizlik ve husumet, ABD emperyalizmine karşı birleşmelerini son derece güçleştiriyor. Bu durumda ABD emperyalizmine karşı, üstelik de ulusal bir direniş verildiğinden bahsetmek gerçeklerle alay etmek olur. Irak’ta ABD’ye karşı topyekün bir seferberliği mümkün kılmanın tek yolu, Iraklı emekçilerin sınıfsal temeldeki birliğini sağlamaktan geçiyor. Din, mezhep, milliyet ve aşiretsel temeldeki bölünmenin üstesinden gelmenin başka yolu yoktur. Bu söylenenlerden ne Irak’ta şu ya da bu türden hiçbir direniş olmadığı anlamı çıkar, ne de ABD açısından askeri ve siyasi alanda her şeyin güllük gülistanlık olduğu. Hayır. Tam da ABD işgaline karşı tüm Irak halklarının bir araya gelmesini zorlaştıran faktörler, ABD’nin kalıcı ve istikrarlı bir siyasal yapı kurmasının da önündeki engellerdir aynı zamanda. Bu durum onu Irak’ta belirsiz bir askeri çatışmalar bataklığına sürüklüyor kuşkusuz. Irak’ta bugün eski Sünni rejimin unsurlarından (ki son dönemde onlar da ABD ile uzlaşma yoluna girdiler) ve çeşitli radikal dinci gruplardan oluşan bir direniş söz konusudur. Bu direniş Irak’ın diğer halklarına ve genel olarak emekçilere dostluk elini uzatan bir direniş olmak şöyle dursun, giderek yoğunlaşan bir iç savaşın tarafı olarak sivriliyor. Irak’ta grevci işçilere, sendikacılara, komünistlere, Şii ve Kürt sivillere dönük saldırıların sayısının ve şiddetinin, doğrudan işgalci kuvvetlere karşı girişilen saldırılardan daha fazla ve çok daha yıkıcı olduğu biliniyor. Irak’ı Vietnam ile bir tutmak, bu gerici ve kaybettikleri ayrıcalıkları yeniden kazanma kaygısını taşıyan kesimlerin anti-emperyalist bir müca-
4
dele yürüttüğünü açıkça ya da üstü örtük olarak kabul etmek anlamına gelir. Böylesi bir değerlendirmenin Marksizmle hiçbir ilişkisi yoktur. Iraklı emekçiler, tüm Irak halklarının haklarını güvence altına alan bir işgal karşıtı direnişi inşa etme göreviyle karşı karşıyalar.
Savaş karşıtı hareket Emperyalizm, ne bir zamanlar Çin devriminin önderi Mao’nun savunduğu gibi kâğıttan bir kaplandır, ne de dönek Kautsky’nin iddia etttiği gibi barışçı bir kapitalizm. Emperyalizmi doğru kavrayamayanlar, emperyalist savaşların nedenlerini ve bu savaşlara karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğini de doğru bir temelde ortaya koyamazlar. Yirminci yüzyıl bu gerçeğin sayısız örneği ile doludur. Ama bunca örnekten, deneyimden ve emekçi yığınların katlanmak zorunda kaldığı onca acıdan sonra hâlâ bir ders çıkarılamıyorsa, bu “kavrayışsızlığı” bir idrak sorununun çok daha ötesinde, bir küçük-burjuva sınıfsal refleks sorunu olarak görmek gerekir. Afganistan’ın bombalanmasını ve hemen ardından Irakın gündeme girmesini takiben, yaklaşan emperyalist savaşa karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği hususunda, sol hareket içerisinde reformistlerle devrimcileri ayrıştıran bir tartışma patlak vermişti. Bu tartışmanın argümanları hiç de yeni olmamakla birlikte, reformistler her zamanki gibi, iddialarını yepyeni icatlar olarak pazarlamaya çalışmışlardı. Bu iddialardan bir tanesi, “insanlığın sınıflar üstü genel çıkarları” argümanından türetilmişti. SSCB’nin yıkılışına doğru giden süreçte Gorbaçov tarafından da hararetle savunulan ve başta dönemin resmi KP’leri olmak üzere tüm dönekleri tarafından büyük bir şevkle sahiplenilen bu argümana göre, barış, çevre kirliliği ve nükleer savaş tehdidi gibi sorunlar sınıflar üstü bir tabiata sahiptiler! Ve bu sorunların çözümünde tüm sınıflar ve tüm devletler işbirliği yapmalıydılar. Ne tuhaftır ki, bu argüman bugün aynı zamanda başta ABD olmak üzere emperyalist büyük güçlerin de resmi tezlerinden biri haline gelmiştir. Buna bugün “salgın hastalıklar tehdidi”ni de ekleyerek Gorbaçov’un tezinde yaptıkları en önemli tadilat, bu sorunları çözecek merciin, tüm insanlık adına ve ilahi güçten de gelen vahiyler doğrultusunda en başta ABD ve onun diğer emperyalist müttefikleri olduğudur. Döneklerin, reformistlerin ve her çeşitten pasifistin karşı çıktıkları şey, bu argümanın kendisi değil, ABD vurgusunun öne çıkartılmış olmasıdır. Onlar bu tür “insani” sorunların, sadece ABD tarafından değil tüm insanlığın ortak çabasıyla çözülmesi gerektiğini savunuyorlar ve bunun adresi olarak da Birleşmiş Milletler örgütünü gösteriyorlar. Onlara göre, sorunlar, bu ve benzeri örgütlerin çabalarıyla, diplomatik girişimlerle çözülebilirdi; barışa bir şans verilmeliydi; savaş ve şiddetten hiç kimsenin gerçek bir çıkarı olamazdı; savaşı isteyenler bir avuç çılgın, dar-
Nisan 2006 • sayı: 13
kafalı ve hatta aptal siyasetçi ve onları destekleyen silah tekelleriydi. Ve bu nedenle onlar durdurulabilirse, savaşların da önüne geçilebilirdi. Bunun için de, tüm insanların barış için ve barışçıl bir şekilde sokakları doldurmaları yeterliydi. Böylece, “bu savaş engellenebilecekti”! Tüm dünyada meydanları dolduran milyonlarca emekçinin savaşa karşı haklı ve içten düşmanlığı, bu laf ebelerinin ellerinde heba edildi. Milyonların caddeleri inleten sloganları, bombaların gümbürtüsü içerisinde bir anda kesiliverdi. Savaş engellenememişti! Ama laf ebeleri seslerini kesmediler: Savaşı engelleyemedik ama “bu savaşı durdurabiliriz”! Savaşa karşı oportünist tutumların kitle hareketine verdiği en büyük zarar, emperyalist savaşların ancak ve ancak proleter devrimlerle engellenebileceği gerçeğini kitlelerden saklamasıydı. Tarihin gördüğü en kitlesel savaş karşıtı gösteriler, pasifistlerin yanlış sloganları, yanlış tutumları ve yanlış yönlendirmelerinin kaçınılmaz sonucu olarak geride bir moral bozukluğu ve vurdumduymazlıktan başka bir şey bırakmadı. Bu tutum, aslında yukarıda da açıkladığımız gibi, savaşın arifesinde tam da Avrupa Birliği tarafından savunulan çizgiye denk düşüyordu. Nitekim ABD’nin hegemonyasını korumak, pekiştirip geliştirmek üzere attığı adımlarla aşık atacak durumda olmayan AB açısından, ABD’yi durdurmanın tek yolu Birleşmiş Milletler ve diplomatik yöntemlerdi. Savaş karşıtı gelişen hareketin özellikle Avrupa ülkelerinde büyük bir kitleselliğe ulaşmasının ardında yatan en önemli neden, AB’nin liberal ve reformist çevrelerinin bu harekete sunduğu destek idi. AB’nin ABD’ye ilişkin tavrının değişmeye başlamasıyla birlikte savaş karşıtı hareketin de geri çekilmesi hiç de tesadüf değildir. Pasifistler, her emperyalist savaşta olduğu gibi, dolaylı da olsa emperyalist güçlerden birinin siyasal çıkarlarına hizmet etmiş oldular. Kahrolsun saldırgan ABD emperyalizmi; yaşasın barışa bir şans vermek isteyenler, diplomatik-siyasi çözümden yana olanlar, BM iradesini kabul edenler, yani yaşasın “demokratik” AB! Reformist, pasifist ve sol-liberal yaklaşımların ağır basması, savaşın kapitalist-emperyalist sistemle olan kopmaz bağlarının üstünün örtülmesini, kapitalizm yıkılmadıkça emperyalist savaşların kaçınılmaz olduğu gerçeğinin kitlelerden saklanmasını ve sorunun Bush gibi liderlerin aptallığına indirgenmesini beraberinde getirdi. Savaşa karşı mümkün en büyük “ortak payda”yı oluşturmak adına, Marksizmin en temel ilkeleri tepe tepe çiğnendi. Irak’taki savaşın Ortadoğu’nun müslüman halklarında yarattığı tepkiden kendi siyasal çıkarları doğrultusunda yararlanmak isteyen Avrupa’daki bazı reformist-sosyalist çevreler, İslamcı gruplarla flört etmeye başladılar. Onlarla ittifak yapabilmek için oportünist tavizler verildi, sloganlar yumuşatıldı, mücadele yöntemleri sınırlandı. İşin ko-
marksist tutum
mik yanı şuydu ki, reformistler ve pasifistler en geniş ortak paydayı oluşturmak adına, “emperyalist savaşa hayır” demekten çekinip genel bir “savaşa ve şiddete hayır” sloganının ardına sığınırken, İslamcı olarak adlandırılan gruplar, gösterilerde “emperyalist savaşa hayır” sloganını ve pankartlarını kullanıyorlardı! Marksistlerin tutumu kuşkusuz, İslami duyarlılıkları olan emekçileri dışlamak olamaz, ama ittifak adına ilkesel tavizler de verilemez. Bu emperyalist savaşa karşı mücadele etmek isteyen tüm kesimleri birleştirmek kuşkusuz önemlidir. Ancak Marksistler, böylesi bir birliğin, ancak işçi sınıfının hegemonyasında, onun mücadele sloganlarıyla, onun yöntemleri ve onun devrimci iktidarı hedefiyle sağlandığında bir anlam taşıdığını savunurlar. Emperyalist savaşlara karşı mücadelenin başarıya ulaşması, reformizmin ve pasifizmin peşinden sürüklenen kalabalıkların sayısını bir parça daha arttırmakla değil, mücadele azmine sahip emekçi kitlelerin önüne gerçekten devrimci bir eylem programı koyabilmekle ve kitleleri örgütlü mücadeleye çekebilecek gerçekten devrimci bir önderliği yaratmakla mümkün olacaktır. Savaşa karşı oportünist tutumların kitle hareketine verdiği en büyük zarar, emperyalist savaşların ancak ve ancak proleter devrimlerle engellenebileceği gerçeğini kitlelerden saklamasıydı. Tarihin gördüğü en kitlesel savaş karşıtı gösteriler, pasifistlerin yanlış sloganları, yanlış tutumları ve yanlış yönlendirmelerinin kaçınılmaz sonucu olarak geride bir moral bozukluğu ve vurdumduymazlıktan başka bir şey bırakmadı. Günü birlik, kolay başarılar peşinde koşmak işçi hareketine her zaman zarar vermiştir. İşçiler, neyi, nasıl ve hangi araçlarla yapabileceklerine dair net yanıtlara ihtiyaç duyuyorlar. Onların ihtiyacı olan şey, nesnel gerçeklerin devrimci tarzda açıklanması ve devrimci mücadelenin yükseltilmesidir. Gerçekler dünyasından kopuk küçük-burjuva hayaller ise eninde sonunda kitlelerin kendilerine olan güvenlerini ve mücadele azimlerini kırar, hayal kırıklığı yaratır. Ardından da gerek kitle hareketinde ve gerekse de devrimci örgütlülük düzeyinde bir gerileme dönemi gelir. Bugün yaşanılan durum bunun somut kanıtıdır. İçinden geçtiğimiz dönem emperyalist hegemonya kavgası dönemidir. Bu dönem emperyalist savaşlarla karakterize oluyor. Bu nedenle Marksistlerin işçi sınıfına ve emekçilere döne döne açıklaması gereken gerçek şudur: Emperyalist savaşları engellemenin ve durdurmanın tek yolu, kapitalist sistemi ortadan kaldırmaktır. Bu da ancak toplumsal bir devrimle mümkündür. Ve devrimci temellerde örgütlenmiş işçi sınıfı ve emekçilerden başka hiçbir güç böylesi bir devrimi başarıya ulaştıramaz. Kapitalizmi ortadan kaldırmak gibi emperyalist savaşlara da son vermenin, proleter devrim gibi meşakkatli bir yolunun dışında başka bir yolu bulunmuyor.
5
Kapitalizmde Sosyal Güvenlik Levent Toprak
S
SCB ve sözde sosyalist blokun çöküşüyle birlikte kapitalizmin ideologları başka birçok şeyin yanı sıra kapitalizmin yeni bir canlanma evresine girdiğini propaganda etmeye başladılar. 90’lı yıllardaki görece ekonomik toparlanma da buna önemli bir kanıt olarak sunuldu. Oysa 70’lerin sonları ve 80’lerin başlarından itibaren ve özellikle de söz konusu görece toparlanmanın yaşandığı 90’lar da dahil olmak üzere (hatta özellikle bu 90’larda), günümüze kadar gelen dönemde gördüğümüz görüntüler, insanlığa yeni ümitler ve heyecanlar veren, canlılık saçan bir sistemin görüntülerine hiç benzemiyordu. Bu dönem boyunca işsizlik kronikleşerek arttı, çalışma koşulları ağırlaştı, reel ücretler ve çalışanların yaşam standartları geriledi, her düzeyde güvencesizlik arttı; savaşlar ve militarizasyon, uluslararası sistemde gerilimler yükseldi, dünyanın her yerinde baskıcı devlet uygulamaları tırmandı, burjuva demokrasisinin kapsamı daraldı; ekolojik felâket çanları çalmaya başladı; suç oranları yükseldi; psikolojik rahatsızlıklar arttı; bilimdışı gerici düşünce biçimleri ve batıl inançlar güç kazanmaya başladı; kültürel gerileme ve yozlaşma yaygınlaştı vb. Bunların, canlılıktan ziyade, olsa olsa bunayan bir sistemin işaretleri olduğu gayet açık. Bunlar ve sayılmayan daha nice olumsuz gösterge, ya kapitalist sınıfın işçi sınıfına ve diğer emekçi kitlelere doğrudan saldırısı ya da bu saldırıların sonuçları anlamına gelmektedir. İşin aslı, tarihsel bir bunalım yaşamakta olan kapitalizm bu tabloyla tarihsel açıdan çoktan gericileşmiş karakterini daha belirgin biçimde ortaya koymaktadır yalnızca. Bu saldırıların temel bir yönü bunalımın faturasını işçi sınıfına çıkarmaktır. Kapitalist üretim tarzı bu bunalım koşullarında yeni zenginlik yaratmada bir önceki döneme nazaran daha fazla zorlanmakta ve yaratılan zenginliğin şu ya da bu biçimde işçi sınıfına giden kısmını azaltarak kendi payını arttırmak istemektedir. Bunun alanlarından birisi de işçi sınıfının emeklilik ve sağlık yitimi gibi hayati durumları için kullanmakta olduğu fonlardır. Türkiye’de burjuvazinin uzun süredir dile getirdiği ve
6
şimdilerde AKP hükümetinin gündeme soktuğu sosyal güvenlik sistemi “reformu” da tüm dünyada bu kapsamda yürütülmekte olan aynı saldırının sadece bir ayağını oluşturmaktadır. Hükümet hazırladığı yeni yasa tasarısıyla kadınlarda 58 erkeklerde 60 olan emeklilik yaşını 68’e (tepkileri yatıştırmak için son aşamada 65’e indirildi), 7000 olan prim gün sayısını 9000’e yükseltmeyi, emeklilik maaşlarını da %23 ilâ 33 oranında düşürmeyi, ayrıca Genel Sağlık Sigortası (GSS) adı altında ancak belirli türde hastalıkların tedavisini karşılamayı hedeflemektedir. Bunlar genel olarak sağlık ve emekliliğe ulaşmanın, özellikle işçi sınıfının yeni nesilleri için daha da zorlaşması anlamına gelmektedir. Bundan önce de, 1999 yılında, toplum depremin en acılı günlerini yaşamaktayken sinsice parlamentodan geçirilen yasal düzenlemelerle yine emeklilik yaşı arttırılmış (kadınlarda 50’den 55’e, erkeklerde 55’ten 60’a), prim gün sayısı yükseltilmiş (5000’den 7000’e) ve sağlıkta katkı payı ağırlaştırıldı. Bugün gündemdeki düzenlemelerin aynı saldırının ikinci etabını oluşturduğu gayet açık görülmektedir. Oysa o günlerde hükümet ve bürokrasi yapılan düzenlemeyle geleceğe ilişkin sosyal güvenlik sorununun artık çözümlenmiş olduğunu ve yeni düzenlemelere gerek olmadığını duyurmuştu. Bu saldırıları püskürtebilmenin ve kazanımlar elde ede-
Nisan 2006 • sayı: 13
bilmenin temel şartının militan bir mücadele olduğuna şüphe yok. Ancak bunun yolu öncelikle saldırının doğasını, kaynağını ve bağlamını doğru anlamaktan ve bu temelde doğru bir mücadele perspektifi çizmekten geçmektedir. “Sosyal devlet”, “refah devleti” perspektifiyle verilecek mücadelenin, tüm reformist stratejiler gibi, ufku sınırlıdır ve başarı şansı yoktur. Özellikle son çeyrek yüzyılda tüm dünyadaki mücadeleler bunu çarpıcı biçimde doğrulamaktadır. Bu dönemde işçi sınıfının bu saldırılara karşı mücadelesine yön veren reformist strateji onun sürekli olarak kaybetmesine yol açmıştır. Aslolan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir ve her türlü reformlar ve kazanımlar da bu mücadelenin şu ya da bu biçimdeki yan ürünleri olarak elde edilmişlerdir. İşçi sınıfı ne zaman düşmanın yüreğine bir devrim korkusu saldıysa o zaman kazanmış, ne zaman bu niteliğini yitirmişse kaybetmiştir. Rosa Luxemburg’un daha Ekim Devriminden yıllar önce Sosyal Reform ya da Devrim broşüründe söylediği gibi: “Reform çabasının devrimden bağımsız kendi başına bir gücü yoktur. Her tarihsel dönemde reformlar için çaba son devrimin itkisiyle alınan yön doğrultusunda sürdürülür ve son devrimin itilimi kendisini hissettirmeye devam ettiği ölçüde sürer.” Ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve saldığı korku birkaç türlü sonuca yola açar. Ya burjuvazi pek taviz vermeyerek işleri açık bir boy ölçüşme noktasına götürür, ki bu genel olarak işçi sınıfı açısından başarılı bir devrimle veya bir karşı-devrimle sonuçlanır, ya da burjuvazi genellikle önemli tavizler vererek işçi sınıfını yatıştırmayı başarır. Burjuvaziyi tavizler vermeye zorlayan temel etmen sınıf mücadelesi olmakla birlikte tek faktör bu değildir. Aynı zamanda kapitalizmin ve burjuvazinin içinde bulunduğu genel durum da burada bir rol oynar. Eğer kapitalizmin bir canlanma ve yükseliş evresi söz konusuysa burjuvazinin işçi sınıfının baskısını tavizlerle göğüsleme kapasitesi artar. Sosyal güvenliğe ilişkin işçi sınıfı lehine kazanım ve kayıpların tarihine baktığımızda bu etmenler açıkça görülmektedir. Kapitalizmde işçilere dönük ilk sosyal güvenlik sistemi Bismarck Almanya’sında başlatılmıştı. Böylece 1889 yılında işçilere emeklilik ödemesi yapmak üzere tasarlanan ilk devlet sosyal sigortası hayata geçmişti. Bismarck Avrupa’da ve özellikle Almanya’da yükselen sosyalist işçi hareketinin önünü almak amacıyla bu adımı atmıştı. Bismarck, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisini yeraltına iten 1878 anti-sosyalist yasasını çıkarmış, fakat partinin illegalitede daha da güçlenmesi karşısında 12 yıl sonra, yani 1890’da yasayı kaldırmak zorunda kalmıştı. Ancak partinin işçi sınıfı üzerindeki etkisini kırmak için yasak kaldırılmadan bir yıl önce bu emeklilik sigortasını gündeme getirmişti. Daha sonra 1908’de İngiltere’de cılız bir düzenleme yapıldı, ki bu da 1890’lardan beri İngiliz sendikalarının yaşlılık sigortası için yürüttüğü mücadelenin ve Avrupa sosyalist işçi hareketinin genel yükselişinin bir sonucuydu. Daha sonra 1930’larda ABD’de işçi hareketinin muazzam yükse-
marksist tutum
lişinin ürünü olarak Roosevelt’in, hareketi yatıştırma amaçlı diğer birçok önlemlerinin yanı sıra 1935 yılında ilk sosyal sigortayı başlatmasını görüyoruz. Bu düzenleme de esas olarak Ekim Devriminin tüm dünya burjuvazisine salmış olduğu korkunun ürünüydü. Ama sosyal güvenliğe ilişkin asıl yaygın gelişmeler İkinci Dünya Savaşından hemen sonra başlayacaktı. Birinci Dünya Savaşından Rusya’yı kaybederek ve Avrupa’yı da kaybetmenin eşiğinden dönerek çıkan dünya burjuvazisi ikinci savaş sırasında ve sonrasında yeniden yükselen devrimci dalgayı atlatabilmek için sosyal güvenlik sistemlerini tüm gelişmiş ülkelere yaygınlaştırdı. Nitekim tehlikeyi çoktan sezmiş olan İngiliz burjuvazisi daha savaş bitmeden (1942) geniş kapsamlı bir sosyal güvenlik öngören yeni planını hazırlamıştı. Savaş sonrası dönem aynı zamanda kapitalizm açısından muazzam bir yükseliş dönemiydi ve dolayısıyla bu tür tavizleri vermek burjuvazi için nispeten daha kolaydı. Bu aynı zamanda işçi sınıfı hareketi içinde reformizmi besledi, zira bir yandan kapitalizm nesnel planda ıslah olmuş gibi bir görüntü veriyor, bir yandan da öznel planda işçi sınıfının başına çöreklenmiş olan sosyal demokrat ve Stalinist önderlikler burjuvazinin devrim korkusunun ürünü olan reformların sahibi olarak boy gösteriyorlardı. Böylece “sosyal devlet” ya da “refah devleti” gibi kavramlarla anılan uygulamalar esasen bu dönemin ürünü olarak ortaya çıkmış oldu. Ancak kapitalizmin bu görece canlı yükseliş evresi, kâr oranlarındaki düşüşün kritik noktaya gelmesiyle, yaklaşık olarak 1970’lerin ortalarında son buldu ve o günden bugüne kapitalist gelişme genel olarak önceki dönemle karşılaştırılamayacak ölçüde daha sancılı bir niteliğe büründü. Kâr oranlarının düşmesi ve rekabetin kızışması, kapitalistleri bunu telâfi edebilmek için, yaratılan toplam değerden işçi sınıfının aldığı payı kısıtlamanın yeni yollarını bulmaya sevk etti. Bir önceki dönemin yüceltilen Keynesçi ekonomi politikaları yerin dibine batırılır oldu ve bugün de yaygın olarak dillerde dolaşan neo-liberal politikalara geçiş süreci başlatıldı. Ehlileşerek düzenin temel payandaları haline gelen geleneksel sol partiler ve sendikalar sayesinde zaman içinde devrim tehdidinin geçtiğine ve SSCB’nin kapitalist ülkelerde devrim gibi bir derdinin olmadığına da iyice kani olan burjuvazi daha önce vermek mecburiyetinde kaldığı ödünleri geri almak üzere saldırıya geçmekte sakınca görmedi. O günlerden bu yana süren bu saldırılarla işten çıkarmalar ve dolayısıyla işsizlik artmış, çalışma koşulları ağırlaşmış, reel ücretler gerilemiş, yaşam standartları düşmüş, emeklilik yaşı yükselmiş, emeklilik gelirleri düşmüş, sağlık ve eğitim gibi temel bazı hizmetler işçi sınıfı için ulaşılması giderek daha zor hizmetler haline gelmiş, yoksulluk artmış, güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlaşmış, işçiler her düzlemde örgütsüzleşmiş ve ağır kayıplara uğramışlardır. Tüm bu saldırıların sonucunda, artık burjuva medyanın bile saklayamadığı biçimde, gelir dağılımında işçi sınıfı aleyhine muazzam bir bozulma yaşanmıştır. Bunun anlamı, işçi sınıfı-
7
marksist tutum
nın, kendi yarattığı değerin artık daha azını elde ediyor olmasıdır ki, tüm saldırıların hedefi de zaten buydu. Bu süreç bitmemiştir, aksine artan bir pervasızlıkla sürmektedir.
Sosyal güvenliğin ekonomi-politiği Gerçekte zenginliğin tamamı işçiler tarafından yaratıldığı halde bunun ancak bir bölümü kendilerine dönmektedir. Üretim sürecinde yaratılan değer temel olarak ücret ve kâr biçiminde ikiye bölünür ve işçinin ödenmemiş emeğine kapitalistler kâr biçimi altında el koyar. Temel adaletsizliğin burada olduğunu unutmadan bölüşüm alanının diğer aşamalarına geçecek olursak: bu ilk temel bölüşümden sonra hem kapitalistlerin payından hem de işçilerin payından birtakım kesintiler söz konusu olur ki, bunlar esas olarak kapitalistlerin devletini finanse eden vergiler ve sosyal güvenlik fonları içindir. Kapitalistler bu paylarla da çok yakından ilgilenirler: bir yandan kendilerinden daha az vergi gitmesine (vergi indirimleri, sübvansiyonlar vs.), vergi yükünün işçi sınıfının sırtına yıkılmasına (genellikle KDV gibi dolaylı vergilerle) ve sosyal güvenlik fonları için kendilerinden yapılan kesintinin azalmasına (kayıt dışı uygulamalar bunun araçlarından biridir) uğraşırken, diğer yandan da işçilerin ücretinden her iki kanala giden kısmın mümkün olduğu kadar fazlasının, mümkün olduğu kadar dolaysız biçimde kendi ellerine geçmesini isterler. Bu sonuncusunu sağlamak için de, devlet bütçesinden işçilere dönen harcamaların kısılması (yani bütçenin, sosyal güvenlik fonlarının “açıklarının” finansmanında kullanılmasının engellenmesi) ve sosyal güvenlik fonlarının da doğrudan kendi kullanımlarına açılması için bastırırlar. Bu nedenle burjuvazi, değişik ülkelerdeki farklı uygulamalara bağlı olarak, oluşan devasa fonların özel fonlara çevrilmesine, bunları borsa ve spekülasyonda kullanabilme hakkını elde etmeye, işçilerin bu fonlardan mümkün olduğunca kısıtlı yararlanmasını sağlamaya, buna mukabil işçilerin bu fonlara yaptığı ödemelerin mümkün olduğunca artmasına çalışmaktadır. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik maaşlarının azaltılması, sigorta kapsamındaki sağlık hizmetinin daraltılması gibi tedbirler, bu fonların işçiler tarafından kullanımını kısıtlama amaçlıdır. Özetlemek
8
Nisan 2006 • sayı: 13
gerekirse, tüm bu düzenlemelerin temelinde açıkça burjuvazinin sınıf çıkarları yatmaktadır. Yukarıda anlatılan tarihsel arkaplan üzerinde bu sınıf çıkarlarını gerçekleştirebilmek için dünya burjuvazisi sosyal güvenliğe ilişkin ortak genel saldırı programının unsurlarını ve buna uygun söylemi 70’lerin ortalarından itibaren oluşturmaya başladı. Thatcher ve Reagan’la sembolize olan 80’ler, sosyal güvenlik de dahil olmak üzere en genel anlamda işçi sınıfına dönük saldırıların tırmandırıldığı bir dönem oldu. Ancak özellikle hassas olan sosyal güvenlikteki saldırı ilk önce Pinochet’in başında olduğu faşist Şili rejimi tarafından 1981 yılında başlatıldı. Burada kamusal sosyal güvenlik sistemi faşizmin zoru altında tümüyle tasfiye edilip özel sigorta fonlarına geçildi. Böylece sosyal güvenlik toplumsal bir sorumluluk olmaktan çıkarılarak bireylerin kendi sorumluluğuna havale edildi. Başlangıçta işçilerin ağzına sürülen bir parmak bal mahiyetindeki bazı rüşvetler elbette ikna çabasının önemli bir parçasını oluşturuyordu. Bu yöntem genellikle bu tür geçişlerin hemen hemen hepsinde uygulanmaktadır. Ancak o günden bugüne Şili’de işçiler emeklilik ve sağlık hakları bakımından borsanın kaprisleri gölgesinde ciddi kayıplara uğradılar. Aynı uygulamalar daha sonra tümüyle olmasa bile önemli oranda özellikle ABD ve İngiltere’de hayata geçirildi. Ve ardından değişik tempo ve oranlarla tüm dünyada benzer yapılar oluşturulmaya başlandı. Bunun sonucunda son yıllarda özellikle ABD’de birçok özel emeklilik fonu kapitalistler tarafından batırılmış ya da muhasebe hileleriyle iflasları ertelenmiş durumda. Yalan ve rüşvetlerle geleceklerini bu fonlara emanet etmek zorunda bırakılmış olan milyonlarca işçi, emeklilik günlerini yoksulluk içinde geçirme tehlikesiyle karşı karşıya. Benzer skandallar başta İngiltere olmak üzere diğer ülkelerde de birbiri ardına patlak vermekte. Ancak işçilerin geleceği demek olan bu büyük fonlar kapitalistler için yalnızca ağızlarının suyunu akıtan mangır kesesi görünümünde ve onların bu fonlara tasallutu artarak devam etmekte.
Burjuvazinin saldırı argümanları Burjuvazi bu alandaki saldırısını dünya ölçeğinde benzer argümanlarla yürütmektedir. Temel iddia şudur: Ortalama insan ömrü eskiye göre uzamış olduğu için yaşlıların nüfus içindeki oranı artmakta, böylece sosyal güvenlik sistemi çökme tehlikesine düşmektedir. Bu nedenle insanlar emeklilik geliri elde edebilmek için daha uzun yıllar çalışmalı, daha fazla “tasarruf ” yapmalı ve daha az gelire razı olmalıdırlar! Ortalama ömrün uzaması nedeniyle bağımlı nüfusun arttığı doğru olsaydı bile (ki pek öyle değildir) bunun bedeline neden işçilerin katlanmak zorunda olduğu sorusunun cevabı yoktur? Kapitalizmin gerici yüzünü burada bir kez daha görmek mümkün. Uzun ve sağlıklı ömür genel olarak insanlar için sevinilmesi gereken bir şey iken kapitalizm bunu bir gazap olarak gösteriyor ve bunun için
Nisan 2006 • sayı: 13
bedel ödetmek istiyor. Aslında sorulması gereken doğru soru şu olsa gerek: Neden uzun ve sağlıklı yaşamaktan vazgeçmek yerine, aslında her zaman işçilerden daha uzun yaşayan patronlar sınıfından vazgeçmeyelim? Genel olarak bakıldığında işçinin emeğinin verimliliğinin muazzam ölçüde artmış olduğunu, eskiden bir üreten işçinin bugün bin ürettiğini görüyoruz. Dolayısıyla yaşlılar dahil herkese yetecek kadar zenginlik gani gani üretilmektedir. Diğer taraftan sosyal güvenliğe bağımlı nüfusun bir kesimini oluşturan yaşlı nüfus artmakla birlikte, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde doğum oranlarının düşmesi nedeniyle bağımlı nüfusun diğer dilimini oluşturan genç kesimin oranı azalmaktadır. Daha da önemlisi eskiden işgücüne katılımı daha sınırlı olan kadınlar çok daha büyük oranlarda işgücüne katılarak faal nüfusun oranını arttırmışlardır. Ayrıca, çalışmak isteyen milyonlarca işçiyi kapı dışarı edip işsizlik belâsına mahkûm ederek fiilen çalışan nüfusun oranını azaltan kim? Burjuvazinin bu tür demografik argümanlarının sosyal güvenlik sorunuyla ilgisi yoktur, bunlar tümüyle onun ideolojik çarpıtmalarıdır. Onun gerçek amacının ne olduğunu ve nereden kaynaklandığını, bunun hangi arkaplan üzerinde geliştiğini ise yukarıda açıkladık. “Sosyal devlet”, “refah devleti” perspektifiyle verilecek mücadelenin, tüm reformist stratejiler gibi, ufku sınırlıdır ve başarı şansı yoktur. Özellikle son çeyrek yüzyılda tüm dünyadaki mücadeleler bunu çarpıcı biçimde doğrulamaktadır. Bu dönemde işçi sınıfının bu saldırılara karşı mücadelesine yön veren reformist strateji onun sürekli olarak kaybetmesine yol açmıştır. Aslolan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir ve her türlü reformlar ve kazanımlar da bu mücadelenin şu ya da bu biçimdeki yan ürünleri olarak elde edilmişlerdir. İdeolojik saldırının gizlediği hususlardan biri ise sosyal güvenlik fonlarının zarara sokulup mali dengelerinin bozulmasında başrolü bizzat burjuvazinin ve onun devletinin oynamış olduğudur. Bu suçlarını gizleyip sorumluluğu ikiyüzlüce yaşlıların üzerine atıyorlar. Bunun yanında mevcut sağlık ve emeklilik sisteminin birçok kötülük ve yetersizliklerinin geniş halk kitlelerinde yaratmış olduğu haklı memnuniyetsizlik ve tepki istismar edilerek, yeni düzenlemelere zemin hazırlanıyor. Bunun için genellikle yeni düzenlemelerdeki birkaç ikincil veya geçici olumluluk öne çıkarılıp, propaganda bunlar üzerinden yapılmaktadır. Oysa bir bütün olarak bakıldığında bunların bir saldırı olduğu ve eskiye göre daha kötü koşulları hazırladığı çok açıktır. Mevcut sistemin birçok olumsuzlukları olduğuna ve değişmesi gerektiğine şüphe yoktur. Ancak soru şudur: kimin yararına? Kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda mı, işçi sınıfı ve diğer emekçi kitlelerin çıkarları doğrultusunda mı? Son bir nokta olarak, borsa ve diğer sermaye piyasala-
marksist tutum
rında işlem gören özel sigorta sistemlerinin işçiler açısından oynadığı ideolojik role değinmek gereklidir. Geleceği bu tür sistemlere bağlanan işçi, borsanın iniş çıkışlarıyla yatıp kalkan ve kendisini bir işçi gibi değil borsacı bir kapitalist gibi görmeye başlayan bir tür şizofrene dönüşür. Bu köleleştirici bir ideolojik etki yaratır ve bir işçi olarak çıkarlarından ziyade “yatırımcıların” çıkarlarını savunur hale gelir.
