Mt no 88

Page 1

Temmuz 2012

Grev Yasaklarına, Sendikal Baskılara, Hak Gasplarına Karşı Birleşik Mücadeleye! • Kürt sorununda açmaz sürüyor • Kürtajı yasaklamak cinayettir

88

• Cezaevlerindeki vahşet • Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum /3 • Kitleleri kim, nasıl örgütleyecek?


G

eçtiğimiz birkaç hafta içinde Kürt sorunu bağlamında hızlı ve yoğun gelişmeler yaşandı. Önce Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ı Kürt sorununu görüşmek üzere ziyareti, ardından Leyla Zana’nın yaptığı açıklamalar, arada Kürtçenin seçmeli ders yapılması, sonra da Kandil’e giden gazeteci Avni Özgürel’in ziyaretinin içeriği hakkında açığa vurulan hususlar ve tüm bunların ardından gelen PKK’nin Oramar (Dağlıca) eylemi. Derken, çok geçmeden, Suriye hava sahasını ihlal eden bir Türk savaş uçağının Suriye tarafından vurularak düşürülmesi ve savaş tamtamlarının çalmaya başlaması. Yine bu süreçte KESK’teki Kürt emekçilere yönelik olarak KCK operasyonları kapsamında başlatılan tutuklama dalgası, Leyla Zana’nın Kürt hareketi cephesinden uyarı ve eleştiri almasına rağmen Erdoğan’la görüşmesi, artan asker ve gerilla ölümleri gibi gelişmelerle birlikte, Kürt sorunu ve onunla doğrudan ilişkili Suriye sorunu bağlamında çatışmanın kızıştığı yeni bir evreye geçilmekte olduğu görülüyor. Kimi çevreler Kürt sorununda çözüm çabalarının hâkim olduğu yeni bir yumuşama dönemine girilmekte olduğu yönünde hava yaratmaya çalışsalar da gerçeklik bunun tersine işaret etmektedir. Ortada hiçbir net bilgi olmamakla birlikte bazı mahfillerde birtakım çabaların yürütüldüğü varsayılsa bile, iç siyasetin muhtelif düzeylerdeki çelişkileri, bölgesel ve küresel dinamiklerin sergilediği eğilimler düşünüldüğünde, bunlar genel tabloyu değiştirmemektedir. Burada birçok faktörle belirlenen karmaşık bir denklem bulunmaktadır. Bu denklemin temel unsurunu hiç kuşkusuz uzun yılların çözümsüzlüğü içinde Kürt sorununun giderek ağırlaşması, yani birikim etkisi oluşturmaktadır. İçinde bulu-

Kürt Sorununda Açmaz Sürüyor Levent Toprak

1


marksist tutum

nulan dünya ve bölge konjonktüründe sorunun inatla sürüncemede bırakılması, çözümden ısrarla geri durulması Kürt halkının ve ulusal hareketinin tahammül sınırlarını zorlamaktadır. Bunun yanında en önemli dolaysız etmen olarak Suriye sorununun giderek kızışması yer almaktadır. Bir başka etmen ise devletin bir yandan umut dağıtıp, diğer yandan Kürt hareketinin elini kolunu budama ve bölerek güçsüz düşürme siyasetini ısrarla sürdürmesidir. Son olarak vurgulanması gereken bir etmen de yeni bir anayasa sürecinin işlemekte oluşu ve AKP’nin bu süreçte bir tür başkanlık sistemine geçmeyi arzulamasıdır. Bu arzu, başkanlık sistemi için ihtiyaç duyduğu ekstra oyları asıl olarak MHP seçmeninden devşirebileceğinin hesabını yapan Erdoğan’ı, bu seçmen kitlesini kritik dönemece kadar kendisinden uzaklaştırmayacak bir yol tutturmaya sürüklemektedir.

Suriye Bu etmenler dizisi içinde Suriye sorununun özel bir ağırlık ve öncelik taşıdığını görmek gerekiyor. Bölgesel ve küresel ölçekli dinamiklerin doğrudan doğruya işlemekte olduğu Suriye sorunu birçok gelişmeyi belirlemektedir. Türkiye’nin de bir parçası olduğu ve dahası mızrak uçluğuna soyunduğu emperyalist Batı ittifakının Suriye üzerindeki baskıları gitgide artmaktadır. Bir yandan silahlı muhalefete yapılan yardımlara hız verilmekte ve bu doğrultuda uluslararası medyaya yansıyan haberlerin dozu giderek artmakta, diğer yandan ise Esad rejimi üzerindeki basınç her düzeyde arttırılmaktadır. Bu durum Suriye’nin arkasında saf tutan ve onu silahlandıran Rusya’yı bile doğrudan etkilemeye başlamıştır. Örneğin Suriye’ye helikopter parçaları götüren bir Rus gemisinin İskoçya açıklarında durdurulması ve sevkiyatın engellenmesi bu açıdan dikkate değer bir gelişmedir. Batılı emperyalist güçler Rusya üzerindeki baskılarını gözle görülür biçimde arttırmış durumdadırlar. Bunun karşısında Rusya ise diş göstermekte, Suriye’ye bir askeri saldırıya asla cevaz vermeyeceğini ilan etmektedir. Elbette bunlarla yetinmemekte, Suriye’yi silahlandırmaya alabildiğine hız vermektedir. Sevkiyatı engellenen helikopter parçaları bunun sembolik ifadesidir. Suriye’de bir tampon bölge oluşturma tartışmalarının ayyuka çıktığı bir süreçte Suriye’nin hava savunma sistemlerinin modernleştirilerek güçlendirilmesi ve Türk uçağının da düşürülerek gözdağı verilmesi hep bu çerçevede düşünülmesi gereken gelişmelerdir. Zaten o Türk savaş uçağı da, belirtilerin kuvvetle işaret ettiği üzere, Suriye’nin hava savunma sistemi hakkında istihbarat toplama amacıyla o bölgelerde keşif uçuşu yapmaktaydı. Suriye’nin Rusya için kritik bir öneme sahip olduğu uzun boylu anlatılması gerekmeyen bir olgu. Rusya’nın Akdeniz’de sahip olduğu tek deniz (ve aynı

2

Temmuz 2012 • sayı: 88

zamanda hava) üssü Suriye’de bulunuyor. Suriye’nin kaybedilmesi Rusya için bölgede çok önemli bir müttefikin ve dayanağın kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Suriye bağlamında karşı karşıya gelen güçler Suriye’nin çok ötesine taşan bir anlam ifade etmektedir. Bir yanda Suriye-İran-Rusya-Çin ekseni (mevcut iktidarıyla Irak da dahildir) diğer yanda ise ABD-AvrupaTürkiye-Suudi Arabistan ve hempalarının oluşturduğu eksen karşı karşıya gelmektedir. Bu bakımdan küresel emperyalist güçler arasında yürümekte olan kapışmanın oldukça dolaysız biçimde işlemekte olduğu bir süreç yaşanmakta Suriye bağlamında. Bu durumda Suriye içindeki siyasal güçler de bu büyük eksenli kutuplaşmada bir yer tutmaktalar ya da tutmak zorundalar. Esadcı güçler Rusya ekseninde yer alırken, başta İslamcı güçler olmak üzere Esad rejimine karşı silahlı mücadele yürüten belli başlı diğer güçler de Batı emperyalizmi ekseninde yer almaktalar. Bu güçler dizilişi içinde Suriye’deki Kürt hareketinin hangi tarafta yer alacağı meselesi önem taşımaktadır. Mevcut muhalefet güçlerinin Esad rejimi karşısında başlangıçta beklendiği kadar güçlü bir varlık gösterememiş olduğu ve Esad rejiminin sanılandan daha fazla güce ve toplumsal dayanağa sahip olduğu ortaya çıkmışken bu mesele daha da kritik bir hal almaktadır. Türkiye Suriye’de otonom ya da bağımsız bir Kürdistan oluşmasını engellemeye, engelleyemiyorsa bunun öncelikle PKK’nin hâkimiyeti altında olmamasına ve de doğrudan ya da Barzani üzerinden dolaylı olarak kendi nüfuzu altında kalmasını sağlamaya çalışmaktadır. Tarihsel olarak Barzaniciliğin hâkim olduğu Irak Kürdistanı’ndan farklı olarak Suriye Kürdistanı’nda PKK’nin etkin bir güç konumunda olması Türkiye için büyük bir sıkıntı oluşturmaktadır.

