Katil İsrail Devleti Yine Saldırıyor K
atil İsrail devleti yeni yıl kutlamasını Filistinlilerin kanını içerek yaptı. On yıllardır süren katliamlar serisine bir yenisini eklediği Gazze saldırıyla yüzlerce Filistinlinin (resmi rakamlara göre 500’den fazla, gayri resmi bilgilere göre 1000’den fazla) canına kıydı, binlercesini de yaralı ve sakat bıraktı. Sözde Hamas’ın roket saldırılarına karşı savunma amacıyla yaptığı bu saldırıda, İsrail, kadın, yaşlı, çoluk çocuk dinlemeden Gazze’nin sivil nüfusunu açıkça hedef aldı. Evler, hastaneler, okullar, camiler her türlü sivil yerleşim alanı bu hayasız saldırıdan nasibini aldı. Bu binalar ve hatta Gazzelilerin İsrail ablukası altında açlıktan ölmemek için çare olarak Mısır sınırına kazmış olduğu yeraltı tünelleri durmaksızın bombalanarak tarumar ediliyor. Bu tablo bir haftadır süren hava saldırılarının ürünü. Bu yetmezmiş gibi, kana doymayan Siyonist vahşet makinesi şimdi de karadan katliama başlamış bulunuyor. Gazze yeryüzünde nüfus yoğunluğu en yüksek yerleşim yerlerinden biri. Yaklaşık 1,5 milyon insan, daracık bir toprak şeridinde ve Filistin’in diğer parçası olan Batı Şeria’dan kopuk biçimde yaşam mücadelesi veriyor. İki yıldır İsrail ablukası ve ambargosu altında yaşayan Gazze halkı burada tam bir açık hava hapishanesine kapatılmış durumda. Yani Gazze halkı zaten nicedir çektiği sıkıntıların üzerine yaşamakta bu acıları. İsrail iki yıldır Gazze’ye uyguladığı ablukayla Filistin halkının direncini kırmaya çalışmıştır. Ancak mazlum Filistin halkı, Mahmud Abbas’ın başını çektiği El Fetih’in uzlaşmacı-işbirlikçi siyasetine rağmen boyun eğmemiştir. El Fetih’in bu siyasetine karşı çıkarak daha mücadeleci bir hat izleyen Hamas ise direniş eğiliminin temsilcisi durumuna gelmiştir. İsrail tam da bu yüzden, ablukayla yıldıramadığı Hamas’ı devlet terörü uygulayarak ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Filistin davasına sahip çıkıyormuş gibi yapan işbirlikçi Arap devletleri yalnızca mızıldanmakta ve hatta Hamas’ı
suçlamaktadırlar. Rusya Gürcistan’a saldırdığında dünyayı ayağa kaldıran emperyalistler, tüm İsrail katliamlarında olduğu gibi yine İsrail’e açık çek verdiler. Bunların kontrolündeki Birleşmiş Milletler de aynı rolü oynamaktadır. Ya Türkiye? Başbakan önce esti gürledi, sonra hanidir soyunmaya çalıştığı emperyalist taşeronluk rolünün gereğini yerine getirmek için Ortadoğu yollarına düştü. İsrail’le milyarlarca dolarlık “derin” silah anlaşmaları olan, Gazze’yi bombaya boğan o İsrail jetlerine Konya’da askeri eğitim yaptıran bir devletin Filistin halkının davasına sahip çıkıyor gibi yapması tam bir ikiyüzlülük. Elbet Türkiye işçi sınıfının da bu ikiyüzlülüğün hesabını soracağı günler gelecektir. Tüm bu yaşananlar bir yandan dünyanın nasıl bir emperyalist savaş sürecinin içinde olduğunu, bir yandan da Ortadoğu ve Filistin sorununun bu savaşın kilit taşlarından biri olduğunu gösteriyor. Böyle olduğu için yeryüzünün bu küçücük toprak parçasında yaşananlar dünyanın dört bir yanında milyonlarca insanı ayağa kaldırıyor, haklı bir öfke seli doğuruyor. Başta Müslüman halklar olmak üzere her yerde kitleler bu vahşi katliama sessiz kalmayarak gösteriler düzenliyorlar. Bu da Filistin davasının gerçek dostlarının burjuva devletler değil emekçi kitleler olabileceğini bir kez daha gösteriyor. Bu saldırılar ve katliam, Filistin halkının kin ve öfkesini bilemekten başka bir sonuç vermeyecektir. İşbirlikçi Mahmud Abbas yönetiminin İsrail’in saldırısı karşısında Hamas’ı suçlar bir tutum takınarak İsrail’e dolaylı destek vermesi ise şüphesiz sonunda ters tepecektir. Bu katliamların yol açacağı yıkım ne denli büyük olursa olsun, kanla beslenen emperyalist-Siyonist vampirler ne denli zafer sarhoşluğu yaşarlarsa yaşasınlar, Filistin halkının haklı davası son bulmayacak. Aksine ekilen öfke tohumları gitgide daha büyük güçle filizlenecek. İsrailli egemenlerin yaptıklarının yanlarına kalmaması için Filistin halkıyla enternasyonalist dayanışmayı yükseltelim!
1
2009’a Girerken: Kapitalizm 2 Krizde, İşçiler Ayakta Kerem Dağlı 2
008 yılı, kapitalist sistemin küresel krizinin iyice açığa çıktığı, hegemonya yarışında ve emperyalist savaş sürecinde ise önemli dönüm noktalarının yaşandığı bir yıl oldu. Ekonomik krizin yarattığı şok dalgaları ve dünyanın hegemon gücü ABD’deki başkanlık seçimi en çok akıllarda kalan gelişmeler olsa da, yaşananları derli toplu bir biçimde değerlendirmek 2009’da işçi sınıfını ve onun öncü güçlerini nelerin beklediğini görebilmek açısından önemlidir. 2007 yılının sonlarına doğru yazdığı Çürüyen Kapitalizm adlı yazısında Elif Çağlı, gittikçe kızışan emperyalist savaş ve derinleşen ekonomik krize karşı işçi sınıfını uyararak, önümüzdeki yılların daha zorlu geçeceğini, çürüyen kapitalist sistem yıkılmadıkça işçi ve emekçi sınıfların gün yüzü göremeyeceğini söylemişti. Elif Çağlı’nın daha önemli bir tespiti ise Üçüncü Dünya Savaşının bir biçimiyle çoktan başlamış olduğu yönündeydi. Hegemonya için yarışan güçler arasındaki çekişmeler, yeni emperyalist blokların oluşumunu ve bu bloklar arasında dozu yükselen çatışmaları gündeme getirecekti. Ancak günümüz dünyasının değişen koşulları altında, küresel ölçekteki emperyalist savaşlar geçmiştekinin basit bir tekrarı olmayacaktı. Yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb. çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabilirdi. Çağlı son olarak da şu uyarısını ya-
sayı: 46 • Ocak 2009
pıyordu: “Vaktiyle Troçki’nin dediği gibi, işçi sınıfının devrimci öncüsünün savaşlarla, ayaklanmalarla, kısa ateşkes molalarıyla, yeni savaşlar ve yeni ayaklanmalarla geçecek yıllara, hatta on yıllara hazırlıklı olması gerekiyor.” İşte 2008 yılının gelişmelerini, bu isabetli öngörüler doğrultusunda ele almak gerekiyor.
Sistemin sigortaları atıyor! 2008’de kitlelerin zihninde yer eden en önemli mesele, hiç kuşku yok ki, kapitalist sistemin içine yuvarlandığı derin ekonomik krizdir. Yaşanmakta olan kriz, ne finansal bir krizden ibarettir, ne salt bir mortgage krizidir, ne de öncekilerden bağımsız olarak gelişen yepyeni bir krizdir. IMF’nin, “dünya ekonomisinin 1930’lardan bu yana karşılaştıklarının en tehlikelisi” olarak tanımladığı bu kriz, önce finans sektörünün devlerini yutmuş ve ardından da başta otomotiv sektörü olmak üzere “reel kesime” üst üste darbeler indirmeye başlamıştır. Mortgage kriziyle başlayan süreçte, bugüne değin 6 trilyon doları aşan kurtarma paketi açıklandı. 2009’da bu miktarın 8 trilyonu geçeceği tahmin ediliyor. Amerikan Merkez Bankası ve AB ülkelerinin, Japonya’nın, Rusya’nın ve Çin’in merkez bankaları daha önce hiç yapmadıkları kadar faiz oranlarını düşürdüler. Ancak her iki tedbire rağmen borsalar düşüş rekorları kırmaya devam ediyor. Neredeyse bütün emperyalist kurumlar (BM, IMF, DB, DTÖ, OECD vb.), gelişmiş ülkelerin ekonomilerinin 2009 yılında daha da küçüleceğini söylüyorlar. Bu kurumların tahminlerine göre 2009 yılında ABD ekonomisi %1, AB ekonomisi %0,6, Japonya %1 küçülecek. Dünya ekonomisinin ise toplamda %0,4 oranında küçüleceğini belirtiyorlar. Böylece dünya ekonomisi, 1929 krizinin ardından ilk kez küçülmüş olacak. ABD ekonomisinin 2008 yılında %1,4 büyüdüğü dikkate alınırsa ve bu büyüme hızına rağmen krizin boyutları hatırlanırsa, bahsedilen ölçekte bir küçülmenin krizi nasıl azdıracağı daha iyi anlaşılacaktır. Aynı durum Japonya, AB ve tüm dünya ekonomisi için de geçerlidir. 2008 yılı boyunca büyüme hızı %1 ilâ 2 arasında gezinen dünya ekonomisinin önümüzdeki yıl küçülecek olması, krizin boyutlarının ve etkilerinin 2008’den daha fazla olacağının göstergesidir. Ayrıca belirtmekte yarar var ki bunlar, bahsi geçen kurumların “güven bunalımı” yaratmamak ve karamsarlık yaymamak adına açıkladıkları iyimser tahminlerdir. Farklı kaynaklar Japon ekonomisinin 2009 yılında %4 küçüleceğine, ABD’de küçülmenin %2 civarında olacağına ve dünya çapında bu oranın %1-2 arasında olacağına işaret ediyorlar. Kuşkusuz bu tablonun işçi sınıfı açısından anlamı, işsizliğin ve yoksulluğun daha da artması olacaktır. ILO, 2008 yılında işsiz sayısının 5 milyon artarak dünya çapında 195 milyona ulaşacağını öngörmüştü. Oysa gerçek rakamlar bunun birkaç kat üzerine çıkmıştır. Dolayısıyla ILO’nun 2009 yılı için işsizlik artışına ilişkin verdiği 20
marksist tutum
milyon rakamının da gerçekleşecek olanın çok altında kalacağı açıktır. Daha 1996 yılında dünya çapında işsiz sayısı 161,4 milyon ve işsizlik oranı da %4’ler düzeyindeydi. Üstelik yine ILO raporlarına göre çalışan her 10 kişiden 5’i “kırılgan” işlerde çalıştığından dolayı işini her an kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. İşsizliğe paralel olarak yoksullaşma da 2008 yılında önemli oranda artış göstermiştir. Dünya işçilerinin %16,4’ü günde 1 doların altında kazanırken, %43,5’i de günde 2 dolara talim ediyor. Yoğun işsizliğin de etkisiyle sendikalılık oranlarında ve reel ücretlerde de önemli düşüşler yaşanmıştır. Örneğin ABD’de sendikalılık oranı 2000 yılında %14,9 iken 2008’de %6’lara kadar gerilemiştir. Yine ABD’de reel ücretler son 10 yılda %11 civarında gerilemiş, bazı sektörlerde bu oran %20’yi bulmuştur. Sosyal haklarda ve ücretlerdeki bu gerilemeye karşın çalışma saatleri uzamıştır. Kayıt dışı çalışanlar söz konusu olduğunda (bu tür işlerde çalışanların toplam işçi sayısına oranı, dünya ölçeğinde %50 civarındadır) 15 saate kadar çıkabilen çalışma süresi, sendikalı işyerlerinde bile 11 saati bulmaktadır. Bu, gerçekten de dehşet verici bir tablodur. Öncesinde “artık kriz mriz olmaz” diyen burjuva ideologları, şimdilerde de “1-2 seneye kalmaz krizden çıkarız” diye konuşsalar da gerçekler ortadadır. Bu krizin geçmek bir yana daha da ağırlaşacağı gün gibi ortadadır. Kasım ayındaki yazısında Oktay Baran, ünlü burjuva iktisatçılarından birisinin ağzından bu gerçekleri şöyle aktarıyordu: “Bu kriz, etkilenen ülkelerdeki hükümetlerin alacağı önlemlerle engellenemez. … İleri ülkelerdeki derin bir durgunluk, gelişmekte olan ülkelerin paralarının kontrolsüz değer yitirmesi ve ABD-Avrupa’da ticari bariyerlerin yükselmesiyle birleştiğinde iş dayanılmaz noktalara varacaktır. 1930’lardaki gibi işsizlikle korumacılığın yaratacağı ve birbirini destekleyeceği bir kısır döngü, herkesin beklediği durgunluğu ikinci büyük buhrana dönüştürecektir.” Ardından da böylesi derinlikteki krizlerin kaçınılmaz sonucu olan emperyalist savaşlara işaret ederek, 1929 krizinden de ancak 55 milyondan fazla insanın katledildiği II. Dünya Savaşıyla çıkıldığını hatırlatıyordu. 2008’in baş gündemi ekonomik krizin ortaya koyduğu yalın gerçeklikler bunlardır.
Burjuvazinin kanlı çözümü: “düzeltici savaş” Yürümekte olan üçüncü emperyalist paylaşım savaşını hazırlayan sürecin altında, 70’lerden beri süregelen uzun süreli ekonomik inişin yattığını söylemiştik. Kapitalist sistemin bugün içinde bulunduğu krizden, emperyalist savaşı daha da körüklemek ve yaymak dışında bir çıkış yolu yoktur. Ve 2008 yılındaki gelişmeler de bu öngörümüzü doğrulamıştır. Bu açıdan en önemli olay, Gürcistan’ın 8 Ağustosta Güney Osetya’ya saldırmasıyla başlayan süreçtir. Gürcis-
3
Ocak 2009 • sayı: 46
marksist tutum
tan’ın saldırısına Rusya’nın daha büyük bir saldırganlıkla karşılık vermesi, emperyalist savaş coğrafyasının Ortadoğu’yla sınırlı kalmayacağını ve yayılma eğiliminde olduğunu açıkça göstermiştir. Burjuva medya olayı basitçe RusyaGürcistan savaşına indirgemeye çalışsa da, bunun yürüyen emperyalist savaşın ve hegemonya yarışının bir parçası olduğu aşikârdı. Nitekim kısa sürede “asıl taraflar” devreye girmiş ve ABD ile Rusya, karşılıklı hamlelerle süreci şekillendirmişti. Bunun anlamı hegemonya yarışında ve emperyalist savaşta yeni bir dönüm noktasına gelinmiş olduğuydu. Çünkü hegemon güç olarak ABD emperyalizmine karşı yeni bir rakibin ya da “kutup başı”nın ortaya çıkması, emperyalist güçlerin giderek daha doğrudan karşı karşıya geleceği bir yöne ilerlendiğinin göstergesidir. Rusya ABD’ye açıkça meydan okuyarak hegemonya yarışında yeni bir kamp kurmaya aday olduğunu ilan etmiş, ABD de süreci aynı yönde zorlayarak kamplaşmayı kendi lehinde arttırmaya çalışmıştı. Kosova’nın bağımsızlık ilanının ABD ve AB emperyalistlerince anında tanınmasını, ABD’nin doğu Avrupa’da kurmaya giriştiği füze kalkanı projesini ve Rusya’nın Güney Osetya ile Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanımasını da hep bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Ancak ekonomik krizin iyice tırmanması ve ABD’de yapılan başkanlık seçimleri, bu sürecin daha da alevlenmesini bir süre için durdurdu. Kapitalist devletlerin hemen hepsi birbiri ardı sıra gelen şok dalgalarıyla sarsılmaya başladılar ve batmakta olan tekelleri ve bankaları kurtarmanın telâşına düştüler. Bütün gözler borsa endekslerinden gelecek yükselme haberlerine ve ABD’deki başkanlık seçimlerine çevrildi. Yarışı kazanan Obama, burjuva medya tarafından adeta “kurtarıcı Mesih” gibi sunuldu. Obama hem ABD emperyalizminin ekonomik krizini çözecek hem de alevleri herkesi yakmaya başlayan emperyalist savaşı sözümona sona erdirecekti. Bu yalanlara burjuvaların kendilerinin ne kadar inandığını bilemeyiz ama Amerikan halkının çoğunda ve kimi aymaz liberallerde ciddi umutlar oluşturduğu muhakkaktır. Oysa Ocak ayında başkanlık makamını Bush’tan devralacak olan Obama’nın hangi sınıfın temsilcisi olduğu ve niyeti bellidir. Obama’nın bayrağı devralmasıyla birlikte Amerikan emperyalizmi de kaldığı yerden işine devam edecektir. İşçi ve emekçi sınıflar açısından ise iyileşme bir yana her şey daha da kötüye gidecektir. Gittikçe netleşen ekonomik ve siyasi programı ve ekibindeki isimler, Obama’nın neler yapacağını belli ediyor. Şimdiden ana hatlarını ortaya koyduğu haliyle Obama’nın programı, bazı Keynesçi uygulamaların neoliberalizme eklenmiş halidir. Obama, seçimi kazandıktan sonra yaptığı çeşitli konuşmalarda, gelecek yıl hızla yeni yol ve köprü inşaatlarının başlatılacağını, alternatif enerji kaynaklarına ağırlık verileceğini ve 2,5 milyon kişiye iş imkânı sağlanacağını açıkladı. Bu konuşmaların çoğu halka hitaben yapılmış seçim konuşmalarıdır ve 2,5 milyon kişiye iş imkânı yaratılması gibi vaatlerin ne oran-
4
Obama’nın bayrağı devralmasıyla birlikte Amerikan emperyalizmi kaldığı yerden işine devam edecektir. İşçi ve emekçi sınıflar açısından ise iyileşme bir yana her şey daha da kötüye gidecektir.
da ve hangi biçimlerde tutulacağı şüphelidir. Asıl olarak kapalı kapılar ardında burjuvaziye verdiği sözleri dikkate almak gerekir. Ama bu halka açık konuşmalarında dahi, ekonominin toparlanmadan önce dibe vuracağı ve bu süreçte işsizliğin daha da artacağı uyarısını yapma zorunluluğu hissetmiştir. İşçi sınıfının sorunları karşısında, yuvarlak ve demagojik laflar dışında somut hiçbir proje ortaya koymayan Obama, sıra tekellere gelince çok daha net şeyler söylemektedir. Bush’un otomobil tekellerine 17,4 milyar dolarlık kredi vermesini derhal desteklemiş ve kendi kurtarma paketini 600 milyar dolardan 1 trilyon dolara yükseltmiştir. Bu trilyon dolarlar işçilerin vergilerinden devşirilip patronların kasasına aktarılan paralardır. Zaten Obama’nın gerek ekonomik gerekse de politik alandaki çizgisini genel hatlarıyla Bush döneminin devamı gibi görmek gerekir. Obama, örneğin konut kredi borçlarını ödeyemeyen işçi ailelerine devletin kredi desteği sunmasına, “ahlaki bir riziko” yaratacağı gerekçesiyle karşı çıkmış ama aynı konut krizinden zarar gören tekellerin ve bankaların kurtarılması için trilyon dolarların savrulmasında herhangi bir “ahlaki riziko” görmemiştir! Bu örnek, Obama’nın aslında Bush’tan pek de farklı bir anlayışa sahip olmadığının sayısız göstergelerinden biridir. Obama’nın kabinesine dâhil edeceğini açıkladığı isimler de, Bush çizgisini devam ettireceğinin bir başka kanıtıdır. Dışişlerine Hillary Clinton’u getireceğini açıklamıştır
sayı: 46 • Ocak 2009
ki, seçimlerde en büyük rakibi olan Clinton, dış politika konusunda Bush’un şahinlerini aratmayacak ölçüde saldırgan bir tutumun savunucusudur. Cumhuriyetçi aday McCain bile Irak’ta asker azaltılmasını savunurken Clinton asker miktarının arttırılmasını öneriyordu. Obama, Bush’un savunma bakanı Robert Gates’in de görevine devam etmesini istemiştir. Bunun anlamı Amerikan emperyalizminin malum Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin aynen devam edeceğidir. Ağırlık noktasının Irak’tan Afganistan’a kayması bu projenin kapsamında zaten vardır, bu anlamıyla da yeni bir şey değildir. Ayrıca Obama ve savunma bakanı Gates, Irak’tan çekilip Afganistan’a odaklanma stratejisinin, Ortadoğu’nun “boşlanacağı” anlamına gelmediğini de defalarca yinelemiştir. Yani kendi ağızlarından, Ortadoğu halklarının tepesinden kanlı pençelerini çekmeyeceklerini tekrar etmişlerdir. Obama’nın seçim sonrası konuşmasında sarfettiği şu tanıdık sözler, Bush’un takipçisi olacağının kanıtı sayılmalıdır: “Dünyaya zarar vermek isteyenleri yenecek ve barışın yanında olanları destekleyecek, demokrasi, özgürlük, fırsat, umut gibi ideallerin peşinde gideceğiz.” Bu “barış ve demokrasi” laflarının ne anlama geldiğini, ABD ordusunun “özgürleştirdiği” Irak ve Afganistan halkları pekiyi öğrenmişlerdir! Bir örnekle Obama’nın sözde özgün ve değişik dış politika çizgisinin Bush döneminden beri nasıl da ilmek ilmek örülmekte olduğunu ortaya koyalım. Geçtiğimiz bahar aylarında, ABD kongresi “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasını ve Terörizmi Önleme Komisyonu” adlı bir komisyon kurmuştu. O zaman pek dikkat çekmeyen bu komisyonun işlevi şimdilerde daha iyi anlaşılmaktadır. Komisyonun amacı nükleer silahlar başta olmak üzere “kitle imha silahlarının teröristlerin eline geçmesini önlemek” ve “uluslararası kamuoyunu bu tehlikeye karşı uyarmak”tı. Komisyon yayınladığı bir raporda, “eğer uluslararası topluluk kararlılıkla ve acilen harekete geçmezse, 2013 yılının sonuna kadar dünyanın bir bölgesindeki bir terörist saldırıda bir kitle imha silahı kullanılması, kullanılmamasından daha olası” diyerek, AB ülkelerini ve diğer emperyalist güçleri ABD emperyalizminin öncülüğünde bu tehlikeye karşı mücadeleye çağırıyordu. Rapordaki en kritik tespit ise şuydu: “Bugün bir terörizm ve kitle imha silahları haritası olsaydı, bütün yollar Pakistan’da kesişirdi.” Komisyon, Pakistan’ın hedef tahtasına oturtulmasını ise İran’a nükleer teknoloji-malzeme satmaya çalışmasına ve El Kaide militanlarının bu nükleer silahlara ulaşabileceği kaygısına bağlıyor. Yani Obama’nın son aylarda açıkladığı dış politika çizgisi, meğerse Bush ekibince aylar öncesinden hazırlanıyormuş. Hatta bu yönde ciddi provokasyonlar bile hazırlanmış. Anlıyoruz ki, Pakistan’da Butto’nun apar topar ve adeta zorla ülkeye geri döndürülmesiyle başlayan sürecin bir suikastla devam etmesi, Müşerref ’in koltuğunu bırakmak zorunda kalması, El Kaide militanlarına yataklık ediliyor
marksist tutum
gerekçesiyle ABD helikopterlerinin, üstelik de tüm uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak, sorgusuz sualsiz Pakistan topraklarını bombalaması, Pakistan ile Hindistan arasındaki gerginliğin tırmandırılması ve son olarak da Hindistan’ın Mumbai (Bombay) kentinde yaşanan olayların hepsi de bu planın parçalarıdır. Amerikan emperyalizmi, emperyalist savaşta kamplaşmayı derinleştirme politikasını devam ettiriyor ve bu temelde Hindistan’ı da yanına çekmeye çalışıyor. Bush iktidarının geçtiğimiz aylarda Hindistan’la imzaladığı nükleer ticaret anlaşması ve Pakistan’la yaşadığı gerginlikte Hindistan’a arka çıkması bunun işaretleridir. ABD’nin yeni dönemde emperyalist saldırganlığının merkezine Afganistan ve Pakistan’ı oturtacak olması, “şer ekseni”ne karşı müttefik ülkelerden oluşan bir cephe hattını oluşturma çabalarının devamıdır. Bu cephe hattının Ortadoğu’daki mevzilerinin yanı sıra şimdi de orta ve güney Asya gündemdedir. 11 Eylül 2001’den hemen sonra afişe edilen ve fakat aslında çok daha eskilere dayanan Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin zeminini oluşturan coğrafi alanı gözlerimizin önüne getirecek olursak, emperyalist savaşın alevlerinin kuzey Afrika’dan güneydoğu Asya’ya kadar, Kafkaslar’ı ve orta Asya’yı da içine alarak bu coğrafi hat boyunca nasıl da yayıldığını rahatlıkla görebiliriz. Şimdi de, sözümona daha “ılımlı” bir dış politika izleyeceği savunulan Obama, ABD’nin İran’a yönelik kullandığı tehditkâr ve saldırgan dili aynen devam ettirerek, “bir sonraki Amerikan başkanını beklemeyin, çünkü baskı artacak, tutumunuzu değiştirin” diye sesleniyor. Ardından da İran’ın nükleer programını devam ettirmesinin uluslararası toplum tarafından daha fazla yaptırım ve baskı görmesine sebep olacağını açıklıyor. Demek ki “garp cephesinde” değişen bir şey yok.
Filler tepişmeye çimenler ezilmeye devam ediyor Dünyanın içinde bulunduğu bu “ahval ve şerait” altında, Türkiye burjuvazisi de 2008 yılını bir yandan kendi iç hesaplaşmasını sürdürerek diğer yandan da bölgesinde alt emperyalist bir güç olmaya çalışarak geçirmiştir. Bu yolda Kürt halkına yönelik haksız savaşı devam ettirmekten, işçi sınıfının haklarına azgınca saldırmaktan ve emperyalist güçlerle kirli ittifaklara girişmekten geri durmamıştır. Ocak 2008 tarihli yazısında Levent Toprak, 2007 yılı boyunca siyasal düzlemde AKP ve orduda uçlaşan tepişme sonunda tarafların, emekçi kitlelerin ve Kürt coğrafyasının acıları üzerinde yükselen kanlı bir uzlaşmaya varmış göründüklerini söylüyordu. Zaman zaman taraflar arasında gerginlik tırmansa da, genel olarak bu konsensüse uyuldu. Nitekim 2008’in açılışı da 9 günlük bir sınır ötesi harekât ile yapılmıştı. Kürt halkına karşı onyıllardır yürütülen haksız savaşın devamı olan bu sınır ötesi harekâtlar zaman zaman karadan zaman zaman da havadan düzenlenen sal-
5
marksist tutum
dırılarla yıl boyu sürdürüldü. Burjuva generaller ve onların şakşakçılığına soyunmuş olan “apoletli medya”, her defasında PKK’nin bittiğini, dağıldığını, çözüldüğünü vs. söyleyip durdular. Askeri alandaki saldırılara, siyasi alandaki baskılar ve Kürt hareketinin siyasal temsilcisi konumundaki DTP’yi boğma girişimleri eşlik etti. Yoğun şoven ve ırkçı kampanyalar eşliğinde Türk işçiler ve emekçiler, Kürt halkına karşı kışkırtılmaya çalışıldı. Ancak burjuvazinin bu gerici ve baskıcı politikalarına rağmen, Kürt kitlelerin “demokratik ve adil bir çözüm” yönündeki talepleri artarak sürdü. Kürt halkının haklı mücadelesine yönelik saldırı temelinde sağlanan bu uzlaşının her alanda sağlanamayacağı ve geçici olduğu, zaman zaman tarafların birbirine yönelik güç denemelerini engellemeyeceği de tespitlerimiz arasındaydı. AKP’ye yönelik kapatma davası, türban konusunda anayasa mahkemesinin verdiği karar ve Ergenekon davası da bu tespitlerimizi doğruladı. Bu ana gelişmeleri, Doğan holdingle AKP arasında baş gösteren itişme, Deniz Feneri üzerinden açılan yolsuzluk davası gibi irili ufaklı birçok yan gelişme takip etti. Yılın ilk aylarında, sınır ötesi operasyonlar üzerinden hükümetin orduyla kol kola verdiği pozlar ve CHP ile MHP’nin ilk kez Genelkurmayı doğrudan hedef alan eleştirilerde bulunmaları, burjuva kampların kendi içinde de homojen olmadığına ve yeni uzlaşmalar temelinde yaşanacak tasfiyelere işaret ediyordu. İlk etapta, türban serbestisinin Anayasa mahkemesine götürülmesi ve hemen ardından da AKP hakkında kapatma davası açılması, buna karşılık AKP’nin de Ergenekon davası için düğmeye basmasıyla birlikte tansiyon yine yükseldi. Anayasa mahkemesi türban serbestisini tanımadı ama AKP’yi de kapatmadı. AKP de Ergenekon davası kapsamında, “Avrasyacı” kliğin artık deşifre olmuş ve sorun yaratmaya başlamış unsurlarını tasfiye edeceğinin ama ordunun üst kademelerine dokunmayacağının sinyallerini verdi. Sonuçta, karşılıklı saldırılar ve geri çekilmeler üzerinden, bir önceki yıl oluşmuş konsensüs devam etti.
Ocak 2009 • sayı: 46
Türkiye’nin iç siyaset arenasında cereyan eden bu kapışmalar, uluslararası konjonktürle de kaçınılmaz olarak karşılıklı bir etkileşim içindedir. Emperyalist kamplaşmada Amerikan emperyalizminin arkasında saf tutmuş olan Türkiye’nin bu pozisyonu, içerde de burjuva kampların ABD veya AB gibi emperyalist güçleri kendi yanına çekme çabalarında somutlanmakta, buna paralel olarak bu emperyalist odakların politikalarına uygun bir çizgiyi yürütmelerini de zorunlu kılmaktadır. Epeyce semirmiş olan Türkiye burjuvazisinin bölgesel düzeyde hegemon güç olma çabaları da bu karşılıklı ilişkiyi ve tabiyeti koşullandırmaktadır. Rusya-Gürcistan savaşının ardından üstlenilmeye çalışılan arabuluculuk rolü ve Ortadoğu’da yürüyen kavgada takınılan “barış meleği” pozları bu yönde yorumlanmalıdır. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi, bölgesel güç olma yolunda Türkiye burjuvazisinin aşması gereken ciddi yapısal ve siyasi engeller mevcuttur. Büyük burjuvazi ile statükocu burjuva kanat arasında yürüyen çatışma, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu ve AB’ye giriş meselesi bunların en önemlilerindendir. 2007 yılının sonlarına doğru oluşan ve 2008 yılı boyunca da burjuva kamplar arasında devam eden konsensüs, bu sorunları ortadan kaldırmış veya aşılmasını sağlamış değildir. Büyük sermayenin temsilcisi AKP de, bu sorunları çözme niyeti ve kapasitesinde olmadığını artık ispat etmiştir. AKP’nin işçi sınıfının haklarına yönelik saldırıları ve işçi düşmanlığı da tüm burjuva kanatların uzlaştığı başlıca alanlardan biridir. Neoliberalizmin şampiyonu AKP, önce SSGSS yasasını meclisten geçirmiş ve uygulamaya koymuş, ardından da İstihdam Paketiyle yeni saldırıları hayata geçirmeye başlamıştır. Sırada ise kıdem tazminatlarının ve işsizlik fonunun cebellezi edilmesini amaçlayan yeni tasarılar bulunmaktadır. Bu saldırılara ek olarak sudan doğalgaza, elektrikten ulaşıma kadar pek çok kalemde ciddi zamlar yapılmıştır. İşçi ve emekçi sınıflar daha da yoksullaştırılmış, buna karşın ücretlerdeki zam oranları resmi enflasyon rakamlarının bile altında tutulmuştur. Son ayAKP’nin işçi sınıfının haklarına yönelik saldırıları ve işçi düşmanlığı da tüm burjuva kanatların uzlaştığı başlıca alanlardan biridir. İşçi ve emekçi sınıflar daha da yoksullaştırılmış, buna karşın ücretlerdeki zam oranları resmi enflasyon rakamlarının bile altında tutulmuştur. Son aylarda ekonomik kriz gerekçesiyle işten atılan yüz binlerce işçi içinse hiçbir şey yapılmamıştır.
6
sayı: 46 • Ocak 2009
larda ekonomik kriz gerekçesiyle işten atılan yüz binlerce işçi içinse hiçbir şey yapılmamıştır. Başbakanın “hamdolsun kriz teğet geçti” gibi vecizeleri eşliğinde ve Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen gibi sınıf işbirlikçi sendikaların da desteğiyle işçi sınıfı ekonomik krizin ağırlığı altında ezilmeye terk edilmekte, daha da önemlisi krizin faturası işçi sınıfına ödetilmektedir. Tüm bunlardan çıkan sonuç, önceki yıllarda olduğu gibi 2009 yılında da Türkiye işçi sınıfını çetin mücadelelerin beklediğidir. Türkiye işçi sınıfı bir yandan krizin faturasını ödemeyi reddetmek ve neoliberal saldırılara karşı mücadele etmek, diğer yandan ise emperyalist politikalarasaldırılara karşı kavga vermek zorundadır.