Kapitalizmin sağlık ve diğer insani ihtiyaçlara ters doğası
Baktığımızda tüm bu manzara kapitalizmin insanlığın sağlık ve sosyal güvenlik ihtiyacını kalıcı biçimde karşılama yeteneğinde olmadığını ve aksine bu açıdan tam bir gericilik dönemine girmekte olduğumuzu göstermektedir. İşçiler kapitalizm altında muazzam zenginlikler yarattığı halde bunların sonuçlarından giderek daha az yararlanabilmektedirler. Üretici güçlerin, bilim ve teknolojinin ulaştığı gelişme düzeyi daha az çalışmayı, daha fazla serbest zaman yaratmayı mümkün kıldığı halde, kapitalizmde bu, daha fazla çalışma, daha ağır şartlarda çalışma, daha fazla yoksulluk ve mahrumiyet anlamına geliyor. Daha sağlıklı ve uzun ömürlü bir yaşam mümkün olduğu halde kapitalizm bize daha sağlıksız ve kısa bir ömür vaat ediyor. Kapitalizmin gericiliğini bu temel göstergelerden daha iyi ne gösterebilirdi? İşin temeline inecek olursak, sosyal güvenliğin özde, zor durumdakine (hasta, işsiz, yaşlı vb.) yardım anlamında toplumsal dayanışma ilkesinin bir dışavurumu olduğunu görürüz. Oysa bireyciliğe, acımasız rekabete, “her koyun kendi bacağından asılır” felsefesine dayanan kapitalizm, tabiatı gereği toplumsal dayanışma ilkesine düşmandır. Bu temel ideolojik ilkeleri düstur edinen kapitalizmde ihtiyaç nesnelerinin ve hizmetlerin üretimi kâr esasına dayanır. Kaba bir özetle, kâr varsa üretim vardır, yoksa yoktur. Bu da meselâ sağlık gibi hayati bir ihtiyaca uygulandığında her türlü felâkete zemin hazırlar. Yeteri kadar parası olmayanlar hastane kapılarında titreyerek ölmeye ya da kötü ve yetersiz sağlık hizmeti almaya mahkûm olurlar. Bu alana yatırım yapan kapitalistler için toplumun sağlıklı değil sağlıksız olması iyidir. Ne kadar hasta, o kadar kâr! Bu nedenle örneğin nispeten ucuz olan koruyucu sağlık hizmetlerine yeterli önem verilmez. Son dönemlerde Türkiyede tüberküloz gibi insanlığın büyük ölçüde yenmiş olduğu bazı bulaşıcı hastalıkların yeniden hortlamaya başlaması (birçok vakanın gizlendiği ortaya çıkmış bulunuyor), söz konusu saldırıların bir parçası olarak bu alandaki kasıtlı ihmalin çarpıcı bir sonucudur. Kapitalizm denilen bu canavarı neresinden tutarsak tutalım, insan sağlığı ile kapitalizmin ilkesel olarak bağdaşmadığını görürüz. Kapitalizmin özü sağlığa aykırıdır. İnsan sağlığı için en tehlikeli virüs kapitalizmin ta kendisidir. Ve sağlık için geçerli olan, emeklilik ve diğer sosyal güvenlik durumları için de aynen geçerlidir.
9
marksist tutum
Mücadelenin perspektifi ve taleplerine dair Burjuvazinin başlattığı saldırıların son çeyrek yüzyılda hayli mesafe kat ettiğini ve işçi sınıfının buna karşı koyamadığını belirtmiştik. Bunun sorumluluğu bir önceki genişleme döneminde nesnel ve öznel şartların etkisi sonucu işçi sınıfının önderliğini ele geçirmiş olan reformist (sosyal demokrat ve Stalinist) yapılardadır. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkeler için konuşacak olursak, İkinci Dünya Savaşı sonrası “sosyal devlet” uygulamaları temelinde kendilerine varlık zemini bulan reformist yapılar ve geleneksel işçi örgütleri, kapitalist saldırı karşısında ayaklarının altındaki toprağın kaymasıyla bocalamaya başladılar. Ve bu saldırıyı püskürtmekte tümüyle başarısız oldular. Ancak nesnel zemininin erozyona uğramasına ve saldırılar karşısındaki bu açık başarısızlığına rağmen reformist bakış açısı hâlâ yaygındır. Bunun sebebi alternatif bir devrimci odağın henüz oluşmamış olmasıdır. Reformizmin mevcut şartlarda başarısızlığa mahkûm olmasının temel sebebi, kapitalizmin ana çerçevesini kabul ediyor olmasıdır. Eğer bu mantığı kabul ediyorsanız, günü geldiğinde aynı mantığın işinize gelmeyen sonuçlar üretmesini de kabul etmek zorunda kalırsınız. Bu nedenle başlangıçta belirttiğimiz gibi kapitalizmi aşan devrimci bir perspektife ve mücadele anlayışına ihtiyaç vardır. Sosyal güvenlik söz konusu olduğunda da bir bütün olarak kapitalizmi hedef tahtasına oturtmadan başarılı olma şansı yoktur. Verilen yanlış izlenimlerden biri, IMF ve Dünya Bankası’yla anlaşmalar feshedilirse sorunun hallolacağı havasıdır. Oysa bu kurumların kıskacında olmayan emperyalist ülkelerde de aynı saldırılar yürütülmekte olduğu gibi, emekçi kitlelerin gözünü boyamak için borçları erken ödeyip bu kurumlarla anlaşmaları sona erdiren Brezilya ve Arjantin gibi ülkelerde de özde değişen bir şey yoktur. Dahası AKP hükümetinin bile yaklaşan seçimler öncesinde benzer bir manevra yapması olasılığı mevcuttur. Bu durumda ulusalcı temelde muhalefet yapanların ne diyecekleri merak konusudur. İşçi sınıfının birtakım önemli kazanımlarının son çeyrek yüzyılda burjuvazi tarafından saldırılarla geri alınmakta olması olgusunu neo-liberalizmle özdeşleştirip bunun üzerinden yürüyenler ise, çözümü de, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı “refah devleti” günlerine geri dönülmesinde görürler. Bu tür bir yaklaşıma sahip olanların gözlerden gizlemeye çalıştıkları en önemli husus, kapsamlı sosyal reformların ve işçi sınıfının bu bağlamdaki tarihsel kazanımlarının ancak devrimci mücadelenin yan ürünü olduğu gerçeğidir. O nedenle işçi sınıfının kitlesel mücadelesinde anlamlı bir yükseliş ve devrimci kabarmalar yaşanmadıkça kaybedilen tarihsel kazanımların geri alınması ve yenilerinin elde edilmesi reformist bir hayal olarak kalacaktır.
10
Nisan 2006 • sayı: 13
1912 yılının başlarında Rusya’da gündeme getirilen işçi sigortası kanun tasarısına ilişkin olarak, o günlerde gerçekleştirilen parti konferansında Lenin’in kaleme aldığı ve kabul edilen kararda şöyle denmekteydi: “Konferans, bu ajitasyonun temel noktasının proletarya kitlelerine, yeni bir devrimci kabarış olmadığı sürece işçilerin durumunda gerçek bir düzelmenin mümkün olmadığını, gerçek bir işçi reformu sağlamak isteyen herkesin her şeyden önce, yeni bir muzaffer devrim için savaşması gerektiğini açıklamak olduğuna dikkat çeker.” (Sendikalar Üzerine, Bilim Y., 1975, s.299) Gündemde olan sosyal güvenlikle ilgili yasa tasarılarına karşı henüz yeterli bir işçi sınıfı muhalefeti ne yazık ki yok. Mevcut sınırlı muhalefetin önemli bir bölümü de sorunu kapitalizmin doğasıyla sağlam ve tutarlı biçimde ilişkilendirmekten uzak. Ya sorun basitçe hükümetlere, ya IMF ve Dünya Bankası’yla yapılan anlaşmalara ya da neo-liberalizme indirgeniyor. Hâl böyle olunca da çözüm olarak ulusalcı ve devletçi renkler taşıyan bir “sosyal devlet” perspektifi öne çıkıyor. Yine aynı yerde Lenin mücadelenin somut taleplerinin sosyalist görevlerle ilişkili olarak ortaya konması gerektiğini belirtir: “Konferans, Sigorta Kanun Teklifi ile ilgili tüm Sosyal-Demokrat ajitasyonun, modern kapitalist toplumda proletaryanın sınıfsal konumuna ilişkin olarak ortaya konulması ve sosyal reformistler tarafından yayılan burjuva hayallerini eleştirmesini gerektiğini; bu ajitasyonun genel olarak bizim temel sosyalist görevlerimizle ilişkili biçimde yürütülmesi gerektiğini (…) önemle vurgular.” (age, s.298) İlgili konferans kararında somut talepler ise şöyle sıralanır: “İşçi sigortasının en iyi biçimi, aşağıdaki ilkelere dayalı devlet sigortasıdır: a) işçiler için bütün çalışamamazlık durumlarında (kaza, hastalık, yaşlılık, sürekli sakatlık; çalışan kadınlar için gebelik ve doğurma sırasında ek yardımlar; geçimi sağlayan kişinin ölümü üzerine dul ve yetimlere yardım) ya da işsizlik nedeniyle para kazanamama durumunda [sigorta tazminatı] sağlanmalıdır; b) sigorta tüm ücretlileri ve ailelerini kapsamalıdır; c) tüm sigortalılar, kazançlarının bütününe eşit tazminatlar almalı ve tüm sigorta masrafları işverenler ve devlet tarafından yüklenilmelidir; d) tüm sigorta biçimleri, bölgesel tipte ve bütün yönetimin sigortalıların kendilerine ait olması ilkesine dayalı tek tip sigorta örgütleri tarafından yürütülmelidir.” (age, s.296-7, vurgular orijinalinde) Doğrusu Lenin’in sosyal güvenlik kapsamında yıllar önce ortaya koymuş olduğu somut önerilere bugün için bile ilave edecek fazla bir şey yok gibi görünüyor.
Fransa’da Yine Bahar ransa, varoş patlamasından sadece birkaç ay sonra şimdi çok daha geniş ölçekli bir işçi ve öğrenci patlamasına sahne oluyor. İki aydan beri devam eden uzun eylemler serisinin son halkası olarak gerçekleştirilen bir günlük genel greve (28 Mart) ülke çapında üç milyondan fazla kişi katıldı. Ülkede haftalardır üniversite ve lise işgalleri, kitlesel sokak gösterileri, polisle çatışmalar, barikatlar yaşanıyor. Tüm bu eylem dalgasına sebep olan yasanın baş harflerini artık tüm dünya neredeyse ezberlemiş durumda: CPE. Hükümet iki buçuk ay kadar önce bu adla (İlk İş Sözleşmesi) anılan ve normalde 1 ilâ 3 ay olan deneme süresini 26 yaşın altındakiler için iki yıla çıkaran bir yasa tasarısını gündeme getirmişti. Böylece patronlar gençleri iki yıl boyunca çalıştırıp hiçbir gerekçe gösterme zorunluluğu olmadan kapı önüne koyabileceklerdi. Bunun üzerine, kendilerini yasanın doğrudan muhatabı olarak gören lise ve üniversite öğrencileri yasanın geri çekilmesi için eylem sürecini başlattılar. Kısa sürede işçilerin de desteği ve sempatisini kazanan öğrenciler, giderek sertleşip güçlenen eylemleriyle ve tabandaki işçilerden gelen basınçla sendikaların da sürece katılmasına yol açtılar. Aslında bu sürecin başını çeken geniş öğrenci kitlesinin konumu ve tavrına baktığımızda son derece önemli bir noktanın altını daha en baştan çizmek gerekiyor. Dikkat edilsin: Söz konusu yasa öğrencilerle, eğitimle vs. ilgili değil, genç işçilerle ilgili bir yasa! Bunun apaçık olan anlamı şu ki, öğrenciler kendilerini sınıf atlama rampasındaki bir kesim olarak değil, işçi sınıfının bir parçası olarak görüyorlar. Tam da olması gerektiği gibi. Kaldı ki çok önemli bir gerçek daha var: Fransa’daki üniversite öğrencilerinin oldukça büyük bir bölümü (yarısından çoğu olduğu söyleniyor) zaten fiilen güvencesiz işçi durumunda. Bu nokta onları 68’dekilerden de farklılaştırmaktadır. Bu öğrenciler öğrenimlerini sürdürebilmek için fastfood restoranlarında, temizlik şirketlerinde, çağrı merkezlerinde ve benzeri güvencesiz işlerde kötü çalışma koşullarında çalışıyorlar. Yeni yasa onlar için okul bittikten sonra da benzer koşulların genelleşerek devam etmesi anlamına geliyor. Ancak işçi ve öğrencilerin bu büyük çaplı isyanının derininde yatan sebep CPE’nin kendisinden çok öteye uzanıyor. Zira CPE’nin şu ana kadar tüm dünyada ve Fransa’da burjuvazinin işçi sınıfına karşı yürüttüğü saldırılardan özel bir faz-
F
lalığı yok. Sorun bunun Fransa’da bir anlamda bardağı taşıran damla olmasında. Burjuva medya, meşrebine uygun biçimde, patlamanın gerisinde yatan bu birikimi, hem Fransa özelinde hem de dünya ölçeğinde, genellikle gözlerden saklamaya çalışmakta. Oysa meselenin bam teli tam da burası. Yürüyen, ne eksik ne fazla, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında bir sınıf mücadelesidir. Gerçek şu ki, uzun zamandan beri tüm dünya ölçeğinde yürümekte olan saldırıların yarattığı birikimli hoşnutsuzluk artık daha sık baş gösteren patlamalar biçiminde kendisini dışa vuruyor. Bunların hepsi sınıf mücadelesinin yeni bir yükseliş dönemine girildiğinin işaretleri. Latin Amerikadaki gelişmeler bu birikimin mevcut şartlardaki en uç dışavurumlarından başka bir şey değil. Fransa’da da burjuvazinin saldırıları son yıllarda sık sık çeşitli yasal düzenleme girişimleriyle ve diğer biçimlerde gündeme gelmekte. Doğrusu bu kapsamda irili ufaklı sayısız girişim bulunuyor. Burjuvazi bunların kimisini işçi sınıfına yutturmayı başardı, kimisini başaramadı. Kimisinde de yarım tedbirlerle yetinmek zorunda kaldı. Örneğin hükümet geçtiğimiz Kasımdaki varoş isyanından hemen sonra 14 yaşındakiler için çalışmayı ve 15 yaşındakiler için de gece vardiyasını yasallaştırdı. Yine geçen Ağustos döneminde de CPE’dekine benzer koşulları 20 kişiden az işçi çalıştıran işletmeler için geçerli kılan ve CNE kısaltmasıyla anılan başka bir saldırı yasasını geçirdi. Sendikalar ve diğer politik örgütler bunlarda anlamlı bir direniş göstermediler. Daha büyük bir yenilgi 2003’teki emeklilik ve eğitim “reformu” girişiminde olmuştu. Ancak hükümetlerin başarısız oldukları girişimlerin de örnekleri var. Örneğin, 1994’te bugünkü CPE benzeri bir yasa, işçi ve öğrenci örgütlerinin mücadelesi sonucu, kabul edildikten iki ay sonra yürürlükten kaldırılmıştı; yine 1995’te Alain Juppe hükümetinin sağlık, emeklilik maaşları ve diğer bazı soysal güvenlik konularını kapsayan daha kapsamlı bir saldırısı da büyük çaplı eylemlerle püskürtülmüş ve hükümet başlangıçtaki hedefinin çok azına razı olmak zorunda kalmıştı. Sorun şu ki, burjuvazi bu süreçte çeşitli kısmi zaferler elde ettiyse de kapitalizmin mevcut kriz ve rekabet şartlarında bunlar yeterli gelmemektedir. Fransız burjuvazisi kıta Avrupa’sındaki diğer birçok kardeşi gibi bu kısmi zaferler ve yenilgiler döngüsünü kırmayı ve İngiltere’de Thatcher’ın 80’lerde elde
11
marksist tutum ettiğine benzer kapsamlı bir zafer elde etmeyi istemektedir. Bunun esas anlamı işçi sınıfını uzun yıllar boyunca belini doğrultamayacağı biçimde demoralize ederek mücadele azmini kırmaktır. Örneğin 1995’teki Juppe hükümetinin kapsamlı saldırısının temel hedefi buydu. Juppe son 30 yılda kendisinden önce gelen hükümetlerin sendikalardan korktuğu için buna cüret edemediğini söyleyerek şişiniyordu. Ama kendisi de başaramadı. Sonunda mevcut Villepin hükümeti CPE saldırısı karşısında yükselen tepkiye karşı uzlaşmaz bir tutum alarak süreci benzer bir noktaya getirdi. CPE kendi başına çok kapsamlı bir saldırı olmasa da bir bakıma cinin şişeden çıkmasına yol açtığı için ister istemez bir güç denemesi halini aldı. Bu nedenle Villepin, en azından işlerin sarpa sarmaya başladığı hissinin yoğunlaştığı son demlere kadar tüm dünya burjuvazisi ve medyasının coşkulu desteğini aldı. Bu rüzgârla hareketi kırabileceğini ve yaklaşan başkanlık yarışına da güçlü adam imajıyla girebileceğini hesap eden Villepin son ana kadar sıkı durup, tavizsiz bir tutum alarak başarabileceğini düşündü. Ama şu ana kadarki süreç burjuvazinin istediği gibi gitmedi. Direniş umduklarından çok daha büyük çıktı ve burjuvazide çatlaklar oluştu. Fransız burjuva basınında hükümete dönük alkış havası yerini kısmen hükümetin “beceriksiz” davrandığı, “ateşle oynadığı”, “zamansız ve isabetsiz bir konu üzerinden davrandığı” yollu yorumlara bırakmaya başladı. Nitekim Villepin de bazı ufak tefek değişiklikler yapılabileceğini (2 yıl deneme süresinin 1 yıla indirilebileceği gibi) ve bunun için sendikalar ve öğrenci örgütleriyle görüşebileceğini duyurdu. Ancak bunların tümüyle boş manevralar olduğunu gören işçi ve öğrenciler yasa geri çekilmedikçe görüşmeyeceklerini açıkladılar. Her ne kadar burjuvazinin değerlendirmelerinde kısmi bir ton değişikliği olduysa da, bu, işçi ve öğrencilerin haklılığının kabul edilmesi anlamına gelmiyordu. Aksine burjuvazi bu noktada en rezil, en sığ, en yavan argümanlarını kullanmaktan asla vazgeçmedi: “Kaybeden Fransa”, “Fransızlar yan gelip yatmaya çok alışmış durumdalar ve bunun değişmesini istemiyorlar”, “Fransa’nın uluslararası imajı bir darbe daha aldı” (uluslararası sermayenin gözünde denmek isteniyor), “Fransızlar ekonominin gerekleriyle yüzleşmeye hazır değil”, “68’deki gençlik değişim için mücadele ediyordu, oysa şimdiki gençlik statükoyu savunmak için mücadele ediyor” (bu gibilerin o zamanki gençliği de kınamış olmasını acaba nasıl açıklamalı?). Öte yandan özellikle “şiddet” demagojisi üzerinden eylemlere dönük ağır bir karalama kampanyası yürütülmekte. Bu şiddet demagojisi polisin en iğrenç yöntemlerle uyguladığı gerçek şiddeti maskeleme amaçlı olduğu kadar, ezenlere karşı “haklı şiddet” kavramının kendisini de gözden düşürmeye yöneliktir. Eylemcilerin en azından bir bölümünü “gözü dönmüş şiddet sapkınları” olarak resmeden burjuvazi, ayrıca bununla bir yandan eylemcilerin toplumda yarattığı sempatiyi kırmak istemekte, bir yandan da hareketi bölmek ve ehlileştirmek istemektedir. Bazı bilgiler burada iyi planlanmış bir provokasyon olduğuna da işaret ediyor. Polisin, muhbir, ajan ve provokatör olarak her zaman kullandığı birtakım kriminal lümpen unsurları eylemcilerin arasına sızdırmayı başarmış olduğu anlaşılıyor. Zira bizzat göstericilere ve kortej dışındaki sıradan insanlara sebepsiz saldıran, bunların çanta ve cüzdanlarını çalanlar olduğu görülüyor. Bu hususun açığa çıkması üzerine bu kez polisin güya “göstericileri korumak için” onların arasına
12
Nisan 2006 • sayı: 13 sivil polisler yerleştirmesi ve bunlar aracılığıyla bir işçinin komaya sokulması polis provokasyonunun ipuçlarını veriyor. Bu arada hükümet toplumsal destek bulma adına, “ayrıcalıklı öğrencilere” karşı yoksul varoş gençliğini arkasına almaya çalıştı, ancak başarılı olamadı. Her ne kadar bazı sürtüşmeler olduğuna dair haberler bulunuyorsa da genel olarak varoş okullarındaki öğrencilerin gösterilerde yer aldığı ve boykotlara katıldığı biliniyor. Tüm çabalarına rağmen hükümet şu aşamada hayli yıpranmış durumda. İşçilerin de devreye girmesi ve işin 68’deki gibi daha da büyümesi olasılığı karşısında hükümet partisi içinde (UMP) bile çatlak sesler arttığı gibi, burjuva medyada parlamentonun feshedilip yeni seçimlerin yapılmasını dillendirenler bile var. Zira burjuvazi öğrencilerin 68’de önemli bir katalizör rolü oynadığını iyi bilmektedir. Yeni bir seçim hamlesi yapılması durumunda iktidar havucunu gören şu an muhalefetteki tüm reformistlerin ve onların kuyruğundakilerin buna güle oynaya yatacakları kesindir. Oysa bu işçi ve öğrenci hareketi için aynı saldırıların bu kez reformistler eliyle gündeme getirilmesi anlamına gelecektir. FKP ve Sosyalist Parti defalarca hükümetlerde yer aldılar ve benzer saldırılara ortak oldular. Zaten asıl büyük tehlike hükümetten ziyade sendika bürokrasisinin ve reformist partilerin yine bildik rollerini oynayarak hareketi çıkmaz sokağa sokma olasılıklarında yatıyor. 2003’teki mücadelede bu örgütler her hafta bir günlük genel grevler yaparak sürecin yaz aylarına kadar uzamasını ve böylece hareketin sönümlenmesini sağlamışlardı. Şimdi de benzer bir ihtimal var. Bu örgütler işçi ve öğrencilerden gelen taleplere rağmen, örneğin hükümet yasayı geri çekene kadar sürecek bir genel grev yapmaktan kaçınıyorlar. Bu frenleme tavrı genel olarak tüm hareketlilik boyunca kendisini göstermekte. Örneğin FKP’nin kontrolündeki Fransa’nın en büyük sendika konfederasyonu olan CGT 28 Mart genel grevi öncesinde üyelerine gönderdiği bir iç bültende şunları diyor: “Gösterilerde sloganların politik sorunlara genişlememesi ve CPE, iş güvencesizliği ile ilgili konular, istihdam, ücretler üzerine yoğunlaşması hususunda uyanık olmak zorundayız.” Düzeni kurtarma telâşındaki Komünist Partinin gazetesi L’Humanite’de ise şu satırlar yer alıyor: “adım atmamak öfkeyi yatıştırmaz, Villepin yasayı geri çekmeli, başka manevralar büyük bir krizi tetikleyebilir.” Bu eylem süreci eğer 68’deki gibi bir hal alırsa, FKP’nin aynı o zamanki gibi tüm süreci parlamenter kanallara akıtmak için çaba harcayacağı açıktır. Ve kuşkusuz işler bu noktaya geldikten sonra alınacak bir yenilgi burjuvazinin Avrupa çapında cesaretini arttıracak ve daha kapsamlı yeni saldırıların yolunu döşeyecektir. Kaldı ki CPE’nin resmen daha büyük bir yasal düzenlemeler paketinin yalnızca bir parçası olduğu zaten biliniyor. Ama öte yandan kazanılacak bir zafer şüphesiz dünyanın değişmesi anlamına gelmeyecek olsa da, Avrupa çapında havanın değişmesine önemli bir katkı yapabilir, işçi sınıfının diğer bölüklerinin harekete geçmesini özendirebilir. Bu da hiç şüphesiz işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünün yaratılması çabaları için çok daha elverişli bir ortam doğması anlamına gelir. Fakat işçi sınıfı bağımsız sınıf çıkarlarının takipçisi olacak bir devrimci önderliğe sahip olmadığı sürece, ne yazık ki fırsatları gerçekliğe dönüştürme imkânından da yoksun bulunuyor. marksist tutum
Tekstil Patronlarının “Yürek Sızlatan” Feryatları Kerem Dağlı
T
ekstil sektöründe uzun bir süreden beri yaşanmakta olan kriz, Şubat ayında iyice gün yüzüne çıktı. Küçük ölçekli üreticilerden müteşekkil koroya sektörün büyükbaşlarının oluşturduğu ihracatçıların da katılmasıyla birlikte, hükümet duruma el atarak sektörel bazda KDV indirimine gitti. Fakat tekstilci burjuvaların feryatları hâlâ dinmiş değil. Çok daha köklü önlemler alınmazsa bir yıl daha dayanamayacakları ve bunun toplumsal faturasının ağır olacağı tehdidini savuruyorlar. Burjuvaların bu “yürek sızlatan” feryatlarına, sendika bürokrasisinden de destek geldi. Hatta DİSK genel başkanı, işverenlere hükümete birlikte gitmeyi önerdi ve aynı gemide olduklarını söyledi. Ancak ne AKP hükümetinin “aklıselim” bakanlarının, ne de finans kapitalin ideologlarının bu canhıraş çığlıklara çok fazla itibar ettiğini söyleyebilmek mümkün. Eskinin Merkez Bankası Başkanı, şimdi ise Koç Holding Finansman Grubu Başkanı olan Rüşdü Saraçoğlu, “tekstil sektörü ölecek, bunu suni tedbirlerle yaşatamazsın” diyerek, finans kapitalin konu hakkındaki görüşlerini özlü bir şekilde ifade etmiş oldu. Yine de burjuvazinin ortak çıkarlarının temsilcisi olan bir hükümetin, ekonominin içinde önemli yer tutan ve istihdam kapasitesi yüksek olan tekstil sektörünün sorunlarına tamamen sırtını dönmesi mümkün olmadığından, hükümet ile tekstil işverenleri arasındaki pazarlıklar devam ediyor. Hükümetin konuyu tamamen kestirip atmasının önündeki bir diğer engel de, yaklaşan seçim süreci ve tekstil sektörünün irili ufaklı şirketleri ve milyonlarca çalışanıyla ciddi bir oy potansiyeli taşıyor oluşudur. Hiç kuşkusuz, tekstilci burjuvaların taleplerinin ve hükümetin önerilerinin özünde krizin faturasının işçi ve emekçilere çıkartılması yatmaktadır. Oysa krizin sorumlusu işçi sınıfı olmadığı gibi, burjuva ideologların ve AKP hükümetinin anlattığı tüm büyüme masallarına rağmen, 2001 krizinden bu yana işçi sınıfının yaşam standartlarında ve reel ücretlerinde ciddi düşüşler yaşanmıştır. İşsizlik oranlarındaki artışlara, yoksulluk ve sefaletin katlanılmaz boyutlara varması eşlik ederken, burjuvazi hâlâ işgücünün pahalı oluşundan ve yaptığı fedakârlıklardan bahsediyor. İşçi sınıfına karşı her zaman ikiyüzlü bir tutum takınmış olan burjuvazi, bir yandan onu daha fazla sömürebilmenin koşullarını hazırlamaya uğraşırken diğer yandan da sınıfın örgütlülüğüne ve haklarına yönelik saldırılarını arttırıyor. İşçi sınıfının sözde temsilcileri, gerçekte burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanları olan sendika bürokratları ise burjuvalarla birlikte timsah gözyaşları dökmekten
Tekstilci burjuvaların taleplerinin ve hükümetin önerilerinin özünde krizin faturasının işçi ve emekçilere çıkartılması yatmaktadır. Oysa krizin sorumlusu işçi sınıfı olmadığı gibi, burjuva ideologların ve AKP hükümetinin anlattığı tüm büyüme masallarına rağmen, 2001 krizinden bu yana işçi sınıfının yaşam standartlarında ve reel ücretlerinde ciddi düşüşler yaşanmıştır. İşsizlik oranlarındaki artışlara, yoksulluk ve sefaletin katlanılmaz boyutlara varması eşlik ederken, burjuvazi hâlâ işgücünün pahalı oluşundan ve yaptığı fedakârlıklardan bahsediyor. İşçi sınıfına karşı her zaman ikiyüzlü bir tutum takınmış olan burjuvazi, bir yandan onu daha fazla sömürebilmenin koşullarını hazırlamaya uğraşırken diğer yandan da sınıfın örgütlülüğüne ve haklarına yönelik saldırılarını arttırıyor.
13
marksist tutum
geri durmuyorlar. Hükümete, eğer bir şeyler yapılmazsa masum burjuvaların bir bir iflas edeceğini ve bunun da işten çıkarmaları kaçınılmaz kılacağını, sonuçta toplumsal patlamanın gelip kapımıza dayanacağını söylüyorlar. Burjuvalarda ve onun hizmetindeki bürokratlarda görülen “sosyal patlama” korkusu bir yana, mevcut durumun kapitalizmin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu, sorumlusunun ise bizzat burjuvalar olduğu, işçi sınıfına düşenin kapitalistleri değil kendi sınıflarını kurtarmak olduğu gerçeği gözlerden saklanmaya çalışılıyor. Tekstilci burjuvaların tek düşündüğü, azalan kârlarını yükseltmenin ve rekabet güçlerini korumanın bir yolunu bulmaktır. Oysa krizler ve artan rekabet karşısında, sermayenin daha fazla merkezileşmesi yani tekelleşmesi ve verimsiz/kârsız alanlardan kaçarak daha kârlı alanlara yönelmesi, kapitalist sistemin en temel işleyiş yasalarından biridir. Hiçbir kapitalist, işsiz kalarak sefalete sürüklenecek işçilere ne olacağını düşünmez. Tekstil sektöründeki kriz ve onu kurtarma tantanalarının ardında yatan gerçeklik budur. Bize düşen görev, kapitalizmi ve burjuvaların gerçek niyetlerini teşhir ederek işçi sınıfına gerçek çözümün mücadeleden geçtiğini göstermektir.
Krizin faturası işçiye! Burjuvazinin kendi içindeki rekabetini ve kapışmasını da yansıtan tekstil sektöründeki krizin kökleri, 2001 yılında yaşanan mali krize kadar uzanmaktadır. Bu dönemde, mali sektörün yapısının ve bileşiminin uluslararası finans kapitalin istediği normlara göre yeniden düzenlenmesi (o yıllarda “mali sektörün rehabilitasyonu” olarak adlandırılmıştı) amacıyla hayata geçirildiği söylenen ekonomi politikaları, sonuç olarak mali sermayenin egemenliğinin daha da güçlenmesine hizmet etti ve küçüklerin yıkımını hızlandırdı. Bu süreçten canı yananlar, “reel sektör”ün öldüğünden ve işsizliğin artmasının yaratacağı sonuçlardan dem vurdular, oysa asıl dertleri kuşkusuz kendi kârlarının ve rekabet güçlerinin azalmasıydı. Henüz bellerini doğrultamadan, DTÖ’nün 1 Ocak 2005 tarihinden itibaren dünya ticaretinin bazı alanlarında kotaları kaldırmasıyla birlikte, iç ve dış pazarlarda rekabet gücü düşen tekstilci burjuvalar, bu kez de sektördeki mukayeseli üstünlüklerini, yani devlet himayesi altında ceplerine indirdikleri tatlı kârları kaybettiklerini haykırıp, önce ağlayıp sızlayarak sonra da tehditler savurarak feryat etmeye başladılar. Kuşkusuz, küreselleşen sermayenin bastırmasıyla, kotalar adı altında ithalatın sınırlanmasının ve yüksek gümrük duvarlarının getirdiği koruyuculuk avantajları ortadan kalkınca, tekstilci burjuvalarımız için de tehlike çanları çalmaya başlamıştı, çünkü uluslararası ölçekteki rekabete hazır değillerdi.1 Tekstil sektörünün bugün geldiği ve yarın evrileceği durum, kapitalist gelişimin doğal ve zorunlu süreçlerinden başka bir şey ifade etmiyor. Bizzat burjuva ideologların açıkladıkları gibi, kapitalizmin içine girdiği bunalım koşullarında daha da şiddetlenen uluslararası rekabet ortamın-
14
Nisan 2006 • sayı: 13
da, miadı dolmuş “emek-yoğun” (yani organik bileşimi düşük) sanayiler emeğin ucuz olduğu ülkelere kayarak yerlerini “sermaye-yoğun” (organik bileşimi yüksek) sanayilere bırakmak veya onlara dönüşmek zorundadırlar. Tekstil kapitalistlerinin de kapitalist olarak kalabilmek için başka bir çıkış yolu yoktur. Zaten sektörün büyükbaşları açısından aynı zamanda küçükleri yutarak büyümek için bir fırsat olan kriz, kaçınılmaz olarak tekstilci büyük burjuvalar ve fasoncu küçük patronlar arasında da bir iç savaşa dönüşmüş ve yenilmeye mahkûm küçüklerin çığlıkları, büyüklerin önünü açmak ve elini kuvvetlendirmek dışında hiçbir etki yaratmamıştır. Büyük burjuvazinin sözcüleri, küresel dünyadaki rekabete ayak uydurabilenlerin ayakta kalacağını, ötekilerin eleneceğini ve bunun son derece doğal olduğunu söyleyerek, tekstilci burjuvalara da ayna tutuyorlar: ya yatırımlarınızı başka alanlara kaydırın, tekelleşin ve küçükleri yutun, ya da yok olun. Geçtiğimiz ay içinde Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında yapılan ve çeşitli bakanların da katıldığı “Tekstil Sektörünün Sorunları Toplantısı”nda, tekstilci burjuvalar çözüm önerileri olarak şunları sıraladılar: istihdam vergilerinin payının %43’ten OECD ortalaması olan %20’ler düzeyine indirilmesi, işçi ücretlerindeki aşırı artışın (!) önlenmesi, bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesi, enflasyon artışına neden olmayacak şekilde YTL’nin değerinin düşürülmesi, girdi fiyatlarının uluslararası düzeyde oluşmasını engelleyici politikalardan kaçınılması, reel kredi faizlerinin düşürülmesi, bankaların kredibilite değerlendirmesini sektöre göre değil firma bilançosuna göre yapmaları, yurtdışı yatırımlarına teşvik verilmesi, nitelikli sanayi bölgelerinin kurularak tekstil ve hazırgiyim sektörüne yer verilmesi vs. vs. Sonuç olarak hükümetle girişilen uzun pazarlıklar ve yapılan görüşmelerden, KDV oranının sektörel bazda %18’den %8’e düşürülmesinden başka bir şey çıkmayınca, taraflar arasındaki gerginlik daha da arttı. Kimi zaman karşılıklı tehditlerle, kimi zaman geri adım atmalarla yürüyen görüşmeler halen devam ediyor. Tekstilci burjuvaların, sektörün gözden çıkarıldığı, ihracatın düştüğü, kur politikalarının yanlışlığı vb. yollu sızlanmaları bizi ilgilendirmiyor. Ancak her halükârda asıl faturanın işçi sınıfına çıkartılacağı aşikârdır. Bu yüzden, sözümona işçisi ve işvereniyle bir bütün olduğu söylenen sektörün “kurtarılması” için atılan adımların sınıf karşıtı doğası iyi kavranmalıdır. Tekstilci burjuvaların tümünün ortaklaştığı en temel argüman, uluslararası alanda rekabet gücünün temelinde ucuz işgücünün yattığı ve bu avantajın giderek kaybedildiğidir. Bu yüzden de işgücü maliyetinin düşürülmesi ve örneğin bölgesel asgari ücret gibi uygulamaların hayata geçirilmesi isteniyor. Oysa Türkiye dünya ölçeğinde düşünüldüğünde, işgücünün en ucuz olduğu ülkeler arasındadır. Ayrıca sadece Türkiye bazında bakıldığında da, tekstil işkolundaki ücret ortalaması ülke ortalamasının altındadır. 2005 yılı verilerine göre imalat sanayiinde ortalama brüt saat ücreti 5,1 YTL iken, tekstil ve hazırgiyim sektöründe bu ra-
Nisan 2006 • sayı: 13
kam 3,1 YTL’ye kadar düşmektedir. Durum çalışma saatleri bakımından da farklı değildir. Yine imalat sanayiinde bir işçinin haftalık çalışma süresi ortalama 46,3 saat iken, tekstil sektöründe bu süre 48,3 saate kadar çıkmaktadır. Yani burjuvaların yalanlarının aksine tekstil işkolunda ücretler daha düşük ve çalışma süreleri daha uzundur. Bu durumda da işgücünün maliyetinin düşürülmesi talebinin ne kadar ikiyüzlü ve işçi sınıfını hiçe sayan bir karaktere sahip olduğunu, açıkçası bir saldırı olduğunu görmek gerekir. Gerçekler bu kadar açık olmasına rağmen tekstil patronları bir de utanmadan işçi sendikalarının “fahiş ücret artışı” taleplerinden yakınıyorlar. Halbuki işçilerin tamamına yakınının asgari ücretle çalıştığı bir sektör olan tekstilde, patronların “fahiş” dedikleri ücret artışıyla hedeflenen olsa olsa ücretleri açlık sınırının üzerine çıkarabilmektir. Burjuvazinin işgücü maliyetlerinin yüksek olduğuna dair kullandığı bir diğer argüman da “istihdam vergilerinin” yüksekliğidir. Her şeyden önce bizzat kavramın kendisi ideolojik bir çarpıtmayı ve kafa karışıklığı yaratmayı amaçlıyor. İşçilerin brüt ücretlerinden kesilen vergi ve primlerle, işverenlerin işçiler adına yatırdıkları prim payı toplamının patronlar tarafından “istihdam vergisi” diye adlandırılmasının ardında, “o kadar insana iş-ekmek veriyoruz, bir de üstüne bizden vergi alıyorsunuz” tarzı bir mantık yatmaktadır. Burjuvazinin bu ikiyüzlü tavrı, işçiyi işe alıp sömürmekle ona bir lütufta bulunduğu anlayışının tipik bir dışavurumudur. Burjuvaların “istihdam vergileri”nin düşürülmesinden kastı, hem işçinin aldığı brüt ücret içindeki vergi kesintisinin ve hem de sigorta primi olarak ödenen kesintinin aşağıya çekilmesidir. Böylece bir işçinin patrona maliyeti düşeceğinden işgücünün toplam maliyeti de azalmış olacaktır. Bu hileyi işçilere yutturmak için de, bu kesintinin azal-
marksist tutum
ması durumunda genel olarak ücretlerde ve asgari ücrette de bir parça artışın söz konusu olabileceğini söylüyorlar. Oysa kazın ayağı farklıdır. Asgari ücretten devlet tarafından yapılan kesintilerin azaltılması, hatta asgari ücretin vergi dışı tutulması zaten işçi sınıfının da talebidir. Ancak bu kısımdaki vergi indirimi işçi sınıfından alınan diğer dolaylı vergilerin arttırılması yoluyla telâfi edilecekse, ki öngörülen budur, bu hileye karşı uyanık olmamız gerekir. Her şey bir yana, tekstil sanayicilerinin önde gelenlerinden Zorlu’nun hükümetle yaptıkları görüşmeyi aktarırken, “Biz 3,5-4 milyon işçimiz var, istihdam üzerindeki yükleri hafifletin dedik; Çalışma Bakanı kayıtlarda 765 bin işçiniz var dedi. O anda hepimiz şok yaşadık, yüzümüz kızardı, benim başıma ağrılar girdi. Böyle bir tabloyla karşılaşınca istihdam üzerindeki yükleri indirin talebimiz nerdeyse tüm anlamını yitirdi” demesi, burjuvazinin sahtekârlığını gözler önüne sermek için yeterlidir. Kısacası, tekstilci burjuvalar çalıştırdıkları işçilerin ancak beşte biri için yüksek dedikleri prim ve vergileri ödedikleri halde, bir de çıkıp utanmadan “istihdam vergileri”nin ağır yükünden söz edebiliyorlar. Bölgesel asgari ücret talebinin de farklı bir yanı yoktur. Amaçlanan, Türkiye’de de bir “Çin mucizesi” yaratmak, yani daha azgın sömürü koşullarını hayata geçirmektir. İşin aslı Türkiye zaten bir ucuz işgücü cenneti durumundadır. Ayrıca birçok Anadolu kentinde devam eden “yatırımı teşvik” uygulaması, patronlara ek avantajlar sağlamaktadır. Ancak burjuvalar tüm bunlarla da yetinmemekte, ek avantaj sağlayan uygulamaların Marmara veya Ege gibi sanayinin daha yoğun olduğu bölgelerde de hayata geçirilmesini talep etmektedirler. Devasa boyutlara ulaşan işsizliğin işçiler arasında yarattığı rekabeti de kendine payanda eden burjuvazi, ücretlerin daha da düşürüldüğü “kurtarılmış bölgeler” oluşturarak kendisi için cennet, işçiler içinse yeni cehennemler yaratmak istemektedir. Ayrıca halihazırda tekstil patronlarının büyük bir kısmı, yatırımlarını Romanya veya Bulgaristan gibi işgücünün ve vergilerin görece daha düşük olduğu ülkelere kaydırmak suretiyle sorunlarını halletme yoluna gitmişlerdir. Fakat bu kez de artan işsizliğin yaratacağı toplumsal sorunlar gündeme gelmekte ve burjuva hükümet bu “can sıkıcı” soruna çare bulmak için pek de istekli davranmamaktadır. Açlık sınırının bile altında olan asgari ücretin daha da düşürülmesi, işçiyi neredeyse köleden beter hale getirmek demektir. Kölelik çağında hiç olmazsa efendi, kölesinin yaşamsal ihtiyaçlarını karşılardı. Modern zamanların efendisi olan burjuvalar ise ücretli kölelerinin yaşamını devam ettirmesine yetecek geçim kaynaklarını bile gasp etmektedirler.