Suriye’deki Kürt hareketi Esad rejimine karşı açık bir muhalefet konumu almamış ve muhalefet güçleri arasına katılmamıştır. PKK’nin en güçlü parçasını oluşturduğu Suriye Kürt hareketinin şu ana kadarki tavrı genel olarak bir bekle-gör tavrı niteliğindedir. Suriye’de yaşanan tüm bu sürecin nihayetinde Batı Kürdistan’ın, aynı Irak’ta olduğu gibi otonomlaşmaya ve giderek bağımsızlaşmaya doğru evrilmesi açık ve kuvvetli bir olasılık olarak ufukta belirmiştir. Tam da bu nedenle, Suriye Kürdistanı’ndaki yaşanan ve yaşanabilecek gelişmeler Türkiye’nin başlıca ilgi ve endişe kaynağını oluşturmaktadır. Arap halklarını saran isyan dalgası Suriye’ye de ulaştığı andan itibaren Türkiye Irak’a benzer bir durumun Suriye’de yaşanmasını engellemeyi ana hedefi olarak tayin etmiş durumdadır. Bu nedenle Suriye konusundaki politikasını alelacele ve kaba biçimde 180 derece çevirerek öne atılmış,


sayı: 88 • Temmuz 2012

ileride yaşanabilecek süreçlerde temel bir aktör olarak masada ve sahada etki sahibi bir güç olarak yer almayı güvencelemeye çalışmıştır. Özetle, Irak’ta “kaçan fırsatı” Suriye’de kaçırmak istememektedir. Bu politikanın aynı zamanda Suriye üzerinde genel anlamda nüfuz sahibi olma açısından da Türkiye’nin alt-emperyalist konumuna uygun düştüğünü kaydetmek gerekir. Türkiye Suriye’de otonom ya da bağımsız bir Kürdistan oluşmasını engellemeye, engelleyemiyorsa bunun öncelikle PKK’nin hâkimiyeti altında olmamasına ve de doğrudan ya da Barzani üzerinden dolaylı olarak kendi nüfuzu altında kalmasını sağlamaya çalışmaktadır. Tarihsel olarak Barzaniciliğin hâkim olduğu Irak Kürdistanı’ndan farklı olarak Suriye Kürdistanı’nda PKK’nin etkin bir güç konumunda olması Türkiye için büyük bir sıkıntı oluşturmaktadır. Her halükârda Suriye Kürdistanı’nın otonomlaşmasının Kürt coğrafyasının bütününde büyük bir hava değişimine yol açacağı ve Türkiye’deki mücadeleye olağanüstü bir itilim vereceği açıktır. İşte Türkiye’nin gerek daha önce Esad’la canciğer kuzu sarması diye tarif edilebilecek Suriye siyasetinden aniden çark etmesi, gerekse de Türkiye’deki Kürt sorununda izlemeye başladığı ürkek “açılım” siyasetinden dönmesi asıl olarak bu bağlamda olmuştur. Böylece Arap halklarının isyan dalgası hem içeride hem dışarıda, korkak TC’nin gerici yüzünü ortaya çıkarmıştır. AKP’nin 2009’da yaşanan Habur kriziyle birlikte korkakça frene bastığı doğrudur, ancak kesin tornistan esas olarak Suriye’nin kaynamaya başlamasından sonra gerçekleşmiştir. O noktadan sonra AKP “açılım” ve müzakere siyasetini rafa kaldırıp, Kürt hareketine karşı dört koldan saldırı siyasetine geçmiştir. Nitekim gizli

marksist tutum

Oslo görüşmelerinin Habur’dan sonra da devam ettiği ortaya çıkmıştır. Bir protokol üzerinde anlaşmaya varıldığı halde, tam da Arap isyanının başladığı süreçte bu protokoller hükümet tarafından onaylanmamış, ardından Silvan saldırısı gelmiş ve müzakere süreci berhava olmuştur. Bu kısıtlı analizden de görülebileceği gibi, Kürt sorunu bağlamında yaşanan gelişmeleri sadece iç dinamiklerle okumaya çalışmak genel olarak eksik bir yaklaşımdır. Çoktan beridir uluslararası yönleri önplana çıkmış bir sorun olarak Kürt sorunu bu düzlemdeki dinamiklerden bağımsız olarak asla ele alınamaz.

Topyekün baskı politikaları Darbe soruşturmalarıyla orduyu da büyük ölçüde hizaya soktuğu bir süreçte, “ben farklıyım, bu kez de ben deneyeyim” kibrine kapılan AKP, Kürt hareketini ezme, yalıtma, etkisizleştirme ve halk desteğini kırma çabasına girişti. Aklınca bir yandan da geçmişten farklı olarak bölgeye ve Kürt halkına bazı ekonomik ve kültürel kırıntılar vererek halk ile ulusal hareketi birbirinden ayrıştırabileceğini hayal etti. KCK operasyonları kapsamında binlerce insan içeriye tıkıldı ve Kürt hareketinin legal kadrosuna önemli bir darbe vuruldu. Ancak bu baskılar “pek akıllı” güvenlik danışmanlarının tahmin ettiği sonucu vermedi. Kürt halkının ulusal harekete desteği azalmadı. Aksine AKP’nin çok şey bağladığı 2011 seçimlerinde tüm engellere rağmen Kürt hareketi büyük bir başarı elde etti. Bu durum AKP’nin kibrini ve saldırganlığını daha da arttırdı ve iş milletvekilliği gaspına kadar vardırıldı. Bir yandan milyonlarca Kürt için tartışmasız bir lider konumunda olan Öcalan o günlerden bu yana, yani bir yıla yakın süredir avukatlarıyla bile görüşmesinin engellendiği bir tecride alındı, diğer yandan da sadece Kürtler değil Kürt halkının hak ve özgürlüklerini savunan herkes hedef tahtası haline getirildi. Hapishaneler tıka basa tutuklularla dolduruldu. İşte bu baskı politikaları hiç hız kesmeden günümüze kadar geldi. Bu iş o raddeye geldi ki, AKP’ye birçok konuda destek vermiş liberallerin bile önemli bölümü eleştirel bir konuma geçmeye başlamıştır. Hatta bunlardan bazıla-

3


marksist tutum

rıyla AKP açıkça karşı karşıya gelmiş ve bunlar bulundukları gazetelerden attırılmıştır. Durum buyken yine de bazı kalemler AKP’nin hiçbir ciddi adım atmaksızın, sadece bir parmak şıklatmayla Kürt halkını ve hareketini tavlayabileceği anlamına gelen yorumlar yapabildiler. Halbuki, AKP’nin, özellikle son bir yılda izlediği fütursuz baskı politikalarıyla, hele de bunun bir ürünü olan Uludere katliamı gibi tarihe kazınacak suçlarla Kürt halkında yol açtığı öfkeyi ve ulusal harekette oluşan tahribat ve acıları yok sayarak siyasal tahlil yapılamaz. O nedenle Öcalan’a uygulanan tecride, KCK operasyonlarına ve bölgedeki askeri-polisiye operasyonlara son verilmeden, tümüyle keyfi biçimde içeride tutulan milletvekilleri salıverilmeden vb. yeni bir yumuşama ortamının oluşması beklenemez. Bunlar Kürt halkının ve her tutarlı demokratın Kürt sorunu bağlamında bugün savunduğu yakıcı somut talepler haline gelmiştir. AKP ise en pespayesinden Şark kurnazlığıyla Kürtçeyi seçmeli ders yapmakla tüm bu suçlarının unutulacağını sanmaktadır. Öte yandan AKP ve akıldanelerinin izledikleri politikanın bir yönünü de Kürt hareketini bölme çabaları oluşturmaktadır. Bunun en bildik yönünü sürekli olarak PKK içindeki farklı güçler, eğilimler olduğuna dair haber ve yorumlar yapılması oluşturmaktadır. Bu haberler doğru olsaydı şimdiye kadar PKK’nin onlarca kez dağılıp paramparça olması gerekirdi. Elbette her büyük örgütte olduğu gibi PKK içinde de farklı eğilimler olması kaçınılmazdır. Ancak Türk medyasında yapılan haberlerde, devlet yetkililerinin, sözde güvenlik uzmanlarının yorumlarında, demeçlerinde yansıyan tablonun gerçeklerle pek ilgisinin olmadığı, bunların büyük oranda dezenformasyon ve manipülasyon amaçlı olduğu açıktır. Egemen güçlerin bu çabalarının bir diğer ayağını ise kendilerine Kürt hareketi içinden legal alanda farklı muhataplar yaratmak oluşturmaktır. Kâh Kemal Burkay