İşçi sınıfı uyanıyor Türkiye’de ve dünyada yaşanan bu gelişmelere karşılık işçi sınıfı cephesinde önemli bir hareketlilik sözkonusu olmuştur. Dünya işçi sınıfı kapitalist sistemin yaptıkları karşısında sessiz kalmayacağını göstermiştir. 2007’nin son ayları, burjuvazinin hayata geçirmeye çalıştığı gerici sosyal güvenlik reformlarına karşı Avrupa genelinde yaygın grevlere sahne olmuştu. Milyonlarca işçi bu grevlere katılmıştı. Bu devasa grevlere, işçi sınıfının fazla mesai ücretlerinin ödenmesinden ücretlerinin arttırılmasına, insan sağlığını tehdit eden şartlarda üretim yapılmasından fabrikaların kapatılmasına kadar birçok konuda verilen mücadeleler eşlik etti. Tüm bunlar, burjuva ideologların yıllardan beridir yürüttüğü “işçi sınıfı öldü, bitti” propagandasına ve kimi sol çevrelerin farklı “toplumsal dinamik” arayışlarına karşı, örgütlü işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı mücadelede asıl motor gücü oluşturduğunu bir kez daha ortaya koyuyordu. Bu dalgayı, ekonomik krizin de etkisiyle kapatılan veya işgücünün daha ucuz olduğu ülkelere taşınan işletmelerde çalışan Avrupalı işçilerin eylemleri ve grevleri takip etti. Almanya’da Nokia işçileri, Danimarka’da Unilever işçileri, Rusya’da Ford fabrikasının grevcileri işçi sınıfının çaresiz olmadığını ortaya koydular. Avrupalı tekellerin işçileri, fabrikaların taşındığı Hindistan, Vietnam, Kamboçya gibi ülkelerin işçilerini de örgütleyerek ve onlarla dayanışarak, işçi sınıfının uluslararası dayanışmasının da güzel örneklerini sundular. Aynı zamanda sermayenin küresel saldırılarına ancak küresel ölçekte karşı konulabileceğini de göstermiş oldular. Bir başka önemli örnek de, Uluslararası Taşımacılık İşçileri Federasyonunun (ITF) Zimbabwe’ye silah taşıyan Çin bayraklı An Yue Jiang adlı gemiyi 24 Nisanda bloke ederek bir gemi dolusu silahın Zimbabwe’de muhtemel bir soykırımda kullanılmasını engellemesiydi. Benzer şekilde ABD’de 25 bin liman işçisi, 1 Mayıs günü iş bırakarak Afganistan’a ve Irak’a silah götüren gemileri yüklemeyi reddettiler. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde de liman işçileri silah taşıyan gemileri boykot ederek limana sokmamış-
marksist tutum
lardı. Böylece emperyalist savaşa karşı mücadele yöntemleri konusunda dünya işçi sınıfına somut örnekler sunuyorlardı. Güney Kore’deki grev dalgası, Peru’daki hükümeti sallamaya başlayan grevler, Hindistan’da sayıları ve katılım düzeyi gittikçe artan grevler, İtalya’da yapılan genel grevler, Kolombiyalı ve Şilili işçilerin grevleri, Mısır’da vergi memurlarının grevi vb., hepsi de uluslararası işçi sınıfının çürüyen kapitalist sistemin yarattığı kaosa karşı sesiz durmayacağının işaretleriydi. Eylül ayında New York borsası önünde toplanan binlerce Amerikalı işçi, kriz gerekçesiyle tekellere ve bankalara devlet yardımı yapılmasını protesto ederek ve asıl kendilerine devlet yardımı yapılmasını talep ederek, krizin faturasını ödemeyeceklerini kapitalizmin en büyük metropolünde sermayenin yüzüne haykırdılar. Yine ABD’deki bir fabrikanın işçileri de, krizden dolayı iflas ettiğini söyleyen ve aylardır ücretlerini ödemeyen patronlarına işyerini işgal ederek cevap verdiler ve şirkete kredi vermeyen bankayı zorlayarak ücret ödemeleri için kredi vermesini sağladılar. İşçi sınıfının krize karşı mücadele yönteminin örnekleri de böylece şekillenmiş oluyordu. Bahar aylarında, gıda fiyatlarındaki ani yükselişle birlikte 30’dan fazla ülkede eş zamanlı olarak patlak veren isyanlar da, meselenin sadece ekonomik krizle sınırlı olmadığının, kapitalizmin her alanda çivisinin çıktığının ve inişe geçtiğinin habercisiydi. Ama yılın kapanışına ve dolayısıyla yeni yıla girişine damgasını vuran eylemler komşumuz Yunanistan’da gerçekleşti. 15 yaşında bir gencin polis kurşunuyla hayatını kaybetmesi sonucu tetiklenen olaylarda, haftalar boyunca onbinlerce genç Atina ve Selanik gibi büyük şehirlerin sokaklarını işgal ettiler. Okullar, televizyon istasyonları işgal edildi, karakollar basıldı. Ardından işçiler kitlesel bir genel grev gerçekleştirdiler. İşçi sınıfının bir önceki yıldan devraldığı ve yıl boyunca devam eden bu hareketliliği, kapitalist sistemin ekonomik krizine ve emperyalist savaşına karşı 2009 yılında vereceği tepkinin de habercisidir. Kapitalizmin ekonomik açıdan inişe geçmiş olduğu, siyasal açıdan bunalımlı bir döneme girdiği ve bu sürecin hem burjuva güçler hem de emek güçleri cenahında oldukça hareketli geçeceği artık çok açıktır. Özetlemeye çalıştığımız 2008 yılına ait gelişmeler ve geçmiş yılların değerlendirmeleri hep bu öngörümüzü doğrulamaktadır. 2008 yılının, emperyalist-kapitalist sistemin biraz daha dibe battığı, işçi sınıfı içinse yeni umutların filizlenmesini sağlayacak hareketlenmelerin daha da yükseldiği bir yıl olduğunu söyleyebiliriz. Ama her zaman söylediğimiz gibi, önemli olan işçi sınıfının saflarında gelişen bu haklı tepkinin doğru yönde kanalize edilebilmesi ve kapitalizmin temeline yönlendirilebilmesidir. Yoksa kapitalist sistemin krizini atlatmasına ve böylece de insanlığın başına yeni belâlar örmesine fırsat sunulacaktır.
7
Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /10 Mehmet Sinan Emperyalizmin ve yerli finans oligarşinin hegemonyası altında gelişen siyasal süreç Daha önce de belirttiğimiz üzere, 1970-71 yılları yerli finans kapitalin ekonomik, siyasi ve askeri yapı üzerinde hegemonyasını pekiştirmek üzere önemli adımlar attığı tarihsel bir dönemeç noktasıdır. 1970 yılına girildiğinde, Türkiye’de siyasal manzara şudur: Düzen karşıtı gerçek muhalefet hareketleri parlamento dışında gelişmekte ve eylemleriyle toplum kesimleri içinde etkilerini giderek artırmaktadırlar. Mevcut burjuva parlamentosu ise gelişen bu muhalefet hareketleri karşısında, siyasal gericiliğin ve tutuculuğun adeta kalesi haline gelmiş gibidir. Bir yanda, yerli ve yabancı büyük sermayenin ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarının savunuculuğunu yapan AP hükümeti gerici bir tutum sergilerken, diğer yanda ana muhalefet partisi CHP de geleneksel devlet düzeninin (statükonun) savunuculuğunu sürdüren tutucu bir burjuva “merkez partisi” tutumu içindedir. Parlamentodaki bu iki burjuva partisi birbirlerine karşı “uzlaşmaz” bir muhalefet yürütüyor gibi görünseler de, öte yandan işçilerin, gençlerin, aydınların parlamento dışında geliştirdikleri gerçek muhalefet hareketleri karşısında aynı egemen sınıf refleksini göstermektedirler. Parlamentodaki tek muhalif sol parti olan Türkiye İşçi Partisi ise, bir önceki döneme göre parlamento içinde etkisini tamamen yitirmiş bir parti konumundadır. Egemen sınıf içi kavganın bir bakıma geri plana itildiği ve burjuva düzen savunuculuğunun ön plana geçtiği bu
8
yıllarda, burjuva partiler de kendi aralarında adeta zımni bir işbölümü yapmış gibidirler. Örneğin, bir yandan AP iktidarı parlamento dışında gelişen devrimci sol hareketi bastırmak için doğrudan devletin baskı aygıtlarını harekete geçirirken, diğer yandan CHP de kendisine “solda” yeni bir yol (ortanın solu) belirlediğini “ilan ederek”, parlamento dışında gelişen devrimci sol muhalefeti düzen sınırları içine çekmeye ve kendine yedeklemeye çalışmaktadır. CHP’de İsmet İnönü’nün dillendirdiği ve bütünüyle burjuvazinin oportünist tavrını yansıtan bu “ortanın solu” siyaseti, daha sonra partinin genel sekreteri Ecevit tarafından sahiplenilecek ve daha da popülerleştirilecektir! Fakat egemen sınıf partilerinin burjuva parlamenter rejim çerçevesinde uygulamaya çalıştıkları bu “sopa ve havuç” politikası, o dönemde ne işçi hareketindeki militanlaşmayı durdurabilecek ne de gençliğin devrimci eylemlerini, gösterilerini geriletebilecektir. Gerçekten de 1969 yılı işçi sınıfının ve devrimci gençliğin militan eylemleriyle dolu olarak geçmiş ve 1970 yılına da bu devrimci atmosfer içinde girilmiştir. Diğer taraftan 1970 yılı, Türkiye kapitalizminin gelişim süreci içinde yerli büyük sermayenin bir üst evreye sıçradığı ve finans kapital sentezine ulaştığı bir dönemeç noktasıdır aynı zamanda. Büyük sanayi sermayesi ile banka sermayesini bünyesinde kaynaştıran ve her ikisine de hükmeden yerli finans kapital (mali sermaye), 1970 dönemecinden itibaren kapitalist ekonominin her alanında belirleyici olmaya ve burjuva siyasete daha etkin bir biçimde yön vermeye başlamıştır. Fakat her şeye rağmen gene de
sayı: 46 • Ocak 2009
ulusal sınırların ötesine geçemeyen, dışa açılamayan ve henüz sermaye ihracını gerçekleştirebilecek bir düzeye ulaşamayan, dolayısıyla dış sömürüden pay alamayan yerli finans kapital grupları, artan sermaye ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sömürüyü ülke içinde derinleştirmek ve yoğunlaştırmak zorundadırlar. Ne var ki, mevcut koşullarda bunu başarabilmeleri de o kadar kolay bir iş değildir. Arzularını gerçekleştirebilmeleri için, öncelikle işçi sınıfının uzun süreden beri militan bir eylemlilik içinde olan örgütlü kesimlerini, özellikle de özel sektörde hızla örgütlenen ve ileri taleplerle patronların karşısına dikilen DİSK’i geriletmeleri ve böylece sınıf sendikacılığı hareketini etkisiz hale getirmeleri gerekmektedir.
İşçilerin devrimci sınıf tepkisi: 15-16 Haziran 1970 direnişi Bugün olduğu gibi o gün de emperyalizmle sıkı bir işbirliği içinde hareket eden yerli finans kapitalin tepe adamları (finans oligarşi), sermayenin karşısına dikilen bu sınıf engelini bertaraf etmek için harekete geçtiler. Finans oligarşi, DİSK’in gelişiminin engellenmesi ve militanlaşan işçi hareketine tez elden müdahale edilmesi için, öncelikle parlamento ve hükümet nezdinde girişimlerde bulunacaktı. Bu konuda “ikna” çalışmaları yürüten finans oligarşinin temsilcileri, yalnızca AP’yi değil, CHP’yi de işbirliği içine çekmeye çalışıyorlardı. Nitekim finans oligarşinin parlamento düzeyinde yürüttüğü bu “ikna” çalışmaları semeresini verecek ve DİSK’i tasfiye etmeyi amaçlayan bir yasa tasarısı, aralarında CHP’li sendikacıların ve milletvekillerinin de bulunduğu bir komisyon tarafından hazırlanarak parlamentoya sunulacaktı. Finans oligarşinin hegemonyası altında uygulamaya konulan bu planlar, militanlaşan işçi hareketini zapturapt altına almayı ve giderek tasfiye etmeyi hedefliyordu kuşkusuz. Ama egemen güçlerin parlamento aracılığıyla oynamaya kalkıştığı bu oyun, hiç de onların planladığı gibi yürümeyecekti. Burjuva siyasetçilerin parlamentoda ince hesaplar yaparak DİSK’i tasfiyeye girişmeleri karşısında, işçi sınıfının tepkisi çok sert oldu. Fabrikaları boşaltıp cadde ve sokakları dolduran on binlerce işçi, burjuvazinin bu sinsice girişimlerine militan eylemleriyle cevap verdiler: “DİSK biziz, bizi yok edemezsiniz!” 168 fabrikayı ve 150 bin işçiyi kucaklayan ve kimi bölgelerde Türk-İş üyesi işçilerin de katıldığı 15-16 Haziran Direnişi, başta İstanbul olmak üzere tüm Marmara bölgesini etkilemişti. Direnişçi işçiler başından sonuna kadar aynı kararlılık ve militan eylemlilik içindeydiler. Ordu tanklarıyla ve zırhlı araçlarıyla gösterilere müdahale etmek istediğinde de işçiler tankları ve barikatları aşıp geçtiler. Gösteriler esnasında polisin tutukladığı arkadaşlarını kurtarmak için işçiler karakolları bastılar ve arkadaşlarını polisin elinden çekip aldılar. Bu direniş günlerinde polisin açtığı ateş sonucunda üç işçi ölmüş, iki yüze yakın işçi ya-
marksist tutum
ralanmıştı. İki gün boyunca devam eden işçilerin bu militan eylemliliği, ancak DİSK’in çağırısı ile son bulacak ve işçiler fabrikalarına döneceklerdi. 15-16 Haziran büyük işçi eylemleri, bu kadarını hiç beklemeyen burjuvaziyi adamakıllı ürkütmüştü. Korkuya kapılan pek çok patronun o günlerde İstanbul’u terk ettiği biliniyor. O dönemde Türk solunun büyük bir çoğunluğu bu gerçekliğin henüz farkında olmasa da, 15-16 Haziran işçi eylemlerinin ürküttüğü egemen sınıflar, kendi düzenleri için tehlike çanlarının çalmaya başladığının çok iyi farkındaydılar. Burjuvazi, kendi karşıtı ve gelecekteki mezar kazıcısı olan sınıfın taşıdığı devrimci potansiyel gücü görmüş ve gerçekten ürkmüştü. Bir proleter sosyalist devrimin dayanacağı devrimci sınıfın Türkiye’de nesnel olarak mevcut bulunduğu gerçeği, tüm tartışmaların ötesindeydi artık. İşçilerin ortaya koyduğu 15-16 Haziran direnişini gördükten sonra, işçi hareketinin ve solun devrimci gelişiminin artık burjuva demokrasisinin “olağan” yöntemleriyle durdurulamayacağına kanaat getiren emperyalizm ve yerli finans oligarşi, bu durumda “olağanüstü” bir yönetimin koşullarını hazırlamak üzere hiç vakit geçirmeksizin harekete geçecekti. Bu aşamadan itibaren, bir yandan olağanüstü önlemlerin zorunluluğu konusunda parlamentoyu ikna etmeye çalışırken, diğer yandan ve esas olarak, ordu üst yönetimini kendi görüşleri doğrultusunda homojenleştirmeye çalışacaktı egemen güçler. Olağanüstü bir rejimi hayata geçirebilmeleri için, her şeyden önce ordu üst yönetimindeki çatlağı gidermeleri gerekiyordu çünkü! İşçilerin ortaya koyduğu 15-16 Haziran direnişini gördükten sonra, işçi hareketinin ve solun devrimci gelişiminin artık burjuva demokrasisinin “olağan” yöntemleriyle durdurulamayacağına kanaat getiren emperyalizm ve yerli finans oligarşi, bu durumda “olağanüstü” bir yönetimin koşullarını hazırlamak üzere hiç vakit geçirmeksizin harekete geçecekti. 27 Mayıs’la birlikte ordunun yönetim mekanizmalarında oluşmuş bulunan çatlağın hâlâ giderilememiş olması (Albay Talat Aydemir’in art arda gerçekleştirdiği iki darbe girişimi bunu kanıtlıyordu), ABD’yi ve yerli büyük sermayeyi ciddi bir şekilde endişelendiriyordu. Böyle bir ortamda, ordu içinde AP hükümetine karşı olan kimi radikal subayların gerçekleştireceği bir “sol” darbenin, burjuva devlet düzenini alt üst edebileceğinden ve hatta Türkiye’yi ABD’den ve Batı ekseninden uzaklaştırabileceğinden korkuyorlardı. Üstelik böyle bir “sol” darbe ihtimali, o dönemin koşulları dikkate alındığında hiç de yabana atılır bir ihtimal değildi! Bunun tedirginliğini yaşayan ABD ve yerli egemenler, ordunun yönetim kademelerinde baş gösteren istikrarsızlığın bir an önce giderilmesini istiyorlardı. Hele onlar açısından asıl önem taşıyan şey, hazırlık içinde olduğunu bildikleri radikal subayların denetimindeki “sol”
9
marksist tutum
bir cuntanın yapmaya hazırlandığı darbenin nasıl engellenebileceği idi. Bu aşamadan itibaren ABD emperyalizmi ve yerli finans oligarşi, radikal subayların denetimindeki bu sol cuntayı yakın takibe alacak ve onu tasfiye etmenin koşullarını hazırlamaya koyulacaktı. Burjuvazinin kurmayları 15-16 Haziran büyük işçi eylemelerinden sonra gelişen süreci ve işçi sınıfının taşıdığı devrimci potansiyeli çok iyi görmüş bulunuyordu. Ama solda hâlâ bu gerçeği görmeyen ya da görmek istemeyen “sosyalistlerin” sayısı az değildi. İşçi sınıfı temelinde hareket edecek güçlü ve birleşik bir sosyalist harekete ne denli ihtiyaç duyulduğu apaçık ortadaydı ama ne yazık ki Türk solu bu ihtiyacı karşılayacak durumda değildi. Bir zamanlar pek çok sosyalist kadroyu bünyesinde toplayan ve solun birleşik partisi konumunda olan TİP de artık bölünmüş, güçsüz düşmüş ve etkisini yitirmiş bir parti konumundaydı.
12 Mart’a ilerlenen süreçte Türk solunun durumu Bilindiği üzere Türkiye sol hareketindeki ideolojiksiyasal ayrışma ve saflaşmalar, 15-16 Haziran’a gelinmeden çok önce başlamıştı. Dolayısıyla Türkiye sol hareketi, işçi sınıfının tarihinde çok önemli bir dönemeç noktası oluşturan 15-16 Haziran işçi kalkışmasını örgütsüz, hazırlıksız ve kendi içinde birkaç parçaya bölünmüş olarak karşılamıştı. Soldaki bu ideolojik-siyasal ayrışma ve saflaşmanın tam olarak başladığı dönem ise, “Türkiye devriminin karakteri” üzerine yoğun tartışmaların yürütüldüğü 1968 dönemiydi. Bu dönemde üzerinde en yoğun tartışılan sorular, Türkiye’nin önündeki devrimci aşamanın niteliği, bu devrimin hangi sınıfın öncülüğünde yürütüleceği, hangi sınıflara dayanacağı ve temel görevinin ne olacağı gibi sorulardı. Aslında çok karmaşık ve yanıtlanması çok zor olan sorular değildi bunlar. Ama öte yandan bu sorular Türkiye’de bir devrimin gerekliliğini savunan kişi veya grupların siyasal olarak nerede durduklarını, nasıl bir devrimi savunduklarını ve esas olarak da hangi sınıf temelinde hareket etmeye eğilimli olduklarını açığa çıkaran sorulardı. Bu açılardan bakıldığında, 60’lı yılların Türkiye sol hareketinde başlangıçta en genel hatlarıyla belirginleşen ayrışma, çok açık olarak söylemeliyiz ki, devrimcilerin içten içe taşıdıkları (ya da yöneldikleri) sınıf eğilimlerini açığa vuran bir ayrışmaydı. Bu ayrışmada bir tarafta, Türkiye’de gerçekte var olmayan bir “milli burjuvazinin” tarihsel misyonunu üstlenmeye kalkışan küçük-burjuva sol Kemalistlerin tepeden inmeci “devrim” (darbecilik) anlayışı belirginleşirken, diğer tarafta siyasal programı henüz tam olarak netleşmemiş olsa bile, genel bir yönelim olarak işçi sınıfı iktidarını ve sosyalizmi savunan bir Marksist sol anlayış* belirginleşmekteydi. Türkiye’de devrim sorununu bir “ulusal bağımsızlık ve
10
Ocak 2009 • sayı: 46
ulusal kalkınma” sorunu olarak gören ve kendilerini de “ulusal devrimci” olarak tanımlayan birinci gruptakiler (küçük-burjuva sol Kemalistler), bu görüşlerini önce YÖN dergisinde, daha sonra da DEVRİM dergisinde dile getirmiş bulunuyorlardı. 21 Ekim 1969’da Doğan Avcıoğlu’nun yönetiminde yayına başlayan DEVRİM dergisi, devrimcilerin önündeki tarihi görevin, “yarım kalmış Kemalist devrimi tamamlamak” olduğunu çok açık olarak söylüyor ve bu amaçla tüm devrimcileri “İkinci Kurtuluş Savaşı” çizgisi etrafında birlik olmaya çağırıyordu. Sol Kemalistlerin 1970’li yılların başında yapmış oldukları Türkiye tahlili özetle şöyledir: Türkiye Atatürk devrinden beri sanayileşme sürecini tamamlayamamış ve Batı’daki gibi bir kapitalist endüstri toplumu olamamış bir ülkedir. Dolayısıyla bugün Türkiye’de hâkim üretim biçimi kapitalizm değildir ve sanayileşmeyi sağlayacak gelişmiş bir burjuva sınıfı da bulunmamaktadır. Dolayısıyla ve bu nedenle, Türkiye’de gelişkin bir işçi sınıfı da mevcut değildir. Türkiye esas olarak emperyalizme bağımlı, yarıfeodal, yarı-sömürge bir tarım ülkesi konumundadır. Türkiye’deki hâkim güçler emperyalizm, toprak ağaları ve kökü dışarıda komprador burjuvazidir. Dolayısıyla, Türkiye’de devrim esas olarak bu hâkim güçlere karşı yapılmalı, yani “anti-emperyalist, anti-feodal, milli-demokratik” bir devrim olmalıdır! Bu devrimin temel görevi ise, Kemalist ilkeler doğrultusunda, devlet ağırlıklı “bağımsız, milli bir kalkınmayı” gerçekleştirmektir! Diğer taraftan sol Kemalistler, “zinde güçler” diye adlandırdıkları asker-sivil aydın zümreyi de bu devrimin öncü gücü olarak görüyorlardı. Onlara göre Türkiye, Kemalist asker-sivil kadroların milli-devrimci iktidarında ve milli burjuvazinin de desteği ile ulusal sanayileşme hamlesini başlatabilir ve planlı bir kalkınmayı başarabilirdi! İşçi sınıfına gelince, Kemalistlere göre Türkiye’de işçi sınıfı gelişmiş bir sınıf olmadığı için, öncü ve devrimci bir rol üstlenebilecek yetenekte de değildi. İşçi sınıfı olsa olsa artçı bir rol, bir destek güç rolü üstlenebilirdi yalnızca! Kemalistler bu konuda kendilerine katılmayan ve sınıf mücadelesini öne çıkararak işçi sınıfının öncülüğüne ve sosyalizme vurgu yapan sosyalistlere çok kızıyorlardı. Çünkü onlara göre Türkiye’de işçi sınıfının öncülüğünü savunmak, vurguyu sınıf mücadelesine ve sosyalizme yapmak, zinde güçleri (yani askerleri) küstüren ve “ulusal güçlerin” birliğine zarar veren bir davranış olmaktaydı! Oysa durum hiç de Kemalistlerin dediği gibi gelişmiyordu Türkiye’de. İlginçtir, o dönemde işçi sınıfının öncülüğünü ve sosyalizmi savunanların tutumu “ulusal güçlerin birliğine” herhangi bir zarar vermemişti ama, Kemalistlerin başlattığı “zinde güçler” tartışması sosyalist solu kısa zamanda bölmeyi başaracaktı! Sosyalist solda bölünmenin fitilini ateşleyen ise, o dönemde Kemalistlerle flört eden eski tüfeklerden Mihri Belli’nin, sosyalist hareket içinde birdenbire MDD tezini yükseltmesi olmuştu! Mihri Belli grubunun 1968 sonlarında yayınlamaya
sayı: 46 • Ocak 2009
başladığı Türk Solu Dergisi de tıpkı Doğan Avcıoğlu gibi, Türkiye’yi “emperyalizme bağımlı, yarı feodal, yarı sömürge” bir ülke olarak tanımlıyor ve Türkiye’nin önündeki devrimin anti-kapitalist bir devrim değil, tam bağımsızlığı ve demokratikleşmeyi hedefleyen “anti-emperyalist, antifeodal, milli-demokratik” bir devrim olduğunu söylüyordu. Bu devrimde sosyalistlerin Kemalistlerle ittifak yapmasını da mutlak bir zorunluluk olarak gören Mihri Belli, bu konuda daha da ileri giderek, “zinde güçler” olarak tanımladığı asker-sivil bürokrasi ile devrimci gençliğin, aydınların, milli burjuvazinin ve işçi sınıfının bir “milli cephe” içinde birleştirilmelerinin, önde gelen “acil bir görev” olduğunu propaganda ediyordu! Mihri Belli’ye ve onun gibi düşünen “sosyalistlere” göre, zinde güçlerle birlikte oluşturulacak böyle bir milli demokratik cephenin temel görevi, “milli devrimci” bir iktidarı iş başına getirmek ve ülkenin tam bağımsızlığını garanti altına alacak bir “milli kalkınma” hamlesini başlatmak olmalıydı! Türkiye’de bir işçi sınıfı partisinin kurulması ve bir sosyalist devrimin hedeflenmesi ise, ancak bu milli demokratik devrimin başarılmasından ve “tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye”nin kurulmasından sonra sözkonusu olabilirdi, daha önce değil! O halde “tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” ideali gerçekleştirilinceye değin, kimsenin hakkı yoktu sınıf mücadelesini öne çıkarmaya ve “sosyalist devrim” ya da “sosyalist Türkiye” sloganını atmaya! Bu kurala uymayanlar (örneğin TİP gibi) “milli güçlerin birliğine” büyük zarar vermiş oluyorlardı! Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, MDD tezini savunan ve bu temelde Kemalistlerle (yani askersivil bürokrasi ile) bir ittifak arayışını her şeyin önüne geçiren Mihri Belli gibi “sosyalistlerin” gerçekte nasıl bir devrim düşledikleri, bu devrimde işçi sınıfına nasıl bir “rol” biçtikleri apaçık ortadaydı: MDD’ciler de tıpkı Kemalistler gibi, işçi sınıfına öncü değil artçı bir rol biçiyorlardı demokratik devrimde! O dönemde devrimci gençliği de etkileyip yanına çekmeyi başaran “sosyalist” Mihri Belli’nin Türkiye için önerdiği “devrim teorisi” böyle bir şeydi işte! Oysa olayların gelişimini çok daha farklı yorumlayan ve Türkiye’deki sınıf gerçeğine farklı bir gözle bakan sosyalistler de vardı Türkiye’de. Ve onlar hiç de MMD’ciler gibi düşünmüyorlardı gelişen süreç hakkında! MDD’cilere kıyasla daha bir sınıf temelinde hareket etmeye çalışan bu sosyalistlere göre, proleter devrimcilerin görevi, Kemalistlerle bir ittifakı her şeyin önüne geçirmek ya da devrimci mücadelede asker-sivil bürokrasiye (zinde güçlere) bel bağlamak değil, işçi sınıfı temelinde devrimci sosyalist bir hareket yaratmaktı. Çünkü bu yapılmadan, hiçbir devrim başarılamazdı Türkiye’de. Oysa bir küçük-burjuva aceleciliği içinde kısa yoldan “başarı” elde etme peşinde koşan MDD’ci sosyalistler, farkında olsunlar ya da olmasınlar, bu esas devrimci görevden yan çizdikleri sürece, işçi sınıfı-
marksist tutum
nı sol Kemalistlerin ya da ne idüğü belirsiz “zinde güçler”in kuyruğuna takmış oluyorlardı! Bu kuyrukçu tutum ise, uzun dönemde işçi sınıfını burjuvazi karşısında örgütsüz ve güçsüz düşürmekten ve devrimci mücadeleyi sakatlamaktan başka bir sonuç getirmeyecekti! Her şeye rağmen proleter sınıf temelinde hareket etmeyi savunan sosyalistler, MDD’cilerin Türkiye için yaptıkları sosyo-ekonomik tahlillere de hiç katılmıyorlardı. Bu sosyalistlere göre, 1970’ler Türkiye’sinde hâkim üretim biçimi ne feodalizm ne de yarı feodalizmdir. Türkiye’deki hâkim üretim biçimi, bünyesinde derebeylik kalıntılarını da barındıran, orta düzeyde gelişmiş bir kapitalizmdir. Bu kapitalizmde belirleyici olan hâkim sınıf ne feodal beyler, ne de “kökü dışarıda”, “gayri milli” bir sınıf olarak tanımlanan komprador burjuvazidir. Bu kapitalist düzende hâkim sınıf, kökü düpedüz içerde olan, yani ulusa dahil bulunan yerli büyük burjuvazidir. Türkiye iktisaden emperyalizme bağımlı bir ülke haline gelmişse, bu, emperyalizmin bir saldırısı ya da ülkeyi işgali sonucunda değil, yerli büyük burjuvazinin emperyalist sermayeyi “ülkeye davet etmesi ve onunla ortaklık kurması” sonucunda olmuştur. Yıllardır Kemalist devletin koruyucu kanatları altında beslenip palazlanan bu yerli büyük burjuvazi, 1950’lerde kendi arzusu ve iradesiyle emperyalist sermayeyle bağlaşmış, emperyalizmin askeri ve iktisadi örgütlerine katılmış ve Türkiye’yi iktisadi ve askeri açıdan emperyalizme bağımlı bir ülke haline getirmiştir. Kaldı ki, Türkiye’de emperyalist sermayeyle bütünleşmek istemeyen ve MDD’cilerin iddia ettiği gibi gerçekten anti-emperyalist nitelik taşıyan bir “milli burjuva” kesim zaten hiç olmamıştır. O dönemde devrimci gençlerin Kemalizm hakkındaki yanılgılarını artıran ve siyasal tahlillerinde Marksizmden uzaklaşmalarına yol açan en önemli etkenlerden biri de, dönemin büyük sosyalist liderleri olarak belledikleri tarihi figürlerin siyasal yazılarında ve ideolojik-teorik açılımlarında da esas vurgunun “ulusal kurtuluş” devrimlerine yapılması ve “ulusal” devrimciliğin, “sınıfsal” devrimciliğin önüne geçirilmiş olmasıdır. Sonuç olarak, Türkiye’de hâkim düzen, emperyalizmle iç içe geçmiş bir kapitalist düzendir. O halde ülke içinde emperyalizmin temel dayanağı olan bu kapitalist düzene ve bu düzenin başındaki yönetici sınıfa, yani yerli büyük burjuvaziye ve onun devletine karşı başat bir mücadele verilmeden, ülkenin emperyalizme bağımlılıktan kurtarılması da mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla devrimci sosyalistler, Türkiye’nin önündeki devrimin anti-kapitalist, anti-emperyalist bütünsel bir devrim olduğunu açıkça belirtmelidirler. Böyle bir devrimin öncüsü ve temel gücü ise, Marksist ideolojiyle donanmış devrimci bir parti tarafından yönetilen örgütlü-devrimci işçi sınıfı olabilir ancak! Türkiye’de demokratik görevleri de çözecek, ülkeyi emper-
11
marksist tutum
yalizme bağımlılıktan da kurtaracak devrim, bir proleter devrim olabilir ancak! Bunun dışında, Türkiye’de antikapitalist mücadeleden tamamen soyutlanmış ve önderliği burjuva/küçük-burjuva “zinde” güçlere terk edilmiş, kerameti kendinden menkul bir “anti-emperyalist” mücadele anlayışı ya da “demokratik devrim” düşüncesi, gerçekte bir aldatmacadır, bir saptırmacadır! 1968 ve 1969 yıllarında sosyalist hareket içinde yürüyen bu tartışma, sonuçta sosyalist kadroların “devrim” anlayışlarını ve sınıf eğilimlerini esaslı bir şekilde birbirinden ayrıştıran bir tartışmaydı. Ama bu döneme ilişkin burada vurgulanması gereken en önemli nokta, sosyalist hareket içinde Kemalizmle flört eden MDD’ci görüşün, hem sosyalist solun bölünmesinde, hem de başlangıçta sosyalizme yönelmiş olan devrimci gençlerin, daha sonra bu konumlarından uzaklaşarak “ulusal devrimciliğe” yönelmelerinde belirleyici bir rol oynadığı gerçeğidir. Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan fakat Marksizmi kavramak bakımından daha yolun başında olan devrimci gençlerin ezici bir çoğunluğu, bu dönemde MDD çizgisinin yürüttüğü “ulusal devrimcilik” propagandasından güçlü bir şekilde etkilenerek, özünde bir küçük-burjuva devrimciliği olan MDD’ciliği benimsemişlerdir. Bu gelişmeler, o dönemin sosyalist gençlik örgütü olan Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun da bölünmesine yol açacaktır. 1969 yılının Ekim ayında yapılan FKF kongresini MDD’ci gençler kazanacak ve derneğin ismi Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) olarak değiştirilecektir. O dönemde devrimci gençlerin önemli bir bölümünün kendilerini hem sosyalist olarak görmeleri, hem de Kemalizme yakınlık duymalarının esas nedeni, MDD’ci tezlerin etkisi altında kalmış olmalarındandır kuşkusuz. Aslında kendilerini sosyalist olarak tanımlayan devrimci gençler, MDD’ci “teorisyenlerin” yürüttüğü propagandalar sonucunda, Kemalizmin de tıpkı sosyalizm gibi antiemperyalist, devrimci, halkçı bir ideoloji olduğuna kendilerini inandırmaya ve bu nedenle Kemalizme de yakınlık duymaya başlamışlardı. Gerçekte onlar, emekçi halkın kurtuluşu uğruna mücadeleye atılmış devrimci gençlerdi. Ama ne yazık ki Kemalizmi de “devrimci-halkçı” bir ideoloji sanma yanılgısından kendilerini henüz kurtarabilmiş değillerdi. Bu yanılgının devrimci harekette yarattığı yıkıcı sonuçlar ise, ancak ilerde, yani iş işten geçtikten ve büyük kayıplar verildikten sonra bilince çıkarılmaya başlanacaktı; ama gene de tam olarak değil! Konuyla doğrudan bağlantılı olduğu için, burada devrimci gençlerin konumuyla ilgili bir noktaya daha değinmek gerekiyor. O dönemde devrimci gençlerin Kemalizm hakkındaki yanılgılarını artıran ve siyasal tahlillerinde Marksizmden uzaklaşmalarına yol açan en önemli etkenlerden biri de, dönemin büyük sosyalist liderleri olarak belledikleri tarihi figürlerin (Mao, Ho Shi Min, Enver Hoca, Che Guevera, Castro vb.) siyasal yazılarında ve ideolojik-teorik açılımlarında da esas vurgunun “ulusal
12
Ocak 2009 • sayı: 46
kurtuluş” devrimlerine yapılması ve “ulusal” devrimciliğin, “sınıfsal” devrimciliğin önüne geçirilmiş olmasıdır. Tıpkı yerli MDD’cilerinki gibi, bu sosyalist liderlerin görüşleri de bir anlamda sol Kemalistlerin görüşleriyle paralellik taşıdığı için (kapitalist olmayan yol, milli kalkınma, yeni demokrasi, milli devrimci iktidar vb.), o dönemde Kemalizmin “anti-emperyalistliği” ve “devrimciliği” daha kolay benimsenir olmuştur devrimci gençler tarafından!