15
marksist tutum
Krizin faturasını ödemek yerine kapitalizmin defterini dürelim! Tekstil patronlarının azalan kârları ardından döktükleri gözyaşlarını bir tarafa bırakacak olursak, krizden en çok etkilenen ve sesini asıl yükseltmesi gereken taraf işçi sınıfıdır. İşsizliğin artması ve buna paralel olarak da yoksulluğun ve sefaletin yaygınlaşması, çalışma saatlerinin uzaması, ama buna karşılık reel ücretlerin sürekli olarak düşmesi ve dolayısıyla da hayat standartlarındaki düşüş, sınıfın örgütlülüğüne yönelik ardı arkası kesilmeyen saldırılar ve sosyal hakların bir bir gasp edilmesi: tüm bunlar işçi sınıfının kapitalizm varoldukça kurtulamayacağı kronikleşmiş sorunlardır. TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre imalat sanayindeki üretim artışı 2003 yılında %8,7, 2004 yılında %9,9 ve 2005 yılında %5,3 olarak gerçekleşirken, 2005 yılının verilerine göre tekstilde üretim %11,9, giyim eşyasında %12,5 ve dericilikte ise %19,3 azaldı. Sektördeki bu düşüşe yine son on ayda yaklaşık 200 bin
16
Nisan 2006 • sayı: 13
işçinin işini kaybetmesi eşlik etti. Resmi rakamlara göre işsizlik oranı 2000 yılında %6’larda iken 2001 krizinden bu yana %10’larda seyretmektedir. Gerçekte işsiz olmalarına rağmen resmi istatistik hesaplamalarında dikkate alınmayan milyonlarca insanı hesaba kattığımızda bu oranın resmi verilerin kat kat üzerinde olduğunu görürüz. İşsizlikle at başı giden bir sorun da yoksulluğun ve sefaletin artması, kısacası işçi ve emekçilerin hayat standartlarındaki düşüşlerdir. TÜİK’in 2004 yılı için yaptığı araştırmalar, Türkiye’deki ailelerin %40’ının gelirinin, ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğini gösteriyor. Toplumun en yoksul %20’sinin gelirden aldığı pay %6 ile sınırlı kalırken, bu kesimin toplam tüketim harcamaları içindeki payı ise %9,1 olarak gerçekleşmiş. Aynı kesim, harcamalarının %25,2’sini borçlanarak yapmış. En zengin %20’lik dilim ise toplam gelirin %46,2’sini alırken harcamaların da %38’ini yapmış ve gelirinin %31,3’ünü tasarruf etmiştir. Sonuç olarak, zenginler daha da zenginleşirken fakirler daha çok fakirleşmektedir. Resmi rakamlara göre ülke nüfusunun %30’u yoksulluk sınırının altında yaşıyor, gerçekte ise bu rakam çok daha fazla. Kısacası işsizlik ve yoksulluk toplumun tümünü etkileyecek boyutlara ulaşmış durumdadır. Neredeyse her gün kapanan bir işyeri ve işten atılan işçilerle ilgili haberler duymak mümkündür. İşsizliğin doğrudan ve dolaylı sonuçlarındaki artışlar, intiharlar, cinayetler, aile dramları, yozlaşma, kapkaç, hırsızlık ve benzeri suçlardaki belirgin artış, psikolojik ve sosyal sorunlar her gün çığ gibi büyüyor. Birçok işyeri kapısına kilit vuruyor, kapatmayanlar ise ya üretimi kısıyor ya da ara veriyor. İşçileri açlığa terk etmekten çekinmeyen tekstil patronları, sendikadan istifa etmeleri için de sürekli baskı yapıyor. Özellikle tekstil sektörü söz konusu olduğunda sağlıksız ve ağır çalışma koşulları neredeyse kanıksanmış durumdadır. %80’e yakını hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan, asgari ücrete, üstelik günde 12 saat çalışan tekstil işçileri, bırakalım sosyal ihtiyaçlarını, en temel yaşamsal ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorlar. Sektördeki işsizlik o kadar yaygındır ki, çoğu fabrika, artık kadrolu işçi çalıştırmaktan vazgeçmiş ve işe aldığı işçileri 6 aylığına sözleşmeli çalıştırıp –tabii ki asgari ücrete– sonra da hiçbir tazminat ödemeden işten atmaktadır. Hatta çoğu durumda bir iki aylığına işe alınan işçilere günlük yevmiye usulü (burada da asgari ücret baz alınmaktadır) ücret verilmekte ve işçilerin sigortaları yaptırılmamaktadır. Bu durumda işten atılan bir tekstil işçisi için iş bulmak o kadar zorlaşmıştır ki, patrona karşı en ufak bir hak talebinde bulunmayı göze alamamaktadır. Bunun en temel sebeplerinden birisi ise işçi sınıfının dağınık ve örgütsüz oluşudur. Saldırılarına yenilerini eklemenin planlarını yapan burjuvazi
Nisan 2006 • sayı: 13
açısından bu gerçekliğin önemi son derece açıktır. Dolayısıyla saldırıların önemli bir kısmı da bu alana dönük yürütülmektedir. Burjuvazinin saldırılarını yoğunlaştırdığı alanların başında gelen sendikal örgütlülük, artmak bir yana sıfırı tüketme noktasına gelmiştir. Türkiye’de bugün gerçek sendikalaşma oranının %6’lara kadar düştüğünü biliyoruz. Sendika yönetimlerinin tek derdi ise ellerindekini ve tabii koltuklarını korumaktan ibaret. İşçi sınıfının ordularının dağınık, örgütsüz ve savaşma azminden yoksun olduğu bu koşullarda, elbette farklı bir manzara ile karşılaşmak olası değildir. Tekstilci burjuvaların yakarışlarına kulak veren burjuva devlet, işçilerin yıllardır çektiği sıkıntılar karşısında kılını bile kıpırdatmıyor. Burjuvazinin de onun hükümetinin de çözüm üretmek adına tek yapabildiği ücretleri daha fazla düşürmek, çalışma sürelerini daha fazla uzatmaktan ibarettir. Marx, ölümsüz eseri Kapital’in I. cildinde; sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme eğiliminden (birçok küçük sermayenin birkaç büyük sermayeye dönüştürülmesi) bahsederek, bu eğilimi güdüleyen şeyin kapitalistler arasındaki rekabet olduğunu söylüyordu. Rekabet savaşının, meta fiyatlarının ucuzlatılmasını dayattığını, bunun da emeğin üretkenliğine ve nihayet üretimin ölçeğine bağlı olduğunu, bu yüzden de kesin bir kural olarak büyük balığın küçüğü yutacağını anlatıyordu. Sermayenin merkezileşmesinin, aynı zamanda, sermayenin birikim hızını ve ölçeğini de arttırdığını, öte yandan birikimin, üretimde emeğe olan nispi talebi azaltan köklü değişiklikleri yaygınlaştırıp, hızlandıracağını ifade ediyordu. Böylece, daha az emekle daha büyük miktarda makine ve hammaddenin harekete geçirilmesi mümkün olacaktı. Marx, tüm bu gelişimin en doğal sonucunun da tüm toplumu saran bir yıkım olacağını, işsizliğin ve sefaletin kaçınılmaz olarak artacağını öngörmüştü. Yaşananlar, Marx’ın öngörülerinin doğrulanmasının sayısız örneklerinden biridir. Burjuvazinin işçi sınıfına yönelik saldırıları tekstil sektöründeki krizle gündeme gelen yeni şeyler olmadıkları gibi, sadece Türkiye ile de sınırlı değildir. Türkiye’de GSS (Genel Sağlık Sigortası) ve sendikalar kanunu hakkındaki yasa tasarıları, Fransa’da özellikle genç işçileri ilgilendiren CPE uygulaması, Almanya’da haftalık çalışma saatlerinin uzatılmaya çalışılması bunlardan bazılarıdır. Sosyal hakların budanması, örgütlülüğün dağıtılması, ücretlerin düşürülmesi ve çalışma saatlerinin uzatılması tüm dünyada işçi sınıfına yönelik saldırıların ortak yanını oluşturmaktadır. Burjuvazinin hayranlıkla bahsettiği “Çin mucizesi”nin de özü farklı değildir. Her şeyden önce “Çin mucizesi”nin üzerinde yükseldiği temel, Çinli emekçilerin kanı, canı ve alınteridir. Son derece düşük ücretlerle çalışan işçilerin ne sosyal güvenceleri ne de sendikal hakları vardır. Siyasal özgürlük ise Çinli işçiler için söz konusu bile değildir.
marksist tutum
Tüm bu olup bitenler karşısında işçi sendikalarının tepesine çöreklenmiş bürokratların çözüm önerisi olarak ortaya koyabildiği ise –kuşkusuz tekstil sektörünün içinde bulunduğu sıkıntıların giderilmesi için!– sigorta primlerinin, vergilerin ve enerji fiyatlarının indirilmesini, kayıt dışının engellenmesini ve Uzakdoğu’dan yasadışı yollarla mal getirilmesine karşı önlem alınmasını istemektir. TEKSİF Sendikası Genel Başkanının açıklaması, sendika merkezlerinin bakış açısının kısa bir özeti niteliğindedir: “Teşvik Yasası’nın neden olduğu haksız rekabet, kayıt dışının yoğunluğu, Uzakdoğu’dan gelen mallar, istihdam üzerindeki vergi ve sigorta primleri ile KDV oranının yüksekliği gibi problemlerin üst üste gelmesi sonucu, sektör büyük bir krize girdi. Hükümet, sektörün sorunlarını biliyor, ama gerekli adımları atmıyor. Özellikle tekstil ürünlerindeki yüzde 18’lik KDV oranı düşürülmeli.” Oysa az çok sınıf bilincine sahip tüm işçiler, sendika bürokratlarının bu tutumunu gayet doğru bir şekilde şöyle yorumlayacaklardır: Sendika bürokrasisi bizim haklarımızı savunmak yerine, bizim tepkilerimiz ve taleplerimiz karşısında işverenin avukatı gibi konuşuyor! Gerçekten de yapılan açıklamalar ve alınan tutumlar bu yöndedir, ama bu ne yeni ne de bilinmeyen bir durumdur. AKP hükümetinin bakanları ve burjuvazinin temsilcileri ağız birliği etmişçesine krizden çıkışın yolunun daha fazla fedâkarlıktan geçtiğini tekrar edip duruyorlar. Tekstilci burjuvaların yakarışlarına kulak veren burjuva devlet, işçilerin yıllardır çektiği sıkıntılar karşısında kılını bile kıpırdatmıyor. Burjuvazinin de onun hükümetinin de çözüm üretmek adına tek yapabildiği ücretleri daha fazla düşürmek, çalışma sürelerini daha fazla uzatmaktan ibarettir. Hatta birçok işyerinde ve fabrikada, artık ücretlerin düşürülmesi de yetmiyor olacak ki, çeşitli bahanelerle “ücret kesme” cezalarının uygulanması yahut ücretlerin taksitlendirilerek, geciktirilerek verilmesi gündemdedir. Evet Marx, kapitalizmin yol açtığı olumsuz sonuçları fazlasıyla öngörmüştü. Ancak onun öngörüleri bununla sınırlı değildi, o, “yoksulluğun, ezilenlerin, gerileyenlerin, sömürülenlerin ve köleliğin kitlesi büyür; ancak bununla birlikte de, sayıca daima artan, disiplinli, birleşmiş, tam da kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması tarafından örgütlenmiş bir sınıfın, işçi sınıfının isyanı gelişir. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, sonunda, kapitalist kabuk ile bağdaşmaz hale gelir. Bu bağdaşmazlık patlayarak paramparça olur. Kapitalist özel mülkiyetin matem çanı çalar. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir”2 diyerek kapitalizmin sonunu da eksiksiz bir biçimde ortaya koymuştur. ––––––––––––––––––––––––––– 1
2
Türkiye, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) anlaşmalarından kaynaklanan hakları çerçevesinde 44 kategoride tekstil ürününe 2005 yılında uyguladığı kota önlemlerini 2006’da da sürdürme kararı aldı. Kotaların uygulanma süresi 31 Aralık 2008’de sona erecek. Otto Rühle, Marx’ın Kapitali, Tarih Bilinci Y., s.43
17
Nâsır’dan Chavez’e Bonapartizm Çeşitlemeleri İlkay Meriç
Kitlelerin yükselişe geçtiği dönemlerde, reformizmi devrimci bir retoriğin ardına gizleyen ve sosyalizm adına ortaya çıkan burjuva ideolojileri, kapitalizmin tarihinin her döneminde vardılar ve var olmaya devam ediyorlar. Bugün Arap sosyalizmi tarihe gömülse de, bu burjuva ideolojinin yeni türevleri dünyanın şu ya da bu köşesinde, benzer ortamlar bulduğunda yeniden ortaya çıkmaktadır. İşçi ve emekçi kitlelerin devrimci eylemlerinin yeniden yükselişe geçmeye başladığı günümüzde, her türden reformizme bolca rastlıyoruz. Nitekim son yıllarda Latin Amerika bunun çok canlı örneklerini sergilemeye başladı bile.
18
V
enezuela’da son yıllarda yaşanan gelişmeler ve özellikle Chavez’in “21. yüzyılın sosyalizmi” diye dile getirdiği sosyalizm söylemi, dünya sosyalist hareketinin ihmal edilemeyecek bir kesiminde yeni bir heyecan dalgasının yükselmesine yol açmış bulunuyor. Emekçi kitlelerin sistemden hoşnutsuzluklarını geleneksel burjuva partileri devre dışı bırakarak açıkça göstermeleri, Venezuela oligarşisinin ve ABD emperyalizminin desteklediği darbe girişimlerini sokaklara dökülüp geri püskürtmeleri ve sonuçta bir devrimci durumun ortaya çıkması, kuşkusuz dünyanın neresinde olursa olsun kendine Marksist diyen herkesi haklı olarak sevindiren ve heyecanlandıran gelişmelerdir. Ne var ki, bugün yaşanan heyecan dalgasının asıl kaynağı kitlelerin inisiyatifiyle doğan devrimci durum yerine, Chavez’in demagojik söylemleri ve popülist politikası olunca işin rengi değişiyor. Bu durumda Marksistlere heyecanlanmaktan ziyade soğuk kanlı davranarak temel tehlikeye işaret etmek, Chavez’in demagojik söylemleriyle sarhoş olanları ayılmaya davet etmek, enternasyonalist komünist bir önderliğin yaratılamadığı koşullarda işçi ve emekçi kitlelerin iktidarı ele geçirme fırsatının parmaklar arasından kayıp gideceğine dikkat çekmek ve tarihsel deneyimleri tekrar tekrar hatırlatmak düşüyor. Üstelik Venezuela’da olanları küçümsemekle, sekterlikle ve aşırısolculukla suçlanıp eleştirilmek pahasına… Hafıza-i beşerin nisyanla malullüğü, beşeri yaşadığı her şeyin yeni ve özgün olduğu yanılsamasına itebiliyor. Ve kolektif hafızanın eksikliği durumunda tek tek insanlar gibi sınıfları da aynı hataları biteviye tekrarlamaktan alıkoyan bir mekanizma ne yazık ki bulunmuyor. Bugün Venezuela’da yaşananlar kadar, bu yaşananlar karşısında takınılan politik tutumlar da bize bir zamanların Arap sosyalizmi deneyimlerini hatırlatmakta. Nâsır’la özdeşleşen ve Baas rejimlerinin örnek aldıkları Arap sosyalizminin popülaritesinin hayli yüksek olduğu 60’lı ve 70’li yılların üzerinden onyıllar geçti. Politik yaşama 80’lerden sonra gözlerini açanların belleğinde ise bu rejimler, o günlerde ifade ettikleri anlam bakımından herhangi bir iz bırakmadı. Oysa bizler, Chavez ve kuyrukçuları tarafından “21. yüzyılın sosyalizmi” olarak sunulan şeyin aslında 20. yüzyılın ulusal kalkınmacı devlet kapitalizmi modeli olduğunun en güzel kanıtlarının, Nâsır Mısır’ında, Kaddafi Libya’sında, Baas Suriye ve Irak’ında bulunabileceğini düşünüyoruz.
Nisan 2006 • sayı: 13
“21. yüzyılın sosyalizmi” mi, 20. yüzyılın devlet kapitalizmi modeli mi? 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın hâkimiyetini yavaş yavaş yitirdiği Kuzey Afrika ve Ortadoğu toprakları, 20. yüzyıl başlarında tümüyle İngiliz, Fransız ve kısmen de İtalyan egemenliğine giren bölgeler haline gelmişlerdi. Daha sonra kapitalist üretim ilişkilerinin bu topraklara girmeye başlamasıyla birlikte cılız da olsa bir yerli burjuvazi gelişmeye başlamış ve sözcülüğünü özellikle sivil-asker aydınların yaptığı bir milliyetçiliğin filizleri boy vermişti. Burjuvazinin ve proletaryanın yeterince gelişmemiş olduğu bu ülkelerin bir ortak özelliği de, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi (kuşkusuz Osmanlı’nın toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısından kaynaklı olarak), sivil-askeri bürokrasinin oynadığı ağırlıklı roldü: “Tepeden burjuva devrimlerin diğer bir özelliği de, toplumun burjuva dönüşümünde devletçiliğin ve devlet aparatının birincil derecede rol üstlenmesidir. Bu tür bir gelişmenin yaşandığı ülkelerde ve dönemlerde, devlet bürokrasisi, burjuva devrimin öncüllerinin eski toplum içinde yeterince mayalandığı ve özel mülkiyet sahibi burjuvazinin devrimde önemli bir rol oynadığı örneklere oranla inanılmaz ölçüde ağırlıklı bir konum elde eder. Almanya, Türkiye ve takiben Mısır, Irak, Suriye gibi örneklerde devlet bürokrasisinin siyasal yaşamda ve ekonominin düzenlenmesinde sahip olduğu güç bu durumun canlı kanıtlarıdır. Zaten Engels, Bismarkçılığı bu nedenle Bonapartizmin bir çeşidi olarak ele almıştır.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.203-4) Bürokrasinin yeni kurulan burjuva devletlerin asli kurucu unsuru olmasıyla güç kazanan bu konumu, özellikle askeri bürokrasinin siyasete aktif müdahalesinin zeminini güçlendirmişti. Nitekim milliyetçi-kalkınmacı subaylardan teşekkül eden çeşitli cuntaların yaptıkları askeri darbeler ve bu darbeler sonucunda iktidara gelip birer Bonapart olarak sivrilen “kurtarıcılar”, söz konusu toprakların siyasi hayatının bir parçası haline gelecekti. Yeterli sermaye birikiminden yoksun olan bu ülkelerde, kapitalist gelişmenin önünü açmak için devletçiliğe yani devlet kapitalizmine dayanan bir ulusal kalkınmacılık politikası izlendi. Sömürgeci güçlere başkaldıran bir devletin ayakta kalabilmek için güçlü bir desteğe ihtiyacı olacağı çok açıktı. Hele hele Kuzey Afrika ve Ortadoğu gibi bir coğrafyada bunun oldukça güçlü bir destek olması gerektiği de fazlasıyla aşikârdı. Nihayetinde aranan destek SSCB’den geldi. Ve
marksist tutum
gerek bu işbirliğinin politikadaki sonucu olarak gerekse emekçi kitlelerin desteğini alabilmek için, devlet kapitalizmini ve milliyetçi kalkınmayı “sosyalizm” olarak, burjuva Bonapartları ise “devrimci”, “sosyalist” cilâsıyla pazarlayan Arap “sosyalizmi” çıktı ortaya. İdeologluğunu, Mısır’da bir askeri darbeyle iktidarı alan askeri cuntanın önderi Cemal Abdülnâsır’ın yaptığı Arap sosyalizmi, kısa sürede tüm bölgede büyük bir ilgiyle karşılandı. Sosyalizmi, tepedeki bir devlet partisinin işçi sınıfının hiçbir dahli olmaksızın uygulayacağı bir kalkınma stratejisi olarak gösteren ve yücelten bu melez ideoloji, 50’li yıllardan itibaren Baas rejimleri de dahil olmak üzere geniş bir etki alanına kavuştu. Bu ülkelerdeki resmi KP’lerin tümü, verdikleri destekle söz konusu Bonapartist rejimlerin iktidara gelmelerinde büyük bir rol oynadılar. Fakat ne verdikleri bu destek ne de SSCB’nin manevi otoritesi onları ilerleyen yıllarda yüz yüze kaldıkları katliam ve işkencelerden kurtarabildi. Stalinist SSCB’nin güttüğü reformist, oportünist politika, bu ülkelerdeki binlerce komünistin canına mal olmanın yanı sıra, gerçekleşebilecek proleter devrimlerin de önünü kesti. Ayağa kalkan emekçi kitleler, izlenen bu ihanet politikası nedeniyle, burjuvazinin iktidara getirilmesinin aracı olmaya mahkûm edildiler. Ve kendilerine “sosyalist” olarak belletilen bu iktidarlara, çeşitli vesilelerle gerçekleştirilen referandumlarla meşruiyet kazandıran piyonlar durumuna düşürüldüler. Aslına bakılacak olursa bugün Venezuela’daki gidişat, pek çoklarının beklentisinin aksine, Küba tarzı bir despotik-bürokratik diktatörlükten ziyade, sosyalizm demagojisiyle soslanmış bir devlet kapitalizmi yönünde olabilir. Chavez bu yıl sonunda yapılacak olan başkanlık seçimlerini kazanırsa, bu durumun onun bir Bonapart olarak gücünü alabildiğine sağlamlaştırmasına yarayacağı açıktır. Ve asıl tehlike de burada başlıyor. Daha şimdiden Chavez’i sosyalist ilan edenlerin, böyle bir adımın atılmasının ardından onu
1959’da Nasır’ı ziyaret eden Che, onun “emperyalizme karşı” direnişinin Küba dağlarında mücadele eden gerillalara büyük bir moral destek sağladığını belirtiyordu!
19
Nisan 2006 • sayı: 13
marksist tutum
ikinci Castro olarak kutsayıp bağırlarına basacakları çok açık; tıpkı bir zamanların Nâsır örneğinde olduğu gibi. Ve bu durum, işçi ve emekçi kitlelerin büyük seferberliklerinin, “komünistler” eliyle, proleter devrimlere değil şu ya da bu görünümdeki burjuva iktidarlara hizmet ettirilmesinin bir örneğini daha görmemize yol açacak. Meksika’da bir akademisyen olarak görev yapan Heinz Dietrich, kendisiyle yapılan bir röportajdan okuduğumuz kadarıyla, öğütleri Chavez tarafından oldukça dikkate alınan bir uzman. Dietrich, 14 Mart 2006 tarihli bu röportajında, Venezuela için sosyalizmi uzak bir ihtimal olarak gördüğünü, bugün dünya kapitalizmi bağlamı içinde mümkün olan tek gelişme yolunun devlet kapitalizmi olduğunu ve Çin ve Asya kaplanlarının da bu yolu izlediğini belirtiyor. “Bolivarcı devrim” açısından da ulusal onuru koruyan Keynesyen nitelikte bir devlet kapitalizminden söz edilebileceğini söylüyor. Venezuela’ya ilişkin beklentilerini ise şu sözlerle ifade ediyor: “Benim görüşüme göre, bugün Venezuela’da yapılabilecek tek şey Lenin’in Yeni Ekonomik Politika’da yaptığı
şeydir. Sosyalizme doğru adım atılması yönündeki diğer tüm girişimler bugünkü koşullar altında sistemin hızla çökmesine yol açacaktır, çünkü bunu uygulayacak bir iktidar temeli yok. Burjuva devlet yıkılmamıştır, sadece kendini yeni bir yönetim tarzı biçiminde reorganize etmiştir. Kilise etkisini kaybetmemiştir. Büyük medyanın yüzde sekseni hükümete karşı olan büyük şirketlerin elindedir. Küba ve Sovyetler Birliği’nde olan şeyin bir taklidine izin verecek olan bir iktidar korelasyonu da yoktur. Yeni ekonomik politika, şimdiye kadar bir kenara itilmiş olan toplumsal kesimleri güçlendirecek şekilde düzenlenmelidir: küçük çiftçiler, sanayi işçileri, esnaf. Doğal olarak bu otomatik olarak sosyalizme yol açmaz.” (Venezuela: A Serious Alternative for Latin America, venezuelanalysis.com) “21. yüzyıl sosyalizmi” konusunda ahkâm kesen Dietrich’in Chavez’e öğütlerinden anlaşılacağı üzere, Chavez’in sosyalizmle kastettiği şey devlet kapitalizminden başka hiçbir şey değil. Gerçek durum bu kadar netken, Marksist geçinenlerin Chavez’e zorla sosyalizm pelerini giydirmeye çalışmaları onaylanabilecek bir siyasal tutum değildir.
Nâsır’ın “sosyalist” Mısır’ı Bir posta memurunun oğlu olan ve 1938’de Hava Harp Okulundan mezun olan Cemal Abdülnâsır, 1942 yılında Hür Subaylar adında bir siyasi örgüt oluşturdu. Genç milliyetçi kalkınmacı subaylardan oluşan bu dar örgüt, ulusal birliğin, bağımsızlığın ve eşitliğin, sınıflar üstü bir rol atfedilen ordu tarafından gerçekleştirilebileceğini savunuyordu. Müslüman Kardeşlerle ve Komünist Partiyle de ilişki kuran Hür Subaylar birliği, özellikle 1948-49 Arap-İsrail Savaşı döneminde büyük bir güç ve itibar kazanacaktı. Büyüyen İngiliz karşıtı dalganın üzerinde yükselen Hür Subaylar’ın 1952 Temmuzunda gerçekleştirdiği darbe, Nâsır’ın tek adam iktidarına giden yolun da başlangıcı oldu. Krallığa son veren ve başbakanlığa general Necip’i getiren bu darbenin ardından Mısır’da bir reform kampanyası başlatıldı. Ekilebilir toprakların yüzde onu topraksız köylülere dağıtıldı. Her ne kadar general Necip’in başbakanlığı devam ediyor olsa da, darbenin ilk anlarından itibaren asıl güç Nâsır’daydı. 1954-56 yılları arasında başbakan olan Nâsır, popülist politikalara hız vererek tek adam olarak sivrilecekti. Bu dönemde Sudan’ın bağımsızlığı tanınmış, SSCB ile ilişkiler güçlendirilmiş ve Mısır Bağlantısızlar Grubu’na dahil olmuştu. 1956’da Süveyş Kanalını millileştirdiğini açıklayan Nâsır, karşısında Fransa, İngiltere ve İsrail’i buldu. Ne var ki Birleşmiş Milletler ve SSCB’nin bu saldırgan kampa baskıları sonucunda savaş kısa sürdü ve Kanal Mısır’ın egemenliğine girdi. Bütün bunlar Nâsır’ın itibarını tüm Arap âleminde daha da pekiştirecekti. 1956’da cumhurbaşkanı seçilen ve tüm Arapların tek bir devlet altında birleşmesini savunan Nâsır, 1958 yılında Suriye ile Mısır’ın birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyetini kurmasına öncülük etti. Fakat bu birleşik devlet 1961’de dağılarak son buldu. 1961’de toprak mülkiyeti 100 feddanla* sınırlandı ve bundan daha büyük topraklara sahip olanların topraklarının üçte biri tarım kooperatiflerine dönüştürüldü, üçte ikisi ise az topraklı köylülere dağıtıldı. 1962’den itibaren Nâsır’ın sola kayışı ve sosyalizan söylemi hız kazandı. SSCB’nin büyük desteği sayesinde büyük bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Basın, banka ve sigorta şirketlerinin yanı sıra sanayide de millileştirmelere ve devletleştirmelere gidildi. Mülk sahiplerine ağır vergiler getirildi. Nâsır’ın Milli Birlik Partisinin adı, Arap Sosyalist Birliği’ne dönüştürüldü. Komünist Parti yasaklandı. Bundan böyle, “bilimsel sosyalizm” kılıfı altında, tek parti diktatörlüğü yönetiminde bir devlet kapitalizminin hâkimiyetiydi söz konusu olan. Nâsır 1970’te öldükten sonra başa geçen Enver Sedat kısa süre içinde politika değişikliğine giderek özel sektörü canlandıracak ve Mısır’ı ABD’nin bölgedeki yakın ortaklarından biri haline getirecekti. Böylece kişilere bağlı olarak devrimsiz kurulan “sosyalizm”, yine kişilere bağlı olarak karşı-devrimsiz son bulacaktı! * Bir çift öküzün bir günde sürebildiği arazi miktarına denk gelen bir alan ölçüsü birimi.
20
Nisan 2006 • sayı: 13
Arap sosyalizminin alâmeti fârikaları Nâsır, Arap devriminin ve mücadelesinin üç temel amacını “Sosyalizm, Birlik ve Özgürlük” olarak ortaya koymuş, onun geliştirdiği bu anlayış Baas partileri tarafından da sahiplenilmişti. Bu üç tema Arap sosyalizminin temel şiarlarını oluşturuyor ve “birleşik, bağımsız, sosyalist tek bir Arap devleti” formülasyonunda somutlanıyordu. Peki nasıl bir sosyalizmdi bu? Sözü Nâsır’a bırakalım: “Bizim sosyalizmimiz bilimseldir (…) Ama bizim sosyalizmimiz materyalist değildir. Biz, sosyalizmimizin Marksist veya materyalist olduğunu hiçbir zaman söylemedik. Hiçbir zaman dini reddettiğimizi söylemedik; dinimizin sosyalist bir din olduğunu söyledik. (…) Muhammed, dünya tarihinde sosyalizmi ilk kez uygulamış olan kişidir. (…) Bizimle komünizm arasında, bizimle Marksizm-Leninizm arasında farklılıklar bulunduğunu daha önce de söyledim. İlk farklılık, bizim dine inanıp Marksistlerin inanmaması, bizim peygambere bağlı olup Marksistlerin olmamasıdır. İkinci farklılık (…) bizim gericiliğin diktatörlüğünden tüm halkın demokrasisine geçmek isteyişimizdedir; komünizm, yani Marksizm-Leninizm ise gericiliğin diktatörlüğünden proletaryanın diktatörlüğüne, yani bir toplumsal sınıfın diktatörlüğüne geçer. Üçüncü farklılık ise, Marksizmin, komünizmin toprağı devletleştirip, bizim devletleştirmememizdir; çünkü biz toprakta kooperatifler çerçevesinde özel
marksist tutum
mülkiyete inanıyoruz. Dördüncü farklılık, komünizmin özel mülkiyeti kaldırmak istemesidir; biz ise özel mülkiyete bağlıyız ve yalnızca sömürücü özel mülkiyetle mücadele ediyoruz. Son farklılık ise, Marksizmin-Leninizmin burjuvazi dediği (…) sınıfı şiddetle ve herhangi bir tazminat ödemeksizin tasfiye etmek istemesidir. Biz böyle bir şeyi reddederiz.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi [STMA], c.4, Ekler, s.309-10) Gerçekten de bu beş farklılık, Arap sosyalizminin ne tür bir şey olduğunu gayet iyi gösteriyordu: Materyalist olmayan, işçi sınıfının önderliğine dayanmayan, özel mülkiyete ve burjuvaziye karşı çıkmayan, toprağın kolektif mülkiyetini değil kooperatifler biçimindeki özel mülkiyetini savunan bir sosyalizm, yani küçük-burjuvazinin ruhuna seslenen bir sosyalizm! Hemen belirtelim, yıllar sonra, binlerce kilometre uzakta, Latin Amerika ülkelerinden Venezuela’da Chavez’in tartışmaya açtığı sosyalizmin bundan tek farkı, onun yolunun Muhammed’in değil İsa’nın yolu olması olacaktı. Kapitalizm ve komünizm dışında üçüncü bir yol, kapitalist olmayan bir yol olarak tarif edilen Arap sosyalizmini Nâsır aynı zamanda kooperatif sosyalizmi olarak tanımlıyordu. Bunun yanı sıra bizi büyük bir gerçekten, “sömürüye yönelmeyen” bir özel mülkiyetin de var olabileceği gerçeğinden haberdar etmekteydi (!): “Kooperatif sosyalizmi, devletin sanayi sektöründeki
Kaddafi’nin “sosyalist” Libya’sı Nâsır’ın Arap milliyetçiliği temelinde yükselttiği Arap sosyalizmi, Libya’da da genç subaylar arasında büyük bir ilgiyle karşılanmış ve 1964 yılında Nâsır’a özenen bir grup subay, tıpkı onun gibi Hür Subaylar adı altında bir örgüt kurmuştu. 1967’de çıkan Arap-İsrail savaşının ardından yükselişe geçen Arap milliyetçiliğini fırsat bilen Hür Subaylar, 1969 Eylülünde bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler. O sırada Devrim Komuta Konseyi adı verilen cuntanın başı olan ve yarbaylıktan albaylığa terfi ettirilen Kaddafi, o günden bu yana Libya’nın Bonapart’ı olarak iktidarı elden bırakmayacaktı. Kaddafi iktidarı ele geçirdikten sonra ülkedeki İngiliz ve Amerikan üslerini kapattı ve petrolün arama, çıkarma ve işlenmesini tekellerinde bulunduran yabancı şirketlere, devlete ödedikleri vergiyi arttırmaları çağrısında bulundu. Bu çağrıya olumsuz yanıt gelince petrol sanayii millileştirildi ve devletin bu sektördeki payı birkaç yıl içinde %60’lara yaklaştı. Böylece, o dönem dünyanın beşinci büyük petrol üreticisi olan Libya devleti, bu alanda büyük bir gelir kaynağının doğrudan sahibi olmuş oldu. 1971’den itibaren Kaddafi’nin Mısır’dakiyle aynı adla kurduğu Arap Sosyalist Birliği tek siyasi parti olarak varlık gösterecek ve sosyalizm söylemi iyice ağırlık kazanacaktı. İslamcı ideolojinin önemli bir yer tuttuğu bu sosyalizm, kapitalizmle komünizm arasında üçüncü bir yol olarak sunuluyordu. 1973 yılında, “kültür devrimi” adı altında, bürokrasiye karşı sözde bir savaş başlatıldı. Kaddafi’ye göre kültür devriminin amacı, şeriatın tam olarak uygulanması, ideolojik mücadelenin güçlendirilmesi, bürokrasiye karşı savaş, halkın silahlandırılması gibi unsurlardan oluşuyordu. Halk çeşitli vesilelerle seferber ediliyordu. Çin’in “kültür devrimi” Libya’ya taşınmış, Mao’nun Kızıl Kitabının yerini ise Kaddafi’nin Yeşil Kitabı almıştı. 1977’de ülkenin resmi adı Libya Arap Sosyalist Halk Cemahiriyesi olarak değiştirildi. Bu “sosyalist” devletin şeriat kanunlarını esas aldığını belirtmek herhalde önemsiz bir ayrıntı olmaz. Kaddafi Amerikan karşıtlığıyla, “anti-emperyalist” söylemiyle, devletler arası toplantılarda yaptığı diplomasi dışı çıkışlarla, son yıllara kadar Chavez’in eline su bile dökemeyeceği eksantrik bir lider olarak bol bol boy gösteriyordu. Ta ki iki yıl önce ABD’nin tehditleri karşısında sesini kısmak zorunda kalıncaya dek. Böylece Kaddafi’nin tahtı Chavez’e kalmış oldu.
