CHP’nin Sol Diye Pazarlanmasına Kanma! Haziran 2010
Bağımsız, Devrimci Sınıf Örgütlenmesini Güçlendir! • CHP’de statükoculuğa hayat öpücüğü • İsmet İnönü, Kemalizm ve demokrasi
63
• Yunanistan’da “tembeller” isyanda • Kapitalizm gençliği uyuşturuyor /1 • 27 Mayıs’a giden süreç ve askeri darbe • Tayland’da burjuva it dalaşı
Baykal’a Derin Darbe, Statükoculuğa Hayat Öpücüğü Levent Toprak
T
ürkiye’de burjuva siyaset alanında uzun zamandır yaşanan kıran kırana çatışmalı süreç yeni bir evreye girmiş bulunuyor. Son birkaç ayda yaşanan gelişmeler ve kendini gösteren eğilimler, özellikle de son haftalarda yaşananlar belirgin biçimde buna işaret ediyor. Bu gelişmeler içinde Deniz Baykal’ın CHP liderliğinden belden aşağı bir komployla tasfiye edilmesi ve ardından zihinleri esir alan bir medya kampanyası eşliğinde Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına getirilmesi şüphesiz bu yeni evreyi işaretleyen en çarpıcı olgudur. Görünen odur ki, daha geniş bir burjuva cephe, önümüzdeki seçimlerde AKP’yi hükümet koltuğundan indirmek ya da en azından hizaya getirmek için yeni bir seferberlik başlatmıştır. Bu kez uluslararası iklim de buna daha elverişlidir. Sınıf bilinçli işçilerin bu süreci doğru biçimde kavramaları önem taşımaktadır, çünkü egemenler arası çatışma sürecinin etkileri sadece egemenlerle sınırlı kalmamaktadır. Bu çatışma geniş işçi-emekçi yığınların ve özel bir durum olarak da ezilen Kürt halkının sırtında yürütülmektedir. Egemenler kendi aralarındaki mücadelede rakiplerine üstün gelebilmek için geniş emekçi yığınların desteğini arkalarına alma ihtiyacını duyarlar. Bunu da kendi kesimsel ve sınıfsal çıkarlarını genel toplumsal çıkarlarmış gibi sundukları ideolojik propagandalarıyla bilinçleri bulandırmak suretiyle yaparlar. Bugünlerde Kılıçdaroğlu üzerinden yürütülen gürültülü propaganda tam da böylesi bir bilinç bulandırma işlemidir. Burjuvazinin AKP karşısında konumlanan kesimlerinin başlatmış olduğu bu yeni seferberlik sürecinin emekçi kitleler açısından anlamı, kitlelerin bir yandan kabartıl-
makta olan şovenizm dalgasıyla sersemletilmeye, diğer yandan da bir sürü gibi Kılıçdaroğlu’nun peşine koşulmaya çalışılacak olmasıdır. Kılıçdaroğlu işçi-emekçi-yoksul dostu “sol” bir söylemle kendini pazarlamaya şimdiden başlamıştır. Bu kocaman bir aldatmacadır. O nedenle bilinçli öncü işçiler sınıf kardeşlerinin Kılıçdaroğlu zokasını yutmamaları için var güçleriyle çaba harcamalıdırlar. Çünkü yüzeydeki sol kılıklı söylem marifetiyle yoksul emekçi kitleler gerçekte şovenist-militarist-devletçi burjuva çizginin askeri yapılmaya çalışılacaktır.
Statükonun CHP ya da Deniz Baykal sorunu Bu yeni seferberlik sürecinin en çarpıcı ve öne çıkan yönü CHP’deki gelişmeler olduğu için sürecin bütününü kavramaya bu halkadan başlamak en isabetlisi olacaktır. Burjuvazinin AKP karşısında konumlanan muhtelif kesimlerinin Erdoğan ve AKP’yi bertaraf etmek üzere yıllardır süren çabalarının en önemli zaaflarından birisi, kitlelerin önüne sürülebilecek alternatif bir burjuva lider ve partinin eksikliğiydi. Zira bu çabaların temel bir ayağı olan hükümeti yıpratma, gözden düşürme, yıldırma ve devirme faaliyetleri bir yandan sürdürülürken, yerine konacak şeyin oluşturulamaması tüm çabayı topallaştırıyordu. Güçlü bir alternatifin olmadığı koşullarda da bir hükümeti baskı yoluyla yıpratıp düşürmek mümkün olsa bile, AKP’nin çeşitli etmenlerin bir bileşimi sonucu bu saldırıları savuşturmayı başarabilmesi, böyle bir alternatifi gitgide daha vazgeçilmez ve yakıcı hale getirmekteydi. AKP’yi bölüp içinden yeni bir burjuva merkez sağ par-
1
Haziran 2010 • sayı: 63
marksist tutum
ti çıkarma çabaları (Erkan Mumcu, Abdüllatif Şener vb.) olsun, merkez sağın tiridi çıkmış eski figürlerini bir araya getirme çabaları (Cindoruk, Yılmaz vb.) olsun bir sonuç vermiyordu. Bunun yanı sıra CHP de Baykal liderliğinde kitlelerin gözünde bir türlü istenen alternatifi oluşturamıyordu. Doğal olarak bu çerçevede CHP’ye yönelik operasyonlar da yapıldı. Örneğin bu yolda en belirgin girişim Mustafa Sarıgül’ün başa getirilmeye çalışılmasıydı. Ancak bu da başarısız oldu. Sonuç olarak, gerek burjuva merkez solda güçlü bir alternatif çıkarma çabaları gerekse de merkez sağ çöplükte yeni kimyasal bileşimler oluşturma çabaları ya hüsranla sonuçlandı ya da henüz bir sonuç vermemiş durumdadır. Sarıgül’ün yeni bir hareket yaratma ve partileşme çabaları da kısa vadede tatminkâr bir sonuç verecek gibi görünmeyince, mevcut zaman sıkışıklığında, geriye tekrar CHP’yi “adam etme” seçeneği dışında başka yol kalmıyordu. Baykal’ı tasfiye etmek isteyen statükocu burjuva güçlerin bunu yapmasının sebebi, artık Baykal’la bu işin yürümediğine kesin kanaat getirmeleridir. Baykal geniş emekçi kitleleri cezbedememekte, genel olarak partinin oy tabanını sahil şeridinde yoğunlaşan kentli orta sınıfın ve Alevilerin ötesine taşıramamaktaydı. Bu kesimleri tek cephede birleştirmek bir başarı sayılabilirse de, asıl istenen şeye, yani AKP’yi hükümetten uzaklaştırmaya bunun yetmediği açıktır. Hatta bırakalım hükümetten uzaklaştırmayı, AKP’yi tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde etmekten alıkoymaya bile yetmemektedir. Tüm belirtilerin anayasa referandumunda da, sonraki seçimlerde de AKP’nin bir kez daha kazanacağına işaret ettiği bir durumda, söz konusu statükocu burjuva güçler açısından Baykal’sız bir CHP için artık kesin sonuç alıcı bir hamle yapılması elzem hale gelmişti. Sorun Baykal’ın onların çıkarlarını şimdiye dek savunmaktan yana kusur etmiş olması değildi elbette. Aksine Baykal cansiperane elinden geleni yapmıştır. Ama denilir ya, olmayınca olmuyor! Ona “efendice” çekilmesi için aslında nicedir telkinler yapıldığını tahmin etmek zor değil-
2
dir. Daha öncesini (Sarıgül vb.) bir kenara bırakacak olursak, son yerel seçimlerde Kılıçdaroğlu’nun parlatılması ve aldığı nispeten başarılı sonucun bu anlama yorulmasını sağlamak için yapılan medya kampanyasının neyi işaret ettiği açıktı. Ama Baykal kişisel ihtirasları hayli güçlü bir burjuva politikacı olarak bu basınç ve telkinlere direnmiş, kendisine karşı geliştirilen hamleleri bertaraf etmede şimdiye dek başarılı olmuştu. Ve sonuçta onu başka yollarla CHP’nin başından uzaklaştırmak mümkün olamadığı için böylesi bir komploya başvurulmuştur. Özetlemek gerekirse, Baykal uğruna mücadele ettiği statükocu davada yeterli başarı getiremediği için sonunda statükocu mekanizma tarafından tasfiye edilmiştir.
Burjuva siyaset kuburu Baykal’ın tasfiyesi vesilesiyle burjuva siyaset alanında son birkaç haftada yaşananlar ibretlik manzaralarla doludur. Doğrusu önümüzdeki tablo bir bütün olarak kokuşmuş bir lağımdan beterdir. Genelde emperyalist çürüme çağının ve özelde de Türkiye’nin Bizans-Osmanlı mirası kokuşmuş siyasi geleneklerinin en rezil görünümleri sahnede at oynatmıştır. Öyle ki, neredeyse bu kuburdan bir umut ve coşku seli yaratmayı bile başardıkları söylenebilir. Unutmamak gerekiyor ki, bütün bunlar işçi sınıfının kahredici derecedeki örgütsüzlüğünün ve meydanın boş olmasının sonucu mümkün olabilmektedir. Egemenler ancak böylesi örgütsüzlük koşullarında gerçek bir ahlâki çöküş ve ibret tablosunu bir zafer ve coşku tablosuna dönüştürebilecek cüreti bulabilirlerdi. Tablo burjuva düzenin moral değerlerinin tam bir riyakârlık üzerine kurulu olduğunu göstermektedir. Baykal kendisinin de yeniden üretimine en üst düzeyde gönüllü katkıda bulunduğu bu düzenin riyakârlığının kurbanı olmuştur. Bu nedenle, kişisel dramı ne denli hazin görünürse görünsün, fazla şikâyetçi olmaya hakkı yoktur. İşçi sınıfı açısından Baykal’a yönelik muhasebenin ölçüsü onun gizli gönül ilişkisi içinde olup olmaması değil, şimdiye kadar savunduğu politikaların sınıfsal içeriğidir. O son derece tutarlı biçimde sömürücü burjuvazinin politikalarını gütmüş, ömrünü burjuva düzenin bekasına hasretmiştir. Bu haliyle o kendiliğinden işçi sınıfı açısından bir sınıf düşmanı konumundadır. Ama dahası var. Baykal burjuva siyasetin görece ilerici sayılabilecek, tarihsel anlamda demokratik değerlerinin bir savunucusu da olmamıştır. O bu topraklarda burjuva siyasetin gerici, anti-demokratik biçimlerinin bir savunucusu olarak, militarizmin ve şovenizmin bir şampiyonu olarak sivrilmiştir. İşçi sınıfı düşmanlığını geçtik, burjuva siyasetin olağan akışı içinde dahi, hükümetleri olağanüstü yöntemlerle devirme hevesindeki darbecimilitarist-statükocu güçlerin parlamento ayağı rolüne soyunmuştur. Bu uğurda her türlü oportünistçe yalandolan ve manevranın da önde gelen bir aktörü olmuş-
sayı: 63 • Haziran 2010
tur. Baykal’ın düşüp kalktığı odaklar tam da bu topraklarda siyasette en kirli yöntemlerin usta uygulayıcıları olmuşlardır. Entrikanın, kumpasın, kahpeliğin, arkadan hançerlemenin daniskası bu odaklardadır. Ve şu hazin sona bakın ki, bu aynı odaklar aynı rezil yöntemlerle kendilerinin sadık avukatlığını yapan Baykal’ı harcamışlardır. Baykal’a ilişkin video görüntülerinin internete servis edilmesinin ertesi günü tekelci medyadaki tescilli CHP ve statüko yandaşlarının “istifa” çığırtkanlığı yapmaları yeterince açıklayıcıdır. Bu kesimlerin Ergenekon ve ilişkili soruşturmalar bağlamında ortaya dökülen ses kayıtları, görüntüler, CD’ler, yazılı belgeler vb. delilleri sahici kabul etmeme konusunda gösterdikleri olağanüstü gayretkeşlik düşünüldüğünde bu durum daha bir anlam kazanmaktadır. Onca zaman Baykal’ın arkasında durmuş izlenimi veren bu kesimlerin tutumuna Baykal ne kadar şaşırmıştır bunu bilmek zor. Ama partide kendi yanı başında duran adamlarının bir gecede saf değiştirdiklerini ve onun için gösterişli gözyaşları döken bindirme kıtaların, çok değil birkaç gün sonra sevinç içinde başkalarının amigoluğunu yaptığını görmek onu bile şaşırtmış olsa gerek. Kral öldü, yaşasın Kral! Aynı iğrenç riyakârlık Kılıçdaroğlu’nun allanıp pullanmasında da kendisini göstermektedir. Onu sözde halkçı bir lidermiş gibi göstermek için kurgulanan ucuz numaralardan (kravat takmama, kasketli poz verme gibi) tutun, tekelci medyanın ağırlıklı kesiminin cümbüş havası içinde fazla mesai yaparak Kılıçdaroğlu imaj pazarlama organizasyonu gibi çalışmasına varıncaya kadar vıcık vıcık bir amigoluk sergilenmektedir. Bu rezil medya kesimlerinin rakiplerini “yandaş medya” diye damgalamasına denecek söz bulmak zordur doğrusu.
Dışta ve içte genişleyen AKP hoşnutsuzları koalisyonu Deniz Baykal’ın bir bel altı vuruş marifetiyle tasfiyesi ve Kılıçdaroğlu’nun paraşütle başkanlığa gelişi kesinlikle salt parti içi dinamiklerle açıklanabilecek bir hadise değildir. Bu hadise uluslararası bağlantıları içinde egemen sınıf içi çatışma sürecinin dinamikleri tarafından belirlenen ve şüphesiz sonunda parti içi dinamiklerde de ifadesini bulan bir hadisedir. Kim tarafından tezgâhlanmış olursa olsun, Baykal komplosu belirli bir uluslararası siyasal bağlam içine oturmaktadır. AKP’nin şimdiye kadar kendisine yönelik olarak statükocu burjuva güçlerden gelen baskılara direnebilmesini ve bunları savuşturabilmesini sağlayan önemli etmenlerden birisi şüphesiz elverişli uluslararası iklim ve bu iklimde sahip olduğu emperyalist destekti. Ancak özellikle son bir yılın gelişmeleri bu noktada bazı değişimlerin yaşandığını düşündürtecek niteliktedir. Dünya kapitalizminin içinde bulunduğu derin bunalım koşullarında çok hızlı değişimlerin yaşandığı bir süreç-
marksist tutum
ten geçiliyor. Geleneksel emperyalist güçlerin dünya ekonomisi içindeki ağırlıklarının göreli olarak azaldığına ve buna mukabil yeni ve dinamik emperyalist güçlerin yükselmekte olduğuna, bunların dünya ekonomisi içindeki paylarının arttığına tanık oluyoruz. ABD ve Batı emperyalizmi genel anlamda göreli bir gerileme içindedir. Bu durum, tek ve otoritesi mutlak olarak tanınan bir hegemon emperyalist gücün yokluğunda, yeni yeni palazlanmakta olan güçleri cesaretlendirmekte ve onlara daha fazla manevra alanları açmaktadır. Dünyanın en büyük 17. ekonomisi konumuna gelen ve uluslararası platformlarda gitgide daha fazla görünen Türkiye de bu yeni yükselen güçler arasındadır. Ve büyük emperyalist güçler, sofraya yeni ve genç rakip olarak gelen herkesten olduğu gibi Türkiye’den de rahatsızlık duymaktadır. Türkiye son yıllarda AKP hükümeti eliyle dışa dönük büyük bir hamle yapmış ve kapitalist gelişmenin ulaştığı düzeyin bir sonucu olarak tam anlamıyla bir bölgesel güç konumuna yükselen emperyalist bir dış politika geliştirmeye yönelmiştir. Bu uğurda sadece ABD emperyalizmine bağımlı kalmayan, ona rakip diğer tüm güçlerle ve özellikle çevresindeki ülkelerle aktif bir ilişki geliştirmeye başlamıştır. Küçük ülkeler hariç tutulacak olursa, bir ülkede kapitalizm geliştiği ölçüde o ülkenin bağımsız hareket imkânlarının ve eğilimlerinin artacağı kendiliğinden belli olan bir gerçektir. Henüz yeterince idrak edilemiyor olsa da Türkiye kapitalizmi de böylesi bir süreç yaşamaktadır. Bunda yeni palazlanan ve “İslamcı” diye anılan sermaye kesimlerinin kendilerine yer açma ve büyüme iştahlarının, sonradan gelmeliğe özgü girişkenliklerinin ve buna uygun yetişmiş siyasi kadrolarının varlığının önemli bir rolü de bulunmaktadır. Yakın zamana kadar bu durum ABD’nin emperyalist dış siyaset çıkarlarıyla büyük ölçüde örtüştüğü için ortaya büyük bir sorun çıkmıyordu. Ancak gelinen noktada görünen odur ki, Türkiye’nin özellikle İran ve İsrail konusundaki siyaseti ABD emperyalizminin bazı somut politikalarına zarar vermektedir. İran’la ilgili olarak en son yaşanan uranyum takas anlaşması hadisesi bunu oldukça belirgin biçimde ortaya koymaktadır. Emperyalist Batı medyasında yakın zamanlara kadar Türkiye hakkında yapılan olumlu değerlendirmeler yerini yavaş yavaş olumsuz değerlendirmelere bırakmaktadır. “Yükselen güç Türkiye” benzeri söylemlerin yerini, “Batıdan kopmaya başlayan”, “İslamcılığa yönelen”, “şüpheli davranan” bir Türkiye söylemi almaktadır. Aynı minvalde, yakın zamanlara kadar Ergenekon soruşturmaları genelde Batı medyasında olumlu karşılanmasına rağmen şimdilerde giderek olumsuz biçimde ve AKP karşıtı değerlendirmeler eşliğinde yer almaya başlamış durumdadır. Sonuç olarak AKP için İsrail ve ABD emperyalizmi cephesinde de işler eskisi kadar iyi gitmemektedir. Bu da içeride AKP’yi önümüzdeki seçimlerde hükümetten uzaklaştırmayı hedefleyen yeni seferberlik sürecini yürütenler açısından daha elverişli bir uluslararası
3
marksist tutum
ortam anlamına gelmektedir. Diğer taraftan AKP’nin statükocu güçlere karşı mücadelesinde bir başka avantajı da, kabaca TÜSİAD’cı diyebileceğimiz geleneksel büyük sermaye kesimlerinin de ona açıkça destek vermesiydi. Zira onlar da, ta Özal’dan beri bu güçleri geriletme ve Avrupa ölçülerine daha fazla yaklaşan bir siyasal rejim tesis etme arzusundaydılar. Ancak AKP’nin 8 yıllık hükümet sürecinde kendiyle organik bağlar içinde olan sermaye kesimlerini fazlasıyla palazlandırması, bunların dişli rakipler olarak sivrilmeleri, geleneksel büyük sermaye kesimlerinin AKP’ye karşı daha mesafeli ve gelgitli bir tutum geliştirmesine yol açtı. TÜSİAD’cı sermaye de son dönemde genel olarak AKP’nin gitmesi ya da tek başına hükümet olmamasından yana hale gelmiştir. Onlar şüphesiz statükocu kesimler gibi AKP’ye diş biliyor ve adeta onun yok olmasını istiyor değiller, onların istediği AKP’nin kendileri tarafından daha kontrol edilebilir bir konuma getirilmesidir. İşte bu gibi saiklerle onlar da son zamanlarda muhtelif konularda olduğu gibi, Baykal’ın tasfiyesi ve Kılıçdaroğlu’nun gelişi konusunda da statükocularla ortak bir konum almışlardır. Bu tutumu yansıtan büyük medyanın (Doğan, Çukurova, Ciner, Doğuş) yaklaşımı çok açıktır. Ayrıca bu kesimler, AKP’nin son birkaç yılda iyice belirginleşen “aykırı” dış politika yönelişlerine karşı da emperyalist medyada son dönemde yansıtılana benzer bir tutum içindedirler. Tüm bunları toplarsak, egemen sınıf içi çatışma süreci yeni bir düzleme gelmiştir ve AKP açısından bu yönüyle daha zorlu bir süreç söz konusudur. Ancak AKP yanlısı sermaye kesimleri olsun, medya olsun, devlet içi örgütlenme ve diğer örgütlenmeler olsun, süreç içinde hayli güç, mevki ve birikim kazanmışlardır. Ayrıca AKP geliştirdiği yeni dış ilişkilerle uluslararası alanda da kendine yeni yeni müttefikler, dayanaklar edinmiş, bu alanda da uzantıları olan yeni çıkar ilişkileri tesis etmiştir. Dolayısıyla AKP’nin de elinde küçümsenmeyecek bir güç bulunmaktadır.
Anayasa değişikliği, seçimler ve Kürt sorunu Tüm bu gelişme ve eğilimler önümüzdeki yaklaşık bir yıllık süreçte bir dizi yeni politik çarpışmalar yaşanacağına işaret etmektedir. Anayasa mahkemesindeki iptal davası, referandum, belki AKP hakkında yeni bir kapatma davası ve seçimler… Burjuvazinin AKP karşıtı kesimlerinin başlattığı bu yeni seferberlik sürecinin sadece CHP ve Kılıçdaroğlu propagandası ile sınırlı olmadığını bir kez daha vurgulamalıyız. Bu süreç şimdiden başlamış olan askeri operasyonlar, hava bombardımanları, şovenist histeri gösterilerine dönüştürülmeye çalışılan asker cenazeleri, Ahmet Türk’e yönelik fiziki saldırı ve Muğla’da yaşananlar türü gelişmelerle paralel olarak yürütülmeye çalışılacaktır. Kılıçdaroğlu rüzgârında kesilmeler veya tıkanmalar görüldüğü ölçüde bu boyutun daha da öne çı-
4
Haziran 2010 • sayı: 63
karılacağını tahmin etmek zor değildir. Dahası Kürt hareketine yönelik saldırılar sadece TC devletininkilerle sınırlı değildir. Tam da bu son dönemde İran da genel bir fiili ateşkes durumundan çıkarak Kürt hareketine yönelik askeri saldırılarını ve genel baskıyı arttırmıştır. TC’nin son dönemde İran’la sıkıfıkı ilişkileri düşünüldüğünde bu da anlamlıdır. Tüm bu çatışmaların üzerinde cereyan edeceği işçiemekçi yığınlar ise ne yazık ki bu sürece bir kez daha örgütsüz biçimde yakalanma tehlikesiyle yüz yüzedir. Sınıf devrimcileri ulaşabildikleri tüm sınıf kesimlerine bu sürecin gerçek doğasını anlatmak ve işçilerin tüm burjuva kanatlardan bağımsız bir politik çizgiyi benimsemelerine ve bu temelde örgütlendirilmelerine gayret etmek durumundadırlar.
Kılıçdaroğlu zokasına dikkat Tüm bu sürecin emekçi kitleler açısından özellikle dikkat edilmesi gereken yönü Kılıçdaroğlu üzerinden estirilen rüzgârdır. Şimdilerde rotatifler dürüst, halkçı, mütevazı, işçi-emekçi-yoksul dostu gibi sıfatlar üzerinden “umut ve değişimin simgesi” lider diye Kılıçdaroğlu imajını parlatmak üzere döndürülmektedir. Gören de sanır ki Türk burjuvazisinin 90 yıllık kadim partisi CHP, sihirli bir değnek dokunuşuyla bir gecede işçi sınıfının ve diğer ezilenlerin partisi haline gelmiştir! Doğrusu tarihte siyasi partilerin sınıf değiştirdikleri görülmemiş bir şey değildir. Ama bu değişim her zaman sömürülen ve ezilen sınıfların temsilciliğinden egemen sınıfların temsilciliği yönüne doğru olmuştur. Bunun tersi tek bir örnek yoktur. Böyleymiş gibi görünen ya da gösterilen örneklerin hepsi gerçekte egemen sınıfların ezilen sınıfların tehdidini savuşturmak için onlara şirin gözükme çabaları ve onlara vermek zorunda kaldıkları tavizlerden ibarettir. Gerçekte bu partiler birtakım değişikliklerle her daim kurulu düzenin temellerini korumaya çalışmışlardır. Örnek için hiç de uzaklara gitmeye gerek yok. Geçmişte Ecevit’in CHP’de yaptığı değişiklik tam da bunun bir örneğiydi (Bkz. Levent Toprak, Sol Nedir? CHP Kimdir?, MT, Eylül 2006). Ecevit o zamanlar sola doğru kaymakta olan toplumu kontrol altına alabilmek için, Kemalist devletçi CHP’ye sosyal demokrat bir parti görünümü vermeye çalıştı. O zamanlar gerçekten güçlü bir toplumsal ve devrimci hareket olduğu için Ecevit’in çabası yine de şimdikine göre çok daha sahici bir hal almak zorundaydı. Oysa şimdi böylesi
sayı: 63 • Haziran 2010
bir toplumsal ve devrimci hareket basıncı bulunmamaktadır. O nedenle her şey çok daha uyduruktur. Ama genel tarihsel örneklemeleri bir kenara bırakıp da güncel gerçekliği kendi içinde ele alacak olursak ne görüyoruz? CHP’nin programı mı değişmiştir, izlemekte olduğu politik çizgiyi değiştireceğine dair anlamlı bir belirti mi vardır, belirleyici kadroların sınıfsal bileşimi mi değişmiştir? Bunların ve daha sorulabilecek nice benzeri sorunun cevabı koca bir “hayır”dır. Peki değişen hiç mi bir şey yoktur ya da olmayacaktır? Elbette değil. Öyle olsaydı tüm bu şamatanın hiçbir anlamı olmazdı. Hiç sözü uzatmadan söyleyelim ki, değişiklik esasen söylemde ve vurgularda olacaktır ve bu da büyük bir çizgi değişikliğiymiş gibi pazarlanacaktır. Söylemin ana odağının yoksulluk, işsizlik ve yolsuzluk gibi sorunlara kaydırılacağı, laiklik yaygarasının gerekmedikçe öne çıkarılmayacağı görülmektedir. Böylece geniş emekçi halk yığınlarında hiçbir zaman rağbet görmeyen statükocu-militarist-devletçi çizgi kamufle edilmeye çalışılacaktır. Bunun yanı sıra bu kamuflajı pekiştirmeye dönük olarak çok da öne çıkmayan düşük yoğunluklu bir demokrasi söylemi de söz konusu olabilir. Sonuç olarak çarpık bir laiklik ve “rejim tehlikede” söylemiyle yüzülebilecek deniz bitmiştir. Ancak söylem değişikliği CHP’nin gerçek siyasal konumlanışı ve duruşunun değiştiği anlamına asla gelmemektedir. CHP burjuva düzenin yeminli bir bekçisi olmaya devam edeceği gibi, daha dar anlamda statükocu burjuva kesimlerin çıkarlarının savunucusu olmayı da sürdürecektir. Kürt halkına düşmanlığa devam, militarist-bürokratik vesayet kurumlarının varlığını korumaya devam ve bu çerçevede elbette Ergenekon avukatlığına da devam! Parti yönetimine yeni seçilen statükoculuğun, ulusalcılığın ve militarizmin borazanı üyeler, Kılıçdaroğlu CHP’sinin bu niteliğini pek güzel gösteriyor. Genelkurmay Başkanına bilfiil “iletişim danışmanlığı” yapanlardan tutun, Ergenekon’un medyatik avukatlığını yapan profesörlere, Kürt
marksist tutum
düşmanı ve militarizm borazanı gazetecilerden, sosyalist kisveli ulusalcı gazetecilere kadar tam bir postal sevenler şürekâsı. Bu konudaki değişiklik sadece bu çizginin Baykal’ın yaptığı gibi yüksek perdeden ve en öne çıkarılan hususlar biçiminde savunulmayıp, aksine mümkün olduğunca örtülerek götürülmeye çalışılacak olmasıdır. Diğer taraftan Kürt sorunu gibi ülkenin en yakıcı sorunu durumuna gelmiş bir sorunda ne diyor Kılıçdaroğlu? Anlı şanlı kurultay konuşmasında hazret Kürt kelimesini bile ağzına almadan bu sorunun “iş ve aş” sorunu olduğunu ilan etti! Bıraktık AKP’yi, Baykal’ın söyleminden bile geriye düşen bu aşağılayıcı şoven ve pespaye anlayış iflas edeli çok olmuştur ve Kürt hareketinin temsilcilerinden hak ettiği cevabı da gecikmeden almıştır. Kılıçdaroğlu’yla gelen söylem değişikliği bağlamında asıl hatırda tutulması gereken husus, yeni söylemin unsurlarının geniş emekçi yığınlar için önümüzdeki dönemin tuzakları olacak olmasıdır. Sınıf bilinçli işçiler bu noktada uyanık olmalıdırlar. Burada dikkatten kaçmaması gereken bir nokta da, Kılıçdaroğlu’nun bir Alevi olması dolayısıyla Alevi emekçilerin düzene ve Kemalizme ilişkin yanılsamalarının daha da pekişebileceği gerçeğidir. Kılıçdaroğlu’yla estirilen havayı ve AKP’nin yerine CHP’li bir hükümet ihtimalini işçi sınıfı ve diğer ezilenler açısından olumlu bir şeymiş gibi görmek büyük bir yanılsamadır. Ama bıraktık bazı sıradan emekçileri, sosyalist hareketin kimi kesimleri bile bu yanılsamayı beslemeye şimdiden başlamış durumdadırlar. Kemalizm ve ulusalcılıkla bulaşık bu sosyalist kesimler (SİP-TKP, ÖDP, Halkevleri vb.) genellikle biraz mahcup biçimde, oluşan duruma sevinmektedirler. Oysa işçi sınıfının devrimci davası açısından bunda hiçbir olumluluk bulunmamaktadır. Aksine muhtemel bir CHP’li hükümet, statükocu güçlere yeni bir hayat öpücüğünün verilmesi, Ergenekoncuların yeniden özgürce faaliyetlerinin başına dönmesi, vesayet kurumlarının yeniden tahkim edilmeye çalışılması, Kürt halkına karşı yeni yeni baskıcı önlemlerin hayata geçirilmesi, mevcut birkaç hak kırıntısının bile geri alınması, dışı politikada da Kıbrıs, Yunanistan, Ermenistan, İran ve Arap halkları cephesinde yine eski şoven düşmanlık söylemine geri dönülmesi, keza İran’a karşı ABD emperyalizminin saldırgan politikalarına taşeronluğa girişilebilmesi, İsrail yalakalığına yine geri dönülmesi gibi daha kötü olasılıkları ifade etmektedir. O nedenle önümüzdeki dönemde AKP’ye olduğu kadar sol kılıklı CHP’li seçeneklere de sonuna kadar karşı duran bağımsız bir sınıf çizgisini yükseltmeye çalışmanın önemi büyüktür. Yaratılan atmosfere hiçbir biçimde olumlu gözle değil, aksine yeni aldatmacaların, laikçi-şeriatçı gibi sahte kutuplaştırmaların zemini olarak bakılmalıdır. Bu havanın aynı zamanda sol kavramının geniş emekçi yığınlar gözünde bir kez daha itibarsızlaştırılması tehlikesi anlamına geldiği de unutulmamalıdır.
5
İsmet İnönü, Kemalizm ve Demokrasi Oktay Baran
A
KP ve temsil ettiği burjuva kesim ile statükocudevletçi burjuva kesim arasındaki iktidar savaşımı, son dönemde karşılıklı faşizm suçlamalarına sahne oluyor. Statükocu burjuvazinin ideolog ve siyasetçilerinin yanı sıra, sosyalist hareketin milliyetçi ve Kemalizm sevdalısı bir bölüğü de AKP’yi faşistlikle suçluyorlar. Erdoğan kendisini faşistlikle suçlayan CHP’ye, faşist zihniyeti AKP’de değil CHP’de ve onun geçmişinde aramaları gerektiğini söyleyip İsmet İnönü döneminin uygulamalarından kesitler sunarak karşı saldırıya geçti. İnönü’yü Hitler’e benzetmekle işe girişti, ardından M. Kemal ile İnönü arasındaki “sürtüşmelere” sözü getirdi ve nihayet Tan Matbaası baskınının CHP’nin işi olduğu gerçeğini Aziz Nesin’den aktardığı taşlamayla dile getirdi. Böylelikle alevlenen tartışma içerisinde ileri sürülen düşünceler, Türkiye’de yıllardır kendisini sol olarak yutturan milliyetçi-devletçi Kemalist zihniyetin ne denli tutucu ve demokratlıktan uzak, sağ siyasetçilerin ise ne denli ikiyüzlü ve ilkesiz olduğunu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Nitekim gerek Erdoğan’ın İnönü’ye dair suçlamaları için gerekse de Kemalistlerin İnönü savunusu için ileri sürdükleri argümanlar 60 yıldır tekrarlanan nakaratların bir adım ötesine bile geçmiş değildir.
