Mt no 78

Page 1

Savaş Tacirlerine Geçit Vermeyelim! Yaşasın Halkların Kardeşliği! Eylül 2011

• Savaş tamtamları çalarken • 12 Eylül’ün hesabını soralım!

78

• Baas ve emperyalizm kıskacında Suriye • Kolonyalizmden emperyalizme /4 • İngiltere’de isyan • Norveç katliamı ve yükselen faşist hareket


Savaş Tamtamları Çalarken Levent Toprak

D

üzen cephesi Kürt sorununda bir kez daha savaş kartını masaya sürmüş bulunuyor. Savaş çığırtkanlığı dört bir yanı sarmış durumda. Başta başbakan olmak üzere düzen sözcülerinin ağzından kan damlıyor. Kemalisti, muhafazakârı, İslamcısı, liberaliyle burjuva medyanın neredeyse tamamı hızla savaş arabasına atlamış vaziyette. İdmanlı oldukları şovenist nefret zehrini kusma işini tüm şevkleriyle yerine getiriyorlar. İçeride operasyonlara hız verilirken, bununla yetinilmeyip bir kez daha sınır ötesine askeri harekât yürütülüyor. Bu kapsamda Irak Kürdistanı kara ve hava bombardımanlarıyla tahrip ediliyor, siviller öldürülüyor. Bunu takiben şimdi de bir kara harekâtının devreye sokulacağı, hatta kalıcı bir tampon bölge oluşturulacağı konuşuluyor. Öte yandan bu gelişmelerle paralel ve ilişkili olarak savaşçı söylem bir süredir Suriye’yi de hedef almakta. Düzen güçleri ve onların medyası Suriye’ye yönelik tehditkâr mesajlar yollamaktan ve Suriye’ye karşı nefret körükleyici bir dil ve yayın çizgisi izlemekten geri durmuyorlar. Bunun bir parçası olarak, olumsuz bir Suriye imgesi oluşturmak ve buna uygun bir hava yaratmak için, PKK’nin eylemleri ile Suriye arasında yerli yersiz bağlantılar kuruluyor. “Emirleri Suriyeliler veriyor” tarzı haber ve manşetler bunun örneği. Yine Suriye’ye ilişkin bir başka dikkat çekici husus, orası için de Türkiye tarafından bir tampon bölgenin oluşturulmasından söz edilmesi. İçeride Kürt hareketini hedef alan askeri saldırıların yanı sıra, çoğu zaman olduğu gibi, genel bir bastırma dalgası yürütülüyor. Bir yandan Öcalan’la avukat görüşmeleri de engellenir ve böylece Kürt hareketi ve kitleler tahrik edilirken, diğer yandan polis ve jandarma marifetiyle gösterilere vahşice saldırılıyor, tutuklama listelerinden söz edilerek gözdağı veriliyor, Kürt hareketinin çeşitli düzeylerdeki kadrolarını hedef alan yeni davalar hazırlanıyor. Bölgeye 90’lı yılları andırır biçimde süper yetkili valilik makamı getirilerek, yeniden adı konulmamış bir olağanüstü hale gidiş süreci pişiriliyor. Polis özel harekâtçılarının yeniden sahaya sürüldü-

Düzen cephesi Kürt sorununda bir kez daha savaş kartını masaya sürmüş bulunuyor. Savaş çığırtkanlığı dört bir yanı sarmış durumda. Sınıf bilinçli işçiler, demokratlar, aydınlar savaşa, militarizme ve şovenizme karşı mücadeleyi sektirmeksizin sürdürmek ve bu zor günlerde ezilen Kürt halkına destek olmak göreviyle yüz yüzedirler. Bu görev aynı zamanda dışarıda emperyalist maceralara karşı mücadele göreviyle de kopmaz biçimde bağlıdır. Çözülmemiş bir Kürt sorunu ve bu temelde yürüyen savaşın etkilerinden son tahlilde kimsenin kaçamayacağı unutulmamalıdır.

1


marksist tutum

ğü ve bu birimlerin 90’lı yıllarda işlediği büyük cürümler düşünüldüğünde, bu durum kaçınılmaz olarak 90’lı yılları akla getiriyor. Nitekim düzen cephesindeki birçok yorumcu bile bu bağlamda değerlendirmeler yapmakta. Bu gidişata bakıldığında özetle yeni bir topyekûn saldırının başlatıldığı, savaşın yeniden kızıştırıldığı görülebiliyor. Nitekim, “açılımdan sorumlu bakan” olarak tanınan Beşir Atalay yaklaşımlarının “yeni bir entegre strateji’” olduğunu vurgulayarak şunları söylüyor: “Bu manada çok boyutlu güvenlik tedbirlerimiz sürüyor ve sürecek. Güvenlikte hiçbir boşluk olmayacak. Yeni çalışmalar da var. Alan hâkimiyeti olarak ve sınır ötesi operasyonlar olarak bir boşluk olmayacak. Çünkü bu olmadığında diğer çalışmalarınızda da yeterli sonuç alamazsınız.” Ne kadar sürdürebileceklerinden bağımsız olarak, bu sözlerin adeta bir kesintisiz savaş çağrısı niteliğinde olduğu açık.

Suçlu kim? Kürt hareketi uzun zamandır kendisini hedef alan köşeye kıstırma girişimlerine karşı sonunda çatışmasızlık durumuna son verip saldırılara cevap vermeye başladığında, şoven koro her zaman yaptığını yapıp, her şeyin sorumlusu olarak Kürt hareketini hedef tahtasına oturttu. Uluma mevsimine giren düzen medyası, ne Kürt hareketinin temsilcilerine ne de gerçek tabloyu ve sürecin gerçek seyrinin ne olduğunu anlatacak diğer demokrat unsurlara yer verdi. Bu tek yanlı kara propaganda sağanağı altında geniş Türk emekçi yığınlar bir kez daha şovenizm radyasyonuna maruz kaldı. Bu zeminde oluşturulan algıya göre PKK “durduk yere kan dökmeye başlamıştı”! Hatta bunu tam da Kürt sorunu “çözülme raddesine gelmişken” yapmaktaydı, çünkü “sorunun çözülmesi işine gelmiyordu”, vs. vs. Halbuki, daha öncesini şimdilik bir yana koyacak olsak bile, Kürt hareketini köşeye kıstırmaya ve diz çöktürmeye yönelik saldırı süreci daha bahar aylarında, seçimlerin ön-

2

Eylül 2011 • sayı: 78

cesinde başlamıştı. Geçen ay yaptığımız değerlendirmede hatırlattığımız üzere: “PKK genel hatlarıyla çatışmasızlık durumunu koruyor olmasına rağmen, yaklaşık olarak Nisandan itibaren yaygın askeri operasyonlar devreye sokuldu. Tam bir medya karartması altında yürütülen bu operasyonlarda Kürt kaynaklarına göre 50’ye yakın gerilla öldürülmesine rağmen bunlar pek haber konusu bile yapılmadı. (…) “İkinci olarak, zaten mevcut KCK davası nedeniyle yürütülmekte olan provokasyona bir yenisi eklenerek, yine yargı eliyle hukuk cephesinde yeni bir saldırı gerçekleştirildi: Seçim öncesinde yapılan açık bir provokasyonla Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun çeşitli adayları YSK tarafından veto edildi. Ancak yaygın ve militan eylemliliklerle bu provokasyon boşa çıkarıldı ve düzen güçleri tükürdüklerini yalamak zorunda kaldılar. “Sonuç olarak tüm bu saldırıları boşa çıkaran Kürt halkı ve hareketi seçimden ciddi bir başarı elde ederek çıkmayı başardı. (…) Böylece genel olarak yeni meclis, yeni anayasa ve Kürt sorununun çözümü konusunda Kürt hareketi lehine olumlu bir hava esmeye başladı. Ancak sürecin bu noktaya kadar seyrinden keyfi kaçan düzen güçleri fazla gecikmeden bu havayı kundaklamak için yeniden devreye girerek başta Hatip Dicle olmak üzere 6 tutuklu milletvekilinin meclise girmesini engelleyici hamleleri devreye soktular. Böylece yine yargı üzerinden yapılan saldırıyla yeni bir gerilim atmosferi yaratıldı. Seçimlerde yüksek bir oy oranı elde etmesine rağmen anayasayı tek başına yapacak sayıda sandalye kazanma hevesi kursağında kalan AKP’nin de yine burada etkin bir rol aldığını hatırlatalım.” Bu arada askeri operasyonlar bir yandan devam ettirilirken, Temmuz ayında ise bu askeri saldırı atağına İran’ın Kandil’i hedef alan harekâtı eklendi. İran ordusundan bir generalin bile öldürüldüğü bu çatışmalarda, denildiğine göre, Türkiye de bilfiil ama gizli olarak yer aldı. Şovenist kudurganlığın ortaya çıkmasına vesile edilen Silvan saldırısı tam da İran-Türkiye ortak operasyonunun başlamak üzere olduğu günlerde gerçekleşti. Sanki aylardır yürütülen ve 50’ye yakın gerillanın ölümüne yol açan askeri operasyonlar yürütülmüyormuş, sanki İran’la ortak olarak sınır ötesi harekâta yine girilmiyormuş gibi, sanki çok geniş bir uluslararası destekle Kürt hareketinin üzerine adeta onu imha etmek üzere gidilmiyormuş gibi, Silvan saldırısı birdenbire her şeyin miladı haline getirildi. Tüm bu sürecin bir sonucu olan Silvan’dan sonra da adeta topyekûn savaş düzenine geçildi. Sonrası biliniyor.


sayı: 78 • Eylül 2011

marksist tutum

Çözümden kaçış çabası Tüm sürecin savaşın yeniden alevlenmesi sonucunu doğurmasının altında yatan nedenlerin iyi kavranması gerekiyor. Özellikle uluslararası alanda belirginleşen tutum ve yaklaşımlarla birlikte tablo giderek daha net görülebilmektedir. Kısaca söyleyecek olursak, AKP Kürt sorununda kendi öngördüğü biçimde bir “çözüm” süreci yürütmenin seçim sonrası oluşan şartlar altında zorlaştığını görünce bu yeni saldırı dalgasını başlatmıştır. Bunda hiç şüphesiz kendisi açısından elverişli bir uluslararası işbirliği ortamı yakalaması temel bir etmen olmuştur. Bu unsurların bir araya gelmesiyle, AKP Kürt halkının taleplerini daha da sınırlandırmak, Kürt hareketinin gücünü kırmak, seçim başarısının etkisini savuşturmak ve yeni anayasa sürecinde mümkün olan en azı dayatmak için harekete geçti. Burada kritik dönemeç noktası 12 Haziran seçimleri olmuştur. AKP seçimlerde önemli bir oy miktarı ve oranı yakalamakla birlikte, kendisi açısından büyük önem taşıyan hedeflerine, yani yeni anayasa konusunda elini rahatlatacak ölçüde yüksek bir sandalye sayısına ulaşamamıştır. Şayet bu olsaydı AKP yeni anayasa yapımı sürecinde diğer politik güçler karşısında çok daha rahat hareket edebilecek ve başkanlık sistemi ve Kürt sorununda da kendi istediği “çözümü” dayatmada önemli bir avantaj elde edecekti. Ancak bu hevesleri kursağında kalmıştır. Tüm tezgâhlara rağmen ne MHP’yi baraj altına itebilmiş ne de Blok’un başarısının önünü kesebilmiştir. Blok’un hedeflerine büyük ölçüde ulaşabilmiş olması, hissedilir bir aydın desteği ve sempatisi kazanması AKP için ciddi bir sorun teşkil etmiştir. İşte bu nedenle AKP özellikle Kürt hareketi ile Blok dinamiğini zayıflatmak, kırmak için zorbalığı ele alarak masayı devirme yoluna yönelmiştir. Seçimler kritik bir dönemeç noktası olmakla birlikte, süreci daha derinden etkileyen bir uluslararası dinamik bulunduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Suriye’deki gelişmeler olmasaydı ve AKP bu bağlamda ABD emperyalizmi ile net bir ittifak kotarmasaydı, Kürt hareketinin ve onunla birlikte davranan diğer toplumsal muhalefet odaklarının son seçim sürecinden politik ve moral mevziler kazanarak çıkmasını belki yine de sineye çekebilirdi. Burada vurgulamak istediğimiz nokta şudur: Suriye’deki sürecin Kürt hareketinin orada da yeni mevziler kazanması doğrultusunda gelişmekte olduğu ve bunun Türkiye’deki Kürt hareketine, başka hiçbir şey olmasa bile, yeni moral mevziler kazandıracağı, yeni bir itilim kaynağı olacağı açıktır. İçte Kürt hareketi lehine yaşanan gelişmelere bir de bu önemli dış etmen eklenince, AKP’nin ve diğer düzen güçlerinin korkularının arttığı muhakkaktır. Buna mukabil, Suriye politikasında bir süredir ABD ile varolan anlaşmazlık da aşılınca ve ABD AKP hükümetini destek-

leyen bir pozisyon alınca, AKP açısından Kürt hareketini mevzilerinden geri savurmak için bir taarruz başlatmaya elverişli uluslararası ortam da oluşmuş oldu. Nitekim haftalardır yoğun sınır ötesi kara ve hava bombardımanları yapılmasına, hatta İran’ın da saldırmasına rağmen ABD bu saldırılara ses çıkarmamakta, aksine Türkiye’ye zımnen destek beyan etmektedir. Toparlayacak olursak, hükümet Kürt sorunu bağlamında içte ve dışta yaşanan gelişmeler sonucu kendi güdük “çözüm” planını kabul ettirme konusunda bir siyasal sıkışma yaşadığından ve öte yandan yine hem içte hem de dışta askeri saldırı için kendisine şimdilik elverişli bir ortam bulduğundan, kendi lehine yeni bir denge yaratabilmek için taarruza geçmiştir. Burada şu noktayı özellikle vurgulamak gerekiyor ki, Ortadoğu’daki halk kalkışmalarıyla yeni bir dönem açılmıştır ve bu yeni dönemde Türkiye egemenlerinin Kürt hareketinin politik ve moral mevzi kazanma mücadelesi karşısında sıkışacağı açıktır.

Başarısızlığa mahkûm tehlikeli bir girişim Burada yaptığımız çözümleme sonuç olarak gelişmelerin politik seyrini anlamaya dönüktür. Bu çözümlemenin dayandığı temel gerçekliği gözden kaçırmamak gerekiyor. Asıl sorun son tahlilde düzenin Kürt sorununu çözmedeki çapsızlığı ve aczidir. Türkiye’deki burjuva düzen on milyonlarla sayılan bir halkın meşru ulusal özlemlerini karşılayamamakta, her adımda çapsızlığını, demokratik kapasitesinin acınası düşüklüğünü ortaya sermektedir. Üstelik Kürt ulusal hareketi kendi taleplerini önemli ölçüde geriye çektiği ve büyük esnemeler göstererek tavizler verdiği halde bu böyledir. Şimdi yeni bir savaş evresine girilmiş durumda. Bunun ne kadar süreceğini ve nereye varacağını kestirmek güç. Ancak bazı temel gerçekleri hatırlamakta yarar var. Kürt halkı daha önce de nice büyük baskı ve saldırı dönemlerine maruz kaldı ve bunların hepsinden daha da güçlene-

3


marksist tutum

rek ve politize olarak çıktı. Zaten bugün gelinen noktada hükümeti çileden çıkartan da bu nihai olgu değil midir? Sözümona yaptığı “hizmetlerle” ve “din kardeşliği” mesajının gerçek taşıyıcısı iddiasıyla, kendini geçmiş hükümetlerden çok farklı bir yere koyup, Kürt kitlelerin teveccühüne mazhar olmayı doğal bir hak olarak beklerken Kürt halkından tokat üstüne tokat yemek değil midir onu öfkelendiren? Başka bazı temel gerçekleri de sıralamak mümkün. Sınır ötesine şimdiye kadar yapılan irili ufaklı nice operasyonlar ya da genel olarak Kürt hareketine askeri anlamda son verme heveslisi girişimler yaşandı. Ama hepsinin sonucu hüsran oldu. AKP yanlısı medya sinsi biçimde Sri Lanka vahşetini dillerine dolayarak sanki farklı bir sonuç alabilecekleri havasını yaymaya çalışsalar da, bu örneğin Kürt sorununda geçerli olması mümkün değildir. 2 yıl içinde 40 bin insanın katline 300 bin insanın da toplama kamplarına tıkılmasına yol açan bir “çözüm”ün ağza alınması bile tiksinti vericidir. Şunu belirtmek gerekiyor ki, Kürt hareketinin ulaştığı düzey, sorunun uluslararası boyutları, Kürt ulusunun coğrafi konumu, çevreleyen ve ilişki içinde olduğu ülke ve halklar, fiziki coğrafi koşullar, askeri şartlar vs. dikkate alındığında, Sri Lanka’dan önemli farklılıklar söz konusudur. Sonuç olarak devletin başlattığı bu yeni saldırı kampanyası da son tahlilde başarısızlığa mahkûm olacaktır. Ancak yeniden tırmandırılan savaş, geride tehlikeli sonuçlar bırakma olasılığı taşıyor. Geçen ayki değerlendirmemizde ifade ettiğimiz üzere; egemenler Kürt halkının tümüyle haklı demokratik taleplerini karşılamamak uğruna, talepleri en aza indirtmek uğruna, yeni anayasa çalışmalarında Kürt halkının beklentilerini düşürmek uğruna, ille

4

Eylül 2011 • sayı: 78

de boyun eğdirmek, gözdağı vermek ve “bir şey verirsem elimi öpeceksin” despotluğu uğruna, ülkeyi kan gölüne çevirebilecek son derece tehlikeli bir oyun oynuyorlar. Yaşanan ölümler ve kışkırtılan şoven milliyetçilik halklar arasına ekilen şüphe, nefret, kin tohumlarının filiz vermesine yol açıyor, emekçi halklar arasında işçi sınıfının davası bakımından son derece zararlı bir psikolojik yarılmayı besliyor. Öte yandan aynı tarzda devam edilmesi durumunda bu gidişatın Zeytinburnu vakası türü vakaların yeniden hortlamasına yol açması işten bile değildir. AKP 90’lı yıllara dönülmeyeceği konusunda her fırsatta yemin billâh etse de, bunun kendi başına bir anlamı ve inandırıcılığının olamayacağı açıktır. Geniş halk kitlelerinin desteğine sahip ve tarihsel olarak meşru ulusal bir dava uğruna mücadele eden, çok geniş ölçekli örgütlenmesi olan bir güce karşı yürütülecek savaşın kirli bir savaş olmaması düşünülemez. İşin doğası gereği kirli yöntemlerin yoğunluk kazanması kaçınılmaz olacaktır. Öte yandan kanlı bir ezme harekâtına kalkışılmasının sadece Kürt illerini değil tüm Türkiye’yi, hatta özellikle Suriye sorunuyla birlikte düşünüldüğünde, tüm bölgeyi ateşe verebilecek bir teşebbüs olacağını görmek gerekiyor. Bu bakımdan sınıf bilinçli işçiler, demokratlar, aydınlar savaşa, militarizme ve şovenizme karşı mücadeleyi sektirmeksizin sürdürmek ve bu zor günlerde ezilen Kürt halkına destek olmak göreviyle yüz yüzedirler. Bu görev aynı zamanda dışarıda emperyalist maceralara karşı mücadele göreviyle de kopmaz biçimde bağlıdır. Çözülmemiş bir Kürt sorunu ve bu temelde yürüyen savaşın etkilerinden son tahlilde kimsenin kaçamayacağı unutulmamalıdır. Bu sorunun hakiki bir çözümü için mücadele etmedikçe Türkiye işçi sınıfının özgürleşmesi mümkün değildir. 


12 Eylül’ün Hesabını Soralım! Suphi Koray

K

apitalist sistem derin bir krizin içerisinde yuvarlanırken, dünyanın dört bir yanında işçi ve emekçiler sokaklara iniyor, kitlesel gösteriler düzenliyor, genel greve gidiyorlar. Ancak Türkiye’de işçi sınıfının kendisine karşı yürütülen saldırılara gerekli cevabı verebildiğini söylemek zor. Bunun en önemli sebeplerinden birisi hiç kuşkusuz 12 Eylül faşist rejiminin işçi sınıfı hareketine ve örgütlülüğüne vurduğu ağır darbedir. Öyle ki, üzerinden 31 sene geçmiş olmasına rağmen işçi sınıfı ölü toprağını hâlâ üstünden atamamıştır. Bu yüzden darbecilerden ve arkasındaki sermaye güçlerinden 12 Eylül’ün hesabının sorulması, aradan geçen yıllara rağmen öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir. 12 Eylül faşist darbesinin amacı yükselen sınıf hareketini bastırmak ve sermayenin ihtiyaç duyduğu yapısal değişikliklerin hayata geçirilebileceği uygun ortamı hazırlamaktı. “Sağ-sol çatışması” adı altında faşist saldırıların organize edilmesi, 1977 1 Mayıs provokasyonu, Maraş katliamı, Kemal Türkler’in katledilmesi gibi olaylarla adım adım faşist darbenin yolu döşendi. 12 Eylül gelip çattığında faşist darbenin tüm koşulları hazırdı. Sırada toplumu bir cendere içerisine hapsetmek ve işçi sınıfının hafızasından ’80 öncesi dönemin izlerini silmek vardı. Tutuklamalar, toplu yargılamalar, işkenceler, idamlar, yasaklarla bir dönem geride bırakılıyor, sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratılıyordu. Faşist rejim ‘80 öncesinin mücadeleci emekçilerini sadece fiziksel olarak yok etmekle yetinmiyor, gelecek kuşakları zihinsel olarak yok edecek uygulamaları da hayata geçiriyordu. Eskinin düşünen, sorgulayan, mücadele eden gençlerinin yerine, korkak, sinik, bilinçsiz bir kuşak yetiştirmek için hayatın her alanı askeri denetim altına alınıyordu. Türkiye’de faşizm tepeden kontrollü bir biçimde çözülerek son buldu. Ne var ki, faşist dönem sona ermiş olsa da, ruhu yaşamaya devam ediyor. Bir kere 12 Eylül anayasası hâlâ yürürlükte. Yasaları ve kurumları da varlığını sürdürüyor. Bunun temel nedeni faşizmin kitlelerin mücadelesi sonucu devrilmeyip, tepeden kontrollü bir biçimde çözülmesidir. Dünyanın birçok ülkesinde burjuvazi işçi sınıfının

devrimci mücadelesi karşısında faşizme başvurarak çıplak diktatörlüğünü kurmuştur. Ancak faşist rejimlerin çözülüşüne emekçilerin mücadelesinin eşlik ettiği İspanya, Portekiz, Şili gibi ülkelerde karanlık günler daha kolay geride bırakılmıştır. Birçok ülkede kamuoyu basıncıyla darbenin sorumluları yargılanmış, hapse atılmış ya da özür dilemek zorunda kalmıştır. Oysa Türkiye’de darbecilerin başı Kenan Evren “yine olsa yine yaparım” diyebilmektedir. “Asmayalım da besleyelim mi” diyerek işçi sınıfının gencecik fidanlarını darağacına gönderenlerden bunun hesabı mutlaka sorulmalıdır. Nice mücadeleci işçinin, devrimcinin kanını ellerinde taşıyan bu cellâtları cezalandırmak işçi sınıfının boynunun borcudur. Ancak vitrindeki sorumluları cezalandırıp arkasındaki sermaye düzenini es geçmek büyük hata olur. 12 Eylül’ün hesabı kimlerden sorulacak sorusuna şöyle cevap veriyor Elif Çağlı: “Bir kere, sanık sandalyesine öncelikle oturtulması gerekenlerin, 12 Eylül faşizminin simgesi haline gelmiş ve onca insanın katledilip, sakat bırakılmasından doğrudan sorumlu olan generaller olduğundan hiç şüphe yok. Fakat suçlular bu kadardan mı ibarettir? Kuşkusuz ki değildir ve kabarık bir suçlular listesinin ardında esas suç odağı, faşizmi yaratan sermaye düzeni yer almaktadır. O nedenle, faşizmi yalnızca vitrinin önünde duran «cellâtlar»la özdeşleyip, bunlara görev veren ve öne itekleyen gerçek suçludan hesap sormaya yeltenmemek, bir anlamda onun oyununa gelmek ve onu bağışlamak demek olurdu.” (Elif Çağlı, 12 Eylül Faşizminin Hesabı Sorulmalı, www.marksist.com ) 12 Eylül cuntacıları yaptıkları anayasaya “geçici” bir madde koyarak yargılanmalarının önünü daha baştan kesmişlerdi. 30 sene boyunca yerini koruyan bu madde 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önündeki en büyük engel oldu. Bu maddeyle darbecilerin yargılanmasını istemek bile suç haline getirilmişti. 2000 yılında 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını isteyen savcı Sacit Kayasu, HSYK kararıyla meslekten ihraç edilmişti. Darbecileri koruyan Anayasanın geçici 15. maddesi geçen sene yapılan referandumla kaldırıldı ve darbecilerin yargılanması yasal olarak mümkün hale

5


marksist tutum

geldi. Binlerce kişi darbeciler hakkında suç duyurusunda bulundu. Ancak aylar sonrasında soruşturma başlatıldı ve hayatta kalan iki cunta üyesi Evren ve Şahinkaya saygıda kusur gösterilmeden güya sorgulandılar. İki darbeci de yaptıklarından pişman olmadıklarını söylediler. Kenan Evren ise neden darbe yaptıklarına şöyle cevap verdi: “Günde en az 20 kişi hayatını kaybediyordu. Demokrasi elden gidiyordu. Çorum ve Kahramanmaraş olayları yaşanmıştı. Memleketin durumu facia halindeydi. Polis olaylara müdahale etmede yetersiz kalıyordu. Ülke güvenliğini sağlayacak yasaların çıkarılması gerekiyordu. Ancak Meclis çalışamıyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin verdiği yetkiye dayanarak yönetime el konuldu.” Sormak lazım: Her gün onlarca gencin katledilmesinin müsebbibi kimdi? Çorum ve Maraş olaylarını tertipleyenler siz değil miydiniz?

Darbecilerden ve sermayeden hesap sorulmalı Suç duyurularının üzerinden bir sene geçmiş olmasına rağmen darbeci generaller hakkında hâlâ dava bile açılmış değil. Davanın açılıp 12 Eylül darbecilerinin yargılanması, kendiliğinden ilerleyecek bir süreç değildir. Yeterli kamuoyu baskısı oluşturulmazsa bu soruşturma tavsayacak; en iyi ihtimalle göstermelik bir yargılama oyunu sahneye koyulacaktır. Sorgulamanın biçimi daha şimdiden bunun ipuçlarını vermektedir. Söz konusu sosyalistler, Kürtler ya da yoksullar olunca yaka paça gözaltına alan, zorla ifade alan, tekerlekli sandalyede bile olsa karakola götüren burjuva devletin savcıları, Evren’i lojmanında, Şahinkaya’yı ise hastane odasında paşalar gibi sorguladılar. Davanın açılması ve 12 Eylül’ün sorumlularının cezalandırılması için toplumda bir duyarlılığın oluşması gerekiyor. Bu da 12 Eylül’ün emekçilerden neleri çaldığını, işçi sınıfının örgütlülüğünü nasıl tarumar ettiğini ve sınıf mücadelesinin neden dibe vurduğunu işçilerin ve yeni kuşakların öğrenmesiyle mümkündür. Genç kuşağın zihninde 12 Eylül denince ya bir şey uyanmamakta ya da 11 Eylül akla gelmektedir. Bu 12 Eylül rejiminin bilinçli uygulamalarının sonucudur. Faşist rejim etkisi bugüne kadar sürecek olan uzun vadeli travmalara yol açtı. Faşizm denince ilk akla gelen idamlar, işkenceler olsa da, yıllarca yürütülen ideolojik saldırı çok daha derin yaralar açtı bu toplumun bağrında. Bu yüzden faşizmin saldırılarına doğrudan maruz kalmayanların, 12 Eylül’ün hışmına uğramadıklarını söylemek büyük hata olur. Faşist rejimin işkencehanelerinde binlerce insan sistematik işkenceye maruz kaldı, yüzlercesi öldü ya da sakat kaldı. Dışarıda kalma şansına sahip olanlar ise zihnen sakatlandılar. Okullarda her türlü fiziksel şiddet eğitimin en temel aracı haline getirildi, ırkçı fikirler gencecik beyinlere zerk edildi. ’80 öncesinin paylaşma, dayanışma ve yardımlaşma gibi insani değerlerinin yerine bencillik, adamsendecilik, bireysel kurtuluş hayali yerleştirildi. Ezkaza eskinin değerlerini yaşatmaya çalışanlar ise “enayi” addedildi. “Eğitim”

6

Eylül 2011 • sayı: 78

sadece okullarla sınırlı kalmadı. Faşist rejimin korkuttuğu aileler çocuklarına korumacılık güdüsüyle göz açtırmadılar. Babalar “babana bile güvenmeyeceksin” demeye başladılar çocuklarına. Siyaset de neymiş? “Ne sağcıyım ne solcu futbolcuyum futbolcu” sözü 12 Eylül’ün has ürünüdür. İşte 12 Eylül bu ideolojik bombardımanla, bireysel kurtuluş hayallerinin peşinde koşan, ne kendisine ne çevresindekilere güvenen, ne kendisinin ne başkalarının sorunlarına kafa yoran bireyci, asosyal ve apolitik kuşaklar yetiştirdi. 12 Eylül rejiminin yarattığı bu derin tahribatı anlatma görevi elbette en başta sosyalistlere düşüyor. Bu bağlamda 12 Eylül ile ilgili etkinlik ve mitingler önem kazanıyor. Ancak bu konuda Türkiye sosyalist hareketinin gerekli duyarlılığı gösterdiğini söylemek zor. Maalesef 12 Eylül’ün sorumlularının yargılanması için basınç oluşturmak yerine, AKP’ye muhalefet etmekle sınırlı bir mücadele hattı esas alınıyor. Geçen seneki 12 Eylül mitingi bu anlamda sosyalist mücadeleyi AKP karşıtlığına indirgeyen sosyalist kesimlerin yanlış politikalarının zirve noktası olmuştur. 12 Eylülde yapılan referandumda “hayırcı” cephe, referandumun ardından yapılan 12 Eylül mitingine katılma gereği bile duymamıştır. Doğru olan işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunan politikaların takipçisi olmaktır. 12 Eylül’ün sorumlularının yargılanması gibi önemli ve haklı bir talebe işçi sınıfını duyarlı kılma çabası, geç de kalınmış olsa 12 Eylül hesabını yürütmek için şarttır. Darbecilerden hesap sorulduğunda, işçi sınıfı kazandığı moralle darbecilerin ardındaki sermaye düzeninden de hesap sorma gücüne kavuşacaktır. İşçi sınıfı tam da bu yüzden darbecilerin yargılanmasında etkin bir rol oynamalıdır. Bu işi düzen güçlerinin inisiyatifine terk etmemelidir. 12 Eylül faşist rejiminin bazı kalıntıları bugün artık sermayenin önünde engel oluşturuyor. Emperyalistleşen Türkiye burjuvazisi, AKP öncülüğünde yıllardır önünde ayakbağı olan sorunları çözmek istiyor. Burjuvazinin askeri vesayetten kurtulmak isteyen kesimleri bu sorunlarını çözerken halkın desteğini de alabilmek için bazı konularda kısmi adımlar atabiliyorlar. Ancak bunlar çoğunlukla sözde kalan veya kâğıt üstünde kalan değişiklikler oluyor. Burjuva demokrasisinin sınırlarını gerçek anlamda genişletecek olan işçi sınıfının basıncıdır. Bu bakımdan 12 Eylülcülerin yargılanması da düzen güçlerine bırakılamaz. 12 Eylül’ün hesabını soracak istek ve yürek ne kendine demokrat AKP’de vardır, ne de statükocu kesimde! Çalkantılı bir dönem bekliyor işçi ve emekçileri. Bir taraftan işçi sınıfına karşı saldırı paketleri hazırlanırken, diğer taraftan Kürt halkına karşı yoğun bir savaş yürütülüyor. Öte yandan 12 Eylül anayasasını kaldırıp yeni bir anayasa yapmak burjuvazinin gündeminde. Tüm saldırıların bertaraf edilmesi ve demokratik hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması ancak işçi sınıfının mücadelesiyle mümkün olacaktır. Bu bakımdan işçi sınıfının önümüzdeki 12 Eylül mitingine örgütlü ve kitlesel biçimde katılması anlamlı olacaktır.