Temmuz 2012 • sayı: 88

gibi kişiliklerden medet umulmakta, kâh BDP, hareketin bütününden soyutlanmaya ya da bölünmeye çalışılmaktadır. Bu çabalara son yıllarda dış destek de önemli ölçüde dâhil edilmeye çalışılmış, bu konuda özellikle Barzani’den medet umulmuştur. Çok ümit bağlanan bu gayretkeş çabalardan şimdiye kadar istenen sonuçların alınamadığı ortadadır. Aksine çoğu zaman bu çabalar ters tepmiştir. Elbette bunun şimdiye kadar böyle olmuş olması bundan sonra da değişmez biçimde böyle tecelli edeceği anlamına gelmez. Sonuç olarak milyonları kucaklayan çok geniş bir ulusal hareketten söz ediyoruz. Bunun içinden çok değişik kesimlerin yer aldığı, farklı eğilimlerin olduğu açıktır. Hele bölgede kapitalizm gelişip, belli kesimler palazlandıkça bu tür eğilimlerin daha da belirginleşmesi öngörülebilir. Ancak düzenin hiçbir ciddi adım atmadığı ve atmadığı gibi alabildiğine baskı politikalarına sarıldığı ve adeta ayrımsız tüm kesimleri keyfi biçimde içeri tıkabildiği şartlarda bu politikaların tutması zordur. Üstüne üstlük, genel olarak bakacak olursak, 100 yılı aşkın bir ulusal hareket deneyimini geride bırakan, onlarca isyan gerçekleştirmiş ve büyük ihanetlerin deneyiminden geçerek politize olmuş bir halk söz konusudur.

Kürt halkının demokratik talepleri karşılansın Son haftalar yaşanan ve Dağlıca eylemiyle tırmanan gelişmeler birçok kesimde şaşkınlığa ve kafa karışıklığına yol açtı. Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ı ziyareti ve Kürt sorununun çözümü için yaptığı akil adamlar heyeti önerisi, Murat Karayılan’ın ılımlı açıklamaları, Öcalan’ın ev hapsi konusunda hayırhah görünümlü demeçler, Kürtçenin seçmeli ders yapılması vb. sonucu, Kürt sorununda yeni bir yumuşama ve hatta müzakere sürecinin başlamış olabileceğine dair iddia ve imalar havada uçuşmaya başlamışken Dağlıca eyleminin anlamı Ortada derin kökleri olan ve özünde haklı bir politik dava vardır. 100 yılı aşkın süredir var olan Kürt ulusal sorunu, bu süre zarfında dört ülkede nice baskılara, nice katliamlara, nice acılara rağmen her seferinde yeniden su yüzüne fışkırmış ve kendini kabul ettirmiştir. Cin çoktandır şişeden çıkmıştır.

4


sayı: 88 • Temmuz 2012

marksist tutum KCK operasyonlarına, bölgedeki askeri-polisiye operasyonlara ve Öcalan’a uygulanan tecride son verilmeden, tümüyle keyfi biçimde içeride tutulan milletvekilleri salıverilmeden vb. yeni bir yumuşama ortamının oluşması beklenemez. Bunlar Kürt halkının ve her tutarlı demokratın Kürt sorunu bağlamında bugün savunduğu yakıcı somut talepler haline gelmiştir.

neydi? Elbette bu baş döndürücü gelişmeler sayısız türde spekülasyonu tetiklemiş durumda. Daha baştan belirtmeliyiz ki, “bir barış süreci var mıydı”, “Dağlıca eylemi ile bu süreç sabote mi oldu”, “bunun sorumlusu kim” türü sorular üzerine spekülasyonlar ancak belirli açılardan ve sınırlı bir anlam ifade eder. Zira bir barış süreci olsun olmasın, bir sabotaj olsun olmasın, olduysa sorumlusu kim olursa olsun, değişmeyen temel ve nesnel bir gerçek var. Eğer milyonlarca insana ıstırap veren ve derin tarihsel kökleri olan bir politik sorun varsa ve bu sorun ısrarla hakiki bir çözüme kavuşturulmuyorsa, ya da en azından böylesi bir çözüm yoluna sokulmuyorsa, o zaman her türlü acılı hadisenin yaşanması için yeterli nesnel zemin var demektir. Bu işin neden olduğuna, zamanlamasına vs. dair binbir spekülasyon yapılabilir ama bu gerçek değişmez. Demek ki önemli olan, gerçek bir çözüme gidilmesi ve bu nesnel zeminin ortadan kaldırılmasıdır. Gündelik gelişmelerin zikzakları içinde bu nokta asla gözden kaçırılmamalıdır. Bugüne kadar yaşanan gelişmeler devletin Kürt sorunu konusunda ciddi bir adım atmaya son derece gönülsüz olduğunu göstermektedir. Egemen sınıf içinde bir kesimin müzakereler ve belli haklar verilmek suretiyle bu sorunun bir biçimde çözülmesinden yana olduğu biliniyor. Ancak ne bu kesimler yeterli özgürlükçü ve demokratik bakışa sahip olmuşlar ne de yeterince kararlı ve güçlü davranmışlardır. Silahlı mücadele yürüten ve kitle desteğine sahip hiçbir ulusal kurtuluş hareketi “silah bırak” demekle silah bırakmaz. Bir yandan ilgili ilgisiz binlerce insanın içeri tıkıldığı KCK operasyonları sürdürülürken, öte

yandan bölgede askeri operasyonlar yürütülürken ve dahası Suriye Kürtlerinin önünü almak için yeni yeni melanetler tasarlanırken silahlı mücadelenin son bulması mümkün olabilir mi? Bunlara milyonlarca insanın tartışmasız bir lider olarak sahip çıktığı Öcalan’ın bir yıla yakın süredir tecritte tutulması, avukatlarıyla bile görüştürülmemesini eklediğimizde durum daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Silah bırakılması için, tüm tarihsel örneklerde görüldüğü gibi, kapsamlı müzakerelerin yürütülmesi ve güvene dayalı bir anlaşmaya varılması gerekir. Bu olmaksızın “silahlarını bıraksın” demek ve sonrası için “Allah kerim” havasında imalarda bulunmak, çözümsüzlükte ısrar eden bir demagojidir. Ortada derin kökleri olan ve özünde haklı bir politik dava vardır. 100 yılı aşkın süredir var olan Kürt ulusal sorunu, bu süre zarfında dört ülkede nice baskılara, nice katliamlara, nice acılara rağmen her seferinde yeniden su yüzüne fışkırmış ve kendini kabul ettirmiştir. Cin çoktandır şişeden çıkmıştır. O halde ulusal baskı ve onun yarattığı acılardan da, emperyalist plan ve tezgâhlardan da kurtulmanın yolu soruna gerçek bir çözüm sağlanmasından geçiyor. Tarihsel deneyimlerin gösterdiği ve devrimci işçi sınıfının da yüz elli yılı aşkın mücadele tarihinde programına yazmış olduğu tek tutarlı çözüm ise ezilen ulusa kendi kaderini tayin hakkının verilmesidir. Bugünün Türkiye’sindeki mevcut şartlarda ilk yapılacaklar ise, Kürt hareketinin çeşitli temsilcilerinin uzun zamandır dile getirdikleri Kürt halkının anadilde eğitim, özerklik, anayasal vatandaşlık gibi haklı demokratik taleplerinin yerine getirilmesi ve bu temsilcilerin muhatap alınarak barışçı bir çözümün yolunun açılmasıdır. 