Kemalizmin günah keçisi olarak İsmet İnönü Türkiye’de kendisini burjuva siyasal yelpazenin sağında tanımlayan eğilimler ve İnönü dönemini yaşamış ku-
6
şakların önemli bir bölümü, İnönü’ye hiç de haksız olmayan bir biçimde büyük bir antipatiyle yaklaşmışlardır. Yoksul halk kitleleri, bilhassa İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde çektikleri ıstıraplar, içine sürüklendikleri sefalet nedeniyle İnönü’yü hiçbir zaman benimsememiştir. Ortalama bir emekçinin zihninde, savaş yılları dendiğinde, kendisi muazzam bir sefalet ve karnelere mahkûm edilmişken, ister sivil olsun ister asker, aristokratik bürokrasinin sahip olduğu olanaklar ve devlet desteğiyle semiren savaş zenginlerinden oluşan bir tablo canlanmaktadır. Böylesi bir ortamda tek parti döneminin bitişiyle burjuva siyaset sahnesine çıkan Demokrat Parti (DP) çizgisi, halkta biriken bu öfkeyi kendisine temel almış, kendisini doğal olarak iktidardaki İnönü ve CHP’nin alternatifi olarak ortaya koymuştu. Ancak daha ilk “serbest seçimler”deki şaibelerle başlayıp DP liderlerinin idam sehpasına gönderilmesiyle sonuçlanan süreçte İnönü’nün oynadığı belirleyici rol, bu siyasi rekabetin derin bir siyasi husumete dönüşmesine yol açmıştır. Sağ siyasal yelpazenin uçlarından “merkez”e doğru gidildikçe, bu kesimlerin Kemalizme ilişkin “eleştirileri” hepten tutarsızlaşmakta ve ilkesiz bir seçmeciliğe dönüşmektedir. “Atatürk iyidir, İnönü kötü” şeklinde formüle edilebilecek bu tutarsız yaklaşım DP’den bu yana sürdürülmektedir. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, DP çizgisinin mimarları da yıllar boyunca CHP içerisinde başbakanlık da dahil olmak üzere çeşitli görevler üstlenmiş, tek parti diktatörlüğünün yürütücüle-
sayı: 63 • Haziran 2010
ri ve önde gelenlerindendiler. Bunlar kendilerini inkâr etme anlamına geleceğinden ötürü CHP diktatörlüğü döneminin bütününü hiçbir zaman karşılarına alamamışlardır. Ne de olsa, CHP diktatörlüğü döneminin faşizan uygulamalarında bu kadroların da sorumluluğu vardır, onların da ellerinde emekçilerin, yoksulların ve ezilen halkların kanı vardır: “Bu dönemde gerek anti-demokratik yasaların çıkartılması konusunda olsun, gerekse Türkçülüğe dayalı ırkçı ve şoven bir ideolojinin devletin resmi ideolojisi haline getirilmesi konusunda olsun, CHP içinde devletçi Kemalist bürokrasi ile liberalizm yanlısı burjuva kesim arasında ciddi hiçbir ihtilaf doğmamıştır. Tersine, daha sonra liberal giysilere bürünerek siyaset sahnesinde arzı endam edecek olan burjuva kesim, bu dönemde kendisine hamilik eden Kemalist bürokrasiyi hoş tutabilmek için elinden geleni yapmış ve onun totalitaryan eğilimlerine ses çıkarmamıştır. … Cumhuriyetin kuruluşundan 1946’ya kadar geçen çeyrek asırlık zaman diliminde, bugün yaşandığı gibi bir ‘statükocu-liberal’ çatışması pek yaşanmamıştır egemen sınıf içinde.”1 İkincisi, M. Kemal gerek iktidardayken gerekse de ölümünden sonra her daim hem fiilen hem de yasal olarak bir tabu olmasına rağmen, İnönü, iktidarı feci bir seçim yenilgisiyle kaybettikten sonra büyük bir siyasal prestij kaybına uğramış ve siyasal bir tabu konumunda kalamamıştır. Bir başka deyişle, M. Kemal dokunulmazlığını sürdürürken, İnönü rahatlıkla Kemalist rejimin günah keçisi olarak hedef tahtasına oturtulabilmiştir! Üçüncüsü, özellikle DP iktidarının askeri bir darbeyle devrilmesinin ve idamların ardından oluşturulan rejimle birlikte, iktidara gelen sağ burjuva hükümetler, kelle korkusuyla, resmi ideoloji olan Kemalizme çok daha ihtiyatla yaklaşma ve zülfüyare pek dokunmama gereği hissetmişlerdir. Muhalefetteyken Kemalizmi eleştiren burjuva sağ partilerin, iktidara geldiklerinde bu konularda açık ve net bir duruş sergilememelerinin temelinde, iktidarda kalma kaygısının yattığı çok açıktır. Devlete yakınlaştıkça ona benzeme ve entegre olma eğilimi tüm burjuva partilerinin temel karakteristiğidir. Dördüncüsü, Türkiye burjuvazisi, Kemalist asker-sivil bürokrasinin himayesinde ve ağır adımlarla gelişmiştir. Uzun yıllar boyunca sınıf egemenliğini sürdürebilmek ve güvence altında tutabilmek için Kemalist bürokrasinin hamiliğine ihtiyaç duymuş, yoksul ve ezilen halktan duyduğu korku nedeniyle askeri darbelerle sürekli kesintiye uğrayan son derece güdük bir burjuva demokrasisine ve askeri bürokrasinin siyasal alan üzerindeki belirleyici ağırlığına razı gelmek zorunda kalmıştır. Yeterince palazlanıncaya kadar, Kemalist bürokrasiyi kendisinin sıradan bir hizmetkârına dönüştürecek ve Kemalizmi resmi ideoloji olmaktan çıkaracak girişimlerden uzak durmuştur. Kemalist ideolojiye karşı açıkça mücadele etmek yerine, onun “aşırılıklarını” İnönü gibilerin sırtına yıkmak, burjuvazinin ve onun sağ siyasetçilerinin kolayına gelmiştir.
marksist tutum
Kemalist cephe ve İnönü Diğer taraftan, CHP ve Kemalizm ekseninde şekillenen siyasal çizgiyi savunanların büyük bir bölümü, İnönü’ye ilişkin bu eleştirileri kabullenmemekte, İnönü’yü “Atatürk ilke ve inkılâplarının yılmaz bir savunucusu ve sürdürücüsü” olarak değerlendirmektedirler. Açıkça söylemek gerekiyor ki, burjuva solun “Atatürk ve İnönü arasında kategorik bir ayrım yapılamayacağı” şeklindeki değerlendirmesi, sağcıların değerlendirmelerinden çok daha gerçekçi ve doğrudur. Hakikaten de İnönü, M. Kemal ne ise oydu. Yani ikisi arasında, ait oldukları ve çıkarlarını temsil ettikleri mülk sahibi sınıflar açısından da, liderlik ettikleri rejimin yapısı bakımından da kategorik bir farklılık mevcut değildir. İnönü ve M. Kemal arasında bir kopuştan değil ancak süreklilikten bahsedilebilir, onlar halef ve seleftirler. Birbirine pek de benzemeyen kişiliklerde olmalarına, zaman zaman kimi konularda ve taktiklerde farklılaşmalarına rağmen M. Kemal ve İnönü aynı saftadırlar, aynı yolda ilerlerler ve özde aynı çizgiyi savunurlar. Nitekim İnönü, cumhuriyetin kuruluşunun ertesi gününden 1937 yılına dek, altı aylık kısa bir kesinti dışında, 14 yıl boyunca M. Kemal’in başbakanı ve rejimin ikinci adamı durumundadır. Bu açıdan “Atatürk iyidir, İnönü kötü” şeklindeki bir değerlendirmenin bir geçerliliği yoktur. Ama bu sahte solun haklılığı da buraya kadardır. Onlar M. Kemal ile İnönü’yü birbirinden ayırmayıp her ikisini de halk kahramanı olarak değerlendirirken, bizler, bu tarihsel kişilikleri, despot bir burjuva diktatörlüğün kurucu ve yürütücü liderleri olarak görüyoruz: “Türkiye’de burjuva cumhuriyetin, Batı’daki örneklere kıyasla daha kuruluşunda bir olağanüstü siyasal rejim gibi biçimlendiği açıktır. Devlet partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğü dönemi sona erene dek, ayrıca bir askeri darbeye gerek kalmaksızın, baskıcı bir burjuva yönetim varlığını sürdürmüştür. Dönemin mutlak siyasal iktidar aygıtı CHP, aslında düzenin çeşitli egemen unsurlarını (yüksek bürokrasiyi, büyük kentlerin ticaret ve sanayi burjuvazisini, taşradaki eşrafı, toprak ağalarını vb.) içinde toparlayan korporatist bir yapıya sahiptir. … Türkiye’nin özgün koşulları nedeniyle iktisadi ve siyasi yaşamda büyük ağırlığı olan devlet bürokrasisinin de (bu özgün konumunu belirtmek için Kemalist bürokrasi diyoruz), kapitalist gelişme belirli bir düzeye ulaşıp burjuva düzen görece olağan bir işleyişe geçene dek egemen sınıflar ittifakı içinde ayrıca vurgulanması gerekir. … Tek parti iktidarı döneminde, Kemalist bürokrasi ile milli burjuvazi (tarım, ticaret ve henüz cılız ölçeklerde de olsa sanayi alanlarında faaliyet yürüten burjuvazi) birlikte iktidar sürdürmüş ve bu iktidar bloku içinde hegemonyasını kuran Kemalist bürokrasi olmuştur.”2 Besbelli ki, sahte solun, gerek M. Kemal’e gerekse de İnönü’ye düzdüğü övgüler, bu toprakların yoksul emekçileri ve ezilen halklarının değil, mülk sahibi sınıflarının ve
7
marksist tutum
Haziran 2010 • sayı: 63
İnönü ile M. Kemal arasında, ait oldukları ve çıkarlarını temsil ettikleri mülk sahibi sınıflar açısından da, liderlik ettikleri rejimin yapısı bakımından da kategorik bir farklılık mevcut değildir. İnönü ve M. Kemal arasında bir kopuştan değil ancak süreklilikten bahsedilebilir, onlar halef ve seleftirler. Birbirine pek de benzemeyen kişiliklerde olmalarına, zaman zaman kimi konularda ve taktiklerde farklılaşmalarına rağmen M. Kemal ve İnönü aynı saftadırlar, aynı yolda ilerlerler ve özde aynı çizgiyi savunurlar. aristokratik bürokrasinin çıkarlarını yansıtmaktadır. Tarihi şöyle bir hatırlamak, bu gerçekliği çırılçıplak ortaya serecektir.
Irkçı, şoven, seçkinci, despot, işçi ve halk düşmanı bir rejim Marksizmin terimleriyle bilimsel olarak ele alındığında, Kemalist tek parti diktatörlüğü dönemini faşizmden ziyade özgün bir Bonapartizm olarak adlandırmak gerekir.3 Diğer taraftan, ortalama bir insanın diliyle yani gündelik hayatın kavramlarıyla ifade edildiğinde, bu rejimin faşist olarak adlandırılması çok da anlaşılmaz değildir. Tek parti diktatörlüğü döneminde, ırkçı, şovenist ve militarist propagandanın yanı sıra faşizme meyleden ve ona yaklaşan uygulamalar saymakla bitmez. Tek parti diktatörlüğünün kurulmasında da, 30’lu yıllardaki faşizm hayranlığı ve faşist eğilimlerin güçlenmesinde de M. Kemal ve İnönü birbirlerini tamamlayan roller oynamışlardır. İnönü, M. Kemal’in “zor zamanlar”da göreve çağırıp en sert tedbirleri uygulamak için öne sürdüğü kişidir. 1925’te patlak veren Kürt isyanını bastırmak için tekrar başbakanlığa atanan İnönü, Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri ve sıkıyönetim aracılığıyla bu isyanı kanla bastırmakla kalmadı, tek parti diktatörlüğünün pekişmesinde ve kalıcılaşmasında büyük rol oynadı. Bu kanun ve uygulamalarla CHP dışındaki tüm siyasal eğilimler yasaklandı; CHP içindeki muhalif sesler tümüyle tasfiye edildi; muhalif gazete ve yayınevleri kapatıldı; işçi sınıfının hakları ortadan kaldırıldı, örgütleri kapatıldı; komünistler acımasız soruşturmalara, hapislere, sürgünlere ve katliamlara maruz bırakıldılar. “Milli Mücadele” döneminde önemli bir etkinlik kazanan komünistler, önce Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesiyle ardından da 1925-45 yılları arasında dalgalar halinde gerçekleştiri-
8
len “komünist tevkifatları” ile neredeyse tümüyle etkisiz hale getirildiler. Kürt halkı da baskı, zulüm ve katliamlardan payına düşeni fazlasıyla aldı. 1923 ilâ 1938 yılları arasında 17 Kürt ayaklanması kanla bastırılmış, on binlerce Kürt katledilmiştir. 1924 Anayasasıyla Kürtlerin varlığı inkâr edilerek imha ve asimilasyon politikaları sistematikleştirilmiştir. Kendisi de Bitlis’in tanınmış bir Kürt ailesinden geliyor oluşuna rağmen İsmet İnönü tam bir Kürt düşmanıdır. 22 Nisan 1925 günü Türk Ocaklarında yaptığı konuşmada ırkçı-şoven bir milliyetçiliğin çerçevesini çizer: “Biz açıkça milliyetçiyiz. Milliyetçilik bizi birleştiren tek nedendir. Türk çoğunluğunun yanında diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun, ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz.” M. Kemal’in direktifiyle yeni kurulan İnönü hükümetinde, ırkçı, şiddet yanlısı ve faşizm hayranlıklarıyla öne çıkan Mahmut Esat Bozkurt ve Recep Peker gibi şahsiyetler de, sırasıyla Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanı olarak, tüm ülkenin bir zindana çevrilmesinde Kemalist rejime önemli hizmetlerde bulunurlar. 1925 ile açılan tek parti diktatörlüğü boyunca yalnızca yukarıda andığımız isimler değil, önde gelen gazeteci ve yazarlar arasında da faşizmin erdemlerinden bahsetmek moda olur. Cumhuriyet gazetesinin sahibi Yunus Nadi başta olmak üzere pek çok yazar Hitler ve Mussolini’ye övgü düzmekte birbirleriyle yarışırlar. Gazeteler bu faşistlerin doğum günlerini bile sekiz sütuna manşetten kutlamaya başlar. Mussolini hayranı Falih Rıfkı Atay, Hitler’in “Mustafa Kemal’in ilk öğrencisi Mussolini, ikincisi benim” dediğini ballandırarak anlatır.4 M. Kemal’in gözdelerinden Mahmut Esat Bozkurt da aynı minvalde, faşizmin ilham kaynağının Kemalizm olduğu iddiasıyla övünür: “Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal reji-
sayı: 63 • Haziran 2010
minin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söyler. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür.”5 İnönü de ırkçılıkta bakanlarından geride değildir, “sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırki bir takım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur” şeklindeki açıklamasıyla Kemalist rejimin ırkçı yaklaşımını açık eder.6 Bu tür açıklamalar artık o denli patavatsız ve pervasızca ileri sürülmektedir ki, bunu bir denetim atına almak şart olur. Kabak, ırkçı ve faşist görüşleriyle öne çıkan ve ceza kanununu faşist İtalyan yasalarından derleyen Mahmut Esat Bozkurt’un başına patlar. Ağrı’daki Kürt isyanının kanla bastırılmasının ardından, “Saf Türk olmayan hiç kimsenin bu ülkede hiçbir hakkı yoktur; onlar sadece ve sadece hizmetçi ve köle olma hakkına sahiptirler. Bu gerçeği dost, düşman, herkes dağlar bile bilmek zorundadır” şeklindeki açıklamasıyla Bozkurt, aslında resmi düşünceyi dillendirmiştir. Ne var ki, bu açıklamanın başta Rumlar olmak üzere ülkede yaşayan gayrimüslimlerden büyük tepki toplaması üzerine Bozkurt istifaya zorlanır, o artık bir safradan ibarettir! Aynı dönemde M. Kemal ise Türk ırkçılığına teorik bir kılıf arayışı içerisindedir. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu onun emriyle kurulur. Dünyadaki tüm dillerin kökeninde Türkçenin olduğunu ve ilk uygarlığın da Türkler tarafından kurulduğunu iddia eden safsata teoriler bu kurumlara sipariş edilir: “İşte Atatürk’ün emriyle hazırlanan ve her açıdan ırkçılık kokan ‘Güneş Dil Teorisi’ ve ‘Türk Tarih Tezi’ gibi zırvalar da böyle bir atmosferde ortaya atılmıştı. İnsanı acı bir tebessüme sevk eden ve ipe sapa gelmez ırkçı hezeyanlarla dolu olan bu ‘teori’ler bir süre sonra geri çekilmişse de, Kemalist devletin ırkçı şoven milliyetçiliği ve bu bağlamda Kürtlere yönelik baskıları ve saldırgan politikaları hep devam etmiştir.”7
Kemalist rejimin faşizmle flörtü 1923 İzmir İktisat Kongresinde liberal kapitalist çizginin benimsenmesine rağmen, bu doğrultuda istenen ekonomik ilerlemenin sağlanamaması ve 1929 yılında tüm dünyayı kasıp kavuran Büyük Buhran, Kemalist bürokraside yeni arayışlara yol açmıştır: “1930’lara gelindiğinde, Kemalist bürokrasinin gözünde artık liberalizmin eski itibarı kalmamıştı. Köken olarak zaten despotik bir devlet geleneğinden gelen ve totalitarizme eğilimli olan Kemalist bürokrasi için, İtalya ve Almanya’daki totaliter rejimler önemli bir cazibe merkezi oluşturuyordu. Bu totaliter rejimlerin Avrupa’da estirdiği faşizm ve Nazizm rüzgârları, totaliter eğilimli Kemalist yönetici kadroları güçlü bir biçimde etkilemişti. Bu etkilenme, Kemalist yönetici kadroların ırkçılık ve faşizm kokan bu yıllardaki söylemlerinde, faşist devletlerin yasalarından aktardıkları yasa maddelerinde (örneğin meşhur 141-142. maddelerin İtalyan Ceza Yasasından aynen alınması gibi) ve de genel olarak Kemalist devletin siyasal ve ideolojik açılımlarında kendini gös-
marksist tutum
Faşist İtalya’yı selamlayan Cumhuriyet gazetesi, Mussolini’nin lideri olduğu İtalyan Nasyonal Faşist Partinin simgesinin içine Türk bayrağı yerleştirecek kadar yakın hisler besliyordu faşizme
termektedir.”8 Faşist İtalya ve Stalinist Rusya’da sağlanan iktisadi ilerlemeler, Kemalistlerin de gözlerini bu ülkelere çevirmesini beraberinde getirmiştir. Sınıfsal doğaları bambaşka da olsa, her iki ülkede de otoriter, şefe ve onun tek parti diktatörlüğüne dayanan, anti-demokratik ve devletin ekonomide belirgin bir ağırlığı olduğu yönetimler hüküm sürüyordu. Dönemin tüm dünyada hâkim eğilimi de bu yöndeydi. Bu dönemde M. Kemal’in teşvikleriyle Başbakan İnönü öncülüğündeki Türk heyetleri önceleri İtalya ve SSCB’ye, 1930’ların ortalarında da faşist Almanya’ya geziler düzenliyorlardı. Rusya gezilerinin de katkısıyla İnönü devletçilik politikalarına ağırlık verilmesini savunuyordu. 1932’de İktisat Bakanlığına atanan ve liberal görüşleriyle tanınan Celal Bayar ile aralarındaki ekonomi politikalarına ilişkin tartışmalar da böylece başlar. İnönü, ekonomik gelişmenin devlet eliyle sağlanmasının yalnızca mümkün değil gerekli olduğunu savunur. Onun otoriter zihniyetinde, bu yaklaşım, devletin ve partinin tüm toplumsal ve siyasal yaşam üzerinde olduğu gibi ekonomik yaşam üzerinde de tam denetiminin zorunlu koşuludur, aksi durumda liberalizm bürokrasinin denetimi dışında bir burjuvazinin gelişiminin önünü açacaktır! Fabrikaların büyük kentlerde yoğunlaşmaması, bu fabrikalarda çalışacak işçilerin yarı köylü kalmaları hedeflenmelidir, çünkü aksi takdirde bürokrasinin denetimi dışında bir işçi sınıfı da ortaya çıkacaktır! Sınıfları, sınıf mücadelesi ve sınıf örgütlenmesini reddedip yasaklayan bu korporatist yaklaşım (ki günün faşist rejimlerinin tipik bir özelliği idi) doğrultusunda ilerleyen yıllarda Köy Enstitülerini de uygulamaya sokacaktır İnönü.9 Faşist eğilimler, devletin ve partinin yapısı hususunda çok daha belirgindir. Örneğin, İnönü’yle birlikte yurtdışı gezilerine katılmış olan M. Kemal’in yakın arkadaşlarından gazeteci ve milletvekili Falih Rıfkı Atay, Mussolini’yi ve onun faşist İtalya’sını öve öve bitiremiyor, Türkiye’nin onu örnek almasını salık veriyordu. 1932’de İnönü’yle bir-
9
marksist tutum
Haziran 2010 • sayı: 63
M. Kemal’in 1927 yılında CHP’nin “değişmez genel başkanı” ilan edilmesi gibi, onun ölümünün ardından toplanan CHP kongresinde İsmet İnönü de, M. Kemal’i “Ebedi Şef” kendisini ise CHP’nin “değişmez genel başkanı” ve “Milli Şef” olarak ilan ettirmişti. İnönü, faşist İtalya’dan devşirilmiş tüzük ve sıfatlarla tüm devlet yetki ve otoritesini kendi ellerinde toplamış, neredeyse faşist bir diktatör olarak ortaya çıkmıştı. likte İtalya’ya giden CHP Genel Sekreteri Recep Peker de, İtalyan devlet aygıtı ve faşist parti hakkında ayrıntılı bilgiler ediniyor ve dönüşünde CHP’yi faşist ilkeler temelinde reorganize edecek yeni tüzük hazırlıklarına girişiyordu. Bu tüzük taslağı biraz törpülendikten sonra 1935 Kurultayında kabul görmüş ve parti ile devlet özdeşleşmesini daha da pekiştiren düzenlemeler hızla hayata geçirilmiştir. Kemalizm sistematik bir ideoloji haline getirilmiş, “altı ok” icat edilip bunlar CHP programının yanı sıra anayasaya da eklenmişti: “CHP’nin iktidarı elinde tuttuğu bu dönemde parti-hükümet-devlet iç içe geçmiş ve özdeşleşmişti. CHP’nin 1935’teki kongresinde, ‘Türkiye toplumunun tüm bireyleri’ parti üyesi sayılmış, toplumun manevi varlığının ifadesi olan ‘ulus’un parti içinde toplandığı, partinin ‘ulus’ ve dolayısıyla devlet anlamına geldiği söylenmişti. Hatta 1936 tarihli bir genelgeyle partinin genel sekreteri İçişleri Bakanı, il başkanları da vali olarak atanmıştı. Böylesi bir korporatizmle birleşen devletçi ve bürokratik muhafazakârlık, resmi ideolojinin faşizan fikirlerle ne denli örtüştüğünün göstergesidir.”10
“Milli Şef” dönemi Bu faşist eğilim, M. Kemal’in ölümüyle zayıflamamış, günün uluslararası koşullarına bağlı olarak daha da güçlenmiştir. M. Kemal’in 1927 yılında CHP’nin “değişmez genel başkanı” ilan edilmesi gibi, onun ölümünün ardından toplanan CHP kongresinde İsmet İnönü de, M. Kemal’i “Ebedi Şef ” kendisini ise CHP’nin “değişmez genel başkanı” ve “Milli Şef ” olarak ilan ettirmişti: “İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye, ‘tek parti, tek millet, tek lider’ sloganıyla sembolize edilen faşizan bir bürokratik yönetim biçiminin işleyişine tanık olacaktı.”11 İnönü, faşist İtalya’dan devşirilmiş tüzük ve sıfatlarla tüm devlet yetki ve otoritesini kendi ellerinde toplamış, neredeyse faşist bir diktatör olarak ortaya çıkmıştı. Faşist Mussolini’nin “Il Duce” unvanından uyarlanan
10
“Milli Şef ” unvanının şu anlama geldiği anlatılıyordu: “Milli Şef yol göstericidir. … Milli Şefin sözleri herkes için bir ders, sonsuz bir ilham hazinesidir. Herkesin göremediğini gören, gelecekteki hadiseler hakkında en ehliyetli bir yetkiliymişçesine isabetli karar veren bir kişidir. Fert olarak bizim her zaman berraklıkla göremediğimiz esaslara parmak basan son derece açık ve doğru gören insandır. Türk milleti tek kalp, tek emel ve tek aşk halinde Milli Şefin etrafında birleşmiştir. Milli Şef konuştuğunda yalnızca kuvvetli bir parti başkanı ve çelik iradeli bir devlet başkanı değil, aynı zamanda bütün millet konuşur. Çünkü, Şefin sesi Türk milletinin sesidir. Türk yurdunda bir aile reisi samimiyeti, sevgi ve emniyet havası yaratan Milli Şef, Türk ailesinin tabii reisidir. Türk milleti onu babası kabul etmiştir. Milli Şef değişmez ve sorumsuzdur. Milli Şefin sık sık değişmesi partinin otoritesine zarar vereceği gibi, milletin şefi olmuş bir kişinin her dört senede bir şefliğinin devam edip etmeyeceğinin görüşülmesi onun otoritesine zarar verecektir. Bu sebeple Milli Şef değişmezdir. Milli Şefin insana hayret veren; zihin kuvvetlerinin meydana gelişinde ve onun mütefekkir oluşunda esaslı amil elbette yaratılışındaki başkalık ve üstünlüktür.”12 Aynı zaman diliminde para ve pullardan Atatürk resminin çıkartılıp İnönü resminin konulmasını da İnönü aynı despotik ve faşist zihniyetle, dönemin başbakan yardımcısına şöyle izah ediyordu: “Atatürk gibi eşsiz bir kahramana halef olmuştum. Benim için en büyük tehlike onun gölgesi altında erimek ve ezilmek idi. Devlet icraatının bütün sorumluluğu bana ait olmalıydı. Bunun için de kudretim neyse benim damgamı taşıyacak bir dönemin başladığının belli olması gerekiyordu. Paralara resim nakşedilmesi tarihten gelen bir devlet kudreti ve hâkimiyeti geleneği idi.” Burjuva solculara bakılacak olursa, İnönü, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşına girmekten kurtaran barışsever ve tarafsız bir liderdi. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. İnönü’yü savaşa katılmaktan alıkoyan en önemli faktör SSCB’den duyduğu korkudur. Nazi Almanya’sının savaşın ilk döneminde kazandığı başarılar, TC rejimini Nazi Al-
sayı: 63 • Haziran 2010
manya’sına daha da yaklaştırmıştı. TC’nin egemenleri, Nazi Almanya’sının zafer kazanmasına dönük tutkulu arzuları ile SSCB’nin savaştan galip çıkabileceğine ilişkin büyük endişeleri arasında sıkışıp kalmış, savaşta Nazilerin tarafında olduklarını açıkça ilan edememiştir. Ama bu durum TC egemenlerini, faşist Almanya ile gayrı-resmi bir ittifak kurmaktan ve özellikle Sovyet topraklarındaki Alman işgalini el altından desteklemeye çalışmaktan alıkoymamıştır. TC savaşa resmen girmemesine rağmen, uyguladığı savaş ekonomisi politikalarıyla halkı canından bezdirmiştir. Bu dönem boyunca bir taraftan vergi üzerine vergi çıkarılıp halk açıkça soyulurken, diğer taraftan enflasyonist uygulamalarla da dolaylı olarak yağmaya tâbi tutuluyordu. Savaşa dahil olan ülkelerin birçoğunda bile hayat pahalılığı yüzde 20 ilâ 25 oranında artarken, savaşın dışında kalmakla övünen Türkiye’de bu oran yüzde 500’lere yaklaşıyordu. Devletin ürettiği birçok temel madde piyasa değerinin 8 ilâ 10 katı arasında değişen değerlerle satılıyor, vergi borçlarını ödeyemeyenler çalışma kamplarına gönderiliyordu. İşçi sınıfı üzerindeki baskılar ve sömürü katlanarak artmış, faşist Almanya’daki uygulamalar Türkiye’ye taşınmıştı: “1940 yılında uygulamaya sokulan Milli Korunma Kanunu, 1936 yılında işçilere verilen bazı temel hakları ortadan kaldırmakla işe başlamıştı. Kadın ve çocukların çalışmasıyla ilgili İş Kanunundaki bazı hükümler bu dönemde askıya alındı. İşçilerin hafta tatili hakkı ellerinden alındı ve zorunlu bir sebep olmadıkça işlerinden ayrılmaları da yasaklandı. Maden ocakları civarında yaşayan köylülere, belirli bir süre maden ocaklarında çalışma mecburiyeti getirildi. 3 Nisan 1944’de çıkarılan bir kanunla işverenlere, işçileri işyerine bağlamak amacıyla zor kullanma hakkı tanındı. Bir mazeret göstermeksizin işinden ayrılan işçilerin bulunup zorla işyerine getirilmeleri ve bunun için yapılan masrafın da işçinin gündelik ücretinden kesilmesi kabul edildi.”13 Milli Şefin Nazizmden etkilenerek giriştiği bir diğer uygulama da, ırkçılığı apaçık olan Varlık Vergisi Kanunu idi (1942). CHP içindeki Nazi hayranı bakanların ve en başta da başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun gayretleriyle ülke içindeki gayrimüslimlere dönük olarak hazırlanan bu vergilendirme politikasıyla, serveti olmayan ve hatta dar gelirli sayılabilecek gayrimüslimlere bile ödeyemeyecekleri zaten belli olan çok yüksek vergiler çıkarılmıştı. Bu vergiyi ödeyemeyen binlerce insan Erzurum Aşkale’deki taş ocaklarına ve çalışma kamplarına gönderilmiş ve orada yok edilmişlerdir. Bu uygulamalarla, gayrimüslimlerin varlıklarının pek çoğu Türk zenginlerinin eline geçmiş, bir anlamda sermayenin Türkleştirilmesi süreci yaşanmıştır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi sıkıyönetim uygulamalarının, sosyalistlere karşı tutuklama kampanyalarının arkası kesilmemiş, diğer taraftan apaçık ırkçı, Turancı ve kafatasçı düşüncelerin önü tümüyle açılmıştır: “Bu dönemde Nazi Almanya’sı Türkiye’deki faşistleri siyasi ve mali yönden desteklemiş, devlet içindeki etkinliklerini arttırmaları
marksist tutum
1946 yılında yapılan ilk çok partili seçimler gerçekte tam bir düzmece idi. Demokratik bir seçimin olmazsa olmaz ilkesi olan “gizli oy, açık tasnif” ilkesi, Kemalist rejimde “açık oy, gizli tasnif” şekline bürünüvermiş ve doğal olarak seçimin galibi CHP oluvermişti.
için çaba sarf etmiştir. Türkiye’nin dış politikası da görünürde tarafsız ama gerçekte Alman yanlısı olduğundan, faşist kadrolar önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. İhracat ve ithalatta Almanya’ya öncelik tanınıyor, halk açlıktan kırılıp kuyruklarda sefillik çekerken buğday ve çeşitli gıda maddeleri Almanya’ya ihraç ediliyordu. Hatta ‘milli şef ’ İnönü Alman büyükelçisi Von Papen’e, komünizme karşı mücadelede ve SSCB konusunda ortak politikalara sahip olduklarını, Alman ordularının Sovyetler’i yenmesi maksadıyla Türkî bölgelerdeki ‘kandaşları’ ile görüşeceklerini ve Alman ordularına yardımcı olmalarına aracılık edeceklerini söylüyordu. Hükümetten üst düzey bürokratlara kadar pek çok kişi açıkça Nazi yanlısı fikirler ileri sürmekten çekinmiyordu. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, General Hüsnü Erkilet gibi isimlerin Nazi yanlısı tutumlarının yanı sıra Cumhuriyet, Tasvir ve Vakit gibi birçok gazete de PanTuranist ve ırkçı bir temelde Nazi Almanya’sının propa-
11
Haziran 2010 • sayı: 63
marksist tutum
gandasını yapıyordu. Saraçoğlu, ‘ben Türkçü bir başbakanım… Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir’ diye konuşuyordu. Burjuva devlet bir yandan kendini Nazi Almanya’sına ispatlamak için TKP’lilere ve solculara kan kustururken, diğer yandan askeri-sivil okullara yahut devlet dairelerine alınacak kişilerde ‘Türk ırkından olmak’ gibi şartlar aranmaya başlanıyor, ders kitaplarında açıkça Turancılık-ırkçılık propagandası yapılıyordu.”14 Faşist Alman ordularının Stalingrad’da yenilgiye uğraması ve ABD’nin Normandiya çıkartmasıyla birlikte savaşın gidişatı da değişmiş ve Milli Şef iktidarı ancak ondan sonra rotayı ABD ve müttefiklerine doğru kırmıştır. Bu kez, Müttefiklere yaltaklanma politikası sonucunda mahkeme yollarını tutanlar, yıllarca devlet tarafından beslenen faşistler olacaktı (“Turancılık Davası”). Savaşın bitiminin ardından, TC, ABD’ye, SSCB’ye yanaşmayacağını göstermek için sosyalistleri bir kez daha sindirmeye girişti. Komünizm karşıtı mitinglerin ardından, CHP’nin kışkırtıp organize ettiği linç taburları Tan Matbaası baskınıyla sosyalistlerin üzerine salındı. “Kahrolsun komünistler” şeklinde uluyanların arasında, sonraki dönemlerin meşhur sağcı siyasetçileri olacak şahısların yanı sıra İlhan Selçuk gibileri de vardı, hepsinin ellerinde de Atatürk ve İnönü posterleri! Kısa süre sonra, bu matbaanın sahipleri olan Sabiha ve Zekeriya Sertel’in ardından Sabahattin Ali de tutuklandı. Yeni kurulmuş Türkiye Sosyalist Partisi de birkaç ay içinde kapatıldı. Tek parti diktatörlüğü bitmesine bitmişti, ama egemen sınıfın emekçi halka reva gördüğü demokrasi ancak bu kadardı.
engelleme girişimlerine rağmen Çin’de devrim zafere ulaşmıştı. Bu koşullarda, savaştan zaferle çıkan emperyalist güçler, dünya halklarına vaat ettikleri demokrasiyi bir çırpıda gündemden kaldıramazlardı. İnönü yönetimi, savaş sonrası oluşan uluslararası konjonktürün basıncı altında ve yanı başındaki SSCB’den duyduğu korkuyla ABD şemsiyesi altına sığınmak istiyordu. Türk egemen sınıfı, bu amacına ulaşmak için, ABD’nin istediği değişiklikleri yapmak zorunda idi. Bunların başında da çok partili sisteme geçilmesi yer alıyordu. Bu uluslararası basınç ülke içinde artan huzursuzlukla birleşerek İnönü yönetimini ya istenen değişiklikleri belli ölçülerde hayata geçirmek ya da tümden rejimin bekasını tehlikeye atmak gibi bir seçimle karşı karşıya bırakmış ve “ihtiyatlı diplomatik devlet adamı” İnönü, tercihini güya demokrasiden yana yapmıştı. Bu basınçlar altında 1946 yılında yapılan ilk çok partili seçimler gerçekte tam bir düzmece idi. Seçimlerde oylar açık oy yöntemiyle kullanılmış, oy sayımları ise gizli yapılmıştı! Demokratik bir seçimin olmazsa olmaz ilkesi olan “gizli oy, açık tasnif ” ilkesi, Kemalist rejimde “açık oy, gizli tasnif ” şekline bürünüvermiş ve doğal olarak seçimin galibi CHP oluvermişti. Dört yıl sonraki 1950 seçimlerinde ise DP yüzde 52’lik bir oy oranıyla CHP’nin iktidarına son verdi. Tek parti diktatörlüğü boyunca kendileri dışında hiçbir siyasal eğilime tahammül edemeyen, her türlü muhalefeti kanla ve idam sehpalarında yok eden bir zihniyeti, çeyrek asrın ardından çok partili sisteme geçmeyi kabul etmek zorunda kaldı diye demokratlıkla taltif eden garabet bir anlayış bugün halen savunulabiliyor. İşte Kemalist solculuğun hali pür melâli!