Baas ve Emperyalizm Kıskacında Suriye İlkay Meriç

K

uzey Afrika’da başlayan isyan dalgasının ciddi ölçüde sarstığı ülkelerden biri olan Suriye’de, rejim karşıtı protestolar kitleselleşerek devam ederken, Esad yönetimi halk isyanını kanla bastırma politikasını terk etmiyor. Suriye’de katliamların yanı sıra, kitlesel tutuklamalarla, gözaltında kayıplarla ve işkencelerle tam bir devlet terörü uygulanıyor. Muhalif kitlelere azgınca saldıran Baas diktatörlüğü, “dış mihrakların oyununa gelen silahlı teröristler” söylemiyle Mart ayından bu yana 2200’den fazla insanı katletti, binlercesini yaraladı. 1963’ten bu yana hüküm süren totaliter Baas diktatörlüğünün Hafız Esad’dan sonraki temsilcisi olan Beşar Esad, rejimin şimdiye dek karşılaştığı en kitlesel isyan karşısında acımasız bir saldırı stratejisi güderken, göstermelik reform vaatlerinde bulunmayı da ihmal etmiyor. Ancak nasıl devrilmeden önce Tunus’ta Bin Ali’nin, Mısır’da Mübarek’in iktidarlarını korumak için verdikleri reform sözleri sadece lafta kaldıysa, Suriye’de de aynı durum yaşanıyor. Önce, sayıları 250 bini bulan ve on yıllardır kendilerine kimlik verilmediği için hiçbir vatandaşlık hakları bulunmayan Kürtlere kimlik verileceği açıklandı. Fakat Kürtleri isyandan uzak tutmak ve rejime yedeklemek üze-

re verilen bu sözün hayata geçirilmediği kısa sürede ortaya çıktı. 1962’den bu yana yürürlükte olan olağanüstü hal uygulaması, reform vaatleri çerçevesinde geçtiğimiz aylarda kaldırıldı. Ancak yüzlerce ölü, ev baskınları, gözaltılar ve artan baskılar, kâğıt üzerindeki bu değişikliğin mevcut “hal”de bir değişikliğe yol açmadığının somut göstergeleridir. Esad rejimi sıkıştığı her noktada bir başka vaatle kitleleri oyalamaya çalışmaktadır. Baas’ın dayattığı “cephe”nin dışında kaldıkları için yasal sayılmayan siyasi partilere izin verileceği, tek partili sistemin terk edilip serbest seçimlere gidileceği yolundaki son sözler de bu yalanlar silsilesinin birer parçasıdır. Reform vaatlerinin üzerinden birkaç gün geçmeden Hama ve Lazkiye’de gerçekleştirilen son katliamlar, Esad’ın, iktidarını ve rejimi korumak uğruna vahşet yöntemlerini terk etmemekte kararlı olduğunu ve demokratikleşme doğrultusunda hiçbir ciddi adıma niyetli olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Suriye anayasası “Arap Sosyalist Baas Partisi devlete ve topluma önderlik eder” diyerek Baas Partisini devlet partisi olarak kutsamaktadır. Cumhurbaşkanı aynı zamanda partinin genel sekreteri ve Ulusal İlerici Cephe hükümeti olarak adlandı-

7


marksist tutum

rılan sözde koalisyon hükümetinin lideridir. Dayatmayla oluşturulan bu “cephe”, Baas rejimini ve Baas Partisinin önderliğini kabul eden irili ufaklı partilerden (çeşitli sosyalist ve komünist partiler de dahil) ve sendikacılardan oluşmaktadır. Cephe dışında kalan partiler ise yasadışı sayılmaktadır. Bu uygulamanın amacı, çok partililik maskesi altında tek parti diktatörlüğünü gizlemek ve tüm muhalefeti bu sözde cephe içinde eritip yok etmektir. Nitekim bu amaca önemli ölçüde ulaşılmıştır da. Onyıllardır rejimle iç içe geçmiş olan sözde sosyalist partilerin, altı aydır devam eden halk isyanını desteklememeleri, uzun bir geçmişe sahip bu tip partilerin varlığına rağmen emekçi kitlelerin son derece örgütsüz oluşları, muhalefetin amorfluğu ve dağınık yapısı, tam da bunun göstergesidir. Aslına bakılacak olursa, Beşar Esad’ın reform vaatleri yeni değildir. Hafız Esad 2000 yılında öldüğünde, anayasanın devlet başkanlığı için zorunlu kıldığı 40 yaş kuralı apar topar değiştirilip 34 yıla indirilerek oğlu Beşar Esad’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin önü açılmıştı. Yapılan halk oylamasında yüksek bir oy oranıyla cumhurbaşkanı seçilen Beşar Esad, yenilik vadeden genç bir devlet başkanı olarak Suriye halkı için büyük bir umut kaynağı oldu. 37 yıllık Baas diktatörlüğünün reforme edileceği ve demokratik taleplerinin karşılanacağı beklentisi içindeki kitleler, bu umutla çeşitli forumlar ve toplantılar örgütlemeye başladı ve bu bir dalga halinde Şam’dan diğer kentlere yayıldı. Ancak bu umut fazla uzun sürmedi. Hareketin başını çeken aydınlara yönelik yoğun tutuklama dalgasıyla hareket bastırıldı. Bununla birlikte, ilerleyen süreçte, tüm reform vaatlerine rağmen demokratik haklara ve özgürlüklere dair hiçbir ciddi adım atmayan Esad, ekonomik alanda neoliberal dönüşüm sürecini başlatmaktan geri durmadı. Devletin ekonomideki ağırlığını kırmaya dönük adımların atılması, özelleştirmelere ve piyasanın serbestleştirilmesine ilişkin kararların alınması, yabancı yatırımların önünün açılması, özellikle son dört-beş yıldır hızlanarak ilerledi. Ancak demokratikleşmeye hiç sıra gelmedi. Emekçi kitlelerin bağımsız sınıf çıkarları temelinde harekete geçememeleri halinde, dizginler emperyalist güçlerin ve onların yerli burjuva işbirlikçilerinin eline geçmektedir. Bugün Baas diktatörlüğünün anti-demokratik karakterini öne çıkaran emperyalist güçlerin amacı Suriye halkını demokrasi ve özgürlüğe kavuşturmak değil, kendi çıkarlarıyla uyumlu politikalar izleyecek bir yönetimin işbaşına gelmesini sağlamaktır. Tunus’tan Yemen’e, Mısır’dan Bahreyn’e, Libya’dan Suriye’ye geniş bir coğrafyada yaşananlar, sorgulanamaz ve hesap sorulamaz otoriter tek parti rejimlerine dayanarak türlü ayrıcalıklarla ve her türlü yolsuzlukla muazzam servetler edinen burjuva egemenlerin ve bu sınıfın bir parçasını oluşturan asker-sivil bürokrasinin, iktidarlarını tehdit

8

Eylül 2011 • sayı: 78

eden köklü reformlara kendiliklerinden girişmelerinin boş bir beklenti olduğunu göstermektedir. Yaşadığımız bu örneklerin gösterdiği bir başka olguysa, işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak varlık gösteremediği koşullarda, burjuva güçlerin devrimci durumları kolaylıkla pörsütüp kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebildikleri gerçeğidir. Emekçi kitlelerin bağımsız sınıf çıkarları temelinde harekete geçememeleri halinde, dizginler emperyalist güçlerin ve onların yerli burjuva işbirlikçilerinin eline geçmektedir. Bugün Baas diktatörlüğünün anti-demokratik karakterini öne çıkaran emperyalist güçlerin amacı elbette Suriye halkını demokrasi ve özgürlüğe kavuşturmak değil, kendi çıkarlarıyla uyumlu politikalar izleyecek bir yönetimin işbaşına gelmesini sağlamaktır.

Emperyalist planlar ve tertipler Yoğun bir nüfusun yanı sıra zengin enerji kaynakları da barındıran bir coğrafyayı oluşturan Ortadoğu, bu özellikleri nedeniyle emperyalist güçlerin göz diktiği alanların başında geliyor. Emperyalist güçler, bir yandan bu geniş pazara daha etkin bir şekilde nüfuz edebilmek, öte yandan enerji kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda rahatça kullanabilmek amacıyla, söz konusu coğrafyada kapitalist pazar ekonomisinin önündeki engelleri kaldırmaya ve bunun için zorunlu olan dönüşümleri gerçekleştirerek uygun üstyapı kurumlarını yerleştirmeye çalışıyorlar. 2000’lerin başından bu yana daha aktif bir şekilde uygulamaya sokulan bu doğrultudaki planlar adım adım hayata geçiriliyor. Irak’ın işgaliyle ivmelenen süreç, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ilerliyor. Bu yıl patlak veren halk isyanlarını mevcut aşamada düzen içine hapsetmeyi beceren burjuva güçler, bir yandan da bunları kendi dönüşüm planları doğrultusunda kullanmaya çalışıyorlar. Mısır ve Tunus’ta diktatörlerin def edilmesinin ardından ipleri kendi ellerinde tutmayı başaran yerli ve yabancı burjuva güçler, Libya’da ortaya çıkan hareketi tümüyle kontrollü bir şekilde ilerletmeyi başardılar. Bilindiği gibi Libya diğer örneklerden farklı olarak, burjuva muhalefetin hâkimiyetindeki silahlı isyanın, emperyalist koalisyonun her türlü askeri desteği ve NATO’nun hava bombardımanları eşliğinde yürümesiyle öne çıkıyordu. Emperyalist güçlerin de el atmasıyla Mart ortalarından bu yana şiddetli bir iç savaşın yaşandığı Libya’da, 42 yıllık Kaddafi diktatörlüğü 22 Ağustosta fiilen yıkıldı ve emperyalist güçlerin ve ülke içindeki muhalif burjuva kesimlerin öncülüğündeki Ulusal Geçiş Konseyi iktidarı ele geçirdi. Emekçi halk kitlelerinin bağımsız ve örgütlü bir güç olarak sahneye çıkamadıkları mevcut durumda, sürecin bundan sonra nasıl ilerleyeceğini kuşkusuz gerek bu konsey içindeki burjuva güçlerin kendi aralarındaki mücadele, gerek bunların emperyalist güçlerle olan ilişkileri, gerekse emperyalist güçlerin birbirleri arasındaki mücadele belirleyecek. Ancak sivilleri katliamdan koruma bahanesiyle


sayı: 78 • Eylül 2011

marksist tutum Tunus’tan Yemen’e, Mısır’dan Bahreyn’e, Libya’dan Suriye’ye geniş bir coğrafyada yaşananlar, sorgulanamaz ve hesap sorulamaz otoriter tek parti rejimlerine dayanarak türlü ayrıcalıklarla ve her türlü yolsuzlukla muazzam servetler edinen burjuva egemenlerin ve bu sınıfın bir parçasını oluşturan asker-sivil bürokrasinin, iktidarlarını tehdit eden köklü reformlara kendiliklerinden girişmelerinin boş bir beklenti olduğunu göstermektedir.

Libya’ya askeri operasyon düzenleyen emperyalist güçlerin ve ülke içindeki burjuva işbirlikçilerinin şimdiden petrol pazarlıklarına başlamış oldukları bir gerçek. İtalya ve Fransa’nın en güçlü payı almak üzere hareket ettiği, Rusya ve Çin’inse, Libya halkına destek vermedikleri gerekçesiyle pazarlık sürecinin dışına itilmeye çalışıldığı görülüyor. Benzer tertipler şimdi de Suriye için devrede. Emperyalist cephenin Esad rejimini sıkıştırma operasyonu yoğunlaşarak devam ediyor. Obama’nın ve ardından Almanya, İngiltere ve Fransa’nın Esad’a ilk kez “istifa et” çağrısında bulunmaları, olası bir askeri müdahale öncesinde önemli bir aşama olarak öne çıkıyor. Başını ABD’nin çektiği ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu emperyalist güçler, bir yandan Libya’dakine benzer bir askeri müdahale seçeneğini daha yakından değerlendirirken öte yandan koşulların daha elverişli hale gelmesi için zaman kollamaktadırlar. Ne var ki, ABD ve NATO’nun Afganistan ve Libya’ya yoğunlaşması, Rusya’nın sert çıkışları, Çin’in muhalif tutumu ve İran faktörü, Türkiye’nin de içinde yer aldığı emperyalist kampın askeri bir harekâta girişmesini zorlaştırmaktadır. Böylesi bir harekâtın Irak, İran, Lübnan başta olmak üzere tüm bölgeyi ateşe vereceği gayet iyi bilinmektedir ve henüz tam olarak hazır olmadıkları böylesi geniş ölçekli bir savaş emperyalist güçleri daha ince hesaplara ve ağır hareket etmeye itmektedir. Bununla birlikte, emperyalist güçlerin tam da Esad’a “istifa et” çağrılarını yükselttikleri günlerde Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinin, emperyalist koalisyonun elini güçlendirdiği de açıktır. Libya’da ölü sayısı çok daha düşük aşamadayken BM’den “uçuşa yasak bölge” ve ağır yaptırım kararları çıkartan emperyalist güçlerin Suriye’de işi daha ağırdan almalarının önemli bir nedeni de, Suriye içindeki burjuva muhalif grupların uzun süredir birleşik bir güç haline gelememeleridir. Ancak bu tablonun değişmesi için tüm olanakların seferber edildiği de görülüyor. ABD, İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan, silahlı isyancı grupları el altından des-

teklerlerken, maddi-askeri yardımda bulunarak yoğun bir yönlendirme faaliyeti içindeler. Hudson Institute raporuna göre ABD yoğun görüşmeler sürdürdüğü Müslüman Kardeşler’i iktidara hazırlamakta ve bu konuda Türkiye ile ortak hareket etmektedir. Müslüman Kardeşler Suriye’de İslamcı güçler arasında en örgütlü ve en güçlü yapıyı oluşturuyor ve bu örgüte bağlı silahlı milislerin çeşitli kentlerde etkin oldukları ifade ediliyor. Bu arada liberallerle İslami grupların mutabakata vardıkları da söyleniyor. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da toplanan muhalif grupların Esad sonrasında yönetimi üstlenmeyi planlayan bir “geçici konsey” kurma kararı almaları bu iddiayı güçlendiriyor. Söz konusu toplantıda bir araya gelen gruplar, Suriye içindeki muhalefeti koordine edebilmek için birkaç haftaya daha ihtiyaçları olduğunu dillendirdiler. Muhalif saflarda yaşanan önderlik boşluğu sürecin oldukça yavaş ilerlemesine yol açmaktadır. Bu boşluğun yarattığı belirsizlikten, mevcut rejimin yıkılmasının İslamcı bir iktidara ya da kaosa yol açmasından korkan geniş bir halk kitlesi (Nusayri, laik Sünni, Hıristiyan vb.,) isyancılara açıktan destek vermekten geri durmaktadır. Bu yüzden isyan hâlâ Şam ve Halep gibi merkezi kentlerde güçlü bir etkiye sahip değildir. Emperyalistleri ve muhalefeti zora sokan bir diğer husussa şimdiye kadar Esad yönetiminde Libya’da olduğu gibi bir çatlağın yaşanmamış olmasıdır. Türkiye de dahil olmak üzere emperyalist güçlerin tüm çabalarına, silah ve para desteğine rağmen, dağınık bir görüntü sergileyen muhaliflerin isyanı Libya’dakine benzer bir silahlı ayaklanmaya da evrilmemiştir. Tunus, Mısır, Yemen gibi Batı emperyalizmiyle yakın işbirliği içinde olan ve bu güçler tarafından desteklenen ülkelerdeki diktatörlerin daha kısa süre içinde devrilmelerinin bir nedeni de, yaşanan büyük isyan karşısında tehlikeye giren düzeni diktatörleri feda ederek kurtarma telkininin yapılabileceği iktidar odaklarının ve kurumları-

9


marksist tutum

nın olmasıdır. Emperyalist efendiler, kendi “çocuklarına”, yeter artık git mesajını vermiş ve askeri bürokrasi de bunu dikkate alarak diktatörü feda edip ipleri kendi eline almıştır. Suriye ve Libya’da ise Rusya ya da Çin gibi emperyalist odaklarla yakın ilişki içinde olan rejimlerin işbaşında olması, sürecin farklı bir seyir izlemesiyle ve uzamasıyla sonuçlanmıştır.

Türkiye’nin emperyalist hesapları Türkiye, emperyalist hesapları doğrultusunda bir yandan muhalif güçlere destek verirken öte yandan ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyonun karar alacağı olası bir askeri saldırıda vurucu güç olmaya hazırlanmaktadır. Bir yıl önce, “komşularla sıfır sorun” söylemiyle geliştirdiği yakın ilişkiler çerçevesinde Suriye’yle vizeleri kaldıran, ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenleyen, sınırların kalkmasından, bölgesel entegrasyondan bahseden ve tüm bunlarla övünüp şişinen AKP hükümeti, şimdi “sıfır sorunlu komşu”yla savaşın eşiğine gelmiştir. Kısa bir süre öncesine kadar “kardeşim” dediği Esad’la her fırsatta samimi pozlar veren Erdoğan, “söz bitti”, “sabrımızın sonuna geldik” diyerek eski dostuna esip gürlemeye başlamıştır. AKP hükümeti Erdoğan’ın ağzından “Suriye bizim iç işimizdir” diyerek, sınıra askeri yığınak yapıp olası bir askeri harekâta aktif katılım sağlayacağını gösterirken, Türkiye’deki savaş lobisi de var gücüyle savaş çığırtkanlığı yapmaktadır. Hatırlanacağı üzere, Libya’ya saldırı öncesinde, emperyalist güçler planladıkları askeri harekâtı meşrulaştırmak üzere medya aracılığıyla içinde her türlü yalan ve çarpıtmanın da bolca bulunduğu yoğun bir kampanya düzenlemişlerdi. Şimdi kampanyaya konu olan Suriye’dir. Halkı Suriye’yle savaşa hazırlama emrini alan burjuva basın, PKK’nin Suriye tarafından korunup kollandığı ve oradan gelen militanların Türkiye topraklarında eylemler yapıp geri kaçtığı yolundaki haberleri bu aralar sıkça servise sokmaktadır. Benzer şekilde İran da hedef tahtasına oturtulmuştur. Aslında büyük hedef İran’dır ve Suriye’ye saldırı İran’a saldırının ilk ayağı olarak planlanmaktadır. Bilindiği gibi, uzun süredir ABD’nin çeşitli bahanelerle sıkıştırdığı bu iki ülkeye ilişkin emperyalist planlar, dönem dönem gündemdeki yeri silikleşse de aslında sürekliliğini koruyarak hayata geçirilmeye çalışılıyor. Türkiye son dönemlere kadar, ağır yaptırımları ve savaş seçeneğini engellemeye çalışan, sorunu diplomatik yollarla ve ikna çabalarıyla çözmeye uğraşan bir devlet görüntüsü sergiliyordu. Türkiye’nin hedefi Suriye’yi kapitalist dünya ekonomisine daha fazla entegre etmek, bu şekilde Batı’ya yaklaştırmaktı. Hatta bu doğrultuda atılan adımlar nedeniyle, çeşitli burjuva kesimler tarafından, ABD’ye kafa tutup İran’a yaklaşmakla, “ekseni” kaydırmakla suçlanıyordu. İran’ın nükleer programına yönelik yaptırım kararlarının hafifletilmesi ve geciktirilmesi, Suriye’ye ilişkin ne zamandır gündemde olan sert tedbirlerin ertelenmesi,

10

Eylül 2011 • sayı: 78

bu süreçte Türkiye’nin büyük emperyalist plan çerçevesinde görece bağımsız inisiyatifler alarak zorladığı girişimler oldu. Türkiye bu sayede bölgedeki nüfuzunu arttırma planlarını hayata geçirmek için elverişli bir zemin de yakaladı. “Komşularla sıfır sorun” barışçıl söyleminin ardına gizlenen emperyalist politika, Suriye’yle çok yakın ilişkiler kurulması, Irak Kürdistanı’nın önemli bir ticari faaliyet üssü durumuna getirilmesi, Filistin sorununun hamiliğine soyunulması, pek çok ülkeyle vizelerin kaldırılması ve çeşitli ekonomik ve ticari anlaşmaların imzalanmasıyla adım adım hayata geçirildi. Ancak “Arap Baharı”, Türkiye burjuvazisinin baharına soğuk yeller üfledi. Tunus ve Mısır’da ikircikli tutumlar takınan, Libya’ya müdahale sürecinde son derece çelişkili bir politika izleyip sonunda NATO operasyonunun merkezi karargâhı haline gelen Türkiye, sıra 900 küsur kilometrelik bir sınır komşuluğu olan ve aralarından su sızmayan kan kardeşler görüntüsü çizdiği Suriye’ye geldiğinde çok daha ikiyüzlü bir tutum izledi. Bir yandan aralarındaki “hukuka” dayanarak reform tavsiyeleriyle Esad’ı ikna etme girişimlerinde bulunurken, öte yandan alttan alta muhaliflere kucak açtı. Ortadoğu’da başlayan sürecin durmayacağını, isyan dalgasının üzerine binen Batılı emperyalist güçlerin bölgedeki siyasal düzenlemeleri kendi çıkarları temelinde yapacağını, Türkiye’nin bölgedeki etkisini kaybedebileceğini gören AKP, eski önerilerini bir kenara atarak “dost” Suriye’nin karşısına dikildi. Son haftalarda Esad’a yönelik dil oldukça sertleşti ve ipler kopma noktasına geldi. Sömürgeci rejime karşı isyan eden Kürtleri “terörist” ilan edip, onlara karşı otuz yıldır tanklarla, toplarla, ölümcül silahlarla donanmış savaş uçaklarıyla saldıran TC, şimdi isyancı kitleleri aynı söylemle katleden Esad’ı canilikle suçlamakta, yapılanları “kabul edilemez” ilan etmektedir. Genelkurmay’ın 90-100 PKK’li öldürdük açıklaması (daha sonra sayıyı 145-160’a çıkardı) yaptığı sıralarda Erdoğan’ın Esad’a yönelik olarak “zulümle abad olmaya gayret edenler, akıttıkları kanda boğulurlar” demesi, ikiyüzlülüğün ve çiftestandardın doruğudur. Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tutumunu sertleştirmesinde Kürt sorunu da önemli bir unsurdur. Bugünlerde 90’ların diline dönüş yaparak kanlı savaşı yeniden tırmandırmaya girişen AKP hükümetinin, ABD’yle, “ben PKK’ye saldırırken sen sessiz kal, ben de Suriye’de seni destekleyeyim” türünden gizli bir anlaşmaya varmış olması kuvvetle muhtemeldir. Türk egemen sınıfı, isyan dalgasının sınır tanımadığı bir ortamda Suriye’den bu topraklara sıçrayacak bir isyan hareketine ket vurmanın en güvenceli yolunu müdahalede aktif rol almak olarak görmektedir. Kürt halkı nice zamandır zaten ayaktayken, Suriye Kürtlerinin de ayağa kalkmasının bu isyanı iyice güçlendireceğini bilmekte ve buna engel olmaya çalışmaktadır. Sınıra tampon bölge kurulmasından söz edilmesi bu kaygının doğrudan ifadesidir. Nitekim savaş çığırtkanlığı yapan burjuva ideologlar sıkça


sayı: 78 • Eylül 2011

marksist tutum

Alevilerin egemenliğinde bir azınlık rejimi olduğu, Sünnilerin zulme uğradığı yolundaki söylemler her fırsatta tekrarlanmaktadır. Oysa ideolojik hamurunu Arap milliyetçiliğinin oluşturduğu Baas rejiminin Alevilik ya da Şiilik üzerine inşa edildiği tam bir yalandır. Daha önce kimsenin dillendirmediği bu unsuru, Irak işgalinden sonra Ortadoğu’da İran’a karşı Şii-Sünni kutuplaşması çerçevesinde bir saflaşma yaratmak isteyen ABD öne çıkarmaktadır. Nitekim Suriye’ye Kısa bir süre öncesine kadar yönelik saldırgan dilin ucu İran’a da “kardeşim” dediği Esad’la her uzatılmakta, Suriye ile İran arasındaki fırsatta samimi pozlar veren yakın ilişki Şiiliğe bağlanmakta ve Esad Erdoğan, şimdilerde “söz bitti”, “sabrımızın sonuna rejiminin aslında İran’ın maşası olduğu geldik” diyerek eski dostuna ve katliamların asıl sorumlusunun İran esip gürlüyor olduğu dillendirilmektedir. Bu iki ülkeyi yakınlaştıran asıl faktörün ABD-İsrail’in Irak örneğini hatırlatmaktadırlar. Türkiye gazetesi yazarizlediği düşmanlık politikası olduğu gerçeğiyse tümüyle es larından ve eski bürokratlardan Yılmaz Öztuna’nın aşağıgeçilmektedir. daki sözleri, gerek Kürt sorununa ilişkin kaygıları gerekse Emperyalist güçler kanlı planlarını, demokrasi, özgüremperyal niyetleri özetler niteliktedir: lük, istikrar, insani niyet gibi söylemlerin ardına gizleye“1. ve 2. Irak savaşlarında Türkiye’nin pasif kalması, rek, demir yumruklarını kadife eldivenle saklayarak habize çok pahalıya mâl oldu: Kuzey Irak’ta ilk Kürt devyata geçirmeye çalışıyorlar. İstikrardan söz ettikleri Irak, leti kuruldu. Kerkük davamız acıklı şekilde sona erdi. karakolların, cezaevlerinin işkencehane olarak işlediği, Türkmenler ezildi. PKK, Irak’ta dağ ve kale gibi üsher ay 300’den fazla insanın katledildiği bir ülke olmaya ler verilerek Türkiye’ye salıverildi. (…) Amerika, Doğu devam ediyor. Emperyalistlerin “özgürlük götürdükleri” Akdeniz’de Lübnan’a el atıp yeni üsler edinecektir. Türkiye Afganistan’da NATO binlerce insanı katletti ve katliam tarafsız kaldığı takdirde, İskenderun Körfezi’ne kadar devam ediyor. Yanı başındaki Pakistan da bu katliamdan Suriye’nin kuzey şeridini Erbil’e açacaktır.” (10/08/2011) ve savaştan nasibini fazlasıyla alıyor. Batı ülkelerinde benSavaş hazırlıkları tam gaz devam ederken, saflar da netzer olaylar meydana geldiğinde dünya medyası günlerce leşmektedir. Türkiye’nin yanı sıra, İsrail, Suudi Arabistan, buna kilitlenirken, bu ülkelerde neredeyse her gün patlaBirleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi Ortadoğu ülkeleri tılan bombalar nedeniyle ölen yüzlerce insan 2 dakikalık ABD emperyalizminin safında yerlerini alırlarken, bölhaberlerle geçiştiriliyor. Libya’ya sivilleri koruma bahagedeki tüm devletler de bu safa davet edilmektedir. Karşı nesiyle saldırıp bombalar yağdıran NATO, yüzlerce sivisafta ise İran, Hizbullah, Hamas gibi güçler bulunmakli katletti, ülke harabeye döndürüldü. Şimdi aynı tezgâh tadır. Lübnan Hizbullahı Suriye’nin yanında olduğunu Suriye için çevriliyor. açıklamıştır. ABD’ye rağmen işbaşına gelen ve Şiilerin Diktatörler kendi rejimlerini korumak ve egemenlikpolitik lideri olarak İran’dan da destek bulan Irak başbalerini sürdürmek için halkı katlederken, pazar ve yatırım kanı Maliki ise, Suriye’ye yönelik bir askeri müdahaleye alanlarını, enerji kaynaklarını ele geçirmek ve buna uygun karşı olduğunu ifade etmiştir. Bu açıklamayla zamandaş siyasi rejimler kurmak isteyen emperyalist güçler de “debir şekilde Irak’ta bir gün içinde 12 farklı kentte patlatımokrasi” ve “özgürlük” vaadiyle sürece müdahale ediyorlan bombalarla 89 kişi katledilmiş, 300’ü aşkın insan yalar. Kapitalizm varlığını koruduğu müddetçe bu gerçekten ralanmıştır. Bu patlamalardan sonra, ABD’nin daha önce kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Dolaysıyla emekçiler Aralık ayına kadar çekeceğini açıkladığı 50 bin kişilik emperyalistlerin “insani niyet” söylemlerine kanmamalıordusunu çekmekten vazgeçebileceğini söylemesi, bu ve dırlar. İşçi sınıfı, kurtuluşu emperyalist güçlere ve burjuvabenzeri katliamlarda kimlerin parmakları olduğunun da ziye havale ederek, ezilen, sömürülen, baskı ve zulme uğipucunu vermektedir. rayan sınıf kardeşlerine yardım edemez. Otoriter rejimlere Emperyalist plan dahilinde ABD, İsrail, Türkiye ve en ufak bir destek sunmamak ve on yıllardır uğradıkları Suudi Arabistan tarafından başvurulan oyunlardan biri de baskı karşısında ayağa kalkan emekçi kitlelerin yanında mezhep ayrılıklarının kışkırtılmasıdır. Suriye’de Müslüman yer almak işçi sınıfının enternasyonalist görevidir. Ama Kardeşler başta olmak üzere irili ufaklı Sünni İslamcı çevaynı görev, emperyalist tertiplere ve emperyalist savaşlara reler de bu oyunda aktif rol almaktadırlar. Esad rejiminin amansızca karşı çıkmayı da gerektiriyor. 

11


Yemin Krizi ve Resmi İdeolojiye Tapınma Ayinleri Zehra Aras

H

aziran seçimlerinden Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku önemli bir başarı elde ederek çıkmıştı. Blok adaylarının seçilmesiyle, TC’nin ezilenlerin önüne diktiği seçim barajında 36 gedik açıldı. TC egemenleri bu başarıyı hazmedemediler ve Blok vekilleri üzerinden yeni bir saldırı stratejisini devreye soktular. YSK’nın ayak oyunlarıyla Hatip Dicle’nin vekilliği düşürüldü, üstelik yerine Dicle’nin dörtte biri kadar oy almış bir AKP adayı milletvekilliğine getirildi. AKP güdümlü yargı, Ergenekon davasından tutuklu CHP’nin 2, MHP’nin 1 vekilini de hapisten çıkartmadı. Saldırının asıl hedefi ise Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’ydu. Düşüncelerini ifade ettiği için hapiste tutulan 6 Blok milletvekili hapisten çıkarılmayarak gerilim tırmandırıldı. Bu saldırılar karşısında Blok milletvekilleri 6 arkadaşlarının vekillik hakları tanınana kadar meclisi boykot etme, milletvekili yeminini etmeme ve Diyarbakır’da toplanma kararı aldılar. Askeri operasyonlara ve bugünkü çatışmalara uzanan son sürecin başlarında “yemin krizi” önemli bir başlık olarak karşımıza çıkmıştı. CHP de hapisteki Ergenekon tutuklusu milletvekilleri Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay’ın salıverilmesi talebiyle bir süre yemin etmeme tavrı gösterdi. Ancak kurulu düzen açısından “günaha girme” anlamına gelen bu tavrı sürdüremedi. MHP ise hapisteki Ergenekon tutuklusu 1 milletvekili için zinhar “yemin etmeme” günahını işlemekten kaçındı. Hem CHP’nin hem de MHP’nin hapistey-

12

ken seçtirdikleri darbeci milletvekillerini sahiplenebilmelerinin sınırları da görülmüş oldu. AKP, CHP ile MHP’nin, devletin açık saldırı ve provokasyonlarına maruz kalan Kürt hareketiyle kader ortağı görünmekten kaçınmak zorunda kalacaklarını iyi hesaplamıştı. Seçim sonrası hapisteki vekillerin çıkartılmamasını sağlayarak CHP’yi ve MHP’yi provoke etti. Bu partilerin AKP’nin YSK ve yargı üzerinden geliştirdiği bu hamleyi karşılıksız bırakmaları teslimiyet anlamına gelecekti. Boykot ya da yemin etmeme türünde bir tepki ise bu partileri çıkmaza sokacaktı. MHP teslimiyetin daha az zarar vereceğini hesap ederek, “devletin bekası için sağduyulu davranan parti” rolünü oynamayı, böylece teslimiyetin olumsuz etkilerini telafi etmeyi tercih etti. Devletin kutsiyetini zedelemeyen parti imajı çizmek faşist partinin ideolojik zeminine daha uygun düşüyordu. CHP ise AKP’nin karşısındaki “ana muhalefet” olma iddiasını sürdürebilmek için AKP’nin hamlesine daha sert bir yanıt geliştirmek zorundaydı. Üstelik seçim sonucunun CHP açısından beklentilerin çok altında kalması parti içi muhalefeti harekete geçirmiş, partiyi olağanüstü kurultaya götürmek için imzalar toplanmaya başlanmıştı. Kılıçdaroğlu yönetiminin tutuklu vekiller serbest kalıncaya dek milletvekili yeminini etmeyerek AKP’ye kafa tutması, parti içi muhalefeti susturmak için girişilmiş bir manevraydı. Aynı zamanda AKP, CHP’yi Blok milletvekilleriyle aynı kefeye koyan


sayı: 78 • Eylül 2011

bir propagandaya girişti. Burjuvazinin istikrar talebini de iyi kullanan AKP, CHP’yi darbecilikten tutuklanan vekilleri kollamakla ve istikrarsızlık yaratmakla suçladı. AKP sanki YSK’ya ve yargıya müdahale etmiyormuş gibi yargı bağımsızlığından dem vurarak “yargıya müdahale etmemizi istiyorlar” yaygarası kopardı. AKP, meclis iç tüzüğüne dayanarak yemin etmeyenlerin milletvekilliğini düşürme, ardından da ara seçime giderek meclis aritmetiğini tek başına anayasa yapabilecek biçimde lehine çevirme tehdidini de ileri sürdü. CHP’nin yemin etmekten başka seçeneği kalmadı. CHP iyice köşeye sıkışmış geri adım atmanın yolunu aramaya başlamıştı. Yemin krizini kendi lehine çevirmeyi başaran Erdoğan, CHP’nin tükürdüğünü yalayacağını, meclise gelip yemin edeceklerini ilan ederek CHP’yi iyice madara etti. CHP yönetimi AKP’ye horozlanarak parti içi muhalefeti savuşturmuştu. Ancak CHP milletvekilleri sürecin sonunda kuyruğunu kıstırıp yeminlerini etti. BDP ise karşılaştığı muazzam basınca rağmen şimdiye kadar tavrını sürdürmeyi başardı. Hatta özerkliği fiilen örgütleyeceğini kamuoyuna açıklayarak meclis boykotunu da aşan bir tavır geliştirdi.