5


Cezaevlerindeki Vahşet

Gülhan Dildar

K

apitalizm dünya ölçeğinde tarihsel bir bunalımın içine girmiş durumda. Derinleşen krizin yansımalarını her alanda görmek mümkün. İşsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet her geçen gün daha da artarken, dünyanın dört bir köşesinde işçi-emekçi kitleler yaşam koşullarına isyan ediyorlar. Ancak buna karşılık sermayenin siyasal ve toplumsal baskısı da artıyor. Kitleler kontrol altına alınmaya çalışılıyor, en ufak bir hak arama mücadelesinde dahi tutuklamalar, gözaltılar gerçekleştiriliyor. Bunun yanı sıra toplumdaki yoksulluk ve sefalet derinleştikçe suç oranlarında ve mahkûm sayılarında da bir hayli artış görülmektedir. Özellikle 90’ların başından itibaren cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin sayısının katlanarak arttığı gözlemlenmektedir. Rüyalar ülkesi olarak görülen ABD’de ve burjuva demokrasisinin sınırlarının görece daha geniş olduğu AB ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de durum böyledir. Türk Tabipler Birliği’nin verilerine göre cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısı 2002 yılında 59 bin civarında iken, bu yıl bu sayı 130 bini aşmıştır. Türkiye’de cezaevlerinin insanlık dışı koşulları, Urfa E Tipi Cezaevinde bu duruma isyan eden 13 mahpusun yanarak yaşamını yitirmesi ve Gaziantep, Adana ve Karaman cezaevlerinden bu isyana destek gelmesiyle birlikte bir kez daha gündeme gelmiş oldu. Gerek siyasi tutsaklar, gerekse adli mahpuslar cezaevlerindeki insanlık dışı koşulların değişmesi için yıllardır seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Ne var ki, İnsan Hakları Derneği’nin ve çeşitli demokratik

6


sayı: 88 • Temmuz 2012

kitle örgütlerinin cezaevi koşullarına defalarca dikkat çekmesine ve uyarılarına rağmen Adalet Bakanlığı ve cezaevi yönetimleri beklendiği üzere kıllarını bile kıpırdatmamışlardır. Sonuç olarak, devletin hiçbir şekilde mahpusların ve onların yakınlarının taleplerini dikkate almaması ve cezaevi koşullarının tahammül edilemez boyutlara ulaşmasıyla birlikte, Urfa E tipi Cezaevinde, 16 Haziran akşamı C-15 koğuşunda kalan adli suçlular yaşadıkları insanlık dışı koşulları protesto etmek için yatak ve yorganlarını ateşe verdiler. Sloganlar atarak yaşadıkları vahşeti duyurmaya çalıştılar. En küçüğü 18 ve en büyüğü 34 yaşında olan gencecik 13 insan, yanarak ve dumandan zehirlenerek korkunç bir şekilde can verdi. Sözümona “adaleti” sağlamak için kurulmuş olan Adalet Bakanlığından yapılan utanmazca açıklamalarsa insan hayatına zerre kadar değer verilmediğini ortaya koyuyordu. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, isyanın üzerini şöyle örtmeye çalışıyordu: “Vantilatör yüzünden kavga çıkmış.” Yine Urfa Valisi Celalettin Güvenç de benzer bir açıklama yapmıştı: “Mahkûmlar kendi aralarında yaptıkları kavga sonucunda yatakları yakıyorlar. Maalesef kapıların açılmasına kadar geçen sürede böyle bir olay yaşadık.” Oysa İHD’nin tutuklu ve hükümlülerle ve onların aileleriyle yaptığı görüşmelere göre hazırladığı raporda, çıkan yangına saatlerce hiçbir müdahale yapılmadığı ve kapıların açılmadığı belirtiliyor. Yangın sonrasında gardiyanlar ve askerler bahçeye kaçarlarken, mahpuslar kendi kaderlerine terk edilmiştir. Basına da, isyanın mahkûmların kavga sonrası yangın çıkarmaları olarak yansıtılmasının yanı sıra “sakın ha gündem etmeyin” denmiştir. Gerçeklerin Özgür Gündem ve yerel Kürt basınına yansımasının ardından Adalet Bakanı ve diğer devlet yetkililerinin yaptıkları açıklamalar biliniyor: “Yazılanların gerçeklerle ilgisi yoktur!” Oysa durum hiç de Adalet Bakanı’nın üzerini kapatmaya çalıştığı gibi değildir; yıllardır insanlık dışı cezaevi koşullarının getirdiği sorunların birikimi sonucu “kavga” değil bir isyan patlak vermiştir. 375 kişilik kapasitesi olan bu cezaevinde, 1057 tutuklu ve hükümlü kalmakta ve bu nedenle mahkûmlar en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamamakta ve zulüm görmekteydiler. Koğuşlar tıka basa dolu, yatacak yer yok, kokan battaniyeler, tuvalet kenarına serilmiş yataklar... Su günde sadece 2 kez 1 saat boyunca veriliyor. 6-8 kişinin kalması gerekirken 20’nin üzerinde mahpusun kaldığı koğuşta kim ne zaman ihtiyaçlarını giderebilecek? Aşırı yağlı yemekler, içinde böcekler ve kırılmış plastik çatal bıçak parçaları... Kantinde her şey mahpuslara üç kat pahalı fiyattan satılıyor.

marksist tutum

Siyasi tutsaklar, adli koğuşa atılarak cezalandırılıyor, her gün dayak, her gün taciz... İnsanlar delirecek noktaya getiriliyor. En insani ihtiyaç olan sohbet ve havalandırma hakkı verilmiyor. Hasta mahpuslar hastaneye sevk edilmiyor, tedavi olamıyorlar. Revirlerde ise çoğu zaman kimse olmuyor. Bu koşullara ve işkence boyutuna varan baskıya daha fazla nasıl katlanılabilirdi ki? 4 ay önce C-15 koğuşundan tahliye olmuş eski tutuklu Bedir Taklan, İHD ile görüşmesi sırasında insanı dehşete düşüren koşulları şöyle anlatıyor: “Sıkıntılar, şikâyetler dikkate alınmıyor. Gardiyanlar kötü davranıyor. Daha önceki görüşmemizde sıkıntıları dile getirdik. Bence sorunlara dikkat çekmek için yangın çıkarıldı. Kapıyı açmayacaklarını tahmin etmediler. Kapı açılmayınca ölüme terk edildiler. Hatta beni bulunduğum koğuştan alsınlar diye kendimi bıçakladım. (Karnındaki bıçak izini gösterdi) Bağırsaklarım dışarıya çıktı. Bağırdık, çağırdık, kapıyı açan olmadı. Sesimiz kesilince kapıyı açıp beni hastaneye götürdüler. Banyo için günde 1 saat sıcak su veriliyor. 18 kişi bir saatte banyo yapacak, deniliyordu. Yetmediği için bir taraftan banyo yaparken bir taraftan da kovalara su koyuyorduk. Cezaevinde bir doktor bulunuyor. Haftada bir doktora çıkma hakkın var, sıra yetişmediği zaman diğer haftaya kalırsın, muayene olamazsın. Yangın arkadaşlar arasında yaşanan kavgadan dolayı çıkarıldı deniliyor. Bu doğru değil. Biz kardeş gibi geçiniyorduk, bize gelen yiyecekleri, eşyaları kardeşçe paylaşıyorduk.” Cezaevlerinde yaşanan bu sıkıntılar yeni değildir. Yine Urfa Cezaevinde, 22 Temmuz 2010’da, Erkan Gümüştaş, siyasi tutuklu olmasına rağmen, adli tutukluların arasına konulmak istenince kendi bedenini ateşe vererek cezaevlerindeki keyfi ve insafsız uygulamalara dikkat çekmeye çalışmıştı. KCK davası kapsamında tutuklanan ve 20 aydır bu cezaevinde bulunan BDP Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan, cezaevi koşullarının dayanılmaz boyutlara ulaştı-