15-16 Haziran işçi direnişinden 12 Mart darbesine 15-16 Haziran direnişinin işçi sınıfının kendine olan güvenini artırdığı ve öncü işçilerin sınıf bilincini daha da pekiştirdiği görünen bir gerçeklikti. Direniş sonrasında gerek işyerlerinde, gerek sendika şubelerinde, gerekse öncü işçilerle devrimci gençlerin birlikte yaptıkları toplantılarda, direniş günleri değerlendiriliyor ve sık sık devrimci politik bir önderliğe duyulan gereksinim üzerinde tartışmalar yürütülüyordu. 15-16 Haziran eylemlerinin, o güne kadar sosyalist solda ve devrimci gençlik hareketi içinde “Türkiye devriminin karakteri” ve “işçi sınıfının bu devrimdeki rolü” üzerine yürütülen tartışmaları yeniden alevlendirdiğine hiç kuşku yok. Ne var ki, 15-16 Haziran büyük işçi eylemlerinden sonra yeniden başlayan bu tartışmalar, gerek sosyalist solda gerekse devrimci gençlik hareketi içinde daha önce başlamış bulunan ideolojik-politik ayrışmayı ve örgütsel bölünmeleri hiçbir biçimde ortadan kaldırmayacak, tersine daha da derinleştirecekti. Tartışmalardan çıkan sonuçlar, sosyalist solda ayrışma ve bölünmenin artık geri dönüşsüz bir noktaya gelmiş bulunduğunu apaçık gösteriyordu. Özellikle devrimci gençlik hareketi içindeki ayrışma iyice belirginleşmişti. MDD’ci gençler küçük-burjuva devrimciliği yolunda ilerleyip Kemalistlerle ittifakı sürdürürlerken, baştan beri MDD çizgisine ve küçük-burjuva devrimciliğine mesafeli duran sosyalist gençler ise yollarını küçük-burjuva devrimciliğinden tam olarak ayıracak ve işçi sınıfı içinde örgütlenmeye, öncü işçilerle bağlar kurmaya yöneleceklerdi. Öte yandan, 1971 yılına ilerlenirken, sosyalist soldaki bölünme yalnızca TİP ile MDD çizgisi arasındaki genel bir bölünme olarak kalmayacak, aynı zamanda MDD çizgisinin kendi içinde de bölünmeler yaşanmaya başlayacaktı. Başlangıçta MDD içinde yer alan ve Mihri Belli grubuyla birlikte hareket eden devrimci gençlik liderleri, daha sonra yollarını ayırmaya ve kendi bağımsız örgütlenmelerini inşaya giriştiler. Önce Maoculuğu benimseyenler (Doğu Perinçek grubu) yollarını ayırdılar. Daha sonra ise, Che Guevera çizgisini benimseyenler (Mahirler ve Denizler), Mihri Belli’yi oportünizm ve pasifizmle suçlayarak ayrı örgütlenmelere (kır ve şehir gerillacılığı) yöneldiler. Gerçekten de bu yıllar, “zaman” kavramının hızlandırılmış ve sıkıştırılmış bir şekilde yaşandığı yıllar oldu. Esas
sayı: 46 • Ocak 2009
olarak 1968 sonlarından itibaren yaşanmaya başlanan sosyalist soldaki tartışma ve bölünme süreci, 1970’in sonuna gelindiğinde artık “tamamlanmış” ve taraflar kendi örgütsel yapılarını oluşturmaya başlamış bulunuyordu. Egemen sınıflar, işçi hareketinin ve solun 1968’den beri devam eden kitlesel yükselişini engelleyememişlerdi, ama son bir yıl içinde (1970) solda yaşanan bu derin çalkantı ve bölünme süreci bunu başaracağa benziyordu! Çünkü tam da bu dönemde, devrimci hareket ile işçi hareketi buluşup kaynaşacak yerde, giderek birbirinden uzaklaşıyor ve her ikisi de güçsüz düşüyordu. Üstelik devrimci hareketin işçi hareketinden uzaklaşmasının, özellikle 15-16 Haziran büyük işçi direnişinden sonra daha da belirgin bir hal almış olması gerçekten de düşündürücüydü! Oysa tam tersi yönde bir gelişme beklenirdi doğal olarak. Yani sosyalizme inanan devrimci kadroların ve gençlerin, 15-16 Haziran eylemlerinden sonra işçi sınıfının nesnel varlığını ve taşıdığı devrimci potansiyeli daha iyi kavrayıp, daha kararlı bir şekilde sınıfa yönelmeleri gerekirdi. Ama öyle olmadı! İşçi sınıfının 15-16 Haziran’da sergilediği militan eylemlilikten sonra, sosyalist solda ve devrimci gençlik hareketinde tam tersi yönde bir gidiş başladı. Sanki iyi sıhhatte olsunlar devrimci sürece müdahale etmiş ve bunun sonucunda, sosyalist solda derin bir ideolojik-siyasal kayma yaşanmaya başlanmıştı. Bunun somut göstergesi ise, sosyalist solda işçi sınıfı temelinden kopuk bir küçük-burjuva devrimciliğinin giderek daha çok prim yapması ve açık farkla proleter devrimciliğin önüne geçmesi oldu. Solda galebe çalan bu küçük-burjuva devrimciliği, sosyalist devrim hedefinin yerine “ulusal devrim” hedefini geçirerek, “sol” Kemalist cuntaların darbe değirmenine su taşıdı adeta! Oysa 15-16 Haziran’la doruğuna ulaşan militan işçi eylemleri, bir yandan mücadeleye atılan işçilerin kararlılığını ve gözüpekliğini ortaya koyarken, diğer yandan aynı işçilerin politik bilinçle donandıklarında ve örgütlendiklerinde, kapitalist düzeni nasıl da temellerinden sarsabileceklerinin işaretlerini veriyordu. Aslında öncü işçilerin de o dönemde şiddetle ihtiyacını duydukları şey, politik sınıf bilinçlerinin daha iyi gelişmesini sağlayacak örgütlü bir politik faaliyetin içinde yer almaktı kuşkusuz. Ne var ki solda eksik olan tam da buydu işte. Sınıf temelinde hareket eden ve öncü işçileri kendisine çekebilecek olan gerçek anlamda devrimci komünist bir örgütlülük yoktu ortada. Dolayısıyla, o dönemde kendisine “proleter devrimciyim” diyen çevre ya da grupların her şeyden önce yapmaları gereken şey, bu eksikliği kavrayıp giderilmesi için bir araya gelmek ve işçi sınıfı içinde sabırlı, kararlı bir örgütsel faaliyet yürütmek olmalıydı elbette. Ne var ki, o dönemde gerek TİP içindeki gerekse TİP dışındaki sosyalist kadroların ancak çok küçük bir bölümü bu tarihi görevin gerekliliğini ve zorunluluğunu kavramış durumdaydı! İşçi sınıfının bu militan eylemlerinin taşıdığı devrimci potansiyeli görmezden gelen sosyalistlerin büyük çoğunluğu ise, işçi sını-
marksist tutum
fı dışında daha “zinde” ve daha “devrimci” güçler aramakla meşguldüler hâlâ! İşçi sınıfı içinde devrimci faaliyet yürütmekten ve komünist bir örgüt inşa etmek görevinden sürekli yan çizen bu “sosyalistler”, diğer taraftan kendilerini “proleter devrimci”, “Marksist-Leninist” vb. olarak adlandırmaktan da hiç geri durmadılar tabii ki! Solda ideolojik-politik ortam bu olunca, işçi sınıfı içinde örgütlenme fikri de, zaten kafası küçük-burjuva “devrim” teorileriyle iyice karışmış olan devrimci gençlerin tamamen görüş ufku dışına çıkmış oldu. Öte yandan bu dönem, gençliğin ateşli duygularına hitap eden küçük-burjuva “ultra-sol” teorilerin ortalıkta kol gezdiği bir dönem niteliği taşıdı. İşçi sınıfının fiili öncülüğü olmadan da sosyalist bir devrimin yapılabileceğini vazeden bu “yeni devrim teorileri” ve “devrim stratejileri”, küçük-burjuva devrimci gençlik içerisinde bol miktarda alıcı da buldu. “Kısa yoldan” devrim yapmanın “maceracı” yollarını sunan bu küçük-burjuva “sol” teoriler, elbette ki daha cazip gelmeye başlamıştı devrimci gençlere! Başlangıçta işçi sınıfının öncülüğünü, sosyalizmi benimsemiş olan (en azından, geçmişte TİP içinde yer almış kadrolar için bunu söylemek mümkün) devrimci gençler, daha sonra darbeciliğe de göz kırpan MDD’ci görüşlerin cazibesine kapılarak “ulusal devrimciliğe” evrilmiş ve nihayet dünyada dolaşımda olan “ultra-sol” yeni teorilerden etkilenerek bizzat kendileri eklektik devrim teorileri üretmeye girişmişlerdi. Nitekim “fokoculuk”, “şehir gerillacılığı”, “öncü savaşı”, “silahlı propaganda” vb. gibi “teoriler” hep bu dönemdeki eklektik düşüncelerin bir bulamacı olarak ortaya saçıldı. Kendileri her ne kadar farkında olmasalar da, 12 Mart öncesinde bu teorilerin yol göstericiliğinde devrim için eyleme geçmiş olan devrimci gençlerin tüm fedakâr çabaları, yiğitlikleri ve adanmışlıkları, ne yazık ki proleter sınıf temelinde gelişecek gerçek bir devrimci sosyalizm mücadelesine hizmet etmemiştir. Tersine bu çabalar, sonunda ordu içindeki Kemalist cuntaların kendi iç hesaplaşmalarına ve darbe tezgâhlarına yem olmuştur. Proleter devrimci sınıf pusulasını (Marksizmi) yitiren ve küçük-burjuva ulusal devrimciliğin girdaplarında yolunu kaybeden 1968 devrimci gençliğinin 12 Mart döneminde yaşadığı büyük trajedinin nedenleri de burada yatmaktadır! (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
________________________ *
Öte yandan, kendi içinde geniş bir siyasal yelpaze oluşturan bu ikinci eğilimin sosyalizm ve devrim anlayışının da o dönemde oportünizmle, parlamentarizmle veya resmi komünizmin dogmalarıyla önemli ölçüde sakatlanmış olduğu da bilinen bir gerçekliktir. Ama konunun bu yönünün incelenmesi, bu yazının konusu değildir. Türk solunun bu dönemine ilişkin ideolojiksiyasal ayrışmaların ve ortaya çıkan sosyalizm anlayışlarının daha ayrıntılı bir incelenmesi için bkz. M. Sinan, Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği, www.marksist.com
13
Yunanistan’daki İsyanın Gösterdiği Levent Toprak
Yunanistan’da patlak veren isyan, tüm dünyada devrim cephesi ile düzen cephesi arasındaki siyasal ayrım çizgilerinin belirginleşmesine hizmet etmiştir. Burjuva devlet terörü karşısında Yunan gençliğinin gösterdiği kararlı militan tepki tüm dünyada gerçek anlamda devrimci bir ruh taşıyan herkesin yüreğini sevinç ve dayanışma duygularıyla doldurmuş, düzene karşı öfkelerini bilemiştir. Sağlı-sollu ve açıkgizli düzen yandaşlarını ise endişelendirmiş, huzursuz etmiş ve nefret kusmalarına yol açmıştır. Bu isyan dalgası özgürlüğün tutarlı savunucuları ile tutarsız savunucularını, yani bir anlamda gerçek ve sahte özgürlükçüleri ayırt etmede de hayırlı bir işlev görmüştür. Selam olsun Yunanlı devrimci kardeşlerimize!
14
6
Aralık gecesi Atina’da bir öğrencinin (15 yaşındaki Aleksandros Grigoropulos) polis tarafından silahla öldürülmesi tüm Yunanistan’ı sarsan bir isyan dalgası doğurdu. Bir haftayı aşkın bir süre boyunca hemen her gün, başta Atina olmak üzere, Yunanistan’ın dört bir köşesindeki kentlerde kitlesel protesto eylemleri, polisle çatışmalar, polis karakollarına baskınlar, devlet binalarına ve büyük sermayenin sembolü olarak görülen mağazalara saldırılar, ortaöğrenim okulları ve üniversitelere dek yüzlerce okulda boykot ve işgaller, radyo-televizyon kanallarının işgali gibi eylemler gece-gündüz dinlemeden sürdü. Eylem dalgası bu ilk yoğun evrenin ardından da son bulmadı ve halen devam etmekte. Odağında öğrencilerin/gençlerin yer aldığı bu şiddetli isyan dalgası Yunanistan’da tüm siyasal-toplumsal gündemin merkezine oturdu ve hayatı baştan sona etkileyerek bir siyasal kriz atmosferi doğurdu. Bu durum dünya ölçeğinde burjuva medyanın da olaya kayıtsız kalmasını engelledi ve gelişmeler günler boyunca uluslararası haber bültenlerinin baş sıralarında yer aldı. Diğer taraftan, birçok Avrupa ülkesinde öğrenciler Yunanlı kardeşlerine destek amacıyla gösteriler yaptılar. Daha başka birçok görünümü olan Yunanistan’daki bu süreç kesinlikle devrimci potansiyeller içermektedir. Bu bakımdan son derece önemlidir ve sınıf bilinçli işçilerin bu gelişmelerin anlam ve sonuçlarını iyi değerlendirmesi gerekmektedir. Bu gelişmeler hem dünya ölçeğinde içine girilen yeni mücadele döneminin işaretlerini vermektedir, hem de temel ve acil görev olan önderlik sorununu çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Diğer taraftan yanı başımızdaki komşu ülke olarak Yunanistan’daki siyasal koşulların Türkiye ile benzerlik ve farklılıklarını daha iyi tanıma sorumluluğunu da hatırlatmaktadır.
sayı: 46 • Ocak 2009
Yeni dönemin çarpıcı bir doğrulaması Yunanistan’daki bu patlamanın en önemli yönü dünya ölçeğinde sınıf mücadelesinin yeni bir yükseliş dönemine girmekte olduğunun çarpıcı bir doğrulamasını teşkil etmesidir. Bir süredir işaret edegeldiğimiz gibi, 80’lerden bu yana gelen uzun geri çekiliş artık yavaş yavaş son bulmakta, dünya ölçeğinde düzene karşı yeni bir mücadele dalgası başlamaktadır. Kabaca 2000 yılından itibaren başlayan kıpırdanma bugünlerdeki dünya ekonomik kriziyle birlikte yeni bir dönüm noktasına gelmiştir. Marksist Tutum’un daha geçen sayısında dünya ölçeğinde açılmakta olan yeni mücadele dönemini ve iklim değişimini özellikle vurgulayan yazılar yer almıştı. Bu yazıların mürekkebi kurumadan Yunanistan’daki isyan dalgası patladı. O nedenle Yunanistan’daki isyan bir yönden dünya ekonomik kriziyle birlikte belirgin biçimde hissedilmeye başlanan iklim değişiminin ifadesini, bir yönden de 7-8 yıldır Yunanistan da dahil dünyanın değişik ülkelerinde süren mücadelelerin yeni bir halkasını oluşturmaktadır. Ama hangi yönden bakılırsa bakılsın, bu isyanın Yunanistan’ın boyutlarını aşan genel bir anlam ve önemi olduğu açıktır. Gerçekten de, bu gelişmelerin zeminini döşeyen koşullar esasen dünya ölçeğinde işleyen süreç ve dinamiklerin ürünü olduğu gibi, işaret ettiği gerçeklik de, etkileri de Yunanistan’la sınırlı kalmamaktadır. Dünya ölçeğinde işleyen aynı süreçler sonucu, nasıl işçiler, köylüler ve öğrenciler kabaca 2000’lerin başından beri başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere dünyanın değişik ülkelerinde düzene karşı kitle hareketi biçiminde isyan ettilerse, bugün de Yunanistan’da ön planda gençliğin olduğu kitleler aynı şekilde isyan etmekteler. Nasıl o isyanlarda şu ya da bu hadise bardağı taşıran son damla olmuş ve isyanı tetikleme işlevi görmüşse, burada da bir gencin polis tarafından kurşunlanarak katledilmesi benzer bir işlev görmüştür. Yunanistan’daki isyan dalgasının bu genel bağlamını özellikle vurgulamak gerekiyor, çünkü dünyada ve Türkiye’de burjuva medya olayı büyük oranda Yunanistan’a özgü bir şeymiş gibi sunma telâşındadır. Bunun anlamı gayet açık. Böylelikle alttan altta bundan evrensel bazı sonuçlar çıkmayacağını, dünyanın başka yerlerinde öğrencilerin, işçilerin böyle heveslere kapılmaması gerektiğini ima etmektedirler.
Patlama yılların birikimidir Bu patlama gerçekten de kapitalizmin on yıllardır dünya ölçeğinde emekçi sınıflara yönelttiği saldırıların, onlara dayattığı tahammül ötesi koşulların bir ürünüdür. Her ülkede bu saldırıların dozu ve temposu kuşkusuz farklılık göstermiştir. Bunun da sebebi esas olarak ülkelerin sınıf mücadelesi tarihlerinin farklılıkları ve bunun sonucu oluşan gelenekler ve sınıf dengeleridir. Bunun sonucu olan iş-
marksist tutum
çi sınıfının bilinç ve örgütlülüğü ne denli yüksekse, orada saldırılar o denli zamana yayılmış, o denli sürüncemede kalmış ve o denli başarısız olmuştur. Yunan işçi sınıfı da bu saldırılardan nasibini almıştır ve almaktadır. Hem Karamanlis’in başbakanlığını yaptığı şimdiki Yeni Demokrasi hükümeti hem de öncesindeki PASOK hükümetleri fırsatını buldukça bu evrensel saldırı programını adım adım hayata geçirmeye çalışmışlardır. Sonuçta tüm dünyada olduğu gibi Yunanistan’da da reel ücretler ve yaşam standartları genel olarak düşmüş, dolayısıyla göreli yoksulluk artmış, işsizlik genelde yüzde 15’lere, gençler arasında ise yüzde 22 düzeyine yükselmiş, bütçeden eğitim ve sağlığa ayrılan pay düşürülmüş, emeklilik yaşı yükseltilmiştir. İş bulabilen gençler ortalama olarak 500 avroya talim etmek zorunda bırakıldıkları için “500 avro kuşağı” olarak anılıyorlar. Dolayısıyla Yunanistan’da işsizlik, düşük ücretler, birden fazla işte çalışma, geleceksizlik gibi sorunlar gitgide dayanılmaz bir hal almakta ve öğrenciler de bunu fazlasıyla yaşamaktadırlar. Tüm bu ekonomik-sosyal saldırıların, beraberinde artan bir devlet baskısı getirmesi kaçınılmazdır. Nitekim bu dönem zarfında polis baskısı ve şiddeti de artmış, öğrencilere, işçilere, göçmenlere, mültecilere karşı polis şiddeti uygulanan vakalar belirgin biçimde yükselmiştir. Bu bakımdan son isyanı doğuran polis şiddeti vakası bir istisna olmayıp tam da bu sürecin doğal bir halkasıdır. Ayrıca bu süreçte bilhassa özelleştirmeler ve AB fonlarından gelen kaynaklar üzerinden korkunç bir yağmanın yürümüş ve rüşvet, yolsuzluk ve skandalların birbirini izlemiş olması da, genel anlamda artmakta olan toplumsal hoşnutsuzluğu ve gençler arasındaki öfkeyi daha da arttırmıştır. Bu saldırılar ve baskılar karşısında Yunan işçi sınıfı özellikle 2000’lerin başından beri belli bir direniş içinde oldu. Bu dönemde sayısız grev ve gösteriler gerçekleşti. Aynı saldırıların eğitim ve gençlik alanını ilgilendiren boyutları bağlamında da öğrenciler kitlesel eylemler gerçekleştirdiler. Bu grev ve gösteriler saldırıların etkilerinin gitgide daha belirgin biçimde hissedilmeye başlandığı son birkaç yıldır özellikle yoğunlaşmaktaydı. 2007 sonlarından 2008’in Mart ayına kadar, hükümetin yeni emeklilik yasasına karşı aylar boyunca dalga dalga grev ve gösteriler gerçekleştirilmişti. Hükümet zorlukla da olsa yasayı geçirmekle beraber hâlâ yürürlüğe koyabilmiş değildir. Genç Aleksandros’un öldürüldüğü günün sadece birkaç gün sonrasında önceden planlanmış olan bir genel grevin olması (hükümetin yeni bütçe tasarısına karşı) basit bir tesadüf değildir. Yine Ekim ayında öğrenci meclisleri, hükümet tarafından her an gündeme getirilmesi beklenen “eğitimde reform planı” için, gündeme getirildiğinde gerçekleştirilmek üzere üniversiteleri işgal kararı almıştı. Sadece bu iki örnek bile Yunanistan’da durumun ani bir patlamaya ne kadar elverişli olduğunu göstermektedir. Özetle ne genç Aleksandros’un polis tarafından katli şaşırtıcı bir ge-
15
marksist tutum
Ocak 2009 • sayı: 46
rini sınırlandırıyorlar ne de kimi öğrenci hareketlerinde görülebilen belirsiz soyut özgürlük talepleriyle. Şu anda toplumun gündeminde olan ekonomik-sosyal-siyasal sorunların bütününe ilişkin talepler ve düşünceler dile getiriyorlar. Zaten isyanın patlama noktasını son derece keskin ve net bir biçimde devlet terörü, devlet baskısı oluşturuyor. Beşinci olarak, öğrenciler toplumun geneli tarafından, yani işçi kitleler tarafından sempatiyle karşılanmakta ve desteklenmektedirler. Devletin polis gücüyle daha şiddetli bir bastırma denemesini göze alamamasının, başlarda telaffuz edilmesine rağmen sıkıyönetim Tarihte birçok kez görüldüğü gibi toplumsal hastalıkları en yüksek ilanı gibi olağanüstü yollara sapateşle dışavuran kesim gençlik olmuştur ve Yunanistan’da da bunun maktan kaçınmasının temel sebebi yeni bir örneği yaşanmaktadır. budur. Altıncı olarak, öğrencilerin eğitimle ilgili ve diğer taleplerinde belirgin biçimde kendilişmedir (çünkü polis terörü zaten son yıllarda ciddi bir lerini geleceğin işçileri olarak algıladıkları görülmektedir, tırmanış içindeydi ve öğrenciler de bu terörün başlıca heki bu iki yıl önce Fransa’daki öğrenci isyanında da kendisidefleri arasındaydı) ne de işçi ve öğrenciler genel bir durani net biçimde gösteren bir olguydu. Yedincisi, hareketi ğanlık içindeyken birdenbire bir isyan dalgası patlamıştır. dizginlemeye, bastırmaya çalışan düzenin sol payandası Patlama için sadece bir kıvılcım gerekiyordu. Genç partilere ve sendika bürokrasisine rağmen birçok genç işçi Aleksandros’un polis tarafından öldürülüşü de yeteri kade eylemlere katılmaktadırlar. Hatta bunlardan bir kısmı dar güçlü bir kıvılcımdı. Tarihte birçok kez görüldüğü gibi toplumsal hastalıkları en yüksek ateşle dışavuran kesim sendikalarının tutumunu protesto etmek ve değişmesi yönünde basınç yaratmak amacıyla en büyük sendika fedegençlik olmuştur ve Yunanistan’da da bunun yeni bir örneği yaşanmaktadır. rasyonunun merkez binasını işgal etmişlerdir. Yönetimleri düzenin sol payandası partilerin elinde olan sendikalar Yine de patlamanın daha dolaysız nedeni ve bağlamı Yunanistan’ı ciddi biçimde vurmaya başlayan dünya ekohem bu genel basınç nedeniyle hem de rollerini oynayanomik krizidir. Bunu gözden kaçırmamak gerekiyor. bilmek için soruna tümüyle ilgisiz kalamamaktadırlar. Son olarak işçi sınıfının bir parçası olan öğretmenler de öğrenBiriken tüm çelişkiler, krizin patlak verişi ve tüm ağırlığıycilerin işgal vb. eylemlerine katılıyor ve destekliyorlar. la Yunanistan’ın üzerine çöküşüyle birlikte genel bir atmosfer değişimi yaratmıştır. Meselâ hükümetin yeni bütçesinin ve ekonomik tedbirlerinin temel unsurunu, kriz Düzen güçlerinin tutumu bahanesiyle bankalara 28 milyar avro aktarılması oluştuTüm gerçeklik Yunanistan’da patlak veren isyanın ne ruyor. Yani sosyal harcamalardan şimdiye kadar yapılan sebepleri ve koşulları, ne de anlam ve sonuçları açısından kısıntıların üzerine şimdi çok daha ağır yeni bir kemer sıksalt Yunanistan’a özgü bir nitelik taşımadığını; bulutsuz ma dönemi planlanıyordu. Eylemler sırasında bankaların gökte çakan bir şimşek olmadığını; ve de salt bir öğrenci da hedef alınmasında bir faktörün bu olduğuna şüphe karakteri taşımadığını apaçık göstermektedir. İçerdiği diyoktur. ğer tüm boyutlarla birlikte bu bileşim devrimci potansiDiğer yandan eylemlilik sürecinde seferber olan ve akyeller taşıyan bir duruma işaret etmektedir. Bunu belki de tif biçimde yer alan kitleye baktığımızda, bunun dar bir en iyi, düzenin sağlı sollu güçlerini saran telâştan anlamak aktivist grup olmayıp öğrencilerin geniş bir kesimini oluşmümkündür. Bir kere Yunanistan’da hükümet derhal özür turduğu görülmektedir. İkinci olarak, bu kitle sadece, yaş dilemek ve alçak tonlu bir söylem tutturmak zorunda kalve ortam dolayısıyla politik eyleme daha alışık olan ünimıştır. Üzerindeki baskıya ve telkinlere rağmen gösterileri versitelilerden oluşmuyor. Aksine çok daha büyük bir keyasaklamak, şiddet yoluyla ezmek, olağanüstü hal ilan etsim ortaöğrenim öğrencilerinden oluşuyor. Üçüncü olarak mek gibi yollara başvurmaktan kaçınmıştır. bu geniş kitle doğal olarak çok büyük oranda işçi çocuklaYunan burjuvazisinin yanı sıra Avrupa burjuvazisinin rından oluşmaktadır. Dördüncü olarak, öğrenciler eylemtutumuna da bakmak gerekiyor. Yunanistan’daki isyan, hiç lerinde ne salt eğitim sorunlarıyla ilgili taleplerle kendile-
16
sayı: 46 • Ocak 2009
de tesadüf olmayan biçimde, Avrupa’da da bir hareketliliğe denk gelmektedir. Almanya, İtalya, Fransa, İspanya ve İrlanda’da benzer nitelikte eğitim reformu tasarıları, bütçe kısıntıları, çalışma saatlerinin uzatılma girişimleri vb. nedenlerle işçiler ve özellikle öğrenciler cephesinde bir hareketlilik var. Bu zemin dolayısıyla Yunanistan’daki gelişmelerin yayılma ihtimalini gören Fransız burjuvazisi orada da yükselen öğrenci eylemleri karşısında eğitim yasasını bir yıl öteye erteledi. Benzer biçimde Avrupa Parlamentosunda çalışma haftasını 60 saate çıkarmayı hedefleyen tasarı da gündemden kaldırıldı. Zira Avrupa çapında sendikalar buna karşı 25 saatlik iş haftası talebiyle bir muhalefet yürütmekteydiler. Yunanistan’ın verdiği ateşle bu muhalefetin hızla momentum kazanabileceğini gören Avrupalı egemenler meseleyi şimdilik göz önünden kaldırmayı yeğlediler. Şüphesiz bunlardan daha önemlisi Yunanistan’da düzenin sol payandası konumundaki yapıların tutumlarıdır. Ortaya çıkan durum kesinlikle devrimci potansiyeller taşımasına rağmen düzenin sol payandası konumundaki siyasal güçler, işçi sınıfının geniş kitlesini hızla mayalanan devrimci dinamikten izole etmek ve kitlelerde oluşan sempatiyi ve mücadeleye atılma eğilimini kırmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Ve ne yazık ki bunda başarılı da oluyorlar. Toplumun genelinde gençlerin devlet ve düzen güçlerine karşı mücadelesine duyulan sempatiyi kıramamakla birlikte, bu mücadeleye geniş işçi kitlelerinin aktif katılımını engellemeyi halihazırda başarmışlardır. Bu da devrimci bir işçi sınıfı önderliğinin önemini bir kez daha yakıcı biçimde göstermektedir. Esasen PASOK (Sosyalist Parti) ve Yunanistan Komünist Partisi’nin kontrolünde olan sendika yönetimleri, işçileri de güçlü biçimde sokağa dökecekleri yerde, önceden planlanmış eylemleri dahi çabucak bitirip, geçiştirme yoluna gittiler. İşçileri evde tutup sessiz kalmalarını sağlama ve öğrenci hareketiyle temasa geçmelerini engelleme politikasını elbirliğiyle yürüten asıl güçler elbette PASOK ve Komünist Parti’ydi. Bu politikayı başarıyla yürütebilmek için bu iki parti de bir yandan sendikaların frenine basarken diğer yandan da ideolojik planda isyancı öğrenci ve gençleri karalamaya, halkın gözünden düşürmeye çabaladılar. Sözde sosyalist ana muhalefet partisi PASOK, hükümeti derhal istifa etmeye ve erken seçimlere çağırdı. Ve bu durum haberlerde genelde bu kısa ibareyle verildi. Ama PASOK’un gerekçesi polisin adam öldürmesi değil, hükümetin isyanı bastıramaması ve “halkı anarşiden koruyamaması” idi. Ama bu konuda asıl ibret verici rolü KP oynamaktadır. O kadar ki, KP yöneticileri ağızlarını her açtıklarında lafa şiddete başvuran gençleri mahkûm etmekle başlamakta, bu gençleri “Taliban” olarak damgalamakta ve onların şiddetini devlet şiddetiyle eş koşmaktadır. İsyanı emperyalist güçlerin gizli planlarının hayata geçirilmesi olarak sunmaktan tutun, sağcı düzen güçlerinin kullandı-
marksist tutum
ğı “maskeli holiganların kör şiddeti” söylemini sahiplenmeye, ortada isyan filan olmadığını, göstericiler içinde birçoğunun öğrenci olmadığını söylemeye varıncaya kadar hayasızca bir karşı-devrimci kampanya yürütebilmektedir. KP’nin okullardaki gençlik örgütü öğrenci eylemlerini baltalamaya ve hatta öğrenci toplantılarının yapılmasını bile engellemeye çalışmaktadır. Parti ise salt kendi kitlesini topladığı küçük bağımsız gösteriler düzenleyerek kendi kitlesinin gençliğin ve diğer sol güçlerin ana gösterileriyle birleşmesini engellemektedir. Bu ayrı gösteri yapma tutumunun Yunan KP’nin diğer başka birçok sorunda da sergilediği genel bir sekter tutum olduğunu hatırlatalım. Bu partiyle sık sık resmi temaslarda bulunan TKP(SİP)’in de kendi yayınlarında Yunanistan’daki olaylar hakkında “kör şiddet” gibi düzen ağzına yakışan ifadeleri kullanarak kardeş partisiyle ağız birliği ettiğini de geçerken not edelim. Hatta dünya ölçeğinde bakıldığında bazı Troçkist çevreler arasında da bu eylemlerdeki şiddet unsurunu özellikle mahkûm etme ihtiyacını duyanlar vardır ki, bu da onların reformistliğini göstermektedir. Ne yazık ki Yunanistan’da sendikaları da kontrol eden sosyalist ve komünist etiketli iki büyük partinin onyıllardır işledikleri oportünist günahların, devrimci duygularla dolu geniş bir genç kesimin anarşizme yönelmesine yol açtığı görülmektedir. Devrimci Marksistler bu tür devrimci gençleri dostça eleştiri yoluyla devrimci Marksizmin saflarına kazanmaya çalışırlar. Marksizmin anarşizme dönük haklı eleştirilerinin arkasına sığınıp, anarşistlerin Yunanistan’daki düzen karşıtı kitlesel şiddet eylemlerini eleştirenler gerçekte yalnızca kendi reformizmlerini gizleme derdindedirler. Yunanistan’da solun üçüncü partisi olarak bilinen Sinaspismos ya da onun ana bileşeni olduğu seçim bloğu partisi Radikal Sol Koalisyon (SİRİZA) ise konumu en ikircikli olan parti. Çünkü eylemlere öncülük eden gençliğin önemli bir bölümü bu partinin tabanında yer alan çeşitli devrimci gruplara bağlı ya da bunlarla temas halinde. İçinde daha önce resmi KP’den ayrılmış avrokomünist reformistlerden çevrecilere, feministlere, Troçkist ve anarşistlere kadar çok sayıda çevreyi barındıran ve bir bakıma bizdeki ÖDP’yi (başlangıçtaki haliyle) andıran bu partinin tabanındaki radikal unsurlarla yönetim arasında bir tutum farklılığı olduğu açık. Gerçekte tümüyle reformist bir yönelimi olan parti yönetimi oportünistçe hesaplarla parlamenter planda bu isyanın siyasi semeresini toplamak istiyor. Ancak bir yandan da düzen ağzıyla “kör şiddeti” kınayarak kendini radikal eylemcilerden ayırmaya çalışıyor ve gelişmeler karşısında çare olarak “polisin demokratik reorganizasyonunu” savunuyor. Ancak SİRİZA’nın isyana destek çıkar görüntüsü, zaten son zamanlarda artmakta olan popülaritesini daha da beslediği için, desteği gitgide zayıflamakta olan KP cephesinden özellikle saldırılara maruz kalıyor. Düzen sözcüleri SİRİZA’yı, “maskelileri pohpohlayarak sorumsuzca hareket etmekle” suçlarken, KP tem-
17
marksist tutum
silcileri de aynı ağzı kullanarak bu saldırıya katılıyor ve SİRİZA’ya “maskeli isyancıların sırtını sıvazlamayı bırakması” çağrısında bulunuyor. Aslında böylece sağlı sollu tüm düzen güçleri bindirdikleri gerici basınçla SİRİZA’yı da hareketin yatıştırılması için oluşan görünmez şer cephesine tam tekmil dahil etmek istiyorlar. Ama SİRİZA bu baskıya maruz kalmadan da “kör şiddeti” kınamış ve “şiddet şiddeti doğurduğu ve bir çıkmaza yol açtığı için maskeli çetelerle ideolojik çatışma” içinde olduğunu duyurmuştu. Ortaya çıkan durum kesinlikle devrimci potansiyeller taşımasına rağmen düzenin sol payandası konumundaki siyasal güçler, işçi sınıfının geniş kitlesini hızla mayalanan devrimci dinamikten izole etmek ve kitlelerde oluşan sempatiyi ve mücadeleye atılma eğilimini kırmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Ve ne yazık ki bunda başarılı da oluyorlar. Özellikle KP’nin, gayretkeş çabaları dolayısıyla tüm gerici düzen güçlerinin takdirini kazandığını ve bunun açıkça ifade edildiğini de hatırlatalım. Örneğin Çalışma Bakanı, “ultra solu ve anarşistleri” kınayan ve bir an önce “toplumsal barışın” tesis edilmesini talep eden KP’nin tutumunu “sorumlu tutum” olarak örnek gösterirken, KP lideriyle söyleşi yapan sağcı bir gazete, “Polisin yapabileceği bir şey yok – Yurttaşların ya da KP’nin düzeni yeniden sağlamasını isteyelim” diye başlık atıyor, yine gerici bir sağ partinin lideri de “bazı ciddi politik güçlerin yanı sıra, sırt sıvazlayıcılar da bulunuyor” diyor. Sonuç olarak, düzenin sağlı sollu bütün güçlerinin bu denli yoğun mesaisine ve telâşa kapılmalarına yol açan bir toplumsal gelişmenin basit ve gelgeç bir gelişme olmadığı, yaşananın sıradan bir öğrenci hareketliliği olmadığı son derece açıktır.