21
marksist tutum
girişimcilerle ortak olmasıyla uygulanır. Böylelikle sanayi, sermayenin tekeline ve egemenliğine terk edilmemiş olur. Devlet halkı temsil eder; amacı ise özel mülkiyetle devlete ait ortak mülkiyet arasında dengeyi kurmaktır. (…) Biz özel mülkiyete değil, sömürüye karşıyız. Eğer özel mülkiyete karşı olsaydık ona derhal el koyar ve tazminat da ödemezdik, özel mülkiyeti yasaklardık. Fakat biz özel mülkiyetin toplumsal bir işlevi olduğunu söylüyoruz. Özel mülkiyet, ancak sömürüye yöneldiği zaman bu işlevin ötesine geçmiş olur.” (STMA, c.4, Ekler, s.309) Bütün bu söylenenler ve yapılan uygulamalar, Arap sos-
Nisan 2006 • sayı: 13
yalizmi denen şeyin, emperyalizmin baskılarından, sömürüsünden ve mevcut sistemden hoşnutsuz olan emekçi kitlelerin öfkesini söndürebilmek için kullanılan popülist bir söylemden ve devlet kapitalizminden ibaret olduğunu açıkça kanıtlıyordu. Kooperatifçiliğin yani küçük meta üretiminin teşvik edildiği bir tarım modeli, işçilerin fabrika yönetimlerine sözde “ortak” olmaları, kârdan pay almaları gibi uygulamalar sosyalizmin göstergeleri olarak sunulmaktaydı. Ama her şeye tepede karar verilen bu “sosyalizm”de işçilerin yönetime ve alınan kararlara en ufak bir katılımları söz konusu değildi. Yine de bugün bu tür uygulamaların
Suriye ve Irak’ta Baas sosyalizmi Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra güç kazanan milliyetçilik akımlarından büyük ölçüde etkilenen ve Arap şovenizmine varan bu milliyetçiliği sosyalizm söylemiyle birleştiren bir ideoloji olarak doğan Baas sosyalizminin ideologu, Suriyeli Mişel Eflak’tı. Eflak, Fransa’da Sorbonne Üniversitesinde eğitim görmüş bir profesördü. Suriye’nin bağımsızlığına kavuştuğu 1945 yılında Şam’da kurulan Arap Sosyalist Baas (“Yeniden Doğuş” ya da “Diriliş”) Partisinin temel amacı, tüm Arapların tek devlet altında birliğinin sağlanmasıydı. Nâsır’ın Arap sosyalizminde olduğu gibi Baas sosyalizminin de temel sloganı “sosyalizm, birlik ve özgürlük”tü. 1949-63 yılları arasında 15 askeri darbe yaşayan Suriye’de, 1958 yılında Mısır’la kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) döneminde toprakların %60’ı devletleştirilip ardından kooperatifler haline getirildi. Mısır’da olduğu gibi orada da banka ve sigorta şirketlerinin yanı sıra bazı sanayi işletmeleri de devletleştirildi. Ne var ki Nâsır’ın Baas’ın varlığını ortadan kaldırıp tek otorite olma isteği sonucu yıkılan BAC’ın ardından, burjuvazinin bastırmasıyla sanayi ve bankacılık alanlarındaki bu devletleştirmeler geri alındı. 1963 yılında bir darbeyle iktidarı ele alan ve bugüne dek iktidarda olan Baas Partisi, ilerleyen yıllarda pek çok “iç temizlik”ten geçirilerek sol unsurlarından arındırılmıştır. 1971’de cumhurbaşkanı olan eski Savunma Bakanı Hafız Esad 2000 yılındaki ölümüne dek otuz yıla yakın bir süre boyunca iktidarda kaldı ve öldüğünde yerine oğlu Beşar Esad geçti. Hafız Esad döneminde Suriye Sovyetler Birliği’yle çok yakın ilişki içindeydi ve askeri ve ekonomik alanda ciddi yardımlar alıyordu. Dış ticaretin devlet tekelinde bulunduğu, devlet işletmelerinin ağırlıkta olduğu Suriye ekonomisi, devlet kapitalizmine dayalı bir ekonomidir ve bugün ABD’nin temel amacı, bu ekonomiyi emperyalist sisteme tam entegre etmek ve kendi nüfuz alanına girecek bir Suriye yaratmaktır. Suriye’nin Sünni ağırlıklı bir ülke olmasına rağmen, Alevi azınlığın ağırlıkta olduğu ve esas olarak sivil ve asker bürokrasiye dayanan Baas Partisi, devlet bürokrasisinde de Alevilere ağırlık verecekti. Ayrıca Kürtlere uygulanan baskı ve inkâr politikası, bu “sosyalist devlet”in tarihinde hiç eksik olmayacaktı. Irak’ta ise, Mısır’dan etkilenerek silahlı kuvvetler içinde general Abdülkerim Kasım öncülüğünde kurulan Hür Subaylar hareketi 1958 yılında monarşiyi devirerek cumhuriyeti ilan etmişti. Darbenin ikinci adamı general Abdüsselam Arif idi. 1963 yılına gelindiğinde, Irak Baas Partisiyle işbirliği yapan ordu içindeki bir hizip Kasım iktidarını devirdi ve devlet başkanlığına general Arif getirildi. General Arif kısa bir süre sonra Baasçıları iktidardan tasfiye etti, ardından bankalar ve dış ticaret devlet tekeline alındı. 1968 yılında bir askeri darbeyle yeniden iktidarı ele geçiren Baas Partisi, 1969’dan itibaren kitlesel desteğini arttırmak amacıyla devletleştirme politikasına hız verdi. 3 milyon hektarlık toprak dağıtımının yanı sıra tarımda kooperatifleşme desteklendi. Eğitim ve sağlık devletin ücretsiz sağladığı hizmetler haline getirilmişti. 1972’de yabancıların elindeki Irak Petrol Şirketi devletleştirilince Irak devleti muazzam bir petrol gelirine sahip oldu ve bu ona büyük bir bağımsızlık alanı yarattı. Bu arada devletin yatırım projeleri özel sektör için önemli bir gelir kapısı işlevi görüyordu. Bu kapı aslında çift taraflı bir kapı olup, devlet (yani Baas) bürokrasisini de besliyordu. Yetkiler bir dönem cumhurbaşkanı El-Bekr’in elinde toplanmış görünmesine karşın, gerçek güç, 1979’da resmen iktidara gelecek olan Saddam’daydı. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren izlenen özelleştirme politikaları sonucunda ise özel sektör ekonomide ağırlık kazanmaya başlayacaktı. Irak’ın sözde sosyalist Baas rejiminde, komünistlerin yanı sıra Kürtlere yönelik sistematik bir baskı, işkence ve katliam politikasının uygulanmaya her zaman devam edildiğini de belirtelim.
22
Nisan 2006 • sayı: 13
çok sınırlı olarak hayata geçirildiği Venezuela’yı ve Chavez’i sosyalizme doğru ilerlediğini söyleyerek övenlerin, o günün Nâsır’ını sosyalizmin pîri olarak görmeleri gerekir.
Birlik söylemiyle maskelenen milliyetçilik Yukarıda da belirttiğimiz gibi Nâsır’ın formüle ettiği Arap devriminin üç şiarından biri de “birlik”ti. Bu birlik, onun ifadesiyle, iradesine ve çıkarlarına aykırı olarak düşmanları tarafından parçalanmış olan tek bir ulusun, yani Arap ulusunun, doğal koşullarına dönmesini sağlayacaktı. İlk başlarda, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılmış milyonlarca insanı birleştirecek olan enternasyonalist bir bakış açısının ifadesi olarak değerlendirilen bu birlik söyleminin gerçekte koyu bir milliyetçiliğin ifadesi olduğunu görmek için uzun süre geçmesi gerekmedi. Birlik, tüm Arap devletleri tarafından sahiplenilen ortak bir söylem olmasına ve birkaç girişimde bulunulmasına rağmen, bu girişimler her defasında hüsranla sonuçlandı. Gerçekleştiği kadarıyla da ezilen emekçi sınıfların değil ezen egemen sınıfların çıkarları temelinde oluşturulan bu birlikler, doğal olarak, daha güçlü olan Arap devletinin zayıf olan üzerindeki tahakkümüne dönüşüyordu. Nitekim Mısır ve Suriye’nin birleşerek oluşturdukları Birleşik Arap Cumhuriyeti, “sosyalist” birlikçi Nâsır’ın, Baas Partisini kapatıp kendi tek adam diktatörlüğünü Suriye’ye de yayma emellerini açık etmesinin ardından yıkılmıştı. Burjuvazinin birlikten bahsettiği her yerde, söz konusu olan şeyin, perde arkasındaki kapitalist çıkarlar olduğu ve kapitalizm altında böyle bir birliğin gerçekleştirilemeyeceği böylece bir kez daha görülmüş oluyordu. Kuşkusuz görmek isteyenlerce! Görmek isteyenler diyoruz, çünkü bugün Chavez’in birleşik Latin Amerika söylemini onun enternasyonalizminin ifadesi olarak değerlendirenler hiç de az değil. Hatta
marksist tutum
bu söylemi nedeniyle Chavez’de ve “Bolivarcı devrim”de sürekli devrim dinamikleri keşfeden Troçkistler de mevcut. Oysa Latin Amerika’nın birliğinin en eski ve ünlü savunucularından biri, 1800’lerin başlarında birleşik bir Latin Amerika hayali için mücadele eden burjuva devrimci Simon Bolivar’dı, ama bu onu sosyalist ve enternasyonalist yapmaya yetmiyordu. Tıpkı Arap birliği söyleminin Nâsır’ı ve Baasçıları da sosyalist ve enternasyonalist yapmaya yetmediği gibi. * * * Kitlelerin yükselişe geçtiği dönemlerde, reformizmi devrimci bir retoriğin ardına gizleyen ve sosyalizm adına ortaya çıkan bu burjuva ideolojileri, kapitalizmin tarihinin her döneminde vardılar ve var olmaya devam ediyorlar. Bugün Arap sosyalizmi tarihe gömülse de, bu burjuva ideolojinin yeni türevleri dünyanın şu ya da bu köşesinde, benzer ortamlar bulduğunda yeniden ortaya çıkmaktadır. İşçi ve emekçi kitlelerin devrimci eylemlerinin yeniden yükselişe geçmeye başladığı günümüzde, her türden reformizme bolca rastlıyoruz. Nitekim son yıllarda Latin Amerika bunun çok canlı örneklerini sergilemeye başladı bile. Geleneksel burjuva partilerin burjuva siyaset arenasından silinmeleriyle doğan boşluğu, kendisine sınıflar üstü bir görünüm vererek ve kızıl gömlekler-bereler giyerek dolduran Chavez, reformist, popülist bir burjuva Bonapart olarak bunun en tipik örneğini teşkil ediyor. Onun kuyruğuna takılmayı tercih edenlere hatırlatmak istediğimiz şey, başta Arap benzerleri olmak üzere, tarihin, Chavez’den çok daha radikal olanların kitlelere ve devrime ihanetlerinin örnekleriyle dolu olduğudur. Nâsır öldüğünde kitleler “aslan öldü” diyerek günlerce yas tutmuşlardı, Kaddafi ABD’ye karşı her küfredişinde ezilen kitlelerin yüreklerine serin sular serpiliyordu, Saddam ABD’ye karşı diklenirken Arap kitlelerin gözünde ilahlaşmıştı. Şimdi de karşımızda sivri dilliliğiyle ve kendine olan aşırı güveniyle Chavez duruyor. Artık “aslan” o! Marx, 18 Brumaire’e yazdığı Önsözde, “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak” diyordu. Bir ekleme de biz yapalım: sahnelenen bu komedinin oltasına takılıp aynı zokayı defalarca yutmak, komedinin çok ötesinde tam bir körlük ve budalalıktır! Burjuva devlet aygıtını yıkıp parçalamak yerine reformizmi sosyalizm diye yutturmanın yarattığı bu körlüğün ve budalalığın bedeliyse, dünyanın her yerinde, yenilen devrimler ve en kanlısından karşı-devrimler olmuştur.
23
Platform İşçi Sınıfının Hedefi Sınıfsız Topluma Varmaktır 1. Sosyalizm hedefi ulusal değil, dünyasal bir hedeftir. Keza, sosyalizm için gereken maddi önkoşulların olgunlaşıp olgunlaşmadığı sorusu da, tek tek ülkeler bazında değil dünya ölçeğinde yanıtlanabilecek bir içeriğe sahiptir. Çünkü kapitalizm, kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, yerel ya da ulusal düzeyle sınırlı kalmayıp, dünya ölçeğinde yaygınlaşmış ve dünya sistemi yaratabilmiş bir üretim tarzıdır. Bu bağlamda, insan toplumlarının ayrı ayrı tarihlerini bir dünya tarihine dönüştüren de kapitalizm olmuştur. O halde kapitalizmi tarihsel olarak aşma iddiasını taşıyan sosyalizm de, yerel ya da ulusal ölçekte değil, ancak dünya ölçeğinde örgütlendiği zaman gerçek içeriğiyle yaşanabilecektir. Bu nedenle Stalinizmin yerleştirdiği “tek ülkede sosyalizm” sözde teorisi ve bunun pratik ifadesi olan “ulusal sosyalizm” hedefi, Marksizmden köklü bir sapış ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıyla örtüşmeyen gerici bir ütopyadır. 2. Komünist toplum, gerek alt gerekse üst aşaması itibarıyla sınıfsız ve devletsiz bir toplumdur. Komünist toplumun alt aşaması olan sosyalizm, özel mülkiyetin ve sınıfların olmadığı, meta üretiminin ortadan kalktığı, devletin tamamen sönümlendiği, üretimin ve sosyal yaşamın tüm alanlarında özgür üreticilerin doğrudan karar verdikleri ve uyguladıkları bir dönem olacaktır. “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” biçiminde ifade edilebilecek bir bolluğa erişildiğinde ise komünist toplumun üst evresine ulaşılmış olacaktır.
Kapitalizm insanlığa cehennemi yaşatıyor. Bir avuç kapitalis yoksulluk ve yoksunluğun, işsizliğin, inanılmaz bir eşitsizlik gelmez bir çürüme ve yabancılaşmanın pençesinde kıvrandırıyo tahrip ediyor. Bu gidişi durdurmadığı takdirde insanoğlunu Üstelik bu kara tablo, bir yeryüzü cenneti yaratmanın araçları i açıcı başarıları, insanlığı özgürleştirmek yerine daha da köleleş ulus devlet engeli artık dayanılmaz bir cendereye dönüşmüştü olduğuna işaret ediyor. Ya İnsanlığı bu bataklıktan kurtaracak ve sosyalizme götürecek inatçıdır! İşçi sınıfı yok olmak şöyle dursun, büyümüş, geli nüfusunun çoğunluğunu işçi sınıfı oluşturmaktadır. Gerçekte işçi sınıfının bileşimi ve kapsamındaki değişimleri göstermekted beri vardır. Gerçek şu ki, dünya üzerinde işgücünü bir ücret sınıfının bugün de zincirlerinden başka kaybedecek bir
tuluşu, kendi kendisinin efendisi olabilmesi, doğayı kapitalizmin yıkıcı etkisinden kurtarıp uzun vadeli çıkarlarıyla uyumlu biçimde egemenliği altına alabilmesi, kısacası özgürlüğe kavuşabilmesi ancak sosyalist bir dünya devrimiyle mümkün olacaktır. Bu evrensel özgürlüğe giden yolu açmak, işçi sınıfının tarihsel görevidir. Çünkü, insanlığı bir yıkıma sürükleyen uluslararası kapitalizme son verebilme yeteneğine ve olanaklarına sahip gerçekten devrimci tek sınıf proletaryadır.
Proleter Dünya Devrimi
4. Kapitalizm uluslararası işbölümüne dayanan organik bir dünya sistemidir. Kapitalist sistemi nihai ve geri dönüşsüz olarak yıkacak darbe yerel ve tekil değil, ancak evrensel ve genel olabilir. İşçi sınıfının devrimi bir dünya devrimidir. İşçi sınıfının egemenliği, sınıfın tarihsel eylemiyle yarattığı sovyetler iktidarında somutlandığından, uluslararası ölçekte işçi iktidarının kurulması da, “Dünya Sovyetler Cumhuriyeti”nin oluşumunda ifadesini bulabilir.
3. Ne var ki, böylesi bir topluma ulaşmak hiç de kapitalist toplumun evrimiyle gerçekleşmeyecektir. İnsanlığın sınıflı toplumların yarattığı sömürü ve baskılardan kur-
5. Nasıl ki dünya kapitalist sistemi ulusal kapitalizmlerin aritmetik bir toplamı değilse, proleter dünya devrimi de tek tek ülkelerdeki devrimlerin aritmetik bir toplamı olmayacaktır. Dünya devrimi, ardı ardına gelen pat-
24
umuz /1
stin saltanatı, gezegeni dolduran milyarlarca insanı, açlığın, ve adaletsizliğin, kanlı savaşların, zulüm ve işkencenin, dibi or. Kâr hırsına dayanan bu saltanat, tüm doğayı da acımasızca u bekleyen akıbet, misli görülmemiş bir barbarlık olacaktır. insanlığın elinin altındayken oluyor. Bilim ve teknolojinin çığır ştiriyor. Üretici güçlerin gelişiminin önündeki özel mülkiyet ve ür. Bu durum insanlığın önündeki tek çıkış yolunun sosyalizm Ya sosyalizm ya barbarlık! tek güç, artık “nesli tükendi” denilen işçi sınıfıdır. Gerçekler işmiş ve nesnel olarak daha da güçlenmiştir. Bugün dünya işçi sınıfının “bitişine” kanıt olarak gösterilen olgular, sadece dir. Bu değişim ise, sadece bugün değil işçi sınıfı varolduğundan t karşılığında satarak yaşamaya çalışan milyarların yani işçi şeyleri yoktur. Kazanacakları ise koskoca bir dünyadır!
lamalarla gelişen ve çeşitli ülkelerde gerçekleşen devrimlerin diğerlerini tetikleyeceği organik ve bileşik bir süreçtir. Tek tek ülkelerdeki devrimlerin arasına uzun fasılalar girdiğinde, yalnız kalan işçi iktidarlarının uzun yıllar boyunca yaşayabilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, tek bir ülkede işçi sınıfının iktidara gelmesi mümkün olsa bile, onun temel görevi, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci güçlerinin yeni ve kalıcı bir atılımı için hazırlanmak olmalıdır. 6. Dünya proleter devriminin ilerleyebilmesi ve işçi iktidarlarının yaşayabilmesi için, esas olarak ileri kapitalist ülkelerde peşpeşe kazanılan zaferlere ihtiyaç vardır. Kapitalizm özellikle ana merkezlerinde vurulmadıkça nihai yenilgiye uğratılamaz. Çelişkilerin daha keskin ve denge olanaklarının daha kısıtlı olması nedeniyle azgelişmiş ülkelerde devrimlerin patlak verme ihtimali güçlüyse de, Rus Devrim deneyiminin de gösterdiği gibi, belirleyici faktör ileri ülkelerde kazanılacak başarılardır. Bu nedenle, azgelişmiş ülkelerdeki devrimlerin ve devrimci hareketlerin öneminin abartılması ve ileri ülkeler proletaryasının devrimci potansiyeline karşı genel bir güvensizlik ve horgörü beslenmesi işçi sınıfının uluslararası mücadelesine zarar verir.
Kapitalizmden Komünizme Geçiş Dönemi: Proletarya Diktatörlüğü Dönemi 7. İşçi sınıfı hareketinin hedefi olan sınıfsız ve devletsiz bir topluma (komünizme) ulaşmak için, yani kapitalist toplumun gerçekten ve tümüyle aşılabilmesi için bir geçiş dönemine ihtiyaç vardır. Nitekim bugüne kadarki insanlık tarihinin görebileceği en büyük toplumsal dönüşüm bir anın ya da bir günün ürünü olarak değil, eski mülk sahibi sınıfların direncinin tamamen kırılacağı, sınıflı toplumların insanlığa bulaştırdığı tüm pisliklerin temizleneceği, sınıflarla birlikte sınıfsal ve her türlü (ulusal, cinsel, ırksal, dinsel vb.) ayrımcılığın da kökünün kazınacağı bütün bir tarihsel dönemin ürünü olarak gerçekleşebilir ancak. Sınıflı toplumdan sınıfsız topluma, devletten devletsizliğe böylesi bir geçiş dönemi, ancak proletaryanın doğrudan siyasal egemenliği altında gerçekleşebilir. Bu nedenle anarşizmden farklı olarak Marksizm bu döneme proletaryanın devrimci diktatörlüğünün denk düştüğünü savunur. 8. Geçiş dönemi, işçi sınıfının siyasal iktidarının kurulmasından sınıfsız ve devletsiz toplumun ilk aşaması olan sosyalizme kadar süren devrimci toplumsal dönüşümler dönemidir. Proletarya diktatörlüğü geçiş döneminin olmazsa olmaz koşulu ve temel aracıdır. Bu dönem geçmişten geleceğe doğru dinamik bir tarihsel harekettir, geçmiş sınıflı toplumların ve geleceğin sınıfsız toplumunun kimi öğelerini içinde barındırır. Bu nedenle geçiş dönemi ancak geçmişe ve geleceğe referansla tarif edilebilir. Geçiş döneminin ekonomik işleyişi, sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın aşağıdan yukarıya istemlerini, önerilerini, katılımını yansıtan tarzda merkezileştirilmiş bir planlamaya dayanmalıdır. Üretim ancak bu sayede, toplumsal ihtiyaçları karşılayacak kullanım değerlerinin üretildiği bir sürece dönüştürülebilir. 9. Kapitalizmin bir dünya sistemi olması nedeniyle onu tasfiye edecek toplumsal dönüşümlerin kapsamı da ulusal değil, dünya ölçeklidir. Bu nedenle kapitalizm-
25
Nisan 2006 • sayı: 13
marksist tutum
den komünizme geçiş dönemi gerçek anlamına, ulusal değil uluslararası düzeyde kavuşabilir. Geçiş dönemi dünya devriminin ilerleyişinden bağımsız olarak düşünülemez ve ancak dünya ölçeğinde tamamlanabilir. Uzunca bir süre tek ülkeye hapsolduğu takdirde devrim ve geçiş dönemi sona erer. Bir başka deyişle, tek tek ülkelerde kurulan birbirinden yalıtık proletarya iktidarlarıyla geçiş döneminin ulusal ölçekte tamamlanabileceğini düşünmek, tek ülkede sosyalizmin olanaklılığını iddia etmekle aynı şeydir. 10. İşçi devleti ya da proletarya diktatörlüğü kapitalizmden komünizme geçiş döneminin siyasal biçimidir ve egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya demektir. Tarihte ilk kez sömürülen çoğunluğun sömürücü azınlığa karşı uyguladığı bu diktatörlük altında böylece devlet kavramı da klasik anlamını yitirir. İşçi devleti, devletten devletsizliğe geçişi temsil eden bir “yarı-devlettir”. İşçi sınıfının kendi öz iktidarı altında artık üreten yöneten ayrımı da tarihsel olarak son bulur. 11. İşçi sınıfı siyasal iktidarı ele geçirdiğinde, üretim araçlarını kendi yarı-devletinin mülkiyeti altına sokarak kapitalizmi tasfiye etmeye girişir. Ama bunu yapmakla, kendisi de dahil tüm sınıf yapılanmalarını, farklılıklarını ve karşıtlıklarını ortadan kaldıracak yolu döşemiş olur. Böylece, bir zamanlar toplumun sınıflara bölünmesine bağlı olarak tarih sahnesine çıkmış bulunan devletin de ölüm çanları çalınır. 12. Bir ülkede iktidara gelen proletarya, bu hedefler doğrultusunda toplumsal dönüşümleri başlatmakla yükümlüdür. Fakat kapitalizmin tasfiyesi, ulusal değil ancak uluslararası ölçekte başarılabilecek bir iştir. Bu nedenle, devrimci hedefleri ulusal ölçekle sınırlamak devrimi öldürücü bir tutumdur. Çünkü işçi devleti tek ülkenin sınırları içinde uzun süre yaşayamaz ve ancak dünya ölçeğine genişlediği ölçüde sönümlenebilir. Dolayısıyla proletarya iktidarının tarihsel çıkarı ve zaferinin yegane garantisi, dünya devriminin ilerletilmesinde, yani devrimin sürekliliğindedir. 13. Proletarya diktatörlüğü döneminde de, proletaryanın yol gösterici bir siyasal güce, sınıfın organik bir parçası olan ve parti olarak örgütlenmiş öncü gücüne gereksinimi devam eder. Çünkü partinin önderliği olmadığında, Sovyet tipi örgütlenmelerin sonunda çeşitli burjuva ve küçük-burjuva siyasal akımların elinde işlevsizleşmesi kaçınılmazdır. Ancak parti iktidar aygıtı değildir ve sovyet egemenliği partinin egemenliğine indirgenemez. Sovyet egemenliğini tek parti diktatörlüğü olarak kavramak, sovyetlerin tarihsel işlevini ve gerekliliğini hiç kavramamış olmak anlamına gelir. 14. İsterse işçi devleti olsun, devrimci Marksistler açısından “devlet”, bir amaç değil varılmak istenen hedefe
26
ulaşmak için zorunlu bir araçtır. O nedenle aracın amaçlaştırılmasına ya da Marksizmin “devlet” ve “diktatörlük” hayranı bir dünya görüşü olarak bayağılaştırılması anlamına gelecek yaklaşımlara kesinlikle karşı çıkmak gerekir. Sosyalizmin proletarya diktatörlüğüyle özdeşleştirilmesi ve devletli bir toplum olarak sunulması Stalinizme ait bir tahrifattır.
Bürokrasili İşçi Devleti Olmaz! 15. İşçi devletinde bürokrasinin temel dayanağı ortadan kalkar, kamu işlerinin yürütümü basitleşip ucuzlar. Marksizmin, “bürokrasinin kaldırılması”, “bürokrasisiz bir devlet” kavramıyla kastettiği şey, görevli ve uzman gereksiniminin son bulması değil, kamu işlerinin bürokratik tarzda örgütlenmesine son verilmesidir. 16. Bürokrasi aslında, sömürülü sınıflı toplumlarda azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğinden kaynaklanır. Kapitalist toplumda devlet, bürokratik aygıtlardan oluşan, karmaşık ve pahalı bürokrasiye dayanan bir devlettir. Oysa daha baştan bir yarı-devlet niteliğini taşıyan işçi iktidarı altında, kamu işlerinin organizasyonu ve yürütümü kökten farklı olmak durumundadır. Bu tarihsel farklılığın en ayırt edici göstergesi, işçi devletinin bürokrasisiz bir devlet olması, yani işçi sınıfının kendisini doğrudan demokrasi olarak örgütlemesidir. Konseyler, sovyetler biçiminde örgütlenmiş işçilerin doğrudan demokrasisine dayanmayan ve onların fiili egemenliğini yansıtmayan bir iktidar kendisine ne ad verirse versin, gerçek bir işçi devleti olamaz. İşçi demokrasisi işçi devletinin olmazsa olmaz koşuludur 17. Burjuva devletin, devlet işlerinin yürütümünde ihtisaslaşmış bürokrasiye, bürokratik bir aygıta dayanması, burjuvazinin egemen ve yönetici sınıf konumunu değişikliğe uğratmaz. Fakat, işçi devrimini takiben üretim araçlarının devletleştirildiği koşullarda durum niteliksel olarak tamamen farklıdır. Çünkü proletaryanın siyasi ve iktisadi egemenliği birbirinden kopartılamaz. Eğer devrimci işçi iktidarının ekonomik ve sosyal temelinin henüz yeterince güçlü olmaması nedeniyle pratikte ortaya bürokrasili bir devlet çıkarsa, bu koşul altında mülkiyet devlete, devlet de bürokrasiye ait olur. Bu durumda bürokrasi tarafından siyasi iktidardan uzaklaştırılmış proletarya (burjuvazi gibi özel mülkiyete dayanan bir sınıf olmadığından) artık devlet mülkiyeti üzerindeki tasarruf hakkını da, yani iktisadi egemenliğini de yitirir. Böylece, devlet mülkiyeti üzerinde tasarruf hakkını ele geçiren bürokrasi, tüm üretimin yönetimini de eline alacağı için, iktisaden de egemen konumda olacaktır. O takdirde işçi sınıfı egemenliğini yitirecek, bürokrasi ise egemen sınıf, yönetici sınıf konumuna yükselecektir.
Nisan 2006 • sayı: 13
Devlet Mülkiyeti ve Toplumsal Mülkiyet Aynı Şey Değildir 18. Her başarılı proleter devrimin ilk plandaki görevi olan, üretim araçlarını devletleştirme işlemi ulusal ölçekte başlamış olsa bile, üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaşması uluslararası ölçekte gerçekleşebilir. Bir başka deyişle, proletarya diktatörlüğü döneminde devlet mülkiyeti, henüz gerçek anlamda toplumsal mülkiyet (yani tüm toplumun mülkiyeti) değildir. Devlet mülkiyeti burada da, tıpkı diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi egemen sınıfın (ama bu kez proletaryanın) fiili ortak mülkiyeti anlamına gelir. Proletaryanın devlet mülkiyeti toplumsal mülkiyete giden yolda önemli bir adımdır, ama sadece bir adımdır. 19. Üretim araçlarının mülkiyetinin herhangi bir dolayım olmaksızın, doğrudan toplumsallaşması, sınıfsız toplum düzenine ilişkin bir olgudur. Üretim araçlarının toplumsal karakterinin tam olarak kendini ortaya koyması, ancak proletarya diktatörlüğü döneminin tarihsel işlevini dünya ölçeğinde tüketmesiyle gerçekleşebilir. Bir başka deyişle, üretim araçlarının tüm dünya insanlarının hizmetine koşulacağı bir toplumsal düzenleme, ancak ve ancak dünya kapitalist sisteminin kesin olarak son bulduğu, ulusal sınırların ortadan kalktığı bir dünyada mümkün olabilir. 20. İşçi iktidarı altında sınıfsız topluma geçişe köprü oluşturabilmesi nedeniyle bir kazanım olarak değerlendirebileceğimiz “devlet mülkiyeti” asla kendi başına bir amaç oluşturamaz. Kapitalizm altında üretim araçları üzerindeki mülkiyetin biçimi –devlet ya da özel– sömürüye dayanan kapitalist üretim ilişkilerinde bir değişiklik yaratmaz ve işçi sınıfının bu ilişkileri sonlandırma mücadelesinde ona bir kolaylık, bir dayanak noktası sunmaz. Küçük-burjuva sosyalizminin “devletçilik” ve “devlet mülkiyeti” sorunundaki yanılgıları nice haklı eleştiriye konu olmuştur ve Marksizmin bu konuda küçük-burjuva sosyalizmine yönelttiği teorik eleştiriler her daim canlı tutulmalıdır.
SSCB ve Diğer Bürokratik Rejimler 21. Ekonomik ve kültürel açıdan geri bir köylü ülkesi olan Rusya’da sıkışıp kalan işçi devleti, Stalin önderliğindeki bürokrasinin çeşitli aşamalardan geçerek yürüttüğü bir karşı-devrim sonucunda yıkılmıştır. Bu sürecin önemli dönüm noktaları şunlardır: Bürokratik yozlaşma süreci (1921-24), bürokratik karşı-devrim süreci (1924-28) ve despotik-bürokratik diktatörlüğün pekişmesi süreci (1928-36). 22. Parti ve devlet kademelerinde egemenliğini kuran Sov-
marksist tutum
yet bürokrasisi, bir bürokratik kast oluşturmanın ötesine geçerek, yükselen bir sınıf olmuştur. Devletleştirilmiş üretim araçları üzerinde kolektif olarak tasarruf hakkına sahip olan Sovyet bürokrasisi, bu maddi temele dayanarak egemen sınıf niteliğine yükselmiştir. 23. İşçi sınıfının politik iktidarının gasp edildiği, üretim sürecindeki yönetici pozisyonuna son verildiği, çalışma rejiminin işçilerin özgür iradesi yerine devletin bürokratik komuta sistemine dayandığı bir durumda, Sovyet proletaryasının tarihsel kazanımlarının korunduğundan söz etmek olanaksızdır. 24. “Ulusal sosyalizm” anlayışının Ekim Devriminin ülkesinde iktidar olması, II. Dünya Savaşı sonucunda Sovyet nüfuz alanı içinde kurulan devletlerin ve ulusal kurtuluş mücadelesi temelinde gelişen devrimlerin kaderini de belirlemiştir. İster Kızıl Ordunun müdahalesiyle isterse bir ulusal kurtuluş devrimiyle kurulmuş olsunlar, bunların tümü Stalinist bürokratik devletin bir benzeri olarak yaşama gözlerini açan despotik-bürokratik devletlerdir ve bir proleter devrimin ürünü değildirler.