Burjuva kurumların kutsanması ve burjuva yeminlerin ideolojik özü “Yemin” kavramı dinsel bir öze sahiptir. Kapitalizm öncesi toplumlarda hükümdar, yönetme yetkisini tanrıdan aldığını iddia ediyordu. Yemin törenleri, krallara tanrısal yetkilerin bahşedilmesini simgeleyen dinsel bir ayin idi. Devlet hiyerarşisinin hemen hemen tüm basamaklarında iktidar yetkisini tanrıya dayandırmak üzere çeşitli yemin törenleri kurgulanmıştı. Mesleğe kabul edilmekten evliliğe kadar kişiler hemen her toplumsal rol ya da görev için o role özgü yeminler ediyorlardı. Burjuvazi, feodal aristokrasiye karşı giriştiği siyasal mücadele sürecinde, iktidarın üzerindeki tanrısallık örtüsünü yırtıp atmaya girişmişti. İktidarın kaynağını gökyüzünden yeryüzüne indirmek, kralların tanrı adına yürüttüklerini iddia ettikleri iktidar yerine, halkın onayına dayalı cumhuriyeti kurmak burjuvazinin siyasal çıkarınaydı. Ancak gelişen kapitalist sistem de nihayetinde toplumun mülk sahibi bir azınlığının mülksüz çoğunluk üzerindeki egemenliğini tesis etmek zorundaydı. Burjuvazi yoksul sınıfları yönetmek üzere kendi rejimini kutsallaştırmaya, böylelikle de sömürü düzeninin temel kurumlarını eleştirilemez hale getirmeye girişti. Burjuvazi hâkimiyet kurduğu coğrafyaya diktiği bayrağı ve kendi hâkimiyet bölgesini yani milli bayrak ve vatanı kutsadı. Toplumu “ulus kimliği” altında örgütlerken ulus kavramını kutsallaştırdı. Vatan, millet, bayrak kavramları milliyetçilik ideolojisinin yapıtaşlarıydı artık. Burjuvazi kendi sınıf egemenliğini de “ulusal egemenlik” şalıyla süsledi. Toplumsal eşitsizliğin sürekli derinleştiği kapitalist toplumda karşıt sınıfların uzlaşmaz çelişkileri milliyetçilik ideolojisiyle perdelendi.

marksist tutum

1991 seçimlerinde milletvekili seçilen Leyla Zana, milletvekili yemininin en sonunda Kürtçe “Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum” dediği için burjuvazinin linç kampanyalarının hedefi haline getirilmiş ve on yıl hapis yatmıştı.

Türkiye’de halen yürürlülükteki yemin metinleri faşist rejimlerden esinlenerek hazırlanmıştır. İtalya’da Mussolini liderliğindeki faşist rejim iktidara geldiğinde üniversitedeki öğretim görevlilerini bile faşizme bağlılık yemini etmek zorunda bırakmıştı. Bugün Türkiye’de halen ilkokul öğrencilerinden Cumhurbaşkanı’na kadar hemen herkes Türk milliyetçiliğine, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık vurgusunun öne çıktığı yeminler etmek zorunda bırakılıyor. Milletvekilleri, askerler ve her kademedeki memurlar göreve başlayabilmek için öncelikle devlete ve resmi ideolojiye bağlılık yemini ediyor. Bu yeminler sadece sembolik bir niteliğe sahip değildir. Yemin etmeyen milletvekili meclis genel kurulunda oy bile kullanamıyor. Seçilmiş bir milletvekili rejime bağlılık yemini etmezse göreve başlatılmıyor. Oy veren yurttaşların siyasi iradesi tamamen hiçe sayılabiliyor. TC devleti yemin kurumu üzerinden iktidar aygıtlarını kutsallaştırıyor. Rejimin çerçevesini çiziyor ve bu çerçevenin dışına çıkmaya kalkanı da aforoz ediyor. 1991 genel seçimlerinde milletvekili seçilen Leyla Zana, milletvekili yemininin en sonunda Kürtçe “Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum” dediği için burjuvazinin linç kampanyalarının hedefi haline getirilmiş ve on yıl hapis yatmıştı. Demokrasi mücadelesinin hedefleri arasında ilkel yemin ayinlerine son vermek de vardır. İlkokuldan itibaren çocukların beynini yıkamaya yönelik bayrak törenlerine de, milletvekillerinin politik fikirlerine çerçeve çizmeye kalkışan milletvekili yemininin varlığına da karşı çıkmak gerekiyor. Devrimci işçi sınıfı sömürü düzeniyle birlikte resmi ideolojiye tapınma içerikli yemin törenlerini de ortadan kaldıracaktır. 

13


İngiltere’de İsyan Kerem Dağlı

Hegemonya yarışının kızışmasını, emperyalist savaşın alevlerinin giderek daha geniş bölgelere yayılmasını ve küresel ekonomik krizi, dünyanın her yerinde patlak veren isyanlar tamamlamaya başladı. Latin Amerika’yı sarsan devrimci durumlara Avrupa işçi sınıfının kitlesel gösterileri, gençlik eylemleri ve göçmenlerin isyanları, Arap halkının isyan dalgasına Yunanistan’da yaşanan kitlesel grevler eşlik etti. Son olarak da İsrail’de, Şili’de ve İngiltere’de yaşananlar tabloya eklendi. Tüm bunlar devrimci Marksistlerin nicedir dile getirdiği bir gerçekliğin hiç üstü örtülemeyecek biçimde tekrar tekrar açığa çıkmasıdır: kapitalizm bir kez daha uzun bir kriz dönemine girmiştir ve bu dönem dünyanın her yanında işçi-emekçi sınıfların ayaklanmalarıyla ve devrimci durumlarla karakterize olmaktadır.

14

İsyan ateşini körükle, zulmü rüzgârlara savur, Kollarının bütün gücüyle tavı gelen demire vur!

S

SCB’nin çöküşünün ardından burjuva ideologları tarihin sonunu ilan etmiş ve sınıf mücadelelerinin nihayete erdiğini, emperyalist savaşların ve kapitalizmin ekonomik krizlerinin bir daha yaşanmayacağını, proletaryanın öldüğünü söylemişlerdi. O günden bu yana, onların bu aceleci sözlerine inat, tarih, gerçekliğin çok farklı olduğunu ve Marksizmin haklılığını defalarca kanıtladı. Hegemonya yarışının kızışmasını, emperyalist savaşın alevlerinin giderek daha geniş bölgelere yayılmasını ve küresel ekonomik krizi, dünyanın her yerinde patlak veren isyanlar tamamlamaya başladı. Burjuvazi, bu isyanların ve çeşitli toplumsal patlamaların kapitalizmle bağını gizleyebilmek için her birine farklı sıfatlar yakıştırmaya uğraşırken; Latin Amerika’yı sarsan devrimci durumlara Avrupa işçi sınıfının kitlesel gösterileri, gençlik eylemleri ve göçmenlerin isyanları, Arap halkının isyan dalgasına Yunanistan’da yaşanan kitlesel grevler eşlik etti. Son olarak da İsrail’de, Şili’de ve İngiltere’de yaşananlar tabloya eklendi. Tüm bunlar devrimci Marksistlerin nicedir dile getirdiği bir gerçekliğin hiç üstü örtülemeyecek biçimde tekrar tekrar açığa çıkmasıdır: kapitalizm bir kez daha uzun bir kriz dönemine girmiştir ve bu dönem dünyanın her yanında işçi-emekçi sınıfların ayaklanmalarıyla ve devrimci durumlarla karakterize olmaktadır. İçinden geçtiğimiz dönemde, büyük toplumsal depremlerden önceki öncü sarsıntılara tanık olmaktayız. Londra’daki isyana katılan 16 yaşındaki siyah gencin, bilinçsiz de olsa içgüdüsel olarak söylediği gibi: “Bu daha başlangıç. Bu bir savaştır. Bizim ve onların arasındaki bir savaş.” Ağustos ayının başlarından itibaren önce Londra’yı kasıp kavuran,


sayı: 78 • Eylül 2011

sonra da İngiltere’nin diğer şehirlerine yayılan isyanların nedenleri ve konuya nasıl yaklaşılması gerektiği hususu birkaç açıdan önem taşıyor. Birincisi, bu isyanın işçi sınıfını ve devrimcilerini ne tür gelişmelerin beklediğinin kavranmasına olanak sağlayan bir örnek teşkil etmesidir. Sınıf hareketi açısından uzun süren bir durgunluk döneminden sonra, tarihin her döneminde olduğu gibi sınıf mücadelelerinin patlamalı ve sürprizlerle dolu bir şekilde ilerlemesi, işçi sınıfına öncülük etme iddiasında olanları yanlış uçlara sürüklememelidir. Bugün İngiltere’de yaşanan isyan, kendiliğinden gelişecek saf proleter devrimler bekleyenlerin yanılgılarını da göstermektedir. Ama diğer taraftan, örgütsüz, bilinçsiz ve bağımsız bir siyasi hatta sahip olmayan kitlelerin yıkıcı gücünden kendiliğinden devrimler çıkmayacağını da ortaya koymaktadırlar. İkincisi, emperyalizmin başlıca metropollerinin yer aldığı Avrupa’da, ilerleyen sürece burjuvazinin nasıl hazırlandığının ve işçi sınıfının öncülerini ne tür görevler beklediğinin anlaşılması açısından önemlidir. Üçüncüsü, devrimci sosyalist hareketin kendini bir türlü toparlayamayışının ve işçi sınıfı içinde kök salamayışının temel nedenlerinden birini oluşturan kimi yanlış anlayışların teşhir edilmesine olanak tanımaktadır.

Başkasının isyanları “özgürlük hareketi”, kendi isyanları “çetelerin işi”! Londra’nın kuzeyindeki Tottenham bölgesinde 6 Ağustosta başlayan olaylar, 10 Ağustosa kadar hızını arttırarak sürmüş, sonrasında ise giderek sönümlenmiştir. Olayları başlatan gelişme, polisin 4 Ağustosta Tottenham bölgesinde, güya siyah çetelerle ilgili bir silah kaçakçılığı operasyonu sırasında, Mark Duggan adlı bir siyahı arabasını sürerken durdurması ve öldürmesi olmuştur. İngiliz basını, olayı alelacele ve düzmece yorumlarla “polisle silahlı çatışmaya giren bir çete üyesinin öldürülmesi” şeklinde lanse etse de, birkaç gün içinde ortaya çıkmıştır ki, ne ortada silahlı bir çatışma vardır ve ne de öldürülen kişi silahlı çete üyesidir. Gerçekte, Tottenham denilen bölge, ağırlıklı olarak siyahların ve göçmenlerin yaşadığı, Londra’nın en yoksul semtlerinden birisidir. Bu ve benzeri bölgelerdeki işsizlik oranı İngiltere ortalamasının birkaç katıdır. İnsanların yaşam koşulları son derece kötü vaziyettedir. Muhafazakâr-liberal koalisyon hükümetinin işbaşına gelmesiyle hızlanan sosyal kesintiler, özellikle göçmenlerin yoksulluğunu daha da arttırmıştır. Polis bu bölgede sistemli olarak baskı politikaları uygulamakta, insanlara (özellikle de siyahlara) potansiyel suçlu muamelesi yapmakta; bölge sakinleri çok sık yapılan kimlik kontrolleriyle, ırkçı yaklaşımlarla, polis devletini aratmayacak fiillerle sürekli olarak taciz edilmektedir. Polisin ve burjuva medyanın siyahları hedef alan ırkçı söylemleri sürerken, öldürülen kişinin yakınları ve mahalle sakinleri, 6 Ağustosta bir protesto yürüyüşü düzenleyerek Tottenham polis karakolunun önüne gelmiş ve kendilerine

marksist tutum

bir açıklama yapılmasını talep etmişlerdir. Saatler boyunca kitleyi kaale almayan polisin cevabı ise protestocular arasındaki 16 yaşındaki bir kızı sert biçimde tartaklamak olmuştur. Kitle açısından bardağı taşıran damla işlevi gören bu saldırı sonrasında olaylar hızla gelişerek bir isyana dönüşmüştür. Aynı günün akşamı Tottenham ve civarında yüzlerce kişiden oluşan gruplar, önce polis binalarına ve araçlarına yönelik saldırılarda bulunmuşlardır. Ardından olaylar iyice gelişerek çeşitli binaların ve dükkânların yağmalanmasına dönüşmüştür. Ertesi gün gösteriler dozu artarak devam etmiş ve Brixton, Enfield, Islington, Wood Green ve Oxford Circus gibi Londra’nın diğer bölgelerine de yayılmıştır. Bu bölgelerin çoğu da Tottenham gibi göçmen nüfusun yoğun olduğu semtlerdir. 8 Ağustosta hem göstericilerin sayısı hem de olayların gerçekleştiği bölge sayısı artarak, Londra dışına (Birmingham, Gillingham ve Nottingham) taşmaya başlamıştır. Başlangıçta polis kasıtlı olarak olaylara müdahale etmemiş, aciz ve yetersiz kaldığı görüntüsü vermiş, medyanın bu pası alması ve kamuoyunu “Londra elden gidiyor” tarzı söylemlerle kışkırtması sonucu tüm gücüyle yüklenerek, bütün Londra’da 3 gün boyunca tam anlamıyla bir polis terörü estirmiştir. Polis sayısı takviyelerle 16 bine (yaklaşık 4 katına) çıkarılmış, birçok bölge ablukaya alınmış ve yasak bölge ilan edilmiş, göstericilere vahşice saldırılmış, 5 kişi öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmış, gözaltına alınmış ve gözaltına alınanların neredeyse tamamı (hükümetin özel ve gizli emriyle) tutuklanmıştır. Polis terörünün artması, olayları yatıştırmak bir yana daha da yayılmasına sebep olmuştur. İsyan dalgası Londra’ya ek olarak Liverpool ve Manchester gibi başka büyük şehirlere de sıçramıştır. 11 Ağustos itibariyle durulmuş görülen olayların sonucunda 3100 kişi tutuklanmış, hükümetin baskısı sonucu mahkemeler gece gündüz aralıksız çalışarak binden fazla kişiyi yargılamıştır. Bugün İngiltere’de yaşanan isyan, kendiliğinden gelişecek saf proleter devrimler bekleyenlerin yanılgılarını da göstermektedir. Ama diğer taraftan, örgütsüz, bilinçsiz ve bağımsız bir siyasi hatta sahip olmayan kitlelerin yıkıcı gücünden kendiliğinden devrimler çıkmayacağını da ortaya koymaktadırlar. Burjuva hükümetin, polisin ve güya bağımsız denilen yargının tavrı oldukça tipiktir. Demokrasinin beşiği olmakla övünen bir Batılı ülkede, olağanüstü koşullar ortaya çıktığında nasıl da demokrasi şampiyonluğunun bir gecede unutulduğunu ve en âlâ polis devleti uygulamalarının yürürlüğe konulduğunu göstermesi bakımından da öğreticidir. Başta başbakan olmak üzere tüm üst düzey politikacılar olayların patlak vermesinden kısa bir süre sonra “tatillerini yarıda keserek” ülkeye dönmüşler, meclisi toplamışlar ve göstericileri hedef alan açıklamalar yapmaya

15


marksist tutum

Eylül 2011 • sayı: 78 Başbakan Cameron, göstericileri suçlu ilan ederek “İnsanların İngiltere sokaklarına düzenin gelmesi için gerekli her şeyin yapılacağından hiç şüphe duymaması gerekir” diye buyurmuştur. “Gerekli her şeyin” ne olduğu da polis ve yargı makamlarınca hiç vakit kaybedilmeden net biçimde ortaya konmuştur. Londra’da 3 gün boyunca tam anlamıyla bir polis terörü estirilmiş, 3100 kişi tutuklanmış, mahkemeler gece gündüz aralıksız çalışarak binden fazla kişiyi yargılamıştır.

başlamışlardır. Başbakan Cameron, göstericileri suçlu ilan ederek “İnsanların İngiltere sokaklarına düzenin gelmesi için gerekli her şeyin yapılacağından hiç şüphe duymaması gerekir” diye buyurmuştur. “Gerekli her şeyin” ne olduğu da polis ve yargı makamlarınca hiç vakit kaybedilmeden net biçimde ortaya konmuştur. O kadar ki, bazı gazeteciler, polisin olaylara sanki hazırlıklı olduğunu, aksi takdirde ilk iki gün gelişmeleri seyreden polis kuvvetlerinin, sonraki günlerde bu kadar seri ve etkin şekilde müdahalede bulunamayacağının altını çizmişlerdir. ABD’deki 11 Eylül olaylarından bu yana hemen tüm burjuva devletlerin olağanüstü dönemlere hazırlandığını ve baskıcı politikaları hayata geçirdiklerini söyleyen biz devrimci Marksistler için kuşkusuz bir sürpriz değildir bu. Başbakanın açıklamalarını muhafazakâr bir milletvekilinin şu sözleri takip etmiştir: “Bu belaya sebep olanlar, halkın küçük bir azınlığıdır.” Bu söylem medya dâhil tüm burjuva kesimlerce kullanılmıştır. Amaç, isyana sebep olan ve aslında kapitalizmin kendisinden kaynaklanan siyasal, sosyal ve ekonomik arka planı hasıraltı ederek, olayları “birkaç çetenin işi” gibi göstermektir. Kürt halkının özgürlük mücadelesini yıllardan beri “birkaç eşkıyanın işi” olarak lanse etmeye çalışan politikacıların olduğu bir ülkede yaşayan bizler için, bu da oldukça tanıdık bir söylemdir. Bu söylemleri, göstericilere karşı tazyikli su ve plastik mermi kullanılmasını talep eden gerici koronun haykırışları takip etmiştir. Başbakanlık sözcüsü, “Tottenham’daki kargaşa kesinlikle kabul edilemez. Polise saldırmanın ve özel mülke zarar vermenin hiçbir haklı gerekçesi olamaz” diyerek göstericileri suçlamış ve gerçekte neyin temsilcisi olduğunu da ortaya koymuştur. Ona göre polis şiddet uygulayabilir ama halk karşılık veremez, koyun gibi bekleyip kaderine boyun eğmelidir! Genelde göçmenler ve özelde de siyah nüfus, işsizlikten ve yoksulluktan perişan olduk-

16

ları ve yanı başlarındaki dükkânlarda her şey bulunduğu halde, medyanın ve sistemin tüketim çılgınlığını her araçla pompalamasına rağmen, evlerinde televizyon başında oturup üç kuruşluk işsizlik ödeneğine talim etmelidirler! Yüzyıllar boyu kendi topraklarını yağmalayan İngiliz emperyalizminin en âlâ ırkçı ve aşağılayıcı söylemlerine, tavırlarına karşı sessiz kalmalıdırlar! Burjuva medya, çoğu siyahlardan oluşan göçmenlerin başını çektiği göstericilerin gerçekleştirdiği yağma ve şiddet olayları karşısında dehşete düşmüştür! Başbakan Cameron “mide bulandırıcı yağma, barbarlık, hırsızlık” sahnelerinden dolayı göstericileri suçlamış ve neredeyse tamamı gençlerden oluşan göstericileri “Kanunların tüm gücünü hissedeceksiniz. Ve eğer bu suçları işlemeye yaşınız yetiyorsa, suçlarınızın cezasını çekmeye de yaşınız yeter demektir!” diyerek tehdit etmiştir. Muhafazakâr ve sağ kesimler de her zamanki gibi, aile düzeninin çöktüğünden, toplumun ahlâki değerlerinin yitip gittiğinden ve eğitim eksikliğinden dem vurmuşlardır. Bunlara göre gençlerin isyana katılmalarının başlıca sebebi eğitim eksikliğidir. Hâlbuki iyi eğitim ve aile terbiyesi almış olsalar, yoksul ve işsiz olmalarına rağmen isyan etmeyeceklerdir! Burjuvazinin yargıçları da, bu “densiz isyancıları” kısa yoldan eğitmek amacıyla olsa gerek, davaları yıldırım hızıyla sonuçlandırmış ve sadece facebook üzerinde yazdıkları yazılardan kaynaklı gençlere “isyana teşvik”ten 4’er yıl hapis cezası vermeye başlamışlardır. Birkaç saat bile sürmeyen duruşmalarda, mahkemeye çıkarılanların %64’ünün tutuklu yargılanmasına karar verilerek, adeta cezalar peşinen kesilmektedir. Marketten 3,5 sterlin değerinde bir su şişesi çaldığı için 23 yaşındaki bir genç 6 ay hapse mahkûm edilmiş, 2 çocuk annesi bir genç kadın da bir dükkândan çalınan şortu satın aldığı için 5 ay hapisle cezalandırılmıştır. Bu kararlar burjuvazinin adalet anlayışının çarpıcı birer örneğidirler. Zaten parlamento da idam


sayı: 78 • Eylül 2011

cezasını tekrar görüşmeyi kararlaştırmıştır. Kendi emperyalist çıkarları gereği Arap coğrafyasındaki halk hareketlerini güya destekleyen ve buralardaki isyanları özgürlük hareketleri diyerek yere göğe sığdıramayan ikiyüzlü İngiliz burjuvazisi, işin ucu kendine dokununca olaylara katılan gençlerin ailelerini sosyal konutlardan çıkarma kararı alabilmiştir. Arap ülkelerindeki isyanlarda internetin ve facebook gibi iletişim sitelerinin olumlu rolünden dem vuran, isyancılara bu konuda ciddi teknik destek sunan İngiliz devleti, sıra kendisine gelince isyancıları yakalamak için internet ve cep telefonu üzerinden teknik takip yoluyla sürek avı başlatmıştır. Arap isyanlarının bir numaralı “dostu” ve “solcu” The Guardian gazetesi, bağımsız gazeteciliğin (!) güzide bir örneğini vererek polise isyanı bastırması konusunda taktik vermeye başlamış, polisi yetersizlikle ve göstericilere gerektiği kadar sert davranmamakla suçlamıştır. Norveç’teki katliamdan dolayı bir süredir sesleri kesilmiş olan faşistler ise, burjuvazinin ve medyanın bu tutumlarından cesaret alarak (ve kuşkusuz devletin el altından yönlendirmesiyle) sokağa inmeye hazırlanmaktadırlar. Faşist İngiliz Savunma Ligi’nin (EDL) lideri, siyah ve göçmenlerden oluşan göstericilerin isyanını bastırmak ve polisin yumuşak tutumlarından dolayı kaybettiği sokakları geri almak için yüzlerce gencin sokaklara dökülmeye hazır olduğunu açıklamıştır. Bu noktada, değinmeden geçemeyeceğimiz bir husus da, Türk medyası tarafından gurur vesilesi yapılan, Londra’daki Türk ve Kürtlerin dükkânlarını korumak için göstericilerle nasıl kahramanca çarpıştıklarını anlatan haberlerdir. Öncelikle söylemek gerekir ki, dükkânlarını korumak üzere göstericileri kovalayan küçük-burjuva Türkler-Kürtler kadar, gösterilere katılan Türkler-Kürtler de vardır. Üstelik saldırıların olduğu bölgedeki dükkân sahibi bir Türk, polisin geri planda durarak Türkleri göstericilere karşı bizzat kışkırttığını ve yönlendirdiğini ifade etmiştir. Ancak burjuva medya gerçekler yerine “kahraman Türkler” gazı vermeyi tercih ederek klasik milliyetçilik rolünü yerine getirmiştir.

“Yağma, talan ve kundaklama” Başta İngiliz basını olmak üzere tüm Avrupa medyasında olaylar “çetelerin kışkırttığı siyahların dükkânları ve binaları yağmalaması, kundaklaması, halkın malına zarar vermesi” şeklinde yer bulmuştur. Bu söylemdeki amaç, isyanların halkın geri kalanı gözünde gayri-meşru kılınması ve haksız gösterilmesidir. Bu propaganda o kadar etkili olmuştur ki, sol içinde dahi, tıpkı 6 sene önce Paris’te yaşanan isyanda olduğu gibi, bu söylemin etkisine kapılarak göstericilere karşıt tutum alanlar olabilmiştir. Her ne kadar burjuva medya içinde kimi aklı başında yorumcular, olayların sıcaklığı geçince meselenin sosyal ve ekonomik arka planını gündeme getirmeye başlamışsa da, burjuvazinin propagandası halen sürmektedir. Hükümet de, mu-

marksist tutum

halefetteki İşçi Partisiyle el ele, meseleyi bir asayiş sorunu olarak lanse etmekte ve buna uygun yeni saldırı politikalarını hayata geçirmektedir. Bu yaklaşım, yani toplumsal olayları “anarşik, terör içerikli, toplumun huzurunu ve güvenliğini tehdit eden marjinal hareketler” olarak niteleme çabası, burjuvazinin tipik bir yaklaşımıdır. Bir olgu olarak görmek gerekir ki; bizzat kapitalizmin kendisinden kaynaklanan ve göçmenler gibi toplumun alt tabakalarında daha fazla etkisi bulunan sosyal-ekonomik yıkım, bu kesimleri derin bir umutsuzluğa itmekte ve içlerinde muazzam bir öfke birikmesine sebep olmaktadır. Onyıllara varan bu birikimin belli dönemlerde patlamalarla dışa vurması kaçınılmazdır. Bu kitlelerdeki öfke birikimi o denli fazladır ki, bazen küçük bir kıvılcım patlamanın fitilini ateşlemeye yetebilmektedir. Ardından gelen öfke dalgası, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkacak kadar kuvvetlidir. Başta İngiliz basını olmak üzere tüm Avrupa medyasında olaylar “çetelerin kışkırttığı siyahların dükkânları ve binaları yağmalaması, kundaklaması, halkın malına zarar vermesi” şeklinde yer bulmuştur. Bu söylemdeki amaç, isyanların halkın geri kalanı gözünde gayri-meşru kılınması ve haksız gösterilmesidir. Yine İngiltere’de gerçekleşen 1981’deki Brixton, 1985’teki Broadwater Farm ve 1995’teki ikinci Brixton isyanları bu görüşümüzü doğrulamaya yeterli örneklerdir. Her üçü de ağırlıklı olarak siyahların yer aldığı göçmen isyanlarıdır. Hepsinde de olayların patlamasına sebep olan şey polisin bir siyahı öldürmesi veya yaralamasıdır. Yüzeyden derinlere indikçe benzerlikler de artacaktır. İsyanların patlak verdiği bölgeler siyahların çoğunlukta olduğu göçmenlerin yaşadığı yoksul semtlerdir. İşsizlik %30’lara varan oranlardadır. Hepsinde de sistematik bir polis baskısı, polis devleti uygulamaları söz konusudur. Ve hepsinde de olayların patlak verdiği dönemler, ekonomik kriz dönemleridir. Tüm örneklerde, polisin sebep olduğu bir kıvılcımla patlayan olaylar, hızlı biçimde yayılan bir isyan hareketine dönüşmüş, başlangıçta polise yönelik şiddet eylemleri gelişip yayılarak, önüne çıkan her şeyi silip süpürmüştür. Bu isyan dalgasına kaçınılmaz olarak yağma ve yakıp yıkmalar eşlik etmiştir. Ancak burjuva medyanın özellikle öne çıkardığı yağma ve şiddet unsuru, olayların amacını veya bütününü oluşturmamaktadır, ona eşlik eden bir parçası konumundadır. Tıpkı Paris’te, Arjantin’de ve Haiti’de yaşanan isyanlar gibi insanların ilk hedefi kendilerine sürekli baskı uygulayan polis veya devletin kolluk güçlerine ait binalar, araçlar vs. olmakta, ardından da yoksulluklarının doğal bir sonucu olarak gıda maddeleri satan marketler veya dükkânlara yönelmektedirler. Kuşkusuz buna diğer tüketim maddelerini satan dükkânların yağmalanması ve çeşitli türden şiddet

17


marksist tutum

Eylül 2011 • sayı: 78 Kapitalizmden kaynaklanan ve göçmenler gibi toplumun alt tabakalarında daha fazla etkisi bulunan sosyal-ekonomik yıkım, bu kesimleri derin bir umutsuzluğa itmekte ve içlerinde muazzam bir öfke birikmesine sebep olmaktadır. Bu kitlelerdeki öfke birikimi o denli fazladır ki, bazen küçük bir kıvılcım patlamanın fitilini ateşlemeye yetebilmektedir. Ardından gelen öfke dalgası, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkacak kadar kuvvetlidir.

olayları da eşlik edebilmektedir. İngiltere’deki olaylara katılmış ve çoğunu işsiz gençlerin oluşturduğu isyancılarla yapılmış röportajlarda söylenenler, işin doğasını açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin yağma olaylarına katılan bir siyah kadın, kucağında bir televizyonla mağazadan çıkarken “ödediğim vergileri geri alıyorum” demiştir. Bir başka örnekte 19 yaşındaki genç, kendisini uyarmaya çalışan iyi giyimli TV spikerine “Londra’da her gece sizin, ama bu gece bizim” diye cevap vermiştir. Okuma-yazmayı dahi 16 yaşındayken öğrenmiş olan, hiçbir vakit düzgün bir işte çalışamamış, babası eroin bağımlılığından ölmüş 19 yaşındaki bir genç de şunları söylemektedir: “Kimse bana bir şans tanımadı. Sistem bizim yanımızda değil. Bunu onlar istiyor.” Neden büyük mağazalara saldırdıkları sorulan bir diğer gencin cevabı da şudur: “Polis insanlara her gün eziyet ederken, benim Tesco’ya veya T-Mobile’a sempati duymamı beklemiyorsunuz herhalde. Asıl hırsızlık bankalar, politikacılar ve zenginler tarafından yapılıyor ve siz bize yağmacı diyorsunuz.” Ve bir diğeri de bu sözlere şunları eklemektedir: “Eğer isyan etmeseydik siz bugün bizimle konuşuyor olmayacaktınız. İki ay önce Scotland Yard’a yürüdük, hepsi siyah olan iki binden fazla insan, gayet barışçı ve sakin bir yürüyüştü ve ne oldu biliyor musunuz? Basında tek bir kelime dahi çıkmadı.” Bu sözler insanların neden isyan ettiklerini son derece açık biçimde özetlemektedir. Bu sözlere ekleyeceğimiz bazı istatistikî veriler olayların nedenlerini daha net ortaya koyacaktır. Olayların yaşandığı bölgelerde işsizlik %20 civarındadır, ama 16-24 yaş arasında %40’ları bulmaktadır. Üstelik çalışabilenler de genellikle güvencesiz ve düşük ücretli işlerde çalışmaktadırlar. Devletin üniversite harçlarına yaptığı son fahiş zamlar, bu gençlere yüksek eğitim yolunu da tamamen kapatmıştır. Londra’da en fakir %10’luk kesimle en zengin %10’luk kesim arasındaki gelir farkı 273 kata kadar yükselmiştir. OECD raporuna göre İngiltere, gelişmiş ül-

18

keler arasında “toplumsal yükselmenin” en düşük olduğu ülkedir. Gelir eşitsizliği oranları ilk defa 19. yüzyıldaki Viktorya döneminin, yani vahşi kapitalizm döneminin oranlarını yakalamıştır. Kuşkusuz bu ekonomik verilere, devletin sosyal hizmetlerde ve yardımlarda sürekli yaptığı kesintileri de eklemek gerekir. Bu kesintiler zaten işsizlik ve yoksulluktan bunalmış durumda olan insanların hayatını daha da zorlaştırmaktadır. Tabloyu tamamlayan son faktör de ırkçı polis şiddetidir. 1998’den bu yana İngiltere’de resmi rakamlara göre 333 kişi gözaltındayken ölmüş ve bir tek polis bile cezalandırılmamıştır. Bu tabloyu ve geçmişte yaşanan örnekleri görüp de olaylardan göstericileri sorumlu tutmak, onları “yağma ve talan amacıyla ortalığı karıştıran suç çeteleri” olarak nitelemek ancak vicdanı sağır burjuvaların işi olabilir.