“Çok partili sistemin mimarı” Yine burjuva solculara bakılacak olursa, İnönü, Türkiye’de çok partili sistemin ve demokrasinin mimarıdır. Dolayısıyla Kemalistlerin çizdiği tabloya baktığımızda karşımıza demokrat, barışsever ve solcu bir İnönü görüntüsü çıkmaktadır. Bu tablonun gerçeklikten ne denli uzak olduğunu gördük. İnönü, tıpkı selefi gibi, otoriter-despot, militarist, şoven, ırkçı ve statükocudur. İnönü’nün çok partili burjuva sistemin önünü açtığı doğrudur, ne var ki, bunu demokratlığından ötürü değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan uluslararası konjonktürün ve savaştan galip çıkan ülkelerin basınç ve dayatmaları sonucunda yapmak zorunda kalmıştı. Almanya’nın başını çektiği faşist bloka karşı altı yıl boyunca demokrasi ve özgürlük sahte söylemiyle savaşan Müttefiklerin savaştan galip çıkmasıyla, 1930’lu yıllar boyunca dünyada esen faşizm rüzgârı yerini demokrasi rüzgârına bırakmıştı. Faşizmin yenilgisiyle birlikte gerek Avrupa’da gerekse Asya ülkelerinde işçi hareketi ve ulusal kurtuluş hareketleri yükselişe geçmiş, İtalya, Yunanistan, Fransa, Balkanlar ve Doğu Avrupa’nın birçok ülkesinde devrimci durumlar ortaya çıkmıştı. Gerek ABD’nin gerekse de SSCB’nin tüm
12
_________________________ 1
Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /IV, Marksist Tutum, Mayıs 2008
2
Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay, s.233-4
3
Bu konuda detaylı bir analiz için bak: Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme
4
F. R. Atay, Çankaya, c.1, s.205
5
M. E. Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.137, Altın K.
6
Milliyet, 31 Ağustos 1930
7
Mehmet Sinan, agm
8
Mehmet Sinan, agm
9
İlkay Meriç, Efsaneleştirilen Köy Enstitüleri ve Gerçekler, Marksist Tutum, Nisan 2008
10
Kerem Dağlı, Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi /1, Marksist Tutum, Aralık 2006
11
Mehmet Sinan, agm
12
bkz. Osman Akdere, Milli Şef Dönemi, İz Yayınları
13
Mehmet Sinan, agm
14
Kerem Dağlı, agm
Yunanistan’da “Tembeller” İsyanda, Burjuvazi Panikte İlkay Meriç
K
apitalizmi sarsan küresel ekonomik kriz, burjuvazinin sistemi rayına oturtmaya dönük bütün çabalarına rağmen Avrupa’da da tüm dengeleri altüst etmiş bulunuyor. Euronun hızla değer kaybetmesi, bütçe açıklarının burjuva devletleri iflas noktasına sürüklemesi, işsizliğin çığ gibi büyümesi ve sınıf hareketinin militanlaşması, egemenleri kara kara düşündürüyor. Ancak sermayenin temsilcileri, yıllardır uyguladıkları neoliberal ekonomi programlarını daha da ağırlaştırarak hayata geçirmekten başka bir çıkış yolu bulamıyorlar. Bu saldırı programının en acı reçeteler eşliğinde uygulamaya koyulduğu ülkelerden biri de Yunanistan. Ne var ki Yunan işçi sınıfı boynunu bıçağın altına uysal bir koyun gibi uzatmıyor. Bilindiği gibi neoliberal saldırı programları yıllardır tüm dünyada uygulanıyor. Kamu harcamalarının kısılmasıyla, özelleştirmelerle, güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılmasıyla, reel ücretlerin sürekli olarak düşmesiyle vb. karakterize olan bu saldırılar, işçi sınıfının örgütlülük düzeyine ve mücadele geleneğine bağlı olarak kimi ülkelerde daha sorunsuzca ve kısa sürede, kimilerindeyse sancılı ve sürüncemeli bir şekilde hayata geçirildi. Yunanistan ise bu saldırıların büyük bir dirençle karşılaştığı ülkelerden biri oldu hep. 1990’lardan bu yana Yunan işçi sı-
nıfı da büyük bir ücret kaybına uğradı, işsizlik giderek arttı, sigortasız ve güvencesiz çalışma alabildiğine yaygınlaştı. Ne var ki, Yunanlı işçiler, mücadele gelenekleri sayesinde, saldırıların burjuvazinin istediği hızda ve ölçüde gerçekleştirilebilmesinin önüne geçmeyi başarabildiler. Bu durumdan Yunan burjuvazisi de Avrupa burjuvazisi de son derece rahatsızdı. Yunanistan’ın “asi” işçileri Avrupalı sınıf kardeşlerine kötü örnek olmaktaydı ve cezalandırılmalıydı! İşte şimdilerde Yunan burjuvazisinin Avrupa burjuvazisiyle el ele vererek yaptığı tam da budur. Bunun yanı sıra Yunanistan, AB burjuvazisi için, işçi sınıfının tepkisinin sınanacağı bir test sahası vazifesi de görmektedir aynı zamanda.
AB-IMF-PASOK ortak yapımı bir klasik AB’nin IMF’nin de katkısıyla Yunanistan’a 110 milyar euroluk kredi vermeyi kabul etmesinin ardından, PASOK hükümeti, bu kredi anlaşmasının bir gereği olarak, bütçe açığını üç yılda %13,6’dan %3’ün altına indirme taahhüdüyle büyük bir saldırı programını yürürlüğe koydu. Gelir vergisinin artmasından çekinen kapitalistler ellerindeki milyarlarca doları yurtdışındaki off-shore hesaplarına kay-
13
Haziran 2010 • sayı: 63
marksist tutum
dırırken, açıklanan saldırı paketi her yerde olduğu gibi Yunanistan’da da sadece emekçileri vurdu. Kamu harcamalarında 30 milyar euroluk kesintiye gidilmesini öngören bu plana göre, ücretler 2014 yılına kadar dondurulacak, çalışanların ve emeklilerin yasal hakkı olan yılda iki maaş ikramiyeleri (Paskalya ve Noel) kaldırılacak, sosyal haklar iyice budanacak. İşten çıkarmaları yasal açıdan kolaylaştırmaya girişen PASOK hükümeti, gençlerin asgari ücretin altında ücretlerle çalıştırılmasının önünü açan bir yasayı da bu pakete sokmuş durumda. Saldırılar emeklileri de es geçmiyor. Emekli maaşları düşürülürken, emeklilik yaşı 65’ten 67’ye, tam kapsamlı emekliliği hak etmek için gerekli çalışma süresi 35 yıldan 40 yıla çıkartılıyor. Yunan hükümeti, AB’nin ve IMF’nin borç vermek için dayattığı, emekli olacak işçilerin yerine kimseyi almayarak kamuda 200 bin kişilik bir küçülmeye gitme ve kamu yatırımlarını azaltma koşulunu da kabul etmiş bulunuyor. Bunların yanı sıra, geçtiğimiz aylarda %19’dan %21’e çıkarılan KDV, 2 puan daha arttırılıyor. Akaryakıta, sigaraya ve alkollü içkilere %10 ek vergi geliyor. Tüm bu saldırılar karşısında sessiz kalmayıp direnen Yunan işçi sınıfı, bu yüzden uluslararası ölçekte uygulamaya koyulan bir karalama kampanyasına da maruz kalıyor. Türkiye de dahil olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde, burjuva medya, bangır bangır yaptığı yayınlarla, Yunanistan’da kamu çalışanlarının oranının çok yüksek olduğu, bunların hiçbir iş yapmadan para kazandığı, işçilerin dolgun maaşlarla erkenden emekli olup devleti soyduğu, krize ve devletin iflasa sürüklenmesine AB’nin paralarını yiyen “tembel, şımarık ve asi” Yunanlı işçilerin yol açtığı yalanlarını yayıyor. Oysa bizzat AB İstatistik Bürosunun (Eurostat) verileri bu iddiaların tümüyle yalan olduğunu ortaya koyuyor. Bu veriler, AB üyesi ülkeler içinde enflasyonu en yüksek ikinci ülke olan Yunanistan’da (%4,7), ücretlerin iddia edilenden çok daha düşük seviyede olduğunu gösteriyor. Aynı veriler, haftalık çalışma saatlerinin de Avrupa ortalamasının üzerinde olduğuna işaret ediyor. Haftalık çalışma süresinin AB ortalaması 40,3 saatken, bu süre Yunanistan’da 42 saate çıkıyor. Burjuva medya aracığıyla yayılan yalanların aksine Yunanistan’da, sosyal güvenlik primi ve vergiler dahil olmak üzere ortalama aylık brüt işçi ücreti 803 eurodur. Bu rakam AB ülkelerinin büyük bir çoğunluğunun altındayken (örneğin Fransa’da 1250, İrlanda’da 1300 euro), asgari ücret sadece 740 eurodur ve PASOK hükümeti buna da göz dikmiştir. 2500 euro maaş alıyorlar denilen emeklilerin hali pür melaline gelince. Yunanlı emekliler gerçekte ortalama 750 euroluk maaşa talim ederken, bu rakam İspanya için 950, İrlanda için 1700, Belçika için 2800 eurodur. Üstelik Yunanlı emeklilerin bu “dolgun maaşı”, yeni paketin hayata geçmesiyle birlikte daha da kırpılacaktır.
14
Kamu çalışanlarının oranının Avrupa’nın en yüksek ülkesi olduğu da tümüyle yalandır. İsveç’te %34, Fransa’da %30, Hollanda’da %27 olan bu oran Yunanistan’da %23’ün altındadır. Üstelik yüz binlerce kamu emekçisi, geçici iş sözleşmeleriyle, eksik haklarla ve düşük ücretlerle çalıştırılmaktadır. Hatırlanacak olursa, Türkiye’de de 1980’lerden itibaren bu yalan eşliğinde kamu çalışanlarına muazzam bir saldırı başlatılmış ve kamu çalışanlarının sayısı son derece azaltılmıştı. Benzer bir kampanya şimdi de Yunanistan için yürütülüyor. Ancak Yunan işçi sınıfı, bu saldırılara kolayına boyun eğmeyeceğini birbiri ardına gerçekleştirdiği genel grevlerle gösteriyor.
İşçi sınıfı ayakta Bu grevlerin en kitleseli 5-6 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirildi. Kamu işçilerine özel sektör çalışanlarının da destek verdiği iki günlük genel grevde Yunanistan’da hayat felce uğradı. Ancak bu kez yüz binlerin öfke dolu gösterileri, yakın dönemde yaşanan diğer genel grevlerden farklı olarak adeta bir isyan provasını andırıyordu. Atina’da 150 bini aşkın işçi sokaklara dökülürken, başta Selanik olmak üzere tüm büyük kentlerde de on binlerce işçi, “Hırsızlar için hiçbir fedakârlıkta bulunmayacağız” çığlığını yükselterek meydanlardaydı. Yunanistan’ın nüfusunun 11 milyon olduğu dikkate alındığında, bu sayıların oransal olarak ne kadar büyük kitlelere tekabül ettiği daha net anlaşılabilir. Atina’da 5 Mayısta gerçekleştirilen gösteriler, 1974 yılında faşist Albaylar Cuntasının devrilmesine yol açan kitlesel protestolardan bu yana yaşananların en geniş katılımlısı olarak tarihe geçti. Atina sokaklarını sloganlarıyla gün boyu inleten işçiler, öğrenciler, emekliler, IMF-AB-PASOK ortak yapımı “kemer sıkma” planlarına ateş püskürürken sık sık polisle çatıştılar. Nitekim Atina’da 5 Mayısta gerçekleştirilen gösteriler, 1974 yılında faşist Albaylar Cuntasının devrilmesine yol açan kitlesel protestolardan bu yana yaşananların en geniş katılımlısı olarak tarihe geçti. Atina sokaklarını sloganlarıyla gün boyu inleten işçiler, öğrenciler, emekliler, IMFAB-PASOK ortak yapımı “kemer sıkma” planlarına ateş püskürürken sık sık polisle çatıştılar. Öfkeli yığınlar parlamentoyu da saatlerce kuşatma altında tuttular. İşçiler dünyaca ünlü Akropolis tapınağına “Avrupa Halkları Ayaklanın” yazılı büyük bir pankart asarlarken, tüm tarihi yerler gibi Akropolis’i de turist ziyaretine kapattılar. Gösteriler sırasında bir banka şubesine molotof kokteyl atılması sonucunda çıkan yangında 3 banka çalışanının dumandan zehirlenerek hayatını kaybetmesinin ardından, burjuvazi buna, grevi karalayıp protestoları sona erdirmek için bulunmaz bir fırsat olarak dört elle sarıldı.
sayı: 63 • Haziran 2010
İşçiler, teröristlikle, vahşilikle, vandallıkla suçlandılar. Ancak, ülkenin en büyük burjuvalarından birine ait olan bu bankanın hiçbir şubesinde yangın merdiveninin ve yangın söndürme tertibatının bulunmadığını, o gün içerde çalışan işçilerin banka yönetimi tarafından işten atılmakla tehdit edilerek çalışmak zorunda bırakıldıklarını açıklayan banka çalışanları sendikası ve işçiler, asıl suçlunun bizzat kapitalistler olduğunu ortaya sererek bu kirli oyunu bozmayı başardılar. Devletin ve burjuva medyanın anarşist gruplara yıkmaya çalıştığı, ancak doğrudan polis provokasyonu olma ihtimali de bulunan bu eylem bahane edilerek işçilere acımasızca saldırıldı, sosyalistlerin büroları basıldı, 100’e yakın insan gözaltına alındı. Ne var ki bu polis terörüne rağmen emekçiler korkup sinmediler. Grev, gösteriler eşliğinde ikinci gün de devam etti ve parlamento önünde 25 bin kişi toplanarak protestoları sürdürdüler. Benzer şekilde, 20 Mayıstaki son genel grev de çok yüksek bir katılımla gerçekleştirildi ve Atina’da ve Selanik’te on binlerce işçi, PASOK’un meclise getirdiği yeni sosyal güvenlik yasasını protesto etti.
Burjuvazi panikte Yunan işçi sınıfı aylardır ayakta ve yılbaşından beri beş ayda beş genel grev gerçekleştirdi. Sendikaların tepesine çöreklenen burjuvalaşmış bürokratlar, öfkeli kitlelerin gazını almak için razı gelmek zorunda kaldıkları genel grevlerde, katılımı ve militanlığı mümkün olduğunca sınırlamaya çalışıyorlar. Ancak bunu başaramıyorlar. Özellikle 5-6 Mayıs genel grevi, işçi sınıfının kabından taşan öfke selinin önünde hiçbir engelin duramayacağının, sıradan gibi görünen bir eylemin dahi günü geldiğinde önüne geçilemez bir ayaklanmaya dönüşebileceğinin ipuçlarını vermiştir. Bir isyan provasına dönüşen bu grevin ardından korkuya kapılan Yunan burjuvazisi kara kara ne yapacağını düşünmeye başlamıştır. Demokratik hakları askıya alacak ve anayasayı bu gözle yorumlayacak yeni bir hükümet kurulması gerektiğinin, Papandreou’nun böyle bir hükümete önderlik etmeye uygun olmadığının, Eleftherotypia gibi bir gazetede ve ünlü bir gazeteci tarafından dillendirilmesi tesadüf değildir. Söz konusu yazıda açık açık, olağanüstü yetkilere sahip böylesi bir hükümetin, anayasanın bazı maddelerini askıya alması, grev hakkını sınırlaması, son genel grevde yaşananlara benzer eylemleri yasadışı ilan etmesi, hassas bölgelerde gösteri yapılmasını yasaklaması savunulmaktadır. Tüm bunlar, burjuvazinin sınıf çatışmasının daha keskin bir aşamaya sıçraması durumunda izleyeceği yolun sinyallerini vermeye başladığını gösteriyor.
marksist tutum
Paniğe kapılan sadece Yunan burjuvazisi de değildir. Başta AB ülkeleri olmak üzere küresel sistemin tüm oyuncuları Yunanistan’da patlak verecek devrimci durumun kısa zamanda bir salgına dönüşerek tüm sistemi vuracağından endişe etmektedirler. Bu nedenle de Yunan işçi sınıfına öfke kusmaktadırlar. Nitekim bu yangının diğer ülkelere sıçramasının önüne geçmek için, satılmış kalemler anında harekete geçirilmiştir. İşte 5 Mayısta Yunanistan’da olanları görünce feleği şaşan bir satılmış kalemin, “Yunanistan Avrupa’ya Yakışmıyor” diyerek Türkiye’den döktürdüğü satırlar: “Zeus’un evlatları, dün Atina’yı yakıp yıkarken, iyi ki, dedim, şımarık tembellerin değil, her şeye rağmen çalışkan, sabırlı, inançlı insanların ülkesinde yaşıyorum. Yıllardır üretmeyen, çalışmayan, kafelerde Frappe’lerini yudumlayıp sadece şikâyet üstüne şikâyet eden Yunanlılar, (…) utanç içinde başlarını öne eğip “Yedik içtik, yıllardır Avrupa’nın parasıyla dev bir kamu sektörünü yolsuzluk ve üretimsizlikle şişirdik” diyeceklerine, hiddetlenip yakıp yıkıyorlar. (…) Yunanistan’a giden herkes, o ülkedeki otorite-nefretini, çalışmaalerjisini, anarşist ruhu bilir. (…) Olympos’un sahte tanrıları gerçeklik duvarına toslayınca, bir anda çılgına dönüp “demokrasinin beşiği”ni Kırgısiztan’a çeviriverdiler. O zaman hak ettikleri yer de Avrupa değil Orta Asya olmalı...” Bu kalemşor, Atina sokaklarındaki “kaos ve isyan görüntüsünün” Türkiye’de asla yaşanmayacağını, bu toprakların “uysal” işçilerinin Meclis’i basma gibi bir girişimde asla bulunmayacaklarını söyleyerek, Türkiye işçi sınıfını pışpışlamaya da kalkmaktadır: “Türkiye’de siyasi kavga yok mu sanki? İşsizlik, açlık deseniz, Yunanistan’dan kat kat fazla. (…) Ama Türkiye her defasında ne yaptı? Başını dik tutup kat-lan-dı. Anadolu’nun ruhu bu. Kanaatkâr ve sabırlı. Müslüman Kalvinistleriz biz. Fransızlar gibi dırdır, İspanyollar gibi âlem, Yunanlılar gibi vıdı vıdı yapmaktansa, Almanlar gibi ilerliyoruz adım adım. (…) Kızdığımız yok mu? Çok. (…) Ama ne yapıyoruz biliyor musunuz sevgili Yunanlı dostlar? Sıramızı bekleyip, sandığa gidip sessizce oyumuzu atıyoruz. İktidara getirip, mem-
15
marksist tutum
nun kalmayınca alaşağı ediyoruz. Demokrasimiz mükemmel değil; çok eksiği gediği var. Ama yine de demokratik sabırla çok şeyin üstesinden geldik bu ülkede. Siz hiç dün Atina sokaklarındaki kaos ve isyan görüntüsünü; kafası bozulan Türklerin bir muz cumhuriyetinde yaşarmış gibi Meclis’i basabileceğini düşünür müsünüz?” (Aslı Aydıntaşbaş, Milliyet, 6 Mayıs 2010) Türkiye burjuvazisi ve çanakyalayıcıları “bizim halkımız kanaatkârdır, sabırlıdır” diyerek yüreğine su serpmeye çalışadursun, Yunanistan’daki olası bir devrimci durumun yansımasının ilk hissedileceği yerlerden birinin Türkiye olacağı açıktır. Bu grevden bir hafta sonra Erdoğan’ın 10 bakan ve 100 işadamıyla Atina’ya gitmesi ve bir yandan Türkiye burjuvazisine yeni yatırım alanları açmaya çalışırken bir yandan da birlikte neler yapabilirizin müzakere edilmesi boşuna değildir. Türkiye burjuvazisi bir yandan komşudaki yangını fırsata çevirmek isterken, öte yandan alevlerin kendi evine sıçramaması için kova kova su taşımak zorunluluğu duymaktadır.
İsyan yayılıyor, tarih sınıf devrimcilerini göreve çağırıyor! Çok açıktır ki, işçi sınıfının en zor koşullarda çalışarak ürettiği devasa kaynakları har vurup harman savuran gerçek tembeller ve şımarıklar, üretmeden üretilene el koymak dışında hiçbir maharetleri olmayan asalak burjuvalardır. Bu asalaklar, yarattıkları krizden çıkmak için de yine emekçilerin ümüğüne sarılmaktadırlar. Türkiye işçi sınıfının yakından tanıdığı saldırı paketleri sadece Yunanistan’la sınırlı kalmayıp Avrupa’nın diğer ülkelerinde de bir bir uygulamaya konmaktadır. İngiltere’de çiçeği burnunda Muhafazakâr-Liberal koalisyon hükümetinin ilk icraatı kamu harcamalarında kesintiye gidileceğini açıklamak oldu. İspanya’da sözde “sosyalist” Zapatero hükümeti, bütçe
16
Haziran 2010 • sayı: 63
açığını kapatmak adına kamu harcamalarında 15 milyar euroluk kesinti yapma ve 2011 yılında ücretleri dondurma kararı alırken, sendikalar 2 Haziranda genel greve gideceklerini ilan ettiler. İtalya, Portekiz, Romanya gibi ülkelerde de benzer saldırı paketleri gündemde ve işçi sınıfı bu duruma ateş püskürüyor. Romanya’da 6 ay önce iktidara gelen sağcı hükümetin hayata geçireceğini açıkladığı “kemer sıkma” tedbirleri, başkent Bükreş’i, Çavuşesku’nun devrilmesine yol açan işçi protestolarından bu yana görülen en geniş katılımlı protesto gösterilerinin sahnesi haline getirdi. Çalışanların ücretlerinde %25, emekli maaşlarında ise %15 indirime gidileceğini açıklayan hükümet, son olarak 19 Mayısta başkent sokaklarına dökülen 40 bin işçi tarafından protesto edilirken, “1989’da diktatörlüğü devirirken yaptığımız gibi güçlerimizi birleştirmeliyiz” çağrılarına polis sendikasından da destek açıklamaları geldi. Bütün bunlar, dünya ölçeğinde yaşanan derin ekonomik krizin büyük toplumsal çalkantılara yol açacak bir tarihsel bunalım olduğunu gösteriyor. Burjuva hükümetlerin iktidara gelir gelmez yıpranmaya başladıkları, işçi kitlelerin öfkesinin yatışmak bir yana giderek daha da tırmandığı, ekonomik-siyasal-toplumsal istikrarsızlığın mevcut konjonktüre damgasını bastığı sarsıcı bir kriz döneminden geçiyoruz. Birbiri ardı sıra patlak verecek ve zincirleme yayılacak devrimci durumlara gebe bu süreçte, toplumsal patlamaların devrimle taçlanmasının önündeki tek engel, işçi sınıfının enternasyonalist bir devrimci siyasal önderlikten yoksun olmasıdır. Yunanistan işçi sınıfı da bugün bu eksikliği tüm yakıcılığıyla hissetmektedir. Marksist geçinen reformistler PASOK’u sola çekme hayaliyle sınıfa ihanet ederken, yapılan son anketler bu burjuva partinin oy oranının birkaç ay içinde 10 puan birden düştüğünü göstermektedir. Üstelik bu oylar sağcı Yeni Demokrasi Partisine de gitmemiş, ankete katılanların %60’ı yeni bir sol partiye ihtiyaç olduğunu düşündüğünü beyan etmiştir. Bu durum kitlelerdeki hoşnutsuzluğun ve düzen dışı sol bir alternatif arayışının önemli bir göstergesidir. Yaşananlar, işçi sınıfının militan bir sınıf olarak varlığını yitirdiğini söyleyenlerin tarihsel yanılgısını ispat ettiği gibi, Bolşevik temellerde inşa edilmiş bir devrimci önderlik olmaksızın yükselen sınıf hareketinin daima düzenin sınırlarına çarpıp parçalanmaya ve devrimci durumların heba olmasına yazgılı olduğunu da acı bir şekilde göstermektedir. Gün, proleter devrim yolunda işçi sınıfının enternasyonalist komünist örgütlülüğünü güçlendirme günüdür.
Genç Nüfusta N İşsizlik Artıyor,r, Burjuvazi Artı Korkuyor! Utku Kızılok
N
isanın ortalarında G20 ülkelerinin çalışma bakanları Washington’da bir toplantı yaptılar ve işsizlik meselesini tartıştılar. Toplantıda, işsiz kitleler içinde genç nüfusun artış göstermesine dikkat çekilmiş. 15-24 yaş arası genç nüfustaki işsizlik oranları, 25 yaş üstü nüfustaki işsizlik oranlarının bir hayli üzerine çıkmış bulunuyor. Bu yükseliş, kapitalizmin sözcülerini küresel düzeyde konuyu ele almaya ve tartışmaya itiyor. Zira ileri kapitalist ülkeler dâhil tüm dünyada işsizliğin hızla yükselmesi ve genç işsiz nüfusun artması, sistemin sahiplerini ve sözcülerini kaygıya ve korkuya itiyor. Kaygılılar, zira işsizliğe ve yoksulluğa ittikleri kitlelerin kapitalizme karşı devrimci ayaklanmasından korkuyorlar. “Sosyal patlama” olarak kavramlaştırdıkları ve böylece yumuşatmaya çalıştıkları şey, gerçekte devrim korkusudur. Sermayenin uluslararası sözcüleri bir taraftan korkularını bastırmak için ıslık çalarken, diğer taraftan da bu korkunun haklı bir temeli olduğunu ortaya koyuyorlar. G20 ülkelerinin çalışma bakanlarının toplantısının dışında, OECD ve IMF’nin de aynı günlerde işsizliğe ve özellikle genç nüfustaki işsizliğe dikkat çekmesi bunun delili. Nisan ayında “Dünya Ekonomik Görünümü” adıyla bir rapor yayınlayan IMF, işsizlik oranlarının son krizle birlikte, önceki krizlere nazaran daha fazla arttığına dikkat çekiyor. OECD’nin, “Kriz Süresince Artan Genç İşsizliği: Bir Nesil Üzerindeki Uzun Vadeli Olumsuz Sonuçlar Nasıl Önlenebilir?” adıyla bir rapor yayınlaması ayrıca önemli. Zira rapora göre, son krizle birlikte OECD ülkelerinde genç nüfustaki işsizlik 6 puan yükselerek %19’a çıkmış bulunuyor. Bu milyonlarca gencin işsiz olduğu anlamına gelmektedir. Raporun, işsizliğin genç nüfus üzerinde yaratacağı “olumsuz sonuçlar”a dikkat çekmesinin anlamı ise malûm: Kapitalizmden umudunu kesen milyonlarca gencin öfkesinin sistemin temellerine yönelebileceğine işaret ediliyor. Raporun bir başka saptaması var ki, devrimci Marksizmin kapitalizm tahlilini bilmem kaçıncı kez doğruluyor. OECD genel sekreteri Angel Gur-
Tek amacı daha fazla kâr olan, bu temelde doğayı ve insanlığı dizginsiz bir şekilde sömüren, her yönden toplumu yıkıma sürükleyen kapitalizm, ne işçi sınıfına ne de bu ordunun genç bölüklerine insanca bir yaşam sunabilir. İşsizler ordusu da dâhil tüm emekçi kitlelere insanca bir yaşamı ancak ve ancak sosyalizm sağlayabilir. İnsanlığı ve doğayı kapitalizmin elinden kurtaracak yegâne çözüm, işçi sınıfının iktidarı ele geçirerek sosyalizm yolunu açmasıdır. Kapitalizm belâsından insanlığı kurtarma mücadelesinde gençliğe büyük bir görev düşmektedir. Genç işçi kitleleri kapitalizmden boşuna medet ummak yerine, sermayenin sözcülerinin ve ideologlarının dikkat çektiği devrim korkusunu gerçeğe çevirmek için devrimci mücadele bayrağını yükseltmelidirler.
17
Haziran 2010 • sayı: 63
marksist tutum
ria, küresel krizle birlikte tırmanışa geçen işsizliğin eski seviyelerine gerilemesi için en az beş yıl geçmesi gerektiği söylüyor. Ancak bu bir temenni… Nitekim aynı genel sekreter, kriz bitse bile işsizliğin azalmayacağına ve ekonominin istihdam olmadan düzeleceğine vurgu yapıyor. Yani, sistemin işleyişinin doğal bir sonucu olan, kriz dönemlerinde daha da büyüyen ve böylece kapitalizmin boynunda bir değirmen taşı gibi asılı duran işsizlik, her derin kriz sonrasında yeni bir eşiğe yükselmekte ve bu genel seviyede kalıcılaşmaktadır. Krizle birlikte, dünya ölçeğinde işsizliğin nasıl arttığına ve bunun ne gibi sonuçlar yaratacağına bakmadan evvel, kapitalizmin işsizliği nasıl oluşturduğuna, nasıl kronik hale getirdiğine ve işçi sınıfı üzerinde nasıl bir kamçı gibi kullandığına bir göz atalım.
İşsizlik kapitalizmin çocuğudur İşsizlik ne fazla nüfus artışından, ne hükümetlerin yanlış ekonomi politikalarından ne de “işçi maliyetlerinin yüksek olmasından” kaynaklanır. İşsizlik, kapitalist işleyişin doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur, onun eseri ve çocuğudur. Eski üretim ilişkilerini tasfiye eden, tüm toplumu burjuva üretim ilişkilerinin içine çeken, genelleşmiş meta üretimini yaratan kapitalizm, emekçi kitlelerin önemli bir kısmını üretim alanının dışına itmekte, işsiz bırakmaktadır. Kapitalistler kârlarını arttırmak için emek verimliliğini arttırmak, makineleri daha da yetkinleştirmek isterler. Makinelerin yetkinleşmesi ve emek üretkenliğinin artmasıyla, eskiden iki işçinin yapabildiği işi artık yenilenen teknolojiyle bir işçi tek başına yapabilir hale gelir. Yani kapitalist aynı zaman diliminde çok daha az işçiyle aynı miktarda ürünü üretmeye devam eder. Bunun anlamı giderek büyüyen bir işsizler ordusu ve işsizliğin kronik hale gelmesidir. Böylece sınıfsız bir toplum kurulmasının kaldıracı olacak olan emek üretkenliğindeki artış, kapitalizmde işgücünün yoğun sömürüsünün, milyonların işsiz, aç ve yoksul kalmasının araçlarına dönüşür, iktisadi krizlerin yolunu döşer. Emek üretkenliğinin artması nedeniyle işsizliğin büyümesi kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucudur. Bunun yanı sıra, kapitalist, işgününün uzatılması ve iş temposunun yoğunlaştırılması sayesinde üretim sürecinde daha az işçiye ihtiyaç duyar ve böylece işsizler ordusu bu yolla da büyümeye devam eder. Kuşkusuz bunlar sınıf mücadelesinin düzeyine ve sınıfsal güç dengelerine bağlı olarak belirlense de, kapitalistlerin her daim hâkim kılmak istediği şeydir. Bu saldırılar kriz dönemlerinde daha da tırmandırılır ve işsizler ordusu alabildiğine büyür. Kapitalistlerin çalışan işçiler üzerinde bir kamçı olarak kullandığı işsizlik, kriz dönemlerinde işçilerin sırtında çok daha şiddetli şaklamaya başlar. Sosyal haklar gasp edilir, ücretler düşürülür, işgünü uzatılır ve iş temposu alabildiğine yoğunlaştırılır. Böylece kapitalistler yoğun bir sömürüyle kâr oranları-
18
nın düşmesinin önüne geçmeye çalışırlar. Bu yoğun sömürü, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle geriletilmediği müddetçe kalıcılaşır ve normalleşir. Krizden çıkılsa ve ekonomik büyüme sağlansa bile, işten atılan işçilerin tümünün işlerine geri dönmesini sağlayacak düzeyde bir istihdam –özel tarihsel dönemler hariç– söz konusu olamaz. Ekonomik büyüme kriz sürecinde işlerini kaybetmeyen işçilerin yoğun sömürüsü üzerinde yükselir ve kriz bittiğinde, krizle birlikte genişleyen işsizler ordusunun ancak küçük bir kısmı istihdam edilir. Kısacası, bir taraftan verimlilik artar, ekonomi büyür, kâr oranları yükselirken, kapitalizmin boynunda bir değirmen taşı gibi asılı duran kronik işsizlik ağırlaşmaya devam eder.