“Komşu komşunun ateşine muhtaç” Türkiye’den olaya bakıldığında ise bir başka ibretlik manzara söz konusudur. Türkiye’de polis her gün canı istediği gibi adam öldürür ve anlamlı bir toplumsal tepki olmazken Yunanistan’da bütün ülkenin ayağa kalkması, despotik geleneklerin imbiğinden geçmiş Türk burjuva medyasında biraz şaşkınlıkla karşılandı. Hatta denebilir ki olay bir bakıma abdest bozucu türdendi. Öyle olduğu için değişik kesimlerin ağzından akla ziyan sayıklamalar döküldü. Demokratlık ve özgürlükçülük taslayanlardan bazıları, Türkiye’de doğup büyümüş ve şu anda Yunanistan’da yaşayan bir Rum akademisyen olan Herkül Milas’ın gençliğe ve demokrasiye tüm öfkesini kustuğu ibretlik yazısına yılana sarılır gibi sarıldılar. Milas’la birlikte, bu kadar demokrasinin “fazla” olduğunu ileri sürerek, Yunan halkının
18
Ocak 2009 • sayı: 46
“fazla demokrasiden şımardığını” söyleyebilecek kadar ileri gidebildiler. “Halk devletten korkmaz olmuş”, “otorite ile özgürlükler arasında da bir denge olmalı”ymış vb. Bu tür sözler, devletin ve itaatin adeta her şey demek olduğu bu kadim Asyatik topraklarda elbette gayet normal. Bu topraklarda burjuva demokratlığı bu kadar oluyor. Tabii nispeten daha samimi bir demokrat bakışa sahip olanlar esas olarak Yunanistan’daki tepkiye imrenmeyle bakıp, Türkiye’de devlet terörüne karşı böylesi tepkiler olmamasına hayıflandılar. Bir kısım ise demokrasiyi ve imrenilecek noktaları, devlet terörüne gençlerin öncülüğündeki kitlesel isyanda değil de, başbakanın gencin ailesinden özür dilemesinde ve polis müdürüyle içişleri bakanının başbakana istifa dilekçelerini sunmasında buldu. Oysa Türkiye ile Yunanistan arasındaki fark bu düzmece jestlerde değil (nitekim istifalar başbakan tarafından reddedildiler) işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyindeydi. Ve bu da geniş işçi kitlelerinin sempatisi ve desteğini alan gençlerin o sokak eylemlerinde ifadesini buluyordu. Burjuva devlet özü itibariyle her yerde aynıdır ve Yunanistan’da bu gayet açık biçimde ortaya serilmiştir. Polis devleti her yerde tahkim edilmektedir. Üstüne üstlük yaşanan isyan dalgası egemenler tarafından yeni baskıcı yasa ve düzenlemeler için bir zemin yoklama vesilesi yapılmaya çalışılmaktadır. Yunanistan’daki gelişmeler tam da burjuva demokratik özgürlüklerin bile büyük oranda burjuvaziye rağmen kazanılabildiğini çarpıcı biçimde ortaya koymuştur. Bu özgürlükler Yunanistan’da esas olarak 1967-74 arasında hüküm süren askeri diktatörlükten çıkış sürecinde kazanılmıştır. 7 yıl hüküm süren Albaylar Cuntasının sonunu hazırlayan süreç 14 Kasım 1973’te Politeknik’te öğrencilerin açtığı isyan bayrağıyla başlamıştı. Öğrenciler okulu işgal ederek halka cuntaya karşı direniş çağrısında bulunmuşlardı. Cunta da bu işgali tankları okula sürmek ve 44 öğrenciyi katletmek suretiyle bastırmaya kalkışmıştı. Ancak isyan ateşinin halka yayılmasıyla birlikte kitlesel kalkışma sonucu cunta kısa sürede yıkılmıştı. Ardından cuntacı subaylar da yargılanmış ve idama mahkûm edilmişlerdi. Her ne kadar süreç PASOK ve KP eliyle bir devrime evrilmeden burjuva demokrasisi yoluna sokulmuşsa da, bu burjuva demokrasisi güçlü bir halk hareketi temelinde kurulduğu için sınırları kendi içinde geniş olmuş ve örneğin anayasaya halkın “direnme hakkı” da girmiştir vb. Bu da, özellikle çağımızda kitlelerin devrimci enerjisi olmadan kapsamlı siyasal sorunların gerçek bir çözümünün mümkün olmadığını göstermektedir. Yanı sıra Türkiye’de 12 Eylül’den hesap sorulması sorununun niçin önemli bir sorun olduğu da böylece bir kez daha açığa çıkmıştır. Bizdeki halim selim demokratlar, idmanlı oldukları Türkiye’ye özgü ordu-hükümet itişmeleri dışında bir olgu olarak kitle eylemleri ortaya çıkınca işte böyle demokratlıklarının dibini gösterdiler. Böylece Türkiye’de de bir militan kitle hareketi oluştuğunda, bir devrimci durum gel-
sayı: 46 • Ocak 2009
marksist tutum Yunanistan’da patlak veren isyan dünya ölçeğinde açılmakta olan yeni mücadele döneminin bir işaret fişeği gibidir. Bu isyan bir yanıyla 2000’lerin başından beri kesik kesik gelen mücadeleler sürecinin yeni bir halkasını oluşturmaktayken, diğer taraftan da, devreye giren yeni ve çok önemli bir olgu olarak dünya ekonomik kriziyle hem çakıştığı hem de bağlantılı olduğu için, yeni bir evreye geçişi de temsil etmektedir.
diğinde, şimdilerin bu pek özgürlükçü liberal tayfasının kolayca kanun-nizam-otorite kampına sıçrayabilecekleri ortaya çıkmış oldu. Gerçekten de çağımızda anti-kapitalist olunmadan (yani sermayenin diktatörlüğüne karşı çıkılmadan), kitlelerin aktif mücadelesi ve inisiyatifini arzulamadan, devrimci bir bakışa sahip olunmadan, gerçek ve tutarlı bir özgürlükçü tutum mümkün değildir.
Bu isyan bir işaret fişeğidir Yunanistan’da patlak veren isyan başta da işaret etiğimiz gibi dünya ölçeğinde açılmakta olan yeni mücadele döneminin bir işaret fişeği gibidir. Bu isyan bir yanıyla 2000’lerin başından beri kesik kesik gelen mücadeleler sürecinin yeni bir halkasını oluşturmaktayken, diğer taraftan da, devreye giren yeni ve çok önemli bir olgu olarak dünya ekonomik kriziyle hem çakıştığı hem de bağlantılı olduğu için, yeni bir evreye geçişi de temsil etmektedir. Demek oluyor ki hem bir süreklilik hem de daha önemli olarak yeni bir düzleme sıçrayış vardır. Yunanistan’da mücadele sürecinin daha uzunca bir süre durulması mümkün görünmemektedir. Çünkü bir yandan sorunlar düzelmek ya da oldukları yerde kalmak bir yana daha da keskinleşmektedir, bir yandan da kitle hareketinin henüz ezilmesi ya da demoralize olması gibi bir durum yoktur. Gençler arasında ortalamanın çok daha üzerinde olan işsizlik (yüzde 22), düşen yaşam standartları, zorlaşan emeklilik koşulları ve krizle birlikte bunların daha da derinleşecek olması Yunanlı işçi ve öğrencileri tekrar tekrar mücadele alanına itmektedir. Karamanlis hükümetinin gitmesi ve yerine PASOK’un bir şekilde başını çektiği bir hükümetin gelmesinin de bu sorunları ortadan
kaldırmayacağı açıktır. Bu da tüm dünyada olduğu gibi Yunanistan’da da devrimci önderlik sorununun ne denli yakıcı olduğunu bir kez daha göstermektedir. Öte yandan yepyeni genç kuşaklar bu süreçte kitlesel biçimde politize olmuşlardır. Ülke çapındaki genel politizasyon bir yana, sadece bu olgu bile yeni bir devrimci mayalanma kaynağını oluşturacaktır. Bu da Yunanistan’daki devrimci örgütlenme çabaları için çok daha elverişli bir dönem anlamına gelmektedir. Hiç kuşkusuz önümüzdeki yıllarda komşumuz Yunanistan yeniden bir devrimci kaynama potası olacaktır. Hele hele Yunan burjuvazisinin dünya ölçeğinde yürümekte olan emperyalist savaş sürecine katılma arzusu nedeniyle çeşitli bölgelere asker gönderme gibi niyetlerini hayata geçirmeye çalıştığı ve güçlü anti-militarist gelenekleriyle Yunan işçi sınıfının ve devrimci gençliğinin buna vereceği tepki de düşünülecek olursa, Yunanistan’da patlama dinamikleri açısından sıkıntı çekilmeyeceği açığa çıkmaktadır. Yunanistan’da patlak veren bu isyan, tüm dünyada devrim cephesi ile düzen cephesi arasındaki siyasal ayrım çizgilerinin belirginleşmesine hizmet etmiştir. Burjuva devlet terörü karşısında Yunan gençliğinin gösterdiği kararlı militan tepki tüm dünyada gerçek anlamda devrimci bir ruh taşıyan herkesin yüreğini sevinç ve dayanışma duygularıyla doldurmuş, düzene karşı öfkelerini bilemiştir. Sağlısollu ve açık-gizli düzen yandaşlarını ise endişelendirmiş, huzursuz etmiş ve nefret kusmalarına yol açmıştır. Aynı şeyi özgürlükçülük üzerinden anlatmak da mümkün. Bu isyan dalgası özgürlüğün tutarlı savunucuları ile tutarsız savunucularını, yani bir anlamda gerçek ve sahte özgürlükçüleri ayırt etmede hayırlı bir işlev görmüştür. Selam olsun Yunanlı devrimci kardeşlerimize!
19
İşyeri Komiteleri ve Sınıf Mücadelesi Utku Kızılok
20
S
ınıf mücadelesi asla düz bir çizgi üzerinde gelişerek yol almaz. İşçi sınıfının örgütlülük ve hazırlık düzeyine bağlı olarak, sınıf mücadelesinin temposu değişir; siyasal iktidarın fethine giden devrimci durumların ortaya çıkması mümkün olabileceği gibi, gericiliğin galebe çaldığı ve mücadelenin diplerde seyrettiği karanlık bir dönemin içine de yuvarlanılabilir. Burada, işçi sendikalarının militan bir mücadele yürütüp yürütmedikleri, işçilerin doğrudan inisiyatif alarak işyeri/fabrika temelli taban örgütlerini yaratıp yaratmadıkları, daha da önemlisi, işçi sınıfının güncel istemlerini proleter iktidar mücadelesine bağlayan, böylece kitleleri geçiş talepleri etrafında kapitalizme karşı seferber eden devrimci bir partinin varolup olmaması işçi sınıfı mücadelesi açısından belirleyicidir. Bu temel unsurların hayat bulduğu dönemlere işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi damgasını basar. Ancak dünyadaki işçi sınıfı mücadelesi bugün böyle bir düzeyde değildir. Buna karşın, tarihsel önemde bir dönemden geçtiğimizi vurgulamak gerek: Kapitalizm çok önemli bir sistem krizinin içine yuvarlanmış durumdadır. Emperyalist savaş ve ekonomik kriz, işçi-emekçi kitlelerin üzerine veba gibi çökmüş bulunuyor. Daha düne kadar, sosyalizme kara çalma eşliğinde yürütülen “ebedi kapitalizm” propaganda balonu patlamıştır ve kapitalizm, işçi ve yoksul kitleler nezdinde inandırıcılığını yitirmeye başlamıştır. Emperyalist savaş ve derinleşen ekonomik kriz, dünyanın her köşesinde işçiemekçi sınıfları kapitalizme karşı mücadele etmeye zorluyor.
sayı: 46 • Ocak 2009
Uluslararası işçi sınıfı krize karşı mücadeleye henüz hazırlıklı durumda değildir. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de sendikalar bürokrasinin sultası altındadır ve bu nedenle de mücadeleden uzak tutulmaktadırlar. Sendikaların başına çöreklenmiş bürokratlar, işten atılan, açlık ve sefalete sürüklenen ve kapitalizme karşı öfke besleyen kitleleri yatıştırma ve yükselen mücadeleyi düzen içi kanallara akıtma rolünü üstlenmektedirler. Bu nedenle işçi sınıfının devrimci öncüsünü, açılan dönemde pek çok görev beklemektedir. Devrimci bir partinin inşası, sendikaların bürokratlardan temizlenmesi, işyeri temelli taban örgütlülüklerinin yaratılması ve acil talepler etrafında örülecek mücadelenin kapitalizmin temellerine yönlendirilmesi aynı sürecin kopmaz parçalarıdırlar. İşçi sınıfının mücadele tarihinde taban örgütlülükleri olarak işyeri komitelerinin oldukça önemli bir yeri bulunmaktadır. Kuşkusuz içinde bulunulan koşullara ve duruma bağlı olarak, söz konusu komitelerin işlevleri ve yaygınlığı farklılık göstermiştir. İşçi hareketinin canlı olmadığı olağan dönemlerde, kapitalizmin ekonomik krizlerle ya da devrimci ayaklanmalarla sarsıldığı dönemlerde veya işçi sınıfının siyasal iktidarı altında işyeri komitelerinin yaygınlığı ve işlevleri değişecektir. Ancak Türkiye’de işyeri komitelerinin çoğunlukla yanlış bir temelde değerlendirildiğini vurgulamak gerekiyor. Kimi sosyalist çevreler işyeri komitelerini işçi sınıfının iktidar organları olan sovyetlerin yerine geçirmekte, kimileri sendikalara alternatif olarak kabul etmekte, kimileri ise işyerlerindeki parti hücrelerinin bir uzantısı biçiminde görmektedirler. Kavranması gereken temel husus, işyeri merkezli komitelerin işlevinin somut duruma göre değişmesi ve değiştiği gerçeğidir. Tarihsel deneyimin de gösterdiği gibi, sınıf hareketinin genel bir yükseliş içinde olmadığı olağan dönemlerde işyeri komitelerinin işlevleri esas olarak düzenin çerçevesini aşmayan sendikal mücadele kapsamındaki sorunların (sendikal bürokrasiye karşı mücadele de dahil) ötesine pek geçemez. Yine deneylerin gösterdiği gibi, mücadelenin yükseldiği durum ve dönemlerde ise işyeri komiteleri bu sınırların ötesine geçerek “işçi denetimi” ya da “işçi yönetimi” gibi uygulamaların organları haline gelmeye başlarlar. Bu durum kapitalist mülkiyet ilişkilerinin sorgulanmasını da beraberinde getirir. İşte devrimci durumlar bunun yaygınlık kazandığı dönemlerdir. Ekonomik kriz gibi işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesine zemin hazırlayan dönemlerde, işyeri komitelerinin kurulması çağrısını “işçi denetimi” gibi şiarlar eşliğinde yükseltmek özel bir önem kazanmaktadır. Çünkü böylesi dönemlerde, işçilerin, işyerlerinin kapatılmasına, yığınsal işten çıkarmalara, ücretsiz izne göndermelere, ücretlerin düşürülmesine, sosyal hakların gasp edilmesine karşı tepkisi yükselmekte ve bu sloganların işçiler tarafından sahiplenilmesine uygun nesnel bir ortam oluşmaktadır. İşyerlerinin kapatılmasına direnmek, üretimi sürdürmek, patronların yalanlarını açığa çıkartmak yönünde işçiler
marksist tutum
arasında oluşan tepkiler aslında tam da bu anlama gelmektedir.
Bürokrasiye karşı mücadelede komitelerin önemi İçinde bulunduğumuz dönemde, işçi kitlelerinin gelişen tepkisini düzen içi kanallara akıtma rolünü üstlenmiş bulunan bürokrasiye karşı mücadele etmek ve sendikaları savaşkan örgütler haline getirmek daha büyük önem taşımaktadır. Çok açık ki, bürokrasiyi sendikalardan söküp atabilmek için, bu hedef doğrultusunda tabanı seferber etmek gerekiyor. Lakin tabanın tavana müdahale edebilmesi, ancak işyerlerindeki güçlü örgütlülükle mümkündür. Oysa bugünkü durumda işçiler sendikaların sadece pasif üyesi konumundalar ve bunun dışında, işyerlerinde herhangi bir örgütlülükten söz etmek mümkün değildir. İşte işyeri komitelerinin önemi de bu noktada belirginleşmektedir. İşyeri komitelerinin hayat bulmasıyla işçiler üretim alanlarında örgütlü hale gelecektir. Böylesi organların ortaya çıkma süreci ve bunu izleyen dönem, işçileri canlandıracak, kaynaştıracak, müdahale ve mücadele isteklerini kamçılayacaktır. Bugün işçiler sendikaların sadece pasif üyesi konumundalar ve bunun dışında, işyerlerinde herhangi bir örgütlülükten söz etmek mümkün değildir. İşte işyeri komitelerinin önemi de bu noktada belirginleşmektedir. İşyeri komitelerinin hayat bulmasıyla işçiler üretim alanlarında örgütlü hale gelecektir. Böylesi organların ortaya çıkma süreci ve bunu izleyen dönem, işçileri canlandıracak, kaynaştıracak, müdahale ve mücadele isteklerini kamçılayacaktır. Tabana yayılmış bir örgütlülük ve sendika görevlilerini geri çağırma ilkesi hayata geçirilmediği müddetçe bürokrasiye karşı vurucu bir mücadele verilemez. Bu nedenledir ki tabanda, örgütlülüğü alabildiğine yaymak gerekiyor. Bunun için mücadelenin ihtiyaçlarına göre çeşitli alt komitelerin örgütlenmesi ve tüm işçilerin aktive edilmesi önem taşımaktadır. Seçen, denetleyen ve istemediği işçi temsilcisini geri çağıran işçiler, işçi demokrasisini işyeri düzeyinde hayata geçirmiş olurlar. Bürokrasinin belini kırmanın en temel noktalarının başında, hiç kuşku yok ki, tüm süreçlere taban örgütlülüklerinin katılmasının ve müdahale etmesinin sağlanması gelmektedir. Teknik işlerin dışında, işçileri ilgilendiren tüm önemli meselelerde sendikacıların kendi başına buyruk karar almasının önüne geçilmelidir. Örneğin, grev ve direniş yapılması ya da toplu sözleşmenin bağıtlanması söz konusu olduğunda işyeri komiteleri kesinkes sürece müdahil olmalı, işçileri bilgilendirmeli ve gerekli tüm durumlarda işyerlerinde oylamayla karar almalıdır. Oysa mevcut
21
marksist tutum
durumlarıyla sendikalar, ne greve çıkarken ne toplu sözleşme görüşmelerini imzalarken ne de miting ve yürüyüş yaparken işçilere soruyorlar. İşçi kitleleri doğrudan kendilerini alâkadar eden süreçlerden dışlanırken, sendika bürokratları mevki ve ayrıcalıklarını, patronlarla ve hükümetlerle olan ilişkilerini ve dengeleri gözeterek kararlar alıyorlar. Genel bir durum olarak, işçiler çıkılan grevden, imzalanan toplu sözleşmeden ya da yapılacak mitingden son gün, sendika bürokrasisinin yukarıdan gelen talimatlarıyla haberdar olmaktadır. Fakat taban örgütlülüğünü yaratmış ve işyeri merkezli organlarını oluşturmuş işçi kitlelerine sendika bürokrasisi sultasını dayatamaz. Somutlarsak, toplu sözleşme maddeleri oluşturulurken, işyeri komiteleri aracılığıyla işçiler tartışarak ne talep edeceklerini karar altına alırlar. Sendika merkezinin önerdiği istemler de işyeri komitelerinin onayından geçmelidir. Bu hazırlık sonrasında, toplu sözleşme görüşmelerine işyeri komitesi delegeleri de katılmalı ve tüm süreç boyunca işçilere bilgi aktarılmalıdır. Toplu sözleşmenin imzalanmasına ya da rest çekilmesine işçiler, işyerlerinde tartışarak ve oylayarak karar vermelidirler. Kaldı ki, toplu sözleşmenin bağıtlanmasıyla burjuvazi tüm kararlara sessiz sedasız uymayacak ve her fırsatta sözleşmeyi kendi lehine delecektir. Sendikalar konusuna eğilen Komintern, çok doğru olarak, toplu sözleşmelerin esasında burjuvazi ile işçi sınıfı arasında bir ateşkes olduğunu tespit etmiştir. Ateşkes her an bozulabilir; işte işyeri komitelerinin bu dönemlerde önemli görevlerinden biri de, toplu sözleşmenin uygulanıp uygulanmadığını denetlemektir. Belirtelim ki, burada ortaya konan perspektif asla bir
22
Ocak 2009 • sayı: 46
ütopya değildir; işçi sınıfının mücadele tarihi işçi kitlelerinin her düzeyde inisiyatif aldığı deneyimlerle doludur. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, 1980 öncesinde DİSK Maden-İş üyesi on binlerce işçi, “tabanın söz ve karar sahibi olması” ilkesinden hareketle işyerlerinde “ünite temsilcileri” ve yanı sıra “toplu sözleşme komiteleri” oluşturmuşlardı. Toplu sözleşme taleplerini ortak oluşturan Maden-İş ve komiteler, patronların, ileri sürülen istemleri kabul etmemesi üzerine greve çıkma kararını da birlikte Fabrikaların kapatılmasının önüne geçmek, tensikatları ve ücretsiz izine çıkartmaları durdurmak, sendikaların işyerindeki örgütlülüğünü korumak ve bağıtlanan toplusözleşmeleri iptal ettirmemek üzere işçilerin mücadeleye çekilmesi, sevk ve idare edilmesi komitelerin başta gelen görevlerindendir. Krizin faturasını patronlara kesmek üzere harekete geçen işçi kitlelerinin taban örgütlülükleri olan komitelerin bir başka görevi ise, sendikalara basınç bindirmek ve bu örgütleri ülke düzeyinde birleşik bir mücadeleye itmek için tabandan zorlamaktır. almışlardı. Meselenin bu boyutu oldukça önemlidir. İşçi kitlelerinin sürece dâhil olması demek, sorumluluk duyması ve yaşanabilecek tüm olumsuzluklara karşı hazırlanması demektir. Toplu sözleşme görüşmeleri sürerken, işçiler bir taraftan da grev hazırlıklarına başlamalı ve olası grev sürecinde çıkabilecek sorunlara karşı önlemler almalıdırlar. Grev çadırından yemeklerin dağıtılmasına, dayanışma ziyaretlerinin nasıl kabul edileceğinden mücadeleyi diğer işçilere taşıma yöntemlerine, sağlık sorunlarının nasıl çözüleceğinden grev kırıcılara karşı ne tip önlemler alınacağına, eğitim toplantılarının hangi günler yapılacağından grev gözcülerinin tespit edilmesine değin her şey önceden planlanmalıdır. Kabul edilmelidir ki, işyeri komiteleri, yani işçilerin işyerindeki yönetici organı olmadan tüm bu sorunların üstesinden gelinemez. İşyeri/fabrika komitelerinin ve ona bağlı alt komitelerin işlevi böylesi bir süreçte daha bir belirginleşir. “Eğitim” “sağlık”, “kültür”, “basın” ve “dayanışma” gibi alt komitelerin işlevi normal dönemlerde pek anlaşılmayabilir, fakat grev ya da direniş başladığında, söz konusu komitelerin misyonu işçiler tarafından tez zamanda kavranır. Çok açıktır ki, bu tür bir hazırlık sürecinden sonra çıkılan bir grevin başarıya ulaşması kuvvetle muhtemeldir ve işçi sınıfının mücadele tarihi buna şahittir. Buna karşın, son dönemde yaşanan grevler ve patlak veren direnişler bu bağlamda olumsuz örnekler sunmaktadırlar. İşçiler hemen hiçbir hazırlık yapmadan ve grev komitelerini kurmadan direnişe geçmektedirler. Tüm sürece damgasını basan şey, dağınıklık, ne yapacağını bilememe ve zaman ilerledikçe tüm işçileri saran umutsuzluktur. Hazırlıklı olunmadığı için, grev ve direnişler neredeyse tümden etkisiz kalmakta, sendika bürokrasisi işçileri yalnız bırak-
sayı: 46 • Ocak 2009
makta, grev ve direnişler kendiliğinden sönümlenmektedir. Oysa gerçekten hazırlanılmış bir grev, işçi kitlelerinin gündemine taşınan dayanışma ve mücadele sayesinde, yalnızca ekonomik bir kazanım elde etmekle kalmaz, işçi hareketini sıçratan bir kaldıraca da dönüşebilir. Toparlayacak olursak, sendikal bürokrasiye karşı savaşım uzun ve meşakkatli bir iştir ve kapitalizme karşı mücadeleden bağımsız düşünülmemelidir. Bürokratların sendikalarda kurdukları harami düzenini yıkmanın tek yolu, işçi kitlelerini tabanda örgütleyerek seferber etmek, bürokrasinin oluşmasına karşı işyeri komiteleri biçiminde mekanizmalar yaratmaktır. Ancak böyle bir mücadele burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanlarını sendikalardan kovabilir ve yeni bürokratların ortaya çıkmasını engelleyebilir. Ne var ki, sendika yönetimlerine seçilen işçilerin zamanla bürokratlaşmaması ve burjuvaziyle iç içe geçmemesi için başka önlemler de almak gerekiyor: İşyeri temsilcilerinden şube, genel merkez ve konfederasyon yöneticilerine kadar herkes, işçiler tarafından seçimle işbaşına getirilmeli ve seçenlerin her an geri çağırma hakkı olmalıdır. Sendika yöneticilerinin işçilere yabancılaşıp burjuvalaşmaması için, yönetici ücretleri ortalama işçi ücretlerini geçmemelidir. İşçilerden toplanan sendika fonlarının bürokratlar tarafından iç edilmesine ve amaç dışı kullanılmasına asla izin verilmemelidir; sendika fonlarının denetimi ve yönetimi işyeri komiteleri üzerinden işçilere açılmalı, komiteler fonlara dair düzenli olarak işçilere bilgi vermelidirler.
Mücadelenin yükseliş dönemlerinde komiteler Sınıf mücadelesinin gerilerde seyrettiği dönemlerde işyeri komitelerinin gerekliliğini kavrayan ve onun örgütlenmesi için harekete geçen işçi sayısı son derece azdır. Buna mukabil, sınıf hareketinin yükselişe geçmeye başladığı dönemlerde, komitelerin önemi ve gerekliliği işçi kitleleri arasında daha fazla kabul görür ve onu yaratmak üzere harekete geçenlerin sayısı da artar. Kapitalist krizin faturasının işçi sınıfına kesildiği günümüzde, fabrikaların kapatılmasına ve işten atmalara karşı işçilerin mücadelesinin yükselişi işyeri komiteleri sorununu gündeme getirmektedir. Önümüzdeki dönemde işçi kitleleri bu ihtiyacı daha fazla hissedeceklerdir. Çok açık ki böyle bir dönemde işyeri komitelerinin rolü artacak ve işlevi değişecektir. Böylesi dönemlerde komitelerin üstesinden gelmek zorunda kalacağı sorunların çapı alabildiğine büyür. Fabrikaların kapatılmasının önüne geçmek, tensikatları ve ücretsiz izine çıkartmaları durdurmak, sendikaların işyerindeki örgütlülüğünü korumak ve bağıtlanan toplusözleşmeleri iptal ettirmemek üzere işçilerin mücadeleye çekilmesi, sevk ve idare edilmesi komitelerin başta gelen görevlerindendir. Krizin faturasını patronlara kesmek üzere harekete geçen işçi kitlelerinin taban örgütlülükleri olan komitelerin bir başka görevi ise, sendikalara basınç bindirmek ve bu örgütleri ülke düzeyinde birleşik bir mücadeleye itmek
marksist tutum
için tabandan zorlamaktır. Bu mücadelede tabii olarak, işten atmalara karşı üretimde “işçi denetimi” ve kapatılan işyerlerinde “işçi yönetimi” sloganı kitlelerin gündeminde daha fazla yer alacaktır. Elbette “işçi denetimi” ya da “işçi yönetimi” sloganı işyeri komitelerinden bağımsız düşünülemez; bu isteme sahip çıkacak ve uygulayacak olan işçi sınıfının taban örgütleridir. Bu nedenle krizin faturasının işçi sınıfına kesildiği bir süreçte, işçi kitlelerine “işçi denetimi” için komiteleşme çağrısı yapmak oldukça anlamlıdır. Böylece işçi kitleleri daha ileri düzeyde bir mücadeleye çekilmiş olurlar. Çok açıktır ki işyeri komiteleri aracılığıyla “işçi denetimi”nin yaygınlaşması, ancak sınıf mücadelesinin keskinleştiği devrimci dönemlerde mümkündür. Bu tür dönemlerde işyeri komiteleri, işten atılmaları durdurmak, çıkartılanlara kapitalistlerin aylık vermesini sağlamak, bir bütün olarak üretimi denetlemek, yani ticari gizliliği kaldırarak muhasebe defterlerini açmak, hammaddeleri, yakıtı, siparişleri, bankalardaki paraları kontrol etmek gibi işlevler yüklenmişlerdir. Fabrikalarda bir bakıma “ikili iktidar” anlamına gelen bu durum işin doğası gereği ilelebet süremez. İşçi denetiminin nereye evrilmek zorunda olduğunu ve bu başarılamadığında nelerin olabileceğini Troçki’nin şu sözleri net bir şekilde açıklıyor: “Üretimin denetimi için bir kere yola çıktıktan sonra, proletarya kaçınılmaz bir şekilde, iktidarın ve üretim araçlarının ele geçirilmesi yönünde hızla ilerleyecektir. Kredi, hammadde, pazar sorunları, denetimi derhal bireysel işletmenin dışına taşıracaktır. … İşçi denetimi rejiminin özünde uzlaşmaz olan çelişkileri, denetimin alanı ve görevleri genişlediği ölçüde keskinleşecek ve dayanılmaz bir hale gelecektir.”* Bu çelişki işçi sınıfı lehine ya da aleyhine çözülmek zorundadır. Olumlu çözüm işçi sınıfının politik iktidarı ele geçirmesidir. Diğer olasılık ise ezilme ya da pörsüme yoluyla sürecin geriye dönmesidir. *
*
*
Tüm dünyayı saran ekonomik kriz nedeniyle binlerce işçinin kapı önüne konduğu ağır bir saldırı dönemi başlamıştır. Bu saldırılar sessizce sineye çekilmeyecekse işçilerin taban örgütlülüklerini oluşturmaya koyulmaları vazgeçilmez bir zorunluluktur. Bu gereklilik hem sendikalı hem sendikasız işyerleri için eşit ölçüde geçerlidir. Zira sendikaların da mücadeleye atılmaları ve bu yolda zorlanmaları için bu tür taban örgütlülüklerinin büyük önemi bulunmaktadır. İşçiler yalnız ve yalnızca öz güçlerine güvenmeli ve bu temelde hareket etmelidirler. O halde saldırıları göğüslemek ve geri püskürtmek için işyeri komitelerini kurmak ve yaygınlaştırmak üzere mücadeleye!
_______________________ *
Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Yazın Yay., s.86-87
23
Kızıl Kanat O
cak ayı, adları mücadeleleriyle ölümsüzleşen pek çok devrimci önderin ölüm tarihlerini içeren bir ay olarak hafızalarımıza kazınmıştır. Alman devriminin yiğit önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht 15 Ocak 1919’da karşı-devrimin kanlı saldırısıyla katledildiler. Ekim Devriminin önderi Lenin’i 21 Ocak 1924’te yitirdik. Türkiye komünist hareketinin Onbeşleri Mustafa Suphi ve yoldaşları ise, 28 Ocak 1921’de burjuvazinin kalleşçe planlarıyla Karadeniz’in sularında öldürüldüler. Onlar ve benzeri devrimci önderler enternasyonalist komünist geleneğimizin temel taşlarını oluşturuyorlar. Onları ölümsüz kılmak her devrimci kuşağın görevidir. Bu da ancak, miras bıraktıkları devrimci fikir ve eylemlere fiili mücadele süreçleri içinde sahip çıkmakla; yaşam ve mücadele çizgilerinden feyiz almaya, eserlerinden öğrenmeye ve eleştiri silahını elden bırakmaksızın devrimci miraslarını sahiplenip geliştirmeye çalışmakla mümkün olacaktır. Alman devrimi ve onun başta gelen iki yiğit önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 2009 yılı Ocak ayında ölümlerinin 90. yılında tüm dünyada devrimci mücadele zeminlerinde hatırlanacaklar. Biz de bu yıl Ocak ayındaki devrimci kayıplarımızı, Alman devrimiyle özdeşleşmiş bu iki devrimci önderin hatırasını tazeleyerek analım. Ayrıca Rosa’nın devrimci mücadelesini yansıtan fikirleri üzerinde durarak, vaktiyle Lenin’in de hatırlattığı önemli bir enternasyonalist devrimci görevi yerine getirmeye çalışalım. Türkiye’de sol harekette Stalinizmin güçlü etkisi nedeniyle bu görev uzun yıllar boyunca hasıraltı edilmiştir ve Rosa Luxemburg gibi enternasyonalist komünist bir önder, devrimci fikirleri itibarıyla hiç de lâyıkıyla tanınmamaktadır. Bu durum, daha önce de çeşitli vesilelerle bir ölçüde yerine getirmeye çalıştığımız söz konusu görevi bizler için daha da önemli kılıyor. Rosa’nın devrimci mirasını bir kez daha hatırlamakla, devrimin ateşleri içinde bizlere veda eden tüm Spartakistlerin ve diğer tüm devrimci önderlerin anısını da tazelemiş olalım!