Büyük toplumsal depremlerin öncü sarsıntıları Kapitalizmin nasıl çürüdüğü ve dünyanın her köşesinde işçi-emekçi sınıfları ve ezilen kesimleri nasıl da derin acılara gark ettiği, geleceksiz bıraktığı ve umutsuzluğa ittiği ortadadır. Hegemonya kavgasının, emperyalist savaşın ve küresel ekonomik krizin üst üste bindiği günümüz koşullarında, İngiltere’deki gibi isyanların çıkmaması şaşırtıcı olurdu. Son birkaç yılda sayısı artmış olan bu isyanları, önümüzdeki dönemde gerçekleşecek daha büyük ve altüst edici toplumsal olayların, ayaklanmaların, devrimlerin öncü sarsıntıları olarak görmek gerekir. Toplumsal olayların doğası gereği, önce Latin Amerika veya Arap ülkeleri gibi ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların sömürülen sınıflar için daha zorlu olduğu coğrafyalarda yaşanan bu tür sosyal patlamalar, şimdi de gelişmiş Avrupa ülkelerinde göçmen isyanları şeklinde zuhur etmektedir. Avrupa’nın görece örgütlü ve sendikal mücadele geleneği bulunan “beyaz” işçi sınıfı, şimdilik geçmişin


sayı: 78 • Eylül 2011

“sosyal devlet” uygulamalarının elinden alınmasına karşı direniş göstermekle yetinmekte ve kitlesel protesto yürüyüşleriyle tepkisini ortaya koymaktadır. Marksistlerin çok iyi bildiği gibi, işçi sınıfının en örgütsüz, en güvencesiz kesimlerini oluşturan göçmenler ve benzeri alt katmanlar nispeten daha kolay harekete geçebilmekle beraber, işçi sınıfının daha örgütlü kesimleri bu harekete öncülük etmediği sürece bu tür patlamalar kısa süreli olmaya mahkûmdurlar. İngiltere’de 80’lerden bu yana yaşanan dört büyük siyah isyanının, ortalığı kasıp kavurması ama ortalama bir hafta sürmesi bunun somut örneğidir. O halde devrimci Marksistler olayları nasıl yorumlamalı ve ne yapmalıdırlar? Maalesef solun geniş kesimleri, Arjantin’deki süreçten başlayarak bu konuda pek de iyi sınavlar verememişlerdir. Daha eskilere gitmeye gerek yoktur. Kimin ne dediğinin ayrıntılarına girmeye de sayfalarımız yetmez, ama temel yanlış tutumları hatırlatmak gereklidir. Önemli olan olayları somut ve tarihsel bağlamlarında değerlendirebilmektir. Her toplumsal hareketi veya isyanı devrim olarak nitelemek bu yanlış uçlardan birisidir. Tehlikeli bir yanlıştır, zira yapılması gerekeni de yanlış tarif etmenize ve önünüze yanlış görev setleri koymanıza sebep olur. Bu yanlışın ters ucunda da, yaşanan gelişmeleri küçümsemek, “kitleler örgütsüz ve bilinçsiz olduğu sürece” isyan ve ayaklanmaların bir anlam ifade etmediğini savunmak yanlışı yatar. İngiltere’deki olayların solda yer alan değerlendirmelerinde bu yanlışların çeşitli örneklerine rastlamak mümkündür. Örneğin sendikaları da büyük ölçüde elinde tutan Avrupa’nın reformist solunun genelinde, gösterilere sebep olan toplumsal eşitsizliği kabul eden ama tepkilerin yağma ve şiddet eylemleriyle ortaya konmasının haklılığa halel getirdiğini ileri süren bir anlayış hâkimdir. Bu yüzden de gerek Paris’te gerek İngiltere’de reformist sol ve sendikalar göçmenlerin isyanına destek vermemiş ve onları işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin parçası haline getirmeye çalışmamıştır. Bunu yapmadıkları gibi, isyan eden göçmen işçileri, “politik önderlikten yoksun” oldukları gerekçesiyle küçümsemiş ve hareketi aforoz etmeyi tercih etmişlerdir. Pek çok işçi genç tam da sosyalist ya da sol sıfatını taşıyan örgüt ve çevrelerin bu tür tutumları nedeniyle, genel olarak örgütlü sosyalist mücadeleye uzak durmaktadırlar. Bu son nokta özellikle önemlidir. Çünkü geçmişte bunun tersi nitelikte olumlu pek çok örnek yaşanmıştır. 1917 öncesinde Bolşeviklerin Rusya’da işsizleri örgütlemesi ve harekete geçirebilmesi önemli bir örnektir. Keza ABD’de ve Avrupa’da da, işsiz işçilerin örgütlenmeleri yıllar boyu komünist partilerin önemli kollarından birini oluşturmuştur. Bizzat İngiltere’den bir örnek vermek gerekirse, 1921 yılında İngiltere Komünist Partisinin örgütlediği “Ulusal İşsiz İşçiler Hareketi”nden bahsedilebilir. Bu hareket, I. Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik kriz koşullarında işsizliğin ve yoksulluğun ciddi boyutlara ulaştığı İngiltere’de oldukça etkili olmuştur. Hareket, Komünist

marksist tutum

Partisinin önderlik ettiği 1926 Genel Grevinde de güçlü biçimde yer almıştır. Örgütlü işsizlerin yer aldığı bu hareket 1922-1936 arasında birçok büyük yürüyüş ve eylem gerçekleştirmiştir. Bu yürüyüşlerden birisi, 1932 Ulusal Açlık Yürüyüşü, tam da bugünlerdeki gibi Londra’yı baştan aşağı sarsan ve günler süren büyük çaplı bir isyanın (yağma ve şiddet olaylarının da eşlik ettiği) ardından gerçekleşmiş ve Komünist Parti isyancı kitleyi “Ulusal Sivil Haklar Konseyi” çatısı altında örgütlemeyi başarmıştır. O günkü İngiliz Komünist Partisinin bunu yapmasına olanak sağlayan şey, hiç kuşkusuz, isyan eden kitleler yağma ve şiddet eylemlerinde bulunuyor diye onlardan uzak durmak yerine, bizzat içlerine girip örgütlenmesi ve eylemleri daha ileriye götürmeye çalışmasıydı. Devrimci Marksistlere düşen, isyan ateşini söndürmekte burjuvaziye yardım etmek veya akıl vermek değil; isyan ateşini körükleyerek onun sadece tekellerin mağazalarını veya banka şubelerini yakarak enerjisini tüketecek bir saman alevi gibi sönmesine izin vermeden, kapitalist düzenin temellerini tutuşturacak bir devrim ateşine dönüştürmek üzere harekete geçmektir! Burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanları olan reformist parti yöneticilerinin, özellikle sendikalı işçileri ve dolayısıyla da sendikaları isyan eden göçmen işçilerden uzak tutmak amacıyla olayları küçümsemekte kullandıkları bir diğer argüman da “yağma ve şiddet eylemlerinin bireysel hareketler” olduğu söylemidir. Gerek bugün İngiltere’de gerekse dünyanın diğer bölgelerinde benzer isyanları gerçekleştiren kitlelerin genel olarak örgütsüz oldukları doğrudur, ama bu olguyu, sosyalistlerin isyan eden genç işçileri ve işsizleri örgütleme görevinden kaçmasının bir bahanesi haline getirmek tam anlamıyla ikiyüzlülüktür. Görevleri yerine getirmek amacıyla gerçekliği kavramak ve ortaya koymak başka şeydir, gerçekliği yaşananlara bir kulp gibi takarak görevden kaçmak başka şey! Burjuva propagandanın basıncıyla, isyan eden kitlelerin yağma ve şiddet eylemlerine girişmesini kınamak yahut daha da kötüsü “biz bunun parçası olmayız” türünden açıklamalar yapmak, devrimcilikle bağdaşmaz tutumlardır. Görev, yağma ve şiddet eylemlerinin meşruiyetini tartışmak değil, asıl suçlanması gerekenin burjuvazi ve kapitalist düzen olduğunu ortaya koymak ve bu isyanlara katılan gençleri örgütlemek üzere harekete geçmektir. Devrimci Marksistlere düşen, isyan ateşini söndürmekte burjuvaziye yardım etmek veya akıl vermek değil; isyan ateşini körükleyerek onun sadece tekellerin mağazalarını veya banka şubelerini yakarak enerjisini tüketecek bir saman alevi gibi sönmesine izin vermeden, kapitalist düzenin temellerini tutuşturacak bir devrim ateşine dönüştürmek üzere harekete geçmektir! 

19


Somali’de “İnsancıl” Emperyalizm! Dicle Yeşil

S

omali’de binlerce insan, yağmur damlaları gibi toprağa düşüyor açlıktan. Açlık, kuraklık ve aynı zamanda emperyalist tekellerin kâr hırsı, bugüne kadar milyonlarca Somalilinin ölmesine neden olmuş durumda. Açlıktan ve kuraklıktan kurtulmaya çalışan açlar ordusu, kilometrelerce yol yürüyerek komşu ülke Kenya’daki Dadaab kampına ulaşmaya çalışıyor. Kampa ulaşabilenlerin sayısı şimdilik 600 bini geçiyor. Buraya ulaşmak için yollarda ölenlerin sayısını kimse bilmiyor. Kara derilerinin altında kemikleri sayılan Somalililer, etraflarındaki beyazları görür görmez “food” (yiyecek) diye sesleniyorlar. Somali’de resmen kıtlık ilan edilmesinin ardından, Somali halkına yardım elini uzatmak için tüm bir dünya “seferber olmuş” durumda. Kampanyalar düzenleniyor, konserler veriliyor, bağışlar toplanıyor. Türkiye’de de son sürat yürüyen kampanyalara tanık oluyoruz. AKP hükümeti adeta Somali’ye çıkartma yaparcasına turlar ve organizasyonlar düzenliyor. Yardım gemileri yola çıkıyor, başbakan, ailesi, işveren temsilcileri ve TV starlarıyla birlikte Somali’ye gidiyor. Somali’den davet edilen üst düzey temsilcilerle Türk işadamlarının bir araya getirildiği iftar yemekleri veriliyor, toplantılar organize ediliyor. Elbette ki insanların ölmesine seyirci kalmak insanlık ayıbıdır. Ancak insanları açlığın ve kuraklığın pençesine terk etmek ve açlık yüzünden ölmelerine neden olmak insanlık ayıbından

20

daha utanç verici bir durumdur. Afrika’yı ve Somali’yi bu hale getiren kapitalizm değil mi? Yani insanlık ayıbını kapitalizm işliyor. Türkiye’nin de içinde bulunduğu emperyalist güçler, kapitalizmin yarattığı açlığı şimdi nüfuz alanı oluşturma, pazar ve yatırım alanı elde etme biçiminde tahvile dönüştürme peşindeler. Yapılan tüm bu kampanyaların iç yüzünü, Somali’nin nasıl bu hale getirildiğini de bilmemiz gerekiyor.

Sömürülen, yağmalanan Somali’nin kara tarihi Somali uranyum, bakır, boksit, demir, yüksek kalitede ve bol miktarda petrol gibi önemli yeraltı kaynaklarına sahip bir ülkedir. Coğrafi konumu açısından da Kızıldeniz’in Hint Okyanusuna açılan kapısı durumundadır. Aynı zamanda ticaret gemilerinin de güzergâhı olan Aden Körfezinin doğusunda yer alır. Hem konumu hem de kaynakları bakımından önemli bir ülke olan Somali, tarihi boyunca emperyalist devletlerin sömürüsüne maruz kalmıştır. Somali 1885’ten 1927 yılına kadar İtalya’nın işgali altındayken ülkenin kuzeyinde de İngilizler hâkimiyetlerini sürdürüyordu. 1960 yılında bağımsızlığını kazanan Somali, 1991 yılında patlak veren iç savaşla büyük bir yıkım sürecine girdi. İç savaşla birlikte


sayı: 78 • Eylül 2011

Conoco, Amoco, Chevron gibi tekeller Somali’nin petrol kaynaklarını yağmalamaya başlamıştı bile. Ardından Birleşmiş Milletler, ABD’nin talepleri doğrultusunda ve “ülkede istikrarı ve güveni sağlamak” bahanesiyle, 1992 yılında 30 bin askeriyle Somali’de askeri bir üs kurdu. O sırada Somali’ye asker gönderen ülkeler arasında Türkiye de vardı. Fakat yaşanan iç karışıklığın önlenememesi ve ABD’nin büyük kayıplar vermesinin ardından BM, 1995 yılında geri çekildi. İç karışıklık silah tekellerinin işine gelen bir durumdu. Çünkü tüm bu süre boyunca “insani yardım” kılıfında yapılan yardımların %90’ının silah olduğu ve Somali’ye akan bu silahların daha sonrasında iç karışıklığın devamını sağlayacak savaş ağalarının yaratılmasında kullanıldığı ortaya çıkacaktı. Somali’de 20 yıldır yaşanan iç savaş bitmiş değildir. Bugün iktidarı almak için uğraşan güçler birbiriyle çatışmaya ve ülkenin farklı noktalarında hâkimiyet kurmaya devam ediyor. BM’nin desteğiyle kurulan “Geçici Federal Hükümet” Somali’nin orta kesimlerini yönetiyor. Birleşik İslam Mahkemeleri Örgütü (UIC) ise başkent Mogadişu ve güney Somali’nin büyük bir bölümünde egemenliğini sürdürüyor. Bu ülkeye yardım götürenlerin büyük çoğunluğu ise kendilerine yakın gördükleri gruplara yardım yapıyorlar. İnsani yardım aslında “çıkarıma hizmet edene yardım” şeklinde kendisini ifade ediyor. Ve hatta toplanan yardımların büyük çoğunluğu ihtiyaç sahiplerine iletilmeden depolarda çürümeye terk ediliyor. Bir Danimarka televizyonunda, Birleşmiş Milletler’in Mogadişu’da bulunan deposunda üç aydır bekletilen gıda malzemelerinin görüntüleri yayınladı. Tüm bu malzemeler sırf BM’den emir gelmediği için depolarda çürümeye terk edilmişti. Bununla birlikte yapılan yardımlar tüm bir Somali halkına değil iç savaş nedeniyle birbirine düşman edilenler arasında ayrım gözetilerek dağıtılıyor. Yürüyen iç savaş emperyalist tekellerin işine gelirken, açlıktan ve kuraklıktan kırılan Somali halkının bütünü görmezlikten geliniyor. Afrika yıllardır açlıkla, iç savaşlarla boğuşan kara bir kıta. Ayda yılda bir düzenlenen kampanyalarla ya da “En Az Gelişmiş Ülkeler Zirvesi” gibi zirvelerle gündeme oturuyor. Ancak yardım kisvesi altında yapılan tüm bu kampanyalar ve toplantılar emperyalist tekellerin Afrika’yı nasıl yağmalayacağı konusu üzerinden yürüyor. İnsan kılığına bürünmüş bu caniler dikenli ellerini aç halka uzatıyor. Bunlar, bu yardımların bir hayır işi değil, uzun vadede kendilerine dönecek bir yatırım fırsatı olduğunu vurgulamaktan da çekinmiyorlar. Afrika dünyanın her ne kadar kurak toprakları ve çölleriyle bilinse de tarım yapılabilecek alanlara sahip. Milyonlarca hektarlık verimli araziler dev gıda tekelleri tarafından yağmalanarak, bu tekellerin ihtiyaçlarına dönük üretim yaptırılıyor. Kendi ekip biçtiği topraklardan bir gram yararlanamayan Afrika halkları açlığa terk ediliyor. Afrika Boynuzu’nda tarım arazilerinin dev tekellere kiralanması ya da satılması sonucunda bu topraklarda ağırlıklı olarak biyolojik yakıt elde etmek için

marksist tutum

üretim yapılıyor. Bir otomobilin yakıt deposunu doldurmak için üretilen tahıl miktarı bir insanın bir yıl boyunca tüketeceği miktara eşitken, insan değil otomobil daha kıymetli oluyor. Aynı zamanda yağmur ormanları adı verilen ormanların kısa zaman içerisinde kesilip tarım alanı haline getirilmesi bölgenin yağmur almasına engel oluyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütünün verilerine göre, Afrika kıtası son 10 yılda 30 milyon hektardan fazla ormanlık alanını kaybetti. Kuraklığın nedeni ormanların ve tarım arazilerinin emperyalistler ve kapitalistler tarafından talan edilmesidir. Etrafı denizle çevrili olan Somali aslında balıkçılığın da yapılabildiği bir ülkedir. Ancak iktidar boşluğu, Somali sularının da dev tekellerin serbestçe at oynatma alanı haline gelmesine yol açıyor. Birçok emperyalist ülke nükleer ve zehirli atıklarını bu bölgenin sularına boşaltmaktan geri durmuyor. Aynı zamanda diğer ülkelerden gelen yüksek teknolojik donanımlı gemiler Somali sularındaki zengin ton balığı kaynaklarını da kurutmuş durumdalar. Somalili balıkçılar ise kaçak avlanan diğer gemilere el koyarak korsanlık yapmaya başladılar. Korsanlar bu niyetlerle ortaya çıkmalarına rağmen bugün emperyalist güçler tarafından yönlendirilir hale geldiler. 2008 yılında korsanlık olaylarının artmasıyla NATO içerisinde Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 10 ülke bu sulara hükmetme kararı aldı. Türkiye’yi de “yakından ilgilendiren” bu durumun ardından komutanlığını bir Türk subayının yürüttüğü donanma Somali karasularında “asayişi sağlamaya” gitti. Bu ne çelişkidir ki yıllardır açlık felaketiyle yaşamaya çalışan Somali halkına dün donanma gemileri gönderilirken bugün yardım gemileri gönderiliyor. Gerçekte, Somali halkını böylesine açlıkla yüz yüze bırakan felâket “doğal” değil aslında kapitalizmin azgın kâr hırsının yarattığı bir felâketten başka bir şey değildir. Afrika kıtasının sahip olduğu kaynaklar, üzerinde yaşayan halkların ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek potansiyele sahipken, yıllarca emperyalistler tarafından yağmalanmış, talan edilmiş bu topraklar ve deniz yüzünden milyonlarca insan şimdi açlıktan ve yoksulluktan kıvrandırılıyor.

Emperyalist yardımlara nasıl bakmalıyız? Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir yardım seferberliği başlamış durumda. Televizyonlardan, internet sitelerinden Somalili aç insanların resimlerinin yanında hesap numaraları, Somalililer için SMS kampanyaları düzenleniyor. Reklâm panoları afişlerle donatılıyor, şehrin merkezi sokaklarına yardım çadırları kuruluyor. Birçok kurum ve şirket iftar yemeklerini Somali halkı adına veriyor. Elbette ki bu kampanyalar onlarca Somalilinin hayatını kurtaracaktır. Ancak yüz binleri ölümün pençesinden kurtarmaya yetmeyecektir. Bu yardımların amaçlarını ve niyetlerini iyi okumamız gerekiyor. Kapitalistler hiçbir zaman babalarının hayrına yardım yapmadılar, yapmayacak-

21


marksist tutum

lar da. Kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen burjuvazi, gelecek yıllarda kazanacaklarının peşindedir. Bu durum Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika’da nüfuzunu arttırmak isteyen Türkiye için de geçerlidir. Önümüzdeki 10 yıl boyunca “en az gelişmiş ülkeler”le ilgili koordinatörlük görevini üstlenen Türkiye, ticari ve siyasi otoritesini de bu topraklara yaymak için her türlü fırsatı kullanmaya çalışıyor. Bu çerçevede Somali’ye yapılan yardımlar da elbette fırsata dönüştürülüyor. Başbakan Erdoğan’ın başkanlığında, TÜSİAD, MÜSİAD, TİM, ASKON, TUSKON gibi sermaye örgütlerinin yanı sıra İnsani Yardım Vakfı ve Deniz Feneri Derneği gibi kurumların katıldığı Somali Değerlendirme Toplantısında tam da buna dönük kararlar alındı. Somali’de bir büyükelçilik açılması, lojistik merkezler kurulması ve götürülecek yardımların bu merkezlerde toplanması, ülke altyapısının iyileştirilmesi, havaalanı ve tam teşekküllü hastaneler inşa edilmesi… Başbakan Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Somali’ye önemli yatırımlar yapacağını söylüyor. Tüm bunlara Somali halkına yardım etmek için değil, sermayeye yeni yatırım alanları açmak için girişildiğine kimsenin şüphesi olmamalıdır. İşin gerçeği, Türkiye, Afrika’ya şimdi de Somali’deki açlık üzerinden girmeye çalışmaktadır. Somali’ye giden Türk heyetinin içerisinde Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, İstanbul Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Murat Yalçıntaş gibi kapitalistlerin de bulunması “yardım”ın sermayeye ne büyük fırsatlar doğuracağının da göstergesidir. Dünya üzerindeki halkların açlık ve yoksulluğun pençesinde kıvranmasının temel nedeni, kapitalist sistemden başkası değildir. Milyonlarca insanı açlık batağına batıran ve sözde bataktan çıkarmak için timsah gözyaşlarına bulananlar da vahşi ve cani kapitalistlerden başkası değildir. Kapitalistler timsah gözyaşları dökerken, Somali’deki dram karşısında vicdanları gerçekten samimi olarak sız-

22

Eylül 2011 • sayı: 78

layanlar ve yardım için çırpınanlar dünyanın dört bir yanındaki emekçi kitlelerdir. Onlar açlık yüzünden ölen insanlara seyirci kalmanın bir insanlık ayıbı olduğunu yüreklerinde hissedenlerdir. Fakat yüz binlerce insanın, Somalili açların acısını yüreğinde hissederek yaptığı bu yardımlar gerçek sahiplerine ulaştırılmakta mıdır? Bizim söylememize gerek yok, BM üzerinden gelen milyonlarca doların aç insanlara değil de Somali’deki egemenlere nasıl gittiğini anlatan Erdoğan’ın kendisidir. Biliyoruz ki, Türkiye de toplanan yardımları Somali’de kendisiyle işbirliği yapan gruplara vermektedir. Diğer taraftan, yardım malzemelerinin hangi şirketlerden ve kaç paraya alındığı da önemlidir. Bu yardımlar üzerinden tüm kapitalistlerin vurgun yaptıkları bir gerçektir. Nitekim telefon şirketlerinin Somali’ye yardım için SMS mesajı gönderenlerden ücret kesmesi, yardımın nasıl da vurguna dönüştürüldüğünün bir ifadesidir. Bu nedenle toplanan yardımları baştan sona yönetecek şekilde sendikalardan ve işçilerden komiteler oluşmalı, süreç denetlenmelidir. Kontrolü işçilerin elinde olmadığı sürece, gıdalar ya depolarda kilitli kalacak ya da belirli kesimlere dağıtılarak aç halkın bütünü görmezden gelinecektir. Afrika halkı yeniden ve yeniden açlığa terk edilecektir. İç çatışmaların taraflarına, millet, din ve dil farkına bakmadan bu yardımların adil ve eşit dağıtılmasını sağlayacak tek güç işçi sınıfıdır. Çünkü işçilerin Somali ve Afrika halkına yapılacak yardımdan herhangi bir maddi çıkarı yoktur. İşte bunun için işçilere ve sendikalara büyük görevler düşmektedir. Sendikalar ve işçi örgütleri arasında uluslararası dayanışma ağının örülmesi, yapılacak yardım kampanyalarının işçiler tarafından örgütlenmesi ve denetlenmesi, milyonlarca insanın muhtaç bırakıldığı yardımlara ulaşmasını ve hayatta kalmasını sağlayacaktır. Açlık nedeniyle ölüme terk edilmiş Somali halkına yardım elini uzatmak bir insanlık borcudur. Tüm bir dünya halklarını açlığın, yoksulluğun, işsizliğin pençesinde kıvrandıran ve tüm dünya halklarını bu hale getiren emperyalist tekelleri ve onların sistemlerini yeryüzünden silip atmak da bir insanlık görevidir. Bir elinde gül, bir elinde kanlı silah taşıyan emperyalist devletler ve tekeller, hayır değil fırsat sevdasıyla yanıp tutuşmaktadırlar. Onların bu hedeflerini boşa çıkarmak ise tüm bir dünyada işçilerin örgütlü mücadelesinin yükseltilmesiyle mümkündür. İnsana değil kâra dayalı kapitalist sistem var olduğu sürece Afrika kıtasında ve dünyanın diğer bölgelerinde açlığa terk edilmiş çocukların dargın gözleri, gözlerimizden eksik olmayacaktır. 


Kolonyalizmden Emperyalizme /4 Elif Çağlı

Emperyalizm dönemi ve ulusal kurtuluş mücadelesi Daha 1905 yılından itibaren Rus devriminin yarattığı etkinin, İran, Türkiye, Çin gibi ülkelerde burjuva demokratik hareketleri ve ulusal uyanışı hızlandırması Lenin’in dikkatini bu gelişmeye çekmiştir. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal uyanış, dünya devrimi açısından patlayıcı maddelerle yüklüydü. Bu dönem içinde yazdığı makalelerde1, Asya’daki uyanışı ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselişini değerlendirdi Lenin. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal uyanışta, sömürgecilik sistemine darbe indirecek potansiyeli gördü. Ve daha da önemlisi, Asya’daki uyanış ile Batı’daki proleter devrim arasındaki bağlantıyı kurmaya çalıştı: “Toplumsal devrim, ancak, ileri ülkelerde proletaryanın burjuvaziye karşı iç savaşıyla, gelişmemiş, geri ve ezilen uluslarda, ulusal kurtuluş hareketi dahil, bir dizi demokratik ve devrimci hareketi içinde birleştiren bir çağ biçiminde sökün edebilir.”2 Görüldüğü gibi, Lenin, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerini, dünya genelinde proletaryanın devrimci mücadelesinden kopuk, ondan etkilenmeyen ya da onun üzerinde etki yaratmayan bir olgu olarak ele almıyordu. Tersine, toplumsal devrimlerin, dünya genelinde çeşitli düzeylerde yürüyen devrimci mücadelelerin karşılıklı etkileşimi içinde yol alabileceği görüşünü savunmaktaydı. O günün dünyasının koşulları da hesaba katıldığında, saf toplumsal devrimlerin gerçekleşebileceği beklentisinin önemli bir yanılgı olacağına işaret etmekteydi: “Toplumsal devrimin, sömürgelerde ve Avrupa’da

ayaklanmalar olmadan, bütün önyargılarıyla küçük burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlaması olmadan, siyasal bakımdan bilinçsiz olan proleter ve yarı-proleter yığınların, toprak beyliği, kilise, krallık boyunduruğuna karşı, ulusal vb. boyunduruğa karşı hareketi olmadan düşünülebileceğini sanmak, toplumsal devrimi reddetmektir. Bu bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevziye girerek «biz sosyalizmden yanayız» ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak «biz emperyalizmden yanayız» diyeceğini ve o zaman toplumsal devrim olacağını sanmak olur!”3 Tarihsel sürecin eşitsiz gelişimi gerçeğinden hareket eden Lenin, ulusal sorunu ele alırken, farklı tarih basamaklarında bulunan ülkeleri ayırt etmekte ve başlıca üç grupta toplamaktaydı.4 Dünyanın bugünkü somut koşullarında, bu tür ayrımların genelde artık geride kaldığını biliyoruz. Ancak yine de tartıştığımız konuda dünden bugüne uzanan devrimci çizgiyi kavrayabilmek için, Lenin’in soruna yaklaşımını irdelemek önemlidir. Ulusal sorunun artık geçmişe mal olduğu kapitalist ülkelerle ilgili olarak şöyle diyordu Lenin: “Batı ülkelerinde ulusal hareket, uzak geçmişe ait bir şeydir. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, vb. «ata toprakları» ölü bir sözdür; tarihsel rolünü tamamlamıştır, yani ulusal hareket buralarda ilerici herhangi bir şey ortaya çıkaramaz, yani yığınları yeni bir iktisadi ve siyasal yaşama yüceltecek herhangi bir şey ortaya koyamaz. Buralarda tarihin bundan sonraki adımı, feodalizmden ya da ataerkil zulümden ulusal ilerlemeye, olgun, siyasal yönden özgür bir ata toprağına dönüşüm değil, ama ömrünü doldurmuş olan «ata toprağı» olma durumundan, fazla olgunlaşmış

23


kapitalizmden, sosyalizme dönüşümdür.”5 Gelişmemiş ülkelerde ise durum farklıydı: “Doğu Avrupa’nın tümü, bütün sömürgeler ve yarısömürgeler bu gruba girer. ... Bu bölgelerde, kural olarak, hâlâ ezilen ve kapitalist açıdan gelişmemiş uluslar vardır. Nesnel olarak, bu ulusların önünde henüz başarmaları gereken genel ulusal amaçlar, özellikle demokratik amaçlar, yabancı baskısının ortadan kaldırılması amaçları vardır.”6 Marx’ın 1848 devrim deneyiminden çıkardığı derslerin de gösterdiği gibi; Avrupa burjuvazisi, artık işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmış olmasından dolayı korkuya kapılmıştı ve burjuva demokratik dönüşümlere devrimci tarzda önderlik edemezdi. Bundan böyle bu görevi de, devrimin sürekliliği kapsamında proletarya üstlenecekti. Fakat Lenin’e göre, Asya henüz Avrupa’nın katetmiş olduğu yoldan geçmemişti ve Asya’nın çeşitli ülkelerinde tarihsel gerçeklik daha farklıydı: “İleri Avrupa, geri her şeyi destekleyen bir burjuvazinin buyurganlığı altındadır. ... Asya’nın her yerinde güçlü bir demokratik hareket büyüyor, yayılıyor, kuvvet kazanıyor. Oradaki burjuvazi, şimdilik gericiliğe karşı halkın yanında yer alıyor.”7 Emperyalizm döneminde kendi ulus-devletlerini kurmak için mücadele yürüten sömürge ve yarısömürge ülkeler burjuvazisinin, ikili, kaypak tutumunu, çeşitli Asya ve Afrika ülkelerindeki ulusal kurtuluş mücadeleleri gerçekten de yeterince gözler önüne sermiştir. Fakat unutmamalıyız ki, bir ulusal kurtuluş savaşı tarihsel ve siyasal kapsamı bakımından neyse odur, daha fazlası değil. Kapitalizmin ve dolayısıyla işçi sınıfının gelişme düzeyi bakımından, çeşitli Asya ülkelerinin Rusya’nın bile bir hayli gerisinde olduğunu düşünüyordu Lenin. Dolayısıyla bu tür ülkelerde, 18. yüzyıl Avrupa’sındaki ilerici burjuvazinin rolünü bir ölçüde oynayabilecek bir burjuvazinin var olduğu söylenebilirdi. Ulusal sorunda tarihsel farklılıkları hesaba katan Lenin, sömürgelerdeki ulusal uyanışı burjuva demokratik nitelikte ileri bir adım olarak değerlendirip destekledi. Lenin’e egemen olan bu düşünce, Komintern’in İkinci Kongresinde ele alınan ulusal sorun ve sömürgeler sorununda da ön plana çıkacak ve günümüze uzanan tartışmalara kaynak oluşturacaktı. Aslında kimi iddiaların aksine, Lenin’in ulusal sorundaki bu yaklaşımı genel hatlarıyla doğrudur ve proleter devrimin sürekliliği fikriyle çelişmez. Ve bu nedenle, onun bu konudaki çözümlemelerini belli bir tarihten itibaren değiştirdiği yolundaki değerlendirmeler de biraz zorlama yorumlardır. Çünkü Lenin, işçi sınıfının hegemonyasında ilerlemesi gereken devrim sürecini farklı iktidar aşamalarına bölmemekte, geri ülkelerde işçi sınıfının yolunu açacak zorunlu bir tarihsel gelişime dikkat çekmekteydi. Tarihsel açıdan gecikmiş sömürge ve yarı-sömürge ül-