Korkularını gerçeğe çevirelim! Yani kapitalizm her adımında büyük çelişki ve çatışma üretmeye devam eder. Ekonomik krizler gibi işsizlik de kapitalizmin doğasından kaynaklanır. Bu nedenle işçi kitleleri, burjuva ideologların ve burjuva hükümetlerin krizlere ve işsizliğe dair yalanlarına asla kanmamalıdır. Kapitalizmde ne krizler son bulacaktır ne de işsizlik. Çok uzağa gitmeye gerek yok, bu konuda Türkiye’ye bakmak yeterlidir. 1995-2000 yılları arasında resmi verilere göre işsizlik %6 ilâ 7 civarlarında gezinirken, 2001 kriziyle birlikte %10 bandına oturmuştur. Üstelik de 2002’den sonra ekonomi 2009’a kadar %6’nın altına düşmeyen ve kimi zaman %10’a kadar tırmanan bir büyüme kaydetmiştir. Oysa mantıksal olan ekonominin büyümesine paralel olarak istihdamın da artması ve işsizliğin azalması değil midir? Ancak kapitalizmde mantık aramak nafile bir çabadır. Tam da yukarıda anlattığımız nedenlerden dolayı işsizlik, krizle birlikte tırmandığı noktadan aşağıya inmezken, reel ücretler düşmüş, verimlilik ise bir hayli yükselmiştir. Meselâ, 2000 yılında “verimlilik” endeksi yaklaşık 115 iken, işsizliğin %10’un üzerine tırmandığı ama ekonominin %9,9 oranında büyüdüğü 2004’te 145 olmuştur. Aynı yıllar içinde reel ücret endeksi 110’dan 83’e doğru gerilemişÜlke ABD
İşsizlik oranı (%) 10.1
Fransa
10
İspanya
19.4
İngiltere
7.8
Kanada
8.5
Japonya
5.3
Almanya
7.6
Şili
10.2
İtalya
8.3
Türkiye
14.5
Brezilya
7.7
sayı: 63 • Haziran 2010
tir. Tüm bu verilerin anlamı açıktır: İşgünü uzatılmış, iş temposu artırılmış ve yoğunlaştırılmış, sosyal haklar gasp edilmiş, ücretler düşmüş, ama ekonomi büyümüştür. Yani emek sömürüsü muazzam oranlarda artmıştır. Küresel krizle birlikte önce %16’ya tırmanan, bilahare %14,5 düzeyine inen bugünkü işsizlik oranının, ekonomik büyüme gerçekleştiğinde de çok fazla gerilemeyeceğini vurgulamak gerekiyor. Yukarıda çizdiğimiz tablo ve krizle birlikte daha da artan kapitalist saldırılar da bunun böyle olacağını göstermektedir. Elbette işçi sınıfının bir kesiminin yoğun biçimde sömürülmesi, bir kesiminin de işsizlik cenderesine itilmesi olgusu yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Başta ileri kapitalist ülkeler olmak üzere tüm dünyada işsizlik hızla büyümektedir. Örneğin, ABD’de 2001 yılında %4,8 olan işsizlik oranı, süreç içinde tırmanmış ve krizle birlikte %10’un üzerine çıkmıştır. Yani “rüyalar ülkesi” ABD’de de on milyonlarca işçi işsizlik belâsıyla boğuşuyor. Üstelik hiçbir ülkede resmi işsizlik oranları gerçek durumu yansıtmamaktadır. İleri, orta ve az gelişmiş kapitalist ülkelerde farklı düzeylerde de olsa, özellikle erkeklere göre kadınların işgücüne katılımı düşüktür. Meselâ Türkiye’de erkeklerin işgücüne katılım oranı %70 iken, kadınlarınki %26 düzeyindedir. “Ev kadını” damgası vurulan milyonlarca kadın, üretim sürecinin dışına itiliyor. Bundan ötürüdür ki, 15 ilâ 50 yaş arası çalışabilir nüfustan, toplamda işgücüne katılım %48 civarındadır. Bu oranın birkaç puan yükselmesiyle işsizlik rakamlarının daha da yukarılara tırmanacağı açıktır. İleri, orta ve az gelişmiş ülkelerde değişkenlik arz eden bu olgu şunu göstermektedir: Kapitalizm şu ya da bu biçimde toplumun önemli bir kesimini üretim sürecinin dışına itmekte, insanları üretmekten alıkoymakta, verimsizleştirmekte ve özellikle bu alandan kaynaklı olarak insanları sosyal ve psikolojik sorunlar yumağının içine yuvarlamaktadır. Yani kapitalizm toplumu çürütüyor, insanların gelecek hayallerini ve umutlarını karartıyor. İşsizliğin hızla tırmandığı genç nüfus üzerinde kapitalizmin bu yıkıcı yönü daha bir etkili oluyor. İnsanların daha ömürlerinin baharında işsizlik kuyusuna düşmesi, en verimli çağlarında tümüyle atıl kalmaları, kendi yaşamlarını kazanamamanın getirdiği sosyal eziklik ve psikolojik güvensizlik, kaybolup giden gençlik enerjisi, sönen hayaller ve umutlar, kapitalizmin bu yıkıcı etkisinin dışavurumudur. Kaldı ki bir iş bulup çalışanlar da, eğer örgütlü değillerse ve mücadele vermiyorlarsa kapitalizmin çürütücü etkisinin dışında kalamazlar. Elif Çağlı’nın dediği gibi, “Genç işçi ve emekçi, kapitalizm altında manevi ve fiziki niteliklerini geliştiremez. Bu düzen kendisine, ruhunu ve vücudunu yıpratıp mahvedeceği koşulları sunar. O, çalıştığı sürece sermayenin bir uzantısı gibidir ve bireyselliğini asla duyumsayamaz. Yalnızca çalışmadığı zaman kendisi olabilme ve kendi varlığını hissedebilme şansına sahiptir. Fakat özellikle günümüzde, tüm yaşam alanının boş zamanları da içine alacak şekilde sermaye tarafından örgüt-
marksist tutum
lenmesiyle birlikte bu şans da buhar olup havaya karışmaktadır. Böylece, bilinçsizliğin çıkmazına saplanan ve kapitalizmin dayattığı yaşam tarzına karşı muhalif tutum alamayan kişi, hayatının tüm saatleri itibarıyla adeta sermayenin kuklasına dönüştürülmektedir.”* Kapitalizmin kendilerine bir gelecek sunmadığını, sunamayacağını, hayallerini ve umutlarını parçaladığını görmeye başlayan genç işsiz kitleleri ne yaparlar? G20 ülkelerinin çalışma bakanlarının, OECD ve IMF gibi kapitalist kurumların ve pek çok vesileyle burjuva ideologların genç nüfusta büyüyen işsizliğe dikkat çekmeleri ve uyarılarda bulunmalarının nedeni, yukarıdaki soruyu kendilerine sormuş olmalarıdır. Kapitalizmin yaydığı gelecek yanılsamasının parçalanmasıyla gençliğin isyan ateşinin sistemi yakabileceğini bal gibi de biliyorlar. Bu nedenle bir tarafKapitalizm şu ya da bu biçimde toplumun önemli bir kesimini üretim sürecinin dışına itmekte, insanları üretmekten alıkoymakta, verimsizleştirmekte ve özellikle bu alandan kaynaklı olarak insanları sosyal ve psikolojik sorunlar yumağının içine yuvarlamaktadır. Yani kapitalizm toplumu çürütüyor, insanların gelecek hayallerini ve umutlarını karartıyor. tan kitlelerin olası tepkilerine dikkat çekerek sistemin bekası için alarm zilleri çalarken, öte taraftan da her türlü ideolojik araca başvurarak sistem adına umutları canlı tutmaya çalışıyorlar. Bu temelde gerçekliği çarpıtmaktan da geri durmuyorlar. Örneğin, genç nüfustaki işsizlik oranları 15-24 yaş arası dikkate alınarak belirlenmekte, 25 yaş ve üstüyse genç işsiz kitlesine dâhil edilmemektedir. Fakat bu keyfi hesaplamaya göre bile, Türkiye’de genç nüfustaki işsizlik oranı %25’in üzerindedir. 25-30 yaş arası nüfusun eklenmesiyle bu oranın bir hayli yükseleceği ve hatta iki katına çıkacağı açıktır. Tek amacı daha fazla kâr olan, bu temelde doğayı ve insanlığı dizginsiz bir şekilde sömüren, her yönden toplumu yıkıma sürükleyen kapitalizm, ne işçi sınıfına ne de bu ordunun genç bölüklerine insanca bir yaşam sunabilir. İşsizler ordusu da dâhil tüm emekçi kitlelere insanca bir yaşamı ancak ve ancak sosyalizm sağlayabilir. İnsanlığı ve doğayı kapitalizmin elinden kurtaracak yegâne çözüm, işçi sınıfının iktidarı ele geçirerek sosyalizm yolunu açmasıdır. Kapitalizm belâsından insanlığı kurtarma mücadelesinde gençliğe büyük bir görev düşmektedir. Genç işçi kitleleri kapitalizmden boşuna medet ummak yerine, sermayenin sözcülerinin ve ideologlarının dikkat çektiği devrim korkusunu gerçeğe çevirmek için devrimci mücadele bayrağını yükseltmelidirler. ____________________ *
Elif Çağlı, Marksizm ve Gençlik, MT, Mayıs 2005
19
Kapitalizm Gençliği Uyuşturuyor /1 Kerem Dağlı
S
on dönemde medyada, uyuşturucunun pençesine düşen ve hayatları mahvolan gençlerle ilgili haberler yine artmaya başladı. Bunları, Kürtlerin ve Romanların yoğun olarak yaşadıkları mahallelere yapılan polis baskınlarıyla ilgili haberler takip ediyor. Arkasından da “kahraman” polisin uyuşturucu tacirlerini sınır boylarında nasıl da kıskıvrak yakaladığı anlatılıyor. Ve nedense uyuşturucu kaçıranlar genelde Kürt kökenli, uyuşturucu baskınları da daha ziyade Kürt illerinde yahut semtlerinde yapılıyor. Özellikle büyükşehirlerde varoşlara mahkûm edilen Kürt gençleri arasında uyuşturucu kullanımı ve satıcılığının ne kadar yayıldığına ilişkin haberler de gazetelerin üçüncü sayfa manşetlerinden düşürülmüyor. Örgütsüz ve bilinçsiz bir işçinin fazla dikkatini çekmeyen, hatta “ne var bunda şaşılacak, her zaman böyle değil miydi, yalan mı söylüyorlar” demesine sebep olacak bu haberler, elbette maksatlı ve taraflıdır. Uyuşturucu ticaretiyle, kaçakçılıkla veya her türden mafyatik işlerle sürekli Kürtlerin bağını kurmak, bu yolla Kürt özgürlük hareketini ve bizatihi Kürtlerin kendisini küçük düşürmeye çalışmak, Kürt sorununda çözümsüzlükte ısrar eden egemenlerin öteden beri sürdürdüğü bir politikadır. Başta medya olmak üzere her yol bu amaç için rahatlıkla kullanılabilmektedir. Televizyonlardaki dizilerde bu tür işlerle sadece Kürtlerin uğraştığı yollu bir imaj yaratılmaya çalışılmaktadır. Tabii tüm bu kasıtlı çabalar gerçekliğin ifadesinden ziyade taraflı, bilinçli ve kasıtlı bir çarpıtmanın, ideolojik propagandanın ürünüdür. Geçmişte Ermenilere, Rumlara,
20
Romanlara yahut devrimcilere, komünistlere karşı toplumda düşmanlık yaratmak için işletilen yalan tezgâhları bir süredir de Kürtlere yönelik olarak kullanılmaktadır. Üstelik bu propaganda aracılığıyla bir taşla üç-beş kuş birden vurulmaktadır. Irkçı karalama kampanyalarının bir parçası olan bu propaganda sayesinde burjuva devlet, bir yandan başta Kürtler olmak üzere muhalif gençliği uyuşturarak pasifize etmek için çevirdiği dolapların üstünü örtmüş olmakta, diğer yandan da toplum nezdinde tepki toplayan bu tür haberler aracılığıyla kendi baskıcı politikalarına zemin hazırlamaktadır. Kuşkusuz bunlar sadece Türkiye’de yaşanan olaylar değildir. Gerek Türkiye’de gerekse de dünyada, özellikle de 15-35 yaş arası kuşakta uyuşturucu madde kullanımının ve bağımlılığının arttığı bir gerçekliktir. Bu olgu, çürüyen kapitalizmin toplumu nasıl yozlaştırdığının da en bariz kanıtlarındandır. Ama daha da önemlisi, kapitalizmin, insanlığın başına sardığı uyuşturucu belâsını kendi bekası için kullanmakta oluşudur. Bizzat kapitalist devletlerin ve istihbarat örgütlerinin kontrolünde yürüyen uyuşturucu madde üretimi ve ticareti, toplumdaki muhalif kesimlerin bertaraf edilmesinde öteden beri önemli bir araç olarak kullanılmaktadır.
Kapitalizmin insanlığın başına sardığı belâ Uyuşturucu belâsını küresel ve toplumsal düzeyde bir sorun haline getiren kapitalizmin ta kendisidir. Geçmişte “keyif verici maddeler” olarak da anılan afyon vb. uyuştu-
sayı: 63 • Haziran 2010
rucu maddelerin çok eski çağlardan beri kullanıldığı bilinmektedir. Ancak 19. yüzyılın başlarında, tam da kapitalizmin gelişmesine koşut olarak kimya bilimindeki ilerlemeler sayesinde afyondan morfin gibi daha saf türevler elde edilmesiyle birlikte uyuşturucu madde kullanımı milyonlarla ifade edilebilecek kitleler nezdinde yaygınlaşmaya başlamış ve bir toplumsal sorun haline gelmiştir.1 Bu gelişimin temel itici gücü de, yine kapitalizmin özellikle işçi ve emekçi sınıflarda yarattığı fiziksel ve ruhsal sıkıntılar olmuştur. Sanayi devrimiyle birlikte geniş yığınları proleterleştiren ve vahşi bir sömürünün kucağına atan kapitalist üretim koşulları altında, günde 15-16 saat çalışan, buna rağmen aldığı düşük ücret nedeniyle çok kötü şartlarda barınan ve beslenebilen, hatta çoğu zaman yarı aç yarı tok gezen işçi sınıfı için afyon, bu ölümcül koşullara katlanabilmenin bir aracı olmuştur. Vahşi kapitalizm altında posaları çıkartıldığı yetmiyormuş gibi, burjuvaların birbirleriyle giriştikleri savaşlarda da kurbanlık koyunlar gibi cepheye sürülen bu işçiler, savaşların yol açtığı sakatlanmalardan kaynaklı ağrıları ve acıları dindirmek için de afyonu yahut morfini düzenli olarak kullanmak zorundaydılar. Dolayısıyla Avrupa ve ABD’nin büyük kentlerinde, daha 19. yüzyılın başlarından itibaren ciddi bir bağımlılar kitlesi oluşmuş durumdaydı. Sadece ABD kentlerindeki bağımlıların sayısının o dönemde bile 200 binin üzerinde olduğu dikkate alınırsa, işin vahameti daha iyi anlaşılacaktır. Burjuva devletler, afyonun ve morfin, eroin gibi türevlerinin zararlı etkilerini çok iyi bildikleri halde duruma seyirci kalıyor, hatta kullanımın yaygınlaşmasını bizzat körüklüyorlardı. Morfin ve eroin, sakinleştirici, ağrı kesici ve keyif verici bir “ilaç” olarak, üstelik de “mucize ilaç” gibi sıfatlarla hem tıpta yaygın olarak kullanılıyor, hem de eczanelerde reçetesiz olarak satılıyordu. Bu sayede kitlelerin, onlara yaşattığı cehennem hayatına rağmen kapitalizme karşı ayaklanmaması, kendilerini uyuşturarak avutmaları hedefleniyordu. Burjuvaziye sağladığı bu avantajın yanı sıra uyuşturucular, son derece kârlı birer metaydılar ve uluslararası ticaretin de konusuydular. Örneğin bu ticarette başı çeken İngiltere, bir numaralı afyon üreticisi olan Osmanlı devletinden ve Hindistan’dan afyonu alıyor, sonra da başta Çin olmak üzere Güneydoğu Asya pazarına sunuyordu. Çin’i sömürgeleştirmekle meşgul olan İngiltere, hem bu devasa pazardan kazandığı tatlı kârları kaybetmemek, hem de kitleleri pasifize edici etkisinden faydalanmak için, afyon ticaretini engellemeye kalkan Çin devletiyle savaşa bile girişti. 1839’dan 1860’a kadar süren bu savaşı Çin kaybetti ve İngiltere, afyon ticareti konusundaki imtiyazlarını arttırdığı gibi Çin’in birçok önemli limanını da ele geçirdi, örneğin Hong Kong’u sömürgeleştirdi. I. Dünya Savaşıyla birlikte, uyuşturucu kullanımında da adeta bir patlama yaşandı. Burjuvazi, askerler arasında morfin ve eroin kullanımına izin veriyor, askerler de evle-
marksist tutum
rine döndüklerinde bu alışkanlıklarını çevrelerine taşıyarak toplumdaki bağımlı kitlesinin artmasına yol açıyorlardı. Hatta Japonya gibi bazı emperyalist güçler, eroini savaşta bir silah olarak kullanmakta beis görmediler. Yıkıcı toplumsal etkisini pekâlâ bilen Japonya, eroini bol miktarda üreterek Çin’e ve Asya’ya sürüyordu. Savaşla birlikte işgal ettiği Çin topraklarında da, resmi bir devlet politikası olarak eroin kullanımını yaygınlaştırmaya uğraştı. Çin’i büyük bir afyon çiftliğine ve eroin cehennemine dönüştürdü. Bu amaçla işgalci Japon devleti, kontrolü altında tuttuğu hastanelere gelen hastalara, ilgili veya ilgisiz mutlaka eroin “ilacını” veriyordu. Böylece bağımlı kitlesi genişletilmeye çalışılıyordu. Benzer taktikleri II. Dünya Savaşı sırasında Almanya da uygulayacaktı. Alman fabrikalarında üretilen “kaliteli ve ucuz” eroin, el altından ve büyük partiler halinde Fransa’ya sürülüyordu. Bu düzenli sevkiyatlarla amaçlanan şey cephe gerisindeki Fransız direnişini zayıflatmaktı. Savaş yılları sona erdiğinde, 1920’lerin sonuna doğru, bağımlılar kitlesindeki artış korkunç düzeylere ulaşmıştı. Sadece ABD’deki kullanıcı sayısı 4 milyona dayanmıştı. Avrupa’da da durum farklı değildi, özellikle İngiltere’de afyon kullanımı çok artmıştı. Çin’deki rakamlar 1 milyonu aşmıştı. Mısır ve İran’da da yarım milyona yakın insan uyuşturucunun pençesine düşmüş vaziyetteydi. İlaç şirketleri (en başta da Alman kimya sanayii) bu kârlı sektör için deli gibi üretim yapıyor, afyon ticareti patlamalı biçimde gelişiyordu. Bugün isimleri iyi bilinen pek çok meşhur banka afyon ticaretini finanse ediyor ve iyi paralar kazanıyordu. Ancak burjuvazinin kitleleri pasifize etmek için başvurduğu bu araç, dönüp kendisini de vurma noktasına geldi. Uyuşan işçiler nihayetinde fabrikalarda ya da cephelerde iş göremezlerdi. Uyuşturucu kullanımının belli bir oranın üstüne çıkması, işgücünün de ağır bir tahribata uğraması demekti. Dahası, kamuoyunda da bu konuda giderek artan bir duyarlılık oluşmaya başlamış, uyuşturucu karşıtı kampanyalar ses getirir hale gelmişti. Bu işten büyük kârlar elde eden ilaç şirketlerinin ve bankaların direncine rağmen, burjuva devletler, uluslararası düzeyde uyuşturucu ticaretini ve kullanımını yasaklayıcı girişimlerde bulunmak zorunda kaldılar. Ancak bu son derece ikiyüzlü bir tutumu da beraberinde getirdi. Girişimlerin başını çeken ve uyuşturucu karşıtlığının şampiyonluğunu kimselere kaptırmayan ABD ve İngiltere, gerçekte en büyük üreticiler, dağıtıcılar ve alıcılar konumundaydılar. Bu iki ülkenin basıncıyla oluşturulan uluslararası komisyonların faaliyetleri çok uzun süreler kâğıt üzerinde kaldı. Hatta bizzat bu komisyonlarda yer alanlar eliyle uyuşturucu ticareti koordine edilmeye devam etti. Sonuç olarak gelinen noktada uyuşturucu üretimi, dağıtımı ve kullanımı tüm dünyada güya katı yasaklar ve kurallara bağlanmış olsa da, ne bu işten para kazananların ne de kullananların sayısı azaldı. Aksine uyuşturucu kullanı-
21
marksist tutum
mı dalgalar halinde toplumları sarsan bir belâ haline geldi. Bu dalgaların yükseldiği dönemler de özellikle ilginçti; 30’lar, 60’lar ve 80’ler. Yani tüm dünyada toplumsal muhalefetin ve huzursuzluğun yükseldiği yıllar. Bugünkü rakamlar, küresel düzeyde yaklaşık 200 milyon insanın, genç nüfusun da yaklaşık %5’inin uyuşturucu kullandığını ortaya koymaktadır. Gelişmiş kapitalist toplumlarda bu oranlar çok daha yüksektir. Ve tüm bu veriler, uyuşturucu belâsını üretenin de, topluma yayanın da kapitalizmin kendisi olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Dahası, uyuşturucu ticareti, ki diğer yeraltı işleri ve kaçakçılık faaliyetlerinden ayrı düşünülmemesi gerekir, toplamda ve küresel bazda 1 trilyon dolarlık bir pazar boyutuna ulaşmıştır. Bunun yarıya yakınını tek başına uyuşturucu ticareti oluşturmaktadır. Böylesine kârlı ve büyük bir pazarın kapitalistler tarafından terk edileceğini düşünmek bile boşunadır. Nasıl ki insanlığı toptan yok edebilecek denli tehlikeli nükleer silahların üretilmesi, satılması ve kullanılmasında ilkesel bir sorun görülmüyorsa, uyuşturucu maddeler de kapitalizmde birer metadırlar. Çünkü kapitalist kâr edebileceği her şeyi üretir, alır ve satar. Uyuşturucu madde kaçakçılığının burjuva hukukuna göre “yasadışı” olması çok da bir şey değiştirmez. Tersine metanın fiyatını, dolayısıyla da kapitalistin kârını arttırır. Uyuşturucu kaçakçılığı gibi “yasadışı” işleri bildiğimiz anlamda kapitalistlerin yapmadığı, mafya babalarının ve “organize suç örgütleri”nin işin içinde olduğu söylenerek, bu arızi yan öne çıkartılmak istense de, gerçek durum pek de öyle değildir. Bu tür işler hiç de öyle sanıldığı gibi devletlerin yahut anlı şanlı sanayici vb. kapitalistlerin dışında olup biten şeyler değildir. Aksine, genelde kaçakçılık ve özelde uyuşturucu ticareti tam da istihbarat örgütleri tarafından kontrol edilmekte, bankalar tarafından finanse edilmekte ve elde edilen kara para da yine sistem aracılığıyla aklanmaktadır. Yani narkoekonomi denilen olgu, kapitalizmin arızi değil basbayağı asli bir unsurudur.
Uyuşturucuyla finanse edilen kontr-gerilla faaliyetleri Bu devasa pazardan beslenen sermaye grupları, bu paraları birçok başka alanda da kullanmakta ve böylece hem kazandıkları “kara parayı” aklamakta hem de “narkoekonomi” adıyla anılan ve kapitalizmin diğer sektörleriyle iç içe geçmiş bir sektör yaratmış olmaktadırlar. Burjuva medya bu sermaye gruplarını “mafya” olarak adlandırsa da, gerçekte herhangi bir sermaye grubundan farkı olmayan ve bankalar aracılığıyla finans kapitale eklemlenmiş olan bu sermaye grupları, narko-ekonomiden kazandıkları paralarla özelleştirme ihalelerine girmekte, bankalar kurmakta, televizyon kanalları ve gazeteler satın almakta, yağlı devlet ihaleleri kapmaktadırlar. Bazılarının hükmettiği meblağlar pek çok ülkenin bütçesinin üzerindedir. Mafya
22
Haziran 2010 • sayı: 63
diye tabir edilen sermaye gruplarının kontrol ettiği toplam sermayenin 8,4 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Üstelik bunun %70’ini de ABD kontrol etmektedir. Bu durum, narko-ekonominin emperyalist sistemin ve finans kapitalin içsel ve asli unsurlarından biri haline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.2 Bu gerçekliğe rağmen burjuvazi, uyuşturucu ticaretini sadece “mafya” denilen ve güya kendisinin de karşı çıktığı “yasadışı” kesimlerin yürüttüğünü savunuyor. Kuşkusuz bu ve benzeri yalanlar, burjuvazinin toplum nezdinde kendini ve sistemini aklamak için sürdürdüğü ideolojik propagandanın gereğidir. Ama gerçeklik farklıdır. Burjuva devletler bu konuda ürettikleri sahte argümanlar aracılığıyla gerçekleri ve pis işlerini gizlemeye çalışmaktadırlar. Bu duruma verilebilecek en iyi örnek, tüm dünyada narko-ekonomiyi kontrol altında tutan istihbarat örgütlerinin, başta kontr-gerilla faaliyetleri olmak üzere pek çok “yasadışı” faaliyetlerini uyuşturucu ticaretinden elde ettikleri paralarla finanse etmeleri, çoğu faşist çetelerden oluşan mafya örgütlenmelerini de bu işlerde kullanmalarıdır. Meselâ daha II. Dünya Savaşı yıllarında, ABD, ülkenin bir numaralı mafya patronu “Lucky” Luciano aracılığıyla (30 yıllığına tıkıldığı hapisten özel bir afla çıkarılarak), Sicilya kıyılarına yapacağı çıkartma harekâtı öncesinde bölgedeki direniş hareketinin kırılmasını sağlamıştır. Tabii bu ilişki sonraki yıllarda da sürmüş, Küba’ya yönelik sabotaj ve kontr-gerilla faaliyetlerinde de aynı mafya gruplarıyla birlikte çalışılmıştır. Benzer biçimde ABD ve İngiltere, yine savaş yıllarında, Nazilere karşı direnişi örgütleyen Fransız Komünist Partisine karşı yürüttükleri karşı-devrimci faaliyetlerde de Marsilya ve Korsika’daki mafya çetelerinden epeyce faydalanmışlardı. Ve bu mafya grupları da, kendilerine göz yumularak Marsilya’nın uyuşturucu trafiğinin ana üssü olmasına izin verilmesi yoluyla ödüllerini almışlardı. Bu ödül karşılığında aynı çete mensupları, Fransa’nın Cezayir’e karşı yürüttüğü haksız savaşta da önemli görevler üstlendiler. Uyuşturucu mafyasıyla istihbarat örgütlerinin işbirliği, savaş yıllarından sonra da artarak devam etti. Aynı çeteler ve örgütlenmeler bu kez de komünizme ve devrimci, öz-
sayı: 63 • Haziran 2010
gürlükçü hareketlere karşı kullanıldılar. Mafya ve istihbarat örgütleri iyice iç içe geçmeye başladı. İlk dönem Vietnam Savaşı sırasında Fransa gizli servisinin bölgedeki operasyonlarını yürüten kişi, aynı zamanda ABD’nin sayılı uyuşturucu kaçakçılarından biriydi ve Vietnam’da da afyon kaçakçılarıyla ortak işler çeviriyordu. Bayrağı Fransızlardan devralan ABD, Vietnamlı afyon tacirleriyle ilişkilerini devam ettirdi. Ne de olsa bu tacirlerin en büyük alıcısı kendisiydi. Onlardan aldığı uyuşturucuyu, Vietnam halkına karşı girişilen katliamlar yüzünden sinirleri bozulan ve sürekli isyanlar çıkaran askerleri zaptetmek için kullanıyordu. ABD’nin icraatları, Vietnam Savaşından sonra da devam etti. Sırada Nikaragua’nın devrimci Sandinista hareketi vardı. Meşhur İran-kontra skandalının patlak vermesiyle ABD emperyalizminin kirli çamaşırları bir kez daha ortalığa saçıldı. CIA, bizzat ABD’nin ambargo uyguladığı İran’a, aralarında Ülkücü mafyadan Türklerin de bulunduğu kaçakçılar aracılığıyla silah veriyor, karşılığında eroin alıyor, sonra da bunun satışını organize ederek elde ettiği paralarla Nikaragua’daki paramiliter grupları destekliyordu. Bu skandalın patlak vermesiyle birlikte imajı sarsılan ABD, birdenbire uyuşturucuya karşı şaşaalı kampanyalar açmaya, diğer ülkeleri de kampanyalara dâhil olmak yönünde sıkıştırmaya başladı. Dönemin ABD başkanı, “Sovyet müttefikleri olan Küba ve Nikaragua gibi ülkelerle uluslararası uyuşturucu ticareti ve terörizm arasındaki bağlantı gittikçe açığa çıkmaktadır. Bu ikiz şeytanlar, uyuşturucu ticareti ve terörizm, günümüzde yarıküreye yönelik en tehlikeli ve sinsi tehditlerdir” şeklindeki yalanları savurmaktan geri durmadı. Bu arada uyuşturucu ticaretinden kazanılan paralar, Katolik Kilisesinin bankaları aracılığıyla aklanıyor ve Polonya’daki rejim muhaliflerini desteklemek üzere harcanıyordu. Kontr-gerilla faaliyetlerinin uyuşturucu parasıyla finanse edilmesi yöntemi, başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere sol muhalefetin geliştiği bütün ülkelerde kullanıldı. Bu amaçla ABD, Peru, Bolivya ve Kolombiya gibi ülkelerdeki uyuşturucu kartelleriyle işbirliği yapıyor, bu ülkeleri yöneten diktatörlükleri destekliyordu. Bu arada cunta orduları uyuşturucuyla savaş adı altında sendikaları ve muhalefetin içinde yer alan kitle örgütlerini basıyor, devrimci ve ilerici insanları tutukluyor, işkence ediyor, öldürüyordu. CIA danışmanları da güya uyuşturucuyla daha iyi mücadele edebilmeleri için Kolombiya’nın kontr-gerilla çetelerine eğitim ve destek veriyor, kokainin uluslararası piyasaya sürülmesine muhafızlık ediyorlardı. Aynı yıllarda, tam bir ikiyüzlülük ve pervasızlık örneği olarak, Panama’nın askeri diktatörü Noriega, uyuşturucu ticaretine yardımcı olduğu gerekçesiyle tutuklandı. ABD ordusu, bu küçük ülkeyi bombaladı, binlerce masum insanı öldürdü ve Noriega’yı tutuklayarak 40 yıl hapse mahkûm etti. Oysa aynı Noriega, yakın zamana kadar ABD’-
marksist tutum
nin gözde adamlarından biriydi. CIA kendisine 30 yıl boyunca milyonlarca dolarlık yardımda bulunmuş, birlikte Sandinista gerillalarına karşı faaliyet yürütülmüştü. En tuhafı da, kendisi de uyuşturucu ticaretinin içinde olan Noriega’nın bir zamanlar ABD eliyle Interpol’un uyuşturucuyla mücadele komitesinin başkanlığına getirilmiş olmasıydı. ABD emperyalizmi bu pis işleri kotarırken, tüm dünyada uyuşturucu ticaretinin hacmi giderek büyüyor, çoğunluğunu işçi ve emekçi sınıflardan gençlerin oluşturduğu bağımlıların sayısı da hızla artıyordu. Milyonlarca insanın hayatına malolan bu belâ büyüdükçe, uyuşturucudan elde edilen kârlar da artıyor, işin çapı genişliyordu. Denilebilir ki tüm “Soğuk Savaş” yılları boyunca ABD, rakip bloka karşı giriştiği savaşta uyuşturucu ticaretinden önemli ölçüde faydalandı. Ve SSCB’nin çöküşüne giden süreçte önemli etkisi olan Afganistan işgali boyunca, Rus ordusuna karşı savaşan Afgan mücahit gruplarını (Pakistan gizli servisi ISI ve Rus mafyasıyla da işbirliği yaparak) yine uyuşturucu parasıyla örgütledi ve destekledi. Bugün dünya afyon üretiminin %90’ını gerçekleştiren Afganistan’a afyonun girişi de bu yıllarda gerçekleşti. Yaygın kanının aksine ve tıpkı Çin örneğinde olduğu gibi, bu ülkeleri uyuşturucu ticaretinin ağına sokanlar emperyalist güçler olmuştur; ilkinde İngiltere, ikincisindeyse ABD. Afganistan’ın yanı sıra CIA, Bosna’da, Kosova’da ya da Çeçenistan’da da desteklediği grupları uyuşturucu parasıyla finanse ediyordu. (devam edecek) ___________________________ 1
Çok eski tarihlerden beri keyif verici ve ağrı kesici etkisi bilinen afyondan ilk kez 1803 yılında morfin elde edildi. Amaç, afyonun yan etkilerinden arınmış bir mucize ilaç elde etmekti. Ancak kısa süre sonra morfinin de ciddi yan etkileri olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine devam eden araştırmalar neticesinde, ünlü Bayer ilaç firmasının kimyagerleri 1898 yılında afyonun daha saf bir türevi olan eroini ürettiler. Yaklaşık 15 yıllık bir süre boyunca eroin, “bağımlılık yapmayan morfin” adı altında Bayer firması tarafından tüm dünyaya pazarlandı.
2
Bu gerçekliğe verilebilecek tarihi bir örnek, meşhur HSBC bankası ve Rio Tinto madencilik tekelidir. Rio Tinto, 1873 yılında Avrupa’nın köklü burjuva ailelerinden Rothschild’in büyük hissedarı olduğu (diğer hisseler de İngiliz Kraliyet ailesine aitti) J. Matheson firması tarafından kurulmuştu. J. Matheson firması daha sonra yine aynı aileye ait başka şirketlerle birleştirilerek J.P. Morgan denilen (ve bugün de dünyanın sayılı finans kurumlarından biri olan) afyon karteli oluşturuldu. Bu kartel aracılığıyla Rothschild ailesi neredeyse tüm küresel afyon ticaretini kontrolü altında tutuyordu. Meşhur Afyon Savaşlarının ardından, İngilizlerin Hong Kong’u ele geçirmesiyle birlikte, bu kartel HSBC (Hong Kong Shangai Bank Corporation) bankasını kurarak afyon ticaretini bu banka üzerinden finanse etmeye başladı. İşte Rio Tinto isimli madencilik tekeli de, bu bankanın sermayesiyle, yani uyuşturucu ticaretinden elde edilen paralarla kurulmuştu. Rio Tinto, bugün dünyanın bir numaralı maden şirketidir ve tek başına madencilik üretiminin %12’sini gerçekleştirmektedir.
23
27 Mayıs’a Giden Sü 1960
yılının başında Türkiye’nin ekonomik ve siyasal manzarası şudur: DP iktidarının 1958 yılının Ağustos ayında uygulamaya başladığı “ekonomik istikrar” programı hedeflerine ulaşamamış, mevcut ekonomik kriz daha da derinleşmiştir. Türkiye’deki kapitalist ekonomik yapı, yerli büyük burjuvazinin ve emperyalizmin arzuladığı doğrultuda bir gelişme içinde değildir. Bunun da en önemli nedeni, DP iktidarı tarafından sürekli korunmakta olan büyük toprak sahiplerinin sistem içindeki konumlanışıdır. Modern kapitalist gelişmenin gereklerine bir türlü ayak uyduramayan büyük toprak sahipleri, mevcut konumları itibariyle kapitalist gelişmenin önünde esaslı bir engel oluşturmaktadırlar. Diğer taraftan, ticaret ve sanayi alanında faaliyet gösteren ve esas olarak İş Bankası çevresinde toplanmış bulunan eski sermaye grupları ile tarım sektöründen gelip sanayi sektörüne yönelen yeni sermaye grupları arasında da bir rekabet ve karşıtlık yaşanmaktadır bu dönemde. Bu ikinci grubun en önemli temsilcisi, Adana ve çevresi pamuk ekicilerinin bankası olan Akbank’tır. Bunların yanı sıra, DP’nin tepesindeki parti kodamanlarına sırtını dayayarak ve devlet ihaleleriyle beslenerek servet biriktirmiş olan “türedi” zenginler de bu eski sermaye gruplarıyla rekabete girişmektedirler. İktidarın da göz yummasıyla, çeşitli ticari ve malî dolaplar çeviren bu gruplar, bankalar da kurarak İş Bankası ile rekabete girmişlerdir. 1950’lerin sonunda mantar gibi özel bankalar kurulmuştur bu gruplar tarafından. Bu koşullar altında, OECD’nin önerdiği 1958 “ekonomik istikrarlaştırma programı” da tam olarak uygulanamamaktadır iktidar tarafından. Bu gelişmeler esas olarak yerli sanayi burjuvazisini ve emperyalizmi rahatsız etmektedir. Türkiye’de kapitalist sömürü sisteminin kendi planları doğrultusunda bir gelişme içine girmesini arzulayan emperyalist kuruluşlar (Dünya Bankası, IMF vb.), tarımda pre-kapitalist ilişkileri ısrarla sürdürmekte olan büyük toprak sahiplerinin (toprak ağaları) gücünün kırılmasını ve esas olarak sanayi
24
burjuvazisinin önünün açılmasını istemektedirler. Ama mevcut parlamenter sistem içerisinde büyük toprak sahiplerinin gücünün kırılması da pek mümkün görünmemektedir. Çünkü kırsal kesimde oyların büyük çoğunluğunu kendi kontrolleri altında tutan büyük toprak sahipleri, bu konumları itibariyle mevcut parlamenter sistem içerisinde tartışmasız bir siyasal güce sahip bulunmaktadırlar. Dolayısıyla, büyük toprak sahiplerinin gücünü kırabilecek yasal düzenlemelerin (örneğin toprak ve tarım reformunun uygulanmasını sağlayacak yasaların) mevcut parlamentodan geçmesi bir türlü mümkün olamamaktadır. Öte yandan, başında büyük toprak sahibi bir başbakanın (Adnan Menderes) bulunduğu DP hükümetinin de zaten bu konuda bir şey yapmaya niyetinin olmadığı iyice anlaşılmış bulunmaktadır. Kuşkusuz bu manzara hem yerli büyük burjuvaziyi hem de emperyalistleri rahatsız etmektedir. Kısacası, uzun süreden beri zaten ekonomik bir krizin içinde bocalayıp duran burjuva rejim, şimdi de siyasal bir krize doğru hızla sürüklenmektedir. Üstelik bu siyasal kriz, her an bir rejim krizine dönüşme tehlikesi taşıyan bir krizdir. Yaşanmakta olan bu ekonomik ve siyasal kriz ortamında, egemen sınıflar dışındaki toplumsal kesimlerden gelecek tepkiler, süreci etkilemek bakımından büyük önem taşımaktadır. Bir kere DP iktidarının uyguladığı ekonomik politikalar sonucunda ortaya çıkan bu ekonomik durumdan en çok etkilenen toplumsal kesimlerin başında, yoksul köylü kitleler ile sanayi sektöründe çalışan ama henüz sayıları az ve yeterince örgütlü olmayan işçiler gelmektedir. Fakat işçi ve yoksul köylü kitlelerin yanı sıra, kent küçük-burjuvazisinin çeşitli katmanları da (küçük esnaf ve zanaatkârlar, serbest meslek sahipleri vb.) bu ekonomik durumdan esaslı bir şekilde etkilenmektedirler. Üstelik bu kesimler, CHP’nin tek parti diktatörlüğünden kurtulmak için DP’yi en önde desteklemiş ve iktidara taşımış olan kesimlerdir. Oysa şimdi aynı kesimler, DP iktidarının uygulamalarından rahatsızdırlar ve homurdanma-
üreç ve Askeri Darbe Mehmet Sinan
ya başlamışlardır. Ama DP iktidarı açısından daha da tehlike arz eden bir gelişme, asker-sivil bürokrasi içinde de DP iktidarına tepkilerin iyice artmış olmasıdır. CHP iktidarı döneminde hiç bu kadar geçim sıkıntısı çekmemiş olan devlet memurları ve ordudaki alt rütbeli subaylar, içine düşürüldükleri bu maddi geçim sıkıntısı nedeniyle DP iktidarına tepkilidirler. Nitekim bu tepkinin ilk siyasal belirtileri, 1957 seçimlerinde ortaya çıkmıştır. CHP ile seçim yarışına giren DP, devlet memurlarının yoğunlukta olduğu Ankara’da seçimi kaybetmiştir. Tüm bunların yanı sıra, DP iktidarını sıkıştıran diğer önemli bir muhalefet de küçük-burjuva aydın kesimlerden (üniversite çevreleri, yazarlar, gazeteciler vb.) gelmektedir. Bu aydın kesimler iktidara karşı muhalefetlerini özellikle son dönemlerde iyice artırmış bulunmaktadırlar. Bir yanda, yetişme alanlarına uygun işler bulamayan üniversite ve yüksek okul mezunlarının giderek artan hoşnutsuzluğu, diğer yanda her geçen gün maddi durumları bozulan ve iktidarın uyguladığı baskılar sonucu özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünen aydın kesimlerin giderek artan tepkileri. Ama öte yandan, bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bu küçük-burjuva aydın kesimlerden gelen muhalefetin, gene de fazla derine inmeyen, dolayısıyla kapitalist sömürü düzeninin yarattığı toplumsal çelişkileri sorgulamaktan uzak duran bir muhalefet olduğu görülmektedir. Küçük-burjuva aydınlar, sorunu sadece “iktidarın baskıları karşısında demokratik özgürlüklerin korunması” noktasından ele almakta ve muhalefetlerini bir bütün olarak sisteme değil, sadece DP iktidarının anti-demokratik uygulamalarına yöneltmektedirler. Yani aydınların muhalefeti içerik olarak liberal-demokrat bir muhalefet olmaktan öteye geçmemektedir. Ama ne olursa olsun, DP iktidarının baskıcı uygulamalarına karşı üniversite çevrelerinin, basının, aydınların yükselttiği muhalefet hareketi, sonuçta DP iktidarının devrilmesine giden yolda önemli bir rol oynayacaktır. Fakat şurası da bir gerçek ki, küçük-
burjuva muhalif aydınların oynadığı bu rol, halk kitlelerini düzene karşı harekete geçirici bir rol değil, askerî darbeye zemin hazırlayıcı bir roldür!