24
Alman devriminin ilerleyişi ve yenilgisi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, Ekim Devriminin ardından 1918 yılının Ocak ayında başlayan Alman devrimi içinde yaşamlarını yitirdiler. Onlar bu devrimin başını çeken liderler olarak işçi sınıfı tarihine yazıldılar. Her ikisinin de yaşam ve mücadele çizgisi, proleter devrimin gerçekleşmesi için yanıp tutuşan kişiliklerini gözler önüne serdi. Haksızlığa, adaletsizliğe ve eşitsizliğe isyan yüklü bir yürek taşıyan Rosa’ya, devrimci mücadele nedeniyle sık sık karşılarına çıktığı savcıların “Kızıl Rosa” adını takmaları boşuna değildi. Rosa, Polonya doğumlu bir devrimciydi ve o dönemin siyasal coğrafyası nedeniyle hem Polonya hem Almanya ve hem de Rusya işçi sınıfı hareketi içinde yer almıştı. Ama bu geniş coğrafyanın bile ötesinde, o zaten bir enternasyonalistti; bir dünya devrimcisiydi. Rosa İkinci Enternasyonal içinde boy veren reformizme bizzat kaynağında, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) içinde karşı koyacak ve genç yaşından ölümüne dek bu konuda amansız bir mücadele yürütecekti. Onun ve yoldaşı Karl Liebknecht’in işçi sınıfının devrimci tarihine unutulmaz biçimde yazılan yönlerinden biri de, emperyalist savaş karşısında sergiledikleri uzlaşmaz enternasyonalist komünist tutumları olacaktı. Alman işçi sınıfının mücadele tarihinde Marx’lar döneminde yer alan Wilhelm Liebknecht’in oğlu olan Karl, Alman sosyal demokrat milletvekilleri parlamentoda emperyalist savaş kredileri için kabul oyu verirken karşı oy kullanan yegâne milletvekiliydi. Karl Liebknecht bu devrimci ve enternasyonalist tutumunu, işçi kitlelerini de aynı doğrultuda harekete geçirmek aşkıyla yanıp tutuşan bir silaha dönüştürecekti. Onun emperyalist savaş karşısında Mayıs 1915’te kaleme aldığı
tlı Rosa /1 Elif Çağlı
Asıl Düşman Kendi Ülkemizde adlı bildirisi bu konuda sergilenmesi gereken örnek duruşu somutluyordu. Bu bildiri, devrimci tarihsel bir belge niteliğiyle yılların içinden geçerek günümüze uzandı. Karl Liebknecht, Almanya’da reformizme ve sosyal şovenizme karşı yürütülen mücadelede, yoldaşları Rosa Luxemburg ve Leo Jogiches’in yanı başında yer aldı. Almanya’da gerek Spartaküs Birliği gerek Komünist Partisi bu devrimci liderlerin çabası neticesinde yaşama gözlerini açtı. Bu devrimci üçlü, aynı zamanda, Alman devriminin ilerleyişi içinde biçimlenen Devrim Komitesini de oluşturacaktı. 1918 Alman devrimi, Birinci Dünya Savaşının yol açtığı devrimci sarsıntılar ve en önemlisi de Rusya’da gerçekleşen Ekim Devriminin dünya işçi sınıfını harekete geçiren büyük etkisi altında patlak vermişti. 20. yüzyılın başlarında cereyan eden birinci emperyalist paylaşım savaşının, yaşamı işçiler için büsbütün çekilmez kıldığı açıktı. Emperyalist burjuvalar ve onların düzenini savunan siyasal partiler, çeşitli ülkelerden işçileri birbirlerine boğazlatmak üzere cephelere sevk etmişlerdi. Bu haksız savaşlarda işçilerin kanına girmeye çalışan siyasal önderlikler arasında, SPD’nin sosyalizme ihanet eden önderliği de yerini almıştı. Alman işçi sınıfı bu hain önderlik aracılığıyla hem burjuvazinin kanlı savaş planlarına alet edilmeye hem de devrimci mücadeleden geri tutulmaya çalışılıyordu. Buna rağmen, emperyalist savaşın ve de açlık ve işsizliğin ortaya serdiği gerçekler, on binlerce işçinin uyanmasına ve mücadeleye atılmasına neden oldu. Aslında Alman işçi sınıfının öncü kesimleri oldukça erken tarihlerde, daha 1915 yılından itibaren emperyalist savaşa karşı devrimci bir tepki sergilemeye
başlamışlardı. Kendiliğinden eylemler, iş bırakmalar, sokak gösterileri birbirini izliyordu. Alman Sosyal Demokrat Partisinin sosyal şoven politikası karşısında bu parti ile yollarını ayıran Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 1 Mayıs 1916’da, sonradan Spartaküs Birliği adını alacak Enternasyonal Grup’u kurmuştular. Spartakistlerin 1 Mayıs 1916’da Berlin’de düzenlediği mitingde, Liebknecht’in biçimlendirdiği “Kahrolsun savaş! Kahrolsun hükümet!” sloganları göğe yükseliyordu. Mitingin ardından polis baskısı ve tutuklamalar geldi, Karl Liebknecht de tutuklananlar arasında yer alıyordu. Fakat işçiler yılmadılar. 55 bin işçi burjuvazinin devrimcilere saldırılarına bir yanıt olarak, Karl Liebknecht’in davasının görüleceği gün Liebknecht’le dayanışma grevine çıktı. Süreç boyunca iyice ateşlenen bir devrimci durumun içinden yükselen işçi eylemlerinin, mitinglerin ve sokak gösterilerinin ardı arkası kesilmiyordu. Bu devrimci dönem Ocak 1918’de Berlin’de işçi konseylerinin kurulması ile daha da gelişmişti. Ardından Almanya’nın pek çok kasabasında işçilerin, askerlerin, denizcilerin konseyleri ortaya çıktı. Kısacası, işçiler ve askerler tıpkı Rus devriminde olduğu gibi kendi sovyetlerini (yani konseylerini veya meclislerini) örgütlemeye girişmişlerdi. Hatta Kiel’de yaşandığı üzere, donanma erlerinin isyanı neticesinde denizciler ve liman işçileri sokaklara egemen olmuşlar ve kent yönetimini ele geçirmişlerdi. Dahası, 8 Kasım tarihinde Münih İşçi, Asker ve Çiftçi Konseyi tarafından Bavyera Devrimci Cumhuriyetinin kuruluşu ilan edilmişti. 8, 9 ve 10 Kasım 1918 tarihleri Alman devriminin ilerleyişi içinde bir zirveyi temsil ederken, ne yazık ki arkası istendiği biçimde gelmediği için aynı zamanda da bir kırılma noktasına dönüşecekti. Berlin’de çeşitli işçi konseylerinin kuruluşunu gerçekleştirmiş olan Devrimci İşyeri Temsilcileri, Liebknecht’in önerisi üzerine devrimci ayaklanmayı 11 Kasım günü başlatma kararını kabul etmişlerdi. Fakat işçiler sabırsızdılar ve 8 Kasım günü meydanlara akmaya başladılar. Böylece henüz devrimci bir önderliğin planlayıcı taktiklerinden yoksun olan devrimci coşku, dev-
25
marksist tutum
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi siyasal kişiliklerin, aradan geçen uzun yıllara, dil ve mekân farklılıklarına meydan okuyarak bugün dünyanın dört bir yanında devrimci insanların kavgasında yaşaması boşuna değildir. Onların yürekleri son ana dek işçi sınıfının enternasyonal özlemleri için çarpmıştır.
rimci ayaklanmanın zamansız ve hazırlıksız biçimde patlak vermesine neden oldu. 9 Kasım günü Spartakistlerin ve İşyeri Temsilcilerinin genel grev çağrısı üzerine çeşitli fabrikalarda ilan edilen grevler birbirini izledi. Olaylar durmak bilmiyordu, sokaklara akan işçi kitleleri emniyet sarayını zaptettiler ve siyasal tutukluları serbest bıraktılar. İşte bu gelişmeler neticesinde sosyal demokrat liderler Scheidemann ve Ebert, İmparatoru tahttan çekilmeye razı ettiler. Böylece 9-10 Kasım tarihlerinde iyice yükselen başkaldırı İkinci Wilhelm’i tahtından indirmiş oluyordu. Almanya’da kraliyet yönetimi sona erdi ve 10 Kasım 1918’de Weimar Cumhuriyeti kuruldu. Burjuva cumhuriyetin kuruluşu sosyal demokrat Scheidemann tarafından kraliyet sarayının balkonundan ilan edilecekti. Fakat bu ilanın üzerinden henüz yalnızca iki saat geçmişti ki, aynı yerden Spartakistler adına kitlelere seslenen Karl Liebknecht, proleter devrimin başladığını haykırıyordu. Ancak devrimci özlem ve niyetler bir yana, bundan sonrasında devrimin ilerleyebilmesi, burjuvazinin kudurgan saldırı dalgasını geri püskürtecek ve işçi kitlelerini devrimci iktidar için harekete geçirebilecek bir devrimci önderliğin varlığına bağlıydı. Ve Rosa, Karl gibi devrimci savaşçılara, işçi direnişlerine, kitle gösterilerine rağmen ne yazık ki Almanya’da olmayan da işte buydu. Devrimin ilerleyişini kanlı saldırılarla durdurmayı planlayan burjuvazi bu iş için sosyal demokratları da göreve çağıracak ve bu süreçte Noske gibi hainler burjuvaziye hizmetleriyle öne çıkacaklardı. Olayların akışı tüm devrim örneklerinde olduğu üzere, sınıflarüstü bir demokrasi ve cumhuriyetin olamayacağını tüm çarpıcılığıyla ortaya koyuyordu. Spartakistlerin temsil ettiği devrimci unsurlar bu gerçeğin bilincindeydiler. Onlar, devrimin bir burjuva
26
Ocak 2009 • sayı: 46
cumhuriyetin kuruluşuyla sona ermemesi ve işçilerinemekçilerin egemen olacağı sosyal cumhuriyetin kuruluşuna ilerletilmesi için canla başla mücadele ettiler. Ne var ki onların siyasal gücü, henüz ancak işçi sınıfının küçük bir azınlığını harekete geçirebilecek bir düzeyle sınırlı idi. Nitekim burjuva cumhuriyetin kuruluşunu takip eden süreçte cereyan eden devrimci kalkışmaların akıbeti de bu gerçeği acı biçimde gözler önüne seriyordu. 6 Aralık olayları bu durumu somutlayan çarpıcı bir örnek oldu. 6 Aralık günü bazı subaylar Berlin’de toplantı halinde olan İşçi ve Asker Konseyleri Yürütme Kurulu üyelerini tutuklamaya teşebbüs etmişler ve buna karşı Spartakistler kent merkezine doğru yürüyüşe geçmiştiler. Ne var ki kent merkezine girişte askeri güçler tarafından durduruldular ve üzerlerine açılan ateş sonucunda 14 işçi yaşamını yitirdi. Bundan sonrası, Berlin’de devrimi ilerletmeye çalışan öncü güçlerle kentte egemen sınıflar lehine düzen sağlamaya kararlı karşı-devrimci güçler arasındaki çatışmalarla muhtemel bir sona doğru ilerleyecekti. Gericiliğin uğursuz güçleri devrimci öncü hareketi ezmek için açıkça harekete geçmişti. Hükümette yer alan sosyal demokrat bakan Scheideman’ın da işbirliğiyle, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un başlarına 100 bin Alman markı tutarında bir ödül konulmuştu. 1918 Aralık ayı boyunca ve 1919 Ocak ayının başlarında Berlin kenti devrimci işçilerle karşı-devrimci askeri güçler arasında çeşitli çatışmalara sahne oldu. Ama ne yazık ki siyasal arenada kitleleri etkileyen bir güç olarak Sosyal Demokrat partinin borusu ötmekteydi. Burjuvazinin hizmetindeki bu partinin politikalarına isyan eden bilinçli işçi kesimleri ise, hiçbir etkili siyasal karar mekanizmasında temsil edilmemekteydiler. Gerçi ortada bir ikili iktidar durumu vardı ama bu ikilide terazinin kefesi devrimci işçiler aleyhine işlemekteydi. İşte Spartakistlerin kurduğu Alman Komünist Partisi (KPD), ne yazık ki artık talihsizce gecikmiş biçimde ve de bu olumsuz koşullarda, 30 Aralık 1918’de yaşama gözlerini açtı. Sosyal Demokrat parti yönetimi ise devrimci unsurlara karşı açık katliam hazırlıklarının içine dalmış durumdaydı. Nitekim 4 Ocak günü, nihayetinde Rosa ve Karl’ın katledilmesiyle sonuçlanacak olaylar zinciri yaşanmaya başlandı. Berlin’de SPD yönetimi, devrimci güçlerden yana tavır koyan Polis Müdürünü görevden aldı. Bunun üzerine KPD, Devrimci İşyeri Temsilcileri ve Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi hükümetin tutumuna karşı koyan bir gösteri çağrısında bulundular. Devrimci işçiler bu çağrı üzerine harekete geçecekler ve ertesi gün de bir devrim komitesi kurulması kararı alacaklardı. Devrim Komitesi karşı-devrimci gelişmeleri engelleyebilecek kararlar üretmek için sürekli toplantı halindeydi. Ama devrimin ilerletilmesi için kesin harekete geçirici bir siyasal güce ne yazık ki sahip değildi. Karşı-devrimci güçler ise artık Rosa’ları öldürmek üzere planlarını doğrudan yürürlüğe koymaktaydılar. Reich ordusunun başkomutanı ve İçişleri
sayı: 46 • Ocak 2009
Bakanı tayin edilen sosyal demokrat Noske, Rosa’nın katline bizzat onay vermişti. Resmi ordunun yanı sıra, milliyetçi öğrencilerden ve başıbozuklardan devşirilen Freikorps (Gönüllü Birlikler) adlı birlikler örgütlenmişti. İşte bu paramiliter faşist güçler 10 Ocak günü devrimcilere karşı açık saldırıyı başlattılar. Devrimci işçi temsilcileri tutuklanıp kurşuna dizildi; hükümet yanlısı birlikler devrimci unsurların işgal ettiği binaları tek tek ele geçirerek onları katletmeye giriştiler. Yeterli hazırlıktan yoksun devrimci kalkışmaların yol açacağı felâketlere karşı her zaman siyasal bir mücadele yürütmüş olan Rosa ve Karl ise, artık bir kez ok yaydan çıktığı için devrimci kavga yoldaşlarının yanı başındaydılar. Bu iki yiğit devrimci önder yoldaşlarıyla aynı kaderi paylaşacaktılar. Nitekim Rosa ve Karl 15 Ocak günü Freikorps tarafından ele geçirildiler ve cezaevine götürülürlerken dipçik darbeleriyle katledildiler. Sosyal demokrasinin ihanetine ve doğuracağı tehlikelere erken tarihlerden itibaren dikkat çeken Rosa’nın ve yoldaşı Karl’ın ölümü, son nefesinde Rosa’yı bir kez daha haklı çıkarırcasına, sosyaldemokrasinin hain liderlerinin eliyle gelmiş oldu. Fakat diğer yandan, devrimci görev başındayken gelen ölüm aslında Rosa’nın gönlüne göreydi. O bu arzusunu, hapishanedeyken Karl Liebknecht’in eşi Sonia’ya yazdığı mektupta şöyle dile getirmişti: “Her şeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasında ya da darağacında can vermek isterim.” Devrimci mücadelenin sert doğası Rosa’nın arzusunu karşılıksız bırakmamış, ölüm kapısını arzu ettiği biçimde çalmıştı.
Vardım, varım, varolacağım! Karşı-devrim Karl ve Rosa’nın yaşamına son vermeyi başararak sanki bir zafer kazanmış gibiydi. Oysa işin aslında, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht sergiledikleri devrimci tutumla artık yok edilmeyi olanaksız kılacak biçimde ölümsüzleşmişlerdi bile. “Berlin’de düzen hüküm sürüyor” diyen karşı-devrimcilere, “bu ‘yenilgiden’ geleceğin zaferi çiçek verecektir!” diye meydan okumaktaydı Rosa. Onun öldürülmesinden bir gün önce kaleme aldığı ve devrimci ateşler saçan o eşsiz satırları, karşı-devrimin zaferini bir Pirus zaferine çevirmişti: “Zafer kazanmış bir edayla, ‘Berlin’de düzen hüküm sürüyor’ diye bildiriyor burjuva basını; Ebert ve Noske ‘düzen sağlandı’ diyor; sokaklarda küçük-burjuva serserilerin mendil sallayıp, hurra diye bağırarak alkışladığı muzaffer birliklerin subayları ‘düzen sağlandı’ diyor... ‘Varşova’da düzen hüküm sürüyor!’, ‘Paris’te düzen hüküm sürüyor!’, ‘Berlin’de düzen hüküm sürüyor!’. Her yarım yüzyılda bir, ‘düzen’in bekçileri, dünya çapında mücadelenin odaklarından birisinde, zafer bültenlerini böyle yayımlıyorlar. Ve etekleri zil çalan bu ‘galipler’, düzenli aralıklarla kanlı kıyımlarla korunması gereken bir ‘düzen’in kaçınılmaz olarak kendi yıkımına gittiğini fark etmiyorlar.” (Rosa Luxemburg, Spartakistler
marksist tutum
Ne İstiyor? derlemesi içinde, Belge Yay., s.165) Rosa’nın Rote Fahne (Kızıl Bayrak) gazetesinde yayınlanan bu yazısında yer alan satırlar gerçekten de onu burjuvazi tarafından yok edilmesi imkânsız bir devrim meşalesine dönüştürmüştür. Spartakistlerin yaktığı devrimci ateş yıllara meydan okuyarak günümüze ulaşmıştır ve bugünün işçi kuşaklarını devrime çağırmaktadır: “‘Berlin’de düzen hüküm sürüyor!’ Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, gür sesi ile şunu haykıracaktır: ‘Vardım, Varım, Varolacağım!’” (Rosa, age, s.172) Yoldaşı Karl Liebknecht ise, öldürüldüğü gün (15 Ocak 1919) yazdığı Her Şeye Rağmen başlıklı makalede, işçi sınıfının düşmanlarının suratına “zafer olan yenilgiler vardır” diye haykırmaktaydı: “Spartaküs’e hücum! Spartakistleri vurun! naralarıyla inliyor sokaklar. Basın Spartaküs’ün yenilgisini kutluyor. Devrimci işçilerin silahlarının alınması ve eski Alman polisinin yeniden örgütlenmesi Spartaküs’ün bastırılışını damgalıyor... Evet! Berlin’in devrimci işçileri yenildi. Evet! Yüzlercesi öldürüldü. Evet! Yenildiler. Çünkü güvendikleri askerler, denizciler, halk güçleri onları terk etti. Başlarındakilerin kararsızlığı ve zayıflığı onları felç etti. Ve egemen sınıfların muazzam karşıdevrimci dalgasında boğuldular. Evet, yenildiler. Yenilmeleri tarihsel bir zorunluluktu. Çünkü vakit henüz olgunlaşmamıştı. Ancak ne var ki savaş kaçınılmazdı. Ebert çetesi proletaryayı savaşa zorladı. Evet! Berlin’in devrimci işçileri yenildiler. Ebert-Scheidemann zafer kazandı. Çünkü generaller, bürokrasi, soylular, para babaları, gerici olan herkes onların yanındaydı. Ancak zafer olan yenilgiler ve yenilgi olan zaferler vardır. Ocak ayının mağlupları ezilen insanlığın en soylu amacı için çarpıştılar, kanlarını döktüler. Bugün yenilenler yarın zafer kazanacaklardır.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 2, s.631) Alman devriminin Rosa ve Karl’ın satırlarıyla tarihe kazınan olumlu yönleri unutulamaz. Ancak bununla birlikte, devrimci insana düşen görev bir deneyimin yalnızca olumlu görünen yönleriyle yetinip tatmin olmamak ve asıl olarak onun eksiklerinden ve hatalarından ders çıkarmaya çalışmaktır. Benzer onlarca örnekte olduğu gibi vaktiyle Almanya’da yaşananlar da, başlamış olan bir devrimin yarı yolda kalakalmasının işçi sınıfı açısından ölümcül sonuçlar doğuracağını açıkça ortaya koymuştur. Sömürücü sınıflara ait devlet aygıtı parçalanıp tarihin çöp sepetine atılmadıkça, işçi sınıfı devrimci bir sürecin ilerleyişi içinde her an karşı-devrimin tehdidi altında demektir. Nitekim Almanya örneğinde devrimin yenilgisi faşizmin yükselişinin önünü açmış ve onun iktidara tırmanabilmesini mümkün kılmıştır. Bu önemli dersler yalnızca geçmişte olmuş bitmiş olaylarla sınırlı bir boyuta sahip değiller kuşkusuz. Aslında tüm yakıcılığıyla günümüzde yaşanan olaylara ışık tutu-
27
marksist tutum
yorlar. Örnekse, ilk planda akla gelen, günümüzde Venezuela’da yaşanan devrimci süreçtir. Bir devrim durumunun içinde iktidar koltuğuna oturan Chavez yönetimi devrimin ilerletilmesini değil, yarı yolda durdurulmasını temsil etmektedir. Venezuela’da burjuva devlet aygıtı yıkılmamıştır, sapasağlam yerinde durmaktadır. Daha da kötüsü, Chavez yönetimi bu gerçeğe rağmen işçi-emekçi kitleleri sanki devrim ilerliyormuş gibi fena halde yanıltabilmektedir. Oysa tüm zamanlar için geçerli olmak üzere ifade etmek gerekir ki, devrimle asla oyun olmaz, devrimin yarı yolda durdurulması felâket getirir. Devrimci kalkışmaları başarıya ulaştıramayan işçi sınıfı karşı-devrimin zulmüyle yüz yüze gelir. Rusya’da Ekim Devriminde işçi sınıfı, Lenin ve Bolşevik önderlik sayesinde devrimi yarı yolda bırakmayıp siyasal iktidarın fethi noktasına kadar ilerleme şansına sahip olabilmişti. Alman devrimi ise, bilinçli işçilerin yiğitçe mücadelelerine, Rosa ve Karl gibi devrimci liderlerin varlığına ve çabasına karşın, böyle bir önderlik zamanında inşa edilememiş olduğundan yenilgiyle sonuçlandı. Almanya’da işçi kitlelerinin güvenini bizzat onların deneyimleri temelinde kazanacak bir parti önceden inşa edilemediği içindir ki, işçi sınıfının önemli bir bölümü tarihi karar anlarında hâlâ sosyal demokratları izlemeyi sürdürdü. Özetle, devrimci önderliğin inşasının gecikmesi, işçi sınıfı kitlesinin reformist örgütlerden (Almanya örneğinde sosyal demokrasiden) kopmasını engellemiş oldu. Alman devrimi yalnızca Alman işçi sınıfının geleceği açısından değil, dünya devriminin ilerleyebilmesi ve dolayısıyla Rusya’daki devrimci işçi iktidarının varlığını koruyabilmesi açısından da hayati bir önem taşıyordu. O nedenle onun yenilgisi dünya üzerindeki enternasyonalist devrimcileri büyük bir hüsrana sürükledi. Ve Ekim Devriminin Rusya’da yalıtılmasına neden olarak, daha sonraki yıllarda kurulacak olan bürokratik iktidarın da önünü açtı. Sonuçta Rosa ve Karl gibi devrimci önderler, tıpkı Lenin ya da Troçki gibi, işçi sınıfının mücadele tarihinde onurlarıyla yerlerini aldılar. Fakat ne yazık ki Almanya ve Avrupa devriminin imdada yetişmemesi nedeniyle yalnız kalan Ekim Devrimi, egemen sınıf düzeyine yükselen bürokrasi eliyle katledildi. Son derece açık olan bir gerçeklik var. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi siyasal kişiliklerin, aradan geçen uzun yıllara, dil ve mekân farklılıklarına meydan okuyarak bugün dünyanın dört bir yanında devrimci insanların kavgasında yaşaması boşuna değildir. Onlar dünya işçi sınıfını siyasal bataklığa sürükleyen reformizme, milliyetçi histeri kampanyalarıyla birbirine kırdıran sosyal şovenizme karşı devrimci mücadele bayrağını açmış militan insanlardır. Onların yürekleri son ana dek işçi sınıfının enternasyonal özlemleri için çarpmıştır. Nitekim bu önemli husus, Ekim Devriminin önderlerinden Troçki’nin, Rosa ve Karl’ın ölümlerinin ardından kaleme aldığı anma yazısında en güzel biçimde dile getiri-
28
Ocak 2009 • sayı: 46
lir: “Bizim için Liebknecht, sadece bir Alman lider; Rosa Luxemburg da sadece Alman işçilerine önderlik eden bir Polonyalı sosyalist değildir. Hayır, onlar tüm dünya proletaryasının yakınlarıdır ve hepimiz, onlara kopmaz manevi bağlarla bağlıyız. Onlar son nefeslerine kadar, herhangi bir ulusa değil, Enternasyonal’e ait oldular.” Rosa’nın yakın mücadele yoldaşlarından Clara Zetkin’in onun ölümünden sonra yazdığı satırlar da unutulmaması gereken bir değerlendirme olarak günümüze uzanır: “Rosa Luxemburg’ta sosyalist fikir, hem kalbin, hem beynin hiçbir zaman sönmeden yanan güçlü ve egemen bir ihtirasıydı. Bu şaşırtıcı kadının büyük amacı sosyal devrim yolunu hazırlamak, sosyalizme giden tarih patikasını temizlemekti. Devrim denemesi, devrim için çarpışmak onun en büyük mutluluğuydu. Bütün hayatını ve varlığını sosyalizme vakfetti… O, keskin bir kılıç, canlı bir devrim aleviydi.” Burjuvazi Rosa Luxemburg ve yoldaşı Karl Liebknecht’i katletti. Ama onların devrimci mücadelesini yok edemedi. Nitekim Rosa ve Karl, ölümlerinden birkaç ay sonra toplanan Komünist Enternasyonalin kuruluş kongresinde devrimci varlıklarıyla yerlerini aldılar. Kongrenin açılış konuşmasını yapan Lenin, “Üçüncü Enternasyonalin en iyi temsilcileri olan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un anısına sizleri saygı duruşuna davet ediyorum” diyerek kongreyi açmıştı. Ve Lenin konuşmasına, hatalı bulduğu bazı noktalarda eleştirdiği Rosa’nın devrimci hakkının yenmemesi için tarihsel uyarı anlamına gelecek sözlerle devam edecekti: “Bütün hatalarına rağmen o bir kartaldı ve kartal olarak kalacaktır; ve anısı bütün dünya komünistleri için daima değerli olmakla kalmayacak, aynı zamanda biyografisi ve bütün eserlerinin yayınlanması, tüm dünyada pek çok komünist kuşağın eğitilmesinde son de-
sayı: 46 • Ocak 2009
rece yararlı kılavuzlar olarak hizmet edecektir.” Lenin’in bu konuşmasında veciz biçimde belirttiği üzere, Rosa Luxemburg dünya işçi hareketinin tarihine “Alman sosyaldemokrasisi 4 Ağustos 1914’ten sonra kokuşmuş bir cesettir” diyen devrimci duruşuyla geçti. Paul Levi, Scheidemann, Kautsky türünden tavuklar ise, işçi hareketinin arka bahçesindeki çöplükler arasında gıdaklayıp durdular. Evet, Lenin’in dediği gibi Rosa bir kartaldı ve devrimci mücadele içinde son nefesini verdiğinde kızıl kanatlarıyla yükseklere uçarak aramızdan ayrıldı. O bugünün kuşaklarına çeşitli eserlerinin yanı sıra devrimci mücadeleye adanmış militan bir yaşam örneği de bıraktı. Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Alman devriminde yaşamlarını yitiren diğer Spartakistler, kızıl kanatlı atlılar gibi mücadele ederek bu dünyadan uzaklaştılar. Ama Spartakistlerin yaktığı devrimci meşale söndürülemedi. O meşale her daim yanmayı sürdürecek! Liebknecht’in Her Şeye Rağmen adlı makalesindeki unutulmaz sözleriyle ifade edecek olursak, “çünkü Spartaküs, proletaryanın devriminin ateş ve aklı demektir; o, proletaryanın devriminin yüreği ve ruhu; irade ve özlemi demektir. Ve Spartaküs, sınıf bilinçli proletaryanın tüm kararlılığı ve mutluluk özlemi demektir. Çünkü Spartaküs, sosyalizm ve dünya devrimi demektir.”
Öncü örgüt ve kitle mücadelesi diyalektiği Sosyalizm ve dünya devrimi için mücadeleye adanmış yaşamlarıyla, Spartakist önderlerin dünyanın çeşitli ülkelerinde devrimci kuşaklara örnek oluşturacağına hiç kuşku yok. Ancak bu önemli gerçeğin yanı sıra, Alman devrim deneyimi, devrimci örgütün inşası konusundaki zaaf ve gecikmelerin faturasının çok ağır olduğunu da tüm çarpıcılığıyla gözler önüne seriyor. İşin aslına bakılacak olursa, Alman devriminin ilerleyişi içinde yaşananların, bizzat Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi Spartakist liderlere de örgüt sorununda eksik ve hatalı oldukları yönleri gösterdiği çok açıktır. Zaten onlar bu yüzden nihayetinde Alman Komünist Partisi’ni var etmek için harekete geçmişlerdir, fakat bu konudaki gecikmeleri telafi edilmez kayıplara neden olmuştur. Alman Komünist Partisi’nin kuruluşundan önce Spartakistler Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’nin (USPD) içindeydiler. Bu parti, SPD’nin açık şoven ve işbirlikçi politikalarının yükselen dozuna artık ortak olmak istemeyen Kautsky ve Bernstein gibi liderler tarafından 1917 Nisanında kurulmuştu. İçinde devrimci unsurların yer almasına karşın USPD yönetimi genelde merkezci siyasal tutumlar sergilemekteydi. Bağımsız siyasetlerini sürdürmek koşuluyla olsa bile, Spartakistlerin bu partiye katılmaları aslında bir hata idi. Devrimi ilerletebilmek için ayrı bir önder partinin gerekliliğini nihayetinde kavrayan Spartakistler USPD’den ayrıldılar ve diğer bazı devrimci çevrelerin de katılımıyla 30 Aralık 1918 tarihinde Alman Komünist Partisi’ni (KPD) kurdular.
marksist tutum
Ancak ne yazık ki, Rosa’ların komünist parti çatısı altında yürütecekleri devrimci mücadele süreci yalnızca iki hafta sürebilecekti. Gecikme çok açıktı. Alman örneğinde artık devrimin yenilgiye sürüklendiği bir kesitte kurulan devrimci parti, Rus örneğinde Lenin’in örgüt sorunundaki doğru tutumu sayesinde çok önceden var edilebilmişti. Bu noktada günümüz açısından da atlanmaması gereken bir ders yer alır. Kapitalizmin emperyalist aşaması, ekonomik alanda derinleşen krizlere paralel olarak siyasal alanda da ciddi çalkantı ve istikrarsızlık eğilimiyle seyreder. Düzene karşı yükselen toplumsal hoşnutsuzluk temelinde siyasal koşullarda ani değişimlerin yaşanması, işçi sınıfının devrimci partisinin etkisini belirleyici kılar. Bu hususa dikkat çeken Lenin, bazen iki ya da üç günün uluslararası devrimin kaderini belirleyebileceğini söylemiş ve devrimci öncü partinin inşasının yakıcı önemini vurgulamıştır. Rosa Luxemburg ve Troçki gibi devrimci önderler, örgüt anlayışı bağlamında uzun bir süre Lenin’in açılımlarını benimsememiş ve bu konuda ona eleştiriler yöneltmişlerdir. Fakat somut pratik ve tarihsel deneyim neticede kimin haklı olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Rosa Luxemburg’un örgüt sorununda Lenin’in Ne Yapmalı kitabındaki açılımlarını eleştirdiği ve karşılığında Rosa’nın da Lenin tarafından kendiliğindenciliğe prim vermekle suçlandığı bilinir. Ne var ki bu konuya boyundan büyük anlamlar yüklemek ve Rosa’yı kendiliğindenciliğe tapan biri olarak göstermek yanlış olacaktır. Rosa’nın devrimci örgütün inşası sorununda hatalı bir yaklaşımı olsa bile, Rosa örgütsüzlüğü savunmamıştır. Fakat öncü örgüt-kitle mücadelesi diyalektiği bağlamında Lenin çubuğu öncü örgütün gerekliliği yönünde bükerken, Rosa ise kitle mücadelesinin önemine çevirmiştir. Dolayısıyla, söz konusu faktörler arasındaki diyalektik ilişki ve konunun bütünselliği göz önünde tutulacak olursa, aslında iki devrimci önderin açılımlarından da öğrenilecek ayrı ayrı son derece önemli hususlar mevcuttur. Bu nedenle, Lenin’in öncü örgütün inşası konusundaki haklılığını ve yol göstericiliğini unutmamak koşuluyla, Rosa’nın devrimci mücadelede kitlelerin tarihsel rolüne yaptığı vurguların önemi ve isabeti de asla göz ardı edilemez. Ünlü Junius broşüründe, “özeleştiri, bütün çıplaklığıyla, acımasız, meselenin temeline kadar inen özeleştiri, proleter hareketin yaşam nefesi ve yaşam ışığıdır” der Rosa. Bilimsel eleştiri ve kuşku olmaksızın Marksizmin bir dogmaya dönüşeceği tehlikesini her zaman ateşli bir dille vurgulamıştır. Rosa, sosyalizm için mücadelenin sekter, bürokratik ve ikameci tutumlarla asla başarıya ulaştırılamayacağı üzerinde dururken ne kadar haklıdır. Ekim Devriminin ürünü olan işçi iktidarının Lenin’in ölümünden sonra egemen olan bir bürokrasi eliyle katledilmesi, Rosa’nın bu konudaki uyarılarının tarihsel haklılığını ve önemini gözler önüne serer. O nedenle Rosa’nın sesine kulak vermek zorunludur ve yalnızca öncü örgütün inşası konusunda doğru görünen tutumlar takınmakla iş bitmemek-
29
marksist tutum
tedir. Proletaryanın devrimci tarihsel rolünü, öncü örgütkitle mücadelesi diyalektiği bağlamında bir bütün olarak doğru kavramak gereklidir. Günümüzde enternasyonalist komünist eğilimi dünya ölçeğinde örgütlemenin ve güçlendirmenin temel bir görev oluşturduğu açıktır. Bu görevin üstesinden gelebilmek için de, Lenin, Troçki ve Rosa gibi önderlerin devrimci mücadelenin ilerleyişine farklı noktalarda ışık tutan doğru görüşlerini içselleştirmek ve benimsemek gerekmektedir. Onların her biri devrimci Marksist geleneğimizin bir parçasıdır. Bu bütünselliği parçalayarak ayrı ayrı isimlerle etiketlenmiş “gelenekler” icat etme işi de olsa olsa küçükburjuvaziye yaraşabilir. Devrimci kuşakların bugün de, sosyalizmin tepeden buyruklarla kurulamayacağını devrime olan tüm inancıyla vurgulayan Rosa’dan öğrenecekleri o kadar çok şey var ki! Bürokratik diktatörlük altında tamamen tasfiyeye uğrayan Ekim Devriminin kaderi ve buna dair tarihsel deneyim, Stalinizm tarafından çarpıtılmamış Marksizmin haklılığına olanca çarpıcılığıyla işaret ediyor. İşte Rosa’nın savunmaya çalıştığı da bu Marksist anlayış olmuştur ve o, tarihi kitlelerin yaptığına işaret eden Marx ve Engels’in izinden gitmiştir. Devrim mücadelesinde işçi kitlelerinin yaratıcı gücüne inanan ve işçi iktidarının yaşatılabilmesi için işçi demokrasisinin zorunluluğuna dikkat çeken Rosa Luxemburg bu gibi konularda yerden göğe haklıdır. Sosyalizm, ancak ve ancak komün tipi demokrasi şeklinde örgütlenen bir işçi sınıfıyla inşa edilebilir. Lenin’in örneklediği tipten bir devrimci önder partinin inşasını savunmak ne denli gerekliyse, işçi iktidarının bir parti diktatörlüğü olmadığına yürekten inanmak ve buna uygun bir siyasal çizgi benimsemek de o kadar gereklidir. Rosa’nın dediği gibi, işçi iktidarı sınıfın diktatoryası olmalıdır, sınıf adına yöneten küçük bir azınlığın değil! Kuşkusuz her demokrasi özünde bir sınıf diktatörlüğüdür ve bu bakımdan işçi sınıfının iktidarı da proletarya diktatörlüğü demektir. Ancak bu gerçekliği ifade etmekle iş bitmemektedir. İşin daha önemli olan yönünü, altını kalınca çizerek vurgulamak gerekir. Proletarya diktatörlüğü demokrasinin kaldırılması değil, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi-emekçi kitleler için tarihte ilk kez en geniş demokrasinin tesisi anlamına gelir. Sosyalizm, bir avuç aydının veya kitleleri sopalarıyla gütmeye meraklı sözde devrimci kadroların tepeden inme emir ve kararnameleriyle inşa edilemez. Bu bakımdan Alman Komünist Partisi’nin 31 Aralık 1918 tarihinde toplanan kuruluş kongresinde Rosa’nın yaptığı konuşma, bugünün devrimcilerine de ışık tutacak bir tarihsel önem taşımaktadır: “Sosyalizm mücadelesinde kitleler savaşmalıdır, kapitalizme karşı göğüs göğüse yalnızca kitleler çarpışmalıdır, her fabrikada, her proleter kendi patronuna karşı mücadele vermelidir. Sosyalist bir devrim ancak bundan sonra gerçekleşebilir. Buna rağmen, düşüncesizler, olayların gidişiyle ilgili daha farklı görüntüler çizdiler.