24

kelerde, burjuvazi ulusal bağımsızlığın kazanılması çerçevesinde hâlâ ilerici bir rol oynayabilirdi; ama emperyalizm döneminde bu rol acaba ne derece kapsamlı ya da istikrarlı olabilirdi? Göz ardı edilmemesi gereken nokta şudur ki, Lenin, bu tür ülkeler burjuvazisine mutlak anlamda ya da kararlı nitelikte bir ilerici misyon atfetmemiş, tersine onun ne denli kaypak olabileceğine dikkat çekmiş, bu konuda komünistleri uyarmıştır: “Ezilen ulus burjuvazisinin ... bir yanda pratikte, kendi halkından gizli olarak ve ona karşı, ezen ulusun burjuvazisi ile gerici anlaşmalara girerken, bir yandan da ulusal ayaklanmadan sözetmesi hiç de seyrek görülen bir şey değildir.”8 Emperyalizm döneminde kendi ulus-devletlerini kurmak için mücadele yürüten sömürge ve yarı-sömürge ülkeler burjuvazisinin, ikili, kaypak tutumunu, çeşitli Asya ve Afrika ülkelerindeki ulusal kurtuluş mücadeleleri gerçekten de yeterince gözler önüne sermiştir. Fakat unutmamalıyız ki, bir ulusal kurtuluş savaşı tarihsel ve siyasal kapsamı bakımından neyse odur, daha fazlası değil. Böyle bir mücadele pekâlâ burjuvazinin önderliğinde de yürüyebilir; dolayısıyla emperyalistlerle çeşitli uzlaşmaları da içerebilir. Böyledir diye, yığınların katıldığı haklı bir ulusal ayaklanma, haksız bir mücadele düzeyine indirgenmiş olmaz. Lenin’in bu konuda yaptığı uyarı önemlidir: “... bir emperyalist devlete karşı ulusal kurtuluş savaşımından, bazı durumlarda bir başka «büyük» devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olamaz.”9 Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal hareketlerle ilgili olarak bir de şu önemli değerlendirmeyi yapmaktadır Lenin: “... Çin, İran ve Türkiye gibi yarı-sömürge ülkeler ve tüm sömürgeler, ki bunlar bir milyarlık bir nüfusu barındırmaktadır. Bu ülkelerde, burjuva demokratik hareketler ya henüz başlamıştır, ya da bu hareketlerin aşacakları daha uzun bir yol vardır. Sosyalistler, yalnızca sömürgelerin ödünsüz olarak derhal ve kayıtsız şartsız kurtuluşunu istemekle kalmamalıdırlar (ki böyle bir istem, siyasal ifadesinde, ulusların kaderlerini tayin hakkını tanımaktan başka bir anlam taşımaz), onlar bu ülkelerdeki ulusal kurtuluşu amaçlayan burjuva demokratik hareketlerdeki daha devrimci olan öğeleri en kararlı bir biçimde desteklemeli, bu öğelerin kendilerini ezen emperyalist devletlere karşı ayaklanışına (eğer böyle bir şey varsa, devrimci savaşına) yardımcı olmalıdırlar.”10 Lenin’in derdi, ulusal kurtuluş hareketlerinin burjuva demokratik karakterine dikkat çekmekle yetinmek değildir. Asıl olarak, “burjuva demokratik hareket” içindeki farklı kesimlerin ayırt edilmesi gereği üzerinde durur. Ona göre, daha devrimci öğelerin (yani küçük-burjuva radikalleri ve köylü kitleleri) kendilerini ezen emperyalist devletlere karşı ayaklanışlarına yardımcı olunmalıdır. Fakat bu


sayı: 78 • Eylül 2011 Lenin, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerini, dünya genelinde proletaryanın devrimci mücadelesinden kopuk, ondan etkilenmeyen ya da onun üzerinde etki yaratmayan bir olgu olarak ele almıyordu. Tersine, toplumsal devrimlerin, dünya genelinde çeşitli düzeylerde yürüyen devrimci mücadelelerin karşılıklı etkileşimi içinde yol alabileceği görüşünü savunmaktaydı.

ne anlama gelir? Komünistler demokratik istemleri proleter devrim hedefinden kopartmaksızın ele almalı ve mücadeleyi bu anlayışla yürütmelidirler. Komünistlerin, ezilen ulusların haklı mücadelesi temelinde ulusal kurtuluş hareketlerine sunacakları destek, proletaryanın devrimci mücadelesi açısından ikincil bir sorundur. Çünkü ulusların kaderini tayin hakkının savunulması da dahil, tüm diğer demokratik istemlerde proletaryanın birincil sorunu, bunların doğrudan doğruya iktidar mücadelesinin bir parçası kılınmasıdır. Zaten Lenin de, ulusların kaderini tayin hakkının kabulü bağlamında bu önemli hususa değinmektedir. Vurguyu, “... söz konusu olan istemin ve siyasal demokrasinin tüm temel istemlerinin, burjuva hükümetleri devirmek ve sosyalizmi gerçekleştirmek uğruna devrimci yığın savaşına doğrudan doğruya bağlı kılınması gereği”ne yapmaktadır.11 Önemli hususlardan biri de, ulusal kurtuluş mücadelelerinin desteklenmesinden ne anlaşılması gerektiğidir. Bir kere, her destek ancak içinde bulunulan somut koşullarda bir anlam ifade eder; dolayısıyla kimin, nasıl destekleneceği konusu ilkesel bir sorun olmayıp koşullu taktik bir sorundur. İkincisi, devrimci proletarya desteğini asıl olarak ezilen ulusun haklı mücadelesine sunar ve bu desteğin somutlanması da proletaryanın devrimci örgütlülük düzeyine bağlıdır. Örneğin, işçi hareketinin uykuda olduğu ya da işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünün çeşitli nedenlerle alabildiğine gerilediği koşullarda da haklı bir ulusal mücadele pekâlâ öne atılabilir. Ama böyle bir durumda devrimci proletaryanın sunabileceği destek, anlaşılacağı

marksist tutum

gibi biraz ilkesel düzeyde kalır. Fakat proletaryanın devrimci mücadelesinin yükselişe geçtiği koşullarda görev, ezilen ulusun kaderini tayin hakkını bizzat savunmak ve ulusal kurtuluş istemiyle ayağa kalkan emekçi yığınlar içinde işçi sınıfının hegemonyasını tesis etmeye çalışmaktır. Kısaca tekrarlayacak olursak, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından bir ulusun kaderini tayin hakkının savunulması, bu demokratik istemin proletaryanın iktidar mücadelesine doğrudan bağlı olarak dile getirilmesi demektir. İşte, herhangi bir ülkede ulusal kurtuluş istemiyle yükselen emekçi kitle hareketi, ancak bu temelde ve ancak proletaryanın hegemonyası altında gerçekten anti-emperyalist bir yönelime girebilir. Eğer bu koşullar gerçekleşmemişse, bir ulusal kurtuluş mücadelesi kendi sınırlarından öteye geçemez. Ve bu sınırlar içinde onun emperyalist-kapitalist sistemden değil, sömürge statüsünden kurtuluşu esas aldığı asla unutulmamalıdır. Bu nedenle, ulusal kurtuluş mücadelelerini özü itibarıyla anti-sömürgeci mücadeleler olarak değerlendiriyoruz. Böyle bir mücadelenin, 20. yüzyılda artık emperyalist bir devlete karşı yürütülmesi durumunda da bu gerçek değişmez. Lenin’in ulusal kurtuluş mücadelelerinin önemine ilişkin değerlendirmeleri, 1917 Ekim Devriminin zaferi ve ardından da Sovyet cumhuriyetlerinin kuruluşu sürecinde yeni bir boyut kazandı. Proletaryanın dünyanın bir parçasında iktidarı fethettiği bu yeni tarihsel koşullarda, ulusal kurtuluş mücadelesi içindeki emekçi kitlelerin muzaffer proletaryanın yanına çekilmesi hedefi doğruydu. Böylece proletaryanın önderliği altında emperyalist sisteme karşı dünya ölçeğinde geniş bir mücadele bloku oluşturulabilirdi. Üstelik Sovyet proletaryasının emperyalist güçlerin saldırısıyla yüz yüze bulunduğu bir durumda bu daha da önemliydi. Asya’nın ve genelde sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin emekçi kitlelerinin Ekim Devrimi saflarına kazanılmak istenmesi, ulusal düzeyde savunulan işçi-köylü bağlaşıklığının dünya ölçeğindeki bir yansımasıydı. Lenin’in ulusal kurtuluş mücadelelerine verdiği önem de, işte bu çerçevede yorumlanmalıydı. Oysa bazı tarih araştırmacıları, Asya ülkelerindeki devrimci gelişmelerle yakından ilgilenmesine bakarak, Lenin’in giderek “Avrupa-merkezci” devrim anlayışından uzaklaştığını iddia ettiler. Onlara göre, Lenin, köylü uluslardan hareketle Doğu’dan esecek bir fırtınanın kapitalizmi yıkacağı düşüncesine doğru yol almıştı. Evet, “Marksizm” adına böyle yorumlar yapılmıştır, yapılagelmektedir; ama bunların Lenin’le bir ilgisi yoktur. Lenin’i üçüncü dünyacı görüşlerin yanında göstermek isteyenler zorlama yorumlarda bulunuyorlar. Asya’daki uyanışa dikkat çeken Lenin’in, gerek Ekim Devrimi öncesinde gerek sonrasında ve gerekse Komintern’in ilk kongreleri döneminde dünya devrimi hakkındaki kavrayışı çok nettir. O hep, dünya proleter devriminin ancak ileri Avrupa ülkeleri proletaryasının dev-

25


marksist tutum

rimci atılımı temelinde zafere yürüyebileceğine inanmıştır. Konuya ilişkin çarpıtmalar bağlamında değinmek istediğimiz son bir nokta da şudur: Lenin’in ulusal kurtuluş hareketlerini, emperyalist-kapitalist sistemi yıkmayı hedefleyen dünya proleter devriminin bir müttefiki olarak değerlendirdiği doğrudur. Fakat Lenin, ikisinin özdeşleştirilmesine ya da birincinin ikincisinin yerine ikame edilmesine yönelik anti-Marksist yorumlara açık kapı bırakmamıştır. O, Ekim Devriminin zaferiyle birlikte dünyada yeni bir siyasal güç odağının doğduğu koşullarda, ezilen ulusların ve sömürge ülkelerin emekçi kitlelerini Sovyet proletaryasının politik öncülüğünde bir savaş cephesinde toparlama perspektifini savunmuştur. Lenin’in yaklaşımıyla, daha sonra Stalinizmin egemenliği altında biçimlendirilen sulandırılmış bir “anti-emperyalist mücadele” anlayışının hiçbir benzerliği yoktur. Çünkü bu ikincisi, ulusal kurtuluş mücadelelerini proleter devrim yerine ikame eden, proletaryanın politik hegemonyasını fiilen engellemeye çalışan bir siyasal eğilimdir. Stalinizm, sözümona anti-emperyalist cephe birliği adına, aslında devrimci proletaryayı ulusal burjuvazinin hegemonyasına boyun eğmeye zorlamıştır. “Aslolan Sovyet devletinin çıkarlarıdır” gerekçesiyle bir işçi iktidarının kurulmasına doğru gelişme potansiyeli taşıyan devrimleri boğmuştur.

Emperyalizm ve siyasal bağımsızlık sorunu Emperyalizmi “bir dış siyaset sistemi” olarak ele alan Buharin ve Pyatakov gibi Marksistler, bu yanlış yaklaşımlarının sonucunda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusunda da yanlış siyasal tutumlar takındılar. Gerçi, 20. yüzyılın mali sermaye çağı olduğu konusunda Lenin’le aynı düşünceyi paylaşıyorlardı. Fakat Buharin ve Pyatakov’a göre, emperyalizm kavramı mali sermayenin uyguladığı “politikayı” anlatmaktaydı. İşte Lenin’den ayrıldıkları nokta burasıydı. Ancak onların değerlendirmesi, emperyalizm çağında barışçı bir politikanın da pekâlâ mümkün ve tercih edilebilir olabileceği vaazını veren Kautsky gibi döneklerin tarzından tamamen farklıydı. Buharin ve Pyatakov, emperyalizmi mali sermayenin baskı ve zorbalığa dayanan zorunlu politikası olarak görmekteydiler. Buharin, “bu politika şiddet yöntemlerini içerir, çünkü ulusal toprağın genişletilmesi savaş anlamına gelir” demekteydi. 12 Aslında Buharin’i, emperyalizmi böyle bir içerikle ele almaya iten temel neden, onun dünya ekonomisi çözümlemesinin “ulusal kapitalist tröst” fikrine dayanmasıydı. Ona göre, mali sermaye çağında uluslararası arenada boğaz boğaza bir rekabet sürse de, ulusal sınırlar içindeki rekabet tekelleşme sonucunda ortadan kalkmaktaydı. Ve devletin ekonomiye aktif katılımıyla, ulusal ölçekte tek bir birleşmiş tröst oluşmaktaydı. Bunun sonucu ise, kapitalist ülkelerin ulusal sınırlarını genişletmek amacıyla uluslararası arenada kıran kırana bir savaşa tutuşmalarıydı. Mali

26

Eylül 2011 • sayı: 78

sermaye sömürgeler olmaksızın yapamazdı. Oysa Lenin, emperyalizmi mali sermayenin bir “politikası” değil, onun egemenliğinin ta kendisi olan bir uluslararası ekonomik sistem olarak tanımladı ve çözümledi. Bunun sonucunda Lenin, sömürge statüsünü mali sermaye için olmazsa olmaz bir koşul olarak görmedi. Lenin haklıydı. Sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleriyle, siyasal bağımsızlığın sistem çerçevesinde kazanılabilmesi pekâlâ olanaklıdır. Evet, emperyalizm dönemi genelde bir siyasal gericilik dönemidir. Fakat bu gerçek, emperyalist ülkelerin egemenliklerini ancak başka ülkeleri sömürgeleştirerek sürdürebilecekleri anlamına gelmez. Ayrıca tartışılan temel sorun, sömürge ülkelere siyasal bağımsızlığın emperyalist ülkeler tarafından bahşedilip edilmeyeceği değildir. Emperyalist sistemden kopmaksızın, onun işleyiş yasaları içinde siyasal bağımsızlığın kazanılmasının olanaklı olup olmadığıdır. İşte bunu olanaklı gören Lenin, bunun yolunun da ulusal mücadeleden geçtiğini belirtmekteydi: “Ulusal savaşım, ulusal başkaldırı, ulusal ayrılma da tam olarak «gerçekleştirilebilir» ve pratikte emperyalizm altında bununla karşılaşılmaktadır. Kaldı ki emperyalizm, kapitalizmin gelişmesini ve halk yığınları arasında demokratik eğilimlerin büyümesini durdurmadığı için, [ulusal hareketler –ç.n.] daha da kuvvetle ortaya konmaktadır.”13 Lenin ayrıca, emperyalist ekonomizm eğilimine savruldukları için Rosa Luxemburg, Pyatakov ve Buharin’i eleştirdi. Bu Marksistler, ulusların kaderini tayin hakkının kabulünün kapitalizm altında olanaksız, sosyalizm altındaysa ulusal sorun zaten çözümleneceği için gereksiz olduğu şeklinde özetlenebilecek bir görüşü savunmaktaydılar. Onların yanılgısının temelinde, ekonomik kurtuluş olgusuyla siyasal kurtuluşu karıştırmaları yatıyordu. Yani Rosa ve onun gibi düşünenler, kapitalizm altında siyasal bağımsızlığın kazanılıp kazanılamayacağı sorununun yerine, iktisadi bağımlılık gerçeğini geçirmekteydiler. Lenin onlara, mali sermayenin zaten bağımsız bir ülkede bile egemen olabileceğini ve olduğunu hatırlatmaktaydı. Siyasal bağımsızlığın mali sermayenin egemenliği altında “elde edilemez” bir şey olduğuna ilişkin bütün savlar ise, bu hususun yeterince kavranmamasından kaynaklanıyordu. Şu önemli tespiti yapıyordu Lenin: “Bu durumda küçük ulusların herbirine diledikleri kadar demokratik özgürlük vermek, siyasal bağımsızlığa izin vermek, böylece «kendi» askeri girişimlerini zarar görme tehlikesine atmamak, mali sermaye açısından yalnızca «gerçekleştirilebilir» bir şey olmakla kalmaz, ama bazen tröstler için, onların emperyalist siyaseti için, onların emperyalist savaşı için daha kârlıdır.”14 Gerçekten de, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının emperyalist sistemin işleyişi içinde gerçekleşemeyeceğini iddia etmek doğru değildir. Fakat yalnızca siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sınırlı bir tayin hakkı, kapitalist


sayı: 78 • Eylül 2011

sistemin, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin canını yakan ekonomik gerçeklerini de değiştirmeyecektir. Bu boyuttan bakıldığında, emperyalist güçler karşısında zayıf ulusların ezilen ve sömürülen kesimlerinin kaderini belirleyecek olan, kapitalizmden kurtulup kurtulmamaktır. İşte ancak bu noktada, “tayin hakkı”nın kapitalizm altında olanaksız, sosyalizm altında ise –sorun zaten çözümleneceği için– gereksiz olduğu söylenebilir. Fakat bunu demekle, sömürge ülkelerde gündeme gelmiş pratik bir sorun olan siyasal bağımsızlık hakkı konusunda somut bir tutum takınmış olmayız. İşte, Lenin’in Rosa’ya yönelttiği eleştiri bu noktadan hareket etmektedir. Lenin haklı olarak, Rosa’nın iki farklı boyutu birbirine karıştırdığını belirtmektedir. Diğer yandan, emperyalist sistemden kopmaksızın ulusların ekonomik açıdan da bağımsız olabileceklerini iddia etmekse, saçma ve gerici bir küçük-burjuva ütopyasıdır. Dolayısıyla, Lenin’in Rosa ile anlaşmazlığa düştüğü nokta yalnızca “siyasal bağımsızlık” sorunudur. İkinci hususta, yani iktisadi düzeyde ulusal bağımsızlığın olanaksızlığı konusunda hemfikirdiler. Rosa Luxemburg, ulusal kurtuluş mücadelesinin geleceğe oranla –yani proleter devrime oranla– sınırlı yönünü doğru kavradı ve küçükburjuva milliyetçi eğilimlerin yaratabileceği problemlere dikkat çekti. Küçük-burjuva sol akımların, proletaryanın devrimci çizgisini bulandırdıkları bir dünyada, ulusların kaderini tayin hakkını savunmanın ya da toprak ilhaklarına karşı çıkmanın, milliyetçilik ve sosyal-şovenizm tehlikesini gölgelemesine karşı gerçekten de uyanık olmak gerekir. Ulusal sorunun çözülmüş olduğu ve proleter devrimlerin gündemde bulunduğu kapitalist ülkelerde, yerli burjuvazinin kendi çıkarcı maceralarını ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bahanesiyle yutturmaya çalışması gerçek bir tehlikedir. Lenin’in emperyalist ekonomizm yanılgısına düştükleri için eleştirdiği Marksistler, ulusal kurtuluş sorununun artık gündemde olmadığı ülkelerle, tarihin basamaklarını büyük bir gecikmeyle çıkmakta olan ülkelerin koşulları arasındaki farkı hesaba katmadılar. Sömürge ülkelerde –henüz kapitalizme ilerlemekte olan geri ülkelerde– siyasal bağımsızlığın kazanılmasının ve bunların da modern ulus devletler kervanına katılımının tarihsel açıdan –geçmişe oranla– taşıdığı ilerici yön üzerinde yeterince durmadılar. Örneğin Buharin, RKP(B)’nin Sekizinci Kongresine (1919) sunulan parti programında, ulusların kaderini tayin hakkı ilkesinin yer almasına karşı çıktı. Buharin’in karşı çıkış gerekçesi şuydu: “Bir ulus demek, burjuvazi ve proletarya birarada demektir. Öyleyse biz proleterciler, nefret ettiğimiz burjuvazinin kendi kaderini tayin hakkını mı tanıyacağız?”15 Oysa Lenin’e göre, Buharin’i rahatsız eden tutarsızlık, yaşamda zaten varolan bir olguydu. Buharin, ulusların içinde kapitalist gelişme sürecine bağlı olarak oluşagelen bir ayrışma sürecinden, proletaryanın burjuvaziden ayrılmasından söz ediyordu. Tarih basamaklarında eşitsiz ko-

marksist tutum

numda bulunan uluslarda bu ayrışma henüz yaşanıp bitmiş olan bir gerçeklik değildi. Bu nedenle Lenin, ulusların kaderlerini tayin hakkının nasıl kullanılacağı konusunda da, çeşitli ulusların tarihsel koşulları arasındaki farklılıkları dikkate alıyordu. Örneğin, RKP(B)’nin Sekizinci Kongresine sunduğu program taslağında, bu soruna ilişkin olarak şu satırlar yer almaktaydı: “Bir ulusun ayrılması konusunda, o ulusun arzusunu kimin dile getireceği sorununda, RKP tarihsel sınıf görüşünü üstün tutar ve ilgili ulusun, ortaçağdan burjuva demokrasisine, ya da burjuva demokrasisinden sovyet veya proletarya demokrasisine, vb. tarihsel gelişmesinin vardığı düzeyi dikkate alır.”16 Kısacası, somutta tam doğru tutum takınabilmek için, burjuvazi ile proletarya arasındaki ayrışmanın henüz yeterince olgunlaşmadığı bir tarih basamağını yaşayan uluslar da hesaba katılmalıydı. Lenin, önemli bir gerçeklikten söz ediyordu: “Biz bir ulusun ortaçağdan burjuva demokrasisine, burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine yürüyüşünde eriştiği aşama hesaba katılmalıdır, diyoruz.” Ve şöyle devam ediyordu: “Her ulus, kendi kaderini tayin hakkını elde etmelidir, bu, emekçi halkın kendi kaderini tayin etmesini kolaylaştıracaktır.” “Komünizm zor yoluyla kabul ettirilemez.”17 (devam edecek)

__________________ 1

“Dünya Siyasetinde Alev Alabilecek Maddeler” (1908); “Balkanlardaki ve İran’daki Olaylar” (1908); “Yeniden Doğan Çin” (1912); “Balkan Savaşı ve Burjuva Şovenizmi” (1913); “Asya’nın Uyanışı” (1913); “Geri Avrupa, İleri Asya” (1913); Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları adlı derlemenin içinde, Sol Yay.

2

Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.58

3

Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., Kasım 1992, s.173

4

bkz. Lenin, age, s.130-132

5

Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.35-36

6

Lenin, age, s.57

7

Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay., Ağustos 1979, s.87

8

Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.59

9

Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.128-129

10

Lenin, age, s.131-132

11

Lenin, age, s.136

12

Buharin, Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm, s.112

13

Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.48

14

Lenin, age, s.48-49

15

Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s.348

16

Lenin, age, s.347

17

Lenin, age, s.352, 353 ve 354

27


Norveç Katliamı ve Avrupa’da Yükselen Faşist Hareket Utku Kızılok

22

Temmuzda, Norveç’in başkenti Oslo’da, önce hükümet binalarına dönük bombalı bir saldırı düzenleyen Anders Behring Breivik adlı faşist, bilahare polis kıyafetleri giyerek ve tepeden tırnağa silah kuşanarak Oslo yakınlarındaki Utoya adasına gitti. Yaşları 14 ilâ 19 arasında değişen ve adada kamp yapan iktidardaki İşçi Partisinin gençlik kollarına üye onlarca gencin canını aldı. Bu iki saldırıda 77 kişi yaşamını kaybetti. Henüz ikinci katliam vuku bulmadan önce, Batı medyası ilk saldırıyı “Norveç’in 11 Eylül’ü” olarak sundu. Bu son derece bilinçli bir tercihti. Bombalı saldırıların çapına bakılmadan, özellikle Batı’da gerçekleşmesi durumunda tez elden bir “11 Eylül” imgesi yaratılmaya çalışılıyor. New York’taki İkiz Kuleleri yerle bir eden 11 Eylül saldırıları terörizmle, ama aynı zamanda İslamla özdeşleştirilmiş durumda. “11 Eylül” damgası vurulan bu tip bombalı eylemler sonrasında kitleler terörizmle korkutulup esir alınırken, Müslümanlar da hedef tahtasına oturtuluyor. Nitekim Norveç’te de farklı olmadı ve daha hiçbir şey belli değilken saldırıları ElKaide’nin düzenlediği ilan edildi. Fakat önyargıya ve ezbere dayalı spekülasyonlar kısa zaman sonra yerini gerçeğe bıraktı: Onlarca insanı adeta oyun oynarmış gibi hunharca katleden kişi, iyi eğitimli, iyi halli, düzgün giyinen, orta sınıf bir aileden gelen ve Hıristiyan olan Norveçli Breivik’ten başkası değildi.

28

“Terörist” deyince zihninde Doğulu ve Müslüman halklardan kimseler canlanan Batılı burjuva âlemi için Breivik bir sürpriz olmalı! Kendini Hıristiyan muhafazakâr olarak tanımlayan, Haçlı şövalyelerine özenen, Siyonist gruplarla da ilişkisi olan, faşist örgütlere üye bulunan ve faşist forumlara yazılar yazan Breivik ne istiyordu ve eyleminin amacı neydi? Eylemini temellendirmek için 1500 sayfalık eklektik bir manifesto hazırlayan Breivik, amacının Avrupa’yı “kültür Marksizminden” ve “İslam istilasından korumak” olduğunu ilan ediyor. Yabancı düşmanı olan ve “Müslümanları Avrupa’dan temizlemek lazım” diyen Breivik’e göre, kozmopolit bir yaşamı/çok kültürlülüğü savunan, dolayısıyla farklı uluslardan göçmenlerin bir arada yaşamasında sorun görmeyen Marksizme haddi bildirilmeliydi. Böylece faşist Breivik, Avrupa’yı sarsarak “kendine getirmek” amacıyla, “Norveç’e ihanetin” ve “kültür Marksizminin” temsilcisi olarak gördüğü İşçi Partisini hedef almış ve kutsal savaşını buradan başlatmış. Bu savaşın devamını kendisi gibi faşistler getirmeli, Müslümanlar ve yabancılar Avrupa’dan atılmalı imiş! Katliamcının kim olduğu anlaşıldıktan sonra sağlı sollu burjuva ideologları tez elden Breivik’i “meczup” ve “ruh hastası” ilan ettiler. Söz konusu katliamı hayata geçiren kişinin “normal” biri olduğunu söylemek hakikaten de doğru olmaz. Nitekim eylem sonrasında ortaya çıkan


sayı: 78 • Eylül 2011

marksist tutum

kısmi bilgiler de Breivik’in sıradan biri olmadığını gözler önüne seriyor. Bu eyleme kılı kırk yararak hazırlanıp, bu amaçla 1500 sayfalık bir manifesto yazan Breivik, İslam ve sol düşmanı olan, göçmen karşıtlığı üzerinden giderek oylarını yükselten ve Norveç’in ikinci partisi konumuna yükselen aşırı sağcı İlerleme Partisinin (PP) bir üyesidir. Bu faşist partinin, “Breivik geçmişte üyeydi, artık değil” demesi bir anlam ifade etmiyor. Breivik’in hem faşist bir örgütlenme olan İngiltere Savunma Birliği (EDL) ile hem de Avrupa’nın İslamlaşmasını Durdurun (SIOE) örgütüyle ilişkide olduğu, eylemler, stratejiler ve düşünceler üzerine bunlarla yazıştığı da açığa çıkmış durumda. Faşist bir örgüt olan Norveç Savunma Birliği’nin (NDL) kuruluşunda bizzat rol üstlendiğini açıklayan ise katil Breivik’in kendisidir. Anlaşılacağı üzere “meczup” ve “ruh hastası” bir kişiden ziyade, Avrupa aşırı sağıyla örgütsel ilişkileri olan faşist bir katille karşı karşıyayız. Kaldı ki, meselenin özü katil Breivik’in “meczup” olup olmaması değildir. Kabul edilmelidir ki, Hitler ya da Mussolini gibi faşist liderler de “normal” insandan ziyade patolojik yönleri ağır basan nevrozlu kimselerdi. Lakin onlar “ruh hastası” ya da “deli” oldukları için faşizm Avrupa’yı kasıp kavurmadı. Tersine, burjuvazinin ihtiyaçları Hitler ve Mussolini gibi liderleri tarih sahnesinin önüne itti. Almanya’da ve İtalya’da kurulan faşist iktidarlar son derece bilimsel yöntemler kullanıyorlardı ve faşist kadroların birçoğu oldukça “eğitimli”, “kültürlü” insanlardı. Ama “üstün ırk” yaratmak amacıyla milyonlarca Yahudiyi gaz odalarında ve fırınlarda yok edenler de bu aynı insanlardı. Kimi faşist liderler “ruh hastası” olabilirler, ama faşizm bu kişilerin değil kapitalizmin hastalığının bir dışavurumudur. Breivik’e “ruh hastası” damgası basılarak hem katliamın hem de Avrupa’da aşırı sağın günahlarının üzeri örtülmeye çalışılıyor. Oysa Breivik’in kendisine has bir düşüncesi yok. Breivik’in yazdığını söylediği 1500 sayfalık manifestoda, ABD ve Avrupa aşırı sağ parti liderlerinin ve gazetecilerin tezlerinden/düşüncelerinden yaptığı alıntılar önemli bir yer tutuyor. Meselâ, kendi düşüncelerine yakın gördüğü ABD’li İslam düşmanı çevrelerin yazdıklarından çeşitli bölümleri faşist manifestosuna olduğu gibi aktarmış. Breivik’in, hayranı olduğunu söylediği Hollanda’daki Özgürlük Partisi (!) lideri Geert Wilders, Avrupa’da İslam düşmanlığını (İslamofobi) kışkırtanların en önde Breivik’e gelenlerindendir. “ruh hastası” Bu uğurda filmler damgası çekmekten ve Müs- basılarak hem lümanları sürekli katliamın hem de Avrupa’da aşağılamaktan geri aşırı sağın durmayan Hollangünahlarının üzeri örtülmeye çalışılıyor

dalı faşist lidere göre, “İslam Avrupa’nın Truva atıdır” ve eğer “İslamlaşma durdurulmazsa Avroarabistan ve Hollandarabistan an meselesidir.” 15 Mart 2009’da Guardian gazetesine verdiği bir mülakatta şunları söylüyor: “Caddede yürümeye çıktığınızda bu işin nereye vardığını göreceksiniz. Artık kendi ülkenizde yaşıyormuş gibi hissetmiyorsunuz. Bir savaş sürmekte ve bizler kendimizi savunmak zorundayız. Siz farkına varmadan kiliseden çok cami ortaya çıkacak.” Çektiği kısa filmlerden birisinin sonunu ise şöyle bitiriyor: “1945’te Avrupa’da Nazizmi yendik. 1989’da Avrupa’da komünizmi yendik. Şimdi de İslami ideolojiyi yenmeliyiz. İslamlaşmayı durdur.” Görüldüğü gibi “İslamı durdurma” fikri “ruh hastası” ilan edilen Breivik ait değil. Nitekim katliam sonrasında Avrupa’nın aşırı sağ/faşist partileri toplumsal baskıdan ötürü susmuş olsalar da, Avrupa’nın pek çok ülkesinden birçok faşist milletvekili ve gazeteci Breivik’i bağrına basmaktan geri durmamıştır. “İslamın işgaline karşı” savaş açtığı söylenen Breivik, “Batı’nın savunucusu” ilan edilebilmiştir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, katliam sonrasında neredeyse tüm Avrupa basınının çok kültürlülüğü ve Müslümanların Avrupa’daki yerini tartışmaya açmasıyla kepazelik yeni bir boyut kazanmış, böylece Breivik’in faşist eylemi dolaylı olarak meşrulaştırılmıştır. Faşist hareketin yükselişine kaldıraç yapılan İslam düşmanlığı, aynı zamanda “medeniyetler çatışması” safsatasına inandırıcılık kazandırmak için de kullanılıyor. Breivik eliyle işlenen katliamın amacı şok darbeleriyle Avrupalı kitleleri “uyandırmak”, göçmenlere, ama özellikle de Müslümanlara karşı harekete geçirmektir. Bu katliam, Avrupalılar üzerinden girişilmiş bir provokasyondur. Bugüne değin Müslümanlar hedef alınarak pek çok provokasyon tezgâhlandı. Hatırlanacağı üzere, daha önce İslam peygamberini ve Kuran’ı terörizmle ilişkilendiren karikatürler yayınlanarak Müslüman kitleler kışkırtılmıştı. Filmlerin yanı sıra birçok araç bu amaçla devreye sokulmuş bulunuyor. Hıristiyan Katolik âleminin dini önderi Papa da bu kapsamda devreye girmekten ve İslam peygamberi hakkında ileri geri konuşarak sürece katkı koymaktan geri durmamıştı. Avrupa’daki yerli ya da göçmen emekçi kitleler Hıristiyanlık ve Müslümanlık üzerinden, dini temelde karşı karşıya getirilmek, birbirine kırdırılmak ve “medeniyetler çatışması” safsatasına güç verilmek isteniyor. “Medeniyetler çatışması” uydurması, gerek yürütülen emperyalist savaşı gerekse İslamofobi ekseninde körüklenen ırkçılığı ve milliyetçiliği meşrulaştırmak amacıyla kullanılıyor. Menşei ABD emperyalizmi olan “medeniyetler çatışması” uydurmacası “İslamın yıkıcı bir içerikle dolu olduğu, terörizmden

29


marksist tutum

beslendiği, Batı medeniyeti ve değerlerini yok etmek istediği ve dolayısıyla da ehlileştirilmesi gerektiği” tezi üzerine kuruludur. İslamın bu şekilde şeytanlaştırılması Batılı emperyalist güçlerin yaratmaya çalıştıkları dış-düşman öcüsüyle doğrudan bağlantılıdır. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra ABD emperyalizmi eliyle “uluslararası terörizm”le özdeşleştirilen İslam, Avrupa’da ırkçı ve faşist saldırıların da hedefi haline getirilmiştir. Müslümanları “cahil, barbar, aklı kıt ve şiddet uygulamaktan şehvet duyacak kadar cani” şeklinde betimleyen aşırı sağcı/faşist güçler, kışkırtmalar neticesinde Müslüman kitlelerin tepki göstermesini de şu şekilde kullanıyorlar: Geri bir medeniyet olan İslam, Batı medeniyetini ve değerlerini yok etmek istiyor, aslında bir “medeniyetler çatışması” yaşanıyor, dolayısıyla Avrupa’da “çok kültürlülük” mümkün değildir!