Stalinizm 25. Stalinizm egemen bürokrasinin sınıf çıkarlarını yansıtan ideolojik-politik-örgütsel çizginin adıdır. Kaba tutarsızlıklar, inanılmaz zigzaglarla dolu olsa da, bu çizginin temelinde tüm Stalinistlerin ortak olarak savunmakta duraksamadıkları “ulusal çıkarlar” anlayışı yatmaktadır. Bu yüzden Stalinizm, dünya işçi sınıfının enternasyonal mücadelesini zayıflatan ve Marksizmin özüne tamamen aykırı düşen bir ideolojidir. Nasıl ki bürokratik diktatörlük işçi devletinin karşı-devrimci inkârıysa, Stalinizm de aynı şekilde Leninizmin inkârıdır. 1917 Ekim Devrimiyle hayata gözlerini açan işçi iktidarı ile bu iktidara son verip egemen olan Stalinist rejim arasında, nice Bolşevik önder ve militanın kanıyla boyanmış bir karşı-devrim süreci uzanmaktadır. 26. Totaliter bir rejim, her ne kadar diktatörün oldukça “şahsi”leşmiş egemenliği ile karakterize oluyorsa da, bu tür bir siyasal biçimlenme hiçbir zaman rejimin özünü ve sınıf diktatörlüğünün niteliğini göz ardı etmeyi haklı kılmaz. Sorun, tarihte birtakım olayların sonucu olarak Stalin diye bir kişinin ortaya çıkıp despot kesilmesi değildir. İncelenmesi gereken tarihsel olgu, kişi olarak Stalin değil, Stalinizmdir. Stalin bürokratik karşı-devrimin ve despotik bürokratik rejimin kuruluş sürecinin lideri olmasıyla sivrilen bir tarihsel şahsiyet olduğundan, kaçınılmaz olarak bu yeni rejime de ismini armağan etmiştir. 27. Sosyalizmi etatizm (devletçilik) ile özdeşleyen Stalinist ideolojiye göre, iktisaden geri ülkelerde Sovyet devleti
27
Nisan 2006 • sayı: 13
marksist tutum
ile iyi geçinen ulusal kurtuluşçu burjuva ya da küçükburjuva bir iktidarın “devletçilik” yolunu tutmuş olması, onun “sosyalist” olarak adlandırılmasına yetmiştir. Cezayir, Yemen, Somali, Angola, Mozambik, Afganistan, Etiyopya, Nikaragua gibi ülkelerde var olan rejimlerin “sosyalist” olarak adlandırılması, sosyalizm kavramının ne denli ayaklar altına alındığının yeterli ipuçlarını vermektedir.
Despotik-Bürokratik Rejimlerin Özellikleri 28. Tarihte üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan Batı tipi sınıflı toplumlarla, üretim araçlarının devlet mülkiyeti altında bulunduğu eski Asyatik sınıflı toplumlar (tarihsel bir kategori olarak Asyatik üretim tarzı) arasındaki ayrımın odak noktasında devlet sorunu yer almaktadır. Birinci gruba giren toplumsal biçimlenmelerin tümünde, devlet toplum karşısında ne denli “bağımsız” bir görünüme bürünürse bürünsün, son tahlilde iktisaden egemen olan sınıfın, yani üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan sınıfın devletidir. İkinci grupta yer alan toplumsal biçimlenmede ise, iktisadi alanla siyasi alan iç içe geçmiş ve egemenlik sorunu “devletin sahipliğinde” somutlanmış olmaktadır. Temel üretim araçları üzerindeki mülkiyetin egemen eğilim olarak devlet mülkiyetine dayandığı toplumsal biçimlenmede, devleti yani siyasal erki elinde tutan, iktisadi erki de elinde tutacaktır. Böyle bir durumda, devleti mülk edinme konumu, iktisadi açıdan egemen olanı belirleyecektir. 29. Batı gelişme çizgisinde ortaya çıkan sınıflı toplumlarda (köleci, feodal, kapitalist), egemen sınıfa bağımlı toplumsal bir tabaka olarak kalan bürokrasinin, bağımsız bir sınıf oluşturabildiğine dair tarihsel örnekleri bize yalnızca eski Asyatik Doğu toplumları sunmaktadır. 20. yüzyılın despotik-bürokratik rejimleri ise, kuşkusuz eski dönemlerde olduğu gibi Asyalı tarım komünleri üzerinde yükselmemiş, modern çağın üretici güçler düzeyine yetişmeye çalışan ulusal bir sanayileşme hamlesinin üzerinde biçimlenmiştir. 30. Despotik-bürokratik rejimlerde, bürokrasi devleti mülk edinmiştir. Bu nedenle bu bürokrasi, siyasal ve iktisadi açıdan erkin sahibi bulunan, egemen bir sınıftır. Toplumdan bağımsızlaşarak toplumun tepesine çöreklenmiş, örgütlü kolektif bir gücü temsil etmektedir. Özel mülk sahibi varlıklı sınıfların bulunmadığı bürokratik rejimde, devlet mülkiyeti üzerinde kolektif egemenliğe sahip olan bürokrasi, proletaryanın toplumsal artı-emeğine el koyan, onu sömüren egemen bir sınıftır. Yani, bürokratik rejimde kapitalizme özgü artı-değer sömürüsü olmasa da, artı-emeğin sömürüsü vardır ve bu rejimler sömürülü toplumlar sınıflaması içinde yer alır-
28
lar. 31. SSCB gibi kapitalist işleyişin tasfiye edildiği bürokratik kumanda ekonomisinde üretici kaynakların dağılımı, piyasa ekonomisinin hareket yasalarına (sermayenin piyasada en yüksek kârı elde etmeyi amaçlamasında ifadesini bulan yasalar) göre değil, egemen bürokrasinin tercihlerini yansıtan bir merkezi plana göre gerçekleşir. 32. Bürokratik diktatörlük altında “işçi”, ne kapitalizmde olduğu gibi “özgür” bir ücretli emekçidir; ne de tüm varlığıyla efendisine ait olan bir “köle”dir. Onun işgücünün kullanım hakkı devlete aittir ve de o bunun karşılığında, yine devlet tarafından belirlenen “ücret” görünümünde bir pay alır. 33. Despotik-bürokratik rejim, kapitalist üretim tarzının dünyadaki hakimiyeti karşısında, kendi temelleri üzerinde gelişme potansiyeli taşıyan, tarihsel açıdan dayanıklı ve uzun ömürlü bir sosyo-ekonomik formasyon değildir. Bu rejimler, insan topluluklarının tarihsel evrim sürecinde kapitalizmi aşan yeni bir üretim tarzı da olmadıklarından, bu anlamda “kapitalizm sonrası toplumlar” olarak da nitelenemezler. Despotik-bürokratik rejim, içinde yer aldığı tarihsel çağ ve tarihsel koşullar bakımından düşünülürse gerçek bir garabettir. Modern sanayi çağında dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bulunan despotik-bürokratik rejim, kendine özgü karakteriyle (sui generis) geleceği olmayan bir sosyo-ekonomik fenomendir.
Emperyalizm ve Emperyalizme Karşı Mücadele 34. Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm, mali sermayenin dünya çapında egemenliğine dayanır. Günümüzde kapitalizmin yeni ya da farklı bir evresiymiş gibi sunulan küreselleşme, gerçekte uluslararası bir sömürü sistemi olan emperyalizmden başka bir şey değildir. Uluslararası işbölümü temelinde eşitsiz fakat bileşik gelişen ve eşitsizliği içinde karşılıklı bağımlılığı yeniden ve yeniden üreten kapitalist dünya sistemi, içinde bütün kapitalist ülkelerin yer aldığı hiyerarşik bir piramit gibidir. Bu piramidin zirvesinde, mali açıdan güçlü metropol kapitalist ülkeler, tabanında az gelişmiş kapitalist ülkeler, bu iki küme arasında da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeler yer alır. 35. Emperyalizm tekelci rekabet üzerinde yükselir. Kapitalist gelişimin diyalektiği içinde, tekel ve rekabet birbiriyle diyalektik ilişki içinde bir bütünsellik oluşturur. Rekabet tekeli doğurur; rekabetin tekel yoluyla aşılması onu ortadan kaldırmaz. Tersine, tekelin oluşumu, bir üst düzeyde rekabeti, yani tekeller arasındaki rekabeti yaratır. 36. Kapitalizmin sömürgecilik dönemine özgü yayılmacı-
Nisan 2006 • sayı: 13
lık eğilimi ile, mali sermaye egemenliğine dayanan emperyalizm döneminin genel eğilimini birbirinden ayırdetmek gerekir. Kolonyalizm (sömürgecilik), siyasal bağımsızlıktan yoksun kılınmış sömürgelerden oluşan bir sömürge imparatorluğu kurmak anlamına gelir. Kapitalizmin emperyalizm çağı ise en güçlü mali sermaye gruplarının dünya ölçeğinde oluşturdukları nüfuz alanlarına dayanır. 37. Emperyalizm çağında siyasal bağımsızlığa sahip, yani kendi ulus-devletini kurmuş az ve orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeleri sömürge ya da yarı-sömürge kavramlarıyla ifade etmenin hiçbir Marksist gerekçesi yoktur. Sömürge kavramı, siyasal bağımsızlıktan yoksun olan ve siyasi-hukuksal statüsü bakımından metropol ülkeye bağlı ülkeleri anlatır. Keza, yarı-sömürge kavramı da ancak tam sömürge statüsüne oranla bir anlam ifade edebilir. Günümüzde siyasal bağımsızlığını kazanmış az gelişmiş kapitalist ülkelerin emperyalist metropollere ekonomik açıdan bağımlı olmalarının kapitalizmin geçmiş döneminin sömürge ya da yarı-sömürge statüsüyle bir ilişkisi yoktur. 38. Günümüzde büyük mali-sermaye gruplarının temsilcisi emperyalist ülkeler, siyasal bağımsızlığa sahip ülkelere bile boyun eğdirmekte, onların iç işlerine karışmakta, çeşitli diplomatik, mali ve askeri dayatmalarla kendi oligarşik çıkarlarını korumaya çalışmaktadırlar. Emperyalizm, sömürgecilik ya da yeni-sömürgecilik sistemi olmayıp bir mali tahakküm ve finans-kapitalin evrenselleşmiş sömürü sistemidir. 39. Emperyalizm döneminde ekonomik bağımlılığın, “yeni-sömürgecilik”, “yeni-sömürge” gibi kavramlarla hala sömürgecilik temelinde açıklanmaya çalışılması proletaryanın siyasal mücadelesi açısından tamamen bilinç bulandırıcı bir tutumdur. Çünkü böylece kapitalist sistemden bağımsızlık sorunu, sistemden gerçek bir kopuş yerine bir çeşit ulusal bağımsızlık istemine indirgenmiş olur. Böylesi bir tutum, ulus-devlet içindeki milliyetçi ve gerici burjuva güçlerin sahte bir anti-emperyalizm söyleminin ardına sığınarak işçi sınıfının mücadelesini paralize etmesine de fırsat vermektedir. 40. Özü küçük-burjuva milliyetçiliği ve besin kaynağı ulusal kalkınmacılık olan Üçüncü Dünyacılık, gerçekte geri ülkelerdeki yerli burjuvazinin çıkarları uğruna, işçi hareketinin çıkarlarının feda edilmesi anlamına gelir. Üçüncü Dünyacılık, az gelişmiş ülkelerdeki devrimci hareketleri dünya devriminin merkezine yerleştiren “sol” kanadından, tam bir yabancı düşmanlığı ve ırkçı bir milliyetçiliğe varan sağ kanadına kadar uzanan geniş bir yelpaze oluşturur. Bu ülkelerde burjuva güçler, siyasal bağımsızlığın kazanılmış olmasına rağmen “ezilen ulus” şablonunun ardına sığınarak bilinç bulandırmaktadırlar. “Üçüncü Dünya” ülkelerinin “ulusal ba-
marksist tutum
ğımsızlık hakkı” adına bu tür siyasi akımların hoş görülmesi ya da desteklenmesi, bu ülkelerdeki işçi mücadelesini yerli burjuvazinin yedeği konumuna sokar. 41. “Ezilen ulus-ezen ulus” ayrımı ulusal soruna dair bir ayrımdır. Siyasal olarak bağımsızlığına ulaşmış, yani kendi ulus-devletini kurmuş bir ulusun hala “ezilen ulus” olarak nitelenmesi doğru değildir. Çünkü ulusal sorunun çözümlendiği yerde “ezilme” kavramı artık çok daha net bir biçimde burjuvaziyle proletarya arasındaki temel karşıtlıkta ifadesini bulur. Emperyalist hiyerarşide tepede yer alan ülkelerle daha altta yer alan ülkeler arasındaki burjuvaca çekişmelerin, “ezen ülkeezilen ülke” ayrımı temelinde öne çıkartılması işçi sınıfının mücadelesine büyük zarar verir. Çünkü bu tür siyasi tutumlar, işçi sınıfının dikkatinin sınıf mücadelesinden “ulusal çıkarlar” düzeyine kaydırılması şeklindeki milliyetçi yaklaşımları besler. 42. Emperyalizm çağında hiçbir ulus-devlet ekonomik ilişkiler bağlamında diğer ulus-devletlerden yalıtık ve bağımsız değildir. Dünya kapitalist sistemine entegre olmayan bir kapitalist ülke yaşayamaz. Bu nedenle, geçmişte sömürge ve yarı-sömürge olan ülkelerde siyasal bağımsızlığı kazanmanın yanısıra emperyalist metropollerden ekonomik bakımdan da bağımsız bir kapitalist işleyişin olabileceğini propaganda etmek, gerici bir ütopyadır. 43. Anti-kapitalist mücadeleden bağımsız bir anti-emperyalizm söylemi, ulusalcılığı savunan burjuva ve küçükburjuva siyasetlerin göz boyamacılığıdır. Emperyalizme karşı mücadeleyi ülke içinde kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirmeyen ve böylece emperyalist-kapitalist işleyişe gerçek anlamda cephe almayan bir siyaset, işçi sınıfının devrimci stratejisi açısından anti-emperyalist değildir. İşçi sınıfını yalnızca yabancı kapitalist kuruluşlara karşı öfkelendirip, kendi yerli burjuvalarına –yani bizzat onları sömüren patronlarına– daha dostane duygularla donatan siyasal akımlar, işçi mücadelesini zayıflatan etkenlerin başında gelir. Keza, işçi sınıfını bir bütün olarak kapitalist sisteme karşı mücadele ruhuyla doldurmayıp, onu yalnızca kapitalist seçenekler arasında taraf tutmaya yönelten –AB’ye katılmış bir Türkiye kapitalizmi mi; yoksa katılmamış bir Türkiye kapitalizmi mi biçiminde örnekleyebileceğimiz– sözde bir anti-emperyalizmin de Marksist tutumla bir ilgisi yoktur. Benzer şekilde günümüzde küreselleşme karşıtlığı adı altında kendi ulus-devletini savunan tutumların da Marksizmle bir ilişkisi yoktur. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
29
Nükleer Santraller Yine Gündemde Selim Fuat
Ü
zerinden 20 yıl geçen Çernobil faciasının (26 Nisan 1986) yıldönümünün yaklaştığı bugünlerde Türkiye’deki nükleer fisyon santrali “mücahit”leri yine umutlandılar. 1960’lı yıllardan beri tüm beş yıllık kalkınma planlarında yer alan; ancak mürüvvet görmenin henüz hiçbir hükümete nasip olmadığı nükleer fisyon santrali kurma konusunu, AKP hükümeti yeniden, üstelik öncekilere nazaran daha iddialı bir biçimde gündeme getirdi. Son olarak Akkuyu’da inşası planlanan nükleer fisyon santralinin ihalesi, 2000 yılında dönemin başbakanı Bülent Ecevit tarafından IMF’nin yatırımlar üzerindeki sıkı kontrolü nedeniyle Hazine’nin teminat vermemesiyle iptal edilmişti. Uluslararası ekonomik ve siyasal konjonktürün de elverişli olması nedeniyle, işi bu sefer sıkı tutma kararlığında gözüken AKP hükümeti 2004 yılının Mart ayında, nükleer enerji konusunda ilerleme kaydetmeyi ulusal çıkarlar açısından stratejik bir hedef olarak belirledi. Bu strateji Haziranda askeri ve sivil bürokrasinin de içinde yer aldığı bir komisyon tarafından benimsendi ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) tarafından Ulusal Nükleer Strateji Belgesi adıyla yazılı hale getirildi. Hükümetin son duyurduğu plana göre 2012-2017 yılları arasında toplam 5000 MW gücündeki nükleer fisyon santralleri devreye girecek. Türkiye’de nükleer fisyon santrali kurma “projesi” her 4-5 yılda bir, yani aşağı yukarı her yeni hükümetle birlikte, gündeme getirilmektedir. Bunun, genel olarak nükleer teknolojiye geçiş, teknolojik tecrübe birikimi gibi nihayetinde nükleer silah teknolojisi elde etmeyi ve bir nükleer güç olmayı hedefleyen stratejik nedenleri vardır. Elbette bir de, ihaleler vs. üzerinden hükümetlerin ve sermaye gruplarının iştahlarını kabartan bir tarafı. İkincisi bir yana bugün İran’ın da nükleer teknoloji konusunda ABD ve AB’nin tüm karşı koymalarına rağmen çalışmalarını hızlandırması, Türkiye’ye bu konuda ABD icazetini verdirmiş görünüyor. Uzun zamandır bulunduğu bölgede nüfuzunu arttırmaya dönük emperyal emellere sahip olan TC, bunun olmazsa olmaz araçlarından biri olan nükleer gücü de eline almak istiyor. Bu konuda ABD’li yet-
30
kililer ve enerji şirketleriyle görüşüp gelen Enerji Bakanı Hilmi Güler, “bir yetmez üç tane kuracağız” dedi. Böyle olunca da nükleer enerji meselesi yeniden gündemin başköşelerinden birine oturmuş oldu.
Nükleer fisyon santrallerine karşı Marksist Tutum Bu tartışmalar her gündeme geldiğinde burjuva medyanın sayfaları ve ekranları nükleerci “mücahitler”in “bilimsel” kanıtlarıyla dolup taşıyor. Bunun karşısında ise genellikle mühendis odalarının temsilcileri, çeşitli çevre örgütlerinin sözcüleri ve karşıt eğilimdeki bilim adamları yer alıyorlar. Reformist olsun devrimci olsun örgütlü sol çevreler de konuyu esasen bu kesimlerin kullandığı argümanlar temelinde ele alıp tutum belirliyorlar. Pek çok konuda olduğu gibi, ne yazık ki bu konuda da, devrimcilerin yayınlarını Marksist görüşler değil klişe retorikler dolduruyor. Deniz Moralı’nın Ekim 2004’te yayımlanan Radyoaktif Kapitalizm broşüründe söylediği gibi; Marksist bir perspektifle bakıldığında, konunun ele alınışında genel bir ufuk darlığı göze çarpıyor. Kimisi konuyu sıradan bir çevreci duyarlılığı düzeyinde, kimisi ucuzluk-pahalılık argümanları çerçevesinde, kimisi salt teknik bir sorun ola-
Nisan 2006 • sayı: 13 rak ele alırken, meselenin politik ve toplumsal yönlerine eğilenler de çoğunlukla ya “ulusal çıkarlar” söyleminin dar bakışına (değişik biçimlerde de olsa) hapsolmakta, ya “karanlık emelleri olan nükleer lobilere” dair gazetecilik değerlendirmeleri düzeyinde kalmakta, ya gelişmiş kapitalist ülkelerdeki durumu idealize eden bir yaklaşım sergilemekte, veyahut genel anlamda teknolojiyi ve teknolojik gelişmeyi yadsıma noktasına varan şüpheci ve karamsar görüşler ileri sürmekteler. Oysa nükleer santraller sorunu, insanlığın üretici güçlerinin (ve bunlar arasında teknolojinin) tarihsel gelişmesinin, insanlığın bir bütün olarak ihtiyaçlarını gidermeye yeterli bir temel sağlayıp sağlamadığı, insanı ve çevreyi tahrip etmeden insan ihtiyaçlarını gidermenin mümkün olup olmadığı ve bu sorunların, kaçınılmaz olarak ortaya çıkan toplumsalpolitik niteliği gibi hususları içeren geniş bir bağlama oturtulmalıdır. (Tarih Bilinci Yay., Ekim 2004, s.6)
Alıntıda sözü edilen karşı çıkış biçimlerinin kısmi karakteri giderek daha fazla açığa çıkmaktadır. Mesela, “dünya bunu terk ediyor” argümanını kullanan ve ileri ülkelerdeki durumu buna örnek gösterenler, bugün başta ABD olmak üzere birçok ülkede bu sektörde canlanmaların ve yeni siparişlerin söz konusu olmasıyla dayanaksız kaldılar. TAEK Başkanı Çakıroğlu geçenlerde yaptığı bir konuşmada, dünyada 450 civarında nükleer santralin çalıştığını, 30’unun inşaatının sürdüğünü, 100 adet de santral planlandığını, ABD’nin nükleer enerjiyi teşvik etmek için bütçeden 14,2 milyar dolar pay ayırdığını belirtti. Çakıroğlu, “nükleer enerjiden vazgeçenler, eski teknolojilerini ihraç etmeye çalışıyor” düşüncesine ilişkin de şunları söyledi:
marksist tutum
sını Marksistlerin iyi anlaması gerekiyor. Marksistler açısından bu türden savunular anlamsızdır. Ancak ne yazık ki bu argüman çok sayıda sosyalistin dilindedir. Oysa nükleer fisyon reaktörlerinin ucuz ya da pahalı olmasının sosyalistler için ne gibi bir önemi olabilir? Kapitalizmin “ucuz maliyet” kaygısının tahripkârlığını iyi bilenler, nükleer fisyon santralleri söz konusu olduğunda aynı kaygıyı nasıl sahiplenebilirler? Bütün sistem içi eleştiriler bu denli dayanaksızken, nükleer enerji konusunun Marksist bir yöntemle değerlendirildiği Radyoaktif Kapitalizm broşüründe ortaya konan temel görüş her geçen gün daha fazla doğrulanmaktadır. Kapitalizme karşı çıkmadan nükleer santrallere tutarlı biçimde karşı çıkmak mümkün değildir! Nükleer fisyon santrallerine karşı olanlar konuyu böyle bir perspektiften ele almadıkları için, zaman zaman bu santrallerden yana olanlarla aynı zararlı önyargıları paylaşmakta ve geniş kitleler için bilinçlendirici olmaktan çok, bilinç bulandırıcı olabilmektedirler. Elbette nükleer fisyon santrallerine karşı çıkılması gerekir, çünkü insanlık için hiç de katlanılması gerekmeyen ciddi bir risk oluşturuyorlar. Ama karşı çıkışın doğru bir perspektifle ve yeterli argümanlarla yapılması da şarttır. Konunun teknik yönlerine bakıldığında, nükleer fisyon
Uluslararası standartlar, kısıtlamalar var, eski teknolojiyi ihraç söz konusu olamaz. Zira nükleer santrallerin güvenliği bütün dünyayı ilgilendiren bir husustur. Dünyada nükleer enerjiye yönelik yoğun talep var. 2-3 sene sonra nükleer santraller için talep artışı olacak. Bugünden harekete geçmezsek, 2-3 sene sonra görüşecek firma bulamayabiliriz. Eğer 2007’de başlar, 2010-2011’de teslim edilecek şekilde ekipman siparişi verebilirsek, santral ancak 2012’ye yetişir.
Diğer taraftan egemenler yine Radyoaktif Kapitalizm’de dikkat çekildiği gibi tam da çevrecileri can evinden vuracak şekilde nükleer santralleri sera etkisi ve küresel ısınmaya karşı bir tedbir olarak sunuyorlar. TAEK’in internet sitesinde bu konuyla ilgili yazılanlar şöyle: Nükleer enerji üretim zinciri, tümüyle ele alındığında sera gazı salımı konusunda en temiz seçenektir. Nükleer enerjinin iklim değişikliğine sebep olan atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunun azaltılmasında büyük rolü vardır. Günümüzde nükleer santraller, elektrik sektöründen kaynaklanan sera gazı salımında yıllık olarak yaklaşık %17 azalmaya sebep olmaktadır. Yani bu santrallerin yerine fosil yakıtlı santrallerden elektrik elde edilseydi her yıl 1,2 milyar ton karbon atmosfere verilecekti.
Yine “nükleer enerji pahalı” argümanını savunanların, bugün hızla yükselen petrol ve doğalgaz fiyatları karşısında nükleer fisyon enerjisinin bu açıdan eskiye nazaran daha makul hale gelmesiyle söyleyecek sözlerinin kalmama-
31
marksist tutum
santrallerinin esasen iki önemli tehlike yaratığı görülür. Birincisi radyoaktif atık sorunu olarak bilinen tehlike, ikincisi ise reaktörün bir tür “radyasyon fabrikası” olması nedeniyle ortaya çıkan tehlike. Nükleer atık sorunu nükleer fisyon enerjisinin zayıf karnıdır. O nedenle nükleerci “mücahit”ler bu sorunu tartışmaktan özellikle kaçınırlar. Bu atıklar, aktivitesi yüz binlerce yıl süren, uzun ömürlü ve yüksek düzeyli atıklardır. Nükleerciler bu atıkların bir zarara yol açmayacak şekilde özel gömme teknikleriyle ortadan kaldırılabileceğini iddia etmektedirler. TAEK’in internet sitesinde bu sorunun çözümüne dair; “nükleer santrallarda kullanılan kullanılmış yakıtlar, 10-20 yıl süre ile santral sahasında saklanacaklardır. Bu dönemde aktivitelerinin %98’inden fazlasını kaybedeceklerdir. Asıl sorunu oluşturan uzun ömürlü radyoaktif maddeler de camlaştırılacak, camlaştırılan bu maddeler de kademeli koruma mantığı çerçevesinde kurşun, beton ve korozyona dayanıklı kaplar içine konulacak, bu kaplar da jeolojik olarak kararlı bölgelerde yerin yaklaşık 1000 m altında hazırlanacak beton zırhlı galerilerde saklanacaktır. 1000 MWe gücündeki bir nükleer reaktör, yılda yaklaşık olarak 27 ton (7 m3) kullanılmış yakıt atığı üretmektedir” deniyor. Oysa hiçbir gömü yerinin ve gömü biçiminin yüz binlerce yıl, hatta daha fazla koruma sağlaması mümkün değildir. Sorunun kalbi buradadır, ancak nükleer fisyon santrali karşıtları, ne yazık ki bu nokta üzerinde pek fazla durmamaktadırlar. Ayrıca Deniz Moralı’nın eklediği gibi: “Sanki atıkların sorunu hacimleriymiş gibi. İşin garibi kimsenin onların bu kaba saptırmasını açığa vurmayı akıl etmemesidir. Radyoaktivite ve radyasyon tehlikesi söz konusu olduğunda hacim neredeyse bütünüyle ilgisizdir. Doğrusu milyonlarca insanı ortadan kaldırabilecek nükleer bombaların hacimleri oldukça küçüktür.” (s.14) Yani sorunun çözümünün atıkların boyutuyla en küçük bir ilgisi yoktur. Nükleer fisyon santrallerinin esasen iki önemli tehlike yaratığı görülür. Birincisi radyoaktif atık sorunu olarak bilinen tehlike, ikincisi ise reaktörün bir tür “radyasyon fabrikası” olması nedeniyle ortaya çıkan tehlike. Nükleer atık sorunu nükleer fisyon enerjisinin zayıf karnıdır. O nedenle nükleerci “mücahit”ler bu sorunu tartışmaktan özellikle kaçınırlar. Bu atıklar, aktivitesi yüz binlerce yıl süren, uzun ömürlü ve yüksek düzeyli atıklardır. Bunun yanı sıra, Çernobil faciasında ve sonrasında yaşananlarla iyice açığa çıktığı gibi, santralin güvenlik önlemlerini bertaraf edecek koşullar oluştuğunda, radyoaktivite çevreye yayılabilir ve bu durumun sonuçları insanlar ve doğa için baş edilemez boyutlarda olur. Nükleercilerin bu konuda verdikleri teminatlar nafiledir. Olasılık hesaplarıyla yalan söyleme konusunda uzmanlaşmış nükleercilerden bir profesör, böylesi bir ihtimalin sokakta yürüyen bir in-
32
Nisan 2006 • sayı: 13
sanın başına göktaşı düşmesi ihtimali kadar olduğunu söylemişti bir keresinde. Oysa henüz bildiğimiz böylesi hiçbir göktaşı vakası olmamasına rağmen, nükleer kazalara ilişkin kalın dosyaların atom enerjisi kurumlarının raflarında olduğu aşikârdır.
Nükleer fisyon santralleri alternatifsiz değil! Kapitalistlerin kendi çıkarları için yaptıkları hesaplar ne olursa olsun, insanlık bugün bu denli yüksek risk içermeyen alternatif enerji kaynaklarına sahiptir ve bunların hayata yaygınlıkla geçmesinin önündeki tek gerçek engel kapitalizmin hâlâ yaşıyor olmasıdır. Başta güneş enerjisine dayalı teknolojiler olmak üzere, nükleer füzyon ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı yolların, dünyanın enerji ihtiyacını karşılamak için teknik/potansiyel açıdan yeterli oldukları ortaya çıktığı andan itibaren, hem fosil enerji teknolojileri hem nükleer fisyon enerjisi tarihsel bakımdan gerici nitelik kazanmışlardır. Bu yüzden enerji sorununda devrimci işçi sınıfı, “ekonomi”nin ya da “ulus”un değil, sadece insan ve doğanın çıkarlarını gözeten ve kendi iktidarı altında dünya ölçeğinde demokratik bir planlamaya dayanan çözümleri savunan bir perspektife sahip olmalıdır: … insanlığın elindeki teknik olanaklar çerçevesinde, enerji sorununun gerçek bir çözümü için, başta güneş enerjisi olmak üzere tüm yeryüzüne dağılmış yenilenebilir enerji kaynaklarına dayanan, bencil ulusal sınırlarla engellenmemiş ve tüm insanlığa zamanında ve bolca enerji ulaştıran bir entegre dünya enerji sisteminin gerektiği apaçıktır. Teknik açıdan bunun önünde hiçbir ciddi engel yoktur. Enerji kaybını ihmal edilebilecek boyutlara indirgeyebilecek süper-iletken iletim hatlarıyla birlikte, tüm yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarını bütün dünyaya yayılmış tek bir enerji şebekesine akıtacak ve ihtiyaca göre yine dünyanın dört bir köşesine enerjiyi dağıtacak bu tür bir sistem, insanlık ve doğanın çıkarlarına uygun en verimli, en temiz sistemdir. Çözümün teknik özü budur. Bu tür bir sistem nasıl oluşturulacaktır? Bunun olması için her şeyden önce, üretimin, insanlığın ve doğanın çıkarlarına uygun olarak, kontrollü, bilinçli bir şekilde yapılması gerekir. Ama öte yandan üretim, kapitalizmde olduğu gibi bir azınlığın çıkarlarına tâbi olarak yapıldığı sürece, insan ve doğanın çıkarları açısından bilinçli ve kontrollü olamaz. Üretimin bilinçli ve kontrollü olabilmesi için, doğrudan doğruya insan ihtiyaçlarının giderilmesine dönük olması gerekir. Yani toplumsal kullanım değerleri üretimi söz konusu olmalıdır. Bu da insanların üretimin nasıl, ne kadar yapılacağına bizzat karar vermeleriyle, yani üretimi gerçek anlamda planlı kılmalarıyla mümkündür. Demek ki üretimin hâkimi, kapitalist ya da başka türden bir azınlık değil, bizzat üreticilerden oluşan çoğunluk, yani aslında toplumun kendisi olmalıdır. (Radyoaktif Kapitalizm, s.45)
Çevre sorunlarını da, kirli teknolojiler sorununu da çözecek olan devrimci işçi sınıfıdır. Bunun dışındaki çözüm arayışları her seferinde gerçeklerin duvarına toslayacaktır.
S
ınıfsal çelişkiler ve sınıflar arasındaki uçurum özellikle emperyalizm çağında öylesine keskinleşmiş durumda ki, burjuvazi her türlü saldırı aracını kullanarak ezilen kitleleri pasifleştirmeye, etkisiz kılmaya çalışıyor. Burjuvazinin bu uğurda başvurduğu araçlardan biri de çeşitli türden uyuşturucuları emekçi kitleler arasında yaygın hale getirerek onların düşünmelerinin ve baş kaldırmalarının önüne geçmektir. ABD’de oldukça yaygın olan uyuşturucu kullanımı gün geçtikçe diğer ülkelere de yayılıyor. ABD’de yaklaşık 19,5 milyon kişi devlet tarafından uyuşturucu olarak nitelenen (yasal olarak satılan sentetik kökenli uyuşturucular ve alkol buna dahil değil) uyuşturuculardan kullanıyor. Almanya’da uyuşturucu kullanma oranları yükseliyor, “davranış bozukluklarını” düzelten ve yasal olarak satılan Ritalin adlı madde 1993’te 34 kilo tüketilirken bu miktar 2000 yılında 463 kiloya ulaşmış durumda. İngiltere’de sigara içmeye karşı büyük kampanyalar düzenlenirken uyuşturucu kullanımına sınırlandırma getirilmiyor ve hatta esrarın serbestçe satılabilmesi tartışılıyor. İsviçre’de özel olarak “devletin kontrolü altında” esrar içilen kafeler yaygınlaşıyor (2000 yılı verisine göre Basel kentinde bu şekilde 100’den fazla kafe mevcuttu). Yapılan araştırmalara göre 19992002 arasında AB üyesi 15 ülkedeki 100 binden fazla genç aşırı dozdan öldü. Türkiye’de ise son yapılan araştırmalara göre uyuşturucu kullanma yaşı 10’a düşmüş durumda. Özellikle gelişmiş ülkelerde, uydurma kriterlere dayanılarak türetilen “davranış bozuklukları”nın tedavisi için çocuklara sentetik uyuşturucular ihtiva eden ilaçlar dayatılıyor. Bağımlılık yapmadığı iddia edilen bu ilaçlar sayesinde çevresinde olup bitenlerin farkında olmayan, ani tepkiler vermeyen, irdelemeyen, susan, ebeveynlerine, öğretmenlerine ve en önemlisi sisteme karşı gelmeyen, yani burjuvazinin kalıpları içinde “davranışları düzgün” bireyler ortaya çıkıyor. Ayrıca bu haplar, ilaç kullanma alışkanlığını belirleyerek ilerleyen yaşlarda bu genç bireylerin uyuşturucuya yatkınlığını arttırıyor. Yani burjuvazi gençleri kendi elleri ile uyuşturucuya alıştırıyor. Yapılan araştırmalar dünyada uyuşturucu kullanan kişi sayısının 1 milyarı aştığını gösteriyor, yani dünya nüfusunun yaklaşık %15’i uyuşturucu kullanıyor. Bu araştırmalara göre son 10 yıl içinde, uyuşturucu kullanım oranı %400 artış göstermiş durumda. 1995-1998 yılları arasında “ecstasy” kullanımı iki kattan fazla artarken, eroin kullanımı iki kat, uyuşturucu hap kullanımı ise 1,5 kat artmış. Bu, burjuvazinin açık ve bilinçli bir saldırı politikasıdır ve amacı genç beyinlerin susturulması, düşünmekten alıkonması, gençliğin ehlileştirilmesi ve içindeki ateşin söndürülmesidir. Sigara ve alkol bağımlılığına karşı büyük kampanyalarla sözde mücadele yürüten
Uyuşturan Kapitalizm Vedat Karpat
33
marksist tutum
burjuva devletler, söz konusu olan gerçek uyuşturucular olduğunda bu mücadeleyi arka plana atıyorlar, çünkü uyuşturulmuş bir toplum burjuvazinin işine geliyor. Toplum ne kadar uyuşursa, burjuvazi egemenliğini o kadar rahat devam ettirebilecektir!