7


marksist tutum

ğını anlatmak için Adalet Bakanlığına, TBMM İnsan Hakları Komisyonuna defalarca dilekçe yazıp, faks gönderdiğini, ancak hiçbir sonuç alınamadığını belirtiyor. Urfa Cezaevi koşullarını protesto etmek isterken 13 kişinin yaşamını yitirmesinin hemen öncesinde 13 Haziranda da yine faks gönderdiğini, ancak Adalet Bakanı ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün’ün gönderilen fakslardan haberdar olmadıklarını söylediklerini belirtiyor. İbrahim Ayhan, kaldıkları koğuşları şöyle tarif ediyor: “Kaldığımız koğuşlar 15 metrekarelik alandan ibarettir. İki katlı 15 metrekarelik bu alanların alt katında yemek yediğimiz yer, üst kat ise uyumak için kullandığımız alandır. Burada 10 metrekarelik beton bir mezarda yaşıyoruz. Olayın gerçekleştiği koğuş ile bizim kaldığımız koğuşlar aynı özellikleri taşımaktadır. Şu an itibariyle 10 kişi kalıyorsak da bu sayının 18 kişiye kadar da çıktığı oluyor. Kaldığımız koğuşta tuvaletin önünde yere yatak sermiş durumdayız.” Ayhan ayrıca cezaevi müdürlerinin ve gardiyanlarının orada kendi imparatorluklarını kurduklarını ve mahkûmları tehdit ederek, keyfi uygulamalar dayattıklarını anlatıyor: “Cezaevi yönetimine yaptığımız her başvuru ve talep bu iki şahıs tarafından sürgün tehdidiyle cevap bulmaktaydı. Medyaya ilk gün «kavga çıkmış» diye yansıdıysa da bu olayın gerçeğini yansıtmamaktadır. Bu olay cezaevi koşullarını protesto amaçlı yapılmış açık bir isyandı. Urfa cezaevinde bu koşullar altında insanın yaşamasının imkânı yok. Buradaki koşullar psikolojik, sosyal ve siyasal anlamda tam anlamıyla bir işkencehanedir. Sistematik bir işkence uygulanıyor. Sosyal anlamda herhangi bir koşul ve olanak bulunmamaktadır.” İlki 16 Haziran ve ikincisi 18 Haziranda patlak veren isyanının ardından, polis, cezaevi önüne gelen ve yakınlarını kaygıyla merak eden mahkûm yakınlarına da utanmadan azgınca saldırmıştır. İçerideki çocuklarından, eşlerinden, kardeşlerinden haber alma umuduyla orada bekleyen aileler azgınca tazyikli su, biber gazı ve gaz bombası kullanılarak dağıtılmaya çalışılmıştır.

8

Temmuz 2012 • sayı: 88

Cezaevi isyanlarının ardından mahpuslar sürgün ediliyor Yaşananlar sonrasında koşulları protesto eden hükümlü ve tutuklular adeta cezalandırılmak üzere farklı cezaevlerine nakledildiler. Nakledilen mahpusların aileleriyle ve avukatlarıyla görüşme imkânlarının maddi olanaksızlıklar nedeniyle neredeyse imkânsız hale geldiği ortadadır. Benzer sürgünler Urfa Cezaevindeki isyana destek veren cezaevlerinde de gerçekleşmektedir. Örneğin 21 Haziran günü sabah saat 4’te Adana’dan çevik kuvvet polisleri getirilerek, Karataş Kadın Cezaevinde koğuşlara baskın düzenlenip, koğuşlarda bulunan 4’ü siyasi 106 adli kadın tutuklu olmak üzere toplam 110 tutuklu, eşyalarının alınmasına dahi izin verilmeden, Ankara Sincan ve Aliağa Şakran kadın cezaevlerine nakledilmişlerdir. Nakil sırasında tutuklular darp edilmiştir. Karataş Cezaevinden Şakran Cezaevine nakledilen ve iki yıldır tutuklu olan Özgür Halk dergisi çalışanı Sevcan Atak, nakil sırasında yaşanan tüyler ürpertici olayı şöyle anlatıyor: “Cezaevine girişte bizi araçtan indirdikten sonra, tek tek arama noktasına almak istediler. Biz, tek tek aranmak istemediğimizi söyledik. Bunun üzerine tekrar ring aracına bindirdiler. Sonra, tekrar tek tek indirmeye başladılar. Arama noktasına giren arkadaşlarımızın karşı koyuş ve haykırışlarını duyuyorduk. Aslında, biz normal bir aramayı tabii ki kabul ediyorduk. Ama bize dayatılan, onur kırıcı ve taciz içeren bir aramaydı. 6-7 kadın gardiyan gülerek «girişe hazır mısınız?» diyerek kıyafetlerimizi zorla çıkarmaya başladılar. Birçoğumuzun kıyafetleri yırtıldı. Saçlarımız çekildi, yere yatırıldık. Pantolonlarımız ve iç çamaşırlarımız zorla çıkarıldı. Bu arada fark ettik ki içeride hepimizin sağlık dosyalarına bakmışlar ve özellikle rahatsız olduğumuz vücut bölgelerimizden bize zarar vermeyi amaçlamışlardı. Örneğin, rahim hastalığı olanların rahim bölgelerine, böbrek hastalığı olanların böbrek bölgesine, migreni olanların başına vuruyorlardı. Sonunda hepimiz çırılçıplak kaldık. Kadın gardiyanlar bizi o şekilde bırakıp, kapıyı da açık bırakmak suretiyle dışarı çıktılar. Ve aralık olan kapıdan askerlerin bize baktıklarını gördük. Bu durum hepimizi korkunç bir biçimde rahatsız etti. Yaşadığımız cinsel taciz, hepimizi çok etkiledi. Yaşadıklarımız nedeniyle suç duyurusunda bulunduk. Savcılığa götürüldüğümüzde Kürtçe ifade vermek istediğimizi söyledik, bunun üzerine


sayı: 88 • Temmuz 2012

marksist tutum

Türkiye genelinde cezaevlerinde yaşanan sorunlar benzerdir. Dışarıdaki baskının ve otoriterleşmenin bir devamı olarak, cezaevlerindeki insanın kanını donduran vahşet uygulamaları da giderek artıyor. Cezaevleri adeta toplama kamplarına dönüştürülüyor. AKP hükümeti ve devlet her türlü muhalefetin sesini kesmeye çalışıyor. Özellikle de KCK operasyonları kapsamında Kürtleri ve sosyalistleri içeri tıkıyor. Devlet, cezaevlerinde yapılan uygulamalarla adeta mahkûmlardan öç alıyor. başvurumuz alınmadı...” Yaşanan sorunlar tek başına Urfa Cezaeviyle sınırlı değil. Türkiye genelinde cezaevlerinde yaşanan sorunlar benzerdir. Dışarıdaki baskının ve otoriterleşmenin bir devamı olarak, cezaevlerindeki insanın kanını donduran vahşet uygulamaları da giderek artıyor. Cezaevleri adeta toplama kamplarına dönüştürülüyor. AKP hükümeti ve devlet her türlü muhalefetin sesini kesmeye çalışıyor. Özellikle de KCK operasyonları kapsamında Kürtleri ve sosyalistleri içeri tıkıyor. Devlet, cezaevlerinde yapılan uygulamalarla adeta mahkûmlardan öç alıyor.

Cezaevi sorununa devletin çözümü: “Daha fazla cezaevi inşa etmek” Cezaevleri, özellikle de Kürt coğrafyasında, gerçek kapasitelerinin üç katını aşan bir doluluk oranına çıkmış durumdalar. Yaşanan sorunlar ortadayken, çözüm olarak hükümet kanadından birbirinden utanmaz açıklamalar geliyor. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, çözüm olarak cezaevi sayısının arttırılacağı “müjdesini” veriyor: “2009’da Urfa Cezaevi’nde bu sorunu acil çözmek üzere harekete geçilmiş, ancak 1-1,5 yıl içinde oraya iki tane T tipi cezaevi yapılarak bu sorun giderilecek.” Benzer şekilde AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ise pervasızlığı had safhaya çıkararak, cezaevlerinin “ekonomik getiri”sine vurgu yapıyor: “196 yeni cezaevi yapılacak. Denetimli serbestlik yasasıyla 16 bin kişi tahliye edildi. Şanlıurfa’da inceleme yapılıyor. Cezaevleri kapatılınca tepkiler geliyor. O illerin ekonomisine de getirisi var.” Bir tarafta sorunlarına dikkat çekmek isterken cayır cayır yanan gencecik bedenler, bir tarafta da sermayenin temsilciğini yapan ve bu bedenler üzerinden cezaevi inşaatları ihalelerinden nemalanan, utanmadan ekonomik getiriden söz eden mahlûkat... Cezaevleri bir yandan binlerce Kürtle ve sosyalistle doldurulmakta, öte yandan adli suçlarda tam bir patlama yaşanmaktadır.