“Jön Türk” ruhunun 27 Mayısçı subaylarda yeniden dirilişi İşin gerçeğine bakılacak olursa, ekonomik krizden siyasal krize giden süreçte ne sanayi burjuvazisinin hoşnutsuzluğu ne de küçük-burjuva aydın kesimlerden yükselen muhalefet hareketi DP iktidarının yıkılması için gerekli siyasal güce ve kitle desteğine ulaşabilmişti. DP iktidarı hâlâ kitle desteğine sahip bulunuyordu ve mevcut parlamenter süreçle devrilmesi de pek mümkün görülmüyordu. İşte tam bu noktada ordunun rolü belirleyici hale gelecek ve onun iktidara karşı takınacağı tutum yakıcı bir önem kazanacaktır. Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar geçen süre içerisinde ordu kendini hep iktidarın bir parçası olarak görmüştü. Ordunun bu inancını besleyen ise, Cumhuriyeti kuran ve devleti yöneten kadrolardan pek çoğunun ordudan yetişmiş asker kökenli kadrolar oluşuydu. Öte yandan ordunun gözünde CHP’nin ayrı bir yeri vardı. Ordu CHP’yi, Kurtuluş Savaşına önderlik etmiş asker kökenli kadroların has partisi olarak görüyordu. Dolayısıyla CHP iktidarda kaldığı sürece, bu iktidarın bir parçası olduğuna dair ordunun kendisi hakkında beslediği inanç da hep diri kalıyordu. Ne var ki, 1950 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerini “sivillerin partisi” DP kazanıp da ordu saflarından yetişmiş asker kökenli siyasetçilerin iktidarı (CHP iktidarı) son bulunca, o güne kadar kendini iktidarla özdeşleştirmiş olan ordunun bu inancı da yıkılıp gidecekti. Ordu bu önemli iktidar değişimi karşısında açık bir tepki göstermemiş ve geri plana çekilmek zorunda kalmıştı. Çünkü DP, her şeyin “Anayasal sınırlar içerisinde” cereyan etmiş olduğu bir seçim platformunda halkın büyük çoğunluğunun oylarını alarak iktidara gelmişti. Bu durum
25
marksist tutum
orduyu sonuca sessizce katlanmak ya da görünürde nötr kalmak durumunda bırakmıştı. Her şeyin burjuva rejimin kurallarına göre işlemiş olduğu bir ortamda, “rejimin tehlikede olduğu”nu ileri sürerek ordunun açıktan bir müdahalede bulunması sözkonusu olamazdı tabii ki. Kaldı ki, yalnızca iç siyasal koşullar değil, 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan yeni uluslararası konjonktür de (dış koşullar) Türkiye’de açık bir askerî müdahaleye izin vermiyordu. 1950 seçimlerinden sonra siyasal iktidarın bütünüyle mülk sahibi egemen sınıf temsilcilerinin (sivil siyasetçilerin) elinde toplanmaya başlaması ve devlet yönetiminde onların tek söz sahibi haline gelmesi, kendilerini CHP iktidarıyla özdeşleştirmiş olan asker-sivil yönetici bürokraside esaslı bir kırılma yaratmıştı. Açıkça dillendiremeseler bile, bu iktidar değişikliğini “müesses nizam”a bir müdahale, ya da “devletin sahipliği”nin Cumhuriyet kurucularının, yani asker-sivil bürokrasinin elinden çekilip alınması olarak değerlendiriyorlardı. Dolayısıyla, gerek sivil bürokrasi gerekse ordu, daha o andan itibaren DP iktidarını kendi öz iktidarları olarak değil, şartlar nedeniyle katlanmak zorunda kalacakları bir iktidar olarak değerlendirecek ve ona göre bir tutum geliştireceklerdi. DP muhaliflerine göre 27 Mayıs bir darbe değil, meşruiyetini ve hukukiliğini yitirmiş zorba bir iktidara karşı gerçekleştirilmiş bir “hürriyet devrimi” idi. 27 Mayıs’ı bir “devrim” olarak niteleyen bu anlayış, 27 Mayısçı subayları da genel olarak sol eğilimli, toplumcu, demokrat, yurtsever, anti-emperyalist devrimciler olarak göstermek istemiştir hep. Bunun gerçeklikle bir ilgisi yoktur tabii ki! Fakat ordunun koşullar karşısındaki bu zorunlu boyun eğişi fazla uzun sürmeyecektir. 1950’den 57’ye kadar tam yedi yıl boyunca ülkeyi tek başına yönetmiş ve bu süre zarfında esas olarak büyük toprak sahiplerinin, tüccarların ve eşrafın çıkarlarını kollamış olan DP iktidarı, 1957 seçimlerinde uğradığı oy kaybından sonra giderek hırçınlaşmaya başlamıştır. Bu aşamadan itibaren DP iktidarının hem muhalefete karşı daha saldırgan bir tutum takınması, hem de genelde demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlama eğilimi içine girmesi, siyasal ortamı iyice gerginleştirecektir. Toplumun diğer kesimlerini etkileyen bu gelişmeler, elbette orduyu da etkilemiştir. Ordu içinde, özellikle alt rütbeli ve genç subaylar arasında DP iktidarına duyulan tepki giderek artmış ve bu temelde bir hareketlenme yaşanmaya başlanmıştır. Nitekim ordudaki bu hareketlenmenin ilk örneği, 1957 yılında “dokuz subay hadisesi” olarak kayıtlara geçen bir gizli cunta örgütlenmesinin açığa çıkarılmasıdır. Ordu içinde alt rütbeli subaylar arasında başlayan bu huzursuzluk ve kıpırdanmalar, ordunun “emir komuta zinciri”ne bağlı kalmayan, hatta ona itaat etmeyen hareketler ve örgütlenmeler olarak gelişecektir. Çünkü 1950’-
26
Haziran 2010 • sayı: 63
den itibaren ordu içinde de bir farklılaşma yaşanmış ve bir anlamda ordunun o “geleneksel” sınıfsal-ideolojik homojenliği de bozulmuştur. Yani CHP iktidarı döneminde olduğu gibi ideolojik homojenliğini koruyan ve siyasal tepkisini “emir komuta” zinciri içinde ortaya koyan bir ordu bütünlüğü de mevcut değildir artık 1950’lerin sonunda. Çünkü 1950’den 1960’kadar geçen on yıllık süreçte ordu, NATO’yla olan organik ilişkileri nedeniyle oldukça önemli bir değişim geçirmiştir. Her ne kadar bu süreçte Türk ordusunun subayları, ABD’nin uyguladığı anti-komünist soğuk savaş propagandasıyla eğitilip bir kalıba dökülmeye çalışılmış olsalar da, ordu içinde alt rütbeli subaylar ile yüksek komuta kademesindekiler (yüksek askerî bürokrasi) arasında, sınıfsal eğilimleri, ilişkileri, davranışları vb. bakımından gene de inkâr edilemez bir farklılaşma meydana gelmiştir. Bir defa, NATO üyesi olması dolayısıyla, ABD ordusu ile daha yakın ilişkiler içerisine giren Türk ordusunun yüksek komuta kademesindeki generaller, muazzam teknolojik üstünlüğü ve gelişmişliği nedeniyle ABD ordusuna hayranlık duymakta ve ABD emperyalizmiyle askerî alanda daha ileri ilişkiler kurulmasından yana bir eğilim içerisinde bulunmaktaydılar. Bu aynı zamanda onların, ABD ile iyi ilişkiler içinde olan DP hükümetine karşı da olumlu bir tutum içinde olmalarını sağlıyordu. Hatta ordunun tepe noktasındaki bazı generallerin bu süreçte DP hükümetiyle daha sıcak ilişkiler içine girdikleri ve hükümetle adeta bütünleştikleri de bilinen bir gerçektir. Nitekim bu generallerden bazıları, 27 Mayıs darbesinden hemen sonra hükümet üyeleriyle birlikte tutuklanacaklardı. Öte yandan, DP iktidarı döneminde ordudaki alt rütbeli ve genç subayların durumuna gelirsek. Bu subaylar da 1947’den beri Amerikalı uzmanlar tarafından yetiştirilip genelde anti-komünist bir ideolojiye sahip kılınmış olsalar bile, içinde bulundukları maddi yaşam koşulları ve sınıfsal eğilimleri bakımından gene de tepedeki generallerden farklı bir konumda ve farklı bir ruh hali içindeydiler. Köken olarak küçük-burjuvazinin saflarından gelmiş olan bu subaylar, ordunun geleneksel milliyetçi, reformcu ve radikal niteliklerini hâlâ taşımaktaydılar. Diğer taraftan, DP iktidarı döneminde diğer küçük-burjuva kesimler gibi bunların da maddi hayat koşulları hep kötüye gitmişti ve geçim sıkıntısı çekiyorlardı. Dolayısıyla, bunlar da DP iktidarına tepkiliydiler ve bu bakımından küçük-burjuva aydınlarla aynı doğrultuda bir bilinç geliştiriyorlardı. Küçük-burjuva aydınlar gibi bunlar da DP iktidarının Anayasayı ihlal ettiğini, dolayısıyla meşruiyetini yitirdiğini; iktidardaki siyasilerin ülke çıkarlarının değil, şahsi çıkarlarının peşinden koştuklarını düşünüyor ve tüm bu nedenlerden dolayı “DP iktidarına karşı, demokratik hak ve özgürlüklerin savunulması ve Atatürk devrimlerinin korunması” ihtiyacını duyuyorlardı. Küçük-burjuva aydınların muhalefet hareketine paralel olarak gelişen ordu içindeki subayların bu tepkisel muhalefet hareketi, sonunda, “Ata-
sayı: 63 • Haziran 2010
türk devrimlerini ve Cumhuriyeti korumak için, ordunun iktidara el koyması gerektiği”ni savunan bir askerî cuntanın (Milli Birlik Komitesi) örgütlenmesiyle ete kemiğe bürünecekti. 1950’lerin sonuna gelindiğinde, hem yerli büyük burjuvazinin hem de emperyalizmin desteğini yitiren ve küçük-burjuva muhalefeti de iyice karşısına alan DP hükümeti, nihayet ordu içinde alt rütbeli subayların örgütlediği bir hükümet darbesiyle iktidardan alaşağı edilecektir. 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştiren askerî cunta (Milli Birlik Komitesi), iktidara muhalif tüm kesimlerin de desteğini alarak, kısa zamanda bir “siyasal güç” odağı haline gelecektir. Ne var ki, iktidarı ele geçiren ve bir anda siyasal güç odağı haline gelen 27 Mayıs cuntası, gerçekte ne yapacağını bilmez bir durumdadır ve her türlü etki altında kalmaya açıktır. Aslına bakılacak olursa, bu dönemde ne küçük-burjuva aydınlar ne de cuntacı subaylar ülkenin sosyo-ekonomik yapısıyla ve emekçi halk sınıflarının durumuyla ilgili açık seçik bir fikre sahiptiler. Bunların ne Türkiye’deki kapitalist sömürü sistemine, ne de bu sistemi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışan emperyalizme karşı açık bir muhalif duruşları vardı. Hatta emperyalizmin Türkiye’deki rolünü sorgulamayı gündemlerine bile almış değillerdi cuntacı subaylar. Gerek küçük-burjuva aydınlar, gerekse cuntacı subaylar esas olarak DP hükümetine karşıydılar. Onlar için en önemli şey, “hukukilik” ve “meşruluk” niteliğini yitirmiş ve “yolsuzluğa batmış” olan DP hükümetinin iktidardan gönderilmesiydi. Esas amaçları, onlara göre “rayından çıkmış” bulunan burjuva yönetim makinesini yeniden rayına oturtmak ve böylece, “demokratik kurumların” ve devletin yönetim organlarının “düzgün” işlemesini sağlamaktı! Demokrasinin ve özgürlüklerin teminat altına alınmasının ve anayasanın ihlal edilmesinin önüne geçilmesinin, her bakımdan “güçlendirilmiş” ve “ihlal edilemez” hale getirilmiş yeni bir anayasa yapmakla mümkün olabileceğini düşünmekteydi cuntacı subaylar! Bu açıdan değerlendirecek olursak, 27 Mayıs hareketinin bir bakıma Osmanlı ordusundaki genç subayların gerçekleştirdiği 1908 Jön Türk hareketine benzediğini ve onun davranış özelliklerini gösterdiğini söyleyebiliriz. 27 Mayısçı subaylar da tıpkı Jön Türkler gibi “devlet-i âliyi müstebitlerin elinden kurtarmak” ve de “halka hürriyet getirmek” için harekete geçtikleri inancındaydılar! Nasıl ki İttihatçı genç subaylar (Jön Türkler), 1876 Anayasasının (Kanun-i Esasi) yeniden yürürlüğe konması ve bir Meclis-i Mebusan’ın toplanmasıyla bütün kötülüklerin üstesinden gelinebileceğini düşünmüşlerse, 27 Mayıs darbesini yapan genç subaylar da tıpkı onlar gibi, bir Kurucu Meclis’in toplanması ve yeni bir anayasanın yapılmasının “her derde deva” olacağını düşünmekteydiler! 1908 Jön Türk hareketinin başını çeken İttihatçı subaylar, hükümetin yönetimini doğrudan kendi ellerine al-
marksist tutum
mamış ve işlerin yürütümünü Meclis-i Mebusan’a ve eski bürokrasiye bırakmışlardı. 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subaylar da benzer bir yol tuttular. Yeni anayasayı hazırlama işini üniversite profesörlerine, bir Kurucu Meclisin oluşturulması işini ise bürokratik seçkinlerin, iş çevrelerinin, üniversitelerin, burjuva basının temsilcilerine bırakan askerî cunta, ülkenin ekonomik siyasetinin belirlenmesi işini de büyük iş çevrelerinin temsilcilerinden oluşan bir teknokratlar hükümetine bıraktı. Böylece, 27 Mayısçı subaylar da tıpkı Jön Türkler gibi, kendilerini bütün sosyal grupların üstünde görerek ve göstererek, “sınıflar üstü bir hakem” rolü oynamaya soyundular! Fakat kendini dev aynasında gören subayların bu küçük-burjuva hayali, sınıflı toplumun işleyen katı yasaları karşısında çok çabuk çöküverecekti. Bu bakımdan değerlendirilecek olursa, 27 Mayıs darbesinin, ordunun emir komuta zinciri içinde gerçekleşen daha sonraki askerî darbelerden oldukça farklı bir özelliğe sahip olduğu söylenebilir. Her şeyden önce bu farklılık, darbecilerin sınıfsal eğilimlerinden kaynaklanan ideolojik ve siyasal tercihlerinin belirsizliğinde ya da bulanıklığında ortaya çıkmaktadır. 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subaylarda görülen ideolojik ve siyasal belirsizlik, daha sonrakilerde (12 Mart ve 12 Eylül darbecilerinde) görülmemiştir. 27 Mayıs darbesi, küçük-burjuvazinin sınıf doğasından kaynaklanan belirsizliği ve kararsızlığı yansıtırken, ordunun emir komuta zinciri içinde gerçekleşen ve devrimci bir durumun olgunlaştığı koşullarda burjuva düzeni ve burjuva devleti korumaya yönelik olan 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, sınıfsal niteliği açık seçik ortada olan karşı-devrimci darbelerdir. (...) 27 Mayıs cuntasına ilişkin bu notları düşerken, öte yandan bir gerçekliği de göz ardı etmemeliyiz. İktidarda kaldıkları süre zarfında bağımsız ve kararlı bir siyasal çizgi izleyememiş olan 27 Mayısçı subaylar, her ne kadar burjuvaziyle bütünleşmemiş olsalar bile, gene de iktidarlarını büyük burjuvazinin ve emperyalizmin yönlendirmesine tâbi olarak sürdürmüş ve sonlandırmışlardır. Böyle olduğu içindir ki, Milli Birlik Komitesi’nin iktidarı döneminde alınan ekonomik, siyasal ve askerî kararların pek çoğu, 27 Mayısçı subayların öznel niyetlerinden bağımsız olarak, son tahlilde yerli büyük burjuvazinin ve emperyalizmin uzun vadeli çıkarlarına hizmet etmiştir.
Büyük burjuvaziye hizmet küçük-burjuva cuntaların kaçınılmaz kaderidir DP iktidarına muhalif kesimler (başta CHP yanlısı asker-sivil bürokrasi, üniversiteler, sol Kemalist aydınlar, muhalif gazeteci ve yazarlar vb.) 27 Mayıs hükümet darbesini hararetle desteklediler. Onlara göre bu bir darbe değil, meşruiyetini ve hukukiliğini yitirmiş zorba bir iktidara karşı gerçekleştirilmiş bir “hürriyet devrimi” idi. 27 Mayıs’ı bir “devrim” olarak niteleyen bu anlayış, 27
27
marksist tutum
Mayısçı subayları da genel olarak sol eğilimli, toplumcu, demokrat, yurtsever, anti-emperyalist devrimciler olarak göstermek istemiştir hep. Bunun gerçeklikle bir ilgisi yoktur tabii ki! Milli Birlik Komitesi’ni oluşturan subaylardan bazıları, bu sayılan niteliklere yıllar sonra ve belirli ölçüde yaklaşmış olsalar bile, başlangıçta bu niteliklere sahip olmadıkları açıktır. Kaldı ki, Milli Birlik Komitesi içinde, tam tersi niteliklere sahip subayların varlığı daha aşikâr ve daha elle tutulur bir gerçekliktir. Komite içinde, açık seçik ve oturmuş bir fikre sahip bulunmayan subayların yanı sıra, aşırı milliyetçi, sağcı, hatta faşist fikirlere sahip (Türkeş ve arkadaşları) olanlar da vardır. Yani 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren cunta, ideolojik ve siyasal bakımdan hiçbir şekilde homojen bir topluluk değildir ve olamazdı da. Çünkü cuntaya asıl karakterini veren, onun sahip olduğu küçük-burjuva sınıf temelidir. Dolayısıyla, 27 Mayıs cuntasının asıl belirgin özelliği, bu küçük-burjuva karakterinden ötürü onun “belirsizlik ve fikir karmaşası” içinde bulunan bir topluluk oluşudur. Örneğin, kendilerini genel olarak radikal milliyetçi bir pozisyonda gören cuntacı subaylar, buna karşın emperyalizm konusunda tutarlı hiçbir görüş ortaya koymadıkları gibi, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerini ve emperyalizmin bölgedeki ve Türkiye’deki askerî rolünü de hiçbir zaman sorgulamamışlardır. Nitekim daha darbenin yapıldığı ilk saatlerde, Milli Birlik Komitesi adına radyolarda okunan bildirilerde dile getirilen ilk görüş, askerî rejimin NATO’ya, CENTO’ya ve Türkiye’nin emperyalist devletlerle yaptığı ikili anlaşmalara bağlı kalacağı olmuştur! Rejimin emperyalizme verdiği bu teminat nedeniyledir ki, daha sonraki günlerde emperyalist kuruluşların ekonomik “yardımları” yeniden Türkiye’ye akmaya başlayacaktır. Öte yandan, kendini “ulusalcı” olarak gören askerî cuntanın, yabancı sermayeye karşı bir duruşu da hiçbir zaman olmamıştır. Cunta başlangıçta yabancı sermayeye karşıymış gibi birtakım kararlar almaya kalkışmışsa da, bundan çabucak vazgeçerek yabancı sermaye faaliyetlerini serbest bırakmış ve ardından, yabancı sermayeyi teşvik edici kararlar almaya başlamıştır. Cunta bununla da kalmayıp, DP döneminde emperyalist kuruluşlarla (OECD) yapılan anlaşmalara sadık kalarak, hem dış ticaret faaliyetlerini yeniden serbest bırakmış hem de bu kuruluşlara borçlanmaya aynen devam etmiştir. (...) Cuntacı subaylar, devletin malî durumunu düzeltmek ve olası bir banka krizini önlemek için, zaten şaibeli hale gelmiş birçok türedi bankaya ve sınaî-ticari kuruluşa müdahale etmek zorunda kalmıştı. Aslında söz konusu bankalar ve iş çevreleri, zamanında DP iktidarının ileri gelenleriyle içli dışlı ilişkiler içinde olan ve bir bakıma bu ilişkiler sayesinde zenginleşen “türedi” iş çevreleriydi. Zamanında geleneksel büyük burjuvazinin karşısına rakip unsurlar olarak çıkan ya da çıkarılan bu türedi iş çevreleri, aslında büyük burjuvazinin de canını sıkmaktaydı. O ne-
28
Haziran 2010 • sayı: 63
denle, küçük-burjuva cuntanın bu türedi bankaları ve ticari işletmeleri denetim altına alması ve tasfiyeye girişmesi, geleneksel büyük burjuvazinin de onayladığı ve desteklediği bir eylem olacaktı. Dolayısıyla, birçok türedi bankanın devletleştirilmiş ya da tasfiye edilmiş olmasından hareketle, 27 Mayıs cuntasının devletçi-ulusal kalkınmacı “sol” bir cunta olduğunu iddia etmek, küçük-burjuva solun bir kuruntusundan ibarettir! Nitekim cuntanın bu “devletleştirme” operasyonu, son tahlilde büyük burjuvazinin ve özellikle de sanayi burjuvazisinin önünü açan bir eylem olmaktan öteye geçmemiştir. Öte yandan, Türkiye kapitalizminin planlı bir gelişmesinin sağlanması için, emperyalizmin yönlendirmesiyle bir Devlet Planlama Teşkilatının kurulması da gene 27 Mayıs darbesinin ön açmasıyla mümkün olmuştur. Ama tüm bunlar, esas olarak sanayi kapitalizminin önünün açılmasına ve emperyalist sermayeyle ilişki içerisinde sanayi burjuvazisinin gelişmesine yaramıştır. 60’lı yıllarda başlayan bu gelişme, 70’li yılların başında bir üst evreye sıçrayacak ve böylece, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin kaynaşması ve şirketlerin holdingleşmesi (tekelleşme) aşamasına ulaşılacaktır. Sonuç olarak 27 Mayıs darbesi, onu yapanların niyetlerinden bağımsız olarak, böyle bir kapitalist gelişmenin önünü açan ve yerli büyük burjuvazinin yabancı sermayeyle daha ileri düzeyde ortaklık kurmasını sağlayan bir askerî darbe olmuştur. Kendilerini genel olarak radikal milliyetçi bir pozisyonda gören cuntacı subaylar, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerini ve emperyalizmin bölgedeki ve Türkiye’deki askerî rolünü de hiçbir zaman sorgulamamışlardır. Nitekim daha baştan, askerî rejimin NATO’ya, CENTO’ya ve Türkiye’nin emperyalist devletlerle yaptığı ikili anlaşmalara bağlı kalacağı duyurulmuştur! 27 Mayıs darbesini kendi beklentilerinin karşılanacağını düşünerek destekleyen küçük-burjuva çevreler, darbecilerin denetiminde hazırlanan 61 Anayasasını da aynı bakış açısıyla değerlendirdiler ve toplumun dönüştürülmesi sürecinde bu anayasaya çok önemli bir rol biçtiler. Örneğin, CHP etrafında ve asker-sivil bürokrasi içinde kümelenmiş olan sol Kemalistler ile diğer küçük-burjuva solcu aydınlar da bu anayasayı “ilerici, demokrat”, hatta “sosyalizme açık” bir anayasa olarak değerlendireceklerdi. Bu arada, uzun yıllardan sonra ilk kez bu kadar serbestçe bir sendikal örgütlenme imkânına kavuşan işçi sınıfının öncü kesimleri de bu anayasayı “sosyal adaletçi” bir anayasa olarak kutsayacaktı! Tabii, işçilerin ve onların sendikal önderlerinin bu düşüncesinin bir yanılsamadan ibaret olduğu da ancak ilerde anlaşılabilecekti. Çünkü işçilerin hem sendikal düzeyde örgütlenmelerine hem de siyasal olarak bilinçlenmelerine imkân sağlayan, aslında bu anayasada yazılı maddeler değil, Türki-
sayı: 63 • Haziran 2010
ye’de işçi hareketinin genel bir yükseliş içine girmiş olmasıydı. Gerçekten de Türkiye’de işçi hareketi, kapitalizmin sıçramalı gelişmesine koşut olarak bir yükseliş sürecine girmiş bulunuyordu bu yıllarda. Sanayi sektöründeki yatırımların sıçramalı bir gelişme temposuna ulaştığı bu yıllarda, modern sanayi proletaryasının sayısı da giderek artıyor ve gelecekteki kitlesel işçi hareketinin maddi temelleri döşenmiş oluyordu. Nitekim kitlesel işçi hareketinin ilk belirtileri, 1961 yılında Saraçhane’de yapılan 200 bin kişilik işçi mitinginde kendini ortaya koymuştu. Bu mitingde işçiler, sınıf çıkarları doğrultusunda hareket ederek, özgür toplu sözleşme ve grev hakkı istemlerini yükseltmiş ve bu uğurda mücadeleye ant içmişlerdi. Bu olay, “kendisi için sınıf ” olma doğrultusunda ilerleyen işçi sınıfının, ilerde daha geniş kitlesel hareketlere girişebileceğinin de bir habercisiydi kuşkusuz. 61 Anayasasının yapılması ve bir referandumla onaylatılması, eski iktidar sahiplerini “anayasayı ihlâl” etmekle suçlayıp ipe gönderen darbeci subayların “haklılığını” ve “meşruluğunu” tescil ettirmek anlamına geliyordu bir bakıma. DP iktidarı anti-demokratiklikle, baskıcılıkla, zorbalıkla, hukuk dışılıkla suçlandığına göre, şimdi daha “özgürlükçü” bir anayasa yapılmalı ve de burjuva demokrasisinin sınırları bir parça genişletilmeliydi elbette! Ama tabii bu anayasa, küçük-burjuvaziye göre farklı bir anlam taşıyor olsa da, büyük burjuvazinin ancak geçici bir süre katlanabileceği bir anayasaydı. Ta ki küçük-burjuvazinin “gazı alınıp” ortalık yatışıncaya kadar! Ordu içinde emir komuta zinciri yeniden tesis edilince ve siyasal iktidarda büyük burjuvazinin hegemonyası tam olarak kurulunca, bu “tepki anayasası”nın adım adım tasfiyesi de gündeme gelecekti kaçınılmaz olarak! Nitekim 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren, burjuva sağ partiler rahatsızlıklarını yüksek sesle dile getirmeye başladılar ve 61 Anayasasının Türkiye’nin “sosyal bünyesine” uygun olmadığını, hatta Türkiye’ye biraz bol geldiğini ve daraltılması gerektiğini dillendirdiler. Aslında bu tutumun altında, burjuvazinin geleceğe yönelik sınıfsal endişeleri ve korkuları yatmaktaydı hiç kuşkusuz. Doğrusu bu konuda burjuvazi “haksız” da sayılmazdı hani! Çünkü toplumun emekçi kesimleri (işçi, köylü, esnaf vb.) uzun bir uyku döneminden sonra, sanki birden uyanışa geçmiş ve hızlı bir örgütlenme çabası içine girmişti. 60’lı yılların siyasal ortamına damgasını vuran da esasen emekçi kesimlerdeki bu uyanış ve örgütlenme çabası olacaktı. Emekçi kesimlerin 60’lı yıllardaki bu hareketlenmesinde 61 Anayasasının sağladığı görece demokratikleşmenin bir payı olsa da, asıl etken, kapitalizmin sıçramalı gelişmesine koşut olarak işçi sınıfının büyümesi ve öncü bir sınıf olma işlevini yerine getirmeye başlamasıdır. 61 Anayasasına bakarak, 27 Mayıs hareketinin “ilerici, demokrat ve de özgürlükçü” bir hareket olduğunu iddia edenlerin görüşlerine gelirsek: Bu kuşkusuz, gerçeğin kendisi değil, küçük-burjuva solun “olmasını istediği” ya da
marksist tutum
“gönlünde yatan” bir şeydir. 27 Mayıs hareketinin tutarlı “ilerici-demokrat” bir tavır göstermemesi bir yana, Batıdaki gibi liberal-demokrat bir burjuva tavır gösterdiği bile söylenemez. Bu da gene 27 Mayısçı subayların gelenekseltarihsel konumundan, yani ordu içinde devletçi-otoriter bir ideolojiyle yetişmiş olmalarından ve dolayısıyla devleti de kendilerini de “sınıflar üstü” bir varlık olarak algılamalarından kaynaklanmaktadır. Milli Birlik Komitesi’nin iktidarı elinde tuttuğu 196061 döneminde işçi hareketi henüz burjuvaziyi ürkütücü bir devrimci yükseliş içinde olmadığı ve sınıf mücadelesi de henüz sertleşmediği için, darbeci subayların işçi hareketi karşısında nasıl bir tutum takınacağı ve ne kadar “demokratik” davranacağı tabii ki bilinmemektedir. Fakat şurası bir gerçek ki, cuntacı subaylar yetişme tarzlarından kaynaklı olarak, kendilerini devlet düzeninin geleneksel bekçileri yerine koydukları için, zaten sınıfsal bir demokrasi anlayışından oldukça uzak bulunmaktadırlar. Bu nedenle onlardan işçi sınıfının hak ve menfaatlerini koruyacak demokratik düzenlemeler beklemek, ya da burjuvaziye karşı sınıfsal taleplerle mücadeleye atılan işçi sınıfının yanında yer alacaklarını ummak, hayalci küçük-burjuva solcuların “düşünce tarzı” olabilir ancak! Bu bakımdan, 27 Mayıs hareketinin hiçbir zaman kanıtlanmamış olan “devrimciliği”, “ilericiliği”, “demokratlığı” ve de “solculuğu” üzerine küçük-burjuva solcuların attığı nutuklar, boş bir gevezelik olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmemektedir proleter devrimcilere. Bu topraklarda ezilen işçi ve emekçi sınıfların haklarını savunmak ve onların haklı mücadelelerinin yanında yer almak, nasıl gerçek demokratlığın ayırt edici bir kriteri ise, esaslı bir diğer kriteri de, ezilen bir ulus olan Kürtlerin haklı mücadelesinin yanında yer almak ve dile getirdikleri ulusal demokratik taleplerini onlarla birlikte savunmaktır. Bu açıdan yaklaşıldığında, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürt sorununun gerçek demokratlarla sahtelerini birbirinden ayıran bir turnusol kâğıdı işlevi gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte küçük-burjuva solcuların, 27 Mayıs hareketinin “ilericiliğine” ve “demokratlığına” ilişkin yaptıkları gevezeliğin samimiyetsizliği de bu noktada sırıtıvermektedir. Küçük-burjuva solcuların iddialarının aksine, 27 Mayıs hareketi gerçekte “ilerici-demokrat” bir hareket değildir. Bu gerçeklik, cuntacı subayların Kürt sorununa yaklaşımlarında bütünüyle açığa çıkmaktadır. Cuntacı subayların Kürt sorununda gösterdikleri milliyetçi refleksler, ırkçılığa varan yönler içermekte ve onların anti-demokratik karakterini olduğu gibi ortaya koymaktadır. “27 Mayıs’ı gerçekleştiren askerî cunta, darbenin gerekçeleri arasında Kürt sorunu konusundaki endişelerini de dile getiriyordu. Güya bir Kürdistan hükümetinin kurulması için DP Grubu içinde çalışmalar yürütüldüğü ve bazı DP milletvekillerinin buna yardımcı olduğu kanıtlanmıştı. Dönemin önde gelen bazı cuntacı subayları, biraz daha geç kalınsaydı
29
Haziran 2010 • sayı: 63
marksist tutum
Türk vatanının elden gideceği yönünde kışkırtıcı açıklamalar yapıyorlardı. Nitekim darbe sonrasında pek çok Kürt gözaltına alındı, bunlar Sivas’ta bir toplama kampına sürüldüler, ağır işkencelere tâbi tutuldular.”1 Evet, sıra Kürt sorununa geldiğinde, 27 Mayısçı subayların nasıl bir “demokrat” oldukları ve ne derece “özgürlükçü” bir siyasal demokrasiden yana bulundukları, hazırladıkları gizli “Kürt Raporu”nda da bütün açıklığıyla sergilenmektedir! Milli Birlik Komitesi’nin giderayak hazırladığı ve seçilen yeni hükümete (İnönü’nün 1961 yılında kurduğu koalisyon hükümeti) ilettiği bu gizli Kürt raporundan birkaç pasaj aktarmak, Kemalist 27 Mayıs cuntasının “solculuğu”, “ilericiliği” ve de “demokratlığı” hakkında yeterli bir ipucu verecektir okuyucuya. Söz konusu raporda şu hususlar yer alıyor: “Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü Türk lehine çevirmek için, Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan yerlerine iskân etmek. ... Türkiye’de kendilerini Kürt sananlar ile, İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesme bakımından bölgeyi, kendilerini Kürt sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere, sistemli bir şekilde bölecek iskân sahalarına ayırmak. ... Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması. ... Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak, kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması. ... Planlanan bölge okulları, köy okulları ve meslek okullarının faaliyete geçirilmesi. ... Kız ve erkek misyoner yetiştirilmesi ve bunun için hususi müessese kurulması. ... Bölge halkından kabiliyetli ve küçükten asimile edilen gençlere yüksek tahsil imkânları sağlanması...”2 İşte böyle! Görüleceği üzere, “solcu ve de ilerici-demokrat” cuntanın hazırladığı rapor, hem gülünç bir biçimde Kürt varlığını inkâr ediyor, hem de Kürtlerin varlığından duyduğu rahatsızlığı açıkça dile getirerek, onların topyekûn asimile edilmesini, köklerinden koparılmasını, kimliklerinin ve dillerinin inkâr edilmesini öngörüyordu! (...) Sorunu kendi çıkarları açısından değerlendiren burjuva siyasetçiler de bu konuda hep askerlerle birlikte davranmış, gizli ya da açık, her zaman askerlerle işbirliği içinde olmuşlardır. Dolayısıyla, cumhuriyet tarihi boyunca Kürt sorununda devam edegelen çözümsüzlüğün müsebbibinin yalnızca askerler olduğunu söylemek de esaslı bir çarpıtma olmaktadır. Çözümsüzlüğü üreten, yıllardan beri çeşitli korkular içinde kıvranıp duran paranoyak “Türk tipi burjuva demokrasisi”nin ta kendisidir! Burjuva rejim, Milli Birlik Komitesi’nin yönetimi altında on altı ay geçirdi. Emperyalizmle ittifak halindeki yerli büyük burjuvazi, bu süre zarfında Milli Birlik Ko-
30
mitesi’ni kendi istediği doğrultuda yönlendirerek gerekli yasal düzenlemeleri ona yaptırabilmiş ve özel kapitalist sanayinin önündeki engelleri aşmayı başarmıştır. Bu süreçten en zararlı çıkan egemen sınıf kesimleri ise toprak ağaları olmuştur. DP iktidarı döneminde banka kredilerini sanayi burjuvazisi aleyhine yutmakta olan büyük toprak sahiplerinin bu olanakları, askerî rejim döneminde iyice tırpanlanmış ve krediler büyük ticaret ve sanayi burjuvazisine çevrilmiştir. Artık cuntacı subayların iktidarının devam etmesine burjuvazinin ihtiyacı kalmamıştır. O nedenle, büyük iş çevreleri, CHP’nin önde gelen, sözü dinlenir siyasetçilerini (en başta İsmet İnönü’yü) devreye sokarak, genel milletvekili seçiminin yapılması ve olağan parlamenter rejime geçilmesi konusunda Milli Birlik Komitesi’ni ikna eder. Bu arada Milli Birlik Komitesi üyelerine de sus payı olarak bir “tabii senatörlük” makamı bahşedilerek iş noktalanır. 1961’de yapılan parlamento seçimlerine, sanayi burjuvazisi büyük toprak sahipleriyle ittifakını yenileyerek girecekti. Çünkü toprak ağaları hâlâ kırsal kesimde oyların büyük çoğunluğunu kontrolleri altında tutuyorlardı. 1961 seçim sonuçları, oyların dağılımında çok bir şeyin değişmediğini ortaya koyacaktı. DP’nin mirasçısı olarak siyaset sahnesine çıkan yeni partiler (AP ve YTP), daha önce DP’nin aldığı oyları aldılar. Böylece büyük burjuvazi, kaldığı yerden bir adım ilerde olmak üzere yürüyüşüne yeniden başlamış oluyordu. Küçük-burjuva subayların gerçekleştirdiği 27 Mayıs darbesinin bu süreçteki işlevi ise, büyük burjuvazinin siyasal rejimini “tüm kurum ve kuralları” ile yeniden tesis etmekten öte bir şey olmadı. O dönemin koşullarını dikkate alan gerçekçi bir değerlendirme yaparsak, şunu söyleyebiliriz: 61 Anayasası, düzenlenişi bakımından burjuva demokrasisinin sınırlarını görece geniş tutan ve demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasına görece daha geniş olanaklar sağlayan bir burjuva anayasasıydı. Belki de bu nedenle, iktidara gelen burjuva partilerin hemen hepsi de, bu anayasanın öngördüğü değişiklikleri ve yasal düzenlemeleri yapmayarak ya da geciktirerek, fiiliyatta onun uygulanmasını sürekli engellemeye çalışmışlardır. Ama öte yandan, neredeyse parlamentonun üstünde yetkilerle donatılmış olan ve varlığıyla adeta siyasal demokrasinin sınırlarını daraltıcı bir işlev görmüş bulunan meşhur Milli Güvenlik Kurulu’nu ihdas eden de gene bu “ilerici-demokrat” 61 Anayasası’dır! Bu da orduda yetişmiş “ilerici”, “devrimci”, “demokrat” küçük-burjuva subay kadroların yaman çelişkisi olsa gerektir! (Mehmet Sinan’ın “Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar” adlı yazısından kısaltılarak alınmıştır)
_______________________ 1 Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s. 243, Tarih Bilinci Y, Ekim 2004 2 aktaran: Can Dündar-Rıdvan Akar, Milliyet, 22 Ocak 2008
Artan Et Fiyatları ve İthal Et Tartışmaları Suphi Koray
S
on bir yılda et fiyatları aşırı bir artış gösterdi. Böylece zaten fiyatı bir işçi ailesinin bütçesini zorlayan etin işçi sofrasına uğrama ihtimali de nerdeyse sıfıra düştü. Et fiyatlarındaki “anormal” artışın sebepleri ve çözümü gündemin ana maddelerinin arasında zor da olsa kendine yer bulabildi. Bizzat başbakan, bir marketi teftiş ederken sosis fiyatlarına kızıp derhal indirilmesini salık veren Putin’e öykünerek olaya müdahale etti. “Ben vatandaşıma 30 liradan kıyma yedirmem” diyen Erdoğan gerekli çalışmaları başlatma talimatı verdi bakanlarına. Başbakanın bundan muradı başka tabii! Hükümet gerçekten halkın geçim derdini düşünseydi, yıllardan beri uyguladığı politikalarla emekçinin boğazını sıkmazdı. Ama bu eşyanın doğasına aykırı olurdu. Hükümetler emrinde oldukları sınıfın çıkarlarına denk düşen politikalar izlerler. AKP hükümeti de tıpkı diğer burjuva hükümetler gibi, kapitalist sınıfın lehine, işçi sınıfının aleyhine yasalar çıkarmış ve işçi sınıfına acımasızca saldırmıştır. Patlak veren krizin faturasını işçi sınıfına ödetmeye çalışmıştır. Et fiyatlarının ve asgari ücretin son iki yıldaki artışını yan yana koyduğumuzda bu gerçekliği tüm çıplaklığıyla görürüz. Geçtiğimiz yıl asgari ücret 527 TL idi. Bu paraya kilosu 18 TL olan kıymadan 29 kilo alınabiliyordu. Bu sene asgari ücret 577 TL oldu. Nisan ayında tavan yapan et fiyatlarının ardından şimdi bu parayla ancak 19 kilo kıyma alınabiliyor. Her şeye yüksek oranlarda zam yapılırken ücretlere yapılan zam en fazla yüzde beşlerde kalıyor. Sonuç olarak reel ücretler düşüyor. Hal böyle olunca da kırmızı
et lüks tüketime giriyor. Kiloyla satılan et ancak gramla alınabilir hale geldi. Kısacası burjuva politikacılar popülist laflar etmekten başka bir şey yapmazlar. Başbakan “vatandaşıma 30 liradan et yedirmem” derken samimi olsaydı, işçiler açlık sınırının altında bir asgari ücretle ay sonunu nasıl getireceklerini kara kara düşünmezlerdi. Et fiyatlarındaki artış beraberinde ithal et tartışmalarını da gündeme getirdi. Türkiye 1996’dan beri “deli dana” olarak bilinen hastalık sebebiyle riskli ülkelerden et ithal etmiyordu. Et fiyatlarının artmasını durdurmaya yönelik çözüm olarak şimdi Et ve Balık Kurumuna ithalat yetkisi verilince tartışma da iyice alevlendi. Sağlı sollu eleştiriler yapıldı. “Et ithalatının yerli üreticiyi bitireceği”, “dış ülkelere bağımlı kılacağı” gibi küçük-burjuva milliyetçi fikirler ortaya saçıldı. Sosyalist solun milliyetçilikle malûl kesimlerinin de sorunlara sınıf temelinde bakmadığının bir başka örneği sergilenmiş oldu. Oysa devrimci Marksistlerin görevi işçi sınıfının bağımsız politikasını savunmaktır. Bunun için ithal et konusunda sorunun nereden kaynaklandığına ve nasıl geliştiğine sınıfsal temellerde bakmak gerekiyor.