Avrupa’da faşist hareketin yükselmesi ve tehlikeler Dramatik bir katliamın Norveç gibi bir ülkede gerçekleştirilmesi genel anlamda bir şaşkınlığa yol açtı. Öyle ya, dünya siyasetinde çok fazla bir iddiası olmayan, düşük nüfuslu, zengin, sakin ve diğer kapitalist ülkelere nazaran daha az çelişkilerin olduğu bir ülkede neden böylesine bir katliam gerçekleşmişti? Üstelik çoğunluğunu Avrupa ülkelerinden gelenlerin oluşturduğu %10’luk göçmen nüfusun yalnızca 5’te biri Müslümandı. Yani Müslüman göçmen nüfus, faşistlerin korkularını depreştirecek ve onları hezeyana sürükleyecek boyutlarda da değildi. Tüm bunlar doğru: Fakat unutmayalım ki, kapitalist dünya sistemi bir bütün. Kapitalizmin çok derin bir ekonomik kriz içinde olduğu, rekabetin alabildiğine sertleştiği ve bunun bir ürünü olarak emperyalist savaş da dâhil pek çok aracın devreye sokulduğu tarihsel bir dönemden geçilirken, Norveç gibi ülkeler bu gelişmelerin dışında kalamaz. Özellikle 11 Eylül’den sonra dünyadaki tüm siyasal gelişmeleri koşullandıran ve belirleyen temel etmen emperyalist savaş sürecidir. Emperyalist savaş süreçleri tüm dünya siyasetini belirlemekle kalmaz, beraberinde siyasal gericilik dalgasını daha da kabartır ve tüm çizgileriyle burjuva siyasetine gericilik damgasını basar. Militaristleşme, anti-demokratik yasaların yürürlüğe konması ve polis devleti uygulamaları bu dönemlerin özgün karakteridir. Milliyetçilik yükseltilir, ırkçılık körüklenir ve faşist örgütlenmeler artar. Derin bir ekonomik krize giren kapitalizm, tarihinin en bunalımlı dönemlerinden birini yaşıyor. Krizin bedelini işçi sınıfına ödetmek amacıyla burjuvazi tüm dünyada kemer sıkma programlarını hayata geçiriyor. Avrupa’da ise, burjuvazinin 1980’lerin başından itibaren sürdürdüğü kapitalist neo-liberal saldırılar sonucunda “sosyal devlet” çökmüş ve işçi sınıfı tarihsel kazanımlarından önemli kayıplar vermiştir. İşsizlik artmış, işsizlik ödeneğine darbe indirilmiş, emeklilik yaşı uzatılmış, ücretler düşürülmüş, sosyal haklar budanmış, işçi sınıfının çalışma ve yaşama

30

Eylül 2011 • sayı: 78

koşulları ağırlaşmıştır. İşçi sınıfına dönük bu saldırılar arasında en önemli ve en can yakıcı olanı işsizliktir! İşsizlik Avrupa’da durdurulamaz bir yükseliş halindedir. Küresel kapitalist krizle birlikte, ihtimal dâhilinde görülmeyen dev kapitalist şirketler batmış ve yüz binlerce işçi sokağa, işsizliğin kucağına atılmıştır. Aslında “sosyal devlet, barışçıl, güvenli ve müreffeh Batı toplumu” kandırmacasına inandırılmış geniş emekçi kitleler tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yaşamaktalar. Dünya ekonomisinin motor gücü ABD kriz karşısında titremekte, Yunanistan, İspanya, Portekiz, şimdilerde ise İtalya ekonomik çöküşle boğuşmakta ve Avrupa burjuvazisi ne yapacağını bilememekte, o göklere çıkardıkları AB çatırdamakta, emperyalist kapışma sıcak savaşlar ve dünyanın birçok bölgesinde siyasal çalkantılar biçiminde yol almakta. Tüm bu tablo geniş emekçi yığınları güvensizliğe, huzursuzluğa ve giderek de umutsuzluğa sürüklemektedir. Gayet tabii olarak Norveç böylesi bir dünyadan ve Avrupa’dan kendisini yalıtamaz. Norveç ve İsveç’in de dâhil olduğu İskandinav ülkeleri, Avrupa’nın genelinden farklı olarak “sosyal devlet” uygulamalarının zayıflayarak da olsa sürdüğü ülkelerdir. Fakat kapitalizmin tarihsel bunalımı bu ülke işçi sınıflarının kazanımlarını da tehdit ediyor. Şurası açık ki, krizin faturasını ödemek istemeyen bu ülke burjuvaları da saldırılarını daha fazla arttıracak ve sert bir tepkiyle karşılaşmadıkları müddetçe işçi sınıfının kalan sosyal kazanımlarına da el koyacaklardır. Beri taraftan kapitalist kriz, dünyanın her yerinde olduğu gibi bu ülkelerdeki orta sınıf yaşam tarzını da tehdit ediyor. Böylece göreceli refahlarını kaybedeceği endişesine kapılan kitleler bir tepkisellik geliştiriyorlar. Ancak huzursuzluk biçiminde kendini dışa vuran, örgütlü ve bilinçli bir düzeye yükselerek asıl hedefine varmayan bu tepki faşist partileri güçlendiriyor. Faşist partiler Avrupa’nın küçük ama zengin ülkelerinp biçimde ç y ş kaydetmekteler. y de ççarpıcı yükseliş Küresel krizin Geçmişten farklı olarak bugün ırkçı ve faşist söylemin asıl hedefinde Müslümanlar bulunuyor. İsviçre’de minare yasağını savunan bu ırkçı afiş de bunun bir örneği.


sayı: 78 • Eylül 2011

marksist tutum

konusu olan, göçmenlerin Alman yasalarına uymaması ve Almanca öğrenmemesi değildir. Bu, göçmenlere karşı yürütülen düşmanca siyaseti perdelemek amacıyla ileri sürülen bir bahanedir. Mealini açıklarsak Merkel, “çok kültürlülük çöktü” ve bundan sonra “hoşgörü göstermeyeceğiz” demektedir. Böylece sanki sorunların kaynağında “çok kültürlülük” varmış gibi bir algı yaratılarak milliyetçilik kabartılıyor, Alman emekçilerinin karşısına Müslümanlar ve göçmenler “sorun” olarak çıkartılıyor. Bu bağlamda, Norveçli Breivik ile Alman Merkel, İngiliz Cameron, İtalyan Faşist hareket Avrupa’nın genelinde yükseliş halindedir ve ılımlısıyla Berlusconi ve Fransız Sarkozy’yi Avrupa sağının kalın ideolojik sicimi sıkıca birbiriaşırısıyla tüm sağ partiler, İslam düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı üzerinden ırkçı, milliyetçi ve faşizan bir söylem kullanmaktadırlar ne bağlamaktadır. Meselâ, 2007’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sarkozy, propatlak verdiği 2008’den sonra aşırı sağcı İlerleme Partisi pagandasını tümüyle göçmen karşıtlığı üzerine oturtmuş, oylarını daha da artırarak %20’nin üzerine çıkartmış ve ırkçı ve faşizan bir çizgi tutturmuştu. Kitlelere “yeni bir Norveç’in ikinci büyük partisi haline gelmiştir. “Refah Fransa”, “kanun ve nizam” vaat eden Sarkozy faşizan söydevleti”nin sembolü olan İsveç’te ise, 65 yıl iktidarda kalemde öylesine ileri gitti ki, faşist Le Pen “fikirlerimiz çalan Sosyal Demokrat Partinin 2006’da seçimleri kaybetlındı” demekten kendini alamadı. mesi, 2010 sonbaharında yapılan seçimlerden ikinci kez Gelecek yıl Fransa’da yapılacak seçimlerde Sarkozy’nin sağ partilerin zaferle çıkması, daha da önemlisi faşist partipropagandasının merkezinde yine göçmen karşıtlığı ve nin oylarını %6 sınırına dayandırması oldukça çarpıcıdır. İslam düşmanlığı olacak. Nitekim milliyetçi kitleleri ürZira sağ partilerden oluşan koalisyon zaten seçim propakütmemek amacıyla Sarkozy, Breivik’in giriştiği katliam gandasını ırkçı-milliyetçi bir temelde göçmen karşıtlığı ve karşısında genel olarak susmayı seçmiştir. Müslüman kaİslamofobi üzerine oturtmuştu. Bu durumda bile faşist dınların peçe takmasını yasaklayan, 700 Romanı sınır partinin daha radikal söylemler kullanarak oylarını arttırdışı ederek Fransa’yı “Çingene”lerden temizleyen Sarkozy, ması manidardır ve gelecek günlere projeksiyon tutmaktabu seçimlerde muhtemelen ırkçılık ve faşizanlıkta dozu dır. İslam düşmanlığının ileri derecede azıtıldığı Hollanda daha da arttıracaktır. Bu meyanda söylemek gerekirse, ve Danimarka’da da faşist partiler önemli mevziler kazanAvrupa’da ırkçı ve faşist uygulamalara maruz kalan halkmış durumdalar. lardan biri de Romanlardır. Geçtiğimiz sene Fransa’da Faşist hareket Avrupa’nın genelinde bir yükseliş halinve İtalya’da Romanlara karşı girişilen faşist uygulamalar dedir ve en önemlisi de ılımlısıyla aşırısıyla tüm sağ partive sınır dışı etmeler, Macaristan’da daha sert bir karakteler, İslam düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı üzerinden ırkçı, re bürünmüş durumda. Son seçimlerde %16 oy alan familliyetçi ve faşizan bir söylem kullanıyorlar. Krizin yol şist Jobbik, adeta Nazizmin Macaristan’da tecessüm etmiş açtığı yıkımın asıl müsebbibinin kapitalist düzen olduğuhali. Turancı olduğunu söyleyen, Yahudi ve Roman düşnu gözlerden kaçırmak ve hedef saptırmak amacıyla “çok manı bu faşist partinin gençlik kolları aynı Mussolini ve kültürlülük”, buradan hareketle İslam ve göçmen karşıtlığı Hitler’in siyah ve kahverengi gömleklileri gibi hareket ediburjuva siyasetinin ana konusu haline getirilmiş durumyor. Siyah tek tip kıyafetler giyen ve faşist simgeler taşıyan da. Örneğin İngiltere Başbakanı Cameron, Şubat ayında, bu paramiliter örgütlenme, Ku Klux Klan gibi meşaleler “ülkenin asırlar kadar yaşlı çok kültürlülük politikasının, taşıyarak Roman köylerini basıyor. Bu uygulamalar da parçalara ayrılmış topluluklar yaratarak İslami aşırıcılığı gösteriyor ki, Avrupa’da olası bir olağanüstü rejim altıntetikleyeceğini” ileri sürerken, Norveç’teki katliamdan birda, toplumun en alt katmanında yer alan Romanlar “arî kaç ay önce ise Almanya Başbakanı Merkel şunları söylüırk” yaratma sevdasına kapılanların kıyımına uğrayacak ilk yordu: “Almanya 40 yıldır kültürlerin yan yana yaşamasını halklardan biri olacaktır. amaçlıyordu, ancak artık çok kültürlülüğün başarısızlıkla Bununla birlikte, geçmişten farklı olarak bugün ırkçı sonuçlandığını tespit etme zamanı geldi. Almanya’da yave faşist söylemin asıl hedefinde Müslümanlar bulunuyor. şayan göçmenlere geçmişte fazla hoşgörü gösterildi ve çok Geçmişteki Yahudi düşmanlığının (anti-Semitizm) yerini kültürlülük bu nedenle fiyaskoyla sonuçlandı. Alman yasagünümüzde Müslüman düşmanlığı (İslamofobi) almış dularına uymayan ve Almanca öğrenmeyen göçmenler ülke rumda. Minare yapılmasına yasak koyan, okullarda türbaiçin sorun oluşturuyor, bunu kabul edemeyiz.” Elbette söz nı yasaklayan, Müslümanların Avrupa kültürünü kirletti-

31


Eylül 2011 • sayı: 78

marksist tutum

ğini söyleyerek aşağılayan Avrupa burjuvazisi, kitleleri ırkçı ve milliyetçi temelde kışkırtıyor ve halklar arasında derin uçurumlar yaratmaya çalışıyor. Geçmişteki göreli iyi yaşam koşullarını ya kaybeden ya da kaybetmek üzere olan, krizin, işsizliğin ve siyasal çalkantıların damgasını bastığı bir dünyada gelecek endişesine kapılan Avrupalı işçi kitlelerin ve orta sınıfların bir bölümü, depresif bir ruh haliyle etraflarına baktıklarında, burjuvazi onlara Müslümanları ve göçmenleri hedef gösteriyor. Tüm bu sorunların kapitalizmden mütevellit olduğunu göremeyen örgütsüz kitleler, ne yazık öfkelerini göçmenlere ve Müslümanlara yöneltiyorlar. Düne kadar sorun olmayan “çok kültürlülük”, ırkçı ve milliyetçi kışkırtmalar sonucunda tüm sorunların kaynağı olarak görünmeye başlayabiliyor. Böylece kapitalizmin yarattığı sorunları göremeyen bilinci çarpılmış bu kitleler, öfkelerini yanlış kanallara boşaltıyorlar. Geçmişte savaşın ve kapitalist krizin getirdiği yıkım sonucunda umutsuz ve çıkışsız lümpen kitlelere, işsizlere, iflasa uğrayan küçük-burjuvaziye Hitler, Yahudileri hedef gösteriyordu. Göreli olarak yüksek ücret alan ya da bir işi olan, ama aynı zamanda sendikalarda ve sol partilerde örgütlü olan işçi kitleleri de hedef tahtasındaydı. Sosyalistler, komünistler ve sendikalar Yahudilerle işbirliği yaparak vatana ihanet etmekle suçlanıyorlardı. Faşistlere göre, Yahudiler Alman ırkını bozuyor, kirletiyor ve toplumda zenginliği ellerinde tuttukları için Almanya’nın gelişip güçlenmesini istemiyorlardı. Dolayısıyla “kanun ve nizam”, “güçlü bir Almanya” ve “üstün ve zengin bir ırk” yaratmak için Yahudilerden ve sosyalistlerden kurtulmak gerekiyordu! Kitlelerin umutsuzluğunun üzerine binen faşizmin nasıl bir vahşete ve toplumsal yıkıma yol açtığı malûm! Dolayısıyla Avrupa’da yükselen aşırı sağ/ faşist örgütlenmeler ve Breivik’in giriştiği katliam çok şey anlatmaktadır. Aslında tüm bu olup bitenler, “bir daha Avrupa’da faşizm iktidara gelemez, zira burjuvazi akıllandı ve faşizmin aktif tabanını oluşturan küçük-burjuvazi eridi” diyen sosyalist çevrelerin suratına da bir şamar olarak inmektedir. Bu konuda, Marksist Tutum sayfalarında sürekli uyarılarda bulunuyoruz: Kapitalist krizle, işçi sınıfına yönelik saldırılarla, anti-demokratik yasaların yürürlüğe sokulmasıyla, ırkçılığın ve milliyetçiliğin yükseltilmesiyle, faşizan örgütlenmelerin artmasıyla yol alan bir emperyalist savaş süreci söz konusudur. Unutmayalım ki, Avrupa burjuvazisi geçmişteki gücünü önemli ölçüde kaybetmiş bulunuyor. Bir zamanlar sömürgeci imparatorluklar kuran emperyalist Avrupa burjuvazisinin eski gücü artık yok! Dünya kapitalist piyasasında ve emperyalist rekabette arzuladığı noktada olmadığı gibi, bu amaçla yol aldırmaya çalıştığı AB çatırdamakta, içeride sorunlar büyümekte ve çelişkiler keskinleşmektedir. Derinleşen krizini aşmak, içeride biriken öfkeyi göçmenlere ve Müslümanlara yönelterek işçi sınıfını kontrol altına almak ve emperyalist rekabette daha aktif bir konuma yükselmek amacıyla Avrupa burjuvazisi-

32

nin faşizmi iş başına çağırması tehlikesi günceldir. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme adlı eserinde, Avrupa’da aşırı sağ-/faşist örgütlenmeler henüz bu denli bir yükseliş halinde değilken, “Avrupa’da faşizm tehlikesi yoktur” diyenleri Marksist öngörüyle uyarıyordu. Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür derler. Hakikaten de insan hafızası unutkandır. Bu nedenle bu konuda yapılmış tespitlere değinmek ve deneyimlere işaret etmek önemlidir: “İkinci Dünya Savaşı sonrasının kapitalist yükseliş koşullarında, Avrupa işçi sınıfı yaşam koşullarındaki görece iyileşme nedeniyle adeta bir kış uykusuna yatmıştı. Diğer yandan, özellikle Alman faşizminin yenilgisinin yarattığı moral atmosferde faşist örgütlenmeler uzun bir süre başlarını inlerinden çıkartmaya cesaret edemediler. Fakat bugün? Bugün kapitalist sistemin sözümona demokratik ve barışçı bir birliğe doğru yol aldığı söylenen Avrupası’nda, yabancı işçi düşmanlığı, ırkçılık, faşist demagojiler giderek örgütlü bir güç halinde ilerlemesini sürdürüyor. “Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde seçim dönemleri faşist partilerin oy oranlarındaki artışa sahne oluyor. İşçilerin sosyal güvenlik fonlarındaki sürekli kesintiler, demokratik haklara karşı sinsi biçimde adım adım yükseltilen saldırılar, kitlelerin beynine kazınmaya çalışılan yeni demagojilerle (örneğin Yahudi düşmanlığı değil de Müslüman düşmanlığı, “uluslararası teröre karşı mücadele” teranesi vb.) büyük sermaye güçleri neye hazırlanıyorlar? Beri yanda, kapitalizmin işçi sınıfına sunduğu yaşam koşullarının kötüleşmesiyle birlikte Avrupa işçi sınıfının da o uzun süren kış uykusundan uyanmakta olduğu açıktır. “Son yılları kapsayan ve başlangıçta pek de önemli değilmiş gibi görünen nicel birikimin, siyasi arenada sıçramalı biçimde nitel değişimlere yol açması büyük bir olasılıktır. İşçi sınıfının kendi mücadele tarihinden alması gereken derslerin yeni işçi kuşaklarına örgütlü biçimde aktarılması çok daha zorunlu hale gelmiştir. Günümüz koşulları, işçi sınıfının enternasyonal düzeyde yaşadığı devrimci önderlik bunalımının çözümü için harekete geçilmesini ertelenmez bir görev kılmaktadır. “Dünya kapitalist sisteminin zirvesinin savaş düzenine geçtiği, dünya halklarının önemli bir bölümünün peşpeşe emperyalist savaş cehenneminin ateşlerine atıldığı, burjuva ideologların bile ekonomik krizlerin kolayca savuşturulabileceği yolundaki iyimserliklerini yitirdiği günümüzde, rehavete ve rutinizme kapılıp sürüklenmek ölümcül bir tehlikedir. Geçmiş dönemlerin yerleştirdiği atalet nedeniyle günü geçiştirmeye çalışan siyasal çevreler, daha önceki tarih kesitlerinde işçi sınıfının hazırlıksız yakalanmasına neden olan siyasi liderliklerin akıbetine sürüklenmekten kurtulamazlar.”*  ______________________ *

Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.191-92


Çanlar Avrupa Kapitalizmi İçin Çalıyor! Serhat Koldaş

K

apitalizmin 2008’den bu yana içerisinden çıkamadığı dünya ekonomik krizi, Ağustos ayının ilk haftalarında yeni bir atakla dünya piyasalarını bir kez daha salladı. 2008’de patlak veren derin bunalımın ilk günlerinde yaşanan çöküşten bu yana dünya borsalarında ve finans piyasalarında bu kadar sert bir sarsıntı yaşanmamıştı. ABD’nin kredi notunun düşürülmesiyle tetiklenen son sarsıntı, krizden çıkış senaryoları kurgulayan burjuva ekonomistlerin suratında adeta rüyadan ayıltan bir tokat gibi patladı. Hisse senedi borsalarında yaşanan ani düşüş Avrupa ekonomisini şiddetli biçimde silkeledi. Avrupa Merkez Bankası İzlanda ve Yunanistan gibi iflasın eşiğine gelen İtalya ve İspanya ekonomilerini çöküşten kurtarabilmek için bu ülkelerin hükümetlerinin çıkardığı hazine bonolarını satın aldı. Bu manevra da durumu kurtarmaya yetmedi. Bu tür önlemlerin piyasaları geçici bir süreliğine rahatlatmaktan başka bir işe yaramadığı biliniyor. Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy, piyasalardaki altüst oluş üzerine tatilini yarıda keserek kurmaylarıyla olağanüstü toplandı. Kredi derecelendirme kuruluşlarıyla derhal iletişime geçen Sarkozy, Fransa’nın kredi notunun düşürülmemesini güvence altına almaya çalıştı. Fransa Merkez Bankası, temerrüt faizlerinin 2 yıl daha %0’a yakın bir oranda tutulacağını, ekonomi daha kötüye giderse yeni önlemlerin devreye sokulacağını, hükümetin, ekonomisi çöküşe sürüklenen ülkelerin borç senetlerini satın alabileceğini ilan ederek piyasaların ateşini düşürmeye çalıştı. Piyasalarda euro ve dolara karşı gelişen güvensizlik, sermayedarların hızla İsviçre frankına yönelmesine yol açtı. İsviçre frankı bir anda yükselince İsviçre’nin ihracatı durgunluğa girdi. İsviçre Ulusal Bankası da İsviçre frankı-

Yaşlı kıtada sömürü düzeni istikrarsızlık içerisinde boğuşuyor. Eski düzenin elbisesi yama tutmaz hale geliyor. İşçi sınıfı burjuvazinin saldırılarına mücadeleyle yanıt veriyor. Atina’dan Madrid’e kadar işçi kitlelerinin giriştiği militan kitle mücadeleleri, Londra’da bir anda parlayıp göğü aydınlatan alevler aynı gerçeğe işaret ediyor: Kapitalizmin doğup geliştiği Avrupa coğrafyasında da eski düzen ömrünü doldurmuştur.

33


marksist tutum

nın Amerikan doları karşısında aşırı değerlenmesini durduracağını ilan ederek krizi soğutmaya çalıştı. Borsaların altüst olması üzerine 2008’den bu yana hızla değerlenen altının fiyatı da bir kez daha yukarı sıçradı. Tam da dünya ekonomisinde bu altüst oluşların yaşandığı sırada İngiltere’den yükselen alevler kapitalistlere kabus dolu günler yaşattı. Londra’nın yoksul Kuzey semtlerinden Tottenham’da siyah bir gencin silahlı polisler tarafından öldürülmesi üzerine gelişen protestolar bir anda küçük çaplı bölgesel isyanlara dönüştü. Protestocular polis karakoluna saldırdı. Çatışmalar kısa sürede Londra’nın diğer yoksul semtlerine ve Birmingham, Manchester ve Liverpool kentlerine yayıldı. Ülkenin en yoksul kesimleri yıllardır biriken öfkelerini şiddetle ve hedef gözetmeksizin açığa vurdular. Avrupa’nın gelir dağılımındaki eşitsizlik açısından Portekiz’den sonra en adaletsiz ülkesi olan İngiltere’de son yıllarda en yoksul kesimlere yönelik sosyal yardımlar giderek azaltılmıştı. Kapitalizmin sefalet uçurumuna sürüklediği, o uçurumun dibinde yaşam savaşı verirken de polis şiddetine maruz bıraktığı insanlar, hedef gözetmeyen bir öfkeyle araçları ve dükkânları yaktılar, marketleri yağmaladılar. Yoksul bölgelere para akışını sağlayan devlet destekli iş olanakları uzun süredir sağlanmıyor. Dünyanın ticaret, finans ve turizm merkezlerinden biri olan Londra’nın şehir merkezinden birkaç kilometre uzakta bulunan banliyölerde çocukların neredeyse yarısı yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürdürüyor. Kapitalizmin işçi sınıfına sömürüden, işsizlikten, yoksulluktan, krizden, savaştan ve yıkımdan başka sunacağı bir şey yok. Üretimin küresel-toplumsal niteliği işçi sınıfının önüne kapitalizmi yıkarak, sınıfların ve sınırların ortadan kalkacağı yeni bir dünyayı inşa etme sorununu koyuyor. İnsanlık, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların tarihsel rolünü oynamak üzere sahneye çıkmasını bekliyor. Kentlerin banliyölerinde yaşayan ve daha iyi bir yaşam sürme umutları sürekli tükenen insanların isyanı, kapitalizmin sosyal devlet balonunun İngiltere’de söndüğünün, sınıflar arası uzlaşmazlık zemininin giderek berraklaştığının ispatıdır. Kapitalizmin politik istikrarını sağlayan ekonomik temelin çürüdüğünü artık kimse inkâr edemiyor. Burjuvazinin en prestijli dergilerinde (Time, The Economist vb.) yazan burjuva analistler, Avrupa’da 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan “eski düzene” veda ediyorlar. Avrupa’nın küresel krizin merkezinde yer aldığı, krizle birlikte milliyetçiliğin yükseldiği, AB ülkelerinin birliğin çıkarlarından ziyade bencil ulusal çıkarların peşine düştüğü açıkça ortadadır. Ekonomisi çöken ülkeleri birlikten atarak kendi kaderlerine terk etme önerileri dillendiriliyor artık. AB’ye üye ülkeler içerisinde ekonomisi en güçlü durumda bulunan Almanya’nın ve Fransa’nın liderleri bir

34

Eylül 2011 • sayı: 78

araya gelerek, zayıf durumdaki diğer AB üyelerine dayatacakları ekonomik kriterleri tartışıyorlar. Avrupa Birliği’nin sosyal, ekonomik, kültürel ve tarihsel bir bütünlük oluşturduğunu işleyen edebiyat ekonomik krizin alevleri içinde kül oldu. Kapitalist ekonominin bunalımı ilk defa bu kadar küresel bir karakter taşıyor. ABD’nin geçmişte olduğu gibi Avrupa ekonomisini canlandıracak girişimlerde bulunması beklenmiyor, çünkü ABD kapitalizmi kendi sorunlarıyla boğuşuyor. Durgunluk derinleşirken işsizlik oranları artıyor. 2000 yılında ABD’deki resmi işsizlik oranı %4 idi. 2011 yılında resmi işsizlik oranı %9,1’e yükselmiş durumdadır. Avrupa Birliği genelinde ise aynı dönemde işsizlik %8,8’den %9,4’e çıktı. Kısa süreli işler bulabildikleri için işsiz sayılmayan milyonlarca işçinin, esnek, güvencesiz ve geçmişe göre daha ucuz çalıştırıldıklarını da unutmamak gerekiyor. Milli gelirdeki yıllık artış oranları en gelişmiş kapitalist ülkelerde %0 ilâ %3 arasında seyrediyor. Bu büyüme oranları büyük sermayenin beklentilerini doyurmuyor. Marksistlerin, dünya kapitalizmini 2008’den bu yana kıvrandıran ekonomik bunalıma ilişkin değerlendirmeleri her açıdan doğrulanmaktadır. Kapitalizmin bunalımının finansal bir kriz olmadığını, hükümetlerin para politikalarıyla ya da kamu harcamalarının arttırılmasıyla krizin aşılamayacağını, bu krizin kısa süre içerisinde geride bırakılacağına dair pompalanan umutların boş olduğunu, ekonomik çöküşü durdurmak üzere yapılan müdahalelerin krizin etkilerini kısa vadede hafifletip ertelemekten başka bir işe yaramayacağını Marksistler açıkça ortaya koymuştu. Kamu harcamalarının bütçe açıklarını arttıracağını, pek çok ülkenin iflasa sürükleneceğini, kapitalist devletlerin holdingleri ve bankaları ayakta tutmak için harcadığı paraların faturasının yine işçi sınıfına çıkartılacağı söylenmişti. Nitekim işten çıkarmalar, ücretlerin düşürülmesi, sosyal hakların kısılması, vergilerin arttırılması vaka-i adiye haline geldi. Yaşlı kıtada sömürü düzeni istikrarsızlık içerisinde boğuşuyor. Eski düzenin elbisesi yama tutmaz hale geliyor. İşçi sınıfı burjuvazinin saldırılarına mücadeleyle yanıt veriyor. Atina’dan Madrid’e kadar işçi kitlelerinin giriştiği militan kitle mücadeleleri, Londra’da bir anda parlayıp göğü aydınlatan alevler aynı gerçeğe işaret ediyor: Kapitalizmin doğup geliştiği Avrupa coğrafyasında da eski düzen ömrünü doldurmuştur. Üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyi, kapitalist üretim ilişkileriyle bağdaşmıyor. Kapitalizmin işçi sınıfına sömürüden, işsizlikten, yoksulluktan, krizden, savaştan ve yıkımdan başka sunacağı bir şey yok. Üretimin küreseltoplumsal niteliği işçi sınıfının önüne kapitalizmi yıkarak, sınıfların ve sınırların ortadan kalkacağı yeni bir dünyayı inşa etme sorununu koyuyor. İnsanlık, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların tarihsel rolünü oynamak üzere sahneye çıkmasını bekliyor. 


A

rap coğrafyasında esen değişim rüzgârları, kaçınılmaz olarak Filistin halkının mücadelesinde de etkilerini göstermeye başladı. Bu süreç Filistin’deki bölünmüşlüğün aşılması doğrultusunda bir itilim yarattı. Böylece Gazze’de idareyi elinde bulunduran Hamas ve Batı Şeria’ya hâkim El-Fetih yönetimi birlik hükümeti kurmak için müzakerelere başladı. Ardından da görüşmeleri geçen yıl kesen İsrail’e karşı, ortaya yeni bir yol haritası getirmemesi durumunda, Filistin yönetiminin Eylül ayında tek taraflı bağımsızlık ilan edeceği duyuruldu. Bütün bu gelişmeler Filistin sorununda yeni bir eşiğe gelindiğini gösteriyor. Hamas ile El-Fetih örgütlerinin anlaşması ve ardından Filistin devletinin Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde tanınmasına yönelik girişimlerin başlaması da açık ki “Arap Baharı”nın Filistin’deki doğrudan sonucu. Mısır’da yenilenen hükümetin kitlelerin basıncı ile Refah kapısını açmak suretiyle Gazze’ye uygulanan ablukaya darbe vurması, İsrail’le işbirliğini eskisi gibi sürdürememesi, Gazze’de bu süreçte gerçekleştirilen birlik ve uzlaşma lehinde kitlesel gösteriler ve Mahmud Abbas’a tabandan gelen baskıların artması bunu ortaya koyuyor. Ne var ki, diğer Arap ülkelerindeki gelişmeler gibi, buradaki değişim sürecinin gidişatında da belirsizlik hâkim. Filistin halkının sorunun çözümü için yıllardır ortaya koyduğu yüksek iradeye ve mücadele gayretine rağmen, mücadeleye önderlik eden örgütlerin burjuva niteliği nedeniyle hareket sürekli açmazlara düşüyor ve uluslararası kapitalist güçlerin birbirleriyle mücade-

Filistin Sorununda Yeni Bir Dönemece Girilirken Selim Fuat 35


marksist tutum

lesinde taraflardan bir kısmının yedeğinde kalmaya, onlar tarafından boğulmaya mahkûm oluyor.