Dünyanın 17. büyük ekonomisi konumuna yükselmesiyle övünülen Türkiye’de, hırsızlık, gasp gibi suçların bu kadar artmasının sebebi nedir acaba? Her geçen gün daha da çürüyen kapitalist düzen, daha fazla suç üretmektedir. Asıl sorun, suç üreten bu düzenin kendisidir. Cezaevi sorunu, yeni cezaevleri inşa ederek ya da sözde tutuklu ve hükümlülerin şikayetlerini iletecekleri ve bu şikayetlerin inceleneceği “infaz hâkimliği müesseseleri” kurarak çözülemez. Bu kurumların bıraktık mahkûmların sorunlarını çözmesini, gelen şikâyetleri dahi incelemeden reddettikleri bizzat mahkûmların tanık oldukları durumlardır. Hükümet sözde cezaevlerini denetlemek için Cezaevi İzleme Kurulları oluşturmuştur. Ancak bu kurulların üyelerinin büyük kısmını bürokratlar oluşturmakta, bürokrat olmayanları ise bürokratlar seçmektedir. Dolayısıyla bu kurullar birer vitrin süsünden ibarettirler. Cezaevlerinde yaşananları tüm gerçekliğiyle ortaya serebilecek ve onları denetleyebilecek kurumların devletten bağımsız olmaları gerektiği çok açıktır. Bu denetim ancak tam yetkiyle donatılmış demokratik kitle örgütleri, mahpus yakınlarının dernekleri vb. tarafından yapıldığında gerçek anlamına kavuşabilir. Bunun yanı sıra, öncelikle Terörle Mücadele Yasası, Ceza Muhakemesi Kanunu gibi anti-demokratik yasalar ve sıkıyönetim mahkemesi işlevi gören Özel Yetkili Mahkemeler derhal lağvedilmelidir. İnfaza dönüştürülen uzun tutukluluk süreleri ortadan kaldırılmalıdır. Cezaevlerinin fiziki şartları derhal düzeltilmeli, cezaevindeki anti-demokratik uygulamaların, işkencelerin, kötü muamelelerin ve ölümlerin sorumluları tespit edilmeli ve cezalandırılmalıdır. Cezaevlerinin devletin fiziki baskı aygıtlarından biri olduğu ve buna karşı da mücadele verilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Cezaevi koşullarını belirleyen son tahlilde dışarıdaki mücadeledir. Bu düzenin zindanlarını yıkacak olansa bu mücadelenin doruğuna vardığı bir işçi devrimi olacaktır. 

9


Kürtajı Yasaklamak Cinayettir Ezgi Şanlı

S

ağlık Bakanlığı, Başbakanlıktan gelen talimat üzerine kürtaj hakkını ortadan kaldıracak ya da daha da sınırlandıracak olan yasal düzenleme için kolları sıvamış bulunuyor. Başbakan Erdoğan’ın kürtajın cinayet olduğu ve yasaklanması gerektiğine ilişkin açıklamalarına, demokratik kitle örgütlerinden, hatta AKP’nin tabanından bile tepki geldi. Partinin mütedeyyin-muhafazakâr tabanından bile tam destek görmeyen Başbakan Erdoğan, tepkilere rağmen “her kürtaj bir Uludere’dir” gibi inciler yumurtlayarak konuyu kaşımaya devam etti. Şüphesiz Başbakanın bu sözleri tesadüf değildir. AKP’nin, toplum vicdanında derin yaralar açan Roboski katliamına yönelik tepkiler karşısında gündem değiştirme çabasının yanı sıra, bu sözler, iktidar sahiplerinin kendini her şeye muktedir görme küstahlığını da sergilemektedir. AKP ve devlet, dilini ve elini kadın bedenine ve kadın haklarına uzatarak, toplumu muhafazakârlaştırma çabasını yoğunlaştırıyor. Kürtajın yasaklanmasını veya mevcut durumdan daha

10

öte sınırlamaları öngören yasanın hazırlıkları devam ederken tartışmalar da hız kesmiyor. Böyle bir düzenlemenin kadınların kazanılmış haklarına çok büyük bir saldırı olduğu açıktır. Bu nedenle tartışmaların ve tepkilerin büyüyerek devam etmesi son derece doğaldır.

Kürtaj yasağı hangi sınıfın kadınlarını vurur? Kürtajı yasaklayan ya da sınırlayan bir yasal düzenleme egemen sınıfın kadınları açısından ciddi bir zorluk getirmemektedir. Çünkü kürtajın yasak olduğu ülkelerde, burjuva sınıfın kadınları sahip oldukları geniş imkânlarla, kendi ülkelerinde de farklı ülkelerde de, istenmeyen gebelikleri sağlıklı koşullarda sonlandırabilmektedir. Gebeliklerini sonlandıramadıkları durumlarda da hayatlarını çocuk bakımına adamak zorunda kalmamakta ve her işlerini olduğu gibi kendi çocuklarının bakımını da işçi ve emekçi sınıfların kadınlarına yaptırabilmektedirler. Öyle ki egemen sınıfın kadınları, sağlıklı oldukları


sayı: 88 • Temmuz 2012

ve bebeklerini besleyebilecekleri halde, vücut formlarının bozulacağı gerekçesiyle bile bebekleri için sütanne çalıştırabilmektedir. Evlilik dışı gebeliklerde de, işçi ve emekçi sınıfın kadınları gibi ayıplanmamakta, baskı görmemekte, namus cinayetlerine kurban gitmemektedirler. Bu nedenle nereden bakılırsa bakılsın, açıktır ki kürtajla ilgili olarak planlanan yasal düzenlemeler asıl olarak emekçi kadınları vuracaktır. Türkiye’de doğurganlık oranlarına bakıldığında 2050’li yıllara doğru nüfusun yaşlanmaya başlayacağı öngörülmektedir. Bu durum genç, dinamik ve yoğun biçimde sömürülmeye müsait işgücünün pek de yakın olmayan bir tarihte azalacağı anlamına geliyor. Hâlihazırda Türkiye’nin nüfusu genç ve önümüzdeki 30 sene boyunca öyle olmaya devam edecek. Ama belli ki AKP’nin ve temsil ettiği sınıfın acelesi var! Ne genç işgücü ne de bir o kadar genç işsizler ordusu onlara yeterli gelmiyor. Şüphesiz bu sabırsızlığın altında tüm dünyada yükselen militarist dalga da son derece etkilidir. Hızla yayılma eğilimi gösteren emperyalist savaş süreci, egemenleri orduları büyütme, kanı akıtılacak kitleleri çoğaltma konusunda heveslendirmektedir. Recep Tayyip Erdoğan ve patronlar sınıfı, işçi sınıfının genç kuşaklarını bugünün taze işgücü, yarının asker ölüleri olarak tasarlamaktadır. Kapitalizmin derinleşen krizi, beraberinde savaşların yanı sıra, kitlesel ayaklanmalar da getiriyor, getirecek. Bu ayaklanmalara hazırlık olarak, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devletin otoriterleşme ve toplumu baskı altında tutma çabaları yoğunlaşmaktadır. Genç, dinamik ve yoğun biçimde sömürülmeye hazır bir nesil yetiştirme gayreti içindeki hükümet, bu neslin aynı zamanda yükselecek bir toplumsal muhalefet karşısında dalgakıran işlevi görecek şekilde dindar, muhafazakâr ve itaatkâr olmasını da istiyor. Bu nedenle Başbakan kadınlara “doğurun ve doğurduklarınızı dindar yetiştirin” diyor. “Hanım kardeşlerini” kürtaja karşı “hassas olmaya” davet ediyor. Eşinin kendi çocuklarını ne zorluklarla büyüttüğünü anlatıp, günümüzün “şanslı” kadınlarını kürtaja karşı beraber mücadele etmeye çağırıyor. Başbakan, kadınları ikna etme çabasıyla, zamanımızda çocuk büyütmenin kolay olduğunu iddia ediyor. Çocuk büyütmek kolaysa, neden bu ülkede her yıl 18 bin ölü doğum gerçekleşiyor? Neden 17 bin bebek 1 ayını doldurmadan, on binlerce çocuk 4 yaşına gelmeden ölüyor? Neden okullarda dağıtılan sütten zehirlenen çocukların büyük kısmının ciddi bir biçimde aç olduğu ortaya çıkıyor? Sokaklar, fabrikalar neden çalışan cılız çocuk bedenleriyle dolu? Neden çocuklar cezaevlerinde tecavüze uğruyor? Neden bombaların altında paramparça oluyorlar? Bu çocukların hayatını kurtarmak için hükümet neden en ufak bir girişimde bile bulunmuyor? Çok çocuk doğurması istenen kadınlar, hamile kaldıklarında işten atılıyorlar. İşten atılmadıklarındaysa çocuklarına bakacak kimse olmadığından işten çıkmak zorun-

marksist tutum

da kalıyorlar. Çünkü işyerlerinde kreş hakkı, kadınların elinden fiilen alındı. İşe giderken çocuğunun üzerine kapı kilitlemek zorunda kalan, ücretinin büyük bir kısmını çocuğunun bakımına ayıran, yoğun mesailer nedeniyle çocuklarını günlerce göremeyen, hamile kaldığında çalışma koşullarında hiçbir düzeltmeye gidilmediği için düşük yapan ve bunun gibi pek çok çileye katlanmak zorunda olan kadınlar için hayat hiçbir şekilde kolay değildir. Şüphesiz burjuvalar için kendi çocuklarını büyütmek kolaydır. Ama onlar için daha da kolay olan çok sayıda doğmasını istedikleri işçi sınıfının çocuklarını, yoksullukla, iş kazalarıyla, savaşlarla imha etmektir. Onları açlıktan öldürmektir. İşçi sınıfı için evlatlarını büyütmek kahır ve acıyla yüklü bir süreçtir. Durumu bu hale getirense burjuvazinin ta kendisidir.