Tarımda geç kapitalistleşme Kapitalist gelişim çizgisi karşısında Türkiye’de köylülük yıllarca dirense de, son 10 yılda bu “köylü kalesi”nin duvarlarında çok büyük gedikler açılmıştır. 1960’larda tarımsal nüfus %60’lardayken bu oran 2000 başlarında
31
marksist tutum
%35’e, 2010’da ise %30’un altına inmiştir. ABD’de bu oran %1,5 AB ülkelerinde ise %6 civarındadır. AB, Ortak Tarım Politikası gereği Türkiye’deki tarımsal nüfusun %8’e çekilmesini istiyor. IMF ve Dünya Bankası ile AB’nin tarım politikaları yüz binlerce küçük üreticinin tasfiye sürecinin trajik biçimde devam etmesine yol açıyor. Üstelik bu durum sadece Türkiye’de yaşanmamaktadır. Kapitalist sistem gittiği her yere kendi kurallarını da beraberinde götürmektedir. Dolayısıyla Türkiye’de küçük üreticilerin yaşadığı sıkıntıların temelinde politikacıların kötü yönetimleri yatmamaktadır. Kapitalizmin genel eğilimi küçük üreticileri yok etme yönündedir. “Lenin’in dediği gibi, ‘kârları dolu ambarlarından değil boş midelerinden gelen’ ve ‘tüketimlerini inanılmaz boyutlarda kısarak varlıklarını sürdürme sanatının ustaları olan’ küçük çiftçilerin, günümüz dünyasında, bu ‘sanatı’ devam ettirebilmeleri ve kapitalist sistemin ‘yıkıcı’ kanunlarından kaçıp kurtulmaları tümüyle olanaksız hale gelmiştir. Emperyalist-kapitalist sistemin bütün yerküreyi bir ağ gibi sardığı, gümrük duvarlarının bir bir yıkıldığı günümüz dünyasında, aç kalarak bile olsa, uluslararası rekabete dayanma şansları artık bulunmuyor.”1 Nitekim AB’de yürürlükte olan Ortak Tarım Politikası uygulamaları çiftçilerin yaşadığı sorunları arttırmış ve yüz binlerce çiftçi iflas etmiştir. Bu yüzden Avrupa’nın birçok ülkesinde küçük çiftçiler çok sayıda eylem düzenlediler. Türkiye’deki küçük üreticiler de adeta can çekişiyor.2 Geçen sene toplanan AB tarım bakanları toplantısında Türkiye’de tarımda yapılması istenen temel değişiklikler şunlardı: Devletin tarıma yönelik desteklerinin ve müdahale alımlarının azalması, verimsiz işletmelerin desteklenmesine ilişkin politikaların kısıtlanması, tarımdaki yüzde 26,4’lük nüfusun daha da azaltılması. Bu politikaları sadece uluslararası sermayenin isteği olarak görüp yerli burjuvazinin bunda çıkarının olmadığını düşünmek meselenin özünü kaçırmak demektir. Dini, dili, rengi ne olursa olsun burjuvazi her yerde sermayesini büyütmek ister. Yüz binlerce küçük üreticinin yok olması ve aileleriyle birlikte milyonlarca kişinin sefalete sürüklenmesi sermayenin
Haziran 2010 • sayı: 63
umurunda değildir. Tersine bu olmaksızın büyüyemeyeceğinin bilincindedir burjuvazi. IMF ve AB gibi emperyalist kurumların politikaları aynı zamanda yerli büyük sermayenin de politikalarıdır. Küçük üreticiler tasfiye olurken büyük burjuvazi semirdikçe semirmektedir. Tarımdaki tasfiye süreci Türkiye’de hayvancılığın da olumsuz etkilenmesine yol açmıştır. Nitekim hayvancılık sektörüne dair TÜİK’in açıkladığı rakamlar bu gerçekliği apaçık gösteriyor. 1991 yılında 12 milyondan fazla olan büyükbaş hayvan sayısı 2009’da 11 milyonun altına düşmüş. Aynı yıllar arasında küçükbaş hayvan sayısı ise 51 milyondan 26 milyona düşmüştür. Oysa Türkiye’nin 1990’da 56 milyon olan nüfusu, bugün 72 milyon. Kırmızı et üretimi ise 2009’da bir önceki yıla göre %14,5 azalarak 482 bin tondan 412 bin tona inmiş. Yani kişi başına düşen et miktarı muazzam bir düşüş göstermiş. Matematiksel olarak düşündüğümüzde nüfusun artmasıyla birlikte hayvan sayısının ve et üretimin de artmasını bekleriz. Oysa küçük üreticilerin tasfiye sürecinin hızlanması sebebiyle et üretiminin azalmasını fırsat bilen büyük üreticiler arzı bilinçli biçimde sınırlı tutmakta, bunun sonucunda da piyasadaki et miktarı gerektiği biçimde artmamakta, fiyatlarsa fırlamaktadır. Hayvancılık sorunundaki önemli faktörlerden biri de devletin Kürtlere karşı uyguladığı imha politikasıdır. TC’nin boyunduruğunu kabul etmeyip ulusal hakları için mücadele eden Kürt halkı, yerinden yurdundan sürüldü. Köyleri yakıldı, evleri yıkıldı, meraları kapatıldı. Kürt illerinde en önemli geçim kaynaklarından biridir hayvancılık. Ancak ormanları yakılıp meraları ve yaylaları yasak bölge ilan edilen Kürtler, kentlere göç etmek zorunda kaldılar. Köylerde kalanlar ise yayla yasakları yüzünden hâlâ hayvanlarını otlatamıyorlar. Son 25 yılda 4500 köy boşaltılmış, 4 milyona yakın kişi kentlere göç etmek zorunda kalmıştır. Arazilerin mayınlanması, köy ve meraların tarumar edilmesi, yaylaların yasaklanması sonucu eskiden hayvancılığın en büyük merkezi olarak bilinen bölgede hayvancılık bitme noktasına geldi. Et ve Balık Kurumuna ithalat yetkisi verilince ithal et tartışması da iyice alevlendi. “Et ithalatının yerli üreticiyi bitireceği”, “dış ülkelere bağımlı kılacağı” gibi küçükburjuva milliyetçi fikirler ortaya saçıldı. Sosyalist solun milliyetçilikle malûl kesimlerinin de sorunlara sınıf temelinde bakmadığının bir başka örneği sergilenmiş oldu. Oysa devrimci Marksistlerin görevi işçi sınıfının bağımsız politikasını savunmaktır.
32
sayı: 63 • Haziran 2010
Hayvan sayısının azalması, fırsatı kollayanlar tarafından kırmızı et fiyatlarının da yükseltilmesi sonucunu doğurdu. Son 2-3 yıl içinde çiğ süt fiyatının düşmesi ve yem fiyatlarının artması bunu besleyen diğer faktörler oldu. Hatırlayacak olursak Mart ayında süt üreticileri daha yüksek fiyat talebiyle “sanayiciye süt satmama” eylemi yapmışlardı. Sütten kazanç azalınca besiciler hayvanlarını kesmek zorunda kaldılar. Böylece hayvan sayısı düştükçe düştü. Bu da karşılıklı olarak et fiyatlarını yükseltti. Son aylardaki aşırı artışı hesaba katmadığımızda dahi Türkiye’deki et fiyatları diğer ülkelere göre yüksek. Örneğin AB ülkelerinde kırmızı etin kilosu 4-7 dolar, Arjantin ve Brezilya’da 2 dolar, ABD’de 5 dolar iken, Türkiye’de 1520 dolar arasında değişiyor. Geçen sene dahi Türkiye’deki et fiyatları 10 doların üstündeydi. Bu da gösteriyor ki et fiyatlarındaki artışın tek sebebi spekülasyon değildir. Burjuvazi, emekçilere milliyetçilik zehrini zerk etmeye çalışır, ama işine gelmedikçe kendisi hiç de milliyetçi davranmaz. Kendi ülkesinde milyonlarca işçi işsizken, işgücünün daha ucuz olduğu bir ülkede fabrikalar açabilir. Ya da ürettiği bir ürün yurt içindeki ihtiyacı karşılamaya yetmezken, daha fazla kâr etmek uğruna bunun önemli bir kısmını ihraç etmekte beis görmez. Abes olan sosyalist olduğunu iddia edenlerin milliyetçi fikirlerle küçük-burjuva kuyrukçuluğu yapmalarıdır. Türkiye’de sadece et fiyatları değil, kişi başına tüketilen yıllık et miktarı da diğer ülkelere göre oldukça farklılık gösteriyor. ABD’de yılda kişi başına 116 kg, Arjantin’de 99,5 kg, AB ülkelerinde ise ortalama 70 kg et tüketiliyor. Bu rakam Türkiye’de 6 kg bile değil. Bu miktar günlük 16 grama denk düşüyor ki, bu bir insanın tüketmesi gereken günlük kırmızı et miktarının çok altındadır. Sağlıklı bir beslenme için kırmızı etin günde en az 100 gram tüketilmesi gerekiyor. Üstelik istatistiklerde yansımasını bulan “kişi başına düşen et miktarı” basit bir aritmetik ortalamadan ibarettir. Bu rakam herkesin midesine giren et miktarını ifade etmiyor. İnsanlığın biyolojik gelişiminde büyük rolü olan et, gerçekte yüz milyonlarca yoksulun sofrasına nerdeyse hiç uğramıyor.
Küçük üreticinin yeri işçi sınıfının yanıdır Hükümet et fiyatlarını zapturapt altına almak için ithal ete izin verdi. İthal et izni daha çıkar çıkmaz et fiyatlarında 2-3 liralık bir düşüş oldu. Mayıs başında yapılan ihaleler iptal edilirken, 20 Mayısta yapılan ihale toplam 8 bin ton sığır etinin ortalama 10,5 liradan 4 farklı firmadan alınması ile sonuçlandı. Fiyat artışı şimdilik durmuş gözüküyor. Hatta et fiyatlarında %20’ye yakın bir düşüş gerçekleşti. Ancak ithal et tartışmalarındaki yanlış fikirlerin üzerinde durmak gerekiyor.
marksist tutum
Birincisi, sorunlara sınıfsal değil de milliyetçi temellerde bakmak işçi sınıfının zihnini bulandırmaktan ve burjuvazinin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz. Et ithalatına “dışarıya bağımlı bir ülke olacağız” gerekçesiyle karşı çıkmak bu tuzağa düşmek demektir. Türkiye’nin “kendi kendine yeterli yedi ülkeden biri” olduğu çok eski bir yalandır. Kapitalizmin geldiği aşamada hiçbir ülkenin kendini tamamıyla dışarıdan tecrit ederek ekonomik ihtiyaçlarını karşılayabilmesi mümkün değildir. Kaldı ki kapitalizmde üretim ne ulusal temellerde yapılır, ne de gerçek anlamda insan ihtiyaçları göz önünde bulundurulur. Kapitalist üretimin temel güdüsü kâr etmektir. Metanın et, süt, ekmek gibi en temel gıda malzemeleri olması bu gerçeği değiştirmez. Burjuvazi yiyecek ekmek, içecek su bulamayan bölgelere, daha kârlı olduğu için cep telefonu, bilgisayar satmanın yollarını arar. Burjuvazi, emekçilere milliyetçilik zehrini zerk etmeye çalışır, ama işine gelmedikçe kendisi hiç de milliyetçi davranmaz. Kendi ülkesinde milyonlarca işçi işsizken, işgücünün daha ucuz olduğu bir ülkede fabrikalar açabilir. Ya da ürettiği bir ürün yurt içindeki ihtiyacı karşılamaya yetmezken, daha fazla kâr etmek uğruna bunun önemli bir kısmını ihraç etmekte beis görmez. Abes olan sosyalist olduğunu iddia edenlerin milliyetçi fikirlerle küçük-burjuva kuyrukçuluğu yapmalarıdır. İkincisi, yerli üreticinin et ithalatı ile zor duruma gireceği iddiasıdır. Yerli üreticilerden kasıt büyük şirketler ise, açıktır ki bu işçi sınıfının derdi olamaz. Yok, küçük üreticiler kastediliyorsa, onlar zaten zor durumdalar. İpotek ve hacizlerle küçük üreticilerin varlıkları her geçen gün büyük sermayedarlara geçmektedir. Sermayenin merkezileşmesi ve küçük üreticilerin tasfiyesi kapitalizmin genel eğilimidir. Üretimin merkezileşmesi ve daha fazla üretimin yapılması devrimci işçi sınıfının karşı çıkacağı bir şey değildir. Ancak kapitalizmde bu süreç küçük üreticilerin sefalete sürüklenmesi ile sonuçlanmaktadır. Kapitalizm yıkılmadan da bunun önüne geçmeye çalışmak nafiledir. Sadece kapitalist politikalara karşı mücadele etmek yetmez, bizzat kapitalizmin kendisine karşı mücadele etmek gerekiyor. Dolayısıyla küçük üreticilerin devrimci işçi sınıfıyla birlikte hareket etmesi gerekiyor. Çünkü kapitalizmi yıkacak tek güç işçi sınıfıdır. Ancak tüm emekçilerin işçi sınıfı öncülüğünde kapitalizmi yıkmasıyla insanlık kurtuluşa erecektir. Ancak o zaman bugünün küçük üreticileri olan emekçiler sefalete sürüklenmek yerine, kolektif bir üretim sayesinde insanca yaşam olanağına kavuşacaklardır. Böylece üretim araçları en verimli şekilde kullanılabilecek, yeryüzünden açlık ve yoksulluk silinip gidecektir. İşte o zaman herkes ete de, süte de doyacaktır. ___________________________ 1
İlkay Meriç, Küçük Çiftçilerin Makûs Talihi, MT, Haziran 2006
2
Selim Fuat, Kapitalizm Küçük Üreticileri Ezerek Tasfiye Ediyor, MT, Mayıs 2010
33
Tayland’da Burjuvazinin İt Dalaşında Emekçiler Eziliyor Selim Fuat
İ
şçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünün zayıf olduğu mevcut koşullarda dünyanın çeşitli bölgelerinde meydana gelen toplumsal çatışmalar, büyük ölçüde burjuvalar arasındaki karşıtlıklar ekseninde gerçekleşiyor. Siyaset arenası kapitalistlerin birbirleriyle rekabetinden kaynaklanan sorunlar etrafında yaşanan kapışmalara sahne olurken, işçiler ve yoksul köylüler de bu kapışmaların tarafları haline geliyor, getiriliyorlar. Ortaya çıkış nedenleri, biçimleri ve çatışmanın şiddeti farklılıklar gösterse de, dünyanın pek çok ülkesinde, örneğin Türkiye’de, Ukrayna’da, Kırgızistan’da ve son olarak Tayland’da, burjuvalar arasında yaşanan çatışmalarda işçilerin ve diğer emekçilerin pek çoğu burjuva saflardan birinin peşine takılıp, bu çatışmaların bir parçası oldular. Kendi çıkarlarını savunan bağımsız sınıf örgütlerinden yoksun kaldıkça da bu böyle olmaya devam edecek ne yazık ki. Burjuvazi içindeki iktidar kavgasının fiili çatışmalar biçimine bürünmesinin son örneği, geçtiğimiz günlerde, Güneydoğu Asya’da yer alan ülkelerden Tayland’ın başkenti Bangkok’da yaşandı. Eski başbakan Taksin Şinavatra’nın liderliğini yaptığı ve daha çok “Kırmızı Gömlekliler” olarak bilinen “Diktatörlüğe Karşı Ulusal Birleşik Cephe” taraftarlarının, Başbakanın istifa etmesi ve erken seçime
34
gidilmesi talebiyle 3 Nisanda başlattıkları gösterilerde en az 50 kişi öldü, 1600’den fazla kişi ise yaralandı. Taksin Şinavatra, “Sarı Gömlekliler” denilen ve bugün de iktidarı destekleyen grubun günler süren büyük sokak gösterilerinin ardından, 19 Eylül 2006 tarihinde gerçekleşen bir askeri darbe ile devrilmiş ve sürgüne gönderilmişti. Ancak devrik başbakan bir kenara çekilmemiş, o tarihten beri çoğunluğu emekçi sınıflardan gelen taraftarlarıyla birlikte iktidar mücadelesini sürdürmüştü. Aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 10 bin kişiye yakın sayıdaki “Kırmızı Gömlekli”ye başkent Bangkok’un bir mahallesinde askerlere karşı barikatlar kurdurtan ve günlerce direnmelerini sağlayan da sürekli gelişen bu mücadeleydi.
2006 darbesi ve Taksin Şinavatra Tayland’ın darbelerle dolu bir siyasal geçmişi var. Monarşiyle yönetilen Tayland’da, 1938’den 1997’ye kadar geçen süre boyunca, ordu hemen hemen hep iktidarda olmuş. Ülke kral tarafından yıllarca ordunun baskıcı egemenliğinin eşlik ettiği bir monarşiyle yönetilmiş. Ancak 1997’de yapılan yeni anayasayla birlikte görece demokratik seçimler yapılmaya başlanmış. Bu durum da ordunun
sayı: 63 • Haziran 2010
marksist tutum
Taksin Şinavatra’nın kırsal nüfus, çiftçiler ve kent yoksulları arasında hızla güç kazanmasının ardında yatan asıl faktörler, sağlık ve eğitim reformları, mikro kredi, köy destekleme fonları, üreticiye teknik destek programları gibi uygulamalardı egemenliğinin giderek daha çok yıpranmasına yol açmış. Özellikle 2001 yılında Taksin Şinavatra başkanlığında kurulan hükümetle birlikte bu süreç iyice hız kazanmış. 1998’de Asya krizinin yarattığı ortamda TAK (Taylandlı Taylandlıyı Sever) partisini kuran Taksin Şinavatra, bir ipek tüccarının oğlu. Askeri lisede okuduktan sonra polis akademisine geçmiş ve sonrasında eğitimine Amerika’da devam etmiş. Polis örgütünde albaylığa kadar yükselen Taksin Şinavatra, 1987’de polislikten ayrılarak iş yaşamına atılmış ve polis örgütünün bilgisayar sistemini kurma işini aldıktan sonra da Tayland’ın telekomünikasyon devi ve en zengin işadamlarından biri olmuş. 2001 yılında, ihracattan daha çok ülkenin iç ekonomisine dayalı bir büyüme modelini amaçlayan programıyla girdiği seçimleri kazanan Taksin Şinavatra, kır ve kent yoksullarının küçük ve orta büyüklükteki işletmelerinin tüketim ve üretim kapasitesini arttırmaya yönelen programlarıyla, toplumun yüzde 80’ini oluşturan, kırsal nüfus, çiftçiler ve kent yoksulları arasında hızla güçlendi. Bu kesimler arasında güç kazanmasının ardında yatan asıl faktörler ise sağlık ve eğitim reformları, mikro kredi, köy destekleme fonları, üreticiye teknik destek programları gibi uygulamalardı. Uluslararası ekonomik koşulların da elvermesiyle Tayland’da önemli gelişmeler sağlayan bu politikalar sayesinde IMF’den alınan kredileri vadesinden iki yıl önce ödemeyi başaran Taksin Şinavatra, 2005 yılında yapılan seçimleri de %54 oranında oy alarak kazanmıştı. Bu seçim başarısının ardından yeni dönemde büyük kamu projelerine, kendi deyimiyle “ulus inşa etme” aşamasına geçtiğini ilan eden Şinavatra mali sektörün ve inşaat sektörünün yeniden güçlenmesini sağladı. Ekonomi yılda ortalama yüzde 5’in üzerinde bir büyüme gerçekleştirdi ve yoksul kesimlerin yaşam koşullarında hissedilir iyileşmeler başladı. Ne var ki, Taksin Şinavatra’nın yeni ekonomi modeli ve sosyal yardım politikaları ile kuzey eyaletlerinde kırsal nüfusu giderek kendi yanına çekmeye başlaması, ülke içindeki siyasi-ekonomik dengeleri sarstı. Kral’ın, dolayısıyla askeri ve sivil bürokrasinin siyasal ve toplumsal etkisi azalmaya başlamıştı. Bu gelişmeler, Kral ile Taksin Şinavatra arasında giderek artan bir çekişmenin zeminini oluş-
turdu. Taksin Şinavatra bu mücadelede desteğini ağırlıklı olarak ABD’ye yakınlaşarak dışarıdan sağlıyordu. Giderek elinin güçlendiğini hisseden Taksin Şinavatra, statükocu bürokratların tasfiyesini hızlandırmaya başlayınca orduda huzursuzluk arttı. Şinavatra popülist politikalarla gücünü arttırırken, bir yandan da başta kendisi ve partisinin önde gelenleri olmak üzere özellikle taşradan yeni ekonomik güçlerin yükselmesinin de önünü açmıştı. Bu durum Bangkok sermayesini huzursuz etmeye başlamıştı. Blok halinde muhalefet yükselten bu kesimler, Türkiye’de hiç de yabancısı olmadığımız bir söylem tutturup, Şinavatra’nın bu tasfiyelerle bütün gücü kendisinde toplamaya çalışarak bir diktatörlük yaratmaya çalıştığından dem vurmaya başladılar. Bangkok’un Aydın Doğan’ı olan medya patronunun Şinavatra’yı Kral’a yeterince sadık olmamakla suçlamasıyla birlikte muhalefet daha da yükselmeye başladı. Küçük-burjuvaların sayıca fazla olduğu bir kesim Kral’a olan sadakatlerini göstermek için kraliyetin simgesi rengindeki sarı gömlekleri giyerek sokaklara döküldü. Ne var ki Şinavatra’yı destekleyen geniş bir toplum kesimi vardı. Hükümet muhalefetin bu protestolarını susturmak için 2006 Nisanında erken seçime gitti. Kazanma umudu olmayan muhalefetin seçimi boykot etmesine rağmen TAK büyük bir destekle seçimi kazandı. Burjuva güçler arasındaki krizi daha da derinleştiren bu durum, kısa bir süre sonra Kral’ın baskısıyla Şinavatra’nın istifasıyla sonuçlandı. Ancak orduya ve bürokrasiye muhalefetini arttırarak devam ettiren, geri dönme manevraları ve güç gösterileri yapan Şinavatra’ya karşı “Sarı Gömlekliler” de protestolarını yükselttiler. Nihayet 19 Eylül 2006’da siyasal karışıklıkları bahane eden ordu bir darbeyle yönetime el koydu. TAK’la birlikte tüm siyasal partileri kapattı, TAK’ın yöneticilerini tutukladı. Şinavatra yurtdışına sürgüne gönderildi.
Darbeden bugüne Darbeden 18 ay sonra seçim yapıldığında, Şinavatra yurtdışında sürgünde olmasına rağmen, devrik başbakana destek azalmamıştı. Tayland’ın kuzey ve kuzey-batısındaki
35
marksist tutum
Haziran 2010 • sayı: 63
müzdeki günlerde baskının daha da fazla arttırılmasıyla, emekçi kesimler bu yenilginin faturasını daha da ağır biçimde ödemeye devam edeceklerdir. Ne yazık ki toplumsal mücadeleler tarihi böylesi örneklerle doludur.
Kurtuluş işçi sınıfının devrimci mücadelesindedir
emekçiler, Şinavatra’nın yandaşlarını iktidara taşımışlardı. Ancak, Şinavatra yanlılarının seçtiği hükümet, bir dizi mahkeme kararı ve “Sarı Gömlekliler”in protesto gösterisiyle karşı karşıya kaldı ve sonunda da iktidardan indirildi. Bunun üzerine kendilerini “Kırmızı Gömlekliler” olarak adlandıran Şinavatra yanlıları 2009 yılı Nisan ayından itibaren sokak gösterilerine başladı. “Kırmızı Gömlekliler”, içerisinde değişik kesimlerden insanlar bulunsa da, ağırlıklı olarak tarım işçileri ve yoksul köylülerden oluşuyordu. 10 bine yakın “Kırmızı Gömlekli”, parlamento feshedilinceye kadar kalmak üzere başkent Bangkok’a geldi ve barikatlar kurarak yaklaşık üç kilometrekarelik bir bölgeyi işgal etti. Bu işgalin ardından askeri birlikler göstericileri dağıtmak için zaman zaman saldırılarda bulunsalar da başlangıçta başarılı olamadılar. Ancak çatışmalarda günler geçtikçe sayısı artacak biçimde onlarca “Kırmızı Gömlekli” öldürüldü. Yine de bu abluka hükümetin sıkışmasına yol açıyordu. Nitekim Mayıs başında hükümet, başbakanın bir askeri üsse sığınmasına yol açacak kadar etkili olan bu abluka yüzünden, 14 Kasımda yapılacak bir erken seçime razı olduğunu bildirmek zorunda kaldı. Ancak “Kırmızı Gömlekliler”, hükümetin bu adımını olumlu bulsalar da parlamentonun alt kanadı tasfiye edilmeden işgallerini sonlandırmayacaklarını duyurdular. Bunun üzerine hükümet teklifini geri çekti ve saldırılarını yoğunlaştırdı. Muhalefetin “askeri lideri” konumundaki Generalin başından vurularak öldürülmesi üzerine moralleri büyük ölçüde bozulan “Kırmızı Gömlekliler”, 19 Mayıs günü ordunun zırhlı birliklerle gerçekleştirdiği müdahalesiyle dağıtıldı ve liderleri askerler tarafından teslim alındı. Tayland’da, dünyanın başka pek çok ülkesinde de olduğu gibi, hoşnutsuzluğu artan emekçi kitleleri peşine takarak kendini iktidara taşıma mücadelesi yürüten Şinavatra, bugün için ağır bir yenilgi almış gibi görünüyor. Ama bu mücadelenin bedelini asıl olarak ordu tarafından acımasızca ezilen protestocu emekçiler ödemiştir. Önü-
36
Kendi içlerinde söylem düzeyinde çeşitli farklılıklar gösterseler de, Chavez’den Şinavatra’ya kadar tüm popülist politikacılar, kendi iktidarlarını sürdürmek için işçi sınıfını ve yoksul emekçileri kandırarak peşlerine takıyorlar. İşçilerin ve yoksul emekçilerin en temel ihtiyaçlarını bile göz ardı eden diğer burjuva politikacılardan farklı olarak sosyal yardımlar ve çeşitli destek programlarıyla bu kesimlerin gözlerini boyamaya uğraşan ve bu sayede onları peşlerine takan bu politikacılar da son tahlilde kapitalist sistemin bekası için gayret gösterirler. Üstelik kırıntılar vererek gözlerini boyadıkları emekçi kitleleri kendi sınıf çıkarları için mücadele etmekten de alıkoyma işlevi görürler. Kendi çıkarlarını asla temsil etmeyen bu türden burjuva önderliklerin peşine takılması, işçi sınıfının düzen sınırlarına hapsolmasıyla sonuçlanmaktadır. Nitekim bu türden liderlerin peşlerinden sürüklenen emekçi kitlelerin, kısa bir süre sonra içine düştükleri durumlar da ortadadır. Tayland’da özellikle kırdaki proleterleri ve yoksul köylüleri peşine takan Şinavatra da, tıpkı diğer burjuva önderlikler gibi, emekçilerin taleplerine yanıt veremez. Elbette monarşiye, baskıcı rejime, askeri darbelere ve genel olarak olağanüstü burjuva rejimlere karşı mücadele, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesi demokratik taleplerle asla sınırlandırılamaz. Oysa Şinavatra gibi burjuva liderler bu mücadeleyi kendi dar sınıfsal çıkarlarıyla sınırlamaya ve kapitalist sistem çerçevesinde tutmaya çalışırlar. Bunun için bile emekçi kitlelerin aktif desteğine ihtiyaç duyarlar. Peki işçilerin ve yoksul köylülerin mevcut monarşist burjuva iktidarı devirme gücü varsa, neden iktidarı kendi ellerine almayıp Şinavatra gibi bir burjuva liderliğin ellerine teslim etsinler? Onların gerçek çıkarları da, kurtuluşlarının tek yolu da ellerine aldıkları iktidarı kendileri adına sürdürmeleridir. İşçi sınıfı dünyanın hiçbir ülkesinde burjuvazinin ortaya koyduğu politik saflardan birini seçmeye mahkûm değildir. Bu saflardan birini seçmek işçi sınıfı için kırk katırla kırk satır arasında tercih yapmak anlamına gelecektir. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi ellerindedir ve bu kurtuluşu kendi bağımsız sınıf çizgisini izleyerek gerçekleştirecektir.