Devletin öteki yüzü 1995 yılının Mart ayında Gazi Mahallesi halkı, faşistlerin bir kahveyi taraması ve bir kişinin ölmesi sonucunda, yaşadığı aşağılanmalara, ezilmeye ve polis baskılarına karşı harekete geçmiş, karşısında devletin kolluk güçlerini bulmasına rağmen direnmeye devam etmişti. Uzunca bir süre polisin müdahale edemediği direniş sonunda polis-asker işbirliği ile bastırıldı. Ne var ki direnişin bastırılması, mahallenin ve devrimci gençlerin teslim alınabildiği anlamına gelmedi. Sonrasında, devlet, devrimcilerin egemen olduğu Gazi Mahallesine ne polisi ne de askeri ile kolayına girebildi. Oysa 1990’lı yıllarda polisin ve askerin giremediği, kurtarılmış bölge adı verilen Gazi Mahallesi, bugün birahanelerle ve uyuşturucu satıcıları ile dolmuş durumda. Her sokağın başında devriyelerin dolaştığı Gazi Mahallesinde uyuşturucu satıcılarının kol gezmesi, fuhuşun ve hırsızlık olaylarının artması aslında bunların burjuva devletin gözetiminde sistemli bir şekilde yapıldığının kanıtıdır. Sonuç olarak burjuvazi, silahlı gücü ile giremediği bölgeyi bugün uyuşturucu satıcıları aracılığıyla kontrol altına almayı başarabilmiştir. Gazi Mahallesi en büyük örnek olmakla birlikte tek örnek değil. Okmeydanı, Kadifekale ve Yamanlar da devletin aşağılık oyunları ile uyuşturucunun, yozlaşmanın hâkimiyeti altına girme tehlikesi yaşıyor. Bu mahallelerin hepsi ortak özellikler taşıyor. Her şeyden önce hepsi işçi mahallesi, Kürt ve Alevi kökenli insanlar çoğunlukta ve bu mahallelerde yaşayan insanlar varolan kapitalist sömürü sistemi ile barışık olan, düzenin devamından çıkarı olan insanlar değil. Tam tersine mücadeleci bir geleneğe sahipler. Burjuvazi, kendisi için tehlike yaratabilecek dinamikler barındıran bu semtlere, 1995 Gazi direnişinde yaşadığı sıkıntıları bir daha yaşamamak için sistematik olarak saldırıyor. Uyuşturucu taciri devlet, bu bölgelerde ideolojisini ancak uyuşturarak egemen kılabiliyor. Uyuşturucu kullanımının gizliden gizliye desteklenmesi sadece İstanbul’da yaşanmıyor. Doğunun Paris’i sayılan, gelişmiş sanayisi sayesinde gelişkin bir işçi sınıfına da sahip olan Gaziantep’te ana caddelerin, meydanların, gösterişli mekânların çevresinde, uyuşturucu alan gençlerin oluşturduğu öbeklere rastlamadan geçmek mümkün olmuyor. Piyasa öyle bir şekilde düzenleniyor ki, herkes bütçesine göre bir uyuşturucu bulabiliyor. Burjuva mekânlarda büyük paralara satılan uyuşturucular, işçi bölgelerinde zenginlerin aldıkları fiyatların kat kat altında temin edilebiliyor. Yoksul işçi çocuklara da en kolay ve en ucuz uyuşturucuları kullanmak, yani bali ya da tiner koklamak düşüyor. Gazian-
34
Nisan 2006 • sayı: 13
tep’in arka mahalleleri ve özellikle bazı yoksul semtlerinde, çocuk işçilerin çalıştırıldığı uyuşturucu imalathanelerinden söz ediliyor. Bu imalathanelerde bazen ailece çalışanlar da var: tek amaç yaşayabilmek. 10-12 yaşındaki çocuklar bir taraftan yaşıtlarını zehirleyecek olan uyuşturucu imalatında çalışırlarken diğer taraftan bu uyuşturucuları kendileri de kullanıyorlar. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Devrimci hareketleri bastırabilmek için en insanlık dışı yöntemlere başvurmak, burjuvazinin sınıfsal karakteridir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de ABD’de yaşanmıştır. ABD’de, özellikle 1960’lı yıllar boyunca Martin Luther King, Malcolm-X ve “Kara Panterler Partisi” önderlikleri altında Afrika kökenli Amerikalılar, beyazlarla eşit haklara sahip olabilmek, ayrımcılığa son vermek, işsizliğin ortadan kaldırılması ve özgürlük için mücadeleye atıldılar. Büyük çoğunluğu Afrika kökenli Amerikalılardan oluşan bu insanlar, burjuvazinin ayrıcalıklı konumuna ve ayrımcı tutumlarına karşı isyan bayrağını yükselttiler. 1966 yılından itibaren hareket büyük bir ivme kazandı. Özellikle “Kara Panterler” bir milyona yaklaşan üye sayısına sahipti. Gelişen hareket Afrika kökenlilerin hareketi olmaktan çıkarak devrimci bir söylem kazanmaya başladı. Siyahi harekete tahammül edemeyen “özgürlükler ülkesi”nin burjuvazisi, hareketin içeriği devrimcileştikçe bu harekete karşı saldırılarını yoğunlaştırdı. “Kara Panterler”in yükselişi ve eylemlerine karşılık 300 civarında operasyon yapan burjuvazi buna rağmen hareketin momentini kıramadı. Ancak nihayetinde, yasakların veya silahlı operasyonların yapamadığını uyuşturucu başardı! Siyahların yaşadığı bölgelere uyuşturucu sokularak kitlenin pasifleştirilmesi başarıldı.
Uyuşturucu ticaretinde devletin rolü Uyuşturucu ticaretinin kârlılığı yeni bilinen bir şey değil. 19. yüzyıl başlarında, Amerika kıtasından Avrupa’ya tütün ihraç edilmesi sonrasında Avrupa’da tütün ve afyon kullanımında büyük miktarlarda artışlar yaşandı. İngilizler, sömürge durumundaki Hindistan’dan bir taraftan Avrupaya, diğer taraftan nüfusu çok kalabalık olan ve büyük bir ticari potansiyeli olan Çin’e afyon ihraç ederek uyuşturucudan büyük kârlar elde ettiler. Afyon tüketiminin yaygınlaşması karşısında Çin hükümeti afyon kullanımını ve ticaretini denetim altına almaya çalıştı. İngilizler, Çin hükümetinin afyon yasaklarını resmen kaldırması için Çin’e savaş ilan ettiler. İngiltere ile Çin arasında yaşanan 1840-42 Afyon Savaşlarının ardından Hong-Kong Çinliler tarafından İngiliz egemenliğine bırakıldı ve Çin’de afyon ticareti serbest kılındı. Bunu izleyen süreçte Çin’de pek çok insan afyon bağımlısı haline geldi. Fransız gizli servisi SDECE de bu konuda İngiltere’yi aratmaz. SDECE, 1946-1954 yılları arasındaki ilk Vietnam savaşında afyon tacirlerine destek vermiş ve Saygon’u korumalarına karşılık onlara büyük miktarlarda paralar aktar-
Nisan 2006 • sayı: 13
mıştır. Günümüzde ise burjuvazi 200 yıllık deneyimi ile uyuşturucu ticaretini çok daha profesyonelce yapıyor. Uyuşturucuyu bir taraftan kitleleri uyuşturmak, yozlaştırmak ve pasifize etmek için kullanırken, diğer taraftan uyuşturucu işinden çok büyük miktarlarda kârlar elde ederek yaptığı insanlık dışı işleri finanse ediyor. 1997 Dünya Uyuşturucu Raporu, uyuşturucu ticaretinin dünyadaki ticari dolaşımın %8’ine karşılık geldiğini belirtiyor. Kabaca bir hesapla bunun 250 milyar euro civarında bir miktara karşılık geldiği söylenebilir. Bolivya, Peru, Afganistan, Kolombiya, Tayland gibi ülkelerin ekonomisinde uyuşturucu ticaretinin büyük payı var. Pakistan Uyuşturucu Kontrol Heyetinin verdiği bilgilere göre, bu ülkede 1991 ve 1992 yıllarında 200 ton afyon üretilmiştir. Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kuruluşunun tahminlerine göre Pakistan uyuşturucu satışından yılda yaklaşık 2,7 milyar dolar gelir sağlıyor. Geliri çok da fazla olmayan Pakistan devleti için uyuşturucunun ne kadar önemli bir yeri olduğu bu verilerden açıkça görülüyor. Ama bu sadece Pakistan ekonomisinin değil, politikasının da önemli bir parçasıdır. Hem Pakistan ordusunun hem de istihbarat örgütünün bu uyuşturucu ticaretinde yoğun ölçüde yer aldığı bilinmektedir. Ordu ve istihbarat örgütünün uyuşturucu ticaretiyle ilgilenmesinin en büyük sebeplerinden biri gizli iç ve dış operasyonlarını finanse edebilmektir. Jammu ve Keşmir’deki savaş dolayısı ile Pakistan istihbaratının uyuşturucu trafiğini denetim altında tutarak kontrgerillaya kaynak sağladığı, sınır kuşağında yaşayan nüfusun canlılığını kırmaya uğraştığı ve bölge gençlerini muhbir/taraftar olarak kazanmaya çalıştığı biliniyor. Sözde “terörü ortadan kaldırmak” için Afganistan’ı işgal eden ABD’nin en büyük müttefiklerinden biri olan Pakistan, bugün ABD’ye giren eroinin %20’sini karşılamaktadır. Üretici olarak değil ama tüketici olarak dünya uyuşturucu piyasasında en önde gelen ülke olan ABD, terörle mücadele bahanesi ile Afganistan’a girerek uyuşturucu trafiğinin tam merkezine yerleşmiştir. Uyuşturucu trafiğinin çıkış noktası olan Afganistan-Pakistan-Hindistan bölgesinin ABD’nin kontrolünde olması, bu pastadan en büyük payı ABD’nin almasını sağlıyor. Bu da burjuvazinin uyuşturucuya karşı yaptığı “mücadelenin”, uyuşturucuyu ortadan kaldırmak için değil, olsa olsa uyuşturucu ticaretini kendi denetimi altında tutmak için yapıldığını gösteriyor olsa gerek.
Uyuşturan kapitalizm Dünyanın her tarafında, “terörle mücadele” adı altında sürdürülen kontrgerilla faaliyetlerinde kullanılan silahlı grupların bir ayağı mafyada iken diğer ayağı da devlet içindedir. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil, dünyanın tamamında varolan bir olgudur. Bugün Bolivya’da, Kolombiya’da, Peru’da ve genel olarak Latin Amerika ülkelerinin
marksist tutum
tamamında mücadele eden devrimci grupların karşısına çıkarılan karşı-devrimci güçler, uyuşturucu ticaretinden elde edilen gelirlerle finanse edilmektedir. Bu durum artık bir söylenti değil, ABD mahkemelerinde bile belgelenen bir gerçekliktir. 1960’larda ABD’de siyahların özgürlükçü hareketinin, 1970’lerde Türkiye’de sol hareketin engellenebilmesi için uyuşturucu gelirleri ile finanse edilen para-militer gruplar kullanılmıştır ve halen kullanılmaktadır. Türkiye’de uyuşturucu ticareti ile devletin ilişkisi artık dizilere geçecek kadar açığa çıkmıştır. Uyuşturucudan elde edilen gelirlerin yüklü bir kısmı PKK karşıtı kontrgerilla faaliyeti finansmanında kullanılmıştır. Kürt illerinde uzun yıllar boyunca devam eden olağanüstü hal uygulamalarının bir yönü de, çok büyük çaplı bir gelir kaynağı olan uyuşturucu trafiğinin kontrol altında tutulabilmesi olmuştur. Türkiye’de uyuşturucunun yayılma noktalarından biri olan Van’da olağanüstü hal uygulamasının kalkması için mecliste yapılacak olan oylamadan bir gün önce ordu karargâhına yapılan saldırıların olağanüstü hal uygulamasını devam ettirmeye yönelik olarak devlet içinden planlandığı bugün açıkça yazılıp çizilmektedir. Yine bu trafik dahilinde, devletin gizli örgütlerinin mafyayla ilişkileri de bugün artık bilinen konulardır. Susurluk “çetesi” vb. bunun göstergesidir. Burjuvazinin uyuşturucuya karşı mücadelesi ikiyüzlü bir mücadeledir. Yapılan “mücadele”, sadece uyuşturucu ile savaşıldığını, sorumlunun kendileri olmadığını işçi sınıfına yutturabilmek için yapılan göstermelik bir mücadeledir. Ya da son derece kârlı bir ticaret olan uyuşturucu dağıtımını tamamen kendi kontrolünde tutmak için yapılmaktadır. Uyuşturucuya karşı mücadelenin gerçek anlamda yapılabilmesi için hedef sadece uyuşturucu tacirleri değil onların da bir parçası oldukları kapitalizm olmalıdır. Burjuvazi her şeyden olduğu gibi uyuşturucudan da kâr ediyor. Ama uyuşturucudan maddi olarak inanılmaz kârlar elde etse de, asıl kârı, toplumun uyuşarak onun egemenliğine karşı koyamayacak hale gelmesidir. Bu bağlamda önemli olan kurtların değil, o kurtların beslendiği vadinin ortadan kaldırılmasıdır. Kapitalizme karşı yürütülen mücadelede temel rolü oynayacak olan işçi sınıfı, gençlerin ve insanların zehirlenerek yok edilmelerine karşı mücadele bayrağını yükseltmek zorundadır. Kapitalizm kendi mezar kazıcıları olan işçi sınıfını yaratmıştır. Kapitalizm mezara girmediği sürece insanlığın hiçbir anlamda kurtuluşu söz konusu olamaz. Gerçek insani değerlerin yaşanacağı bir toplum işçi sınıfının ellerinin ucundadır. Bundan dolayı işçi sınıfı kapitalistlerin aldatmalarına karşı uyanık olmalı ve burjuvaziye karşı tek vücut mücadele edebilmelidir. Uyuşturucuyu ve uyuşturanları ortadan kaldırabilmek bizlerin elindedir.
35
marksist tutum
1956 Macaristan Devrimi İşçilerin Devriminden Bürokrasinin Karşı-Devrimine
Utku Kızılok Doğu Avrupa’da bürokratik diktatörlükler 1956’nın baharından başlayarak bir muhalefet yükseliyordu Macaristan’da; ancak başlayan muhalefetin hangi doğrultuda gelişeceği belli değildi. Dahası ilerleyen aylar boyunca muhalefet öylesine cılız kalmıştı ki, ufukta bir devrim fırtınasının yaklaşmakta olduğunu söylemek pek olası gözükmüyordu. Fakat sonbahara gelindiğinde değişen sadece mevsim olmamış, diplerden yüzeye vuran, toplumu her düzeyde sarsarak içine alan bir devrim fırtınası oluşmuştu. 22 Ekimde başlayan devrim süreci hızla ikili iktidarla karakterize olacaktı. Ancak işçi sınıfı siyasal iktidarı fethedemedi ve Sovyet bürokrasisinin tankları ve askerleri devrimci kitlelerin üzerine yürüyerek devrimi yenilgiye uğrattı. Macar devriminin ayrıntılarına girmeden Doğu Avrupa’da bürokratik diktatörlüklerin nasıl kurulduklarına ve devrimin tarihi arka planına kısaca göz atmak gerekiyor (Ayrıntılı bir okuma için bkz. Elif Çağlı, Marksizmin Işığında). İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından muzaffer çıkan ABD, İngiltere ve SSCB kendi nüfuz alanlarını belirleyerek Avrupa’yı pay etmişlerdi. 1945 Yalta Konferansı Avrupa’nın paylaşımını kesin bir şekilde sonuca vardırıyordu: Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Polonya ve Almanya’nın doğusu SSCB’nin egemenliğine bırakılırken, Avrupa’nın geri kalanı esas olarak ABDİngiliz emperyalizminin nüfuz alanı olacaktı. Tüm bunların anlamı, bu ülkeler-
36
de ve Batı Avrupa’da gelişecek devrimlerin Sovyet bürokrasisinin çıkarlarına feda edilmesiydi. Stalin’e göre “Üç Büyükler”in arasındaki ittifak “rastlantısal ve geçici” değil, “hayati ve uzun vadeli çıkarlar” temelinde yürümekteydi; sorunlar, “uzun vadede bu birliğin çıkarlarına uygun olarak çözümlenmelidir”. (ak: Fernando Claudin, Komintern’den Kominform’a, cilt 2, Belge Yay., s.150-51). Gerçekten de sorunlar “Büyük İttifak”ın çıkarları temelinde “çözülecek”, savaşın yarattığı devrimci durumlar başta İtalya, Fransa ve Yunanistan olmak üzere her yerde boğulacaktı. SSCB’nin nüfuzuna bırakılan Doğu Avrupa ülkelerinde işçi sınıfı fabrika konseyleri kurarak tüm işletmeleri kendi denetimine almaya başladığında, karşısında Sovyet işgal güçlerini bulacaktı. Savaşla birlikte hemen her kent yıkılmış, konutlar oturulamaz hale gelmiş, fabrikalar tahrip olduğundan işlemez olmuştu. İşçi sınıfı, kurduğu konseyler aracılığıyla üretimi ve toplumsal yaşamı adeta kendi iktidarı altında yeniden örgütlüyordu. Ancak Sovyet bürokrasisi ve onun uzantısı KPler bu durumdan oldukça rahatsızdılar. Dimitrov 1946’da yaptığı bir açıklamada şöyle diyordu: “Acil görevimiz sosyalizmin gerçekleşmesi veya bir Sovyet sisteminin yürürlüğe konulması değil, par-
Sınıf Belleği lamenter demokrasinin pekiştirilmesidir.” (age, s.213). “Büyük İttifak”ın geleceği henüz belli olmadığından Stalinist bürokrasi kendi kopyalarını örgütlemeye girişmediği gibi, egemenliğini sarsacak gerçek bir işçi iktidarına da göz yumamazdı. İşçilerin kurduğu konseyler dağıtıldı ve işçilerin üretim üzerindeki denetimine son verildi. 1947’ye gelindiğinde hemen tüm Avrupa’da işçi devrimleri Sovyet bürokrasisi tarafından kontrol altına alınarak boğulmuştu. Böylece “Büyük İttifak”ın geleceği de belli olmuş oluyordu: emperyalistler Avrupa’da gerçek bir proleter devrim tehlikesini Sovyet bürokrasisi aracılığıyla savuşturup kapitalist düzenin bekasını sağladıktan sonra, sözümona komünist SSCB’ye de ihtiyaçları kalmamıştı. ABD, Doğu Avrupa da dahil olmak üzere tüm Avrupa’yı kapitalist sisteme entegre etmek amacıyla Marshall Planını devreye soktu. Emperyalistlerin SSCB’nin nüfuz alanına müdahale etmeye başlaması Sovyet bürokrasisinin keskin bir dönüş yapmasına yol açtı. Bürokrasi hızla, işgal altında tutuğu Doğu Avrupa ülkelerinde kendi kopyalarını yaratmaya girişti. KP’ler aracılığıyla devlet aygıtı yukarıdan aşağıya yeniden örgütlendi ve KP’ler devletin içine yerleşerek devlet bürokrasisi ile özdeşleşti. Tüm büyük sanayi işletmeleri ve toprak devletleştirildi. SSCB’de olduğu gibi, devlet mülkiyetine, dış ticaret tekeline ve planlı kumanda ekonomisine dayalı despotik bürokratik diktatörlükler Doğu Avrupa ülkelerinde de yükselmeye başladı.
marksist tutum
Sınıf Belleği 1956 öncesi Faşizmin yenilgisi Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere tüm dünyada SSCB’ye büyük bir prestij kazandırmıştı. Doğu Avrupalı işçi-emekçi kitleler bu dönemde Stalinist KP’lere girmekten geri durmadılar; savaş öncesinde birkaç bini aşmayan üye sayısı, zaferi takip eden süreçte milyonları bulacaktı. Macaristan da bu ülkelerden biriydi; Alman ordularının geri püskürtülmesi ve Macar faşist rejiminin yıkılmasında büyük bir rolü olan Sovyet ordularının uluslararası antlaşmalarla denetçi sıfatıyla ülkede kalması, Macaristan’ın tarihinde önemli bir dönüm noktası olacaktı. Bu tarihten itibaren yapılan seçimlerde KP de hızla oy oranlarını arttıracaktı. 1947’de yapılan seçimlerde daha önce büyük bir güce sahip olan Küçük Mülk Sahipleri Partisi %15 oranında oy alırken, Komünistlerle Sosyal Demokratların oluşturduğu İşçi Bloku oyların %45’ini alarak galip çıkmıştı. 1948’de Sosyal Demokrat Partiyle birleşen ve Macaristan Emekçi Halk Partisi adını alan KP, 1949’da yapılan seçimlerden ezici bir zaferle çıktı. Aynı yıl “sosyalist” temellerde yeni bir anayasa oluşturulacak, ülkenin adı Macaristan Halk Cumhuriyeti olarak değiştirilecek ve diğer partiler kapatılarak tek parti diktatörlüğü uygulanmaya başlanacaktı. Ancak işçi-emekçi kitleler tez zamanda hayal kırıklığına uğrayacaklardı; iktidarın örgütleniş sürecine dâhil edilmedikleri gibi, öz-yönetim organları da tasfiye edilecekti. Bununla birlikte emekçi kitleler ezilmeye ve sömürülmeye devam ediyordu ve üstelik bu sistem “sosyalizm” etiketliydi. İktidar tekelini elinde bulunduran bürokratik sınıf sürekli huzursuz, kaygılı, etrafının düşmanlarla çevrili olduğu sanısıyla yaşamakta ve bundan dolayı kitleler üzerinde devlet baskısını her daim canlı tutmakta, sıkça parti ve devlet kademelerinde tasfiyelere gitmekteydi. 1953’e kadar 200 bin kişi ya partiden veya devlet kademelerinden tasfiye edilmiş, toplama kamplarına ve cezaevlerine gönderilmiş ya da öldürülmüştü. Partinin liderlerinden olan ve İçişleri
Bakanlığı yapan Loszlo Rajk ve pek çok parti önderi SSCB’ye mesafeli yaklaştıkları ve Tito gibi daha “ulusalcı” bir çizgi izledikleri için “Titoist”, “emperyalist güçlerin casusu” ve “Troçkist ajan” olmakla itham edilmiş ve 1949 Ekiminde idam edilmişlerdi. Oluşturulan devasa bürokrasi (yaklaşık bir milyon) ordusu ve onun özel kolu Siyasi Polis Teşkilatı (AVH), toplumu her düzeyde kuşatmakta ve anti-demokratik uygulamalarla devletin çelik mengenesinde sıkmaktaydı. Anti-demokratik uygulamalar, süreklileşen devlet baskısı, düşen ücretler ve hayat pahalılığı emekçi kitlelerde büyük bir hoşnutsuzluğa yol açıyordu. Kumanda ekonomisi ağır sanayi yatırımlarına hız verirken tüketim mallarına dönük
yatırımlar azalmakta, tüketim malları kalitesiz ve yetersiz üretilmekteydi. Buna karşın, toplumsal artı-ürüne el koyan bürokrasi, yoğun bir şekilde silah sanayiine yatırımlar yapmakta ve silahlanmaya devasa bütçe ayrılmaktaydı. Bu duruma tepki gösteren işçiler ise zorunlu çalışma kamplarına gönderilmekle tehdit edilmekteydi. Tüm bu olanlar hemen her Doğu Avrupa ülkesinde yaşanıyordu ve 1953’ten başlayarak işçi-emekçi kitleler bu bürokratik diktatörlüklere tepki vermeye başladılar. 1953’ün baharında, Macaristan’ın başkenti Budapeşte’deki demir-çelik fabrika işçileri düşük ücretleri ve yiyecek kıt-
lığını protesto etmek için greve gittiler. Fakat asıl gelişme Doğu Almanya’da yaşandı. Haziran ayından başlayarak işçiler greve gittiler ve grev genel bir ayaklanmaya dönüştü. Ama Sovyet tankları ve askerleri ayaklanmayı bastırıp, kurulan işçi konseylerini dağıttılar. Sovyet bürokrasisi genel huzursuzluğu kontrol altına almak amacıyla Macaristan’da reformlar yapmaya girişti ve Matyas Rakosi görevden alınarak Başbakanlığa daha ılımlı bir sima olan İmre Nagy getirildi. Fakat Nagy, istenen reformları yapamayacak ve bürokrasinin iç çatışmasının bir sonucu olarak 1955’te partiden atılacaktı.
Devrim başlıyor
1956’nın baharında aydınlar ve öğrenciler harekete geçerek muhalefet platformları oluşturdular. Mart ayında Macar şair Petöfi’nin adına bir kulüp kurarak düzenli toplantılar yapmaya başlamışlardı. Ancak işçi sınıfı henüz sessizliğini korumaktaydı. İtibarı iade edilen Rajk’ın 6 Ekimde yapılan cenaze töreni toplumsal öfkenin kendini dışa vurduğu devasa bir gösteriye dönüştü. 200 bin kişinin katıldığı törende, işçiler kitlesel düzeyde saflarını almışlardı. Bu durum, törene öncülük edenler dâhil, bürokrasiyi de şaşkınlığa sürüklemişti. Bir anda on binlerce insanın tüm korkularından sıyrılarak meydanları doldurması, gelecek günlerin patlamalı dinamiğini gözler önüne sermekteydi. Nitekim kitleler, sezgisel düzeyde de olsa bu gerçekliği o anda kavramış gözüküyorlardı: “Yarı yolda durmayacağız” sloganları bürokratik düzenin devasa binalarına çarpıp geri döndüğünde ilk kıvılcım çakılmıştı. 16 Ekimde Szeged Üniversitesi öğrencileri boykot kararı aldılar; 22 Ekimde bir toplantı yapan Budapeşte Teknik Üniversitesi öğrencileri 16 maddelik taleplerini içeren bir bildiri yayınladılar. Talepler arasında SSCB’nin Macaristandan çekilmesi, serbest seçimlerin yapılması, özgürlüklerin genişletilmesi ve İmre Nagy başkanlığında bir hükümetin kurulması gibi maddeler vardı. Bu arada, Polonya’nın Poznan kentinde işçiler ayaklanmış ve bürokrasi
37
marksist tutum
Sınıf Belleği ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmıştı. Macar yazarlar birliği, Petöfi çevresi ve öğrenciler 23 Ekimde Polonyalı işçileri desteklemek amacıyla bir dayanışma yürüyüşü kararı aldılar. Fakat yürüyüş sonrasında kitle dağılmayarak parlamento binası önünde toplanmaya başladı; akşama doğru parlamento binası önünde 300 bin kişi toplanmış bulunuyordu. İşçiler işyerlerinden çıktılarında evlerine değil, meydanlara akıyorlardı. Devrim fırtınasının bürokratik düzeni yerle bir etmesi pek yakındı. Parti genel sekreteri Gerö’nün yaşananları karşı-devrim olarak adlandıran konuşması radyoda yayınlandığında kitlelerin öfkesi bürokratik düzeni hedef alan devrimci şiddete dönüştü. Devrim başlamıştı! Her devrimci yükseliş, ezilen, sömürülen, örgütsüzlükleri ve bilinçsizliklerinden ötürü tüm olup bitenleri kader olarak düşünmeye şartlandırılan emekçi yığınların bilincinde bir şimşek çakmasına benzer. İşte o anda, kitleler politik arenaya girmekle kalmazlar, olayları kendilerinin belirlediğini gördüklerinde tarihi yapanların da kendileri olduğunun bilincine varmaya başlarlar. Macaristan işçi sınıfı bu gerçeği 1919 Devriminden sonra ikinci kez yaşıyordu.
Devrim ve ikili iktidar
Kitleler bürokratik devletin kurumlarına karşı doğrudan saldırıya geçmişlerdi; radyoevini işgale yönelen göstericilere siyasi polis ateş açarak onlarca kişiyi öldürmüştü. Fakat bu arada, her devrimde kitleleri zafere götüren tarihi olaylar yaşanmaya başlanmıştı. Devlet binalarını korumak amacıyla getirilen askerler halka ateş açmayı reddederek saf değiştiriyor ve silahlarını kitlelere dağıtıyordu. Kilian ve Bem gibi kimi kışlalarda ise askerler kitlelere silah dağıtmaya başlamıştı. İşçiler ise Czepel ve Ujpestdeki silah fabrikalarını ele geçirerek silahlanmışlardı. 23 Ekim gecesi ayaklanma hemen tüm Budapeşte’ye yayılmış bulunuyordu. Silahlı çatışmalar kentin her yanında yaşanmaya başlanmıştı; Sovyet ordusunun müdahalesiyle çatışmalar şiddetini artırarak sürüyordu. Şafak, gecenin karanlığıyla birlikte bürokrasinin karanlığını da söküp atmaktaydı.
38
24 Ekimden başlayarak devrim tüm ülkeye yayıldı; aynı sabah Budapeşte’nin tüm sanayi bölgelerinde genel greve gidildi. Genel grev tez zamanda Miskolc, Györ, Szolnok, Pecs ve Debrecen gibi Macaristan’ın diğer sanayi kentlerine yayıldı. Grev tüm yaşamı durdurdu ve işçiler öz-yönetim organlarını, yani konseylerini oluşturdular; kısa zaman içinde, devrimin seyrinden doğan işçi konseyleri devrimin gerçek taşıyıcısı, iktidar organları haline geldiler. Ordunun dağılması ve askerlerin devrim safına geçmesi, siyasi polisten kopmaların yaşanması, devletin çatlamasına ve çökmesine yol açmıştı. Tüm devlet kurumları işgal edildi; radyoevleri ve gazete binaları ele geçirildi. İnisiyatif her yerde fiilen işçi konseylerinin eline geçmişti. Bu gelişmeler üzerine Sovyet bürokrasisi hazırlıksız Macar bürokrasisinin imdadına yetişerek düzeni nasıl kurtaracağının arayışına girdi. Sovyet bürokrasisi dağılan devlet aygıtının yerine kendi güçlerini geçirirken, düzeni yeniden tesis edecek ve devrimi boşa çıkartacak manevralar yapmaktaydı. 24 Ekim sabahı İmre Nagy’nin başkanlığında bir hükümetin kurulacağı açıklandı; ayrıca demokratikleşme talepleri de kabul edilecekti. Kitlelerin güven duyduğu ve Başbakanlığa önerdikleri Nagy, devrimi soğutmak için bürokrasi tarafından ileri sürülmüştü. Nagy, kitlelere silah bırakmaları çağrısı yaparken sıkıyönetim ilan
edip Sovyet askerlerini yardıma çağırıyordu. Silahlarını bırakan işçilerin suçlu sayılmayacağını ve hayat standartlarının yükseltileceğini vaat ediyordu. Nagy’nin sürekli olarak radyolardan ve gazetelerden kitleleri itidale davet etmesi devrimi durduramadı. Nagy hükümeti gerçekte hiçbir maddi güce sahip değildi. Onu ayakta tutan Sovyet bürokrasisi idi ve amacı devrimi bastırmaktı. Devrim, birkaç gün önce ileri sürülen ve aydınlarla öğrencilerin başını çektiği reform taleplerini ve mücadele yöntemlerini çoktan eskitmişti. Nagy, bu gerçekliği kavrayamadığından devrim ile bürokrasi arasında sıkışıp kalacak ve birkaç gün içinde bir hiçe dönüşecekti. Sovyet askerleriyle devrimci kitleler arasındaki çatışmalar her yerde gece gündüz sürüyordu. 25 Ekimde bürokrasi, Parti genel sekreteri Gerö’yü harcamaya karar verdi; Gerö görevden alınarak onun yerine Janos Kadar getirildi. Basınç altında kalan Nagy, kitlelerin taleplerini kabul ettiğini açıkladı; Sovyet askerleri Budapeşte’den çekilecek, seçimler yapılacak, devrimin kahramanlarından olan Albay Maleter Savunma Bakanlığına getirilecek ve siyasi polis tasfiye edilecekti. Ancak kitleler durulmuyordu, grevler her yerde sürerken konseyler yönetimi ellerinde tutuyorlardı. Yaşanan bir ikili iktidar durumuydu. Toplum her düzeyde örgütlenerek devrime katılıyordu: “Gerçekte genel grev
marksist tutum
Sınıf Belleği her tarafa yayılmış olup hiçbir engele uğramadan devam ediyordu. Fabrikalar ve hemen hemen her daire boştu. Okullar kapalıydı; tramvaylar oldukları yerde duruyorlardı. Enerji ve aydınlatma malzemeleri büyük ölçüde zarar görmüşlerdi.” (ak: Mehmet Ergün, Macar İhtilali, Akşam Kitap Kulübü, 1967, s.27). Bir başka örnek: “Miskolc kenti iki günden beri işçi konseyinin ve öğrenci parlamentosunun liderliğinde bulunmaktadır. İşçi Konseyi, garnizonu ve polisi kontrolü altına almıştır.” (age, s.40). 31 Ekimde 25 fabrikanın işçi konseyi delegeleri bir konferans yaparak önemli kararlar aldılar; kararlar, bürokratik diktatörlüğün yapısıyla örtüşmeyen, bürokrasinin iktidarını ortadan kaldıracak nitelikteydi. Bazı önemli maddeler şunlardı: 1) Fabrikalar işçilere aittir. İşçiler devlete üretim ve kârın bir kısmını temel alarak hesaplanan bir vergi öderler. 2) Fabrikanın en yüksek kontrol organı, işçiler tarafından demokratik yöntemlerle seçilen işçi konseyidir. 3) İşçi konseyi 3 ila 9 üyeden oluşan bir yürütme kurulu seçer. Yönetim kurulu konseyin yürütme makamı olarak hareket eder ve konsey tarafından alınmış kararları ve görevleri uygulamaya koyar. 4) İşyeri yöneticisi, ücreti fabrika tarafından ödenerek çalıştırılır. Yönetici ve diğer yönetici pozisyonundaki kişiler işçi konseyi tarafından seçilirler. 5) İşyeri yöneticisi fabrikaya ilişkin tüm konularda işçi konseyine karşı sorumludur... 7) İşyerinde çalışan tüm işçilerin işe alınması ve işten çıkarılması konusunda doğacak tüm anlaşmazlılarda karar hakkı işçi konseyine aittir. 8) İşçi konseyi tüm bilânçoları görmek ve kârların kullanımına karar vermek hakkına sahiptir… (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 5, s. 1481)
Bununla birlikte, konseylerin Macaristan’ın Varşova Paktı’ndan çıkması yönünde Nagy hükümetine dayanılmaz bir basınç bindirmesi ve Nagy’nin bunu kabul ettiğini açıklaması Sovyet bürokrasisini ve onun yerli uzantılarını paniğe sürüklemişti. Bürokrasinin devrimi soğutma manevrası, kitlelerin devrimi daha ileriye taşıma kararlılığı karşısında boşa çıkıyordu ve bürokrasi her alanda
sıkışıyordu. 31 Ekimde Macar Hava Kuvvetleri Komutanlığı “eğer Sovyet askerleri ateşkes ve 12 saat içinde Budapeşte’yi terketmeleri yolunda yapılan anlaşmaya uymazlarsa, tüm Macar işçi sınıfının istemlerini desteklemek üzere harekâta geçeceğini” açıklamıştı (Necip Çakır, “Macaristan 1956: Devrim mi, Karşı Devrim mi?”, 11. Tez, sayı 9, s.193). Buna karşın işçi konseyleri ne yapacaklarını bilemez haldeydiler; hâlâ merkezi düzeyde bir örgütlenme sağlanabilmiş değildi. Konseylerin siyasal iktidarı alarak ikili iktidar sürecine son verecek bir perspektifi olmadığı gibi, işçi sınıfına tüm bu süreçlerde önderlik edecek Bolşevik bir parti de yoktu.