Filistin’de değişim ve uluslararası gelişmeler Filistin halkının ulusal kurtuluş mücadelesinin önderliklerini yapan örgütlerin adımları küresel ve bölgesel güçlerin dünya çapında yürüttükleri mücadelelerindeki pozisyonlarına göre belirleniyor ve ancak bu güç dengesinin izin verdiği imkânlar dâhilinde kendi yolunu bulmaya çalışıyor. Bu durum politik bir güç olarak kendini var edebilmiş bir işçi sınıfı önderliğinin olmadığı koşullarda zaten kaçınılmazdır. Hamas ile yaptığı mutabakatın ardından Filistin’in Eylül ayında Birleşmiş Milletler Örgütü’nde bağımsızlığının tanınmasını gündeme getireceğini uluslararası kamuoyuna duyuran El-Fetih lideri Mahmud Abbas oldu. New York Times gazetesine yazdığı makalede Abbas, Filistin devletini tanıyarak Birleşmiş Milletler’in, İsrail-Filistin uzlaşmazlığının sadece siyasi değil, aynı zamanda uluslararası bir hukuki mesele olarak görülmesinin yollarını açacağını vurguladı. İsrail ile 20 yıldır Filistin devletinin kurulması konusunda müzakere etmelerine rağmen bu konuya yaklaşamadıklarını belirten Abbas, Filistinlilerin tarihi Filistin topraklarından geriye kalan yüzde 22’lik bölümünde özgürce yaşama hakkını sağlamak için Birleşmiş Milletler’e gittiklerini ifade etti. Filistin halkının ulusal kurtuluş mücadelesinin önderliklerini yapan örgütlerin adımları küresel ve bölgesel güçlerin dünya çapında yürüttükleri mücadelelerindeki pozisyonlarına göre belirleniyor ve ancak bu güç dengesinin izin verdiği imkânlar dâhilinde kendi yolunu bulmaya çalışıyor. Abbas, makalesinde “İsrail, işgal altındaki Batı Şeria’ya giderek daha fazla yerleşimci göndermeye devam edip, Filistinlilerin topraklarına ve özellikle Kudüs’teki kutsal mekânlarına erişmesini engellerken, biz de ilelebet bekleyemeyiz” diye yazdı. İsrail devletinin 14 Mayıs 1948’de kurulmasından dakikalar sonra ABD’nin tanımayı garanti ettiğini hatırlatan ve “Ancak bizim Filistin devletimiz, yerine getirilmemiş bir söz olarak kaldı” diyen Abbas, ancak ve ancak uluslararası toplumun 60 yıl kadar önce kendilerine verdiği sözü tutması ve Filistinli mültecilerin haklarını uygulamaya koyacak adil bir karar alması halinde Filistin halkı için umutlu ve onurlu bir geleceğin olabileceğini vurguladı. Filistin 1974 yılından bu yana Birleşmiş Milletler’de gözlemci bulunduruyor. ABD, İsrail, Almanya, İtalya, Hollanda gibi güçlü ülkeler Filistin’in Birleşmiş Milletler’e tam üyeliğine karşı çıkıyor. Çok sayıda ülke ise (İsrail’in

36

Eylül 2011 • sayı: 78

açıklamalarına göre bile 118 ülke Filistin’in tam üyeliği gündeme gelirse bu kararı destekleyecek) Filistin’in tanınması yönünde tavır sergiliyor. Nitekim Abbas’ın bu çıkışının ardından İngiltere ve Fransa’dan İsrail’in barış görüşmelerine yeniden başlamaması halinde Filistin devletinin tek taraflı bağımsızlık ilanını destekleyeceklerine dair açıklamalar geldi. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy İsrail başbakanı Netanyahu ile yapacağı görüşmeden bir gün önce yaz bitimine kadar görüşmeler tekrar başlamazsa, Fransa’nın Filistin devletinin uluslararası alanda tanınması için çalışacağını da belirtti. Nicholas Sarkozy açıklamasında “Zamanımızın olduğu düşüncesi, tehlikeli bir fikir. Bu işi bitirmeliyiz” dedi. Doğu Kudüs’ün başkent olduğu bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına uzun süredir destek veren Rusya da bu süreçte Filistin’in yanında olacağını açıkladı. Moskova’da temaslarda bulunan El Fetih, Hamas ve diğer Filistin örgütleri temsilcileri Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’la görüşmelerinin ardından düzenledikleri ortak basın toplantısında “Tek taraflı olarak bağımsızlık ilanında bulunmak istemiyoruz. Eylül ayında yapılacak Genel Kurul’da devletimizi BM’nin tanımasını istiyoruz. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da bu sürece Rusya’nın katkı sağlayacağına dair söz verdi” dediler. İsrail’de de onlarca solcu akademisyen ve sanatçı 1948’de İsrail devletinin ilan edildiği Bağımsızlık Sarayının önünde toplanarak temsili olarak Filistin’in bağımsızlığını ilan ettiler. Bir eylemcinin “İsrail yönetiminin Filistinlilere hükmetmeye çalışması sadece Filistinlilerin özgürlüğünü yok etmiyor. Aynı zamanda bizim özgürlüğümüzü de yok ediyor” sözlerinin, “başkasını ezen bir ulus asla özgür olamaz” yaklaşımının bir başka ifadesi olduğu açıktı. Çin, Türkiye, Mısır ve pek çok Latin Amerika ülkesi de Filistin’i destekleme doğrultusunda açıklamalarda bulundu. Ancak ABD’nin tutumu beklendiği gibi tam aksi yönde oldu. Obama İngiltere Başbakanı David Cameron ile gerçekleştirdiği bir görüşmenin ardından yaptığı açıklamada “BM birçok önemli iş başarabilir, ama bir Filistin devleti kurulmasını sağlayamaz. Filistin devleti kurulmasının tek yolu, Filistinlilerin ve İsraillilerin barış konusunda anlaşmaya varmasıdır” diye konuştu. Bir hafta sonra ABD’de Almanya başbakanı ile yaptığı bir toplantının ardından ise, Filistin’in Eylülde düzenlenecek olan BM Genel Kurulu’nda bağımsız devlet ilanını gündeme getirmesi gibi tek taraflı eylemlerin engellenmesi gerektiğini ve Merkel’in de buna katıldığını söyledi. Obama ve Merkel ayrıca, Almanya ve ABD’nin Ortadoğu’da barışın sağlanması için birlikte çalışmaya karar verdiğini belirttiler. ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton da, bu yasa tasarısı BM genel kurulunun gündemine getirilirse, Amerika’nın Abbas yönetimine verdiği mali desteği keseceği tehdidinde bulundu. Clinton, gazetecilere Filistinlilerin bağımsız devlet kurma çalışmalarını durdurmalarını ve


sayı: 78 • Eylül 2011

marksist tutum

Uzun yıllardır Filistin halkının iradesi ayrı bir devlet kurma yönündedir. İsrail dâhil hiçbir ülke de çözümün iki ayrı devletin oluşmasıyla gerçekleşeceğine dair düşünceye bir itiraz yükseltmemektedir. Ancak İsrail ve onunla birlikte davranan güçler kendi belirledikleri sınırları ve koşulları Filistin halkına dayatarak çözümsüzlük sürecinin devam etmesine yol açmaktadırlar. hemen İsrail ile barış görüşmesi masasına oturmalarını belirtip aksi takdirde Amerika’nın Filistin halkının bağımsızlık ilan etme girişimlerini yenilgiye uğratmaya çalışacağını söyledi. Filistin’in bağımsızlığının Birleşmiş Milletler’de tanınması yönünde attığı adımların uluslararası alandaki yansımalarına değinirken, Norveç’in tepkilerine ve Norveç’te yaşananlara ise özel bir parantez açmak gerekiyor. Norveç’in başkenti Oslo 1993 yılında İsrail ile Filistin arasında gerçekleşen barış görüşmelerine ev sahipliği yapmış ve Norveç Filistin sorununun kritik dönemeçlerinde her zaman rol almıştı. İsrail’in Gazze’yi abluka altına almasına karşı yardım filolarının oluşturulmasından, Filistin yönetimine doğrudan parasal yardım yapmaya kadar pek çok konuda destek vermişti. 8 Ocakta Oslo’da sol partilerin düzenlediği Filistin’e destek eylemine 40 binden fazla kişi katılmış ve gösteride İsrail kınanmıştı. Daha da önemlisi Filistin’in Eylül ayında Birleşmiş Milletler’de yapacağı girişime de en aktif desteği Norveç veriyordu. Mahmud Abbas 19 Temmuzda Norveç’i ziyaret etmiş ve bu ziyarette Norveç dışişleri bakanı Jones Gahr Störe, Filistinlilerin BM’nin Filistin’i bağımsız devlet olarak tanıması çabalarının “meşru” olduğunu ifade etmişti. Ayrıca Norveç ile Filistin yönetimi arasında bu ziyaret sırasında imzalanan anlaşmayla, Filistin’in temsilcilik düzeyi “diplomatik misyona” yükseltilmişti. Bu durum Filistin’i tanıyacak ilk önemli Avrupa ülkesinin Norveç olacağını ve bu süreçte Norveç’in Filistin’e açık destek verdiğini gösteriyordu. Bu imzadan tam beş gün sonra ise Norveç’te hükümet binasının bulunduğu bölgede bombaların patlaması ve iktidardaki İşçi Partisi’nin gençlik kampının yapıldığı adada gerçekleşen katliam sonucu 100’e yakın kişi öldürüldü. Saldırıları gerçekleştiren Breivik adlı faşist, bunun bireysel bir eylem olduğunu savundu. Ancak yaşanan gelişmelere ve İsrail’in Filistin’in uluslararası düzeyde yürüttüğü çalış-

maları sekteye uğratma gayretlerine ve Filistin’in taleplerine sıcak yaklaşan ülkelere vermeye çalıştığı gözdağına dikkat çeken pek çok kişi bu saldırılarda İsrail’in parmağının olma ihtimalinin son derece yüksek olduğu kanaatindeydi ki, bu iddianın yabana atılır olmadığı çok açık.

Filistin sorununun çözümü için de devrimci mücadele şart! Filistin devletinin bağımsızlık ilanını Birleşmiş Milletler’de gündeme getirme adımının uluslararası alanda yarattığı etki böyle oldu. Eylül ayı içerisinde ve sonrasında da uluslararası alanda güç sahibi kapitalistlerin bu konudaki bilek güreşi devam edecek ve emperyalistlerin rekabetiyle belirlenen koşullarda Filistin halkı mücadelesini ilerletmeye çalışacak. Uzun yıllardır Filistin halkının iradesi ayrı bir devlet kurma yönündedir. İsrail dâhil hiçbir ülke de çözümün iki ayrı devletin oluşmasıyla gerçekleşeceğine dair düşünceye bir itiraz yükseltmemektedir. Ancak İsrail ve onunla birlikte davranan güçler kendi belirledikleri sınırları ve koşulları Filistin halkına dayatarak çözümsüzlük sürecinin devam etmesine yol açmaktadırlar. Filistin sorunu, Ortadoğu gibi üst üste binmiş sayısız çelişkilerle yüklü bir coğrafyada yaşanmaktadır. Bugün de emperyalist kapışmanın odağında yer alan bu coğrafyada yaşanan tüm siyasal sorunların kaynağı geçmiş iki dünya savaşındaki emperyalist paylaşımdır. Siyonist İsrail devletinin bir kama olarak Ortadoğu’ya sokulması da bizzat bu paylaşımın ürünüdür. Dolayısıyla İsrail’in bu özgünlüğü ve emperyalist rekabet ve çatışmalar, sorunu iyice kangren haline getirmekte ve çözümü zorlaştırmaktadır. Bu nedenle Filistin halkının haklı mücadelesi, İsrail işçi sınıfı da dahil olmak üzere, dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin desteğine ve enternasyonalist dayanışmaya çok daha fazla ihtiyaç duyuyor. 

37


Darbenin “Dışarıdaki” Mağdurları: Kadınlar, Analar! Aylin Dinç

B

erfo Ana, 12 Eylül darbesinden bir gün sonra gözaltına alınan, gözaltındayken katledilen, kayıplar listesine adı geçirilen Cemil Kırbayır’ın anası. 103 yaşında. Özlem, umut, inat ve acı çukuruna dönmüş gözleri. Dile kolay 103 yaşına kadar yaşamış. Cemil’ini görene, onunla ilgili bir haber duyana kadar ant içmiş ölmemeye. Canı, ciğeri elinden alınmış 72’sindeyken. Çaldığı her kapı yüzüne kapanmış. Ama o evinin kapısını hep açık bırakmış. Öylesine inançlı ki Cemil’inin geleceğine, hiç kilitlememiş evinin kapısını, gelince dışarıda kalmasın oğlu diye. Ama o kapıdan bir daha hiç girmeyecekti oğlu. Çünkü “kayıp” dedikleri oğlunu yıllar önce gözaltında ağır işkencelerden birinde katletmişlerdi. Öğrendi bu gerçeği Berfo Ana, 103 yaşında. Oğulları, kızları işkencede öldürülenlerin bir kısmına verilmedi çocuklarının ölüleri. “Üçüncü kattan atlayıp intihar etti” bile denmedi. Çok görüldü, anasına, babasına cenazelerinin verilmesi. Çünkü ölenin acısı yaşanır ve onunla yüzleşilir. Ama öldüğü ve nerede olduğu bilinmeyenin acısı her gün büyür, yürekleri her gün daha fazla yakar. Çaresiz bir umutla yaşar kayıp yakını. İşte Berfo Ana’nın gözlerindeki de bu çaresiz umuttu yıllar boyu! Şimdi başka bir umudu var: Çocuğunun mezarını bulmak. 12 Eylül faşist darbesini yapanlar düşmanca saldırdılar toplumsal muhalefete ve tüm örgütlülüğü dağıttılar. Her türlü insanlık dışı acıyı yaşatmak için cani ruhlarını harekete geçirdiler. Tuttuklarına işkence ettiler, bazılarını

38

işkencede katlettiler, geride kalanlara yıllarca kurtulamayacakları izler bıraktılar. İçerde fiziksel işkenceyle var olma savaşı veren tutsakların yakınları onların izini sürmek için polis merkezleri önünde psikolojik işkence yaşadılar. Anaların en büyük korkusu eşlerini, çocuklarını bir daha görmemekti. Çünkü polis tarafından gece baskınlarıyla derdest edilip götürülenler için bir süre sonra “bizde yok” deniyordu. Yok ediliyorlardı. Azap günleri başlıyordu. Anaları, yakınları, aradan geçen yıllar boyunca dönmeyen evlatlarının, sevdiklerinin artık yaşamadıklarını düşünüyorlardı ama hiç olmazsa başında ağlayacakları bir mezarı olsaydı! Son yolculuğunda dokunabildikleri bir cenazesi olsaydı! 17 yaşında lise son sınıf öğrencisiyken 1981 Martında Gayrettepe 1. Şube’de gözaltına alınan Özlem Türkmen, içerde bilinen her türlü işkenceyi yaşadığını anlatıyor yıllar sonra. Kendisi içerde o yaşına rağmen çektiği işkencelerden sonra hayatta kalmaya çalışırken ziyarete gelen yakınlarının çektiklerini şöyle anlatıyor: “Şubenin kapısında «BURDA YOK» cevabını günlerce dinliyorlar. Üstelik orada olduğumu bildikleri halde. Onların yaşadıkları acının büyüklüğünü sonradan anne olduğumda daha iyi anlıyorum. Bunun bir tek anlamı var. Yok edilmek üzere orada tutuluyorsunuz. Yok edilebilirsiniz. Ve bunun hesabını vermemek için zaten «yok» olduğunuz yakınlarınıza söyleniyor.” (akt. Emine Özcan, bianet.org) 12 Eylül darbesinden sonra cezaevlerinin önlerinde kadınlar hep ön sıralardadırlar ve müthiş bir dayanışma


sayı: 78 • Eylül 2011

içindedirler. Erkekler daha arka planda kalırlar her anlamda. Eşi de kendisi de siyasi mücadelenin içinde olan Dilek Afife, darbeden sonra “kaçak” olan eşi yakalandığında kendi deyimiyle “kapıdaki kadınlardan” biri oldu. Oğulları cezaevinde olan annelerle birlikte mücadele verdi. “Kapıdakiler” eşleri veya çocukları içerdeki uygulamalara karşı direndikleri için aylar süren görüş yasağına rağmen her görüş günü oradaydılar. Dilek Afife o günleri şöyle anlatıyor: “Eşim 3,5 yıl cezaevinde kaldı, oğlum da o sırada 3,5 yaşındaydı, eşimin ailesiyle oturmak zorundaydım. Tek tip direnişinden dolayı ölüm oruçları vardı ve ölümler başlamıştı, dayaklar, işkenceler, aylarca süren görüş yasakları yüzünden «bizler» diğer adımızla «kapıdakiler» sürekli hareket halindeydik...” Dışarıdaki eşler çalışmak zorundaydı. Evde çocuklar aş bekliyordu. Ama haftada bir gün de görüş için ziyarete gitmek gerekiyordu. O yüzden işe girerken haftada bir gün izin istiyor Dilek Afife. Bu izin gününü koparabilmek için de düşük ücrete, sigortasız çalışmaya razı elbette. Bu koşullarda çalıştıktan sonra ek iş yapmak zorunda kalıyor. Akşamları kazaklara boncuk işliyor eve biraz daha para sokabilmek için. (akt. Berivan Tapan, bianet.org) Darbeden sonra tutuklananların büyük bir kısmı erkekler oldu. O zamana kadar siyasi yaşamın öznesi olan kadınlar eğer tutuklanmamışlarsa hapishane önlerindeki eşlere, kardeşlere dönüştüler. O zamana kadar siyasetle tanışmamış olan eşler, analar ise “kapıdakilere” dönüştüklerinde diğer kadınlardan ve direniyor olmaktan çok şey öğrendiler. İşkencenin ne olduğunu bilmeyen kadınlar oğullarının, kızlarının bedenlerindeki izlerinden öğrendiler devletin zulmünü. İdamın ne olduğunu düşünmemiş olan kadınlar artık üzülmeyi bırakmış, hem kendi evlatları hem diğerlerininki için insan hakları aktivisti olmuşlardı. Dilek Afife’nin hapishane kapılarında kadınların dönüşümüne verdiği örneklerden biri anlamlıdır: “Kapıda bir Melahat teyzemiz vardı, oğlu idamla yargılanıyordu, sakin sakin konuşan sessiz, ufak tefek bir kadındı, kocasıyla gelirdi... İnsan Hakları Derneği (İHD) kurucularından olan Melahat teyzenin 1987’deki «İdam cezası kaldırılsın» mitinginde yaptığı konuşmasını ve kürsüdeki görüntüsünü hiç unutmuyorum... Evlendiğinden beri kocası hiç anahtar taşımazmış, çünkü Melahat teyze hep evde olurmuş. Konuşmasında «Artık kocam anahtar taşımasını öğrendi, idamlar kaldırılıncaya ve genel af çıkıncaya kadar da taşımaya devam edecek» diyerek elindeki anahtarı sallıyor, sloganlar ve alkışlar arasında mücadelesine devam edeceğini haykırıyordu. Dediğini de yaptı...” Cezaevleri önünde, mahkeme kapılarında erkeklere moral vermek için bekleyen kadınlar güçlendiler. Herkese karşı güçlü görünmek durumundaydılar. Öyle de oldular. Eşi, çocuğu siyasi mücadelenin içindeyken başına bir şey gelmesinden korkan, onu mücadeleden uzak tutmaya çalışan analar da direnç kazandı içerdekine moral vermek için.

marksist tutum

Analar için acılar bitmiyordu darbeden sonra. Sevdikleri yalnızca tutsak edilmiyordu. Yok ediliyordu bazılarınınki. Ama gözaltına alındıktan sonra “bizde yok”, “biz salıverdik, gelmiş olması lazımdı” denilen kişiler yer yarılıp içine girmişti adeta. İşte analar, eşler için katlanılmaz olan buydu. Darbeden sonraki dönemde de, daha çok Kürt coğrafyasında olmak üzere binlerce insan kaybedildi. Gözaltına alındıktan sonra veya beyaz bir Renault’ya bindirildikten sonra kayboluyordu insanlar. Evlere ateş düşüyordu, analar, eşler, kayıp yakınları bir labirentin içinde buluyorlardı kendilerini. Hangi kapıyı çalsalar yoktu sevdikleri. Kapıları biraz fazla zorlayanlar da ya kayıplar listesine ekleniyor, ya da işkence tezgâhlarında buluyorlardı kendilerini. Korucu olmayı reddeden Mardin Dargeçit’ten Doğan ailesinin başına gelenler kayıp yakınları için çok tanıdık. Ailenin 9 ve 13 yaşındaki çocukları gözaltına alınıp işkenceden geçiriliyor, Filistin askısına alınıyorlar. 9 yaşındaki eve gönderiliyor ama 13 yaşındaki çocuk eve dönmüyor. Anne Asiye Doğan karakola gidip oğlunun akıbetini öğrenmeye çalıştığında önce başlarından savıyorlar. Anne oğlunu sormaktan, dilekçeler vermekten vazgeçmeyince onu da gözaltına alıp 11 gün ağır işkenceden geçiriyorlar. Bu işkencelerden sonra bırakılan Asiye Doğan’ın sağlığı bozuluyor ve kısa bir süre sonra hayatını kaybediyor. Baba Ramazan Doğan bundan sonra oğlunun fotoğrafını alarak her Cumartesi diğer kayıp analarının yanına geliyor. Cumartesi Anaları kayıp çocuklarının, eşlerinin hesabını devletten soruyorlar. 1995’ten bu yana polisin copuna, gazına, tazyikli suyuna, gözaltılara aldırmadan (belli dönemler eylemlerine ara verdiler) bugüne kadar mücadelelerine devam ettiler. 30 yılı aşkın bir süredir anaların gözyaşları durmadı. Onları ağlarken, bazen dimdik yukarda yumrukları, bazen zafer işaretleri, zılgıtlarıyla egemenlere korku salarken gördük. Ama kadındılar, anaydılar. Her ana evladını yandığı ateşe atlayıp kurtarmak ister. Onlar da atıldılar ateşlere. Evlatları neredeyse oradaydılar. Şayet yerini biliyorlarsa! Bilmiyorlarsa da tek bir şey istediler: Hiç olmazsa kemiklerini! Onları gömecekleri, başında “oğlum, yavrum” diye ağlayacakları bir mezar taşı olsa yeterdi! Analar ve çocuklar! Darbeyi yapanlar, darbeyi yaptıranlar hangisini ağlatmadı? Askeri cunta hem içerdekilere hem dışarıdakilere yıllarca kan kusturmak için uğraştı. İnsanca yaşama hakkı için verilen mücadeleyi çok görüp, yıllarca baş ezmek için uğraştı. 31 yıldır yaptıkları yanlarına kâr kaldı. Darbeyi yapanlar da, darbeyi yaptıran sermaye sınıfı da yaptıklarıyla caniliklerini her defasında ispatlıyorlar. Her türlü zulmü yaparak “biz insan değiliz, ölüm zebanisiyiz” diyorlar. Onlar dünyayı cehenneme çevirmeden başka bir dünya yaratmalıyız. Özgürlük için, daha insanca, kardeşçe, herkesin tok olduğu bir dünya için kavga veren insanların tutsak edilmediği, onurlu, mücadeleci insanların yok edilmediği ve yaşamın tüm güzelliklerini gönlümüzce tadabildiğimiz bir dünya yaratmalıyız. 

39


Apoletlilerin Ayrıcalığı: OYAK Derya Çınar

Türkiye’de işçi sınıfının kıdem tazminatını ortadan kaldırmaya dönük hesaplar yapan burjuva devlet, üst düzey bürokratlarını gayet iyi besliyor. Onların oldukça büyük ayrıcalıklarla, maddi, manevi olanaklarla semirmelerini sağlıyor. Onlar arasında eli silahlı olanlar, kendi ayrıcalıklarını daha geniş tutmayı başarıyorlar. Devlet aynı koşullarda emekli olduklarında bir büyükelçi ile bir generale aynı emekli ikramiyesini veriyor. Ama arada büyük bir fark yaratan başka bir havuz var ki, onun gücü ve büyüyüşü gözlerden uzak kalabiliyor. Bu farkı yaratan Türkiye’nin en büyük sermaye kuruluşlarından biri olan ve mensuplarından büyükbaşları gayet iyi besleyen OYAK’tır.

40

B

urjuva kampta yürüyen iç çatışma son yıllarda ortaya kirli çamaşırların dökülmesine sebep oluyor. Sivil-asker bürokrasi kanadının, özellikle apoletlilerin gizledikleri gerçeklerin bir kısmı gün yüzüne çıkıyor. Gencecik acemi erin eline cezalandırmak için pimi çekilmiş el bombası verenler, onların kafalarına koydukları şişeye gerçek kurşunla ateş ederek atış talimi yapanlar, askerleri alnından vuranlar ve bunu saklayanlar, terörist diye küçücük Kürt çocuklarını öldürenler, darbe planları yapanlar ortaya dökülüyor. Kürt halkının bindirdiği basınçla toplu mezarlar açılıyor ve kimimizin babasını, kimimizin kardeşini, çocuğunu bir kuytuda öldürüp çukurlara dolduranların kimler olduğu soruluyor. Ama bu soruların cevabı bir türlü tam olarak verilmiyor ve sorumluların yargılanması için atılması gereken adımlar alabildiğine yavaş atılıyor. Bugüne kadar gördüklerimiz ve son yıllarda ortaya dökülenler egemen sınıfın kendi içindeki çıkar ve iktidar çatışmasının bir parçası olarak işçi ve emekçi sınıfları ikna etmekte kullanıldı. Bir taraftan da burjuva liberal yazar-çizer tayfası AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a methiyeler düzüyor, onları demokrasi şampiyonu ilan ediyor, “az daha, az daha” diyerek cesaretlendirdiklerini düşünüyorlar. Böyle hareketli bir süreç yaşanması nedeniyle, hemen her gün egemen sınıf arasında kavgaya alet edilebilecek “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” türünden ve diğerini zayıflatmak amacıyla kullanılacak çeşitli olay, olgu ve gelişmeler daha çabuk ve daha kolay ortaya saçılıyor. Bu tür gelişmelerden bir tanesi de OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) üyesi olan asker bürokratların aldıkları emekli ikramiyelerinin, sivil bürokratların aldığı ikramiyeleri kat kat aştığı bilgisinin açığa dökülmesi oldu. Eski büyükelçi Volkan


sayı: 78 • Eylül 2011

Bozkır’ın (şimdi AKP’den milletvekili) twitter’dan bir mesajı üzerine gündemin ilk sıralarına tırmanan bir konuydu. Mesajında Volkan Bozkır bir generalin emekli olduğunda 600 bin lira emekli ikramiyesi aldığını, bir büyükelçi emekli olduğunda ise “sadece” 75 bin lira aldığını yazıyor ve bu durumdan rahatsızlığını dile getiriyordu. Bu gelir uçurumu emekli bir büyükelçi olan çiçeği burnunda milletvekiline çok dokunmuştu. Bu mesele AKP yanlısı medya başta olmak üzere burjuva liberal yazarlarca da afişe edildi. Aslında Türkiye’de işçi sınıfının kıdem tazminatını ortadan kaldırmaya dönük hesapların yapıldığı bir dönemden geçtiğimizi düşünürsek, burjuva devletin, üst düzey bürokratlarını gayet de iyi beslediğini görüyoruz. Onların oldukça büyük ayrıcalıklar, maddi, manevi olanaklarla semirmeleri sağlanıyor. Onlar arasında eli silahlı olanlar, kendi ayrıcalıklarını daha geniş tutmayı başarıyorlar. Devlet aynı koşullarda emekli olduklarında bir büyükelçi ile bir generale aynı emekli ikramiyesini veriyor. Ama 75 bin lira ile 600 bin arasındaki büyük farkı yaratan başka büyük bir havuz var ki, onun gücü ve büyüyüşü gözlerden uzak kalabiliyor. Bu farkı yaratan Türkiye’nin en büyük sermaye kuruluşlarından biri olan ve mensuplarından büyükbaşları gayet iyi besleyen OYAK’tır. Peki OYAK nasıl kurulmuş ve bu farkı nasıl yaratabilmiştir?

1960 darbesinin ürünü olarak OYAK Yarım yüzyıldır bu ülkede her geçen gün biraz daha büyümeyi başarmış, her fırtınadan nemalanarak çıkmış OYAK’ın kurulduğu yıllar bugünle bazı benzer gelişmeler yaşanması nedeniyle de önemlidir. “50’li yıllara gelindiğinde Kemalist bürokrasinin hegemonyası altındaki burjuva iktidar bloğu çatlamış ve büyük toprak ve ticaret burjuvazisinin doğrudan temsilcisi olan Demokrat Parti (DP) hükümeti sivil-askeri bürokrasiyi iktidardan dışlamaya başlamıştı. Bu dönemde Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanarak askeri bürokrasinin siyasal gücü kısıtlandı. Askerleri adeta cezalandırmak isteyen DP hükümeti, maaşlarını bilerek düşük tuttu.” (Utku Kızılok, Kılıçlı Bürokrasinin Düzeni, MT, Kasım 2005) Böylesi bir itilmiş kakılmışlığı hazmedemeyen ve henüz gücü, kudreti yerinde olan sivil-asker bürokratik aygıtın intikamı acı olmuş, 27 Mayıs 1960’de gerçekleştirdiği darbe ile iktidara yerleşmiş ve başbakan Adnan Menderes’le iki bakanını idam etmişti. Bu gelişmelere OYAK’ın 1961 yılında TSK mensuplarının yardımlaşma ve emeklilik fonu olarak 205 sayılı özel bir yasa ile kuruluşu eşlik etti. Kuruluş tarihinin 1960 darbesinin hemen sonrası olması oldukça anlamlıdır. “Bal tutan parmağını yalar”, devleti tutan devlet denilen aygıtın yarattığı olanaklardan semirebildiği kadar semirir! Daha en baştan kuruluş sürecinde apoletlilerin diğerlerinden yani tebaadan ayrışması ve OYAK’ın başına herhangi bir yol kazası gelmemesi için

marksist tutum

özel düzenlemeler yapılmıştır. Kurulduğu yıllardan bugüne OYAK hızla yükselmiş ve asker bürokrasisinin devlet aygıtında gücü kuvveti yerinde olduğu sürece de bu durumdan rahatsız olanlar karından konuşmakla yetinmişlerdir. Dün bu üniformalılar önünde korkudan el pençe divan duranlar bugün biraz cesarete gelmiş ve rahatsızlıklarını dile getirmeye başlamışlardır. 1961 yılından bugüne kadar OYAK’ın sermayesi sürekli büyümeye devam etmiştir. Bugün sanayi, finans ve hizmet sektörlerinde 60’a yakın şirketi bünyesinde barındırmaktadır. Hemen her kârlı alanda yatırımı olan, uluslararası tekellerle ortaklıkları ve iştirakleri artan, yeni yatırımlarla büyümeye devam eden büyük tekellerden biri olan OYAK, uluslararası finans kapitalin de bir parçasıdır. “OYAK kurulduğu andan itibaren özel sermayenin yanında devletin koruması altında gelişti ve palazlandı. OYAK’a üye olması zorunlu koşulan subay ve astsubayların maaşlarının yüzde 10’u, yedek subayların maaşlarının ise yüzde 5’i her ay kesilip bu kuruma fon olarak aktarıldı. Bunun sonucunda OYAK’ın kasalarında devasa bir fon birikti. Ordu mensuplarının yardımlaşma sandığı olarak kurulan OYAK, generallerin yönetimi altında her alanda faaliyet gösteren tekelci kapitalist bir işletmeye dönüştü.” (Utku Kızılok, age) OYAK’ın yayınlanan 2010 faaliyet raporunda, özellikle OYAK ne değildir başlığı altında “TSK’nın bir parçası değildir. Devletten ve/veya herhangi bir kuruluştan hiçbir zaman herhangi bir yardım almış bir kurum değildir” türü vurguların varlığı bizi yanıltmamalıdır. Türkiye’nin “ilk

Hemen her kârlı alanda yatırımı olan, uluslararası tekellerle ortaklıkları ve iştirakleri artan, yeni yatırımlarla büyümeye devam eden büyük tekellerden biri olan OYAK, uluslararası finans kapitalin de bir parçasıdır.

41


marksist tutum

Eylül 2011 • sayı: 78 2005 yılında özelleştirilen Erdemir’in ihalesini de kazanan OYAK, otomotivden demir-çeliğe, gıdadan güvenliğe kurduğu tesis ve fabrikalarıyla işçi sınıfının sırtından muazzam kârlar elde eden bir sermaye kuruluşudur. Üye sayısı 260 bine, 2010 yılı net dönem kârı 1,4 milyar liraya çıkan, çalıştırdığı işçi sayısı 29 bine yaklaşan ve işini “üyelerinin yarınlarını garanti altına almak” olarak tarif eden OYAK bunu ancak işçi ve emekçilerin yarınlarını çalarak başarabilir.

ve en büyük özel emeklilik fonu” diye tanıtılan OYAK bizim bildiğimiz OYAK’tır. Yani sigorta dâhil hemen her kârlı sektörde yatırımı olan ve devletten vergiden muafiyet başta olmak üzere çeşitli şekillerde nemalanan, korunan, kollanan bir sermaye grubudur. 2005 yılında özelleştirilen Erdemir’in (Ereğli demir ve çelik fabrikaları) ihalesini de kazanan OYAK, otomotivden demir-çeliğe, gıdadan güvenliğe kurduğu tesis ve fabrikalarıyla işçi sınıfının sırtından muazzam kârlar elde eden bir sermaye kuruluşudur. Üye sayısı 260 bine, 2010 yılı net dönem kârı 1,4 milyar liraya çıkan, çalıştırdığı işçi sayısı 29 bine yaklaşan ve işini “üyelerinin yarınlarını garanti altına almak” olarak tarif eden OYAK bunu ancak işçi ve emekçilerin yarınlarını çalarak başarabilir. “OYAK’ın Amerikan, Alman, İngiliz ve Fransız emperyalist sermayeleri ile pek çok ortaklığı bulunmaktadır. AB yanlısı burjuvazinin karşısında milliyetçi bir söylemle statükoyu korumaya geçen, AB’ye girince TC’nin emperyalistlerce bölüneceği tehdidiyle emekçi kitlelerin bilincini bulandıran askeri bürokrasi, gerçekte çoktandır AB’ye girmiş bulunuyor. Tüpraş ve Erdemir’in özelleştirilmesi sürecinde «yabancı sermaye» düşmanlığı yapan, «Türkiye’yi elin yabancısından iyi düşünürüz» diyen OYAK’ın bankacılık, sigorta, otomotiv gibi önemli sektörlerde ortaklarının yarısının «yabancı sermaye» olması bir ironi olsa gerek!” (Utku Kızılok, age) Hatırlanacaktır, çeşitli vergi muafiyetleriyle semiren bu kurumun kamu ihale kanununa tâbi kılınması doğrultusunda yasa değişikliğine gidilmesi, “vatan-millet sevdalısı paşaları” çok rahatsız etmiş ve tepkilerini çeşitli vesilelerle göstermişlerdi. Bu konu eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in son günlerde internete düşen ses kayıtlarında da yer alıyor. Şöyle diyor Koşaner söz konusu ses kayıtlarında: “… biz bazı vergilerden muafız biliyorsunuz, sosyal yardımlaşma kurumu olmamız hasebiyle bazı vergilerden

42

filan muafız. Ama kamu kurumu olduğumuz zaman, olursak eğer, ki kamu ihale kurulu böyle istiyor, mahkemeye verildi, mahkeme maalesef lehimize karar vermedi, o zaman vergi vermek durumunda kalacağımız için işlemlerden dolayı emekliliğimizde falan alacağımız paralarda bayağı yüzde onbeş civarında falan düşme sözkonusu olacak. Şimdi bunun mücadelesini veriyoruz. Biliniz diye söylüyorum. İşte maalesef propagandanın sonucu bu vergiden dolayı bir sıkıntı içindeyiz.” Emekliliklerinde alacakları 600 bin liradan yüzde on beş düşüş olmaması için “mücadele veren”lerin tek dertlerinin maddi ve manevi ayrıcalıklarını korumak olduğu ortadadır. Türkiye’de milliyetçiliğin ve militarizmin güçlenmesinden beslenen ve bu nedenle de kitleleri kendi çıkarları temelinde manipüle eden burjuvazinin yine savaş tamtamları çaldığı bir dönemden geçiyoruz. İşçi ve emekçi sınıfların kanıyla beslenenler bu ülkenin doğusunda yürütülen savaştan da palazlanmaya devam etmektedirler. Şimdi uyanık olma zamanıdır. Çünkü hava yeniden kararıyor. İnsanlar ölüyor, öldürülüyor. Her gün bir, iki, üç… artarak devam ediyor. Burjuva medya milyonlarca insanın bilincini dumura uğratan haberleriyle gerçeklerin üzerini kalın bir is ve dumanla kapatıyor. Hava kararıyor. Ölenler hangi sınıfın çocukları görüyoruz. Hikâyelerini biliyoruz. Kara haberlerin törenle kapısından içeri girdiği evler ne çok birbirine ve bizim evlerimize benziyor. Gazete köşesinde yana kaykılmış, terörist diye bir kenara itilmiş ve kafasından toprağa akmış bir kan gölünün içinde yatan ölümün resmi de tanıdık. TC burjuvazisinin kirli geçmişinden bildiğimiz politikası “inkâr et, olmazsa yok et!”tir. Biz bütün bunların ne anlama geldiğini, nasıl yapıldığını biliyoruz. İşçiler, emekçiler, kendi sınıfsal çıkarları uğruna mücadele etmezlerse, burjuvazinin çıkarlarının payandası olmaktan kurtulamayacaklardır. 