İngiltere Seçimlerinin Se Ardından Serhat Koldaş
Y
irminci yüzyılın başlarından bu yana İngiltere’de merkez sağda konumlanan Muhafazakâr Parti ve merkez solda konumlanan İşçi Partisi ülkenin en büyük iki siyasi partisi olageldi. Şimdiye dek burjuva iktidar bu iki parti arasında dönüşümlü olarak ve sorunsuzca el değiştiriyordu. Ancak kapitalizmin dünya ölçeğindeki bunalımı bu tabloyu da bozdu ve bunun sonucu olarak İngiltere’de uzun yıllardır ilk kez üçüncü bir partinin de dahil olduğu bir koalisyon hükümeti ortaya çıktı. 6 Mayısta İngiltere’de gerçekleşen genel seçimler 13 yıldır iktidarda olan İşçi Partisi hükümetinin sonunu getirdi. İşçi Partisi 1997 seçimlerinde büyük bir oy oranıyla iktidara gelmişti. 2001 ve 2005 seçimlerinde oy oranı düşmüş, ancak yine de birinci parti olarak meclis salt çoğunluğunu elde edebilmişti. Kapitalizmin küresel ekonomik krizinin etkileri ve Irak ve Afganistan’da on yıla yakın bir süredir devam eden emperyalist savaş İşçi Partisi’nin oy oranını önemli ölçüde düşürdü. 6 Mayıs seçimlerinde hiçbir parti mecliste salt çoğunluk sağlayamadı. Bu durum, ülkedeki geleneksel iki partili siyasal sistemde de gedik açılmasına yol açtı. İngiltere’deki seçim sistemi küçük siyasi partilerin aldıkları oy oranında mecliste temsil edilmesine olanak tanımıyor; bu yüzden hükümeti en büyük iki partiden biri kuruyordu. Ancak bu seçimlerde, Muhafazakâr Parti de, İşçi Partisi de, tek başına hükümet kuracak meclis çoğunluğuna ulaşamadılar. Dolayısıyla son yıllarda oy oranını arttıran Liberal Parti, hükümetin kurulabilmesi için kilit bir konuma geldi. İngiltere’deki dar bölge seçim sistemi, Liberallerin aldıkları oy oranında parlamentoda temsilini engelledi elbette. Ancak Liberaller koalisyon pazarlıkları sırasında kilit konumlarının verdiği manevra olanaklarını kullanarak sınırlı parlamenter sayılarına karşın hükümette etkili bir konum elde ettiler. Gerek Muhafazakâr Parti gerekse de İşçi Partisi koalisyon hükümeti kurabilmek için Liberallerin kapısını çaldı. Liberaller,
İşçi sınıfının burjuvaziden ideolojik ve siyasal olarak bağımsızlaşmış devrimci bir partiye ihtiyacı var. Dünya kapitalizminin bunalımı reformizmin üzerinde yükseldiği sınıf uzlaşmacılığının iktisadi zeminini büyük ölçüde daraltıyor. “Sosyal devlet” tarihe gömülürken reformcu işçi partilerinin burjuvazinin işçi partileri haline geldikleri açıkça teşhir oluyor. Kriz durumlarında burjuvazinin saldırı politikalarını bizzat üstlenen sosyal demokrat partiler giderek işçilerin gözünden düşüyorlar. Şurası açık ki, devrimi isteyen onun aracını da istemek ve yaratmak zorundadır. İşçi sınıfının devrimci mücadelesini ilerletmenin başka yolu yok!
37
Haziran 2010 • sayı: 63
marksist tutum
daha fazla taviz veren partiye koalisyon hükümeti kurma şansı vereceklerini ilan ettiler. Seçimden birinci çıkan Muhafazakâr Parti, hükümeti kurabilmek için Liberal Parti’ye hem hükümette hem de koalisyon protokollerinde tavizler vermek zorunda kaldı. İngiltere’de yürürlükte olan dar bölge seçim sistemine göre bir bölgede en yüksek oyu alan parti o bölgenin tüm vekilliklerini alıyor. Bir seçim bölgesinde 2. ve 3. sırada kalan partilerin parlamentoya söz konusu bölgeden temsilci göndermesi imkânı yok. Bu durum seçmenleri en güçlü iki partiden birine oy vermeye zorluyor. Demokrasinin beşiği kabul edilen bu ülkedeki adaletsiz seçim sistemi, İngiliz demokrasisinin gerçek yüzünü de gösteriyor. Bu seçim sistemi son seçimlere dek İngiliz burjuvazisini, istikrarsızlığa zemin oluşturabilecek koalisyon hükümetlerinin taşıdığı dezavantajlardan uzak tutuyordu. Koalisyon hükümetleri, farklı programlara sahip partilerin ve ardındaki sınıf kesitlerinin geçici ve zorunlu bir uzlaşmasını gerektirdikleri için siyasal istikrarsızlıklara ve hükümet bunalımlarına teşne olabilmektedir. Koalisyon hükümetlerinin, olası muhalif toplumsal hareketlerin basıncı karşısında daha kırılgan olduğu kabul edilir. Dolayısıyla burjuvazinin genelde tercihi, meclis çoğunluğuna sahip tek partinin kuracağı güçlü ve istikrarlı hükümet ile ona alternatif olarak sırada bekletilen güçlü bir ana muhalefet partisinin mevcudiyetinden yanadır. İngiltere’deki son seçimlerde, sistemin iki ana partisi mecliste salt çoğunluğu elde edemedi. Seçmeni iki ana partiye yönlendiren seçim sistemi bu sefer işlevini tam manasıyla yerine getiremedi. Diğer partilerin güç kazanması, buna karşın mecliste çok sınırlı bir temsil olanağı bulmaları, İngiliz seçim sisteminin sorgulanmasını gündeme getirdi. Seçimlerin ardından yapılan gösterilerde dar bölge seçim sisteminin kaldırılması talep edildi. Elbette bizi asıl ilgilendiren husus, yıllardır geniş işçi kitleleri kandırmış olan İşçi Partisi’nin burjuva niteliğinin
kavranmasıdır. Bu bağlamda İşçi Partisi’nin durumuna göz atalım.
Burjuvazinin “İşçi” Partisi İngiliz İşçi Partisinin tarihsel gelişimi, Sosyal Demokrasinin siyasal evriminin tipik örneklerinden birisini oluşturur. İngiliz İşçi Partisi’nin temeli 20. yüzyılın başında Bağımsız İşçi Partisi (ILP) ile Sendikalar Kongresi’nin (TUC) işbirliği ile atıldı. 1906 yılında resmen kurulan İşçi Partisi, ilk kuruluşundan itibaren “işçi sınıfının burjuva siyasetine” hayat verecekti. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Sosyal Demokrasi İngiltere’de de işçi sınıfına ihanet edecekti. İşçi Partisi savaş sırasında burjuva hükümetlerde yer alarak İngiliz işçi sınıfına, dünya proletaryasına ve İngiliz sömürgelerindeki ezilen halklara karşı İngiliz burjuvazisinin yanında saf tuttu. 1918 seçimleriyle birlikte ikinci büyük parti haline geldi. 1924’te İşçi Partisi, Liberallerle birlikte ilk İşçi Partisi hükümetini kurdu. 1925 genel grevi sırasında hükümette İşçi Partisi’nin olması burjuvaziye avantaj sağlayacaktı. İşçi Partisi, 1940 yılında Churchill’in koalisyon hükümetine katılarak, I. Emperyalist Paylaşım Savaşında oynadığı uğursuz rolü II. Emperyalist Paylaşım Savaşında da tekrarladı. Savaş sonrası dünya kapitalizmi hızlı bir yükseliş evresine girmişti. SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinin varlığı kapitalizmin aşırılıklarını törpüleyerek kendisine çeki düzen vermesini gerektiriyordu. 1945’te hükümeti kuran İşçi Partisi, “sosyal refah devleti” yönünde reformlar gerçekleştirebilecekti. Partinin programında sosyalizme barışçıl reformlar yoluyla gidilebileceği ileri sürülüyordu. Oysa sosyal devlet uygulamalarının sosyalizm hedefiyle bir ilgisi yoktu. “Sosyal devlet” denen şey, işçiler için kabul edilebilir hale getirilmeye çalışılan “ehlileştirilmiş kapitalizm”den başka bir şey değildi. Kapitalist ekonominin hızlı bir yükseliş yaşadığı savaş sonrası dönemde İsveç ve
İşçi Partili eski başbakan Gordon Brown ve Muhafazakâr Partili yeni başbakan David Cameron
38
6 Mayısta gerçekleşen genel seçimler 13 yıldır iktidarda olan İşçi Partisi hükümetinin sonunu getirirken ve Gordon Brown’ın parti liderliğinden istifa etmesine yol açarken, uzun yıllardır iktidar yüzü görmeyen Muhafazakâr Parti’yi de Liberallerle koalisyon halinde iktidara taşıdı
sayı: 63 • Haziran 2010
marksist tutum
İngiliz işçi sınıfının da sol gösterip sağ vuran sözde “işçi” partilerinden sıdkı sıyrılmış durumda
sal eşitsizliği azaltacak kurum gibi gösterir. Burjuva devlet, “içerisinde yer almanın işçi sınıfına fayda sağlayacağı bir kurum” gibi sunulur. İşçi Partisi vesilesiyle elde edilen ekonomik kazanımlar bu yanılgıyı daha da destekler. İşçi sınıfını devrimci fikirlerden uzak tutar.
İngiltere’de “devrimci” sosyalizm
İngiltere başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi, işçi sınıfı tehlikesine karşı “sosyal devleti” sınıf uzlaşmacılığının politik zemini haline getirecekti. Burjuva siyasete angaje olmuş sosyalist ve reformcu işçi partileri sınıf uzlaşmacılığının başrol oyuncusu haline geldiler. “Sosyal devlet” uygulamaları sadece işçi partilerince değil belirli ölçülerde merkez sağ hükümetler tarafından da sürdürüldü. Sosyal demokrasinin siyasal evrimini ve bugün vardığı durumu Elif Çağlı şöyle özetliyor: “Sosyal demokrat partiler çeşitli safhalardan geçen bir dönüşüm neticesinde, başlangıçta bir ölçüde olduğu varsayılan Marksist köklerinden tamamen uzaklaştılar. Zamanla başta Avrupa’da olmak üzere çeşitli ülkelerde kendilerini sosyal demokrat ya da sosyalist diye niteleyen burjuva işçi partileri vücut buldu. Bu kapsama giren muhtelif sol partiler arasında nüanslar ve ulaştıkları kitlesellikte farklılıklar olsa dahi, bunlar esasen tabanını işçilerin veya sendikaların oluşturduğu, tepedeyse burjuva siyasetin yürütüldüğü burjuva işçi partileriydiler. Sosyal demokrat siyaset zamanla çok daha açık biçimde burjuva sol siyasete dönüştü.” “Dünya üzerinde 80’lerde yaygınlaşan siyasal gericilik ve işçi hareketindeki gerileme dalgasıyla birlikte, İngiliz İşçi Partisi’nden Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne ve Brezilya İşçi Partisi’ne varana dek genel bir sağa kayış ve burjuvaziye büsbütün teslim olma furyası yaşandı. Böylece daha önceki dönemlerde bazı durumlarda belki bir ölçüde anlamlı olabilecek bir soru da (burjuva işçi partileri ile burjuva sol partiler arasında bir fark olup olmadığı sorusu) önemini yitirdi. (…) Tartışmaya konu olan partiler vaktiyle işçi sınıfının “burjuva” partileri idiler. Bugün bunlar düpedüz burjuvazinin “işçi” partilerine dönüşmüş bulunuyorlar.” (Elif Çağlı, Burjuva İşçi Partileri Üzerine, MT, Aralık 2005) İngiliz İşçi Partisi Britanya kapitalizminin istikrar unsurudur. Burjuva demokrasisinin gerçekte bir burjuva diktatörlüğü olduğu gerçeğini perdeleme hizmetini görür. Kapitalist devleti burjuvazinin iktidar aygıtı olarak değil, reformları gerçekleştirecek, gelir adaletsizliklerini, toplum-
İki parti sistemine dayalı siyasi yapının süregitmesinde yani kapitalizmin siyasal istikrarının tahkim edilmesinde İngiliz solunun ağır sorumluluğu vardır. İşçi sınıfının birliği adına seçimlerde İşçi Partisi’ni destekleyen sözde “Marksistlerin” sayısı hiç de az değil. İngiltere’de Marksizmin bayrağını taşıdığını iddia eden siyasi çevreler hiç eksik olmadı. Ancak bu çevreler burjuva “İşçi” Partisi’nin ipliğini pazara çıkaracak devrimci bir politika izlemekten ziyade, İşçi Partisi yamaklığı yaparak reformizmi besliyorlar. İşçi Partisinin sağ kanadına muhalefet edip sol kanadı güçlendirmeye çalışmayı devrimci bir politika gibi sunuyorlar. Son seçim yenilgisinin ardından İşçi Partisi başkanı istifa edince partiye yeni lider seçme mücadelesi başladı. Bu mücadeleye “Marksistler” de dâhil oldular. “In Defence of Marxism” (IDOM) web sitesinde John McDonnell’ın adaylığı desteklendi. Üstelik McDonnell’ın partiyi “sosyalist temellerine” geri döndüreceği ileri sürülüyor. IDOM’a göre İşçi Partisi “sosyalist temellerine” geri dönerse işçi sınıfının siyasal örgütlenme sorunu çözülecek! Sosyal demokrat partilerin programlarının işçi sınıfının devrim programıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu parti programlarında yer alan “sosyalizm” ibareleri işçileri aldatmaya yönelik birer vitrin süsünden ibarettir. Marksizmin bir zamanlar “burjuva sosyalizmi” diye adlandırarak mahkûm ettiği siyasal anlayış, bunca acı tecrübelerden sonra, kendilerine “Marksist” diyenler tarafından hâlâ yaşatılmaya çalışılıyor. İşçi sınıfının burjuvaziden ideolojik ve siyasal olarak bağımsızlaşmış devrimci bir partiye ihtiyacı var. Dünya kapitalizminin bunalımı reformizmin üzerinde yükseldiği sınıf uzlaşmacılığının iktisadi zeminini büyük ölçüde daraltıyor. “Sosyal devlet” tarihe gömülürken reformcu işçi partilerinin burjuvazinin işçi partileri haline geldikleri açıkça teşhir oluyor. Kriz durumlarında burjuvazinin saldırı politikalarını bizzat üstlenen sosyal demokrat partiler giderek işçilerin gözünden düşüyorlar. Şurası açık ki, devrimi isteyen onun aracını da istemek ve yaratmak zorundadır. İşçi sınıfının devrimci mücadelesini ilerletmenin başka yolu yok!
39
Haziranda Ölmek Zor! Adil Aksu
Ö
mürlerini işçi sınıfı ve insanlığın esaretten kurtuluşu davasına adamış iki büyük ozanımız Nazım Hikmet ve Ahmet Arif ’i bir Haziran ayında kaybettik. Onlar ruh dünyalarının olağanüstü şiirsel zenginliğini, sömürücü egemenlere karşı sınıf mücadelesinin etkili bir aracı düzeyine yükseltmeyi başarmışlardı. Böyle olduğu içindir ki, ölümlerinin ardından seneler geçtiği halde bu büyük ozanlar unutulmamakta, aksine, büyük insanlığın vicdanı ve hatırasında daha da büyük bir yer edinmekteler. Ve hiç şüphesiz günümüzde kapitalist barbarlığın insanlığa yaşattığı acılar arttıkça ve buna karşı mücadele de filizlenip boy vermeye devam ettikçe onların değeri daha da büyümektedir, büyüyecektir. Nazım Hikmet ve Ahmet Arif işçi sınıfına aittirler ve onların hatırası işçi sınıfının mücadelesinde daima yaşayacaktır.
İşçi Sınıfının Komünist Ozanı Nazım Hikmet Nazım Hikmet 1902 yılında Selanik’te doğdu. Coşkun bir karaktere sahip olan Nazım küçük yaşlardan itibaren şiire ve resme güçlü bir eğilim gösterdi. Çağın olağanüstü şartları ve içinde bulunduğu nispeten elverişli aile koşulları, onu zihinsel yönden hızla olgunlaştırdı ve çağdaşı birçok aydın gibi erken yaşta çağın ve ülkenin sorunları konusunda duyarlı hale getirdi. Nitekim daha 18-19 yaşındayken Anadolu’daki emperyalist işgale karşı mücadele etmek amacıyla İstanbul’daki ailesini terk edip Anadolu’ya geçmiştir. Fakat ateşli, radikal karakteri ve sosyalist fikirlere doğru eğiliminin de belirmesi nedeniyle cepheye katılmasına izin verilmez. Bunun yerine Bolu’ya öğretmen olarak tayin edilir Nazım. Bir yıl boyunca kaldığı Bolu’da halkın yoksulluğa rağmen hürriyete olan özlemine ve hâkim sınıfların çıkar tutkusuna çok daha yakından tanık olur. Ekim Devriminin yoksul Anadolu halkını saran umuduna ilk burada şahit olur. Komünist Enternasyonal’in üyesi olan TKP henüz yeni de olsa, işçi ve emekçiler arasında devrimci örgütlenmeyi yaymaya çalışmaktadır. Nazım Hikmet umudun canlı bir parçası olan Sovyet Rusya’ya geçer, “hep bir ağızdan türkü söylenen” diyarı bizzat görmek için. Hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı,
40
demiri oya gibi işleyip hep beraber, hep beraber sürebilmek toprağı, ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, yârin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber! diyebilmek Nazım Hikmet, Sovyet Rusya’da, Çarlık despotizmini ve kapitalizmi yıkmayı başarmış olan işçi sınıfının kurduğu işçi iktidarı ile tanışır. İşçi, asker ve köylüler açlık ve yoksulluk pahasına işçi sınıfının iktidarını korumak için her türlü fedakârlığı yaparlar. Ekim Devrimi, bütün insanlığın hep beraber söylediği türkü, iş, aş, yaşamdır adeta. Komünist fikirler yani işçi sınıfının iktidarı için örgütlenme ve mücadele etme fikri Nazım Hikmet’in bundan sonraki yaşantısının ayrılmaz bir parçası olur. Nazım Hikmet’in yaşamının geri kalan bölümünde övündüğü tek şey, komünizm gayesi uğruna çalışmak olur. CHP’nin tek parti diktatörlüğü koşullarında Nazım Hikmet davası uğruna faaliyetlerine devam eder. Bir yandan TKP saflarında yürüttüğü parti faaliyetleri bir yandan da şiirlerinin yayınlanması nedeniyle CHP diktatörlüğü baskıcı yüzünü göstermekte gecikmez ve cezalar yağmaya başlar. 1925 yılından itibaren çeşitli aralıklarla hapis cezalarına çaptırılır. 1938 yılından itibaren 12 yıl boyunca hapis yatar. Bu uzun yıllar boyunca Nazım Hikmet ne kadar susturulmaya, mücadeleden uzak tutulmaya çalışılıp hapislere sürülse de, baskılara boyun eğmez. Zor koşullarda üretmeye ve kavgasını sürdürmeye devam eder. sevdalınız komünisttir, on yıldan beri hapistir, yatar bursa kalesinde. hapis ammâ, zincirini kırmış yatar, en âlâ mertebeye ermiş yatar, yatar bursa kalesinde. Nazım’ın bir an önce bırakılması için tüm dünyada başlatılan kampanya neticesinde, 1950 yılında özgür kalır. Fakat sermaye devleti onu ilerlemiş yaşına rağmen askere almak ve “askerden kaçtı” komplosu ile arkadan vurmak
sayı: 63 • Haziran 2010
ister. Nazım Hikmet bu koşullarda Türkiye’yi terk etmek zorunda kalır ve Rusya’ya gider. Bir süre sonra hükümet “vatan hainliği” suçlamasıyla onu vatandaşlıktan çıkardığını ilan eder. Nazım ünlü şiiriyle buna karşılık verir. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması, topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim.
Rusya’da geçirdiği sürgün yıllarında şiir, roman, tiyatro dalında ölümsüz eserler ortaya koymaya devam eder. Nazım bu yıllarda bütün dünyada işçi ve emekçilerin, ezilen insanlığın unutulmaz bir ismi haline gelir. Ve mücadeleyle dolu ömrü 3 Haziran 1963 günü Moskova’da sona erer. Mücadelesiyle bir dünya vatandaşı olan Nazım’a bugünlerde vatandaşlık hakkının tanınmasıyla geçmiş unutturulmaya çalışılıyor. Başbakan “açılım” turlarında Nazım Hikmet’ten şiirler okuyor. Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan asıl unsur, onun hayatını yeryüzünde kapitalist sömürü düzeninin ortadan kaldırılmasına adamış komünist bir insanlık ozanı olması olduğu halde, medya tekelleri onun bu temel özelliklerini gözden saklamaya çalışmaktalar. Bunun yerine onu “vatan-millet” edebiyatı yapan bir Türk şairi ya da bir “sevda şairi” olarak milyonlara tanıtmaya çalışıyorlar. Ama işçi sınıfının devrimcileri olan bizler, Nazım Hikmet’i genç kuşaklara, onu var eden asıl önemli yönüyle, işçi sınıfının komünist ozanı olarak tanıtmaya ve onu kavgamızda yaşatmaya devam edeceğiz.
“Kalbin, Zonguldak’ta çökmüş bir kuyu” 2 Haziran 1991 günü Ahmed Arif de kavganın, cesaretin, kardeşlik ve yeryüzünde cennet düşünün en güzel dizelerini yazdıktan sonra aramızdan ayrıldı. O daha ortaokuldayken “yasaklı” Nazım Hikmet’in şiirlerini okuyordu. Kendi deyimi ile o yıllarda adeta “Nazım Hikmet sarhoşu”ydu. Ahmed Arif 1927 yılında Diyarbakırlı varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Urfa’da ortaokulu ve Afyon’da liseyi okuduktan sonra üniversiteye giderek Ankara’da felsefe bölümünde okudu. Bu yıllarda TKP’ye sempati duymaya başlayan Ahmed Arif, gerek yürüttüğü komünist mücadele gerekse yazdığı şiirler nedeniyle burjuva düzenin baskıcı yasalarınca yargılandı ve hapis yattı. 1968 yılında “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı şiir kitabını yayınladı. Şairin yayınlanmış bu tek kitabı onlarca
marksist tutum
baskının ardından bugün hâlâ yeniden ve yeniden basılmakta, elden ele dolaşmaktadır. Ahmed Arif, şiirlerini kaleme aldığı 40’lı yıllardan bu yana, coşku dolu anlatımıyla, cesaret, kavga ve mertlik dolu mısralarıyla özellikle gençleri etkilemiştir. O şiirlerinde, insanın her nerede olursa olsun, cellâdın, fırsatçının, fesatçının, hayının üstüne üstüne yürümesi gerektiğini haykırmıştır. Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü... diyen Ahmed Arif, şiirlerinde bir yandan egemen sınıfların zalimliklerini anlatırken, öbür yandan binlerce yıldan bu yana bu haydutluklara karşı koyan mert Anadolu insanını destanlaştırdı. Günlük hayatın içinden çıkan şiirlerinde her sözünü boğun eğmez bir tavırla söyledi. “33 Kurşun” destansı ağıtında, sorgusuz sualsiz katledilen Kürt halkının uğradığı zulümleri anlattı. Halkların derindeki kardeşliğini ise “pasaporta ısınmamış içimiz” diyerek dile getirdi. Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız Karşıyaka köyleri, obalarıyla Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, Komşuyuz yaka yakaya Birbirine karışır tavuklarımız Bilmezlikten değil, Fıkaralıktan Pasaporta ısınmamış içimiz Budur katlimize sebep suçumuz, Gayrı eşkiyaya çıkar adımız Kaçakçıya Soyguncuya Hayına... Ahmed Arif ’in tütün, pamuk ve maden işçilerine karşı hissettiği kardeşlik duygusu şiirlerinin önemli bir parçasıdır. Bir şiirinde “kalbin, Zonguldak’ta çökmüş bir kuyu” diyen Ahmed Arif, maden işçilerinin çilelerini ruhunun derinlerinde duyumsadığını dile getirir. Bugünlerde Zonguldak’ta sermayenin kâr düzeni tüm işçi sınıfının kalbi üzerine yeniden çöktü. Ve bu kuyudan tek çıkış yolu da mücadele etmekten geçiyor. Ahmed Arif ’in yürek işçiliği dediği, hasretini duyduğu, “umut ile, sevda ile, düş ile dayan” diyerek umuduna sarıldığı bir tek kara sevdası vardı: Dünyayı yoksul ve ezilen emekçi yığınlar için bir cennet haline getirebilmek! Cennet yapabilmek için seni, Yoksul ve namuslu halka. Bu’dur ol hikayet, Ol kara sevda.
41
Haziran 2010 • sayı: 63
marksist tutum
30 Sınıf Kardeşimiz Daha Sermayenin Kârı İçin Katledildi!
Yine canımıza kıydı efendiler Yine soluksuz kaldı bedenlerimiz Kahreden ölümün sessizliği çöktü üzerimize Güneşi ve mavi gökyüzünü artık göremeyeceğiz Göremeyeceğiz sevdiklerimizi! Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu Karadon Müessese Müdürlüğü’ne bağlı kömür ocağında 17 Mayısta meydana gelen grizu patlamasında, yerin 540 metre altında mahsur kalan 30 maden işçi kardeşimizin bedenini sermayenin azgın kâr hırsına kurban ettik. Maden ocaklarının işletmesinin 2004 yılından itibaren taşeron şirketlere verilmeye başlanmasıyla birlikte ölümlerin hız kazandığı bilinen bir gerçek. Bu bölgelerdeki taşeron firmalar, örgütsüz olan işçiler için daha uzun çalışma saatlerini, daha düşük ücretleri, güvenlikten ve denetimden yoksun sağlıksız çalışma koşullarını getirdiler. Daha çok kâr etmek için işçilerin yaşamlarını hiçe saydılar. Son altı ayda kömür madenlerinde 64 işçi katledildi. 10 Aralıkta Bursa’daki Bükköy Madencilikte meydana gelen patlamada 19 işçi kardeşimiz hayatını kaybetti. 23 Şubatta Balıkesir Dursunbey’deki Şentaş Madencilik’te meydana gelen patlamada 16 işçi kardeşimizi yitirdik. 13 Mayısta Kütahya’nın Tavşanlı ilçesine bağlı Yörgüç Köyünde faaliyet yürüten Talya Madencilik linyit ocağında, 36 yaşındaki Süleyman Koç göçük altında kalarak hayatını kaybetti. Bu kardeşlerimizin acısı daha dinmemişken, ölüm Zonguldak’ta boy gösterdi ve 30 işçi daha iş cinayetlerine kurban gitti. Verilere göre son 2,5 yılda 180 maden işçisi yaşamını yitirdi. İş cinayetlerinin yaşandığı işyerlerinin neredeyse tamamının sendikasız olması bir tesadüf değildir. İşçi sınıfı örgütsüz ve dağınık olduğu için, patronlar ve hükümet üzerinde gerekli baskıyı kuramıyor ve iş güvenliği önlemlerini aldırtamıyor. Zonguldak’taki patlamanın ardından, Çalışma ve
42
Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer ile Enerji Bakanı Taner Yıldız bölgeye gittiler. Ömer Dinçer hiç zaman kaybetmeden “olayda ihmal olmadığı” kararına vardı ve “Çok üzgünüz, işçilerimizin ailelerine ve Türkiye’ye başımız sağ olsun diyoruz, diğer arkadaşlarımız için elimizden geleni yapıyoruz” diyerek timsah gözyaşları döktü. Sermaye sözcüleri yaptıkları açıklamada son dönemde yaşanan iş cinayetlerinin bir daha yaşanmaması için sert tedbirler alınacağı vaatlerinde bulununca işçi ailelerinin tepkisiyle karşılaştılar. Daha sonra başbakan Tayyip Erdoğan bölgeye gelerek bu tür kazaların bu mesleğin kaderi olduğunu söyleyebilecek kadar pervasızlaştı. Bölge insanının bu tür olaylara alışık olduğunu söyleyen Erdoğan için bu ölümler sıradan olaylardı: “20 yıl gerisine kadar incelediğimde, ta 90’lı yıllardan bugüne kadar Zonguldak bölgesinde bu tür kazaları, grizu facialarını yaşadık. Ben de geldim, bu tür ocaklar nasıl ocaktır diye indim. 2 bin metre derinlikteki kömür madeni ocaklarında çalışan kardeşlerimin nasıl çalıştıklarını gördüm. Onlarla orada iftar yaptım. Bu mesleğin, kaderinde maalesef var. Bu mesleğe giren kardeşlerim de, bu mesleğe girerken içerisinde bu tür şeylerin olacağını bilerek giriyorlar. Birçoğunun da biliyorsunuz, babası, abisi bu meslekten emekli olmuş. Ama kendisi de yine bu meslekte çalışıyor. Kemalpaşa’da, Dursunbeyli’de, bu tür olayları yakın zamanlarda yine gördük.” Sermayenin sözcüsü, işçilere verdiği değeri böylece açıkça ifade etmiş oldu. Onlar bizlere değil, patronlara hizmet ediyorlar. Tüm bu yaşananlar karşısında canımızın bir parçasını kaybetmemizin nedeni örgütsüz ve dağınık olmamızdır. Biz işçiler örgütlenmediğimiz ve haklarımız için mücadele etmediğimiz sürece bu acıları yaşamaya devam edeceğiz. Örgütsüz olduğumuz sürece; maden ve taşocakları katliamlarına, tersane ve iş cinayetlerine, Davutpaşalara, boğularak can veren kadın işçilerimize her gün yenileri eklenmeye devam edecek. Patronların bize reva gördükleri bu vahşete karşı hafızalarımızı güçlü tutmalı, sınıf mücadelesinin içinde yerimizi almalıyız. Tarih bizi kavgaya ve haklarımızı kazanmaya davet ediyor!
• İş cinayetlerine son! • Gerekli iş güvenliği önlemleri alınsın! • Her işyerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği kurulları kurulsun ve işçilerin denetimine verilsin!
• İş kazalarında yaşamını yitiren ya da çalışamaz duruma gelen tüm işçilerin ailelerine emekli maaşı bağlansın, sağlık güvencesine alınsın! • Her işyerine sendika! Mamak’tan Marksist Tutum okuru bir işçi
sayı: 63 • Haziran 2010
marksist tutum
Bir Eski Acem Şairi “Ölüm Adildir” Diyor!
K
ara elmas diyarı Zonguldak, madenciler mezarı Zonguldak… Bir kez daha dağlandı yürekler. Karadon maden ocağında, yerin 540 metre altında can verdi işçiler. Kimi daha 22’sinde gencecik fidan. Kimi üç çocuk babası, “çocuklarımın yüzü gülsün” diyor. Kimi nişanlı, düğününe gün sayıyor. Bir yığın ihmaller zincirine bir kez daha kurban gitti maden işçileri. Tam 30 madenci bağıra çağıra gelen grizu patlamasında yaşama veda etti. Dört gün boyunca nasıl da ulaşamadılar, kömürü çıkarsın diye bir dakikada yerin dibine indirdikleri işçilere? Yapılan inceleme sonucunda verilen “tehlikeli” raporuna nasıl da aldırmadılar? Hiçe saydılar, ölüme yolladılar. Ama haklılar elbet, maliyeti yüksek tedbirler alacak değillerdi ya, alt tarafı 30 işçiyi feda etmek varken! Ya sonrasında yapılan açıklamalara ne demeli? Pişkinlik, utanmazlık, vicdansızlık… “Zonguldak alışıktır böyle acılara” diyor başbakanımız. Yahu ölüme nasıl alışkın olur insan, acıya nasıl bağışıklık kazanır? “Bu mesleğin kaderinde var bu. İşçiler zaten kaderlerini bilerek giriyorlar madene” diye ekliyor. Ölüm kaderlerinde varmış işçilerin dostlar, bile bile razı olmuşlar! Nedendir acaba, keyiften olmasa gerek! Bir de bakanımız var tabii, “kara yaraya tutulası” denecek cinsten: “Kurtarmak için elimizden geleni yaptık. İşçiler çok güvenli bir yere sığınmışlar patlamadan sonra, eminim hiç acı çekmeden öldüler.” İzlerken hâkim olamadım öfkeme. Ya siz, sizler hâkim olabiliyor musunuz? Acı çekmeden öldü 22 yaşında bir delikanlı; hayallerini, umutlarını, geleceğini acı çekmeden bıraktı yerin yedi kat dibine! Acı çekmeden öldü bir baba; gelinlik kızını, gözü yaş-
lı karısını acı çekmeden bıraktı geride! Acı çekmeden öldü 30 maden işçisi! Dostlar, su serpilsin yüreğinize!.. Söylenecek, yazılacak çok şey var. Öfkem ellerimi bağlıyor, gözlerimi karartıyor. Çok eski bir zamanda, bir maden işçisiyle yapmış olduğum sohbet geliyor aklıma, sesi yankılanıyor kulaklarımda, içim daha bir sızlıyor: “Ben her sabah karımla, çocuğumla helalleşerek çıkarım evden. Ölümü yanımıza katarız ocağa giderken.” O çalışmak zorunda çünkü. Ekmeğini kazanmak için ölümü her gün yanına katmak zorunda. Ekmeğini kazanmak için, her gün son kezmiş gibi bakmak zorunda çocuğunun suratına. Ekmeğini kazanmak için, akşama dönemezsem diye yüreğinde bir sızıyla evinden çıkmak zorunda. İnsanım diyen buna nasıl tepkisiz kalır? Bizim acılarımıza bile saygısı olmayan bu sistemde ölümümüze kader denilip geçiliyor. Çok şey istemiyoruz oysa. Adalet istiyoruz, insan gibi yaşamak, yaşlanmak, insan gibi ölmek istiyoruz. Bir makinenin içine sıkışıp parçalanmak, kolumuzu bacağımızı yitirmek istemiyoruz. Alınmayan önlemler yüzünden tersanelerde, fabrikalarda, inşaatlarda ölmek istemiyoruz, kot taşlarken zehirlenmek istemiyoruz, demir eritirken yanmak istemiyoruz, maden ocağına gömülmek istemiyoruz. Biz adil bir yaşam, adil bir ölüm istiyoruz! Tıpkı Nazım’ın dediği gibi; “Bir Acem şairi, Ölüm âdildir, diyor, (…) Biliyorum ölümün âdil olması için, Hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz.” Gebze’den bir kadın tekstil işçisi
43
Haziran 2010 • sayı: 63
marksist tutum
Eğitim Emekçileri Cephesinde Neler Yaşanıyor? E
ğitim bir insan hakkıdır. Her insanın eşit koşullardan faydalanma hakkı olduğu mevcut tüm yasalarda yazsa da, bu böyle değildir hayatta. Eğitim bir insan hakkı olmaktan çıkıp sermaye için kârlı bir alan haline getirilmeye başlayalı hayli zaman oldu. Eğitim; dershaneler, özel okullar, kamu okullarında taşeronlaştırılan hizmetler ve alınan katkı payları ile gittikçe paralılaştırılmakta. Bu durum, işçiemekçi çocuklarının eğitim hakkından gittikçe daha az faydalanmalarına neden olurken, eğitim emekçilerinin de sorunlarının büyümesine yol açıyor. Kendi bölünmüşlüğü içerisinde her biri başka bir başlık altında değerlendirilmesi gereken eğitim emekçilerinin durumuna genel bir bakışta ilk göze çarpanlar şunlar olacaktır.