30
Ocak 2009 • sayı: 46
Gerekli olan şeyin yalnızca eski hükümeti yıkmaktan, sosyalist bir hükümeti başa geçirmekten, sonra da sosyalizmi yerleştirecek kararnameleri yayınlamaktan ibaret olduğu sanılıyor. Bunun bir hayalden başka bir şey olmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Sosyalizm kararnamelerle yaratılamayacak ve yaratılamaz da; ve de sosyalizm, ne kadar sosyalist olursa olsun herhangi bir hükümet tarafından kurulamaz. Sosyalizm, kitleler tarafından, tek tek her proleterin katılmasıyla yaratılabilir. Kapitalizmin zinciri dövüldüğü yerden kırılmalıdır.” (Rosa, age, s.151-152) Nihayet, ele aldığımız konunun bir başka önemli yönünü oluşturan bir hususa da açıklık getirelim. Örgütsel sorunlarda Rosa ve Lenin arasında yaşanmış olan polemiklerden hareketle, Rosa’yı Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin tarihsel önemini kavramamış bir insan konumuna indirgemek tamamen yanlış ve haksız bir siyasal yaklaşım olur. Aslında bu konuda lafı uzatmaya hiç mi hiç gerek yoktur. Zira devrimci siyaset açısından tamamen çapsız ve kifayetsiz küçük-burjuvaların yersiz suçlamalarına en iyi cevabı bizzat Rosa Luxemburg’un satırları vermektedir: “Bolşevikler, gerçek bir devrimci bir partinin tarihsel olanakların sunduğu sınırlar içinde yapabileceği katkıyı her şeyiyle yapabileceklerini gösterdiler. Onlardan mucizeler yaratmaları beklenmiyor. Savaş tarafından tüketilmiş, emperyalizm tarafından boğazlanmış, uluslararası proletarya tarafından ihanete uğramış, yalıtılmış bir ülkede, örnek ve kusursuz bir proleter devrimi bir mucize olurdu. “Önemli olan, Bolşeviklerin politikalarında temel olanla olmayanı, özsel olanla kazara ortaya çıkan sivrilikleri ayırt edebilmektir. Bütün dünyada belirleyici nihai mücadelelerle yüz yüze olduğumuz bu dönemde, sosyalizmin en büyük sorunu zamanımızın en yakıcı sorunu haline geldi ve hâlâ da öyle olmaya devam ediyor. Bu sorun, şu ya da bu ikincil taktik sorunlardan biri değil, fakat proletaryanın eyleme geçme kapasitesiyle, eylem gücüyle, sosyalist iktidarı gerçekleştirme iradesiyle ilgilidir. Bu bakımdan, Lenin ve Troçki ve arkadaşları dünya proletaryasına bir örnek oluşturarak ilk olarak öne çıkanlar oldular; onlar şu ana kadar hâlâ Hutten’la birlikte şu şekilde haykırabilecek olan biricik örnek olmaya devam ediyorlar: ‘Ben buna cüret ettim!’ “Bolşevik siyasette temel ve kalıcı olan budur. Bu anlamda Bolşevikler siyasal iktidarı fethetmek, sosyalizmin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun olarak koymak ve bütün dünyada emekle sermaye arasındaki hesabın görülmesi davasını ilerletmek yoluyla uluslararası proletaryanın başını çekerek ölümsüz bir tarihsel hizmette bulundular. Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde ‘Bolşevizme’ aittir.” (Rosa, Rus Devrimi) (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Huzur Bozan Özürcüler İlkay Meriç
B
ir grup liberal aydının, “1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” diyerek, internet üzerinden başlattıkları imza kampanyası, milliyetçi-ırkçı-devletçi kesimde büyük bir öfke kabarmasına yol açtı. Bir yıllık bir kampanya çerçevesinde imzaya açıldığı ifade edilen bu metin birkaç gün içerisinde binlerce insan tarafından imzalanınca, karşı taraf da aynı hızla lav silahlarını kuşandı. CHP’sinden MHP’sine, medyasından üniversitesine, Genelkurmayından sivil devlet bürokrasisine, kurulu düzen, tüm aygıtları ve yüce şahsiyetleriyle, bu ifadeler karşısında kin kusmakta gecikmedi. Devletin resmi görüşlerine aykırı olarak yükseltilen en ufak sesin büyük bir tahammülsüzlükle karşılandığı bu hazımsızlık coğrafyasında, söz konusu kampanyaya gelen tepkiler aslında bildik ve beklendik tepkilerdir. Böylesi bir kültürün egemen olduğu bu topraklarda özür dilemek bir zayıflık belirtisi olarak addedildiği gibi, inkâr etmek her türlü sorundan kurtulmanın ve üste çıkmanın başlıca yolu olarak görülmektedir. Devletin tabu olarak kabul edip, tartışanı ve tartıştırmak isteyeni “vatan hainliğiyle” suçladığı, her türlü zor yoluyla susturmaya çalıştığı, bununla ilgili özel yasalar çıkardığı (meşhur 301. madde bunlardan sadece biridir) başlıca sorunlardan biriyse, bilindiği üzere Ermeni meselesidir. 1915-17 yılları arasında yüz binlerce Osmanlı Ermenisinin vahşi biçimde katledilmesi, Ermeni halkının tarihsel hafızasına “Büyük Felâket” olarak nakşedilmiştir. Bu felâketi inkâr ederek ona ortak olmaya devam eden TC egemenleri ise, yaşanan olguya adını koymayı bile aforoz edilme ve hapse tıkılıp ilelebet susturulma nedeni haline getirmişlerdir. Amaçlanan şey, Ermeni kırımını toplumsal bellekten iz kalmamacasına silmektir. Liberal aydınların önayak oldukları kampanya, sorunu gün-
Devletin resmi görüşlerine aykırı olarak yükseltilen en ufak sesin büyük bir tahammülsüzlükle karşılandığı bu hazımsızlık coğrafyasında, “özür diliyorum” kampanyasına gelen tepkiler aslında bildik ve beklendik tepkilerdir. Böylesi bir kültürün egemen olduğu bu topraklarda özür dilemek bir zayıflık belirtisi olarak addedildiği gibi, inkâr etmek her türlü sorundan kurtulmanın ve üste çıkmanın başlıca yolu olarak görülmektedir. 1915-17 yılları arasında yüz binlerce Osmanlı Ermenisinin vahşi biçimde katledilmesi, Ermeni halkının tarihsel hafızasına “Büyük Felâket” olarak nakşedilmiştir. Bu felâketi inkâr ederek ona ortak olmaya devam eden TC egemenleri ise, yaşanan olguya adını koymayı bile aforoz edilme ve hapse tıkılıp ilelebet susturulma nedeni haline getirmişlerdir. Amaçlanan şey, Ermeni kırımını toplumsal bellekten iz kalmamacasına silmektir.
31
marksist tutum
demde tutarak ve tartışılmasını sağlayarak bu hafıza silme operasyonunun karşısına dikildiği içindir ki, devletlûların ve devletçilerin öfkesi kabına sığmıyor. Devlet denen öfke aygıtının baş makinistlerinden Erdoğan, “herhalde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir sorunu yok. … Ben bu yazar çizerlerimizi de anlamakta doğrusu zorlanıyorum. … [bu] ortalığı karıştırmak, huzurumuzu kaçırmaktan başka bir işe yaramaz” derken, onun ak dediğine kara demeyi görev bilen Baykal da bu konuda Erdoğan’la kutsal ittifak halindedir: “Türkiye’yi kendisini suçlu hissetmesini sağlamaya yönelik bir büyük uluslararası çabanın sistematik olarak yürütülmekte olduğunu görüyoruz. Hedeflerine ulaşabilmek için kampanyayı bilinçli bir şekilde birileri götürüyor olabilir. Yüzyıl önceki olaylar dolayısıyla Türkiye’de bir suçluluk duygusu yaratılmak isteniyor.” Parti içinden yükselen ırkçı tepkilerin yanında Baykal’ınkinin masumane kalması, CHP’nin faşizme yelken açışta nasıl bir merhale kat ettiğini bir kez daha kanıtlar niteliktedir. Canan Arıtman, açık açık, cumhurbaşkanının ana tarafından Ermeni olduğu için bu kampanyayı desteklediğini söylerken, buna yanıtta vakit yitirmeyen Gül, Ermeni olmayıp has be has Türk-Müslüman olduğunu ispata girişmiştir. Parti içinden yükselen ırkçı tepkilerin yanında Baykal’ınkinin masumane kalması ise, CHP’nin faşizme yelken açışta nasıl bir merhale kat ettiğini bir kez daha kanıtlar niteliktedir. Cumhurbaşkanlığı sitesinden yapılan bir basın açıklamasında, “Abdullah Gül’ün konuya ilişkin Türk tezlerini her ortamda açıkça dile getirdiği ve kuvvetle savunduğu” ifade edilmesine rağmen, metnin devamındaki şu sözler CHP’nin kafatasçı vekillerinden Canan Arıtman’ın hışmına uğramıştır: “Sayın Cumhurbaşkanımız, devletin ve hükümetin veya tek tek vatandaşların görüşleri mahfuz kalmak üzere, bu konunun Türk kamuoyunda ve akademik çevrelerde en geniş ve özgür biçimde tartışılmakta olmasını ise, Türkiye’de diğer birçok ülkeden daha ileri ve özgür bir demokratik tartışma ortamının mevcudiyetinin, Türk halkının tarihiyle barışıklığının ve kendine duyduğu özgüvenin bir göstergesi olarak görmektedirler.” Bu ifadeleri kampanyaya destek olarak yorumlayacak kadar zıvanadan çıkmış olan Arıtman, açık açık, cumhurbaşkanının ana tarafından Ermeni olduğu için bu kampanyayı desteklediğini söylerken, buna yanıtta vakit yitirmeyen
32
Ocak 2009 • sayı: 46
Gül, Ermeni olmayıp has be has Türk-Müslüman olduğunu ispata girişmiştir. Konuya ilişkin Genelkurmay “değerlendirmesi” de beklenildiği üzere gecikmemiştir. Genelkurmay Başkanlığı Karargâhındaki haftalık “basın bilgilendirme” toplantısında, Genelkurmay’ı doğrudan ilgilendiren JİTEM konusundaki sorular cevapsız bırakılırken, tümüyle sivil bir inisiyatif olarak başlatılan “özür dileme” kampanyasına dair sorular hiç sektirmeden yanıtlanmıştır: “…yapılanları kesinlikle doğru bulmuyoruz. Özür dileme yanlış olduğu kadar zarar verici sonuçlar da doğurabilecek bir davranıştır.” Ve “ilim irfan yuvası” güzide üniversitelerimiz! Kampanyayı düzenleyenleri “tarihi verilerden uzaklaşarak çözüm olanaklarını güçleştirmek ve kışkırtıcı bir yaklaşımla toplumda huzursuzluk çıkarmak”la, “art niyetli”likle, “başka amaçlara sahip olmak”la suçlayan İstanbul Üniversitesi Senatosunu tez zamanda diğerleri takip etmiştir. Sakarya Üniversitesi, “İşgalci olan Ermenilerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türklerin Ermenilerden özür dilemesini gerektirecek ne hukuki ne de tarihi hiçbir gerekçe yoktur” diyerek konuya “son derece bilimsel” yaklaşırken, Erzurum Atatürk Üniversitesinden bu bilimsel açılıma derhal destek gelmiştir: “Üniversitemizin tarihçi bilim adamları, bugüne kadar Türk-Ermeni ilişkileri üzerine gerçekleştirdiği bilimsel çalışmalarla 1914-1919 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da asıl katliama uğrayanların Müslüman Türkler olduğunu bilimsel verilere ve toplu mezar kazı çalışmaları sonucunda elde ettikleri bulgulara dayanarak ispatlamışlardır.” Atatürk Üniversitesinin “muhterem bilim adamları”, “asıl katliama uğrayanların Müslüman Türkler olduğunu” bilimsel verilerle ispat ettiklerini sayıklayadursunlar, İttihat-Terakki kadroları tarafından planlı bir şekilde örgütlenen Ermeni kıyımında yüz binlerce insanın katledildiğini gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemine ait çok sayıda resmi belge açıkça doğrulamaktadır. 800 binden fazla Ermeninin yaşamını yitirmesine yol açan bu kırım, “Osmanlı devlet kadroları arasında Türkçülük ideolojisinin güçlenmeye başladığı ve buna bir süre sonra ‘devleti kurAtatürk Üniversitesi Senatosu soluğu “Yanıkdere Şehitliği”nde alarak bir basın açıklaması yaptı ve kampanyaya ve kampanyacılara ateş püskürdü.
sayı: 46 • Ocak 2009
marksist tutum
Binlerce yıldır yaşadıkları topraklarda özgürlük isteyen kadim halkların katlini, “hainler bizi arkadan vurdular, düşmana sattılar, devleti yıkmaya çalıştılar” diyerek vacip bulanlar, aslında Ermenilere yaşatılan felâket gerçeğinin bal gibi farkında olmanın ve bundan kaçamamanın hezeyanı içindedirler. Çırpınış halindeki şovenistler gayet iyi bilmektedirler ki, Ermeni kırımını inkâr çabaları her seferinde tarihsel gerçeklik duvarına toslayarak tuzla buz olmaya mahkûmdur.
tarma’ misyonunun da eklendiği bir dönemde gerçekleşmiştir. İttihat ve Terakki kadrolarının Anadolu’yu düşman bellenen gayri Müslim unsurlardan temizleme ve Müslümanlık ve Türklük temelinde bir birlik sağlama fikri, ilerleyen süreçte Osmanlı yönetici elitinin egemen anlayışı haline gelmiştir. Eklemek gerekir ki, bu anlayış, TC’nin kuruluşu sürecinde ve sonraki dönemde de devlet kurucu kadrolar arasında etkisini sürdürmüştür. Nitekim Rum ve Ermeni unsurların el konulan malları, arazileri, servetleri 50’li yıllara kadar uzanan süreçte pek çok Müslüman-Türk toprak sahibini ve tüccarı daha da zengin kılmış ve yeni oluşmaya başlayan Türk burjuvazisinin ihtiyaç duyduğu sermaye birikiminin sağlanmasında önemli bir rol oynamıştır.”1 Bütün bu hakikat aslında devletin en yetkili ağızlarınca da itiraf edilmektedir. Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün geçtiğimiz Kasım ayında Brüksel’de yaptığı “ırkçılığı savunma” konuşması bunun son örneğidir. İzmir Valiliği yaptığı dönemde İzmir Ticaret Odasının kurucuları arasında “bir tek Müslümanın olmadığını, tamamının Levantenlerden oluştuğunu” gördüğünü büyük bir üzüntüyle dile getiren Gönül, “Atatürk’ün cumhuriyetin kuruluşunda ulus-devlet yanında önem verdiği bir diğer konu da milli ekonomi politikasıdır” diyordu. “Anadolu Ermenilerden ve Rumlardan arındırılmasaydı ulus-devlet kurulamazdı” mealindeki sözleri ise, yüz binlerce gayri Müslimin fiziksel imhasına kadar varan bu etnik temizlik faaliyetinin ne denli organize ve bilinçli bir eylem olduğunun itirafı niteliğindeydi: “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi? … mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum … Bugün dahi Güneydoğu’da verilen mücadelede bu ‘nation building’de kendilerini mağdur sayanların katkısını, özellikle tehcir sebebiyle mağdur sayanların
katkısını reddedemeyiz. O halde (Türkiye’nin) gerçekten çağdaş, medeni ve aydınlanmış insanların ülkesi olabilmesinde Cumhuriyet’in başlangıcındaki prensipler çok önemliydi.” Bu “prensipler”le yetişmiş “çağdaş, medeni ve aydınlanmış insanların”, “özür diliyorum” kampanyasına yükselttikleri tepkiler, gerçekten de nasıl bir ülkede yaşadığımızı hazin bir şekilde ortaya koymaktadır. Binlerce yıldır yaşadıkları topraklarda özgürlük isteyen kadim halkların katlini, “hainler bizi arkadan vurdular, düşmana sattılar, devleti yıkmaya çalıştılar” diyerek vacip bulanlar, aslında Ermenilere yaşatılan felâket gerçeğinin bal gibi farkında olmanın ve bundan kaçamamanın hezeyanı içindedirler. Çırpınış halindeki şovenistler gayet iyi bilmektedirler ki, Ermeni kırımını inkâr çabaları her seferinde tarihsel gerçeklik duvarına toslayarak tuzla buz olmaya mahkûmdur.
Soldan gelen tepkiler Kampanyaya gelen öfkeli tepkiler ırkçı-faşist cenahla sınırlı değildir elbette. Kanbersiz düğün olmaz misali, milliyetçi sosyalistlerimiz de derhal kendilerini bu cepheye yedekleyivermişlerdir: “Hayatında yalnızca solla kavga etmeyi becermiş insanların tarihin en acılı dönemlerinden birine el atmış olmaları hem Ermeniler hem de Türkler ve Kürtler için bir büyük talihsizliktir. Bu halkları birbirinden ayrı düşüren dinamikleri kavramayanlar, bu dinamiklerin hala canlı olduğunu ve halkların arasında büyütülen düşmanlığı canlı tutmak için yapılanları görmeyenler, tarihle yüzleşmeye çalışarak halklara yalnızca kötülük yapıyorlar. Çünkü kavramaları ve görmeleri olanaksızdır. (…) Avrupa Birliği’ni bir büyük medeniyet projesi olarak görenler, emperyalist planlardan ikbal bekleyenler halkların nasıl düşman olduklarını kavrayabilir mi? Nedir özür dileyenlerin Ermeni,
33
Ocak 2009 • sayı: 46
marksist tutum
Türk ve Kürtler için gelecek projesi? (…) Yakın gelecekte Türklerle Kürtler arasında yüzyılın başındakine benzer olayların yaşanmayacağının garantisini kimse veremez… Peki, Avrupa hayaliyle ve onların yönlendirmesiyle buna çanak tutanlar yüzyıl sonra bu defa kimden özür dileyecektir?” (Özgür Şen, Özür Değil Mücadele Borcu, haber. sol.org.tr/yazarlar/7503.html) TKP’nin bu kalemi, yazısını, pek değerli cumhuriyetlerine laf uzatan liberallere kin kusarak bitirirken, “komünistliğine” halel getirmemek için şu satırlara sığınıyor: “Evet, Ermeni halkına yaşadığı büyük acıdan dolayı bir borcumuz var. Ama bu borç bir özür borcu değil, mücadele borcu.” Ermeni kırımına, bu kırımı organize edenlere ve ediliş nedenlerine ilişkin tek kelam etmeksizin, liberalleri “tarihle yüzleşmeye çalışarak halklara kötülük yapmak”la, dış mihrakların ülkeyi bölme oyunlarının parçası olmakla, hatta halklar arasındaki sorunu yaratmakla suçlayan bu “komünist”e, sendika.org sayfalarından bir “sosyalist” de eşlik ediyor. Söylenenlerden görüleceği üzere, TKP gibi Halkevleri’nin sözcüsü pozisyonundaki sendika.org’u da, söz konusu kampanyaya ve bu vesileyle Ermenilere karşı yükseltilen dizginsiz faşist tepkiler rahatsız etmiyor. Aksine, her iki grubu da, liberal aydınların başlattığı ve on binlerin imzacı olarak katıldığı girişim çileden çıkarıyor. “Özür Dilemiyorsun O Halde Faşistsin” başlıklı yazısında Fatih Yaşlı, kampanyayı örgütleyen liberal aydınları emperyalist projelerin sözcüsü olmakla suçluyor. “İstedikleri kadar bireysel olduğunu, istedikleri kadar bir vicdan meselesi olduğunu söylesinler, son düzenledikleri kampanya da bu isimlerin bu ülkeye dair politik projelerinden ve söylemlerinden bağımsız değil” diyen Yaşlı şöyle devam ediyor: “Liberal-muhafazakâr ittifak, Türkiye’nin ABD-AB eksenine daha sıkı bir şekilde eklemlenmesi projesi ile Türkiye Ermenistan ilişkilerinin düzeltilmesinin birbirinden ayrılmaz bir niteliği olduğunu bildiğinden emperyalist merkezlerde geliştirilen stratejilere uygun bir şekilde hareket etmekte ve hamlelerini de ona göre belirlemektedir. Bir an için politik konjonktürden bağımsız ve sahiden de vicdani bir girişimle karşı karşıya olduğumuzu düşünelim ve “bu kampanyanın Türkiye ve Ermenistan halklarının kardeşleşmesine hizmet etmesi söz konusu olabilir mi” diye soralım. Hızla yoksullaşmakta olan ve başına gelenleri tam olarak idrak edemeyen bir ülkenin kıstırılmışlık hissiyle yaşayan insanlarının, kendilerine yapılan ‘özür dileyin’ çağrısını da bu kıstırılmışlık hissinden bağımsız bir şekilde algılamasını bekleyebilir miyiz? Böylesi buyurgan bir tutumun, bir refleks olarak beraberinde kesin bir reddedişi getireceğini, kurulma ihtimali olan bütün bir empatiyi ortadan kaldıracağını görmemek için kör olmak gerekmez mi? Kampanyanın yaptığı tam da budur zaten, alınan ortalama toplumsal tavır ise ‘asıl onlar bizden özür dilesin’
34
şeklindedir. (…) Dolayısıyla bu kampanya hem Türkiye toplumunun 1915’i konuşmasını, hem de Türkiye ve Ermenistan halkları arasında oluşabilecek bir diyalogu kısa vadede imkânsız kılmış durumdadır.” Dün cumhuriyet mitinglerinden yükselen Kürt düşmanlığına gözlerini kapayıp bu mitingleri dolduran şoven kalabalığa gözlerini dikenler, görüldüğü gibi bugün, “asıl onlar bizden özür dilesin” aymazlığı içinde bulunan Ermeni düşmanlarının ırkçı tepkilerini “kıstırılmışlık içindeki halkımızın” olağan refleksleri diyerek meşrulaştırmaktadırlar. Kuşkusuz bu meşru ve mazur gösterme çabasının altında son derece bilinçli bir oportünizm yatmaktadır. Zira sosyal şoven TKP’nin de, onun hempası Halkevleri’nin de hedef kitlesi, uzun zamandır, statükocu kesimin “kıstırılmışlık” psikolojisi içine sokarak seferber etmeye çalıştığı milliyetçi küçük-burjuvazidir. Sosyal şovenler, milliyetçilikle gözü köreltilmiş kitlelere, yetmezmiş gibi biraz da “soldan” milliyetçilik aşılıyorlar. Bunlarla aralarına çektikleri ayrım çizgisini kalınlaştırmak zorunda olan proleter devrimcilerin görevi, işçi sınıfını sağlı sollu enjekte edilen milliyetçilik zehrinden arındırmaktır. Unutulmamalı ki, milliyetçilik zehri, burjuvazinin halklar arasına diktiği duvarın yapıtaşıdır. Bu zehrin tek panzehiriyse enternasyonalizmdir. Sosyal şovenler, milliyetçilikle gözü köreltilmiş kitlelere, yetmezmiş gibi biraz da “soldan” milliyetçilik aşılıyorlar. Bunlarla aralarına çektikleri ayrım çizgisini kalınlaştırmak zorunda olan proleter devrimcilerin görevi, işçi sınıfını sağlı sollu enjekte edilen milliyetçilik zehrinden arındırmaktır. Unutulmamalı ki, milliyetçilik zehri, burjuvazinin halklar arasına diktiği duvarın yapıtaşıdır. Bu zehrin tek panzehiriyse enternasyonalizmdir: “Ermeni halkının tarihsel acısını paylaşmanın ve teskin etmenin tek yolu buradan geçiyor. Türkiye işçi sınıfı Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçun sorumlusu olarak geçmişin ve bugünün Türk egemen sınıfını acımasızca mahkûm etmeli ve emekçi Ermeni halkına enternasyonalist kardeşlik elini uzatmalıdır. En iyi teselli işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurarak ellerinden masum kanı damlayan bu sınıfı tarihin çöplüğüne göndermesi ve halklar arasında sovyetik esaslara dayalı bir işçi federasyonunun oluşturulmasıdır.”2 __________________________ 1
İlkay Meriç, Kapitalizmin Tarihi Soykırımlarla Bezelidir, MT, Ekim 2007
2
Deniz Moralı, Ermeni Sorunu: Gerçekler Direngendir, MT, Mayıs 2005
Alevi Mitingi ve Düzenin Sözde Açılımları Selim Fuat
K
apitalist ilişkilerin görece geç geliştiği ve ulus devletin bir halk hareketine dayanarak inşa edilmediği pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye Cumhuriyetinde de, burjuva demokrasisi son derece güdük ve dar bir çerçeveye sahiptir. Burjuvazi kapitalist çerçevede hayata geçirilebilecek pek çok demokratik hakkı, ipleri elinden kaçırma korkusu yüzünden hayata geçir(e)miyor. Kapitalist ilişkilerin daha köklü olduğu ülkelerde uzun yıllardır yaşamın bir parçası olan bu hakları, çoğu zaman bunlarla entegrasyon sağlama saikiyle söz konusu ettiğinde de ortaya epeyce sulandırılmış, sözde uygulamalardan başka bir şey de çıkartamıyor. Nefesi ilerici hiçbir adımı atmaya yetmiyor. Demokratik talepleri karşısında burjuvazinin yıllardır ayak sürüdüğü topluluklardan biri de Aleviler. Sünni İslam’ın halifeliğini elinde bulunduran padişahın, bu temelde kurduğu merkezi otoritenin gereği olarak Osmanlı İmparatorluğu döneminde büyük baskı gören Aleviler, TC döneminde de burjuvazinin inkârcı ve imhacı politikalarının mağduru oldular. Sözde laik rejim, ibadethanelerini yok saymaktan, Alevi çocuklarına zorunlu din derslerinde Sünniliği anlatmaya kadar pek çok uygulamasıyla Alevileri de inkâr ederken, olağanüstü rejimlere ihtiyaç duyduğunda da örgütlediği provokasyonlarla Alevilere yönelik pogromları defalarca hayata geçirdi. Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta kitlesel imhalara girişti. Yüzyıllardır bu topraklarda zorla asimile edilmeye çalışılan, her türden baskıya ve aşağılanmaya maruz bırakılan Aleviler, bu durum yüzünden mümkün olduğunca gözden uzak ve içe kapalı bir yaşam tarzıyla varlıklarını korumaya çalıştılar. Ancak kapitalist gelişmeyle birlikte onlar da daha görünür olmaya başlayınca, sorunları da toplumsal alana taşındı ve daha fazla ifade edilir oldu. Alevi örgütlenmeleri sayıca arttı ve yaygınlaştı. Özellikle Avrupa’ya göçmen işçi olarak gitmiş Alevilerin yönlendirmesi ve katkısıyla Alevi örgütleri güçlendi ve siyaseten de etkili olmaya başladı.
Alevilerin toplumsal görünürlüğünü ifade eden en ileri noktaysa 9 Kasımda Ankara’da yapılan kitlesel miting oldu. Alevi Bektaşi Federasyonu’nun örgütlediği ve on binlerce kişinin katıldığı mitingin, kimliğini gizlemek zorunda kalmış bir topluluğun kendini ilk kez kitlesel bir biçimde ifade ediyor olması yönünden anlamı ve önemi büyüktü. Daha da önemlisi, mitingi düzenleyenlerin öne sürdükleri taleplerin din ve laiklik konusunda ilerici nitelikte olmasıydı. Alevi Bektaşi Federasyonu’nun yönetim kurulu, yaptığı çağrıda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve zorunlu din dersinin laiklikle bağdaşmadığını ve kaldırılmaları gerektiğini söylüyor ve bunları tüm taleplerin için-
35
marksist tutum
Ocak 2009 • sayı: 46 Demokratik talepleri karşısında burjuvazinin yıllardır ayak sürüdüğü topluluklardan biri de Alevilerdir. Sünni İslam’ın halifeliğini elinde bulunduran padişahın, bu temelde kurduğu merkezi otoritenin gereği olarak Osmanlı İmparatorluğu döneminde büyük baskı gören Aleviler, TC döneminde de burjuvazinin inkârcı ve imhacı politikalarının mağduru oldular.
de öne çıkarıyordu.
“Düzen”bazların Alevi açılımları Nitekim miting ses getirdi. Başta AKP olmak üzere, MHP’sinden CHP’sine tüm düzen partileri “Alevi Meselesini” gündemlerine aldılar. Birbiri ardına “açılım”lar yaptılar. Rafa kaldırılmış projelerini tekrar ortaya koyma ihtiyacını hissettiler. Ancak elbette bu “açılım”larda ifade edilenlerle mitingde öne çıkan taleplerin bir ilgisi yoktu. Alevilerin dile getirdiği Diyanet’in lağvedilmesi, zorunlu din derslerinin kaldırılması, cemevlerinin ibadethane olarak resmen tanınması ve diğer ibadethanelerle eşdeğer muamele görmesi gibi laikliğin özüne dair talepler “uç talepler” diye tümüyle göz ardı edilerek bunun yerine aynı Alevi örgütlerinin itiraz ettikleri hususlar gündeme getirildi. Örneğin AKP’nin “Alevi paketinde”, mitingi düzenleyenlerin gündeminde hiçbir biçimde bulunmayan ve bugüne kadar da asla dillendirilmeyen “dedelere maaş”, “Kültür Bakanlığında Alevi temsili” gibi düzenlemeler vardı. Sivas’taki Madımak Otelinin utanç müzesi olması talebinin karşısına ise, bu talebin içeriğiyle hiçbir ilgisi olmayan, buranın kültür merkezi yapılması teklifi getiriliyordu. Uzun zamandır Alevi toplumunu Türk milliyetçiliğinin bir propaganda alanı olarak gören ve Kürtlerin genelde Sünni-Şafi inanca sahip olmasından hareketle, Kürt düşmanlığını “Alevilik” temelinde bu topluluk içinde yaygınlaştırmak isteyen MHP de temel taleplerin hiçbirinin sözünü bile etmeyerek “Aleviliğe karşı önyargıların kırılması” gereğinden bahsetti. Fakat en dikkat çekici olan, Alevilerin hamisi havalarındaki CHP’nin mitingdeki talepler konusunda sus pus olmasıydı. Yıllardır, Alevilerin İslamcı güçlere ilişkin korkularını kullanarak Alevileri istismar eden CHP’nin Alevilerin demokratik talepleriyle ilgili mücadeleye hiçbir katkısının olmayacağı bir kez daha ortaya çıktı. Statükoyu bozacak her demokratik talebin karşısında korkuya kapı-
36
lan CHP, kendi kontrolünün dışına çıkan bir eksende gerçekleşen mitingden oldukça rahatsız oldu. Oysa onun umudu, bu mitingin de yaklaşan yerel seçimler öncesinde oluşmasını beklediği AKP karşıtı atmosfere katkıda bulunmasıydı. Miting, Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığının lağvı ve dinin cemaatlere bırakılması taleplerine karşı gösterdikleri tutumlarla en laik geçinenler dâhil bütün düzen güçlerinin anti-demokratik karakterinin iyice açığa çıkmasına hizmet etti. Burjuva partiler arasında zorunlu din derslerinin kaldırılmasını bile savunanın olmadığını gösterdi. Miting vesilesiyle bir kez daha ortaya çıkan bir başka gerçek de, başörtüsü sorunu üzerinden, kıyafetleri yüzünden kendini aşağılanmış hisseden kadınları istismar eden siyasetlerin sözcüsü “bir kısım medyanın” ikiyüzlülüğü ve kendine demokratlığı oldu. Bunlar ya mitingi “görmedi”, ya da mitinge karşı son derece tepkili bir şekilde yaklaştı. Örneğin Vakit gazetesi mitingi sür manşetten “Alevilerden provokasyon” başlığıyla verdi. Haberin spotunda ise şunlar yazıyordu: “Alevi-Bektaşi Federasyonu tarafından Sıhhiye Meydanı’nda düzenlenen Marksist Alevi Mitingi’nde İslam’a saygısızlıkta bulunuldu. Mitingde başörtülülere hakaret yağdırıldı ve ‘köylere cami istemiyoruz’ diye bağırıldı. ‘Cemevleri ibadet yerimiz, din dersi istemiyoruz’ diye sloganlar atıldı.” Mitingi arka sayfalarına yerleştiren Yeni Şafak’ın haber başlığı ise şöyleydi: “Mitinge DTP’nin gölgesi düştü.” Spotta da şunlar söyleniyordu: “Alevi kuruluşlarının ‘seçim öncesi yatırım’ ve ‘DTP kullanacak’ gerekçeleriyle destek vermediği ‘Eşit Yurttaşlık’ mitingine katılım, sınırlı kaldı. Mitinge tam kadro katılan DTP damga vurdu.” Bu gazetelerin ve tüm burjuva çevrelerin vurguladıkları önemli bir husus da, bazı Alevi örgütlerinin bu mitinge destek vermemiş hatta karşı çıkmış olmasıydı. Bu çevreler, düzenin has adamı olduğunu 12 Eylül döneminde darbecilerin partisi olan Milliyetçi Demokrasi Partisinin (MDP) kurucuları arasında yer alarak göstermiş olan İzzettin Do-
sayı: 46 • Ocak 2009
ğan’ın Cem Vakfı’nın ve AKP saflarında istihdam edilen Reha Çamuroğlu gibilerin mitinge karşı tutumlarının altını çizerek, mitingde ortaya çıkan tablonun Alevileri temsil etmediği düşüncesini oluşturmak istediler. Elbette, mitingde yükseltilen talepler etrafında birleşenler Alevilerin tümünü temsil etmemektedir. Edemezler de zaten. Çünkü sınıfsal ayrışmadan, dolayısıyla farklı çıkarlara sahip sınıflardan oluşmaktan Aleviler de muaf değildir. Alevi toplumunun büyük bir kesimini doğal olarak emekçiler oluşturmaktadır. Ama bu topluluk içinde, azımsanmayacak bir niceliğe ve güce sahip Alevi burjuvaların da bulunduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle, sorunlara yaklaşımda bu iki sınıf arasında ciddi farklılıkların olması kaçınılmazdır. Burjuva Aleviler, sorunu devletten kısmi tavizlerin koparılmasına indirgemektedirler. Nitekim kendisiyle tamamen bütünleşme eğilimindeki burjuva Alevilerin bu yönelimi, Alevi emekçileri kontrol altında tutmak derdindeki sermaye nezdinde de itibar görmektedir. Sözü edilen kesimler Alevi toplumu içinde bu işlevi görecek biçimde hareket etmekte ve bu da, normal ve aynı zamanda olumlu biçimde Alevileri ayrıştırmaktadır. Üstelik, Türkiye ve Avrupa’daki yaklaşık 450 Alevi Bektaşi kuruluşu adına hareket eden Alevi Bektaşi Federasyonu, Alevi örgütlenmeleri cephesinde oldukça geniş bir birlik sağlamış görünmektedir. Bu durum da Cem Vakfı ve AKP’nin Muharrem orucu iftarı için 200 Alevi kuruluşunun destek verdiğini söyleyip 20 imza bile bulamayan Reha Çamuroğlu gibilerin şu an için kayda değer ölçüde yalıtılması sonucuna yol açmaktadır. Bu olumlu bir gelişmedir. Çünkü hem genelde “Alevileri biz de severiz” pozlarındaki birçok sahtekârın hem de “laikçi” kanadın ipliğini pazara çıkaran bir işlev görmektedir.
Aleviler taleplerinde ısrarlı Miting ve ardından yaşanan tüm bu gelişmelerden sonra Alevi Bektaşi Federasyonu’nun geniş katılımla gerçekleştirdiği değerlendirme toplantısına ilişkin bildiri, düzen partilerinin rüşvetlerinin ve sözde iyi niyet beyanlarının Alevilerce kabul görmediğini ve taleplerdeki ısrarı vurguluyordu: “1- İnanç ve kültürümüz üzerinde yürütülen dolaylı ve direkt asimilasyon çabalarına son verilmelidir. İnsan hakları ve temel özgürlükler hiç tartışmasız meşru haklardır. Bu bağlamda; İnanç ve kültürümüzü yasaklayan her türlü yasa, yönetmelik, kararname ve genelge değiştirilmeli, Alevi Kültür ve İnancı yasal güvenceye kavuşturulmalıdır. … 3- Madımak Oteli Utanç Müzesi olmalıdır. Hükümet yetkilileri son günlerde yaptıkları açıklamalarda;
marksist tutum
‘Madımak Oteli’ni kamulaştırıp herkesin faydalanacağı bir kültür merkezine dönüştüreceğiz. Böylece bir istismar konusunu da ortadan kaldırmış olacağız’ demektedirler. Madımak Oteli bir daha böylesine utanç verici bir vahşetin yaşanmaması için, orada yakılan canlarımızın anısının yaşatılacağı bir müze olmalıdır. Bu talep vicdani bir meseledir ve hiç kimsenin sulandırmasına ve saptırmasına izin vermeyiz. 4- Cemevleri, Alevilerin inanç ve ibadetini yürüttüğü kutsal mekânlardır. Cemevleri yasal güvenceye kavuşturulmalı, Türkiye’de ibadethane statüsünde olan bütün mekânların sahip olduğu haklara sahip olmalıdır. 5- Zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. 12 Eylül Anayasasının anti-demokratik bir dayatması olan zorunlu din dersleri bir insan hakları ihlalidir. AİHM’nin verdiği karar AKP hükümeti tarafından gün geçmeden ve siyasi manevralara başvurulmadan uygulanmalıdır. … 8Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır. DİB’in mal varlığı devletin başka kurumlarına, personeli ‘Devlet Personel Başkanlığına’ aktarılmalıdır. Yerine, hiçbir dini ve inancı finanse etmeyen, görevi sadece din ve inançlar arasında denetimi sağlamak olan ‘Din ve İnanç İşleri Üst Kurulu’ kurulmalıdır. 9- 12 Eylül rejiminin ürünü olan antidemokratik 82 Anayasası kaldırılmalıdır. Toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak; çoğulcu, katılımcı, demokratik, gerçek laikliği esas alan, çok kültürlülüğü ve çok inançlılığı koruyan yeni bir Anayasa yapılmalıdır.” Bu talepler büyük oranda devrimci işçi sınıfının laiklikle ilgili temel talepleriyle örtüşmektedir. Bu yüzden hem Alevi hem de diğer emekçiler nezdinde benimsenmesi ve yaygınlaşması için çaba göstermek gereklidir. Alevi emekçilerin büyük bir kısmının kendi örgütlerinin bu olumlu yönelimlerine rağmen, düzen partilerine karşı hâlâ boş umutlar besledikleri de bir gerçektir. Kemalizmin ve onun partisi CHP’nin gerçek yüzünü görmedikleri sürece de bu yanılsamaları sürecektir. CHP sürekli olarak bu yanılsamayı yeniden üreterek Alevi emekçileri burjuva devletin payandalarından biri yapmaktadır. İşçi sınıfı devrimcileri bu yüzden bıkmadan usanmadan Alevi emekçilere gerçekleri göstererek onların da işçi sınıfının safında mücadele etmesini sağlamalıdır. Burjuvazinin, demokratik haklar konusunda, hiçbir kesim için atacağı tutarlı, kararlı ve köklü bir adım yoktur. Onun cesaretsizliği bu tür sorunların çözümü görevini de işçi iktidarına bırakmaktadır. Bu yüzden Alevi emekçiler, sahte demokratların ve laikçilik tüccarlarının yarattığı yanılsamaları bir kenara itip, işçi sınıfı devrimciliği anlayışı ile mücadeleye katılmalıdır. Özgürleşmenin başka yolu yoktur.