Bürokrasi düzen sağlıyor
Sovyet bürokrasisi dönülmez bir sürece girildiğinin farkında olarak, zaman kazanma yönündeki manevralarını hızlandırdı; Macaristan’ın Varşova Paktından çekilmesi görüşmelerini kabul etti. Sovyet ve Macar bürokrasisi düzeni kurtarmak amacıyla Sovyet askerlerini kesin sonuç almak üzere devrimin üzerine salmaya karar vermişti. Bürokrasi, Janos Kadar önderliğinde yeni bir darbe girişiminde bulundu. 3 Kasımda Kadar yeni bir hükümetin kurulduğunu ve “karşı-devrimin” bastırılacağını açıkladı; aynı gece Sovyet ordularının Macaristandan çekilmesi görüşmelerini yapan heyet tutuklandı ve Sovyet askerleri Budapeşte’ye hareket etmeye başladı. 200 bin asker ve 6 bin tank, devrimin üzerine yürümeye başlamıştı. Sovyet ordularına ve siyasi polise karşı, başta Budapeşte olmak üzere tüm Macar kentlerinde şiddetli bir direniş gösterilmeye başlandı. Yaşanan gerçekten de bir savaştı; Sovyet orduları tanklarla ve makineli tüfeklerle saldırıya geçiyor ve direnişi kıramadıkları noktalarda uçaklar hava bombardımanı yapıyordu. En şiddetli karşı koyuş işçi mahallelerinde ve sanayi bölgelerinde gerçekleşti. Budapeşte’nin işçi mahalleleri günlerce silahlı çatışmalara sahne oldu; kentin hemen her yerinde barikatlar yükseliyor ve işçiler işgalci Sovyet askerlerine karşı direnmeye çalışıyorlardı. Direniş kırıldığında Budapeşte savaştan çıkmış
bir görünüm arz ediyordu; şehir ve özellikle işçi mahalleleri tanklar tarafından günlerce bombalanmış, yakılıp yıkılarak harap edilmişti. Czepel, Angyolfold, Ujpest ve Dunapentele gibi sanayi bölgeleri direnişin kaleleri niteliğindeydi. Czepel işçilerinin kurduğu barikatlar günlerce Sovyet askerlerine karşı dayanabilmişti; Budapeşte’de direnişi kıran Sovyet güçleri 10–11 Kasımda tüm güçlerini direnişin bir türlü kırılamadığı Czepel’e kaydırdılar. Direniş, yoğun çatışmalar sonucunda zorlukla kırılabildi. Ozd, Miskolc, Barsod, Tatabanya, Komlo ve Pecs gibi sanayi kentlerinde direniş günlerce sürmüştü. Maden işçileri Pecs yakınlarında bulunan Mecsek dağlarına çekilerek aylarca savaş yürüttüler. Sovyet ordularının her yönden kuşattığı Dunapentele İşçi Konseyi 7 Kasımda şu açıklamayı yayınladı: “Dunapentele Macaristan’a önderlik eden sosyalist kenttir. Bu kentin tüm sakinleri işçidir ve iktidarı ellerinde tutmaktadırlar… Tüm kent nüfusu silâh altındadır ve bundan da vazgeçmeyeceklerdir, çünkü kent halkı kentin fabrika ve evlerini kendi elleriyle inşa etmişlerdir… İşçiler kenti faşizmin yanı sıra Sovyet askerlerine karşı da savunacaklardır.” (Necip Çakır, age, s.194). Sovyet ordularının direnişi kıramaması üzerine kent hava bombardımanına tutuldu. Çatışmalar her yerde sürerken işçi sınıfı ne yazık ki, merkezi bir örgütlülükten ve önderlikten yoksun bulunmaktaydı. Her kent, sanayi bölgesi veya işçi mahalleleri kendi güçlerine dayanarak direnişi sürdürmek zorunda kalmıştı. Sovyet orduları her şeye rağmen direnişi 11 Aralığa kadar kıramamışlardı; ikili iktidar durumu savaş boyunca sürdü. 13 Kasımda kurulan Budapeşte Merkezi İşçi Konseyi, genel grevi sürdürme kararı alırken, Kadar yönetimini tanımayarak Sovyet ordularının geri çekilmesini istedi. İşçi sınıfı güçlerini ancak 24 Kasımda Ulusal Konsey’in örgütlenmesiyle birleştirebildi. Fakat çok geç kalınmıştı; Ulusal Konsey örgütlendiğinde devrim artık yenilgi sürecine girmiş bulunuyordu. Sovyet orduları hemen tüm kentleri
39
marksist tutum
Sınıf Belleği ve işçi mahallelerini yakıp yıkmışlardı ve direniş bu şekilde bastırılabilmişti. Böylece Macar bürokrasinin parçalanan devlet aygıtı, Sovyet bürokrasisinin tankları tarafından yeniden ayağa dikiliyordu. Binlerce devrimci tutuklanarak idam edildi; resmi rakamlara göre sadece idam edilenlerin sayısı 2 bin 700’dür. Çeşitli kaynaklara göre 20 ilâ 25 bin kişi öldürülmüştür. 200 bin kişi ise, müdahale sırasında açık olan Avusturya sınırından kaçmıştır. Bürokrasi karşı-devrimi başarıya ulaştırıp düzen sağlarken, devrimci bir önderliğe sahip olmayan Macar işçi sınıfı, tarihinde ikinci büyük yenilgisini almış bulunuyordu.
Macar Devriminden çıkan bazı sonuçlar Bürokratik diktatörlük altında, bürokrasiye karşı yürütülen bir başkaldırı olması bakımından Macar devriminin ayrı bir önemi bulunuyor. İşçi kitleleri her alanda, devrimci iktidar organları olan konseyler aracılığıyla fiili iktidarlarını kurmuşlardı. Toplumun diğer kesimleri, örneğin aydınlar, öğrenciler ve bürokrasinin bir kesimi devrim başladıktan sonra geri plana düşmüş, bu kesimlerin reformcu programı devrimin ateşinde çabucak eriyip gitmişti. İşçi sınıfı, her devrimci durumda yaşandığı üzere iktidar sorunuyla karşı karşıya geldi. Proletarya, ya siyasal iktidarı fethederek eski bürokratik devlet aygıtını tümden parçalayıp atacak ve böylece sömürücü bürokratik sınıfın egemenliğine son verecekti veya bürokratik karşı-devrim işçi sınıfını ezerek devrimi yenilgiye uğratacaktı. Ancak devrimin başarısı için, iktidarın alınmasının temel koşulları olan işçi sınıfının merkezi düzeydeki birliğinin sağlanmış olması gereklidir. Böyle bir süreçte başta iktidar organları olan konseylerin, komitelerin merkezi düzeyde birleşerek sınıfın birliğini sağlaması, devrimci kitlelerin kendilerine olan güvenini sağlamlaştıracak ve devrimci güçler karşı-devrim karşısında tam bir bilinç
40
açıklığıyla hareket edebileceklerdir. 1917’nin Rusya’sında tüm işçi örgütleri merkezi düzeyde örgütlenerek sovyetlerin hegemonyası altına girmişti; Macaristan işçi sınıfı her düzeyde bir örgütlülük yaratmış olmasına rağmen konseyleri merkezileştirerek devrimci kitlelerin birliğini sağlayamamıştır. Bu durum, devrimin yenilgisinde temel etmenlerden birini teşkil etmektedir. Konseylerin merkezi düzeyde birleşebilmesi ancak karşı-devrim başladıktan sonra mümkün olmuştur ve 24 Kasımda kurulan Ulusal Konsey pek bir varlık gösterememiştir. Konseyler ne yapacaklarını bilemez bir halde sürekli zikzaklar çizmişlerdir; 19 Kasımda genel grev bitirilirken, iki gün sonra tekrardan, 48 saatlik bir greve gidilmiştir. Siyasal iktidarı almaya dönük bir perspektifi olmayan konseylere egemen olan, bilinç bulanıklığıydı. Bürokratik diktatörlüğü yıkmış olmalarına ve karşı-devrim her yer-
de direnişi eziyor olmasına rağmen, konseyler hâlâ bürokrasiden beklenti içindeydi; bir taraftan ikili iktidar durumunu sürdürecek kararlar alırken, öte taraftan da Kadar yönetimiyle görüşerek taleplerinin kabul edilmesini beklemekteydiler. Macar Devrimi, işçi sınıfı tarihine trajik bir yenilgi olarak yazılırken, sorunun devrimci önderlik eksikliği olduğunu bir kez daha ortaya koyuyordu. Eğer tüm süreçlerde yol gösterecek ve siyasi iktidar perspektifi sunarak işçi sınıfına önderlik edecek Bolşevik bir parti olsaydı, durum, kuşkusuz tamamen başka olurdu. Böyle bir partinin yol göstericiliğinde konseyler merkezi düzeyde ör-
gütlenerek işçi sınıfının birliğini sağlayabilir ve siyasal iktidarı fethederek ikili iktidar durumuna, dolayısıyla da bürokratik diktatörlüğe tümden son verebilirdi. Bu yıllarda dünya komünist hareketine egemen olan Stalinist bürokrasi, Macaristan’da gelişen ve bürokratik diktatörlüğü parçalayan devrimi “burjuva karşı-devrim” olarak karalamaktaydı ve Stalinist çevrelerin bu konuda hâlâ net bir görüşü yoktur. Oysa gerçek, bürokrasinin iddia ettiğinin tam aksidir. Macaristan’da başlayan ve konseylerin egemenliğine dayanan işçi devrimi, bürokratik diktatörlüğü hedef almış ve kapitalist restorasyona karşı olmuştur; küçük de olsa, bu yönde gelişen sağ eğilimli hareketleri bizzat bastıran konseyler oldu. Macar bürokrasisi kendi içinde bir çatışma yaşasa da devrim karşısında, genel düzeyde ortak bir tutum içinde olmuştur. Bürokrasi bir sınıf olarak egemenliğini mülkiyeti elinde bulunduran devlet aygıtından almaktadır ve onun sınıfsal pozisyonunu ortadan kaldırmaya girişen devrime şiddetle karşı koymuştur. Nitekim Nagy’nin başbakan olduktan sonra Sovyet tanklarını davet etmesi bu gerçeğin çarpıcı bir ifadesidir. Ancak düzeni kurtarmaya girişen bürokrasi, kimi unsurlarını kurban vermekten geri durmamıştır. Devrimci Marksistler için açıktır ki, bürokrasi işçi sınıfının devrimci basıncıyla bölünerek ve kendi içinden bir sol kanat çıkartarak devrime öncülük edemez. Bu yöndeki tüm savlar, işçi sınıfının devrimci misyonunu küçümsemeye ve onun dışındaki güçlerden medet ummaya dönüktür. Tüm sömürücü sistemleri ve onun sınıflarını tarihin çöplüğüne fırlatıp atacak olan devrimci işçi sınıfıdır. Komünistlerin görevi, işçi sınıfının bağımsız sınıf çizgisini korumak ve gelişecek devrimlerin bir daha yenilmemesi için devrimci kitlelere önderlik edecek Bolşevik bir partiyi yaratmaktır.
Alfa Gezegeninden Mektup Dünya denen gezegende yaşayan sevgili kardeşlerimiz, Sizlerden milyonlarca ışık yılı uzakta bulunan gezegenimizden sizlere sevgilerimizi iletmek istiyoruz. Evren denilen şu muazzam sonsuzlukta bizlere benzer canlıların bulunduğuna tarihimiz boyunca inanmış ve başka gezegenlerde yaşayan kardeşlerimizle günün birinde bir biçimde ilişkiye geçeceğimize olan inancımızı yitirmemiştik. Alfametre dediğimiz aygıtlarımızla çok uzun bir zamandır uzayda yürüttüğümüz çalışmalar nihayet semeresini verdi ve bu sayede sizlerin varlığını öğrenmiş olduk. Gecikmemizden ötürü bizleri bağışlayın, ancak bu gecikmenin nedeni biz değiliz. Sizlerle ilişkiye geçebilmemiz için, demek ki kaydedeceğiniz bazı teknolojik ilerlemeleri beklememiz gerekiyormuş. Zira anladığımız kadarıyla, gezegeniniz açısından henüz çok kısa bir geçmişi olan gelişkin uydu internet teknolojiniz, alfametrelerimizin değerlendirebileceği sinyalleri bizlere ancak ulaştırmış bulunuyor. Neyse, gecikmeyle bile olsa sizlerle iletişim sağlayabildiğimiz için sonsuz bir mutluluk duyuyoruz. Öncelikle belirtmek istediğimiz bir husus var. Aramızda tarihsel çağ bakımından uçurumlar var ve bizim gezegenimizde yaşam sizlerin tahayyül edemeyeceği farklılıklara sahip bulunuyor. Ama sevindirici olan, buna rağmen taşıdığımız önemli bir benzerliktir. Bizler de tıpkı sizler gibi kendimizi insan olarak adlandırıyor ve tıpkı sizler gibi haklıyı haksızı ayırt etmeyi biliyoruz. Bu arada, kendi aranızdaki iletişimi sağlamakta kullandığınız imgeleri, elektriksel dalgametreler aracılığıyla anlayabileceğimiz simgelere dönüştürebilme kapasitesine sahip olduğumuzu söylersek acaba ukalalık mı etmiş oluruz? Ama böyle düşünmeyeceğinize ve bu sayede sizlerle bağlantı kurabilmiş olmamızdan mutluluk duyacağınıza inanıyoruz. Sizlere sevgilerimizi göndererek mektubumuza başlamıştık, fakat her şey bu kadardan da ibaret değil. Gezegeniniz hakkında elde ettiğimiz bulguları değerlendirdiğimizde, geçmişinize ve bugününüze dair birtakım karmaşık sonuçlar ortaya çıktı. Bu sonuçları çözümleyebilmek için, bilgeler kurulu dediğimiz ve uzak geçmişi hepimizden çok daha iyi bilen yaşlı kişilere başvurduk. Kolektif çabamız ve onların da yardımı sayesinde kavrayabildiğimiz sonuçlar gösterdi ki, sizler tarih öncesinde yaşayan büyük büyük ninelerimizin ve dedelerimizin çeşitli sıkıntı ve acılarla dolu geçmişlerine benzeyen bir çağın içinde debelenmektesiniz. Bizler, artık üzülmek için nedeni olmayan genç kuşaklardan geliyor olsak da, inanıyoruz ki bir Alfalı hiçbir zaman insanlığını yitirmez. Nitekim yüreklerimizin
derinlerinden kopup gelen duygular, siz dünyalı kardeşlerimiz için ağlattı bizleri. Sizlerin bizi tanıyabilmesi için, tarih öncesi devirlerimize dair kısa bilgiler sunmak ve insanlığımızın gerçek tarih dönemine ilişkin kimi yaşam kesitlerini sizlerle paylaşmak istiyoruz. Gezegenimizin en neşeli ve aydınlık mekânlarını oluşturan müzelerimiz sayesinde biliyoruz ki, gezegenimizin tarih öncesinde sınıflı ve sömürülü toplumlar denen ve üretici insanlar için çekilmez olan dönemler yaşanmış. O dönemlerin insanları, üreten kitlelerin sırtından zengin olan egemen sınıflardan ve bu egemenlerin sırf bu sömürü düzeni devam etsin diye çıkarttıkları savaşlardan çok çekmişler. Tarih öncesinin uzun yılları boyunca çeşitli tarzlarda sınıflı ve sömürülü toplumlar birbirini izlemiş. Çıkarları farklı olan egemenler, iktidar koltuğuna tırmanabilmek için yine hep üreten kitlelerin sırtında yükselmişler. Rakiplerine karşı savaşlarında bu günahsız ve yoksul kitleleri silahlandırıp birbirlerine kırdırmışlar. Baskı, sömürü ve egemenliklerini sürdürebilmek için devlet denen bürokratik bir mekanizma icat edip kullanmışlar. Bizler, sınıflı ve sömürülü toplum nedir, devlet denen şey neye benzer, bunların hiçbirini yaşayarak öğrenmedik. Çünkü kim bilir kaç kuşaktır, olgunlaşmış bir sınıfsız toplum düzeni içinde yaşıyoruz. Sınıf, sömürü, devlet gibi geçmiş dönemlerin olgularına dair bilgiler, müzelerimizde duran cilt cilt kitaplarda ya da çeşitli dokümanlarda yer alıyor. Bir de unutmadan ekleyelim, müzelerimizin bazı köşelerinde tarih öncesi dönemlere ait kalıntılar, görsel ve işitsel efektler eşliğinde sunulur. İşte o bölümlerden birinde, eski çağlara özgü bazı taş baltaların ve çıkrıkların yanında, sınıflı toplumlar dönemini canlandıran parçalanmış bir devlet mekanizması da vardı. Paramparça olduğu için tam bir şeye benzetemedik ama, yanı başına konan ve “işkence aletleri” ve “öldürücü silahlar” diye adlandırılan sevimsiz birtakım nesnelerden anlayabildiğimize göre, bu devlet denen mekanizmalar nice insanın canını fena halde yakmış olsa gerek. Dünya hakkında elde ettiğimiz kimi bulguların çözümlenmesi neticesinde öğreniyoruz ki, gezegeninizde kapitalizm denen sömürü düzeninde patron denen birtakım egemenler, işçi diye adlandırdığınız üretici insanlarınızın yarattığı artı-değer sayesinde varlıklarını sürdürüyorlarmış. İçinde yaşadığınız sömürü düzeni alabildiğine çürüdükçe, bu egemenler de çareyi türlü yalanlara sığınmaktan başka bir şeyde bulamıyorlarmış. Bu yalanların bir örneğini de, “artık üretimi robotlar yapacak” türün-
41 41
marksist tutum
den bir hikâye oluşturuyormuş. Ama işçilerin çıkarlarını savunan bazı bilimsel kitaplarda, böyle bir şeyin kapitalizm altında asla gerçekleşemeyeceği çoktan yazılmış, çizilmiş. Gerçi kapitalist düzende bir hayli teknik gelişme sağlanmış, robotlar icat edilmiş, hatta robotla çalışan bazı fabrikalar bile kurulmuş. Ama teknoloji egemenlerin elinde esir olduğundan, işçilerin payına düşen hep düşük ücretlerle ve uzun çalışma saatleri boyunca çalışmak olmuş. Zaten kapitalist düzenin ipliğini pazara çıkaran o bilimsel kitapların kanıtladığı üzere, kapitalizm var oldukça üretim sürecini robotlara havale etmek asla mümkün değilmiş. Biz Alfalıların bu gibi sorunların derinlerine dalması olanaksız ama yine de temel çelişkiyi hissedebiliyoruz. Herhalde canlı işçilerin yerini robot denen ölü makinelerin alması, içinde yaşadığınız sömürü düzeninin mantığıyla hiçbir şekilde bağdaşmazdı. Üretimi robotlar yapar ve kapitalist mülkiyet koşulları aynen devam ederse, üretilen onca ürünü kim satın alacak, robotlar mı? Yani anlayabildiğimiz kadarıyla, kapitalizm altında insanların ağır çalışma, baskı ve sömürü koşullarından kurtulabilmesi olanaksız. Ve bu gerçeklikle çelişen iddiaların da yalnızca patronlar sınıfının uydurduğu palavralardan ibaret olduğu besbelli. Yeri gelmişken özür dileyerek belirtelim, başta söylemeyi unuttuk. Bizler mektubumuzun girişinde, dünya denen gezegende yaşayan kardeşlerimize seslenirken belki de bir hata yaptık. Aslında gezegeniniz hakkında elde ettiğimiz bilgilerden öğrendiklerimize bakacak olursak, “dünya denen gezegende yaşayan işçi ve emekçi kardeşlerimiz” demeliydik. Her ne kadar bizler insanlar arasında sınıflı toplumlara özgü ayrımlar yapmayı çoktan unutmuş olsak da, duygularımız, başkasının alın terini sömürene kardeş dememeyi buyuruyor. Gezegeninizdeki toplumsal yaşam koşullarına dair bulgularımıza bakacak olursak, siz dünyalılar savaşlardan ve en çok da kapitalist düzen altında yaşanan savaşlardan çile çekmişsizin. Dünya yılına vurduğumuzda bile yakın denebilecek dönemlerde iki büyük dünya savaşı yaşamışsınız. Hele ikincisi tam bir felâket olmuş. O dönemde dünyaya kan kusturan faşist bir ülkenin yayılmacı saldırılarına karşı kendini demokrat diye yutturmayı başaran bir ülke (ABD diyorsunuz), Hiroşima ve Nagazaki diye adlandırılan bölgelere attığı atom bombalarıyla nice yaşamı sona erdirmiş. Genç, yaşlı kim bilir kaç erkek ve kadın, çocuklar ve bebekler bu modern silahlar eliyle gelen ölümlerle yanıp kül oluvermişler. Kapitalizmin zehri, karıştığı her yerde, topraklarınızda, denizlerinizde giderek yaşamı yok etmeye başlamış. Sevgili kardeşlerimiz, öğrendiğimiz kadarıyla kapitalist düzen bugün sizleri çok daha büyük belâlarla, belki de yeni tip nükleer silahların eşlik edeceği emperyalist savaş felâketleriyle yüz yüze getirmiş bulunuyor. Vaktiyle atom bombalarıyla günahsız insanların bedenlerini kavuran ABD, şimdilerde de birtakım yoksul ülkelere “demokrasi ve medeniyet götüreceğim” diye yerkürenizi ateşe veriyor,
42
Nisan 2006 • sayı: 13
hatta yeni nükleer saldırılara hazırlanıyor. Sizin için çok büyük bir endişe duyuyoruz. Bizler şanslıydık. Gezegenimizdeki en son sömürücü sistem yaşamı yok etmeye fırsat bulmadan yüzlerce alfa yılı önce, büyük büyük dedelerimiz ve ninelerimiz verdikleri mücadelelerle o iğrenç düzeni yok etmişler. Böylece sınıflı ve sömürülü toplumlar dönemi kapanmış (biz buna insanlığın tarih öncesi diyoruz) ve halen içinde yaşadığımız gerçek insanlık tarihi dönemi başlatılabilmiş. Bizler bugün bir mutluluk cenneti içinde yaşıyorsak, kuşkusuz bunu geçmişimizdeki şanlı mücadelelere borçluyuz. Ve şu koskoca evrende tam sizlerle buluşmuşken, dünyadaki yaşamın kapitalist düzenin çılgınlıklarıyla sona ereceğini aklımıza bile getirmek istemiyoruz. Dileriz gezegeninizden aldığımız son mesaj gecikmiş bir S. O. S. olmaz! Sizlere ders veriyormuş gibi olmayalım, bizi bağışlayın, ama içinde yaşadığımız sınıfsız toplum düzeni hakkında biraz daha fikir vermekten geri duramayacağız. Bizler sınıfsız toplum düzenine ulaşabilmek için yaşanması zorunlu olan bir dönemi, yani üreticilerin iktidarı dönemini çoktan geride bırakmışız. Alfa gezegeni üzerinde kurulan bu üreticiler demokrasisi sayesinde, bir zamanlar insanlarımızın kanını kurutan sömürü düzeni tamamen tasfiye edilmiş. Gezegenimiz üzerinde yaşayan çalışabilir durumdaki tüm insanların elbirliğiyle üretici güçlerimizde muazzam bir gelişme ve bunun sonucunda muazzam bir bolluk sağlanmış. Böylece, savaşların, sömürünün, insanı insana düşüren sevimsiz rekabet ve kıskançlık duygularının ortadan kalktığı koşullar yaratılmış. Bu yeni toplumsal düzenimizin daha ilk evresinden itibaren, sınıfların ve devletin olmadığı bir düzen (sizin bazı bilimsel kitaplarınızdaki karşılığıyla sosyalizm) içinde yaşamaya başlamış insanlarımız. Zamanla bolluk daha da artmış, çalışmak bir zorunluluk olmaktan tamamen çıkmış. Bu sayede, sınıfsız toplumumuzun artık kendi ayakları üzerinde gelişkin biçimde durabildiği bir olgunluk aşamasına ulaşabilmişiz. O zamandan beri toplumsal yaşamımıza egemen olan ilkeyi kısaca, herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre diye özetleyebiliriz. Gezegeninizden elde ettiğimiz bilgilere dayanarak ifade edecek olursak, egemen güçlerin sizleri mücadeleden alıkoymak maksadıyla kötü bir şey diye göstermeye çalıştıkları komünist toplum düzeninin eşitlik ve özgürlük koşulları içinde yaşamaktayız bizler. Sizin yaşam koşullarınızla karşılaştırıldığında söylemek belki biraz ayıp kaçacak ama, bizler insanı baskı altına sokan zorunluluklardan, acılardan, yoksunluklardan tamamen ve ebediyen kurtulmuş bulunuyoruz. Yaşamımızı dört dörtlük bir gönül ferahlığı içinde, yalnızca neşeyle, güzelliklerle, mutluluklarla dokuyarak özgürce var oluyoruz. Birileri çalışırken, birilerinin yan gelip yatması diye bir şey söz konusu değil bizim toplumumuzda. Üretimi zaten çoktandır, (lütfen bunu dediğimiz için bize kızmayın) sizlerin aklınızın almayacağı denli gelişkin robotlar halledi-
Nisan 2006 • sayı: 13
marksist tutum
yor. O robotları da robot üreten aygıtlar üretiyor, merak etmeyin! Zorunlu çalışma yok, zorunlu iş diye bir şey yok. Topraklarımız, toplumumuzun beslenmekte kullandığı sağlıklı doğal ürünler dışında, bahçe işinden keyif alan insanlarımızın yetiştirdiği ilginç sebze türleriyle, rengârenk çiçek tarhlarıyla, adını sayamayacağımız çeşitte meyve ağaçlarıyla bezeli bulunuyor. Kadın-erkek ya da genç-yaşlı arasında geçmişte yaşanmış olan olumsuz ayrımcılıkları bilmiyor bizim toplumumuz. Bizde tabiatın ürünü olan kimi eşitsizlikler karşısında görece zayıf olanı korumak esastır. Gençler yaşlıları korur ve kollarlar. Toplumun daha fazla yaşam deneyine sahip insanları, bebeklerin tam sağlıklı büyüyebilmesi ve gençlerin en mutlu biçimde olgunlaşabilmeleri için ellerinden geleni yapmaktan son derece büyük bir zevk duyarlar. Gezegeninize dair elde ettiğimiz kimi can sıkıcı bilgiler, kapitalist düzenin, tepenizdeki ozon tabakasını bile delip ikliminizi altüst etmekte olduğunu gösteriyor bize. Sizler o koşullar altında yaşam savaşı verirken, sanki nispet yapar gibi, Alfa gezegenindeki toplumsal düzenimizden söz etmek belki de parlak bir fikir değildi. Yanlış bir şey yaptıysak çok özür dileriz. Kusurumuzu bağışlayın ve bu mektubu kaleme alan bizlerin gençliğine verin. Şu an bilgeler kurulumuzun bazı kadın ve erkekleri, mektubu kısa kesip onların bulunduğu dere kenarına inmemiz için el ediyorlar. 150 yaşındaki Alfa teyzemiz balık tutarken, yanı başındaki 160’lık Alfa amcamız karşı tepe-
Merhaba dostlar, Marksist Tutum dergisini ilk çıktığından bu yana düzenli takip ediyorum. Marksist Tutum’la bir yılı geride bıraktık. Bütün sayılara yeniden baktım neler öğrendim diye ve bugün öğrendiğim bir şeyler varsa, işçi sınıfı var diyebiliyorsam, bu sınıfa dahil olduğumun farkındaysam, bunu Marksist Tutum’a borçluyum. Bize mücadele yolumuzu en doğru şekliyle gösterdiğin için sana teşekkürler Marksist Tutum.
lerin resmini yapıyor. Yakınlardan çiçek bahçeleri arasında oyunlara dalmış küçük kardeşlerimizin kızlı erkekli kahkahaları geliyor. Daha ilerde genç kızlar ve erkeklerimizin oluşturduğu bir gruptan akordiyon, keman, flüt ve daha aklınıza gelebilecek türlü çeşitli müzik aletlerinden dökülen bestelerin nağmeleri yükseliyor. Neyse lafı fazla uzatmayalım. Şimdi sizlerin yapacağı bir sürü zorunlu iş vardır. Bizim gönlümüzden, küçük kızlarımız ve oğullarımızdan oluşan Alfacık adlı müzik grubunu toparlayıp yaşlılarımıza enfes bir müzik şöleni vermek geçti. Konser sonrasında sanırız hep beraber güzel bir yemek masasının başına kurulacağız. Yeni damak tatları icat etmekten keyif alan erkek ve kadınlarımızdan oluşan bir grup insanımız şimdiden işe girişmişler bile. Bu arada, daha sonra onca bulaşığı kim yıkayacak diye bizim adımıza sakın üzülmeye kalkmayın. Sizin anladığınız anlamda ev işleri tarihe karışalı çok zaman oldu! Sizlere en güzel gül bahçelerimizden derlediğimiz kızıl güller eşliğinde sevgilerimizi gönderiyoruz. Bu gülleri özellikle sizlerin çok sevdiğini biliyoruz. Nerden biliyorsunuz ve bunları nasıl göndereceksiniz diye sormayın, o kadar sırrımız da oluversin! Sizler yanıtlarınızı internet aracılığıyla alfagezegeni@uzay.kom adresine postalayın, alfametrelerimiz en kısa sürede onları uzayda yakalayacaktır. Şimdilik hoşça kalın, tekrar haberleşebilmek dileğiyle.
Çağlı’nın şiiri bunu çok güzel anlatıyor:
Alfalı Gençler Dünyayla İletişim Kolektifi
Yerden göğe kadar haklısınız Bir onur taşıyorsunuz
Şaşıyorum be kardeşim
Yüreğinizde…..
Şaşıyorum sizin adalet duygunuza
İnsanlığın onuru
Ve bildiğim bütün küfürleri sıralıyorum
Neden ses vermiyor bu onur
Sizi bu hale koyanlara
Ve neden yaşarmıyor gözleriniz Tam karşınıza geçmiş de ONLAR
Beyaz bir kuş koysam
Bakarak gözlerinizin ta içine
Avcumun ortasına
Kuşları değil
Dostlar, bizlere yolumuzu burjuva ideologlar ne kadar doğru gösterir? Onların bize gösterdikleri, bu sistemi devam ettirmenin yoludur. TV, radyo, magazin dergileri, kolektif bir şekilde çalışıp beyinlerimizi uyuşturarak o pislik sistemlerinin devam etmesini sağlıyorlar. Kutsal aile kavramını da unutmamak gerek.
Ve gözlerinizin içine baka baka
İnsanları katlediyorlar.
Herkes hatırlar Irak’a ilk bombaların atıldığı anı, TV’de göstermişlerdi. Biz “insanlar” insanların katledilişini havai fişek gösterisi gibi izledik. Oradaki işçi kardeşlerimize yapılan işkenceleri film gibi izledik. İşte bizlerin beynini bu kadar uyuşturmuşlar. Pisliklerini cesaretle yayınlıyorlar. Bu sadece bir örnekti, daha neler var neler, saymakla bitmez onların pislikleri. Bunları görmemeleri ne kadar acı ve şaşkınlık yaratan bir durum. Elif
Karşınızda bir yaşam
Bir bir tüylerini yolsam Üstüme çullanırsınız Demediğinizi bırakmazsınız bana Ne hainliğim kalır Ne vahşiliğim Hatta yaşarabilir gözleriniz Katlediliyor diye Bir beyaz Bir zarif Bir küçük kuş Öldürülüyor diye Haklısınız
Dostlar işte önümüzde iki seçenek: birincisi Marksist Tutum’un bizlere gösterdiği yol; eşit, özgür, halkların kardeşleştiği, sömürünün ve sınıfların olmadığı, yaşanabilir bir dünya Diğer tarafta Elif Çağlı tabiriyle BOK ÇUKURU; bunun üzerine bir şey söylemeye gerek yok. Elif Çağlı bu sistemin nasıl bir sistem olduğunu çok güzel koymuş ortaya. Marksist Tutum’a bir kez daha teşekkürler, bizleri o bok çukurundan çıkardığı için. Ve Marksist Tutum’un bizlere ulaşmasında emek harcayan herkese selam olsun. Yenibosna’dan bir tekstil işçisi
43
Marksist Tutum 1 yaşında! Kapitalist sistem insanın her cinsini yaşına, memleketine bakmaksızın insan olmaktan çıkarıyor ve kimlik bilgilerini insanları baskı altında tutmak, susturmak, hatta yok etmek için kullanıyor, bizleri kimliksizleştiriyor. Benim için kimliğim nüfus cüzdanımda yazılan adım değil. Yaşım, doğum yerim, beni ben yapan şeyler bunlar değil. Beni ben yapan, devrimci fikirlerim, işçi sınıfı mücadelesinde bir ışık gibi doğan, köklü, bükülmeyen, devrim ve sosyalizm yolunda adım adım ama kararlı yürüyen fikirlerim! Beni ben yapan, adresim, mahallem, şehrim, yaşadığım ülke değil! Beni ben yapan enternasyonalist fikirlerim. Kapitalizme yumruğu vuracak milyarlara yol gösterecek olan devrimci Marksist enternasyonali savunan fikirlerim ve bu fikirlerin adresi Marksist Tutum! Beni ben yapan, bu mücadelede yüzünü görmesem bile, oturup salaş bir
çayhanede birlikte yudumlayamasam da ince belli bardaktan çayı, kavga türkülerini doyasıya söyleyemesem de yan yana, gelecek günler için, zamana karşı yarışan yoldaşlarımın olduğunu bilmektir kavganın saflarında! Beni ben yapan, Marksist Tutum’un her sayısını okumak ve okutmaktır kavgamı büyütmek için, bayraklaştırmaktır alanlarda, fabrikalarda her satırındaki fikirleri! Beni ben yapan, ölünce miras olarak ne bırakacağını bilmektir ardında. İşçi sınıfının saflarında kavganın fikirlerinin büyüyeceğine ve zafere kavuşacağına duyduğum inançtır. Annem iyi ki doğurmuş beni ve ben iyi ki devrimci saflarda tutunmuşum. Selam olsun devrimci Marksist saflarda yürüyen Marksist Tutum’a ve onu var eden yoldaşlarıma. Nice yıllara kavgayla, inançla, zaferle!
Tam bir yıl önce bir dergi tüm düşünce ve eylem sınırlarımızı sorgulatmak ve tüm Marksist geleneği içselleştirmemize hizmet etmek için yayın hayatına başlamış oldu. Marksizm ve işçi sınıfı adına geleneksel kalmış her şey ilerletilmeyi beklerken, çarpıtılmış ve gözlerden uzak kalmaya mahkûm edilmiş olan her ne varsa karanlıktan çıkarılmayı beklerken, sıcak ve samimi bir ses kendini duyurmaya hazırdı artık. Dipten süzüle süzüle çorak toprakların yalnızlığında yüzeye çıktı. Bereketli ama çoraklaştırılmış bu büyük ova suya kavuşacaktı sonunda.
Marksist Tutum okuru bir sağlık işçisi
Van’dan Marksist Tutum okuru bir öğrenci
Merhaba Marksist Tutum, Marksist Tutum dergisi çıktığı günden beri bizlere yol göstermeye, kılavuzluk etmeye ve bizi bilgilendirmeye devam ediyor. Marksist Tutum’da yer alan fikirler nasıl bir dünyada yaşadığımızı görmemizi sağladı. Bize başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösterdi. Bize açlık, sefalet, savaşlar ve sömürünün hüküm sürdüğü bir dünyada kaderimize boyun eğerek yaşamaktansa, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak için mücadele etmemiz gerektiğini öğretti. Ve örgütlenerek mücadeleye atıldığımızda gerçek kurtuluşun sosyalizmde olduğunu, işçi sınıfının kendi ellerinde olduğunu anladık. Bu yüzden Marksist Tutum dergisine ve onun nezdinde tüm kavga yoldaşlarımıza bir kez daha teşekkür ediyor, dergimizin birinci yılını kutluyoruz. Dalgaları karşılayan gemiler gibi, gövdelerimizle karanlıkları yara yara çıktık, rüzgarları en serin uçurumları en derin havaları en ışıklı sıra dağlara. Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu. Önümüzde bakır taslar güneş dolu. Dostların arasındayız! Güneşin sofrasındayız! Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık! Enternasyonalle kurtulur insanlık! Kahrolsun kapitalizm ve insanlık dışı düzeni! Yaşasın devrim ve sosyalizm! Marksist Tutum okuru grevci işçiler
44
Unutturulmuş sevinçler, parıldayan gözlerin ışığında yeniden yeşeriyordu. Kaynağını diplerden alan ve aktıkça yolunu genişletecek olan kararlılığında hareketin, susuz hiçbir başak tanesi kalmayacaktı. İklim değişiyor. Özgürlük ikliminde Marksizmin bereketi gökkuşağı renklerince dünyayı saracak. Marksist Tutum dergisinin birinci mücadele ve aydınlanma yılı işçi sınıfına ve tüm ezilenlere yol ve kutlu olsun.