Yasakçı zihniyet ve asıl katliam Tarihsel ve bilimsel gerçeklere rağmen egemenler, kürtajı, kadın hak ve özgürlükleri bağlamında değil dinsel referanslarla tartışmaya ve tartıştırmaya devam ediyorlar. Embriyonun yaşam hakkını savunmak adına pek çok kadının yaşam hakkını yok etmekten çekinmiyorlar. Henüz biyolojik bir oluşum olmaktan öteye geçmemiş ceninin yaşam hakkını savunur görünüp insanların yatak odasına kadar giriyorlar, kadın bedeni üzerinde tahakküm kurmaya çalışıyorlar. Oysa rakamların ortaya koyduğu inkâr edilemez gerçeklik asıl katillerin kim olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Başbakan, kadınları ikna etme çabasıyla, zamanımızda çocuk büyütmenin kolay olduğunu iddia ediyor. Çocuk büyütmek kolaysa, neden bu ülkede her yıl 18 bin ölü doğum gerçekleşiyor? Sokaklar, fabrikalar neden çalışan cılız çocuk bedenleriyle dolu? Neden çocuklar cezaevlerinde tecavüze uğruyor? Neden bombaların altında paramparça oluyorlar? Bu çocukların hayatını kurtarmak için hükümet neden en ufak bir girişimde bile bulunmuyor? Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği’nin açıklamasına göre, yasaklamalar nedeniyle dünyada her yıl 19 milyon kürtaj güvenli olmayan koşullarda gerçekleşiyor. Güvenli olmayan düşüklere bağlı olarak dünyada her sekiz dakikada bir kadın ölüyor. Güvenli olmayan düşükler dünyadaki anne ölümlerinin yüzde 13’üne, her yıl 68 bin kadının ölümüne, 5,3 milyon kadının hastalık ve sakatlığına neden oluyor. Oysa kürtajın yasak olmaktan çıktığı 1982’den bu yana Türkiye’de kürtajlar 3 kat azalırken anne ölümleri de 6 kat azalmış. Kadınların ortalama yaşam süresi 14 yıl artmış. 1950’de anne ölümlerinin nedeni yarı yarıya güvenli olmayan düşükler iken, bu rakam günümüzde %2’ye kadar düşmüştür.

11


marksist tutum

Bu rakamlara rağmen patronlar sınıfının has temsilcileri, işçi sınıfının kadınları adına ve bu kadınların hayatı üzerine konuşmayı büyük bir küstahlıkla kendilerine hak görüyorlar. Üstelik bunu yaparken, kendilerinin yaşamı ve günahtan uzak durmayı, kürtaj hakkını destekleyen kadınlarınsa cinayetleri savunduğunu iddia edecek kadar ileri gidiyorlar.

Nazizm ve kürtaj Erdoğan kürtaj hakkını savunan kadınları katillikle suçlarken “Türk milletinin geleceğinin tehlikede olduğunu” iddia ediyor. “Daha güçlü bir Türkiye için” genç, dinamik, muhafazakâr ve dindar bir nesil arzu ediyor. Bu öyle bir nesil olacak ki, fabrikalarda terini, savaşlarda kanını akıtırken zerre kadar tereddüt etmeyecek. Her zaman boyun eğecek. Eğilen bu boyna savaş madalyaları takmak ya da kılıç geçirmek egemenlerin inisiyatifinde olacak. Erdoğan’ın kürtaj hakkındaki açıklamaları, işte bu hevesin ürünüdür. Bu heves, dünya üzerinde milyarlarca insanın yoğun bir nefretle hatırladığı Nazilerin nüfus ve kürtaj politikalarını hatırlatmaktadır. Naziler, 1933 yılında Almanya’da iktidara geldiler ve hiç vakit kaybetmeden kürtajı, kürtaja yardımcı olmayı, hatta kürtajla ilgili bilgi vermeyi yasakladılar. 1934 yılında gizli polis örgütü olan Gestapo’da kürtaja ve eşcinselliğe karşı bir birim kuruldu. Sağlık kuruluşlarının bu birimle işbirliği yapması zorunlu tutuldu. Yeni Alman yasalarına göre mükerrer kürtaj durumunda kadına ölüm cezası veriliyordu. Yasa maddesi şöyle diyordu: “Suçlu, bu yolla Alman milletinin canlılığını sürekli engellerse ölüm cezasına çarptırılır.” Nürnberg Yasaları diye adlandırılan yasalar kimin kiminle evlenebileceğine, kimlerin şerefli Alman olduğuna, doğum kontrol uygulamalarının nasıl engelleneceğine ve çok çocuk doğuranların nasıl ödüllendirileceğine kadar pek çok şeye “açıklık” getiriyordu. Annelik artık özel hayatın alanına değil, devlete ve millete karşı vazifeler alanına giriyordu. Çok çocuk doğuran “şerefli” Alman anneleri stadyum törenlerinde madalyalarla ödüllendiriliyordu. Tüm bu uygulamaların sonucunda yaşanansa Alman kadınlarının doğurganlık oranında keskin bir düşüş olmuş. 1920’de kurulan aileler ortalama 2,3 çocuk dünyaya getirirken, bu oran 1940’ta 1,8’e kadar gerilemiş. Üstelik bu uygulamalar muhafazakâr olmakla övünen Türkiyeli egemenleri şaşırtacak şekilde evlilik içi değil ama evlilik dışı çocuk sayısını arttırmış. Naziler, en azgın tarafı oldukları ve her milletten on milyonlarca insanın “canlılığını sürekli engelledikleri” 2. Dünya Savaşının sonlarına doğru kürtaj politikalarında değişiklik yaptılar. Buna göre “aşağı ırklardan” askerlerin ve “komünizm hastalığını” bulaştırma ihtimali olan düşman Sovyet askerlerinin tecavüzüne uğrayan kadınlar kürtaj olacaktı. Ancak “yüksek ırklardan” askerlerin tecavüz

12

Temmuz 2012 • sayı: 88

ettiği Alman kadınlar bebeklerini doğurmak zorundaydılar. Devlet, o çocukların doğumunu ve bakımını sağlamak için “Yaşam Evleri” denilen evler açtı. Alman devleti tıpkı Sağlık Bakanı Akdağ’ın heves ettiği gibi tecavüze uğramış kadınların çocuklarına baktı. Ama sadece “yüksek ırklardan” ve engelsiz olanlarına! Diğerleri daha doğar doğmaz öldürülmek üzere “Yaşam Evlerinden” çeşitli merkezlere gönderildi. Kürtaj, pek çok kadının doğum kontrol yöntemlerine ulaşamamasından, erkek egemen zihniyetin baskısı altında bu yöntemleri kullanamamasından, çocuklara bakamayacak kadar yoksulluğundan, işten atılma korkusundan ya da tecavüzden dolayı başvurmak zorunda kaldığı bir yöntemdir. Bu yüzden, eğer bir cinayetten bahsedilecekse asıl cinayet emekçi kadınların kürtaj hakkından yoksun bırakılmasıdır. Ruhsal ve bedensel engelliler, Naziler tarafından tecavüze uğramış “aşağı ırklardan” kadınlar, “aşağı ırklardan” erkekler tarafından tecavüze uğramış “şerefli” Alman kadınlar, komünistlere oy vermiş mahallelerin kadınları kürtaja zorlanıyorlardı. Kısa süre sonra kürtajın yanı sıra bu kesimlere yönelik zorla kısırlaştırma da Nazilerin genel bir politikası haline gelecek ve acımasızca uygulanacaktı. Nazilerin kan dondurucu arşivlerinden, zorla kısırlaştırılan, kısırlaştırılırken sakat kalan, ölen yüz binlerce kadın ve erkeğin acıları fışkırmaktadır. Savaş bittiğinde, belgelere göre en iyimser rakamla 400 bin insanın zorla kısırlaştırıldığı ortaya çıkacaktı.