37
CHP’nin Türbanla Dansı Suphi Koray
Seçimler yaklaştıkça “açılım” kavramı giderek popülerleşti. Bu kavram burjuva politikacıların ve ideologların dillerine pelesenk olmuş durumda. Burjuva partiler “Güneydoğu açılımı”, “Alevi açılımı”, “Türban açılımı” gibi söylemlerle farklı seçmen kitlelerine ulaşabilmenin yollarını arıyorlar. Hatta CHP’nin “proletarya açılımı” yapacağı bile iddia ediliyor. Çünkü DİSK, KESK ve Türkİş içerisindeki AKP karşıtlarına yönelik bir planı da bulunuyor bu partinin. AKP ve CHP’nin “Güneydoğu açılımı” Kürtlerin oylarını, AKP ve MHP’nin “Alevi açılımı” Alevilerin oylarını, CHP’nin “türban ve çarşaf açılımı” ise dindar olarak bilinen kesimlerin oylarını alabilmek için yapılan seçim yatırımlarından başka şeyler değil.
38
C
HP’nin tesettürlü kadınlara yönelik yürüttüğü yeni politika son günlerde burjuva cenahı en çok meşgul eden konu oldu. Ateşli tartışmaları tetikleyen hadise Sultangazi ilçesinde yapılan CHP töreninde Baykal’ın çarşaflı kadınlara parti rozeti takmasıydı. AKP’nin bu gelişmeye tepkisi ise beklenenden çok daha “olumlu” oldu. Ancak gerek CHP içinden gerekse CHP dışından tepkilerin gelmesi gecikmedi. CHP başkanı, insanların kılık kıyafetlerinin değil, zihniyetlerinin önemli olduğunu ifade ederek (!) çarşaflı kadınların da partiye üye olmalarının gerekliliğini savundu. Baştan söyleyelim, mevzuun bu haliyle gündeme gelmesinin nedeninin yaklaşan yerel seçimler olduğu çok açıktır. Seçimler yaklaştıkça “açılım” kavramı giderek popülerleşti. Bu kavram burjuva politikacıların ve ideologların dillerine pelesenk olmuş durumda. Burjuva partiler “Güneydoğu açılımı”, “Alevi açılımı”, “Türban açılımı” gibi söylemlerle farklı seçmen kitlelerine ulaşabilmenin yollarını arıyorlar. Hatta CHP’nin “proletarya açılımı” yapacağı bile iddia ediliyor. Çünkü DİSK, KESK ve Türk-İş içerisindeki AKP karşıtlarına yönelik bir planı da bulunuyor bu partinin. AKP ve CHP’nin “Güneydoğu açılımı” Kürtlerin oylarını, AKP ve MHP’nin “Alevi açılımı” Alevilerin oylarını, CHP’nin “türban ve çarşaf açılımı” ise dindar olarak bilinen kesimlerin oylarını alabilmek için yapılan seçim yatırımlarından başka şeyler değil. Tüm bunlar düzen partilerinin ikiyüzlülüğünü bir kez daha gösteriyor. Yıllardır Kürt ve Alevi düşmanlığıyla ya da türban karşıtlığıyla bilinen bu partilerin birdenbire ağız değiştirmeleri, bu konulara bakış açılarının değiştiği anlamına gelmiyor. Tüm düzen partilerinin Kürt sorunundaki siyasetleri inkâr ve imha geleneğine dayanıyor. Bu böyleyken “Güneydoğu açılımının” Kürtlerin oylarını almaktan ve onları oyalayıp düzenin sınırları içine hapsetmekten başka bir amacı olabilir mi? “Alevi açılımı” meselesinde de durum farklı değildir. Maraş, Ço-
sayı: 46 • Ocak 2009
rum, Malatya ve Sivas’ta yüzlerce Aleviyi katleden geleneğin temsilcisi olan MHP ve AKP utanmadan Alevilerin sorunlarının çözümü için “karşılıklı anlama ve anlaşılma” süreci başlatılmasına katkıda bulunmaya “samimiyetle” hazır olduklarını söyleyebiliyorlar.
“Biz yaptık, oldu!” Bu seçim yatırımlarından en çok tartışma yaratanı şüphesiz CHP’nin “çarşaf açılımı” oldu. Üstelik bazı ilçelerde imamların da aday olarak gösterilmesi “CHP değişiyor mu?” sorusunu gündeme taşıdı. Kemikleşmiş CHP’lilerin de inanamadığı bu “değişimin” oy kazanma yönünde atılan bir adım olduğunu büyük çoğunluk kabul ediyor. Burjuva yazar-çizerlerin bazıları ise CHP’nin çarşafa ve türbana yönelik bakış açısının bu şekilde değişmesinden umutlular. Oysaki değişen bir şey yok! Tartışmaların kendisi bile CHP’nin ikiyüzlülüğünü ve oportünizmini ortaya koyuyor. Çarşaflı kadınların partiye üye yapılmalarını Baykal şöyle savunmuştu: “Bu memleketin kadınlarının yüzde 70’i örtülüdür. Biz yemeniye, yaşmağa düşman değiliz. Önemli olan onu kim, ne için kullanıyor? Onların ezici bir çoğunluğunun devletle, cumhuriyetle, Atatürk’le bir problemi yok. Türbanlılar arasında da devletle, Atatürk’le problemi olmayanlar var. Kara çarşafı siyasi simge olarak kullanan çok az. Simge olarak kullanan türbanı kullanıyor.” Oysa hemen ardından gelen açıklamalarında, türbanlı kadınların bir provokasyonun parçası olmamak kaydıyla CHP Genel Merkezi’ndeki toplantıları izlemeye gelebileceklerini söyledi. Lütfetmiş! Türban konusundaki yeni tutumun haklılığını ispatlamaya yönelik bu türden sözler hiçbir inandırıcılık taşımıyor. Çünkü ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Bugüne kadar türbanlı kadınların kamu alanlarına ve okullara girmesinin serbest bırakılması yönündeki tüm girişimleri engellemeye çalışan CHP’nin birkaç çarşaflı veya türbanlı kadına rozet takıp partiye göstermelik üye alması, türban konusundaki statükocu zihniyetinin değiştiğini göstermez. Hatırlanacak olursa geçtiğimiz Şubat ayında AKP, üniversitelere türbanlıların girebilmesinin önünü açan anayasa değişikliğini MHP’nin de desteğini alarak meclisten geçirebilmişti. Ancak bugünün “çarşaf yanlısı” CHP’si, “Bu iş çarşafa kadar gider” diyerek Anayasa Mahkemesi’ne başvurup değişikliğin iptalini istemişti. Nitekim mahkeme kendi anayasasını hiçe sayarak üniversitelerde türbanın serbestliğini sağlayan anayasa değişikliğini iptal etmişti. Dolayısıyla, CHP’nin türban konusundaki yeni tavrı tam bir samimiyetsizliktir. Zaten parti tabanını yatıştırmak için yapılan açıklamalarda türban konusunda bir zihniyet değişikliğinin olmadığı, türbanın veya çarşafın kamusal alanda serbestçe kullanılmasına hâlâ karşı olunduğu söyleniyor. Baykal’ın “türban açılımını” savunurken, “Cumhuriyet döneminde Atatürk Bulvarı’nda kılık kıyafeti müsait olma-
marksist tutum
yan insanları geçirmiyorlardı. […] Tek parti zihniyeti oydu” demesi ise herkesi şaşırttı. Kendi zihinlerinde yarattıkları Atatürk ve CHP imajı zedelenince has Kemalistlerin tepkisi sert oldu. Tek parti döneminde CHP tarafından yapılan değişiklikler her ne kadar “devrim” diye takdim edilse de, bunların birçok durumda yüzeysel, biçimsel ve tepeden inmeci olduğu bilinen bir gerçektir. Örneğin şapka kanununa karşı çıktığı için idam edilenler bile olmuştur. Bu yüzden CHP’nin kendisini sol sosuna buladığı 70’li yıllar kısmen hariç, CHP ile halk arasında hep bir kopukluk olagelmiştir. Bu yüzden, 27 yıllık tek parti diktatörlüğünden sonraki ilk seçimlerde din konusunda eski politikasından tavizler vermesine rağmen CHP iktidardan düşmüştür. CHP’ye seçimlerde oy veren taban bellidir. Ulaşamadığı kesimlerden oy alabilmek için şimdi birtakım göstermelik çıkışlar yapılıyor. Bir taraftan da mevcut oylar muhafaza edilmeye çalışılıyor. Çünkü çarşaf açılımı CHP’nin Kemalist seçmen kitlesini fazlasıyla rahatsız etmiş görünüyor. Baykal gittiği yerlerde tepkiyle karşılanıyor. Kemikleşmiş seçmeninin her halükârda CHP’ye oy vereceği düşünüldüğünden, “yüzde 70’lik” örtülü kadınların gönlünün çelinmesi daha kazançlı görülüyor. Fakat dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma tehlikesi ile de karşı karşıyadır CHP. Düzen partilerinin emekçi kadınların gerçek çıkarlarını ve dertlerini düşünmesi söz konusu değildir. Tüm sorunlarımızın çözümü mevcut düzenin yıkılmasından geçtiği gibi, kadın da ancak bu düzene karşı verdiği mücadele ile özgürleşebilir. İşçi sınıfının türban sorununda kurulan tuzağa dikkat etmesi gerekiyor; burjuvazinin bir kesiminin değirmenine su taşımak değil, örgütlü biçimde topuna karşı mücadele etmek gerekiyor. Çok açıktır ki CHP’nin de, AKP’nin de türbanlısıyla türbansızıyla kadınların kendilerini özgürce var etmesi sorunuyla ilgilendiği yoktur. Onlar türban sorununu kendi cephelerinden istismar ediyorlar yalnızca. Örtülü kadınların büyük bir çoğunluğunu emekçi kadınların oluşturduğu ortadadır. Oysa CHP de, AKP de emekçi sınıfları temsil eden partiler değil, egemen sınıfların çıkarlarını takip eden partilerdir. Bu yüzden onların emekçi kadınların gerçek çıkarlarını ve dertlerini düşünmesi söz konusu değildir. Tüm sorunlarımızın çözümü mevcut düzenin yıkılmasından geçtiği gibi, kadın da ancak bu düzene karşı verdiği mücadele ile özgürleşebilir. İşçi sınıfının türban sorununda kurulan tuzağa dikkat etmesi gerekiyor; burjuvazinin bir kesiminin değirmenine su taşımak değil, örgütlü biçimde topuna karşı mücadele etmek gerekiyor.
39
Çocuk Haklarından Kürt Çocuklarının Payına Düşenler Aylin Dinç
B
urjuva ikiyüzlülüğü iğrenç bir sırıtışla yine karşımızda. Kasım ayının üçüncü haftası Çocuk Hakları Haftası olarak kutlanıyorken, aynı günlerde küçücük Kürt çocuklarının yarınlarının nasıl karartılacağının hesapları yapılıyordu. Bir yandan “çocuklar geleceğimizdir” denirken, diğer yandan “polise taş atan çocuk da olsa gereken yapılacaktır” deniyordu. Evet, çocuklar gelecektir gerçekten de. Bir halkın geleceğini yok etmek için, doğmamış çocukları ana karnında süngülemekten çekinmeyen, küçücük çocukları katleden, tarih boyunca azınlıklara zulümden başka bir şeyi reva görmeyen egemenler, Kürt halkına da aynı yöntemleri el alışkanlığı ile yapmaya devam ediyorlar. Kürt halkını kıskaca almak, direncini kırmak için küçücük çocuklar katlediliyor, işkence etmekten çekinilmiyor, kolları bacakları kırılıyor, yarınları karartılıyor. Kürt halkı kolsuz, bacaksız bırakılmak isteniyor. Kürt hareketinin son dönemdeki artan direncinden rahatsız olan sermaye devleti, sıkıştıkça daha da saldırganlaşıyor, çoluk çocuk demeden tüm Kürt halkına ateş püskürüyor. 12 Eylül faşist darbesinden sonra daha 17 yaşında olan Erdal Eren’in yaşı aceleyle büyütülerek ipe gönderilmiş, “beslenmeyip” asılmıştı. O günden bugüne ne değişti? Kanlı darbenin sıcağında yapılan bu cinayetten yıllar sonra olanlar ne peki? Katliamlarla halkları susturmaya alışmış sermaye devleti, çocukları katletmek için yaşlarını büyütmeye de gerek duymuyor artık. Yeri geliyor küçücük
40
bedenleri yaşlarından daha fazla sayıda kurşunla delik deşik ediyor, yeri geliyor yıllardır Kürtler ve devrimcilerle dolup taşan hapishanelerin boş kalan yerlerine Kürt çocuklarını sıkıştırmaya çalışıyor. Tarih boyunca varlığı, dili, kültürü, talepleri inkâr edilen halkların çocuklarının, inkârcılarına, dedelerine dışkı yedirenlere, kız kardeşlerine tecavüz edenlere, evini, köyünü yakanlara çiçek attığı hiçbir yerde görülmemiştir. Oyuncakları kol ve bacaklarını kaybettikleri mayınlar, oyunları savaşlar, müzikleri bombardımanlar, çatışmalar olan çocuklar bunları yaratanlara dostluk eli uzatamazlar. Kürt illerinde polis ya da asker olmak isteyen bir Kürt çocuğuna rastladınız mı hiç? Asker ve polis üniforması, asker postalları akli dengesi yerinde olan her Kürt çocuğu için devlet terörünün simgesi haline gelmiştir. Rüzgâr eken fırtına biçer. Şu sıralar batı illerinde tekrar sıklaşan ve rutin hale gelen kimlik kontrolleri bile yıllarca Doğu ve Kürt illerinde “devletin yumruğu tepenizde” mesajı verilmek için yapıldı, Kürtlerin aldıkları her nefesten korkarak yaşamaları istendi, yıllarca kimliksiz evden bakkala bile gidememe fobisi geliştirildi. Panzerler, askeri araçlar şehirlerin içinde cirit attı; kamuflaj makyajlı, dazlak kafalı, insan azmanı özel timlerle gövde gösterisi yapıldı. Kürt hareketinin cılız olduğu yerlerde bile yalnızca polisin, özel timin, jandarmanın baskısı değil, kendini devletin temsilcisi olarak gö-
sayı: 46 • Ocak 2009
marksist tutum
Katliamlarla halkları susturmaya alışmış sermaye devleti, çocukları katletmek için yaşlarını büyütmeye de gerek duymuyor artık. Yeri geliyor küçücük bedenleri yaşlarından daha fazla sayıda kurşunla delik deşik ediyor, yeri geliyor yıllardır Kürtler ve devrimcilerle dolup taşan hapishanelerin boş kalan yerlerine Kürt çocuklarını sıkıştırmaya çalışıyor. ren öğretmenin, doktorun vb. baskısı, saldırısı da yaşamdan bezdirecek düzeydeydi. Amerika’da siyahların ikinci sınıf vatandaş sayılmaktan çektikleri azaplara gözyaşı dökenler, nedense buradaki “zenci” kardeşlerini görmezden geldiler. Kendini bu paranoyadan kurtarabilmiş, medyanın bombardımanından zehirlenmemiş, beyni yüreği ile aynı düşünebilen, “onca tankın, topun, timin, askerin orda ne işi var”, “köyler niye yakılıyor”, “Kürtler niye kaçırılıp öldürülüyor”, “Kürt köylülerini açlığa mahkûm eden yiyecek kotaları halkı terörize etmek için değil mi?” diye düşünen, “ben Afrikalıyım, ben Filistinliyim derken ben Kürdüm de” diyebilen duyarlı insanların sayısı ne kadardı acaba? Ekilen kin ve nefret tohumları kardeşi kardeşe düşman etti, birbirinden ayırdı, birbirinden korkmasına yol açtı. Birini diğerinin boğazlanmasına seyirci kıldı. Ama bu sessizlik kaçınılmaz olarak dönüp Türk işçi ve emekçilerini de vurdu. Yıllarca Kürt halkını yok sayan, baskıyla, devlet terörüyle kendini inkâr ettirme noktasına getirtmeye çalışan sermaye düzeni, orada işini hallettiğini düşündüğü her anda dönüp Türk işçi ve emekçilerin gırtlağına yapıştı. Anti-demokratik yasalar ve uygulamalar, emeklilik yaşının her yıl biraz daha yükseltilmesi, özelleştirmelerle başlayan hak gaspları ve bugüne kadar adım adım neredeyse elimizdeki tüm hakların alınma noktasına gelişimiz biraz da zulme seyirci kalışımızdan değil mi? Yunanistan’da 15 yaşındaki bir çocuk için, işçilerin, emekçilerin büyük bir kısmı kendi çocuğunu kaybetmiş gibi ayağa kalktı. Ama Türkiye’de son 30 yıla yakın sürede, devlet terörünün yok ettiği 30 binden fazla gencecik insanın hesabı bu savaştan çıkarı olan sermayeye ve onun devletine hâlâ sorulmuş değil. Burjuva ikiyüzlülüğüne yine dönersek, Kasım ayında Çocuk Hakları Haftasının kutlandığı bu ülkede, aynı sıralar, Diyarbakır’da eylem ve etkinliklere katılan çocuklardan 25’inden 6’sı için 23’er yıla kadar hapis cezası isteniyor, Mardin’in Kızıltepe İlçesi, Nusaybin’de, Batman’da, Şırnak’ta, İdil’de, Silopi’de çocuklar gözaltına alınıyor, iş-
kenceye maruz bırakılıyordu. Polis saldırısına uğrayıp yaralanan çocuklar hastanelere bile gitmekten korkuyorlardı. Polise taş atan çocukların ailelerini belediye yardımlarından ve kömür dağıtımından yoksun bırakarak cezalandıracağını açıklayan Adana valisi İlhan Atış, “biz bu çocukları ebeveynlerinden daha çok seviyoruz” derken burjuvazinin dilinden yalnızca yalanların aktığını ispatlıyordu. Çocukları sevdiklerini söylerken bunları yapanların, bu çocuklardan nefret ederlerse neler yapabileceklerini düşünebiliyor musunuz? Çocukların ebeveynlerinden daha çok sevildiklerinin söylendikleri yerde gösterilere katılan çocuklar en sert uygulamalarla karşılaştılar. Adana’da 11 ayda 264 çocuk gözaltına alındı, bunlardan 69’u tutuklandı. Adana Pozantı Cezaevinde 50 çocuk tutuklu. 100’den fazla çocuk için 20 yılın üzerinde hapis cezası isteniyor. 3’ü tutuklu 6 çocuk hakkında 58’er yıl hapis istemiyle dava açılmış. Diyarbakır’da 2006 yılında yapılan gösterilerde gözaltına alınan 80 çocuk hakkında da 9,5 ile 24 yıl arasında değişen hapis cezaları isteniyor. Gözaltına alındıkları sırada 13 ilâ 18 yaş arasında olan bu çocuklar hapishanede büyüyorlar. Cizre’de 2007 Şubatından bu yana 80 civarındaki çocuk 20’şer yıl ceza tehdidi altındalar. Çocuk hakları konusunda burjuvazinin ikiyüzlülüğünün simgesi olan sözleşmenin, çocuklara işkence yapılmasını, kötü muamelede bulunulmasını veya ceza verilmesini yasaklayan maddesi alay edercesine yazıldığı yerde bizlere haince sırıtıyor. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın bedenine sıkılmış 13 kurşun toplumun sessizliğini, susturulmuşluğunu, örgütsüzlüğünü yüzümüze haykırıyor. Birkaç dilim baklavayı para vermeden aldıkları için yıllarca özgürlükleri ellerinden alınan çocuklar, potansiyel hırsız olarak kabul edildikleri için keskin nişancı polisler tarafından öldürülen çocuklar, işçi ve emekçi Türklerle Kürtlerin kaderinin siyam ikizleri gibi birbirine bağlı olduğunu ispatlıyor. Yüzleri birbirinden başka tarafa döndürülmüş, birbirine küsmüş siyam ikizlerinin yaşamsal organlarının ortak olduğu kadar düşmanlarının da ortak olduğunu görmesi lazım artık.
41
Ocak 2009 • sayı: 46
marksist tutum
Özür Diliyorum Kampanyası
S
on günlerde gündemde bayağı yer tutan ve bir grup aydın tarafından başlatılan özür kampanyası, 1915’te yaşanan Ermeni soykırımını TC’nin inkâr politikasına karşı açılmış bir kampanya. Kampanya tam olarak başarılı olur ya da olmaz belli değil ama şu bir gerçek ki, bir anda statükocuları, CHP, MHP, AKP ve daha birçok çevreyi hop oturtup hop kaldırdı. Vay efendim nerden çıktı Ermeni soykırımı diyerek, birçok yazar-çizer ve sözde aydın bir anda küplere bindi. Soykırımın iftira olduğu, Türk ulusunun yıpratılmak istendiği vs. söylenip duruldu. Bir kere biz Türk emekçileri burada taraflı düşünmek zorundayız, yani işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda. Bize böyle şeyler asla olmaz ve olmadı diyen bu sahtekâr burjuvazinin ne kadar yalancı olduğunu düşünürsek, Ermeni halkının yaşadığı sorunların ne kadar da gerçek olduğunu daha iyi kavrarız herhalde. Bir kere Türk burjuvazisi daha düne kadar milliyetçiliği pohpohlayarak, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, binlerce Aleviyi gözümüzün içine bakarak katlettirdi. Daha şiddetli bir şekilde yıllardır Kürtlerin üzerinde terör estiriliyor. Binlerce Kürt öldürüldü ve bu haklı Kürt ulusal mücadelesini destekleyen herkes terörist ilan edildi. Aynı şekilde yıllar boyunca yine bu topraklarda bu sisteme muhalif herkes terörist ilan edilerek birçok kişi ya kurşuna dizildi ya darağaçlarında can verdi. İşyerlerinde insan gibi çalışıp insan gibi yaşamak isteyen işçiler her türlü saldırı ve işten çıkarmalara maruz kaldı. Burjuvazinin haksız saldırılarına karşı haklı taleplerini dile getirmek isteyen işçiler alanlara çıktıkları zaman çeşitli bahanelerle ya saldırıya uğradı ya da mahkemelik oldu. Şimdi burjuvazinin ve onların çanak yalayıcılarının çıkıp da biz masumuz demeleri ne kadar inandırıcı olabilir? Şüphesiz eski yaraları kaşıyarak bir sonuç elde edilemez. Ama şu da bir gerçek ki, saldırıya uğrayan Ermeni halkının derdini anlayabilmeli ve Türk burjuvazisinin peşine asla takılmadan bu suçu işleyen burjuvaziyi mahkûm etmesini bilmeliyiz. Burjuvazi ne kadar kendini temize çıkarmaya çalışsa da çeşitli tarih kitaplarında sadece 1895’te İstanbul’da düzenlenen Ermeni kıyımında binlerce Ermeninin katledildiği yazmaktadır. 1915’te başlayan Ermeni kırımında yüz binlerce Ermeni öldürülmüş, zorla sürgüne gönderilmiştir. Sürgün konvoylarına defalarca saldırılar düzenlenirken Ermeniler çok ciddi kayıplar vermiştir. Çeşitli kaynaklara göre bu Ermeni kırımında 800 binden fazla Ermeni katledilmiştir. Birçok bölgede yerel halkın Ermenilere sahip çıktığı ve onları kolladığı, yemek verdiği de bilinmektedir. Çok sayıda Ermeni çocuk Türk ve Kürt aileler tarafından alınıp büyütülmüştür. Gerçekten de Ermeni halkına karşı bu insanlık dışı kıyım mahkûm edilmelidir. Ermeni işçi kardeşlerimizle enternasyonalist bir çizgide birleşmemiz, onların acılarını görmezlikten gelerek asla mümkün olmayacaktır. Bugün burjuvazi kendini ne kadar temize çıkarmaya çabalarsa çabalasın, biz işçi-emekçiler bir kere yaşadığımız somut sorunlardan yola çıkarsak eğer, aslında burjuvazinin masum olamayacağını daha iyi kavrarız. Biliyoruz ki burjuvazi her başı sıkıştığında milliyetçiliği hortlatarak biz işçi-emekçileri bölüp parçalıyor, ezilen Kürt ulusunun üstüne salıyor, Ermeni halkını sürekli bize düşman olarak gösteriyor. Oysa bizim asıl düşmanımız Ermeni emekçileri değil, Ermenisiyle, Almanıyla, Fransızıyla, Türküyle yani bütün ulusların patronlar sınıfıdır. İşçi sınıfının asıl düşmanı yıllarca bizlerin kanını emen burjuva sınıftır. Kıraç’tan bir tekstil işçisi
42
Maraş Katliamı Adana’da Lanetlendi! 30 yıl önce yükselen devrimci hareketin önünü kesmek ve olağanüstü rejimin zeminini döşemek amacıyla, Maraş’ta, burjuva devletin kontrolündeki faşistlerin devrimcilere ve Alevilere yönelik saldırılarında yüzlerce kişi yaşamını yitirmişti. 30. yılında Adana’da düzenlenen ve 6 binden fazla kişinin katıldığı miting ile katliam bir kez daha lanetlendi. Alevi-Bektaşi Federasyonunun çağrısıyla ve “Unutursak hatırlatırlar”, “Katliamın gizli arşivleri açıklansın” şiarlarıyla, demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve sol gruplar 21 Aralıkta bir araya geldiler. Alevi-Bektaşi Federasyonu temsilcisi konuşmasında, “devletin Alevilerden özür dilemesi gerektiğini” belirterek, AKP hükümetinin katilleri koruduğunu söyledi. Burjuvalar iktidarda olduğu sürece biliyoruz ki, ne katliamların sorumluları yargılanabilir ne de yeni katliamların önüne geçilebilir. Örgütlü mücadeleden başka bizler için kurtuluş yok. Farklı etnisite ve inanç gruplarının ezilmediği, tüm halkların kardeş olduğu bir hayat ancak işçi iktidarıyla gerçekleşebilir. Bunun için bizlere düşen de örgütlü mücadeleyi sağlam adımlarla büyütmektir. Mersin’den Marksist Tutum okuru bir öğrenci
Bu sabah kızıl bir güneş doğuyor şehre Mavi gök, denizler ve ırmaklar Ve nasırlı elleriyle işçiler, Hepsi bir olmuş selamlamakta, doğan kızıl güneşi Kalplerinde özgürlük ateşi Ellerinde alın terinin simgesi Dillerinde işçilerin gizli sesi Hoş geldin kızıl güneş bu sabah şehre Kavga verdik Eşitlik ve özgürlük için Yaşanabilir bir dünya için Yani Mücadele ederek geldik biz bugünlere Ve yine Yürüyor proleter Zafere Kızıl güneşe Gebze’den bir metal işçisi
sayı: 46 • Ocak 2009
marksist tutum
İşçiler Hangi Lükslerinden Fedakârlık Yapacaklar? B
ir toplu sözleşme sürecini daha geride bıraktık. İçinde bulunduğumuz derin ekonomik kriz nedeniyle, diğer sözleşme süreçlerinden farklı adımlara, farklı politikalara şahit olduk. Aslında farklı demek ne kadar doğru olur ki? Biz işçilerin sürekli karşılaştığı oyunlardan hiçbir farkı yoktu elbette. Ama bu defa, her konuda olduğu gibi sözleşmede de, bahane gösterecekleri bir şey vardı ellerinde. Son zamanlarda, “Krizleri fırsata dönüştürmek” sloganını birçok reklam panosunda görmüşsünüzdür. MESS için bu süreç böyle işledi. Daha masaya oturmadan “Kriz var, bizden zam beklemeyin” diyerek masaya neyi yatıracağının ipuçlarını da vermiş oldu. Bizzat üyesi olduğumuz Türk Metal sendikası tarafından, bu ipuçları biz işçilere itina ile taşındı. MESS’in söylemlerini aratmayacak sözlerle, sözleşmeden beklentilerin yüksek olmaması gerektiğini anlatmaya koyuldular. Sendikacılarımız, ülke ekonomisi krizde olduğundan işimizi kaybetmemek için bazı fedakârlıklar yapmamız gerektiğini, soframızdaki ekmeğin hiç olmamasındansa küçülmesine razı olmamızı, masaya yumruk vurulursa yatırımcıların başka ülkelere kayacağını bizzat kendi ağızlarıyla söylediler. Yaklaşık 3,5 ayı aşan sözleşme görüşmelerinin ardından imzalanan toplu sözleşme sonuçlarında, bu sözlerin ne anlama geldiğini anlamış olduk. Zaten esnek çalışmalarla yarıya inen maaşlarımız (yaklaşık 4 aydır esnek çalışıyoruz), toplu sözleşme rakamları ile en ufak bir iyileşme dahi görmedi. Kısacası, metal işçileri aslında sıfır zam almış oldular. 3,5 ay süren görüşmeler sürecinde, sendikamız tarafından bizlere ne istediğimiz sorulmadı. Sürecin detaylarına ilişkin hiçbir açıklama yapılmadı. Hatta işçiler sözleşme sürecine ilişkin soru bile soramaz hale getirildiler. Çünkü en ufak bir sorgulamada işlerinden olacaklarını iyi biliyorlardı. Sendikalar bizim öz örgütlerimiz olmasına rağmen, bizim dışımızda hareket ediyorlar. Sendika bürokratları, işverenin çıkarlarına ters düşecek adımlar atmamaya özen gösteriyorlar. Bugün fedakârlık yapması gerekenler biz işçiler değiliz. Hangi “lüksümüzden” fedakârlık yapabiliriz ki? Çocuklarımızın aşından mı? Sofradaki ekmeğimizi yarıya düşürerek mi? Ya da sofradaki ekmeğimizin tamamını işsiz kalmak bedeliyle onlara vererek mi? Hasta yataklarımızda yatarken, ilaç alacak, doktora gidecek paramız yokken hangi fedakârlıktan bahsedilebilir ki? Şu soğuk kış günlerinde, yakacak odunu kömürü yokken tekstil artığı kumaş parçalarını yakanlar mı fedakârlık gösterecek? Çocuklarını delik ayakkabı ve paltosuz okula gönderen işçiler mi yapacak fedakârlık?
Oysaki patronların fedakârlık yapacağı çok şey var. Sofralarında çeşit çeşit yemekleri var. Altlarında son model arabalar var. Eğlence merkezlerinde, Noel tatillerinde harcayabilecek milyon dolarları hâlâ var. Bankalarda telaffuz edemeyeceğimiz kadar çok paraları var. Bizim bir aylık maaşımız, onların bir restoranda ödediği paradan çok daha az. Hasta olduklarında ayaklarına kadar gelecek sağlık hizmetleri var. Sıcacık, at koşturmaya müsait geniş geniş evleri var. Bir gün giydiklerini, bir daha giymeyecek kadar çok elbise ve ayakkabıları var. İşin en acı yanı da, bu koşulları onlara sağlayan biz işçileriz. Ya bizim yaşadığımız koşullara bir bakalım? Ne adalet değil mi? Fedakârlık yapması gereken birileri varsa, onlar da patronlar sınıfıdır. Krizi onlar yarattılar, bedelini de onlar ödemeli, bizler değil. Onların hayatlarından kısacağı şeyler, bizlerin hiç yaşamadığı, alamadığı şeyler. Bizler yıllardır, gece gündüz demeden çalışıyoruz. Bugüne kadar hep biz işçilerden fedakârlık yapmamız istendi, hatta dayatıldı. Krizin aşılması için fedakârlıklara, çok çalışmaya, sözleşmelerde haklarımızı gasp ettirmeye gerek yok. Eğer kriz bu şekilde aşılacak olsaydı, bugüne kadar dünyada hiçbir zaman kriz yaşanmazdı. Çünkü biz sürekli bu dayatmalarla yüz yüze değil miyiz? Krizin ilelebet aşılmasının yolu biz işçilerin kendi sınıf çıkarlarımız temelinde, kendi sınıf siyasetimizle örgütlenmemiz ve bu düzeni yerle bir etmemizden geçiyor. Öncelikle farkına varmamız gereken şey şudur: hayatı yaratan, zenginlikleri yaratan biziz, üreten biziz ve yöneten de biz olmalıyız. Bizlerin bu bilinçle, sendikalarımızda, derneklerimizde örgütlenip, kendi örgütlerimize sahip çıkmamız ve mücadeleyi yükseltmemiz gerekiyor. Hangi sendika olursa olsun, içinde olmaktan, mücadele etmekten asla geri durmamalıyız. Bugün sendikalar bizim değil de işverenin tarafında yer alıyorsa, bunun nedenini biz işçilerin örgütsüzlüğünde aramalıyız. Biz işçiler bir araya gelerek işyerlerinde örgütlenmezsek, bizim hayatımızı yakından ilgilendiren kararlarda hiçbir zaman söz sahibi olamayacağız. Krizin faturasını patronlara ödetmek için, asalakların kârları ve çıkarları uğruna bedel ödememek için, dünyanın gerçek sahiplerini bulması için, örgütlenelim, mücadele bayrağını yükseltelim.