İşleri Aynı, Adları Farklı Öğretmenler ve okul hizmetlilerinden oluşan eğitim emekçileri, güvencesizlik, düşük ücret, fazla mesai, sendika karşıtı baskılar ve taşeronlaştırma saldırısı ile karşı karşıyalar. Devlet okullarında aynı işi yapan öğretmenler, kadrolu, sözleşmeli, ücretli, 4-B ve 4-C’ye tâbi öğretmenler, usta öğreticiler (emekli olup çalışmaya devam eden öğretmenler) olarak farklı statülerde çalıştırılıyorlar. Kadrolu öğretmenlerin sendikal mücadele ile kazanılmış birçok hakları devlet tarafından sürekli törpülenmeye çalışılıyor. 4-B, 4-C, ücretli ve sözleşmeli öğretmenler için dayatılan koşullar, aslında tüm öğretmen kitlesine giydirilmek istenen güvencesiz çalıştırma elbisesinden başka bir şey değil.
İster Fındık Topla, İster Öğret: Mevsim Sonunda İşsiz Kalacaksın Ücretli öğretmenler tam anlamıyla mevsimlik işçi. Okul müdürü ya da milli eğitim müdürlüklerinde sıraya giriyorsunuz ve öğretmen açığı olan yerlere geçici olarak atanıyorsunuz. Açık hiç bitmese de asla kadroya geçirilmiyorsunuz. Okuldan okula sirküle ettirilerek ucuza öğretmen ihtiyacı kapatılmış oluyor. Okul tatil olunca ücret alamıyorlar, sigortaları da yatmıyor. Ücretli öğretmenler genellikle bir iki yıl çalıştıysa, bir iki yılını da işsiz olarak geçiriyor. Bu gezicilikle verilen eğitimin niteliğine hiç değinmemek gerekir herhalde.
En Çok Sömürülen, En Örgütsüz Eğitim Emekçileri: Dershane Öğretmenleri Devlet okullarının dışında dershane ve özel okullarda çalışan öğretmenlerin koşulları ise oldukça kötü… Genç öğretmenler genelde asgari ücret ve altında ücretlerle çalıştırılıyorlar. Dershane öğretmenlerinin sigortalarının yatırılması oldukça nadir görülen uygulamalar oluyor. Ücretlerin düzenli alınamaması ise cabası... Dershane öğretmenleri, öğretmenliğe başlamak için ihtiyaç duydukları staj belgesini alabilmek için dershane patronlarının insafına kalmışlar, kimi zaman hiçbir ücret almadan bir iki yıl çalıştırılabiliyorlar. Günde 10-12 saat çalıştırılan dershane öğretmenleri-
44
nin sayısı 50-60 bin olarak telaffuz ediliyor. Stres ve yoğun çalışmanın getirdiği meslek hastalıklarına karşı hiçbir güvenceleri olmayan dershane öğretmenleri, eğitim emekçilerinin en çok sömürülen ve en örgütsüz kesimini oluşturuyorlar.
Eğitim Alanının Görünmeyen Emekçileri: Hizmetliler Eğitim alanında temizlik, ısınma, bakım, güvenlik ve idari işlerde çalışan emekçilerin sorunları ise yıllardır görülmüyor, örgütlü- lükleri ise yok denecek kadar az. Özellikle devlet okullarında kadrolu hizmetli sayısı gittikçe düşürülmekte, bu hizmet işleri taşeron firmalara verilmekte. 30-40 dersliği olan bir okulu 2 hizmetliye temizletmeye çalışmak, zorunlu gece nöbetleri, ücretsiz fazla mesailer, kalitesiz ve tehlikeli temizlik malzemeleri, öğretmenlere verilen indirimli ulaşım hakkından faydalanamamak, idarenin ayak işlerini yapmak vb. eğitim hizmetlilerinin en yakıcı sorunları olarak dile getirilebilir. Pek çok dershane ve özel okulda hizmetli olarak çalışan işçiler sigortasız çalıştırılıyor.
Artık Dur Demeli: Sınıf Mücadelesi Okulu Derslerle Dolu Eğitim alanında yaşanan bütün bu sorunlar aslında işçi sınıfının diğer kesimlerinin yaşadığı sorunlardan farklı değil. İşçi sınıfı mücadele tarihi bizlere her şeyi yeni baştan keşfetmek zorunda olmadığımızı hatırlatıyor. “Örgütsüzsek hiçbir şeyiz örgütlüysek her şeyiz” şiarı sorunların çözümünde ilk hareket noktamız olmalı. Dershanede ya da devlet okulunda, ücretli ve sözleşmeli çalışanların “insaf” dedirtecek koşullarda çalıştırılmaları tabii ki örgütlülüklerinin yetersiz oluşuyla ilgili. Güvencesiz öğretmenlerin, aynı işi yaptıkları ancak aynı ücret ve koşullara sahip olmadıkları kadrolu öğretmenlerle ortak bir mücadele içine girmeleri gerekmekte. Böyle bir mücadele kadrolu öğretmenlerin haklarının törpülenmesini de durduracak ve kazanılmış hakların daha ileriye taşınmasına olanak verecektir. Tüm statü ve kollarda çalışan eğitim emekçileri, işyerlerinden başlamak üzere ortak taleplerini belirleyecekleri taban örgütlenmelerini yaratmalı. Farklı statülere, özel-devlet ayrımına bakmadan ortak örgütlenme iradesinin geliştirilmesi sağlanmalı. Geçmişin sendikal kazanımlarının ileriye taşınabilmesi için bu deneyimlerin eğitim emekçileriyle buluşabilmesi sağlanmalı. Örgütlendikleri sendikalarda bütün eğitim emekçilerinin karar alma süreçlerine katılımı sağlanmalı, karar alma organlarını işyeri komitelerine kadar yayan bir sendikal demokrasi işletilmeli. Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz! Tüm Çalışanlara İş Güvencesi! İstanbul’dan bir eğitim işçisi
sayı: 63 • Haziran 2010
marksist tutum
İşsizliğin Çaresizliği
G
enelde duvarlarda ve direklerde işçi arayan işyerlerinin ilanlarını görürüz. Ama resimdeki ilanda bir gariplik var. İş arayan bir işçi ilan asmış. Aslında gariplik değil de, olsa olsa işsizlik karşısında denenen son çarelerden biri belki de. Çünkü bugünlerde iş bulmak gerçekten de çok zor. Birkaç işçinin alınacağı bir işyerine yüzlerce işçi başvuruda bulunuyor. İş başvuru formu doldurtulup “biz size haber vereceğiz” diyerek, üst üste birikmiş kâğıtların arasına atılıyor işe alınma umudumuz. Fabrika kapılarından ayrılırken içimizden şu sözleri söylüyoruz; bugüne kadar çok aradılar ya siz de kesin ararsınız! Her yeni iş ilanına umutlanarak gidip bir de bu sözlerle karşılaşınca, insan gerçekten de çileden çıkıyor. Belli bir zaman sonra iş aramaya bile cesaret edemiyoruz. Nasıl olsa burada da işe almayacaklar, ne gerek var ki gitmemize, diyebiliyoruz. İş bulmaktan umudumuzu kesiyoruz. Yandaki fotoğraf karesi aslında işsizlik karşısındaki çaresizliğimizin bir göstergesidir. Bugün işsizliğin boyutları oldukça ilerlemiş durumda. Patronlar, kriz ve çeşitli gerekçelerle her gün işçileri kolundan tutup sokağa atıyor. Milyonlarca işçi ise işten atılma korkusuyla işe gidip geliyor. İşimizi kaybetme korkusu, kötü çalışma koşullarımızı iyileştirmek için bir şeyler yapmamızı da engelliyor. Bu da patronların işine geliyor. Düşük ücretler karşılığında uzun çalışma saatleri dayatılıyor. Tek başımıza sesimizi çıkarttığımız zaman da kolaylıkla kapı gösterili-
Kıtaaaa Dur! B
izim evin civarında bir askeri birlik var! Biz her sabah “komutan”ın gür sesinin hoparlörden yankılanması ile başlarız güne: Raaaahat! Hazrooool! Günaydın arkadaşlar! Saaaaaool! Ardından başlar, “Türküm, doğruyum, çalışkanım...” Bu öğleden sonra da tekrarlanır. Tam da bu duruma alışmıştık ki, geçen sabah, “Kıtaaaa dur!” sesi hoparlörden yankılandı. “Saaağa dön”, “uygun adııııım ileriii marş”! Bir kadın komut veriyordu. Eyvah dedim bu sefer askerler Sincan yerine Batıkent’te yürüdüler! Çıktım balkona, baktım ne oluyor diye. İşin aslını o zaman anladım, verilmiş sadakamız varmış, bu komutların nedeni 19 Mayıs hazırlıklarıymış! Abarttığımı düşünenler varsa haklı bulurum. Nedeni basit, burası bir askeri birlik değil, ilköğretim okulu! Her sabah ve öğlen rahat-hazrol komutunu veren de asker komutan değil okul müdürü. “Kıtaaa dur” komutu ise asker olmayan öğretmenden. Bu öğretmen herhangi bir kuvvet komutanlığına değil Milli Eğitim Bakanlığına bağlı!
yor. “Kimseyi zorla tutmuyoruz, ister çalışırsın istersen çalışmazsın, sen bilirsin” diyerek bizleri tehdit ediyorlar. Bu tehditlere karşı koyabilmek için birleşmeliyiz. Hangi sektörde çalışırsak çalışalım yaşadığımız sorunlar ortak. Bu sorunlar karşısında bireysel tepkilerimiz pek bir sonuç vermeyecektir. Bugün bizler haklı taleplerimizi hep birlikte haykırmalıyız. İşten atmalar durdurulsun, iş saatleri düşürülsün, herkese iş! Bu isteğimizi patronlar sınıfına kabul ettirmenin yolu örgütlenerek mücadele etmekten geçiyor. Mücadelemizi daha da büyüterek, bugün çaresizliğimizin resmi olan duvar ilanlarının yerine, yarın kendi ellerimizle yaptığımız umudu müjdeleyen o güzel günlerin resimlerini asabiliriz. Gazi Mahallesinden bir gıda işçisi
Bu okulda minik anaokulu öğrencilerinden 8. sınıf öğrencilerine kadar çocuklarımız, geleceğimiz eğitiliyor. Düşünmek zorunda kalmayan, sorgulamayan, “yaaap!” denileni sorgusuz sualsiz yerine getiren, patronlar düzenine sorun çıkarmayacak nesiller yetiştiriliyor. Bu gördüklerim karşısında aklıma ilk gelen, “bizlere siyaset yapmayın diyen, örgütlenmemizi, bilinçlenmemizi engelleyen kapitalistler, sömürü düzenlerinin bekasını sağlamak için daha anaokulunda başlıyorlar bilincimizi şekillendirmeye” düşüncesi oluyor. İşçi kardeşlerim, bu yazdıklarımdan siyaset yaptığım sonucunu çıkarıyorsanız eğer, işçi sınıfının çıkarlarını savunduğumu düşünüyorsanız çok mutlu olurum. Düzenbaz, sahtekâr, ahlâksız sömürücü düzenin politikacılarına ve sömürü düzenine karşı politika yapıyorum demektir. Haklarımızı patronlara karşı savunmak, ortak çıkarlarımız için mücadele etmek, çocuklarımızın geleceği için mücadele etmek “politika yapmak”sa haydi hep beraber yapalım. Örgütlülüğümüzden alalım gücümüzü ve birlikte mücadele edelim; bugün militarist bir eğitimle beyinleri yıkanmaya çalışılan çocuklarımıza, sınıfsız, sömürüsüz, özgürce düşünüp eşitliği yeşertecekleri bir dünya bırakmak için! Ankara Batıkent’ten bir Marksist Tutum okuru
45
Okurlarımızdan Medya Sektöründen Bir Taciz Örneği Merhaba. Sizlere çalıştığım televizyon kanalında yaşanan, farklı sektörlerden birçok kadın işçinin de başına gelen bir cinsel taciz olayını anlatacağım. Vardiyama daha yeni başlamıştım ki, kanalın haber servisinde, kanal genel yayın müdürünün her zamanki ağza alınmaz küfürlü sesi yankılanıyordu. Ne yazık ki medya sektöründe patron temsilcilerinin çalışanlara pervasızca küfretmesi kanıksanır bir durumdur. Bundan dolayı bir süre sonra sesler kesildi. Ağlayan bir kadın muhabir arkadaşın koşarak dışarı çıktığını gördüm. Pek muhabbetim olmasa da yaşanan durum karşısında boş durmadım ve işimi başka birine devrederek ağlayan arkadaşın yanına gittim. Önce yanına gitmeme şaşırsa da sonradan samimiyetime güvenip yaşadıklarını anlatmaya başladı. Kanal patronu için önemli bir kişiden gündemle ilgili bir röportaj için randevu almaya gitmiş. Ancak adam röportaj teklifini kabul etmemiş. Kanala geldiğinde ise genel yayın müdürü, “sen de kadın mısın, iki kırıtmayı beceremedin mi, kur bilmiyorsan gel sana öğreteyim” gibi aşağılık beklenti ve sözlerle muhabir arkadaşımıza çıkışmış. Duyduğumuz küfürler de, muhabir arkadaşımız bu sözler üzerine odayı terk etti diye müdürün kopardığı yaygara imiş. Önce okkalı bir küfür de ben salladım. Tabii benim küfrüm müdüre idi. Güldük biraz. Sonra sadece küfrederek rahatla-
yamayız dedim ona. Bize böyle muameleler yapmalarının bizlerin güçsüzlüğünden, güçsüzlüğümüzün ise örgütsüzlüğümüzden olduğunu meşrebince anlattım. Mola vaktinde bir kez daha konuşma vakti bulduk. Öğrendim ki bir yıldır hiçbir ücret almadan stajyer adı altında köle gibi çalıştırılıyormuş. Okulda okurken büyük hayalleri olduğunu anlattı. “Hepsi yalan oldu” diyordu. İşe ilk geldiğinde önce kıyafetlerinin çok spor olduğu söylenmiş ve daha “kadınsı” giysiler giymesi müdürler tarafından salık verilmiş. “İşin kuralı böyle” demiş başka bir kadın muhabir ona. Ve aynı muhabirlerin telkini ile saçlarını sarı renge boyatmak zorunda kalmış. Anlattıklarını duydukça sinirleniyordum. Biliyordum işleyen düzeni, ama yine de sinirleniyordum. Ona yaptığımız işi nasıl bir düzende onurla yapabileceğimizi anlattım. Ücretsiz çalıştırmanın suç olduğunu söyledim. Haklarını araması konusunda ısrarlı olmasını ve tabii ki örgütlenmenin önemini vurguladım. En azından muhabirlik yeteneklerini işçiler için yayın yapan gazete ve bültenlerde kadın işçilerin sorunlarını anlatan haberler yazarak değerlendirmesi gerektiğini söyledim. Düşüneceğini söyledi. Evet, o düşünecek. Belki yarın o da mücadeleci bir işçi olacak, belki biraz daha erteleyecek mücadele etmeyi. Ama bizlere dayatılan aşağılık muamelelere bir son vermek istiyorsak sesimizi çıkarmalıyız. Sesimizin gür çıkması için ise birlik olmalıyız. İstanbul’dan bir medya işçisi
Egemenlerin kendi içindeki çıkar ve iktidar mücadelesinin geldiği nokta bize kapitalizmin gerçek yüzünü gösteriyor. Sermayenin partilerinin, politik sözcülerinin ne kadar ahlâksızca davrandıklarını CHP genel başkanının istifası vesilesiyle hatırlayanlara belleklerini tazeletelim. Özel hayat üzerinden yapılan çirkin siyaseti kabul etmiyoruz diyenlere bir iki çift sözümüz de olsun. Binlerce Kürt yurtseverini evlerinden alarak katleden, işkence yapan, cezaevlerine atan, Kürt halkına yaşam hakkı tanımayan egemenlerin ikiyüzlü politikaları son günlerde iyice meydana serilmektedir. Hem de bunu Kürt açılımı, demokrasi açılımı adı altında yapıyorlar. Yüzlerce BDP’li hapisteyken, Kürt halkının üzerine bombalar yağarken utanmazca yalan söylüyorlar. Aynı şekilde, çalışanlara şirin gözükmek için, patronlara “işçileri fazla sömürmeyin” diyen başbakan, yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan milyonlarca emekçiyi görmezden gelmektedir. Bunun neresi ahlâkidir? Aslında ahlâk sözcüğü yerine kâr ve çıkar sözcüğünü kullanırsak daha anlaşılır olacak. Kokuşmuş ve çürümüş bu patronlar düzeninde sömürü ve kâr için her şey mubah. Sermayenin statükocu kesimi “laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor, vatan bölünüyor” diyor ve bu yolla asıl derdini biz emekçilerden saklamaya çalışıyor. Asıl dertleri ayrıcalıklarını, iktidarlarını ve güçlerini yitiriyor oluşlarıdır. Vatan parsel parsel satılıyor derken, özelleştirilen, taşeronlaştırılan kamu işyerlerinde haklarını yitiren, işsiz kalan işçileri zerre kadar umursadıkları yoktur. KENT A.Ş. işçilerinin yüzüne bile bakmayan sermaye sözcüsü ikiyüzlü ve yalancı politikacıların Tekel işçilerine sahip çıkar görünmeleri kimseyi yanıltmamalıdır. Egemenlerin içindeki çıkar mücadelesinde taraf olan, AKP demokrasi için adım atıyor yalanlarını yayan solcu geçinen liberallerin de, vatan, millet nidaları ile statükocuların peşinden gidenlerin de, işçi sınıfının kafasını bulandırmalarına izin vermemeliyiz. Kendi pisliklerinin içinde boğulmayacaklar; mezar kazıcıları biziz!
2010 1 Mayıs’ını yine coşkuyla kutladık. 1 Mayıs bizim yani bütün ülkelerin işçilerinin bayramı. 1886 yılındaki mücadeleleriyle Amerikan işçilerinin bizlere miras bıraktığı bir gün. O günü işçiler alanlarda bayram coşkusuyla kutlarlar. Sloganların öfkesi, hıncı ve halaylarla kutlanır 1 Mayıs. Bu yılki 1 Mayıs’ı, 1977 yılında 500 bin işçinin yürüdüğü alanda, yani Taksim Meydanında kutladık. Sendika konfederasyonlarının, siyasi partilerin ve derneklerin birlikte katılımıyla kutlandı. Ama şu bir gerçek ki, halen kürsüde bizim adımıza bizden olmayanlar konuşma yapıyorlar. Ne zaman ki işçiler o kürsülerde konuşmaya başlarsa işte o zaman bizlerin gerçek sorunları anlatılmaya başlanacak ve 1 Mayıslar da gerçek anlamına uygun kutlanmaya başlanacak. O kürsüler işçilerin olduğunda, sendikaların başına çöreklenmiş olan o bürokratlar da olmayacak. O gün işçiler hep bir ağızdan “Enternasyonal” marşını okuyacak. Yaşasın işçilerin uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü! Yaşasın 1 Mayıs!
Ankara’dan emekli bir işsiz
Sefaköy’den bir işçi
46
Okurlarımızdan İşçilerin Vatanı Bütün Dünyadır! Patronlar biz işçileri bölüp parçalayarak yönetmeyi çok iyi beceriyorlar. Çalıştığımız işyerlerinde bizleri dil, din, ırk, milliyet, cinsiyet, vb. birçok temelde bölerek birleşmemizin önüne geçiyorlar. Geçtiğimiz günlerde bir arkadaş iç çekerek “keşke Bulgaristan vatandaşı olarak doğsaydım” dedi. Ben de “hayırdır, neden böyle düşünüyorsun, sorun nedir” dediğimde, “burada göçmen olarak görüyorlar, Bulgaristan’da Çingene gözüyle bakıyorlar. Bulgar olsaydım en azından orada vatandaş olarak kabul görürdüm. Bir kimliğim olurdu. Burada zaten göçmenim. Hiçbir yerde kabul edilmiyoruz” dedi. Patronlar bizleri çalıştırırken ne dilimize, ne dinimize, ne milliyetimize ne de cinsiyetimize bakıyorlar. Çalışıp ürettiğimiz sürece patron için sorun yok. Çalışma koşulları ağırlaştıkça, ücretler düşmeye başladıkça, var olan sosyal haklarımız kırpıldıkça, göçmen işçiler egemen sınıf tarafından diğer işçilerin hedef tahtasına oturtuluyor. Bugün dünyanın her yerinde göçmen işçi sorunu var. Özellikle ekonomisi zayıf olan ülkelerden ekonomisi daha iyi olan ülkelere yasal yollardan ya da kaçak yollardan milyonlarca insan göç etmek zorunda kalıyor. Kaçak olarak gitmek isteyenlerin birçoğu, insan tacirlerinin kucağına düşerek, gitmek istedikleri ülkelere varamadan yaşamlarını yitiriyorlar. Kimisi açık denizde, kimisi kapalı kamyonlarda son nefeslerini veriyorlar. Büyük umutlarla yola çıkan milyonlarca insan için ölümle yaşam arasında ince bir çizgide yürüyor. Milliyete, ırka, dine vb. bağlı kimlikler, biz işçilerin değil
Haydi, Bataklığı Kurutmaya! Aslında bu mektubu yazıp yazmamakta kararsız kaldım, ama daha sonra çevremdeki bazı olumsuzlukları da düşününce sizlerle paylaşmam gerektiğine karar verdim. Çünkü gazetede okuduğum bir haber, içine düştüğümüz durumu, geleceğimizin ve gençliğimizin nasıl tehdit altında olduğunu ortaya koyuyordu. Alkol ve madde bağımlılığı tedavi merkezinin açıklamasına göre tedavi için başvuran eroin bağımlısı hastaların oranı, diğer tüm hastalara göre yüzde 32 artmış. Bu başvurular 2004’de %8,7 iken 2009’da %38’e çıkmış. Diğer bir tehlike sinyali, uyuşturucu kullanma yaşının 10’a kadar düşmüş olması. Yine bu açıklamalara göre, başvuruların çoğunluğunu Kürt illerindeki gençler oluşturuyormuş. Bu rakamların abartılı olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Çünkü ben de bir işçi mahallesinde oturuyorum ve pek çok şeye şahit oluyorum. Artık uyuşturucu kullanmak tamamen uluorta yapılıyor, küçücük yaştaki gençlerimiz köşe başlarında çeşitli türden uyuşturucular kullanıyor. Çalıştığım işyerinde de kimi genç işçi arkadaşlarım ne yazık ki bu illete bulaşmış durumda. Öyle bir boyuta ulaşmış ki, artık açıkçası korkuyorum. Bu hızla giderse uyuşturucu kullanmayan insan kalmayacak yeryüzünde. Anlayacağımız kapitalist sistem çürüdükçe bu çürümüşlüğünü
egemen sınıfların çıkarlarını temsil eden kimliklerdir. Bugün dünyanın hangi ülkesinde olursak olalım, eğer patron değilsek, bizler emeğimizi satarak yaşamımızı sürdüren işçileriz. Patronların gözünde hepimiz aynıyız. Çalışma koşullarımız ve yaşam şartlarımız farklı değilken neden birlikte çalıştığımız arkadaşımızın milliyet, cinsiyet, dil, din ve ırk olarak farklı olduğunu düşünüp bizden olmadığını söyleyebiliyoruz? Nerede iş bulup çalışabiliyorsak, yaşamımızı sürdürebiliyorsak, biz emeği ile yaşayanlar için vatan orasıdır. Hangi burjuva devlet sınırlarında çalışırsak çalışalım bizlerin vatanı her yerdir. Bugün burada, yarın başka bir devletin sınırları içinde çalışmak zorundayızdır. Patronlar sınıfının ve onun devletinin bizlere vermek istedikleri kimliklerle değil asıl kendi sınıf kimliğimizle hareket ettiğimizde yaşam koşullarımızı iyileştirme şansımız vardır. İçinde yaşadığımız sistem kendi geleceğini sürdürebilmek için biz işçileri çeşitli kimliklerle parçalayıp birleşmemizin önüne geçiyor. Oysa bizler ayrışmak yerine bütün alt kimliklerimizle birlikte asıl olan sınıf kimliğine, işçi sınıfı kimliğine sahibiz. Nasıl ki patron her yerde aynı ise biz işçiler için de aynı durum söz konusu. Biz her yerde birer işçiyiz. Ve yerlisiyle göçmeniyle milyarlarcayız. Hiçbir ayrım gözetmeksizin, sınıfsal olarak sorunlarımızın temelde ortak olduğunun bilincine varmalı ve patronlar sınıfına karşı birlikte mücadele etmeliyiz. İşçi sınıfının öncülerinin dedikleri gibi: İşçilerin vatanı bütün dünyadır! Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin! Bir metal işçisi
biz işçi ve emekçilerin çocuklarına da bulaştırarak onların geleceğini mahvediyor. Sırf birileri daha fazla para kazansın diye çocuklarımız uyuşturucunun pençesine atılıyor. Burjuvazi bir taraftan buradan korkunç paralar götürürken, bir taraftan da özellikle işçi gençlerini ve Kürt gençlerini gafil avlayarak, onların mücadele etmemesi için beyinlerini esir alıyor. Başka bir deyişle bir taşla iki kuş vuruyor. İnsan sormadan edemiyor, hadi birileri bu işten para kazanıyor ama insanlar bu illeti neden kullanıyor hem de öldürücü olduğunu bildikleri halde? Bu sorunun cevabını özellikle birkaç tane kullanıcıdan aldım ve neredeyse verilen yanıtlar hemen hemen aynıydı. Gençlerin uyuşturucu kullanma sebebi olarak gösterdikleri şeyler, arkadaş ortamı, aşırı stres vs. Ama en önemlisi çaresizlik ve hayata dair bir beklentilerinin olmaması. Bu sistem öyle çürümüş ki, biz işçi ve emekçilere acı, zulüm ve ölümden başka verecek bir şeyi kalmamış. Kapitalist sömürü sistemi gençlerimizi resmen pençesine almış durumda. Bu gerçekleri göremeyecek kadar kör olmadığımızı düşünüyorum. Biz bu bataklığı kurutmadığımız sürece içine daha nice gencecik fidanlar düşüp boğulacak. Daha yaşanılası bir dünya kurmak ve bu bataklığı kurutmak insan olan herkesin boynunun borcu bence! Esenyurt’tan bir işçi
47
Okurlarımızdan Sermaye, Çin ve Hindistan Çin ve Hindistan, ucuz emek gücü, sermaye için alabildiğine uygun sömürü koşulları ve tüm dünya kapitalistlerinin ağzının suyunu akıtan geniş birer pazar oluşlarıyla, büyük sermaye guruplarının gözlerini diktiği iki büyük ülke. Kapitalistlere büyük ayrıcalıklar ve teşviklerin sağlandığı Çin’de, tank üreten fabrikalar artık otomobil, radar üretenler ise telsiz üretiyor. Son 30 yılda ekonomisini her sene %10 civarında büyüterek dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olmuş durumda. Para piyasalarına yön verecek dolar rezervleri olan ve gittikçe de büyüme atılımları gösteren bir ülke Çin. Aynı şekilde Hindistan da hızla büyüyen bir ülke. Peki bu güzel masalın yaşandığı ülkelerde, işçileri, emekçileri nereye sıkıştırmışlar ki hiç görülmüyor ve unutuluyorlar? Hayatı kuran onlar, yıkıntıları altında ölmeye mahkûm edilenler yine onlar. Bir yanda yüz katlı gökdelenler, diğer yanda tuvaletleri dahi olmayan hutong adlı on metrekarelik evler. Bir yanda lüks otomobillere binen insanlar, diğer yanda ise aynı caddede pedal çeviren on bin-
lerce yoksul bisikletli. Sokak ortasında küçükbaş hayvan ayıklayan sakatatçılar. Her yıl yoksulluğun, sefaletin hayata yansımasından kaynaklı, psikolojisi altüst olup intihar eden 35 bin Çinli işçi… Onlar sermayenin yükü altında çalışmaya mahkûm edilmiş yüz milyonlarca işçi. Her gün hayatı makinelerin arasında geçen, makinenin bir parçası olanlar. Güzelim dünyayı yaratan ve ellerinde koca bir hiçten başka bir şey olmayanlar. Patronların kâr hırsının, büyüme hevesinin altında ezilen emekçiler. Ağzı olan ama konuşamayan, gözü olan ama görmesi engellenmeye çalışılanlar. Elleri de olmasa, üretimi gerçekleştiren o elleri, patronların gözünde bir hiç olanlar. Bu Çin’de de böyle, Hindistan’da da, Türkiye’de de, dünyanın diğer ülkelerinde de. Eğer hayatımız boyunca bir hiç olarak, patronların emelleri uğruna, kâr hırsı uğruna, ömrünü heba etmek istemiyorsak, tek çaremiz, bir işçi olduğumuzun bilincinde olmak ve örgütlenmek sınıf kardeşlerimizle beraber. Çünkü kurtuluşumuz yok bu sistemde tek başına. Ya hep beraber olacağız ya da bir hiç!
Bu Savaştan Kimler Besleniyor?
Marmara Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci
İşçi Sağlığı İşverenler İçin Ne İfade Ediyor
Bildiğimiz gibi Türkiye’de yaklaşık 30 yıldır Kürt kardeşlerimize yönelik haksız bir savaş yürütülmekte ve bu savaş yüzünden binlerce çocuk anasız babasız büyümek zorunda kaldı. Sadece Kürt çocukları değil, ölen askerlerin çocukları da bu haksız savaştan nasibini alıyor. Yıllardan beri devam eden bu haksız savaş nice travmalara, kayıplara yol açtığı gibi birçok gencecik fidanı da dalından kopardı. Onların ölümüyle ailelerinin de hayatı karardı. Bu acıyı ölene kadar çekecek olanlardan biri de, asker olan babası öldüğünde 1 günlük olan Timuçin bebek. Bir çocuğun babasız büyümesinin acısı kelimelerle anlatılamaz. Bu acıyı uzun zaman ben de yaşadım. Daha 6 yaşımdayken ben de babamı kaybettim, onun eksikliğini hâlâ hissederim. Herkes babası ile oynarken benim içim sızlardı. Öldüğünü bildiğim halde belki gelir diye senelerce yollarını beklediğimi hiç unutmam. Bu bekleyişler ne kadar uzun sürdüyse de gelen olmadı, biz de bu acı ile yetiştik. Yetiştik ama içimde bir eksiklik de benimle birlikte büyüdü. Timuçin bebeğin hikâyesini öğrenince kendi çocukluğum geldi aklıma ve içim sızladı. Bu savaş daha ne kadar sürer, daha ne kadar Timuçin bebek babasız büyür, insan bir şey diyemiyor. Ama şurası açık; bu haksız savaştan beslenen birileri var ki bu savaş bir türlü bitmiyor, binlerce genç yaşamını yitiriyor, binlerce ocak sönüyor. Devlet bu sorunu bitirmeye yanaşmadığı gibi, sorunu çözmek isteyenlere de hunharca saldırıyor. Silah şirketleri bu savaş sayesinde trilyonları kasalarına dolduruyor. Tuzu kuru paşalar da televizyonlarda timsah gözyaşları döküyorlar. Devletin kaymağını bu savaş ağaları yerken Welatlara, Timuçinlere ise bir ömür yakalarından düşmeyecek acı ve ıstırap kalıyor. Kürt ve Türk gençlerinin nasibi hep mayınlar, mermiler oluyor. Daha nice çocukların babasız kalmaması için bu savaş son bulmalı ve Kürt halkına hakları tanınmalıdır. Kürt Halkına Özgürlük! Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Öğrencilik yıllarımızdan biliriz rapor kullanmayı. Üniversite sınavına hazırlanmak için ya da başka başka nedenlerle rapor almışızdır mutlaka. Öğrencilik döneminde rapor almak kolay olurdu. Çünkü ne okuldan atılırdık ne harçlığımız kesilirdi. Okul bittikten sonra çalışmaya başladığım zaman işyerinin okul gibi olmadığını, rapor almanın ne kadar sorun yarattığını gördüm. Örneğin bir arkadaşımız rahatsızlığından dolayı ameliyat oldu ve hastane 1,5 ay rapor verdi. Arkadaşımız raporu bitip de işe döndükten 3 gün sonra işten çıkarıldı. Sanki bir kişi yüzünden fabrikanın üretimi durmuş gibi suçlandı ve işten çıkarıldı. Derler ya asker susamaz, acıkmaz, uyumaz, hastalanmaz; işverenin de işçilerden beklentisi aynen budur. Fabrikalar kışla, işçiler ise asker konumunda ya da işçileri makine olarak görüyorlar. Oysa makineye bakmazsan o bile bir süre sonra bozulur ve çalışmaz. Makinenin çalışması için bakıma ihtiyaç vardır. Biz işçiler için de aynı durum geçerli, rahatsızlandığımız zaman istirahata ihtiyacımız oluyor. Artık bunların önüne geçmenin zamanı geldi de geçiyor. Bunun için ilk önce bilinçlenip haklarımızı bilerek örgütlenmeli ve tek yumruk haline gelmeliyiz. İşverenlere karşı işçi sınıfının sessizliğinden kurtulup haykırması lazım: İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! Yaşasın İşçilerin Kardeşliği! Yaşasın İşçi Sınıfı!
Topkapı’dan bir işçi
Sincan Organize Sanayi’den bir metal işçisi
48