Devrimci Marksizmin bu topraklardaki temsilcisi Marksist Tutum birinci yılını doldurdu. Tüm emekçilerine ve okurlarına selam olsun. Mücadelemizde bize kılavuzluk eden dergimizle emin adımlarla yürümeye devam edeceğiz. İlk sayıda “Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık” şiarıyla yola çıktık. Unutturulmaya çalışılan devrimci ilkeleri ısrarla savunacağımızı böyle ortaya koyduk. İkinci sayıda, bütün dünyada şovenizm rüzgârları estirilirken “Milliyetçiliğin Panzehiri Enternasyonalizmdir” sloganını yükselttik. Üçüncü sayıda “Tarihini Unutma! Mücadele Bayrağını Yükselt” diye haykırdık, 15–16 Haziran’ın yitirmediğimiz coşkusuyla. Dördüncü sayıda Temmuzun sıcağı kadar gerçek bir sloganı dillendirdik: “Kapitalizm Yıkılmadıkça Kurtuluş Yok! Çözüm Sosyalizmde!” Beşinci sayıyla yine gerçekleri haykırdık: “Kapitalizm Son Bulmadan Savaş ve Şiddet Son Bulmaz!”. “12 Eylül Faşizminin Hesabı Sorulmalı” dedik bir kez daha, kapaktaki rakam dergimizin altıncı ayını gösterdiğinde. Yedinci sayı Ekim Devriminin kızıllığından almıştı gücünü, “Yaşasın Ekim Devrimi ve Onun Sönmeyen Ateşi!” Kasım sayısı dünyayı resmetti gözlerimize: “Irkçılık, Militarizm, Faşizm İşte Kapitalizm!” Dokuzuncu sayıda dillendirdiğimiz sadece bir temenni değil, bir hedefti: “Dünya Yerinden Oynar İşçiler Birlik Olsa!” “Reformizme Karşı Devrimci Marksizm” dediğimizde takvimler yeni bir yılı gösteriyordu. Reformizme karşı yüzyıllık mücadeleyi biz sürdürüyoruz, biz kazanacağız! On birinci sayıyla bir kez daha yöntemimizi ortaya koyduk. “Siyasal, Sendikal Yasaklar Savaşarak Aşılır! On ikinci sayıda devrim işçilerinin yarısına, kızıl tarihlerinin çağrısını inançla yineledik: “Emekçi Kadınlar Sınıf Mücadelesi Saflarına! Nereden gelip nereye gittiğimizi, hangi savaşın içinde olduğumuzu ve nasıl kazanacağımızı biliyoruz. Gücümüzü, tarihin doğruluğunu defalarca kanıtladığı devrimci Marksizmden alıyoruz. Marksist Tutum hem bu topraklarda hem de dünyada diplere bastırılan ilkeleri ve mücadeleyi fışkırtıyor, yükseltiyor. Şan olsun tarihinin bilinciyle donanan devrimci Marksistlere! Şan olsun devrimci Marksizmin mücadelesini yükselten Marksist Tutum’a! Birinci yılımızın coşkusuyla ileri atılıyoruz. Sınıfsız Bir Dünya Kuracağız! Marksist Tutum okuru bir kadın işçi
Marksist Tutum 1 Yaşında! Merhaba Marksist Tutum okurları, Yaşadığımız bölge çeşitli sanayi kollarından fabrikaların yoğun olduğu bir bölge. Dolayısıyla genç işçiler yoğunlukta. Bizler okul dönemlerimizden itibaren çalışmaya başlayan ve çalıştığımız işyerlerinde işçi-patron ve sermaye ayrımını gören genç işçilerdeniz. Bir yandan yaşadığımız bölgeye hava limanı, Formula-1 pistleri yapılırken, diğer yandan geri bırakılmışlığı, sömürüyü görüyoruz. Bu çelişkilerin nedenlerini bir sene önce tanıştığımız Marksizmin ışığında görebiliyoruz. Ne yazık ki işçilerin çoğunluğu bu çelişkilerin farkında bile değiller. Onlar boyalı basınla, televizyon dizileriyle oyalanıyorlar. Gerçekleri görmeleri engelleniyor. Genç işçi arkadaşlarımızın farklı alanlara kanalize edilerek işçi sınıfı mücadelesine katılmaları engelleniyor. Yayınlanan gazeteler vs. burjuvazinin denetimi altında olduğundan okudukları da dolayısıyla bizim gerçeklerimiz değil burjuvazinin bize sunmak istedikleri “gerçek”ler. Bunlardan dolayı işçiler bir sınıf olduğundan bihaber, yaşadığı toplumun gerçekleri ile yüzleşmekten korkan duyarsız birer birey haline geliyorlar. Yaşadığımız sorunların kaynağı doğru kavranırsa çözümün de bireysel olmayacağı açıktır. Devrimci Marksist fikirlerle donanarak sınıf bilinciyle hareket edildiğinde gerçek ve nihai çözüme ulaşılacağına inanıyoruz. Bizler Aydınlı gençliği olarak, bizleri aydınlık fikirlerle tanıştırdığı ve bu temelde geliştirdiği için Marksist Tutum dergisine teşekkür ediyor ve kendimizi şanslı hissediyoruz. Var olduğu sürece bu şansı daha birçok genç işçiye yaşatmasını dileyerek birinci yılını doldurmakta olan dergimizin yeni sayısını sabırsızlıkla bekliyoruz. Aydınlı’dan bir grup işçi ve öğrenci
Devrimci Marksizmin doğru perspektiflerine ve Bolşevizmin kararlı ve sınıf bilinçli mücadele ruhuna insanlığın çok fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde işçi sınıfına ve devrimcilere ses vermeye başlayan Marksist Tutum’un birinci yılını coşkuyla selamlıyoruz. Marksist Tutum’un devrimci Marksizmin enkaz altında kalmış ideolojik mirasını tekrar gün yüzüne çıkarma ve kararlı bir biçimde bunları savunma çabaları, Türkiye’de ve dünyada devrimciler adına kıymetli bir damar açıyor. Bolşevizm gerçekten kendine ait olan değerlerle yeniden canlanıyor. Yüzünü sınıf mücadelesine dönmüş devrimcilerin umutlarını Marksist Tutum büyütüyor. Mücadelemizin ışığı Marksist Tutum’u güçlendirmek için İleri! Ankara’dan Marksist Tutum okurları
Dergiyi ilk elime aldığımda yoğun duygular hissetmiştim. Nasıl anlatılır bilmiyorum… Özenle, heyecanla elime almıştım, artık bir dergimiz vardı. Bayrağımızı elimize almıştık. Bu bayrağı özenle taşımalıydık. İçinde insanlığın kurtuluş yolunu ortaya koyan fikirler vardı. Mücadelemiz, geleneğimiz, geleceğimiz… Marksizmin devrimci ruhu sayfalarda yeniden canlanıyordu. Komünist bir dünya kurma mücadelesinin cenazesini kaldırdığını sananlara inat, Lenin’in mirası, bugünün ve geleceğin mücadeleci işçi kuşaklarına yol göstereceğini haykırıyordu sayfalarımızdan! Enternasyonal marşının dizelerini daha güçlü haykırıyoruz artık: ENTERNASYONALLE KURTULUR İNSANLIK! Ardından her ay heyecanla bekler olduk yeni sayıyı. Kapağının rengi değişse de, içinin kıpkızıl isyanla dolu olduğunu biliyorduk. Okur mektupları bizden birilerinin, gözleri açılan ve yüzünü mücadeleye çeviren işçi arkadaşların dünyasını bizlere sunuyordu. Yüzünü bile görmediğimiz, ama aynı duyguları, aynı dertleri yaşadığımız insanları resmediyordu okur mektupları. Yalnız olmadığımızı, ne kadar benzer şeyler yaşadığımızı gördük o samimi seslenişlerde. Çevremizdeki insanlara bir solukta okutmak istediğimiz mektuplar yer buldu dergimizde. Dergi dediğin bir avuç kağıt parçası diyenler vardır belki. Marksist Tutum öyle değil bizim için. Derginin gücü sadece fikirlerinin gücünden de ibaret değil. Marksist Tutum’un ardında ömrünü sınıfının ve insanlığın kurtuluşuna adamış insanlar var. İşte her şeyin metalaştığı günümüz dünyasında Marksist Tutum’u asıl anlamlı ve değerli kılan budur! Kapitalistlerin asla parayla satın alamayacakları bir güçtür bu. Evet bugün bir avuç olabiliriz. Ama yarın milyonlar bu bayrağın altında birleşecek. BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİN! Yenibosna’dan Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
Merhaba! Bütün Marksist Tutum okurlarına selamlar! Geride bıraktığımız bir yıl içerisinde küçük ama emin adımlarla ilerledik. Dergimizin bu konudaki katkısı çok büyüktür. Dergimizin ilk yaşını coşkuyla kutluyoruz. İstanbul’un, fabrikalarının çok yoğun olduğu bir semtinde yaşıyoruz. Dolayısıyla mahallemiz işçilerin hem çalışma hem de yaşam alanı. İşçiler, yaşadıkları ve çalıştıkları alanlarda ne tip sorunlarla karşılaşıyorlarsa bizler de bu sorunların katmerlisine şahit oluyoruz. Gençlerin, yaşadıkları sorunları çözmek yerine unutmaları ve hangi sınıfın mensubu olduklarını anlayıp harekete geçmek yerine çürümeleri için, burjuvazi mahallelerimizi tam bir bataklığa çeviriyor. Çeteleri ve uyuşturucu kullanımını yaygınlaştırıyor. Ama biz sorunlarımızın çözümünü biliyoruz. Çünkü bizim bir pusulamız var: Marksist Tutum! Bu topraklarda tam bir yıldır işçi sınıfının ve insanlığın kurtuluşu için Marksizmin ışığını yayan Marksist Tutum var. Ancak yaşadığımız sorunların çözülebilmesi için Marksist Tutum’u daha çok okuyup, daha çok okutmalı; daha çok öğrenip daha çok öğretmeli ve daha çok bilinçlenmeliyiz! Çünkü kapitalist sistemin pisliklerinden tek başına kurtulmak mümkün değildir. Kurtuluşun yolu Marksizmin ışığını daha fazla yaymaktan geçmektedir. Bunun için Marksist Tutum’dan faydalanmamız gerekiyor. Unutmayalım ki, kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! Önümüzdeki yıllarda, geride bıraktığımız yılda kat ettiğimiz yoldan daha fazlasını kat edecek ve hedefimize daha emin ve daha kararlı adımlarla ilerleyeceğiz! Bunun için Marksist Tutum’a çok teşekkür ediyoruz. Yaktığı ateşin bütün dünyayı yakıp kavurmasını diliyoruz! Marksist Tutum okuru bir lise öğrencisi
İşçi sınıfının bilimsel devrimci ideolojisinin tutarlı savunucusu, bizleri Marksizmin ışığıyla aydınlatan dergimiz yayına başlayalı bir yıl oldu. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin önünün açılmasında, bizlere unutturulan, eşsiz deneyimlerle ve derslerle dolu mücadele tarihimizin biz genç işçilere ulaştırılmasında paha biçilmez bir yere sahip olan Marksist Tutum’a ve tüm okurlarına selam olsun! Marksist Tutum’u güçlendirmek ve devrimci sınıf mücadelesini yükseltmek için ileri! YAŞASIN İŞÇİ SINIFININ ULUSLARARASI MÜCADELE BİRLİĞİ! Gebze’den bir grup metal işçisi
45
Marksist Tutum 1 yaşında! İşçi sınıfı, burjuvazi ile savaşımında her dönem kendi mücadele araçlarını yaratmıştır. Tarih, büyük grevlerin, direnişlerin ve devrimlerin ancak Marksist yöntem ve fikirlerle başarıya ulaşabileceğini kanıtlamıştır. Ciddi bir hazırlık ve ideolojik netlikle, sorumluluk bilinciyle yayın hayatına başlayan ve bizlere sınıf mücadelesi temelinde ışık tutan Marksist Tutum dergisinin okuru olmaktan ve okutmaktan gurur duyuyorum. 1901’de Iskra’ydı işçileri kıvılcımlayan, 1905’te Vpeyrod’tu ayaklanmayı ilerleten, Pravda’ydı 1917’de kitleleri devrim gerçeğine kenetleyen. Burjuvazi her dönem yalan bastı Söylediklerine kendi de inanmayan Dünya kocaman Fabrikalarda örgütlenmeyi bekleyen işçiler de öyle… Burjuva yalanlarının arasında 2005 1 Mayıs’ında Sınıfın tam ortasında Açtı gözlerini Marksist Tutum Kapitalizme karşı Elden ele İşçi sınıfına karıştı…. Marksist Tutum Dergisinin 1. yılını kutlarım.
Merhaba yoldaşlar! Buradan tüm Marksist Tutum okurlarına selamlar gönderiyoruz. Bu yolda yalnız olmadığımızı bilmek ve mücadelede başka yoldaşlarımızın da olduğunu bilmek çok güzel bir duygu! Biz Marksist Tutum dergisiyle yeni tanıştık. Ama Marksist Tutum dergisi işçi sınıfına, öğrencilere, emekçilere ve tüm ezilenlere bir senedir kurtuluşun yolunu göstermekte!
Kadıköy’den bir eğitim emekçisi
Aydınlı’dan Marksist Tutum okuru gençler
Biz Marksist Tutum dergisini heyecanla okumaktayız. Dergiyi okumaya yeni başlamış olmamıza rağmen birçok yeni bilgi elde ettik. Geçmişte işçi sınıfının yaşamış olduğu mücadeleleri ve kazanmış olduğu hakları ve de geçmişte yaşadığı baskıları bugüne kadar başka bir yerde duymamıştık. Marksist Tutum sayesinde kendi sınıfımızın tarihini yavaş yavaş öğrenmeye başladık. Şurası bir gerçek ki, geçmişimizi bilmeden kendi geleceğimizi yaratamayız. Biz toplum olarak siyasetten uzak durmayı tercih ediyoruz. Daha çok anne babalarımız bizlere politikadan uzak durmamızı söylerler. Bunu en büyük nedeni 1980 askeri faşist darbesidir. Bu tarihten sonra toplum yaşadığı baskılardan dolayı kendi içine kapanık ve korku içinde yaşamaya başladı. Dayanışma, hak arama, mücadele gibi kelimeler toplumun hafızasından silindi. Herkes sadece kendisini kurtarma, bireysel kurtuluş çabası içine girdi. Yaşadıklarımız bize gösteriyor ki, tek başına kurtulmak mümkün değildir. Nasıl ki geçmişte işçi sınıfı birlik ve beraberlik içinde mücadele etmişse önümüzdeki süreçte de benzer bir durum yaşanacaktır. Geçmişte başarılı olamadık. Bunun nedeni işçi sınıfına doğru yolu gösterecek bir rehberin bulunmamasıydı. Günümüzde Marksist Tutum dergisi fikirleriyle işçi sınıfına rehber olacaktır. Gelin, Marksist Tutum’un çıkışını kurtuluşa giden yol kabul edelim! Ve bundan sonra Marksist Tutum’la mücadeleye atılalım!
Selam olsun işçi sınıfına ve onun yolunu aydınlatanlara! Mücadele geleneğinin zayıf olduğu bu topraklarda bir yıldır bir ışık parlamaya başladı. Bu ışık her geçen gün daha da uzakları aydınlatmaya başladı. Bu sayede, genç kuşak işçiler olarak bizler, geçmişin deneyimlerini öğrenmek ve eski kuşakla aramızdaki kopukluğu giderme fırsatı bulduk. Marksist Tutum dergisi bu kopukluğun nedenini, 80’lerde neler yaşandığını, burjuvazinin neden 12 Eylül faşist rejimine ihtiyaç duyduğunu ve yeri gelince yeniden duyacağını biz genç işçilerin beynine kazıdı. Marksist Tutum, gericiliğin kuşattığı günümüz dünyasına gerçekten Marksist ve bilimsel bir yaklaşımla bakabilen bir dergi. Güncel olayları takip edip değerlendirmesini yapan, işçi sınıfının mücadele tarihini anlatan, sınıf mücadelesinin önemini ve niçin mücadele etmek gerektiğini bizlere öğreten yazılarınız sayesinde aydınlandık. Olaylara sadece ulusal çerçevede değil, uluslararası çerçevede yaklaşarak bizleri sadece bu topraklarda olup bitenlerden değil, dünyanın her yerinde gelişen olaylardan haberdar etmenin Marksist Tutum’un bir ilkesi olduğunu biliyoruz. Derginin ilk sayısından bu yana, çıkacak sayının tarihine uygun, tarihte o ayda yaşanmış önemli günlere ne denk geliyorsa ona uygun bir tasarım yapılıyor. Gerek renkleriyle, gerekse tasarımıyla insanı coşturmaması mümkün değil. İçeriği ise gerçekten çok doyurucu. Dergiyi sürekli takip eden herkes, istediği birçok konuyu içinde bulabilir. Her sayfası ayrı bir zenginlikte, her sayısı ayrı bir değerde. Okur mektupları bölümünde ise bizlere yer veriliyor. Düşündüğümüz, hissettiğimiz, paylaşmak istediğimiz her şeyi paylaşabiliyoruz. Bu ve benzeri araçlarla bizlere, bizim gibi sınıf kardeşlerimize ulaşma şansı verdiğiniz için sizlere gönülden sevgilerimizi gönderiyoruz. İyi ki varsın Marksist Tutum. Mücadele dolu nice yıllara! İstanbul’dan Marksist Tutum okuru kadın işçiler
46
Geçtiğimiz yılın 1 Mayısında dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçiler alandaydı. 1 Mayısın anlamına ve ruhuna yaraşır bir kitlesellikte olmasa da fabrikalardan, sendikalardan gelen işçiler taleplerini dillendiriyor, sloganlarını atıyorlardı. Yıllardır sessiz kalan, bastırılmış bir haykırıştı sloganları. Orada onlarla birlikte olan birileri daha vardı: coşkulu, kararlı, mert! Genç militanlar gözlerinde ümidi ellerinde işçi sınıfının devrim kılavuzunu taşıyarak gümbür gümbür haykırıyorlardı. Bir müjde, bir haber veriyorlardı: Marksist Tutum çıktı! Sınıf mücadelesinde Marksist Tutum! O günden beri Marksist Tutum işçi sınıfının dillendirilmemiş korkularını, sorunlarını ve çözümünü haykırmaya, bizi anlatmaya devam ediyor. Yaprak kıpırdamayan bir dönemde yüreği kıpır kıpır atarak gerçeğe uzanıyor. İyi ki varsın Marksist Tutum, nice mücadele dolu yıllara. Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
Merhaba dostlar, Biz, plastik fabrikasında çalışan Marksist Tutum okuru bir grup işçiyiz. Bundan 7 ay önce Marksist Tutum’la tanıştık. Fark ettik ki, Marksist Tutum’un yayına başlamasının üzerinden bir yıl geçmiş. 7 aydır dergimizden çok şey öğrendik. Nasıl bir düzende yaşadığımızı, nasıl ezilip sömürüldüğümüzü, egemenlerin bizleri nasıl yalanlarla kandırdığını ve bu hayatı bize zindan ettiğini dergimiz Marksist Tutum’dan öğrendik. Ve daha öğreneceğimiz ve diğer işçi kardeşlerimize öğreteceğimiz çok şeyler olduğunu biliyoruz. Tüm Marksist Tutum emekçilerine ve okurlarına kardeşçe selamlarımızı yolluyoruz. İyi ki varsın Marksist Tutum! Marksist Tutum’u okuyalım, okutalım! Yaşasın örgütlü mücadelemiz! Gebze’den Marksist Tutum okuru işçiler
Marksist Tutum 1 Yaşında! 12 Eylül’den sonra okullarda panolara, ulusal günlere ve Atatürk’e yapılan övgüler dışında bir yazı yazmak nerdeyse imkânsızdı. Ama 12 Eylül’den önceki yıllarda üniversitelerde yalnız sosyalistler değil herhangi bir fikre sahip olan birkaç kişi bir araya geldiğinde ilk yaptıkları iş bir dergi çıkarmak, kendilerini ve fikirlerini bu araç vesilesiyle yayarak kendilerine taraftarlar bulmaya çalışmaktı. Oysa bugün bıraktık gençlerin bir fikir çerçevesinde birleşmesini, neredeyse fikirsizlik moda oldu. Bir fikre sahip olmamak “akıllılık”, “uyanıklık”, “işini bilirlik” olarak bilinir oldu. Bizler 12 Eylül’ün öncesini yaşamamış, 12 Eylül’den sonraki baskıcı koşulların ne olduğu anlatılana kadar, gerçek kaynaklardan okuyana kadar neler yaşandığını anlayamamış bir kuşağın insanlarıyız. Ailelerimiz tarafından en sıradan kitaplarımızın, romanlarımızın yırtıldığı, okullarda kitap okuyanların şüpheliler listesine alındığı, insanların düşüncelerini en yakın arkadaşına bile söylemekten korktuğu bir dönemin içinden çıktık geldik. Mimlenmek-
ten, fişlenmekten korkarak, fikirsizliğin erdem, futbol dışındaki şeylere bağlanmanın ahmaklık sayıldığı, bir fikre, bir ideale duyulan tutkunun aptallık, hiçliğin, asosyalliğin, yalnızlığın, suskunluğun akıllılık olarak görüldüğü bir atmosferde büyüdük. Bugün o baskı koşulları tümüyle olmasa da belli oranda ortadan kalkmasına rağmen insanlar hâlâ geçmişten habersiz, gelecek konusunda duyarsız, rahatsız olduğu durumlarda da bir şeyler yapmaktan korkarak yaşamaktalar. Burjuvazi “korku”yla mayaladı hamurumuzu. Düşünmekten korkan, mücadele etmekten korkan, mücadeleye insan kazanmaktan korkan ve örgütlenmekten korkan bir nesil yarattı. Ve bu nesil ancak bıçak kemiğe dayandığında sorununu bireysel yollarla çözmeye çalışmakta, sonuç olarak da yüzüne gözüne bulaştırmaktan başka bir şey yapamamaktadır. Bugün insanlık giderek daha fazla sefaletin ve korkunç bir yaşamın içine itilmektedir. Savaşın, salgın hastalıkların, açlığın, susuzluğun olmadığı yerlerde bile kapita-
Merhaba Marksist Tutum! Ben, derginizi 7-8 aydır takip eden bir okuyucunuzum. İşsiz bir tekstil işçisiyim. İşten müdürüme itaat etmediğim için çıkartıldım. Yaptığım işle ilgili hiçbir sorun öne süremedikleri için, gerekçe olarak şirketin küçülmeye gittiğini zırvaladılar. Benimle birlikte kıdemi düşük olan 80 kişi daha işten çıkartıldı. Diğer arkadaşlarımıza ise, ikramiyeleri ödenmeyerek, zam yapılmaksızın çalıştırılarak, iş yükleri ağırlaştırılarak, yıldırma politikalarıyla, işlerinden haklarını istemeden çıkmaları dayatılıyor. Böylelikle hem kötü adam olmaktan, hem de tazminat ödemekten kurtulmuş oluyorlar. Bu işyerine girdiğim ilk ay ikramiye verdiler, ardından bu sizin son ikramiyeniz dediler, iki ay sonra zam verdiler, ardından bu sizin son zammınız dediler. Sonra da şirketimiz zarar ediyor, küçülmeye gidiyoruz dediler, işimizden ettiler. Şimdi patronlarımızın altlarındaki arabaların modellerini yükselttiklerini, mağazalar zincirlerine yeni halkalar eklediklerini duyuyorum ve hatta internetten Türkiye’nin dört bir yanına açmakta oldukları mağazaları takip etmekte zorlanıyorum. Yapılan işten çıkarmaların 1,5 ay öncesinden söylentisi yayıldı. Kimse işten kimlerin çıkartılacağını bilmiyordu. 1,5 ay boyunca herkes paranoyak oldu, sinirlerimiz bozuldu, gecemiz gündüzümüz acabalarla geçti. Bu söylenti süresince işçileri bu fikre alıştırdılar ve ilk anda vereceğimiz tepkiyi söndürdüler. Şu olay bir an önce olsun da bitsin demeye başladık.
lizmin diğer kötülüklerinden kaçış mümkün değil. Başınıza bir bombanın düşme ihtimali olmadığı bir yerde yaşıyorsanız bile sizi en fazla birkaç ay geçindirebilecek bir para için bile diri diri gömülebilir, iş kazasında hayatınızı anlamsız bir şekilde yitirebilirsiniz. Böyle bir dünyada örgütsüz, idealsiz bir insanın ne akli dengesini koruması ne de insanca yaşaması mümkündür. “Daha iyi bir dünya” için değil, kapitalizmsiz bambaşka bir dünya için mücadele etmekten başka bir yolumuz yok. Ama kapitalizme karşı doğru fikirlerle, devrimci Marksist fikirler ışığında örgütlü bir şekilde mücadele verdiğimizde ancak zafere ulaşabiliriz. Devrimci Marksist fikirlerin çevremizdeki her insana, her işyerine ulaşması için mücadele ettikçe, bu fikirleri yaygınlaştırdıkça, bu fikirlerin aracı olan dergimizi, Marksist Tutum’u herkesle tanıştırdıkça ancak mücadelemizde bir yol alabilir, bu sistemle mücadele edebiliriz. İstanbul’dan bir grup eğitim emekçisi
Yüzsüzlüğün haddi hesabı yok! Bir de gözlerimizin içine baka baka bize yemekhanede yılbaşı kutlaması yaptılar. Biz asıl neyi kutladıklarını bir hafta sonra kesin olarak öğrenmiş olduk. Bir hafta sonra, bayram arifesinde bize işsizlik hediye ettiler. Allah (!) bizi işverenlerin hediyelerinden de, iyiliklerinden de sakınsın. Arkadaşlar, işverenlerin oyunlarına kanmayın! Yaşadığımız deneyimleri birbirimize anlatmalıyız, hiçbir şey içimizde kalmamalı! Özellikle yaşadıklarımı anlatmak istedim ki, böyle sorunlarla karşılaştığımızda nasıl davranmamız gerektiğini önceden hesap etmiş olalım. Sınıfımızı bilmek, nerede, neyin arkasında duracağımızı bilmek çok önemli, lütfen bunları öğrenelim. Evet, yeter bu kadar kendimden söz ettiğim. Biliyorum ki Nisan ayı derginin 1. yıl dönümü! Ben okur mektuplarından, işçi arkadaşlarımın aktardığı deneyimleri, sizin yazılarınızdaki görüşleri okuyor ve çok şey öğreniyorum. Ben 15 yıllık işçiyim, bunları daha küçük yaşlarda öğrenmek isterdim. Çünkü mücadele edebilmek için öğrenmekten korkmamak, sorgulamak, tarih bilinci edinmek gerekiyor. Sevgili Marksist Tutum, hep bizimle birlikte olun, bizim sizi bırakmaya hiç niyetimiz yok. Bir yıllık emeğiniz boyunca bize öğrettikleriniz için teşekkür ederim, nice senelere!
Bizler çeşitli işyerlerinde çalışan bir grup Marksist Tutum okuru işçiyiz. Bundan bir yıl önce hayatımıza giren Marksist Tutum’la işçi sınıfının mücadele tarihini ve burjuvazinin basın-yayın organları ile çarpıttığı dünyada yaşanan olayların gerçek yüzünü Marksist bir bakış açısıyla kavramaya başladık. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? İşsizliğin, açlığın, yoksulluğun kısacası sömürünün kaynağının kapitalist sistem olduğunu Marksist Tutum aracılığı ile öğrendik ve buna karşı vermemiz gereken mücadelenin de militan sınıf mücadelesi olduğuna inandık. Bundan sonraki hayatımızda da Marksist fikirler ile yolumuza devam edeceğiz. Bizi yattığımız kış uykusundan uyandıran Marksist fikirlere ve mücadelemizde doğru bir yolda ilerlememizi sağlayacak bu fikirlerin bir aracısı olan Marksist Tutum dergisinin çıkmasını sağlayan mücadele dostlarımıza sonsuz teşekkürler. Yaşasın Marksist Tutum! Yaşasın örgütlü mücadelemiz!
Esenler’den bir tekstil işçisi
Marksist Tutum okuru bir grup işçi
47
Marksist Tutum 1 yaşında! Sınıf mücadelesinin esasını kavramak, işçi sınıfının biliminin doğru kavranılmasını gerektirir. Dünyada baş döndürücü hızla değişen gelişmelerin işaret ettiği gidişatı doğru kavrayabilmek teorik açıklıkla mümkün olabilir ancak. Marksist Tutum geçen yılın Nisanında, dünya Marksist hareketinde var olan bu boşluğu doldurmak üzere yola çıkmıştı. Çıkışının üzerinden henüz bir yıl geçmiş olmasına rağmen, cevap verdiği sorunlar karşısında aslında belli bir olgunlukta olduğunu gösterdi. İşçi sınıfının kaybolan belleğini, daha ilk sayısından itibaren tarihsel önemi olan mücadele deneyimlerinin üzerinde durarak, onları yeniden gün ışığına çıkararak canlandırmaya; bu deneyimleri ait olduğu yere, işçi sınıfının tarihsel belleğine, gerekli dersleri çıkartarak nakşetme çabasına girişti. Ortalık Marksizm adına Marksizmle ilgisi olmayan teorik yaklaşımları savunan anlayışlarla dolu iken, despotik-bürokratik SSCB’nin yıkılışıyla, sosyalizmin öldüğünün ilan edildiği, “medeniyetler çatışması” safsatasıyla dünyanın emperyalistlerce kana bulandığı bir dönemde, Marksist Tutum’un gündeme dair getirdiği yaklaşımlar Marksizmi gerçek anlamda layık olduğu biçimde sırtladığını gösterdi. ‘80 sonrası yenilgi döneminin işçi sınıfını içine soktuğu sessizlik döneminin parçalanması, çok hızlı değişen dünya gündemiyle beraber somut bir olasılık olarak beliriyor. Uzun zamandır kaynamakta olan Latin Amerika’da işçi sınıfının kendisini iktidara taşıyacak devrimci önderliğin yokluğu, işçi sınıfını hedefsiz bırakmakta, onun enerjisini soğurmaktadır. Kaynama bir türlü kapitalist sis-
Merhaba, 1. sayıdan 12. sayıya kadar Marksist Tutum dergisini yakından takip ediyorum. Devrimci Marksist teorinin bizlere taşımış olduğu deneyim ve birikimden dolayı olan memnuniyetimi belirtmek ve dergide emeği geçenlere çok teşekkür etmek istiyorum. Marksist Tutum işçi sınıfı hareketinin diplerde seyrettiği bu dönemde bizlere ışık oldu. Marksizmin işçi sınıfının ışığı olarak işçi sınıfının mücadelesinde bizlerle hep birlikte olması dileklerimle. İçinden geçtiğimiz dönem dünya çapında emekçilerin durumunu daha net bir şekilde gözler önüne sermektedir. İşçi sınıfının sosyal hak ve kazanımlarına olan saldırılar gün geçmiyor ki artmasın. Dünya genelinde iş saatleri uzatılıyor, emeklilik yaşı yükseltiliyor, ücretler düşüyor, sosyal güvenlik haklarımıza saldırılıyor … yani geçmişte nice mücadelelerle ağır bedellerle alınmış olan kazanımlarımız teker teker kaybediliyor. İşçi sınıfının üyeleri olarak dünyada gelişen bu baskılardan darbeler almadan yaşamak imkânsız. Çalıştığım işyerinde kapitalizmin baskıcı çalışma koşullarına maruz kalıyoruz, bunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Bizi insan olmaktan çıkaran bu acımasız sistem arkadaşlarımızın “merhaba”, “günaydın” tümcelerine bile işlemiş durumda. Asık mutsuz suratlar, yorgun gözler, insani yönlerimizi törpülememize mazeret olabiliyor. İşyerinin çeşitli noktalarına yerleştirilen kameralarla denetleniyoruz. Çalışırken bir anlık yorgunluk ifadesi ya da nöbetlerde uyuklamak, tuvalette uzun kalmak, yemeği 15 dk fazla yemek gibi istismarlara kalkışabilir işçiler diye yerleştirilmiş bu kameralar. Kötü niyetli değil, sakın yanlış anlamayın patronumu, bizim için. İşe ilk başladığım zaman sorumlum, bugün lavaboya şu kadar
48
temi buharlaştıracak olgunluğa erişemiyor. Ortadoğu’da kaynayan kazanda ise, işgal edilen topraklarda yaşayan işçiler, gözlerine çekilen ulusal-dinsel-mezhepsel perdeler nedeniyle kurtuluşlarının sadece bir şekilde olabileceğini, mücadeleyi sadece emperyalist işgalcilere karşı değil kendi kapitalistlerine karşı da yükseltmeleriyle gerçekleşebileceğini göremiyorlar. Bunun yerine tam da gerçek düşmanlarının, sınıf düşmanlarının istediği gibi, emperyalist ülkelerde yaşayan işçilere de düşmanlık beslemektedirler. Yaşadığımız topraklarda ise ezilen Kürt ulusunun mücadelesinin yoğunlaştığı, devletin saldırılarını tırmandırdığı bir dönemde, ülkedeki sosyalistlerin işçi sınıfına doğru bir bakış sunmadıkları, genelinin burjuvazinin işçilerin gözüne taktıkları milliyetçilik perdesini beslediklerini görüyoruz. Marksist Tutum’un ortaya koyduğu yaklaşımlar, işçi sınıfının dünya partisini inşa etmek için seferber olan enternasyonalist komünistlere ışık tutmaktadır. Bu ışık tüm Marksistleri günü geldiğinde birleştirecektir. Marksist Tutum’un dalgalandırdığı bayrağı taşımanın sorumluluğu günümüzün gericilik koşullarında ağır olsa da, bu sorumluluğun altına girilmeden insanlığın kurtuluşu davasına karşı da sorumluluk yerine getirilmemiş olacaktır. Marksist gençler, bu bayrağı zafere dek taşıyacaklardır. Biz genç Marksistlerin bugün önümüzde duran en büyük görev Marksizmin ışığını büyütmektir. Bu ışığı büyüteceğiz! Yaşasın işçi sınıfının güneşi! Yaşasın Marksizm!
gittiğim için beni uyardığında işverenimin kameraları benim iyiliğim için yerleştirdiğini anladım. Ayrıca bir saatlik olan yemek molasını 15 dakikada tamamlamazsanız alacağınız azar da cabası tabii. Çünkü 10 saat çalışıyoruz. Çalışma saatimiz 9 saat olarak hesaplanıyor, 1 saatlik yemek molası çalışma saatine dahil değil. Aslında bizim diye düşündüğünüz zaruri ihtiyaç molaları bile işverenin bize izin verdiği özgürlükte kullanabiliyoruz. Her şey o kadar örgütlü planlanmış durumda ki, işçilerin örgütlenmesinin önüne geçmek için her şey denenmektedir. Aynı servisten iki kişi asla birlikte yemeğe çıkamazsınız, çay molası veremezsiniz. Kapitalizmin şahanları bize şunu demek istiyorlar: Sizler birer makinesiniz bize bağlısınız, kurallarımıza uymazsanız kapı açık, işsiz kalma özgürlüğünüz var, ne de olsa milyonlarca işsiz kapıda bekliyor. Kapitalistlerin işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına olan bu baskılarının altında yatan nedenleri hepimiz çok iyi biliyoruz. Bir sinek kadar bile değer vermedikleri bizlerin aslında örgütlendiğimizde onların sonunu hazırlayacağımız ve saltanatlarını bitireceğimizin çok iyi farkındadırlar. Tabii ki bizden korkacak koca kıçlarıyla dünyanın üzerine pinekleyen burjuva sınıfı. Biz biliyoruz ki işçi sınıfı bir gün ayaklanacak ve onların kan ve zulüm sistemlerini alaşağı edecek. İşte o zaman dünyaya gerçekten özgürlük gelecek, kendimiz için üretip kendimiz için yöneteceğiz bu dünyayı. KAHROLSUN ÜCRETLİ KÖLELİK DÜZENİ! YAŞASIN İŞÇİ SINIFININ ULUSLARARASI MÜCADELESİ! Bir Marksist Tutum okuru
İstanbul Üniversitesi’nden bir öğrenci
Merhaba yoldaşlar! Çıktığından beri Marksist Tutum’u okuyorum, okutuyorum ve dağıtıyorum. Tüm işçi sınıfını ve emekçileri kapitalizm cehenneminden kurtarabilecek olan yegane devrimci düşünce olan Marksizmin aydınlattığı yolda, bizlere rehber olan dergimizin birinci yaşını tüm devrimci coşkumla selamlıyorum! Savaşsız, sömürüsüz, sosyalist bir dünyayı eninde sonunda kuracağız! Kurtuluşumuz böyle bir dünyanın yaratılması mücadelesinden geçiyor ve bu, bizim ellerimizdedir. Tüm devrimcilere ve bilinçli işçilere çağrımdır! Marksist Tutum’da birleş, sosyalizm yolunda kenetlen, mücadele bayrağını yükselt! Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiçbirimiz! Enternasyonalle kurtulur insanlık! Gebze’den bir meslek lisesi öğrencisi