İşçinin alınteridir Bey paşa sarayları Önümüz kavga yeridir Yürü iş alayları! Türk Metal üyesi bir kadın işçi
43
marksist tutum
Ocak 2009 • sayı: 46
İşten Atılmalara Karşı İşgal ve Direniş
K
apitalizmin krizi derinleştikçe patronların barbarlıkları da katmerleşiyor. Kocaeli’nde bulunan BRİSA lastik fabrikasında yaşanan 3 günlük fabrika işgalinin ardından bir yenisi de 23 Aralıkta Ümraniye’de yaşandı. Yukarı Dudulu Organize Sanayi Bölgesinde bulunan ve 470 işçinin çalıştığı Sinter Metal fabrikası işçiler tarafından işgal edildi. Bir süredir Birleşik Metal-İş sendikasına üyelik çalışmaları yürüten Sinter işçileri, 23 Aralık Salı sabahı fabrikalarına geldiklerinde içeri alınmadılar. İşçiler, otomotiv yan sanayiinde faaliyet gösteren fabrikalarının tabelasının söküldüğünü ve kapıya asılan listelerden 300’e yakın işçinin atıldığını okudular. Sinter işçileri bunun üzerine demir kapılardan atlayarak fabrikalarını işgal ettiler. Sendikal haklarını ve atılan tüm işçilerin işe iadesini talep ederek direnişe geçtiler. Direniş öncesindeki süreç şöyle gelişmişti. 18 Aralık günü patron 38 işçiyi performans düşüklüğü gerekçesi ile işten çıkardı. Çıkarılan bu işçilerin çoğu Sinter’deki sendikal örgütlenmeye öncülük eden ve sendikaya üye olmuş kişilerdi. İşten çıkartılan bu 38 işçi 19 Aralık Cuma günü fabrikanın kapısı önünde
direnişe geçtiler. Patron Cuma günü içerdeki işçilere, 38 işçinin işten atılmasının krizle alakası olmadığını, geri kalanların da sendikadan uzak durması gerektiğini söyledi. Bu açıklamanın üzerine, henüz işten atılmayan işçilerin nerdeyse tamamı Cuma akşamı sendikaya üye oldu. Ertesi sabah işçiler topluca işten çıkartıldı. Birleşik Metal-İş sendikası temsilcileri, patronun işçilere işbaşı yaptırmayarak iş yasasını çiğnediğini, durumun tespiti için müfettiş çağıracaklarını belirttiler. Yine aynı gün akşam üstü Sinter işçilerinin fabrikalarını işgal ettiklerini duyan direnişteki Ünsa işçileri, dayanışma ziyaretinde bulundular. Dayanışma için gelen 70 işçi Sinter işçileriyle buluştuklarında, “Direne Direne Kazanacağız!”, “Birleşen İşçiler Yenilmezler!” sloganlarını attılar. Krizle birlikte işçiler için meşru bir mücadele yolu olarak, tekrar hatırlanmaya başlanan “fabrika işgalleri” işçi sınıfının gündemine girmeye devam ediyor. Fakat yaşanan bu işgaller ve direnişler ancak diğer işçilerin destek ve örgütlülüğüyle başarıya ulaşabilir. Dudullu’dan bir metal işçisi
Tersanelerde Kriz ve Mevsimlik İşçiler K rizden en çok etkilenen sektörlerden biri de tersaneler. 2008’in sonunda Tuzla tersanelerinden atılan işçi sayısının 12 bini bulacağı ve ilerleyen süreçte de bu rakamın 20 bini aşacağı tahmin ediliyor. Daha şimdiden işsiz sayısı 10 bine yaklaşmış durumda. İşsizler ordusu her geçen gün büyüyor ve her gün, her dakika bu orduya yeni işçiler ekleniyor. İşten atılan işçiler kara kara düşünüyorlar, “ben bu kışı nasıl geçiririm?” diye. Tersanelerdeki bu kıyımdan dolayı zarar gören işçiler arasında, köyünden “geçici olarak” çalışmak üzere gelen mevsimlik işçiler de bulunuyor. Diğer işçilere kıyasla daha düşük ücretle ve sigortasız çalıştırılan bu işçi arkadaşlarımız şimdi de işsizlikle boğuşuyorlar. Bu arkadaşlarımız haklarını da bilmedikleri için herhangi bir talepte bulunamıyorlar. Bunu çok iyi bilen patronlar da, işçi alırken genelde onları tercih ediyorlar. Onları kendileri için bir sigorta gibi görüyorlar. Patronlar, kapıda binlerce mevsimlik işçi bekliyor diyerek, bunu diğer işçiler üzerinde bir sopa olarak kullanıyorlar. Mevsimlik işçilerin sıkıntıları sadece işyerinde yaşadıkları sorunlarla da sınırlı kalmıyor. Köyünden, toprağından kopup gelen işçilerin ne yatacak yerleri, ne sıcak yemekleri, ne de bir adresleri var. Zor belâ buldukları bekâr evlerinde bir odada yaklaşık 10 kişi kalıyorlar. Üstelik bu pislik içindeki odaya kişi başı 100 YTL veriyorlar. Sokaklarda kalmamak uğruna işçiler bu pisliğe
44
dayanmak zorunda kalıyorlar. Yemeklerini yapacak bir mutfakları ya da gidip elini yüzünü yıkayabilecekleri, duş alabilecekleri bir banyoları bile yok. Tersanelerde bu kadar ağır koşullar altında ve her saniye ölüm tehlikesiyle çalışan işçiler bu odalara geri dönmek bile istemiyorlar. 2008 yılının sonlarına yaklaştığımız bu günlerde binlerce işçi işsiz kaldı ve işten atılmanın ciddiyetinin henüz farkına varabilmiş değiller. Çünkü “Bu kriz birkaç ayda geçer, ben o sırada köyüme giderim kazandığım bir süre beni idare eder, sonra da şehre geri döner hemen iş bulurum” diye düşünüyorlar. Krizin birkaç ay süreceğini düşünen işçiler çok yanılıyorlar. Krizin “teğet geçtiği” Türkiye buysa krizin derinleştiği hali düşünemiyoruz bile. Zaten tersanelerde her geçen gün gemi siparişleri iptal ediliyor. Tersanelerdeki krizi tescillemek için birkaç rakam vermekte yarar görüyoruz: son iki ayda 123 yeni gemi ve 84 tamir gemisinin siparişleri iptal edilmiş durumda. Yani Tuzla tersaneleri yaklaşık 4 yıllık bir işten mahrum kaldılar. İşçilerin patronların saldırılarını geri püskürtmelerinin tek yolu, hiçbir sektör, din, dil, ırk ayırt etmeden bir araya gelip bu çürümüş düzene karşı mücadele etmeleridir. Ya biz işçiler bu sistemi yıkacağız ya da sistemin kurbanı olup yok olacağız. Bir grup tersane işçisi
sayı: 46 • Ocak 2009
marksist tutum
Sermayenin Vatanı Yoktur G
eçtiğimiz günlerde Çalışma ve Sosyal güvenlik Bakanı Faruk Çelik, her fırsatta işçileri kapı önüne koyan patronlara hitaben, “Böyle vatanperverlik olmaz. Her şey ballı börek iken işletmeler açık olacak ama biraz sıkıntıya girince atıverin işçiyi sokağa. Bu nasıl TC vatandaşlığıdır, bu nasıl sanayicilik anlayışıdır” diyerek sitemde bulundu. Tabii yeri geldiğinde “vatanperver” geçinmeyi pek seven patronlar sınıfı, bu sözlere çok kızdılar. Kuşkusuz bakanın asıl derdi de vatanın üzerinde yaşayan halkın sıkıntıları değil, artan işsizliğin ve yoksulluğun “sosyal patlamalara” yol açacağı korkusuydu. Ama yine de bu çıkış patronları kızdırdı. Bakan Faruk Çelik’e yanıt veren Zorlu Holding yönetim Kurulu başkanı Ahmet Nazif Zorlu, bakanı şöyle yanıtladı: “İşçi çıkarmayı kimse istemez. Kurumlar çalışanlarıyla beraber büyüyor, var oluyor. Tabii bir yandan da tüm dünyada yaşanan bir global sıkıntı var. İşletmeler bu sıkıntıyı atlatabilmek için çözüm üretmeye çalışıyorlar. Tüm tasarruf tedbirlerine rağmen durum kötüye gidiyorsa son çare olarak işçi çıkarmayı seçiyorlar. Yoksa durup dururken işletmeler neden işçi çıkarsın. Tabii ki işçi çıkarmak çözüm değil ama işletmenin başka tasarruf yapacağı kalem kalmamışsa bunu yapmak zorunda. Bunun vatanseverlikle hiç alakası yok.” Bu atışmanın ardından burjuva medyada kısa süreli de olsa bir vatanseverlik tartışması yaşandı. Patronlar, vatanlarını çok sevdiklerini ama mecbur kaldıkları için işçi çıkardıklarını anlatmaya koyuldular. Oysa sermayenin vatanının olmadığı, biz işçiler için çok açık olmalıdır. Kâr neredeyse sermaye oradadır. Yani amaç kâr ise vatan teferruattır sermaye için. Bunun böyle olduğu, 2006 yılındaki tekstil krizinden örneklerle de hatırlanabilir. O tarihte, krizden dem vuran patronların Mısır’da 1,5 milyar dolar yatı-
rım yaptıkları unutulmamalı. Çünkü Mısır’da işgücü son derece ucuz ve bu nedenle daha büyük bir sömürü olanağı var. O yüzden patronlar sınıfının büyükbaşlarından Zorlu’nun açıklamasını iyi kavramakta fayda var. Onun da itiraf ettiği gibi, patronun tek düşüncesi kârıdır. Kârının azalmaması için her tedbiri alır. Buna işçileri sokağa atmak da dâhildir. Üstelik bu seçenek, Zorlu’nun söylediği gibi sonuncu değil belki de ilk seçenek olmaktadır. Çünkü işten atılan işçilerin hayatlarını nasıl sürdürecekleri patronları ilgilendirmez. Maliyetleri düşürerek kârlarını yüksek tutabilmek için, işçi çıkartır, çalışma saatlerini uzatır, ücretleri düşürürler. Ancak, işçiler haklarını korumak için greve gittiklerinde bir anda vatansever kesilirler. Onların işçilere reva gördükleri vatanseverliğe ters düşmez ama işçilerin mücadelesi hemen “ulusal çıkarlara” aykırı olmakla suçlanır ve yasa dışı ilan edilir. Bizler biliyoruz ki patronlar sınıfı kendi yarattıkları krizi biz ödetmek istemektedir. Bunu yaparken de işçi sınıfını milliyetçilikle zehirleyip vatanseverlik safsatasıyla kandırmaya çalışmaktadır. Oysa sermayenin vatanı olmadığı gibi işçi sınıfının da vatanı yoktur. İşçi sınıfının vatanı bütün dünyadır. Bu gerçekle hareket etmeli, dünya çapında bir mücadeleyi örgütlemeliyiz. İşçi sınıfının önderi Karl Marx’ın dediği şu gerçek yolumuza ışık tutmalı: “İşçi sınıfının vatanı yoktur, onlardan sahip olmadıkları bir şeyi isteyemeyiz.” Evet, kapitalist sistem bir dünya sistemidir. Karşıtı olan sosyalizm de bir dünya sistemidir. O halde işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi enternasyonalist bir mücadeledir. Sermaye sınıfına karşı işçi sınıfının enternasyonalist mücadelesini yükseltelim. Gazi Mahallesinden bir büro işçisi
Çöpe Neyi Atsak Artık?
Y
olu sanayi havzasına düşmüş. Sırtındaki küfeye çöpte ne bulduysa atıyor bir bir. Yaşamak için, yaşı, cinsiyeti ne olursa olsun çalışmak zorunda. O gün evinde ne bulmuşsa geçirmiş üstüne. Kendini yazması, eldivenleri ve montuna sıkıca sarmalamış. Lakin kızarmış yanakları soğuktan yine de. Sokağın öbür yanında direniyor işçiler. İşçilerin birbirlerine sokulmaları ısıtıyor yürekleri. Aslında o öylesine dalmış ki işine, yolun öbür tarafında dahi bakmıyor, bakamıyor. Soğuk ve açlık silmek istiyor bütün umudunu. Umut sol omzunun üstünde kızarmış, o bilmiyor. Çöplere bakıyor ve hızlı hızlı sürüyor arabasını. Şu telâşa son verse de bir kez çevirse yüzünü sola! Bir kez göz göze gelse direnen işçilerle! Sırtındaki arabasıyla karışsa işçilerin arasına! Haykırsalar hep birlikte sömürüye, ezilmişliğe,
yoksulluğa karşı! Hep beraber temizleseler dünyayı sömürücülerden! Lakin bir sola baksa… Marksist Tutum okuru bir işçi
45
Okurlarımızdan Demokrasi ve Özgürlükler Sınırlı Olmalıymış! 14 Aralık tarihli Sabah gazetesinde bir köşe yazısı okudum. Demokrasi ve özgürlüklerin sınırlı olmasını savunan Nazlı Ilıcak, tam da Türkiye’de ordunun durumu ve yeni polis yasaları tartışılırken, yan komşumuz Yunanistan’da patlak veren olaylar gündeme oturdu, diyor. Ve yine Nazlı Hanıma göre Yunanistan’da ordu bir kenara itilmiş, iktidardan uzaklaştırılmış, tam demokrasiye geçilmiş. Bunun için anarşi yükselmiş, düzeni tehdit eden olaylar başlamış. Bu sebepledir ki, demokrasi ve özgürlükler sınırlı olmalıymış. Yani ona göre ordu iktidardan uzaklaştırılmamalı, baskı yasalarına tepki gösterilmemeli. Yoksa başımıza gelecekler Yunan hükümetinin başına gelen olur diyor. Tabii özgürlüğü sınırlanan o olmayacak. Yolda giderken önünü kesip, kimlik sorup, sonra sırf görünüşü polisin hoşuna gitmediği için yolundan alıkonulacak olan o değil. Nezarette saatlerce kalacak, dayağa, işkenceye maruz kalacak olan da o olmayacak. Anlaşılan Nazlı Hanım da düzen bekçileri gibi titremiş düzen tehlikede diye. Titreyin, evet düzeniniz tehlikede. Çok kalmadı tahtınızın yıkılmasına. İşçi sınıfı sizi o rahat koltuklarınızdan indirecek, saltanatınıza son verecek. Bugün, yarın, öbür gün ya da daha sonraki gün, ama bir gün yapacak bunu. Nazlı Hanım sadece yazı yazmıyor, açıkça yalan ve çarpıtmaya başvuruyor. Yan komşumuzda olanlar yalnızca bir çocuğun ölümünden değil, küresel krizden kaynaklanmıştır. Bu olay sadece tuzu biberi olmuştur. Çünkü çok önceden sendikalar genel grev kararı almıştı. Çünkü kriz tüm dünyayı olduğu gibi Yunanistan’ı da etkilemiştir. Burada olduğu gibi oradaki işçi kardeşlerimizin de hakları budanmaya, yaşam koşulları zorlaşmaya başlamıştır. Bunun için 24 saatlik genel grev yapmışlardır. Aslında düzen bekçileri gibi Nazlı Ilıcak da tüm bunların farkında, fakat ne o ne de düzen bekçileri bunu ağızlarına alamazlar. Bunun için de tüm olanları anarşist bir gurubun isyanı gibi anlatır ve nasihat ederler, “bakın bizim yasalarımıza ses çıkarmayın yoksa böyle olur” diye. Siz ve düzen bekçileri, biz işçileri ne sanıyorsunuz? Hiçbir şey anlamayan cahil insancıklar mı? Ama siz böyle görmeye devam edin. Bir gün size ne olduğumuzu, işçi sınıfının iktidarını kurduğumuzda, kendimiz ürettiğimiz gibi yönettiğimizde, göreceksiniz o zaman bizlerin neler yaptığını, yapabildiğini. Bunu daha önce yaptık. 1917’de Rusya’da, 1871’de Paris’te yaptık. Her ne kadar karşı-devrime yenik düşsek de bu sefer işçi sınıfı iktidarını dünya devrimiyle taçlandıracaktır. Çünkü dersler çıkardık, daha bir donandık ve artık düzeniniz de çürüdü. Ölüm çanları çalmaya başladı; titreyin, korkun. Biz işçiler saltanatınıza son vereceğiz. Sömürünün olmadığı, insanların insanca yaşadığı, pisliklerinizin olmadığı bir dünya kuracağız. Güneşe yükselecek şanlı kızıl bayraklarımızı göndere çekeceğiz. Yaşasın işçilerin uluslararası mücadele birliği! Esenler’den işsiz bir işçi
46
Dünyaya Barışı İşçiler Getirecek Barış… Şu an en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biri. Ekmek gibi, su gibi en hayati ihtiyaçlarımız kadar önemli bir olgu olmasına rağmen, yaşantımız içinde yabancısı olduğumuz, ismini çok kereler duyduğumuz ama kendisiyle tanışamadığımız bir kavramdan öteye gitmiyor. Şöyle de diyebiliriz: Kimilerinin çok kullandığı, dillerinden düşürmediği barış, bir türlü ona her günkünden daha çok ihtiyaç duyanlara uğramıyor. Barışı dillerine pelesenk edenlerin açıklamalarına baktığımızda, onların bundan kastettikleri şey “barışsız barış” olsa gerek. Adına kapitalizm denilen bu toplumsal formasyonda barış adına hiçbir şeyden söz edemiyoruz. İnsana aykırı ne varsa hepsi bu düzenin genlerinde yer etmiştir. Bu düzende savaşsız geçen bir tek dönem bile olmamıştır. Nefes alıp verdiğimiz bu coğrafyada bizler bunun canlı tanıklarıyız. Kürt halkını ezen ve onları inkâr eden burjuvazi, ikiyüzlü siyaset yaparak sözde başka ülkelere barışı götürmeye kalkıyor! Savaş derken, sadece tanklarla, tüfeklerle işlenen insanlık suçları değil, bir bütün olarak insanın insan üzerinde kurduğu her türlü baskı da bir savaştır. Bugün dünyayı yönetenler, yönetilenlere savaş açmış durumda. Düzenin yöneten sınıfı bir buhranın içinde cebelleşip kurtulma yolları ararken, çıkışı baskı altında tuttuğu işçi sınıfına faturayı kesmekte buluyor. İşte, savaşın en alası! Bizler, Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği (UİD-DER) olarak gerçekleştirdiğimiz “Dünyaya Barış İşçilerle Gelecek” adlı seminerimizde kapitalist sistemin tarih sahnesine çıktığı andan bugüne hem insanlık hem de doğa üzerinde yarattığı tahribatı anlattık. Slaytlar eşliğinde ilerleyen seminer, aslında nasıl bir dünyada yaşadığımızı anlatıyordu. İnsanın kanını donduran o kareler, bugün içinde yaşadığımız sözde “alternatifi olmayan” çürümüş sisteme aitti. Her şeyi olduğu gibi “barış sorununu” da kendi tekelinde gören burjuvazi, emperyalist savaşlarda milyonlarca işçi ve emekçinin ölmesine sebep olurken, yarınlarımızı karartmak için de elbirliği etmiş durumda. Sermaye sınıfı ekonomik krizle içine düştüğü çıkmazdan kurtulmak için her zaman yaptığı gibi dünyayı, kardeş halkları birbirine boğazlatarak kana bulayacaktır. O geçmişte bunu yaptı ve on milyonlarca insanın ölmesine, bir o kadarının da sakat kalmasına sebep oldu. Gerçek anlamda dünyaya barışı getirecek olanlar kapitalistlerin defterini dürecek işçilerdir. Buna şüphe yok. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya yaratmak isteyen her bilinçli işçi, artık yönetilmek istemeyen diğer işçilere de o yolu göstermelidir. Aydınlı’dan bir işçi
Kapitalist Sistemin Kurbanları Kapitalist sistemde mücadele etmeden varolmaya çalışan her işçi bir kurbandır. Hem patronlar hem de onların devleti halka zulmetmektedir. Krizin işçi ve emekçileri vurduğu şu dönemde patronlar sefa sürerken işçi kardeşlerimiz evlerine ekmek götürebilmek için savaş vermektedir. Bir yanda emekçilerimiz kan ağlarken, işçilerimiz işsizlikten yakınırken, bir yanda da bu sistemin zengin ettiği bir burjuva kesim var. Biliyoruz ki bu kesim eziklik yaşamamış, mağdur olmamış, açlık nedir tanımamış, yoksulluk nedir bilmeyen bir kesimdir. Bu düzenin devam etmesi bir tek onların işine gelmektedir. Bizler ise bu düzene karşı mücadele etmezsek hep ezilecek hep sömürüleceğiz. Bunun için mücadeleye atılmalıyız! Düşünün ve dur deyin artık! Bizler köle değiliz! Her insan bir yumruk olmalıdır. Birleşelim ve insanca yaşamak için mücadele edelim. Gazi Mahallesinden bir gıda işçisi
Okurlarımızdan Saldırılara Karşı Mücadele Bayrağını Yükselt Kapitalizm içinde bulunduğu krizle birlikte çürümüşlüğünü artık gizleyemez oldu. Burjuva ideologlarının dahi inkâr edemediği bu gerçeklik nedeniyle dünyada işçilerin yaşamına giderek devrimci sözcükler ve kitaplar girmeye başladı. Burjuva medya, son yaşanan kriz sonrası Amerika’da internet üzerinden aranan kelimelerden sosyalizmin üçüncü sırada olduğunu yazdı. Marx’ın eserlerine rağbetin giderek arttığı haberleri duyulmaya başlandı. Yaşanan krizin yoksul işçi-emekçilerde bir öfke patlaması yaratması kaçınılmazdır. Bugünlerde Yunanistan’da bu tarz öfke patlamaları başladı bile. Yoksul işçi-emekçilerin vermiş oldukları bu sınırlı tepki bile burjuvaların yüreklerine devrim korkusunu salmış durumda. Bu tepkiye, yaşanan saldırılara karşı fabrikalarda yürütülen mücadeleler de eklenince, korku alabildiğince artmaktadır. En büyük korkuları ise bu tepkilerin örgütlü bir şekilde gösterilmesidir. Tarihten iyi bildikleri üzere 1917 Ekim Devriminin attığı tokadın acısını halen yüreklerinin bir yerinde hissediyorlar. Tüm bu yaşananlardan sonra burjuvazi de saldırılarını alabildiğine hızlandırmıştır. Kolluk kuvvetlerine tanınan sınırsız yetki bunların en başında geliyor. Ayrıca çıkartılan diğer saldırı yasalarıyla da mücadeleyi frenlemeyi amaçlıyorlar. Çekilen dizi film ve sinema filmleriyle de burjuvalar devrimcilere saldırılarını yükseltmişlerdir. Kurtlar Vadisi gibi dizilerle ve Muro tarzı filmlerle devrimci kelimelerin anlamları boşaltılıyor. Devrim-
cileri kadın düşkünü, arkadaşlarını ispiyonlayan, ölüme gönderen, öldüren insanlar olarak göstermekteler. Ayrıca işçi sınıfı mücadelesinde önemli yere sahip olan kavramları tiye alıp herkesin diline dolanan (anlamlarını dahi bilmeden) sıradan kelimelere dönüştürüyorlar. İşçiler arasında yapılan şakalaşmalarda dahi bu tarz kelimeler sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır. Bunların yanı sıra Stalinist bürokrasinin yapmış olduğu katliamları da devrimci Bolşevikler yapmış gibi bir imaj yaratılmaya çalışılmakta. Son zamanlarda işçi sınıfının büyük önderlerinden Lenin’in mumyalanmış naaşı sözde yenilenmek üzere çıkarılmış ve yapılan işlemler sırasında fotoğrafları çekilerek medyada çarşaf çarşaf dolaştırılmaya başlanmıştır. Lenin’in çürümüş fotoğraflarını gösteren burjuvazinin ne kadar iğrençleşebileceği bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Tabiî ki biz devrimci işçiler bunların hesabını soracağız. Bunları hiçbir zaman unutmayacağız. Örgütlü bir mücadele yürütüp Bolşevik tipte bir öncülük ile bu çürümüş sistemi, kapitalizmi tarihin çöp sepetine attığımız zaman bunların hesabını an ve an soracağız. Şimdi ise kararlılıkla mücadelemizi daha da yukarılara taşımalıyız. Bizler sınıfımıza, mücadelemize ve örgütlülüğümüze güvenen, devrimci olmak için çalışan insanlar olarak tüm saldırıların özünü işçilere teşhir etmeli ve mücadele bayrağını daha da yukarılara taşımak için yorulmak bilmeden çalışmalıyız. Kahrolsun Kapitalizm, Yaşasın Sosyalizm!
İTÜ’de Bıçaklı Saldırı 2 Aralıkta saat 13:30 civarında, İTÜ yabancı diller fakültesine “Sancak” adlı dergiyi dağıtmak amacıyla bir grup (çoğu okul dışı) girdi. İçeriye ellerini kollarını sallayarak, naralar atarak girmeleri ve bu durumu okul güvenliğinin ve idaresinin engellememesi okul öğrencilerinin tepkisiyle karşılandı. Dergiyi dağıtırlarken sergiledikleri tutum faşizancaydı. Biz okulumuzda böyle bir olayın yaşanmaması için gelenlere tepkimizi göstermek istedik. Ancak bizim uyarılarımıza aldığımız karşılık satırlar ve bıçaklardı. Bu karşılığı fırsat bilerek satırlar ve bıçaklar hiç düşünmeksizin savrulmaya başlandı. İTÜ makine hazırlık öğrencisi Çağdas Ali Dede ile birlikte 4 arkadaşımız bu saldırılarda yaralandılar. Olay sürerken ve sonrasında hiçbir güvenlik görevlisinin olmaması olayın önceden planlanmış ve polisle işbirliği içerisinde olunduğunu gösteriyor. Okulumuzun normal zamanlarda açıkken bile giriş çıkışa izin verilmeyen kapısı o gün ardına kadar açıktı ve bu güruhun gitmelerine izin verildi. Çağdaş, kalbinden aldığı bıçak darbesiyle 3 gün yoğun bakımda, 1 hafta da özel bakım odasında doktor kontrolü altında tutuldu. Olayın ardından suç duyurularıyla 13 kişi gözaltına alındı. Ancak bir şekilde (!) 12’si serbest bırakıldı. Yaşanan faşist saldırıları okulumuzda istemediğimize dair eylemler düzenledik. Biz düşünen yeni nesil aydın insanlar olarak bu saldırıları protesto ettik. Ancak bu sefer karşılaştığımız durum, ellerinde tüfekler ve silahlarla her geçen gün sayısı artan polis ekipleri oldu. İdarenin izin vermesiyle içeri girip masalarımızı dağıtıp el koydular. Olayın suçlularını biz olarak göstermekti amaçları. Bizim bu yaşadığımız, faşizmin ve emperyalizmin bıçak darbelerinden sadece bir parçası. Her gün dünyanın her köşesinde bu bıçaklar ve tüfekler kalplere istenildiği gibi doğrultuluyor. Üstüne üstlük, yaşanan olaylarda, karşı duran ezilen halk ve işçi sınıfı suçlu gösteriliyor. Susmadığı zaman ise bıçaklarla, kurşunlarla susturuluyor. Bizim istediğimiz buna hep beraber karşı durmak, susmamak, susturulmamak. Ya bu aşağılık, acımasız sistemi ortadan kaldırmak için örgütlü mücadeleye hep beraber katılırız ya da bir gün o bıçak darbesinin bizim de kalbimize saplanacağını unutmayız... İTÜ’den Marksist Tutum okuru bir öğrenci
Gebze’den bir metal işçisi
Küresel kriz dalga dalga yayılıyor. Yayıldığı yerlerde patronları ve onların devletlerini önlemler almaya yöneltiyor. Devletler krize önlem olarak patronlara sıcak para aktarımı yapıyor ve batan şirketleri devletleştiriyor. Diğer taraftan ise patronlar işçileri birer birer değil biner biner işsizleştiriyor. Daha ilk günlerde dünya çapında 1 milyona yakın işçi işsiz kaldı. 2008 sonuna kadar bu rakamın 5 milyona, toplam işsiz sayısının ise 195 milyona ulaşacağı belirtiliyor. Biz işçiler krizi yaratmadığımız halde faturasını ödeyerek işimizden oluyoruz. İşi olmayan bir insan ne yapar? İşin olmazsa para alamazsın, evine yiyecek götüremezsin, ihtiyaçlarını karşılayamazsın, ev kiranı ödeyemez sonunda evden atılırsın. Patronlar bize “umurumuzda değilsiniz” diyorlar ve ölüme terk ediyorlar. Dostlar krizin sorumlusu biz değiliz, faturasını bize ödetmeye çalışıyorlar. Krizin faturasını patronlara ödetelim, ama nasıl? Örgütlenerek! Evet! Biz işçiler bir araya gelip krizin, açlığın, savaşların kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklandığını öğrenip mücadeleye atıldığımızda ve birleştiğimizde işçi sınıfına yaşatılan tüm sorunların önüne geçebilir, kapitalist sistemi yok edebiliriz! Gazi Mahallesinden bir kadın tekstil işçisi
47
Okurlarımızdan 2008 Biterken Burjuvazinin saldırılarının alabildiğine arttığı, her geçen gün sömürünün daha da derinleştiği bir yıl oldu 2008. Yüzlerce iş cinayetinin yaşandığı, işsizliğin, yoksulluğun, açlığın giderek arttığı, kapitalizmin sistem krizi sebep gösterilerek yüksek oranlarda zamların yapıldığı, işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırıların daha da yükseltildiği bir yıl yaşandı ve yaşanmaya da devam edecek. Bu gelişmeler sırasında elbette siyasi alanda da it dalaşı devam etti. İktidar gücü AKP ve statükocu CHP arasındaki dalaşmalara yenileri eklendi. Ancak burjuva siyasetçileri, çıkarları söz konusu olduğunda bir araya gelme noktasında görevlerini yerine getirmekten, dolayısıyla Kürt halkına yönelik saldırılarda ortak cephe kurmaktan geri durmadılar. Aynı ortak cephe SSGSS yasasının meclisten geçmesi, asgari ücrete sadaka tutarında zam yapılması, işsizlik sigortası fonunun patronlara açılması gibi neo-liberal saldırılarda da aynı işbirliğini sürdürmeye devam etmiştir. AKP hükümeti özellikle 22 Temmuz seçimlerinden galip çıktıktan sonra işçi-emekçi kitleler üzerinde saldırılarını dizginsizce uygulamaktan çekinmedi. Son dönemde iyice ayyuka çıkan kriz ise burjuvazinin saldırılarını daha da arttırmasını beraberine getirmiştir. Ancak Türkiye işçi sınıfı hareketlenmeye başlamış ve özellikle kriz koşullarının giderek derinleşmesiyle “Krizin Faturası Patronlara” demiştir. 2008 yılında gündemde epeyce yer bulan bir diğer konu ise
Geçen günlerde gazetede okuduğum bir haberde “Bush kapitalizmin devamını istiyor” diye başlık atmışlardı. Açıklamada şöyle yazıyordu; dünyada değişime gerek yok, reformlarla düzelteceğiz krizi. Bush’un dünya değişiminden kastettiği aslında sosyalizmdir. Sosyalizm kapitalizmi tarihin çöplüğüne atacaktır. Bush gibileri kapitalizmi sürdürmek için işçi sınıfına yapmadıklarını bırakmıyorlar. İstedikleri gibi at koşturmak istiyorlar. Peki, işçi sınıfı örgütlü olsa Bush gibileri at koşturabilirler mi? Tabiî ki hayır! Kapitalistler işçi sınıfının örgütlü gücünden çok korkar. Kapitalizm içine girdiği krizin bedelini biz işçilere ödetiyor. Şimdiden fabrikalar kapanmaya başladı. Her batan fabrikayla yüzlerce insan işsiz kalıyor. Her şeye zam geliyor. Ama ücretlerimiz düşürülüyor, onlara zam yok. Kiralara, elektriğe, doğalgaza, suya, yediğimiz gıdalara zam üstüne zam ekleniyor. Zaten aldığımız ücretle ancak kiralarımızı ödeyebiliyoruz. Biz işçiler zaten asgari ücret alıyoruz. Nasıl geçinecek diye de düşünmez patronlar. Eğer bugünden fabrikalarımızda, mahallelerimizde bir araya gelip örgütlenmezsek, ya açlıktan ya da kapitalizmin yarattığı paylaşım savaşlarında öleceğiz ve sınıf kardeşlerimizi öldüreceğiz. Bu felâketleri yaşamamak ancak ve ancak işçi sınıfının vereceği örgütlü mücadeleyle olacaktır. Esenler’den bir kadın işçi
48
devlet terörüydü. Devletin kolluk güçlerinin sokak ortalarında, gözaltılarda uyguladığı işkenceler sonucu Baran Tursun, Festus Okey, Engin Ceber ve daha onlarca insan katledildi. Burjuva devlet aynı saldırganlığını Newroz kutlamalarında, 1 Mayıs’ta, SSGSS eylemlerinde, 12 Eylül mitinglerinde, “Krizin Faturası Patronlara” diye haykırdığımız alanlarda da sergiledi. 2008 yılı süresince neo-liberal saldırılar hız kesmeden devam etti. Türkiye işçi sınıfı kısıtlı olsa da hareketlenmeye başladı. Özellikle son dönemde, kriz koşullarının işçilerin aleyhine ağır şartlarda dayatılması ve birçok işyerinden işten atılmalar sonucu direniş, grev ve işgal haberleri gelmeye başladı. Ancak bizler işçi sınıfı devrimcileri olarak biliyoruz ki, doğru bir önderlik olmadığı sürece bu tepkiler giderek sönümlenecektir. Özellikle işçi sınıfının öz örgütleri olan sendikalar içinde yer eden bürokrasi ve uzlaşmacı tavır ne yazık ki işçi sınıfının bu haklı tepkisini etkisizleştirebilir. Bu noktada bizlere düşen görev, oluşan tepkileri doğru yere kanalize edebilmek için var gücümüzle çalışmaktır. 2009 yılına girerken patronlar sınıfının yeni yıla dair krizden zararsız çıkma ya da en az zararla çıkma ve giderek daha da büyüme hayalleri var. Tabii patronlar sınıfı bunu işçi sınıfına daha da ağır bedeller ödeterek ve sömürüyü daha da azgınlaştırarak yapacaktır. Bu aşamada bizler için yeni yıl her zaman olduğu gibi mücadelenin daha da yükseltilmesi için çalışmaya devam edeceğimiz bir yıl olacaktır. Gazi Üniversitesinden bir öğrenci
Gebze’de 30 Kasımda düzenlenen mitingde, ben, bazı arkadaşlarımla birlikte vardiyadan direkt miting alanına geldik. Miting alanında taleplerimizi haykırdık. Taleplerimiz şunlardı: işçiler işlerinden çıkartılmasın, ücretsiz izinler durdurulsun, krizin faturası patronlara, doğalgaz ve elektrik zammı kaldırılsın, biz üretiyorsak biz yönetmeliyiz. Bugün krizin faturasını bize ödetmek istiyorlar. Ama biz de diyoruz ki, krizin faturasını biz değil patronlara ödemeli. Bunu da çalıştığımız işyerlerinde anlatmalıyız. Pamuğu toplayan biz, onu ip haline getiren biz, onu kumaş yapıp dokuyan biz, kumaşı perde haline getiren biz. Demek ki her şey biz işçi sınıfının elinde. İşyerlerinde patrona fazla kazandırdığımızda bize bu yıl ciromuz bu kadar, size bu kadar para demedi patron. Ama kriz var diye bizleri ücretsiz izinlere çıkartıyorlar. İşçi çıkartıp iş küçültmeye gidiyorlar ya da fabrikaları kapatıp işçiliğin ucuz maliyetli olduğu yerlere taşıyorlar. Ama şu da bir gerçek ki; patron olmadan işçi olur, işçi olmadan patron olmaz. Kıraç’tan bir tekstil işçisi
Dünyada ekonomik krizin yoğunlaşması ve bunun Türkiye’ye yansımasıyla oluşan işten atılmalar, ücretsiz izinler, ücretlerin geç ödenmesi, geçirilen sağlık yasası, zamlar, artan vergiler kısacası işçi sınıfı için kısıtlanan ve daraltılan bir yaşam. Böyle bir ortamda ben de bir işçi olarak sistemin yaratmış olduğu böyle bir krizi bizlerin ödememesi gerektiğini haykırıyorum. Bu yüzden, bu krizin faturasını bunun yaratıcısı olan patronlar ödesin sloganıyla işçi arkadaşlarımla Ankara’daydım. Alanda gördüğüm bu muazzam görüntü ve bulunduğum kortejdeki kararlılık, nasıl da işçiler birlik olduğunda haklarımızı alacağımızı ve daha da ötesine gidebileceğimizi hissetmemi sağladı. O gün, biz işçiler olarak Ankara’da istemlerimizi haykırdık. Biz işçiler birlik, güven ve sınıf kardeşliği temelinde hareket edersek patronları dize getirebiliriz. Biz birleşip beraberliğimize güvendiğimiz müddetçe, mücadelemize inandığımız sürece aşamayacağımız engel yoktur kardeşler. Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadelesi! Esenler’den bir metal işçisi