Tutkumuz Kadar Büyüktür Dünyayı Değiştirme Yeteneğimiz Ezgi Şanlı

G

ezegenimiz üzerinde milyarlarca insan yaşadı, yaşıyor. Yerküre altı bin yıldır insanın insanı sömürdüğü düzenler görüyor. Milenyum denilen bu çağda ise bu düzenlerin en dehşetlisine tanık oluyoruz. İnsanlık çıldırmış gibi, üzerinde bir deli gömleği ile yönünü şaşırmış bir şekilde tarihte ilerliyor. Pek çok yerinde, hayatın sesleri değil, silah sesleri, bomba sesleri yükseliyor. Her türden silahla masum insanlara, kadın ve çocuklara ateş ediliyor. Ormanlar, denizler yok ediliyor. Toprak zehirleniyor. Dur durak bilmeden yükselen binalar beton ormanları gibi. Geri kalan canlılara yaşam alanı bırakılmıyor. Milyarlarca insan tokluğun ne olduğunu bilmeden yaşıyor. Bir yanda su kaynaklarına ulaşamadığı için susuzluktan ya da salgın hastalıklardan ölürken insanlar, öbür yanda havuzlu villaların, binlerce ton suyla sulanan golf sahalarının varlığı can yakıyor. Daha iyi bir yaşam için mücadele etme yolunu seçen insanlar cezalandırılıyor, meydanlarda coplanıyor, sürükleniyor, kurşunlanıyor. Yüksek “güvenlikli” hapishanelerde çürütülüyor. Dünyamız bu haliyle hiç de insana yakışan, güzel bir dünya değil. Buna karşılık insanın doğayla ve diğer tüm canlılarla uyum içinde yaşadığı, üretimin kâr için değil ihtiyaçlar için yapıldığı, savaşların olmadığı bir dünya ne güzel olurdu. Çalışmanın bitmez tükenmez saatler boyunca bir işkenceye dönüşmediği, ya açlıktan ölmek ya da kölece çalışmak dışında seçeneklerimizin de olduğu bir dünya insana yakışmaz mıydı? İnsanlığın onurunu kaybetmediği,

tüm güzelliklerin bütün insanlar tarafından paylaşılabildiği bir dünyayı özlemiyor muyuz hepimiz? İşsizlik ve gelecek kaygısının anlamının bile bilinmediği, toplum için çalışmanın bir zevk haline dönüştüğü, alınterimizin bize daha fazla sömürü, sermaye sahiplerine daha fazla kâr ve sefahat üretmediği bir dünya nasıl olurdu acaba? Kaygı duymadan yaşadığımız ve ücretimizi üç kuruş yükseltmek için can bedelli mücadeleler vermek zorunda kalmadığımız bir dünya… Huzurlu ve uzun bir hayattan sonra ölüme vardığımız bir dünya… Hangi kara parçasının üzerinde yaşamak istersek yaşayabildiğimiz bir dünya… Gerçekten tüm insanların kardeşçe yaşadığı, kıskançlık, rekabet nedir bilmediği bir dünya çok güzel bir dünya olurdu. Bu gerçeklerin farkında olan insan sayısı bugün oldukça az. Ama bu gerçeği görüp dünyayı değiştirmek için işçi sınıfının mücadele saflarına katılan insanların sayısı daha da az. O nedenle belki de işçi sınıfının devrimcileri tıpkı denizin dibindeki inci taneleri kadar kıymetlidir. İnci çok kıymetlidir. Çünkü çok az bulunur. Üstelik bir incinin oluşması istiridyenin yara almasıyla olur. İstiridye yara alır. Yarasını kapatmak için bir sıvı salgılamaya başlar. Sonra o sıvı giderek katılaşır, inci olur. Yara ne kadar büyükse inci de o kadar büyür. İşçi sınıfının devrimcileri dünyanın, doğanın ve tüm insanlığın acılarıyla yaralanmıştır. İnsanlığın yaraları kanadıkça, insanlığın kurtuluşuna duyulan tutkulu özlem bilinci berraklaştırır. Devrimcilerin bilinci de,

43


marksist tutum

yüreği de inci gibidir. İnci yarayı kapatır. Bilinç de öyle. Bireysel acılar yok olur. Onun yerini direnç alır. Dünyayı değiştirme tutkusu, bu tutku için kavga vermek, insanoğlunun en büyük onurudur. Adnan Yücel bir şiirinde yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek sürdürülecek kavganın güzelliğinden bahseder. Bu kavganın sonunda ulaşılacak olan şey güzelliğin ta kendisidir çünkü. “… aşk ile sevmek bir güzelliği ve dövüşebilmek o güzellik uğruna…” O güzellik uğruna dövüşmenin ne demek olduğunu bile bilmeyen milyarlarca insan olsa da, bu dövüşün orta yerinde yüreğinin ve bilincinin yumruklarını sömürü çarklarına indirmeye çalışan insanlar söyleyecektir son sözü. En zorlu mücadelelerde, en çetin koşullarda dövüşenlerdir onlar. Yalnız kalabilirler. Yürüdükleri yollarda en yakınlarını kaybedebilirler. Ayağı takılanları, tökezleyenleri, safları terk edenleri görebilirler. İhanete uğrayabilirler. Buna rağmen kilitlendikleri hedeflerinden ayırmazlar gözlerini. Arkalarına bakmadan atarlar adımlarını. Kilitlendikleri hedef öylesine görkemlidir ki onun yanında tüm bireysel acılar, zavallılıklar, küçük hesaplar yok olur. Peki, neden yaşam bazılarını kurtlanmış bir elma gibi çürütürken bazılarını biler, acılarından inci gibi berrak bir bilinç yaratır? Bu sorunun cevabı esasında bu insanların sadece şu veya bu özelliği, şu veya bu yeteneği değildir. Bu sorunun cevabı tutkulu bir iradeyle insanlığın acılarının bitmesini ve o güzel dünyanın kurulmasını istemeleri ve bunun için çok çalışmalarıdır. Başarılı bir sporcu bedenini sağlam tutabilmek için sistematik bir biçimde çalışır. Çok düzenli antrenman yapar. Gerekli besinleri almaya önem verir. Kendine hedefler belirler ve o hedeflere ulaşmak için sürekli bir çaba içine girer. Sakatlıklar yaşasa da, acı çekse de çalışmaktan vazgeçmez. Başarının, hedefinin bedeli neyse onu yerine getirir. Başarılı bir sanatçı da aynı yöntemleri kullanır. Sadece yeteneğine güvenirse ilerleyemeyeceğini bilir. Yaptığı yanlıştan döner ve daha iyisini arar. Tüm kaslarını sanatı için geliştirir. Hayata karşı ilgilidir. Hayatın her alanı onun için ilginçtir. Değişime inanır ve inandığını uygular. Tutkuyla emek verir eseri için. Devrimci insanlar, bir sporcunun bedenini, dayanma gücünü, kondisyonunu, bir sanatçının yeteneğini, hayallerini, fikirlerini besleyip geliştirdiği gibi her daim besleyip geliştirirler bilinçlerini. İnançları bu sarsılmaz bilince

44

Eylül 2011 • sayı: 78

yaslanır. Bilinçleri inançla zenginleşir. İşte tam da bu nedenle yaşam ve yaşamın getirdiği her şey bazı insanları biler. Bu insanlar güçlü devrimcilerdir. Çünkü onlar tıpkı bedenini sağlam ve sarsılmaz tutan bir sporcu gibi hep antrenmanlı ve hazırlıklıdır. Hep ilerleyen bir sanatçı gibi disiplinli ve bilincini sağlam tutmak için derin bir çaba içindedir. Aslında bir yazarın dediği gibi, tutkularımız amaçlarına ulaşmaya çalışan yeteneklerimizdir. Bu yetenekler inancımızın ve bilincimizin derinliği kadar bir çabayla ortaya çıkar. Böyle devrimciler tutkuyla bağlıdırlar yeni bir dünya yaratma mücadelesine. Disiplinli çalışmayı aksatan bir sporcunun bedeni hamlaşır, performansı geriler. Kendini yaşamla beslemeyen sanatçının eseri eksik kalır. Tıpkı bunun gibi her gününü mücadeleyle, sabırlı bir çabayla geçirmeyen devrimci pörsür. Zamanla bilinci geriler, inancını kaybeder. Eski günlerinden geriye bir şey kalmaz. Devrimci mücadelede saf tutanlar için tutkuyla çalışmanın, hedeflere tutkuyla yürümenin ve yaşama karşı ilgili ve uyanık olmanın önemi bu nedenle çok büyüktür. Hiç kimse devrimci olarak doğmaz anasından. Kendisini eskinin karanlığından tüm gücüyle çekmeye çalışanlara aynı tutkuyla ellerini kenetlediğinde ise hayatı birden değişmeye başlar. “O güzellik uğruna” tutkuyla dövüşmeye girişir. Suyun kayaları eritmesi sürekli akmasındandır. Önümüzde eritilecek çok kayalar var. Yıkılıp geçilecek çok engeller var. Ulaşılacak çok büyük hedefler var. Bayrak yarışındaki bir ekip gibi çalışarak o hedeflere varmak mümkündür. Akıntıya karşı kürek çekebilmek her babayiğidin harcı değildir elbette, bunu ancak harcı ateş ve terle karılanlar yapabilir. İddialarımıza yakışan bir azimle çalışmalıyız. Ter dökmekten kaçmamalıyız. Demiri tavına getiren ateştir. Tavında dövülerek şekil alan demir gibi kendimize şekil vermeliyiz. Zorlu sınavlara çektiğinde hayat bizi, eleştiri örsüyle dövülmek, ter akıtmak o sınavlardan başarıyla çıkmamızı sağlayacaktır. Her yeni gün bizi yeni sınavlara çekecektir. Bunun bilinciyle, tutkuyla çalışmalıyız. Tutkumuz dünyayı değiştirmekse, tutkumuzun büyüklüğü kadar büyüktür dünyayı değiştirme yeteneğimiz. 


Okurlarımızdan

Somali’de Açlığın Sorumlusu Kim?

B

irleşmiş Milletler Somali’de resmen kıtlık ilan etti. Birleşmiş Milletler, çocukların %30’unun yetersiz beslenmesi, günde her on bin çocuktan dördünün ya da on bin yetişkinden ikisinin hayatını kaybetmesi ve nüfusun günde 2100 kaloriden az besleniyor olmasını, resmi olarak kıtlık ilan etmek için kriter olarak kabul ediyor. En son 1992’de Somali’de kıtlık ilan edilmişti ve resmi rakamlara göre 200 bin kişi yaşamını yitirmişti. Bugün medyada Somali’de yaşanan kıtlığın ve ölüm oranlarının 1992’dekinden daha kötü olacağı söyleniyor. Uzun yıllardır Afrika kıtasında yaşanan yoksulluk, kıtlık ve salgın hastalıklar sorunu çözülemedi, tersine katlanarak günden güne daha da arttı. Bugün gelinen noktada ise 1992’den daha kötüsü olacak, daha çok insan ölecek deniyor. Amerika’sından Almanya’sına, İngiltere’sinden Fransa’sına, Türkiye’sinden Japonya’sına koca dünya ne hikmetse yıllardır Afrika’daki bu yoksulluğu yok edemedi! Emperyalistler günden güne palazlanırken, işçi sınıfını ve doğayı sömürüp sermayelerine sermaye katarken, Somali’de ve Afrika’nın pek çok ülkesinde insanlar açlıktan ölüyor. Televizyon kanallarında, gazetelerde, el ilanlarında Afrika’daki aç çocukların bir deri bir kemikten ibaret olan görüntülerini gözümüzün içine sokup “yardım edin” diyorlar. Yıllardır bu bölgede yaşanan açlığa ve savaşa burjuvazi izleyici kaldı ve bu bölgede kendi çıkarları doğrultusunda hareket etti. Bugün BM kıtlık ilan ederken “bu durum insanlık ayıbıdır” diyor. Evet, bu bazı insanların ayıbı doğru ama hangi insanların ayıbı? İnsanlar Afrika’da açlıktan ölürken trilyonluk servetleri ile gününü gün edenler kimler? İnsanlar Afrika’da savaşla boğuşurken, masa başında oturup emperyal oyunların peşinde olanlar kimler? İnsanlar Afrika’da kadın, erkek, çocuk demeden salgın hastalıkların pençesinde kıvranırken buradaki yoksul insanların bu çaresizliklerini fırsat bilip onları kobay olarak kullanan kimler? Tabii ki timsah gözyaşları döken patronlar sınıfı. Burjuvazi Somali ve Afrika’da yaşanan açlığı gösterip, Ramazan ayını da fırsat bilerek, yardım edin diyor. Türkiye’de de başbakan ve cumhurbaşkanı halkı yardıma çağırıyor. Yine Diyanet’ten de Afrika’daki Müslüman kardeşlerimize yardım etmemiz çağrısı yapılıyor. Burjuvazi bize açlığı, yoksulluğu gösterip vicdanlarımızı sızlatıyor ve çözümü yine bizden bekliyor. Bu görüntüleri görünce vicdanı sızlamayan var mı? İşçi sınıfı içerisinde vicdanı sızlamayan yok. Çünkü her birimiz açlığın, yokluğun ne demek olduğunu gayet iyi biliyoruz. Bize bunu yaşatan şiş göbekli patronlarımız da bizim açlığı ne kadar iyi bildiğimizi biliyorlar ve bize halinize şükredin ve yardım edin diyorlar.

Dünyada gıda maddelerinin üçte biri patronların stoklarından hiç açılmadan çöpe gidiyor, bu da bir milyar insana yetecek kadar gıda maddesi eder. İsrafçısınız diyorlar bize, acaba hangi işçi ailesi düzenli olarak evine bütün alışverişini yapabiliyor, bir de yiyemediğini açmadan çöpe atıyor? Bizi kendileriyle karıştırıyorlar galiba. Hatırlarsak kriz döneminde tonlarca sütü, hem de Afrika’da çocuklar ölürken sokaklara dökmüşlerdi. Bir magazin programında ünlü bir sanatçının sadece bir haftalık kuaför masrafının ortalama 40 bin lira olduğunu izliyoruz. Yine bir haber programında ise Afrika’ya giden bir yardım kuruluşunun başkanı şunları söylüyor: “Giderken çocuklara çikolata, şeker götürdük sevinsinler diye. Çocuklar hiç kâğıdını açmadan çikolataları yemeye başladılar. Düşünebiliyor musunuz daha çocuklar çikolatanın, şekerin ne olduğunu, nasıl yenildiğini bilmiyorlar orada” diyor. Bir yanda milyarlık, trilyonluk servetler, diğer tarafta ise hayatında çikolatanın tadını dahi bilmeyen çocuklar. İşte kapitalizmin insanlara reva gördüğü ve bugün utanmadan hâlâ çözmeyip gözümüzün içine soktuğu sorunlar bunlar. Bize halinize şükredin diyorlar böylece, nasılsa açlıktan ölmüyorsunuz diyorlar. Ama biz çok iyi biliyoruz ki, Amerika’dan Türkiye’ye kadar dünyanın dört bir yanında yoksul insanlar açlıktan ölüyor. Ocak ayında Samsun’da 2,5 aylık bir bebek, ailesi yoksul olduğu ve evde yiyecek hiçbir şey olmadığı için açlıktan öldü. Demek ki Afrika’ya kadar gitmeye gerek yok, burnumuzun dibinde de insanlar açlıktan ölüyor. Bunu değiştirebilmenin yolu da sadece yardım etmekten değil, aslında bu düzenin kendisini tümden değiştirmekten geçiyor. Aksi halde işçi sınıfı olarak Afrika’ya da, dünyanın dört bir yanındaki bu haberlere de sadece izleyici kalırız. Dünya işçi sınıfı örgütlenip kapitalizmin sonunu getirmeyi başardığında insanlık bir daha bu ve buna benzer acıları yaşamayacaktır. Aydınlı’dan bir Marksist Tutum okuru

45


Okurlarımızdan H

Kadınlara Kıymayın Efendiler!

angi gazeteyi alsam elime, hangi TV kanalını açsam karşıma çıkar oldu bugünlerde: “Kadına şiddet son yıllarda kat kat arttı. Kadınlar sokak ortalarında, çocuklarının gözleri önünde öldürülüyor. Kadına şiddete dur diyelim!” Burjuva medya seferber olmuş kadına kalkan elleri kırmak için. Burjuva kadınlar dernekler kuracakmış, işadamları ellerinden gelen her şeyi yapacaklarmış. Doğan Grubunun kadın başkanı “şiddet erkeğin sorunu” demiş. Sıralanıyor gidiyor haberler arka arkaya. İnsanların nasıl bu hale geldiği, eşleri bu duruma getiren şeyin ne olduğu hakkında tek bir satır yok. Geçiyorum başka haberlere: “Somali’de 90 günde 29 bin çocuk öldü diyor.” İçime oturan iki haber… 1) Su ve bir parça ekmek alabilmek için kilometrelerce yol yürüyen anne ve üç çocuğu. Hepsi aç, hepsi hasta. Ama yürümek zorundalar, o gün de yaşayabilmek için yürümek zorundalar. Üçünü birden götürmekte zorlanıyor anne ve bir annenin karşılaşabileceği en büyük acıyla yüz yüze kalıyor. Üç çocuğundan birini seçip çölde bırakmak zorunda, yani ölüme terk etmek zorunda diğer ikisini yaşatabilmek için. İçlerinden en zayıf olan bebeğini yolun ortasında bırakarak devam ediyor yoluna gözyaşlarıyla. Yani aslında kolunun birini bırakarak, yani aslında gözünün birini bırakarak, yani aslında tüm vücudunu ortadan ikiye bölerek, dağlanarak yürümeye devam ediyor. 2) Yine yemek alabilmek için kuyrukta bekleyen bir başka anne. Kucağında iki çocuğu. Biri oracıkta ölüyor açlığa daha fazla dayanamayıp; fark ediyor anne ama susuyor. Söylemiyor kimselere. Ölen çocuğuna verilecek ekmeği de alabilmek için. Alıp da diğer çocuğunu ölümden kurtarabilmek için. Günlerce çocuğunun ölüsüyle yan yana yatıyor. Bir gözü evladının cansız bedeninde, bir gözü diğerinin soluğunda, yitip gitmesin diye. Bir sürü soru belirdi kafamda. Kadına şiddet nedir? Kadına reva görülen bunca şeyin sorumlusu erkek midir? Bir annenin evladını ölüme bırakmak zorunda kalması kaç kırbaç acısıyla eşdeğerdir? Evladının ölüsüyle

yan yana uyuyabilme acısına katlanabilmesi kaç kurşun yarasına bedeldir? Hepsi tek tek cevap buldu sonra. Sonuçta insanın insanı sömürdüğü sınıflı bir toplumda yaşıyoruz. Ve sınıflı toplumların hepsinde olduğu gibi kapitalizm de kadına bir rol biçmiştir. Kadın erkekten sonra gelir ve kendisine reva görülen her şeye katlanmak zorundadır! Birleştirdim ben de bu iki haberi. Pek bir fark yoktu çünkü bence aralarında. Burjuva kadınlar, iş adamları, devlet başkanları sözde çözüm aramaya girişmişler, ama öte yandan bizzat onların sömürü düzeni güya çözmeye çalıştıkları sorunları üretmeye devam ediyor. Evet, kadına karşı uygulanan şiddetin her türlüsü yok edilmelidir. Ama bunu yok edecek olanlar, bizzat kendi elleriyle yaratanlar olabilir mi? Türkiye’deki, Somali’deki, Afganistan’daki, Irak’taki, Tunus’taki… Dünyanın her yerindeki emekçi kadınlar, bütün toprak parçalarındaki emekçi analar, bilin ki bize bu acıları reva gören kapitalist sistemin ta kendisidir. Düşmanı başka yerde aramaya gerek yok. Çareyi de başka kimsede aramamıza gerek yok. Çare bizde, kadın yüreklerimizde… Bu acılara katlanabilecek kadar sağlamsa bizim yüreğimiz, onların sömürü düzenini yok edecek güce de sahibiz! Gebze’den kadın bir işçi

46


Okurlarımızdan

Spartaküs Kimdir, İşçi Sınıfı İçin Önemi Nedir? “Dün sahiplerimiz için yaşıyorduk, yarın ise kendimiz için öleceğiz, işte özgürlük budur.” (Spartaküs) Egemen sınıflar tarih boyunca devrimci önderlere yapmadık zulmü bırakmamış, onları türlü işkencelerle katletmiş veya zindanlarda çürütmüştür. Öldükten sonra onları insanlara olduklarından çok farklı tanıtarak zararsız ikonlara dönüştürmek istemişlerdir. Türkiye’de Denizlerin, Mahirlerin, dünyada Che’nin gençliğe romantik kahramanlar olarak tanıtılıp resimlerinin tişörtlere basılmasına veya dizilerdeki solcu gençlerin esas oğlan olmalarına burjuvazinin ses çıkarmamasının nedeni budur. Şimdi de burjuvazi Spartaküs üzerinden aynı propagandaya devam ediyor, sözde Spartaküs’ü anlatan televizyon dizisinde Spartaküs’ün örgütlediği devrimci ayaklanma sadece köle sahibi Batiatus’un yaşadığı ahlaksız hayata gösterilen bir tepkiymiş gibi anlatılıyor, yoksa kahramanlarımızın kölelik düzeniyle herhangi sorunları yok! Dizideki Spartaküs, kurtuluşu sahibinin hanesinden kaçmak olarak görüyor, tıpkı günümüzde birçok işçinin kurtuluşu işyeri değiştirmekte gördüğü gibi. Dizinin sadece şu ana kadar yayınlanan kısmı bile tarihsel gerçekleri çarpıtmaya yetti. Bu dizide binlerce köleyi peşine takan, özgürlük için savaşan, dünya üzerindeki bilinen ilk devrimci isyanının lideri yok. Kölelik karşıtı sözleriyle neye karşı ve ne için savaştığını ortaya koyan adam yok. Şartlar el vermese de sınıfsız bir dünyanın mümkün olduğunu ve sömürülen emekçilerin örgütlü bir şekilde mücadele ederlerse iktidarı alabileceğini gösteren isyancıların lideri de yok. Bundan sonraki bölümlerde de böyle bir Spartaküs olmaya-

cak. Onun yerine gördüğümüz tek şey, ismi aynı olsa da başka hiçbir benzerliği olmayan, kölecilikle bir derdi bulunmayan, iyi dövüşen ve bilinmeyen bir nedenden dolayı Roma’ya başkaldıran garip bir adamın hikâyesi anlatılmakta. Elbette kapitalistlerin bir devrimciyi olduğu gibi göstermeleri beklenemez, Roma’nın köleci ekonomik yapısını ve zalimliğini tam olarak yansıtmaları da. Spartacus: Blood and Sand (Kan ve Kum) sadece Spartaküs’ün hikâyesi üzerinden para kazanmayı hedefleyen ve onu her şeyiyle bir metaya dönüştürüp tarihsel gerçekleri çarpıtan bir TV dizisi. Spartacus: Gods of Arena (Arenanın Tanrıları) ise gerçeklerle tamamen alâkasız ve bir dizi olayın tamamen cinselliğe ve şiddete odaklandığı, geriye de başka bir şeyin bırakılmadığı bir dizi olup aynı amacı taşıyor. Patronlar ne yaparlarsa yapsınlar ne devrimci önderlerin hatırasını işçi sınıfının belleğinden silebilecekler ne de işçi sınıfının devrimci mücadelesini durdurabilecekler. Tarihin her döneminde zulme ve sömürüye karşı çıkanlar oldu, olmaya devam edecek. Ta ki sömürü düzeni ortadan kalkıncaya dek. “Sıkı Durun. Kaçmadık. Yenilmedik… Çünkü Spartaküs ateş ve ruh demektir, yürek ve can demektir. Proleter devrimin iradesi ve eylemi demektir. Çünkü Spartaküs zafer özlemini, sınıf bilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir… Bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. Her şeye rağmen!” (Karl Liebknecht, 15 Ocak 1919) Bursa’dan Marksist Tutum okuru bir tarih öğretmeni

Yürürken Birlikte... Yürürken gönülden aynı yolları Açarken kanatlarını mavi gökyüzüne Aynı bayrağın altında sevebilmek Aynı sofrada bir zeytin tanesini Paylaşabilmenin tadıyla, yürüyoruz birlikte...

Yok edilmeden koca insanoğlu, Son ormanlık tutuşmadan Büyütmeli mücadeleyi varken zaman Yumruklar sıkılmalı, hedef seçmeli Diş bilenmeli, yerle bir etmeli saltanatları.

Dar ve karanlık sokaklardan geçerken Kızıl güneşin kılavuzluğuna sığınıp Koca bir ışık yaymalı kentlerin üstüne. Güvenin ve inancın kılavuzluğuyla Büyük meydanlara çıkabilmeli her an.

Ve alabildiğince nefes almalı derinden Şiirler okunmalı, türküler yakmalı içten Geçerken karmaşık şehirlerin sokaklarından Anarken sınıf kardeşlerinin mücadelesini Enternasyonal’i söylemeli gür sesle.

Hep beraber inatla, yılmadan çalışarak Yarabilmek umutsuzluğun karanlığını Yeni umutlar ekebilmek kardeşliğin tarlasına Aynı nehirlerin berrak sularından içmek kanarcasına Dalgalandırmak bayrağımızı kurtuluşa.

Gün sona ermeden önce kardeşler Unutmadan, ihanet etmeden kavgamıza Soluğumuz tükeninceye dek Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Yaşasın Sosyalizm! Sloganları zapt etmeli hayatı… Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir işçi

47


Şike, Futbol ve Sevgi F

utbolda şike skandalı gündemi hâlâ meşgul ediyor. İnsanlar bu takımlara o kadar çok bağlanmışlar ki, her ne olursa olsun takımlarını desteklemekten geri durmuyorlar. Futbol çoğu ülkede “din” gibidir. O kadar bağlıdır ki insanlar takımlarına, holiganlık baş gösterir ve statlarda bir sürü insan ölür. Yenilginin acısı diğer takımın taraftarlarından çıkartılır. Bunun adı sevgi oluyor bu arada. Takımı yendiği zaman baş üstünde tutarken, yenildiğinde “yönetim istifa” diye bağırıp soyunma odasına giden futbolcuların başlarına neler yağmadı ki. İşte sevgi bu olsa gerek! Tabii bu olayın bir de mali boyutu var. Bu takımların hepsi birer şirket, hepsinin borsada hisseleri var. Örneğin Fenerbahçe şike soruşturmasının başlamasıyla birlikte iki günde borsada 511 milyon TL para kaybetti. Bu da iki günde değerinin üçte birini kaybettiği anlamına gelir. Sadece bunlar değil tabii ki. Forma, bilet, reklâm gelirleri, GSM operatörleri (fenercell, kartalcell, GSMobile) kredi kartları, taşınabilir internet modemleri, şampiyonluk gelirleri, TV yayınları vs. gibi şeylerle muazzam paralar kazanıyorlar. Bazı insanlar artık o kadar abartmış ki üstünde takımının amblemi olmayan hiçbir şeyi taşımaz olmuşlar. Bu muazzam gelirlerin ana gövdesini taraftarlar oluşturuyor. Peki, taraftarlar takımların ya da başkanların ne kadar umurunda? Bir getirisi olmadığı sürece taraftarlar kimsenin umurunda değil. Galatasaray’ın yeni stadının açılışını hatırlayın. Başbakanın konuşmasını yuhalayan Galatasaray taraftarına Galatasaray başkanı Adnan Polat “kendini bilmezler” diye hitap edip bir daha o taraftarların stada alınmayacağını söyledi. Yani hep o reklâmı yapılan sevgi bazen satışa gelebiliyor. Bu kadar çok derdimiz varken insanlar yedi gün yirmi dört saat şike konuşur olmuşlar. Otobüste, işte, yolda, evde, okulda her yerde insanlar bunu devlet sorunuymuş gibi tartışıyor. Bu kadar çok sorunumuz varken birileri gündemi yine iyi değiştirdi. Tuzla’dan bir işçi

48

Futbol Asla Sadece Futbol Değildir! G

eçtiğimiz günlerde patlak veren şike olayı, eski yoğunluğundan uzak olsa da gündemi hâlâ işgal etmeye devam ediyor. Yıllardır dile getirilen bir gerçek vardır: Futbol asla sadece futbol değildir! İşçilerin yapmış olduğu ışıklı ve parıltılı statlarda, aldıkları onca paraya rağmen vergi oranları işçiden bile düşük futbolcuların paravan olarak kullanıldığı, bu paravanın ardında ise bir sürü pisliğin döndüğü bir endüstridir futbol. Şike soruşturmasında adı geçen kulüplerin yanı sıra diğer birçok kulüp de dahil olmak üzere hepsi, ticarethane olarak patronların ellerinde birer oyuncağa dönüşmüştür. Öyle ki, sahip oldukları fabrikalarda, şirketlerde işçileri sömürdükleri yetmezmiş gibi, aynı işçileri, emekçileri stadyumlara doldurarak, ekranların başına para karşılığı geçirerek tekrar tekrar kâr elde etmektedirler. Bunlar, işçi sınıfının rahatlama alanlarından biri olan futbol sayesinde eğlenip coştuğu, bir nebze de olsa dertlerinden sıyrıldığı bu durumu bile metalaştırmaktadırlar. Peki nasıl yapıyorlar bunu dersiniz? Kardeşler, kapitalistler bunu bile kendi meşreplerine uygun bir şekilde namussuzca yapıyorlar. Kulüplerin başındaki milyarder patronlar işçileri fabrikalarda nasıl kâr hırsı ile sömürüp namussuzca emek hırsızlığı yapıyorsa, aynı patronlar aynı işçileri, az olan gelirlerinden büyük bir kısmını harcayarak gittiği statlarda kirli futbollarını izlettirmek durumunda bırakıyorlar. Dediğim gibi üstüne üstlük bir de bundan kâr sağlıyorlar. Tekrar görmüş oluyoruz ki kapitalist sistem hayatımızın her alanında kendini var etmekte. Sadece fabrikalarımızda, işyerlerimizde değil, rahatlama alanlarımızın içine de uzanmakta. Bu kokuşmuş kapitalist düzen ancak ve ancak işçi sınıfının örgütlenip mücadeleyi yükseltmesi sonucu ortadan kalkacaktır. Erzincan Üniversitesi’nden bir öğrenci




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.