Emekçi kadınlar bedenlerine, evlatlarına ve kürtaj hakkına sahip çıkacak Kürtaj, egemenlerin iddialarının aksine kadınların doğum kontrolü için kullandıkları ya da sefih hayatlarının sonucunda mecbur kaldıkları bir uygulama değildir. Kürtaj, pek çok kadının doğum kontrol yöntemlerine ulaşamamasından, erkek egemen zihniyetin baskısı altında bu yöntemleri kullanamamasından, çocuklara bakamayacak kadar yoksulluğundan, işten atılma korkusundan ya da tecavüzden dolayı başvurmak zorunda kaldığı bir yöntemdir. Bu yüzden, eğer bir cinayetten bahsedilecekse asıl cinayet emekçi kadınların kürtaj hakkından yoksun bırakılmasıdır. Kürtaj aslında binyıllardır geleneksel yöntemlerle uygulanıyor. Ancak kapitalizmin tarihi boyunca kürtaj hakkı kadınlar açısından ciddi mücadelelerin konusu olmuştur. Kürtaj yasalarda bir hak olarak tanındığında bile kolaylıkla geri alınabilmiş, hem kürtaj hakkı için verilen mücadelelerin hem de kürtaj karşıtı kampanyaların ve yasaklamaların sonu gelmemiştir. Avrupa’da kürtajın yasalaşması mücadelesi, 1960’lı ve 70’li yıllarda yeniden canlanmıştır. Çünkü neredeyse yüzyılın başından beri, kürtaj bir hak değil


sayı: 88 • Temmuz 2012

suçtu. O tarihten bu yana kürtaj, Avrupa’nın pek çok ülkesinde kimi zaman yasaklanarak, kimi zaman yasaklar gevşetilerek hep gündemde kaldı. Örneğin İspanya’da ağır kısıtlamalar nedeniyle kamu kliniklerinde kürtaj oranları sadece %2,9’dur. İrlanda’da ise kürtaj tamamen yasaktır. Amerika’da ise 1880’li yıllardan sonra kürtajın pek çok eyalette yasaklanması gündeme gelmiştir ve bu yasak 1973 yılına kadar devam etmiştir. Ancak yasaklar kürtaj oranlarını düşürmemiştir. 1967-1973 yılları arasında yürüyen mücadeleler sonucu kürtaj hakkı bazı eyaletlerde yasalara girerken, bazı eyaletlerde ise yasaklar kısmen gevşemiştir. Ancak Türkiye örneğinde görüldüğü gibi kürtaj, erkek egemen, milliyetçiliği ve militarizmi besleyen kapitalizm altında, yasal bir hak olduğu ülkelerde bile tehdit altındadır. Kürtajın bir kadın hakkı olduğunu inkâr eden, Nazilerin nüfus politikalarına özenen Türkiyeli egemenler, “büyük devlet” olma sevdasıyla gerçekleri karartmaya devam ediyorlar. Cenini yok etmenin cinayet olduğunu iddia edip kendi cinayetlerinin üzerini örtmeye çalışıyorlar. Korumaya çalışır göründükleri ceninler, fabrikalardaki çalışma şartları yüzünden yok olduğunda gerekli önlemleri aldırmak için kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. O ceninler çocuk ya da insan sayılabilecek duruma geldiğinde ve artık onları öldürmek gerçek bir cinayet olarak görülebileceğinden, insanca bir yaşam sürmelerinin önüne her türlü engel çıkarılıyor. Ya yaşamlarını acı ve kahırla sürdürüyorlar, ya da kapitalizmin bin türlü belâsı yüzünden yaşamlarını kaybediyorlar. Egemenlerin damarlarında kan yerine yalan ve ikiyüzlülüğün irini akıyor. İşte tam da bu nedenle, kadının kendi bedeni üzerindeki sorgulanamaz bir tasarrufu ve hakkı olan kürtaja, gerçek katiller tarafından engel konulmasına izin vermemelidir işçi kadınlar. Kendi adına konuşabilmek için kendi adına savaşmak zorundaki bir sınıfın evlâtları olan ve o

marksist tutum

sınıfın evlâtlarını doğuran kadınlar, işçi sınıfının kahırlı kadınları, erkek egemen kapitalist sisteme, sınıfsal, ulusal, cinsel her türlü sömürüye karşı mücadelede yerlerini aldıkça kendi adlarına konuşanları susturacak ve kendileri konuşacaklar. İşçi kadınlar konuştukça, yaratıcı güçlerini, yeni nesiller yaratan hünerlerini yeni bir dünya kurmak için ortaya koydukça, binyılların ezilmişliğini üzerlerinden atacaklar. Ezilmeyen insanın, ezilmeyen kadının, ezmeyi öğrenmemiş erkeğin, özgür kadın ve erkeğin kirletilmemiş ilişkisinin, ırzına geçilmemiş bir doğanın olduğu bir dünyaya doğurdukları çocuklar tüm toplum tarafından kucaklanacaklardır. O çocuklar neşeli bir dünyaya açacaklar gözlerini ve uzun, mutlu bir yaşamın ardından esefsiz göçüp gidecekler. O dünyanın bir hayal olmaktan çıkması, o çocukların insanca yaşaması, mücadeleci kadınların yüreğinde bir hasrettir. Mücadeleci işçi kadınların yüreğini dağlayan ateş böyle bir dünyanın özlemidir.

Kürtaj yasağı değil, emekçi kadınların talepleri için yasa! Emekçi kadınlar bugünden kapitalist sömürüye ve erkek egemen zihniyete karşı somut talepleri için mücadele etmelidirler: Kadına yönelik ayrımcı yasa ve uygulamalar kaldırılmalı, kadını ikinci sınıf insan olarak gören zihniyetle hayatın her alanında mücadele edilmelidir. Kürtajı yasaklamak da dâhil, kadına yönelik şiddetin önüne geçilmelidir. Kadın cinayetlerini kışkırtan ahlâk anlayışı ve politikalarla mücadele edilmelidir. Doğum kontrol uygulamalarını ve çocuk bakımını kadının üzerine yıkan erkek egemen anlayışla mücadele edilmelidir. Hem kadınlara hem de erkeklere kolay erişebilecekleri, ücretsiz ve sağlıklı doğum kontrol hizmetleri verilmelidir. Çocuk bakımının toplumsallaştırılması için gerekli tüm önlemler alınmalıdır. Kadın ve erkek için doğum izni uzatılmalı, her işyerinde kreş olmalıdır. Hamile kadınların işten atılması yasaklanmalı, çalışma şartlarında derhal düzeltmeye gidilmelidir. Eşit işe eşit ücret verilmelidir. Kürtaj hakkı temel bir kadın hakkı olarak görülmeli ve korunmalıdır. Kadının kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkını engelleyen zihniyetle mücadele edilmelidir. Erkeğin, devletin, egemenlerin kadın bedenine müdahalesine derhal son verilmelidir! 

13


Kapitalizme Y Karşı Mücadelede Kitleleri Kim, Nasıl Örgütleyecek? İlkay Meriç

14

aklaşık yirmi yılı kapsayan uzun süreli bir gerileme döneminin ardından 2000’lerin başından itibaren canlanmaya başlayan sınıf hareketi, son birkaç yıldır belirgin bir şekilde yükselişe geçmiş bulunuyor. İşçi sınıfının genç kuşakları sınıf mücadelesiyle tanışırken, dünyanın dört bir yanında, kitlelerin öfkesi kendiliğinden patlamalar şeklinde kendini dışavuruyor. Kapitalizmin yarattığı benzer sorunların pençesindeki emekçi kitleler harekete geçtiklerinde, aralarındaki binlerce kilometreye aldırmaksızın hemen her ülkede benzer tepkileri gösteriyorlar. Geçtiğimiz yıl Tunus’ta başlayan isyan tüm Arap coğrafyasına yayıldı ve Mısır’da yüz binlerce emekçi Tahrir Meydanını isyanın simgesi haline getirdi. ABD’de Wall Street’te patlak veren ve on binleri sokağa döken “İşgal Et” hareketi, benzer bir gelişim göstererek tüm dünyada yankı buldu. Aynı şekilde İspanya’nın Puerto del Sol Meydanı da öfkeli gençlerle, işçilerle doldu ve oradan Tahrir’e selamlar gönderildi. Bunlar, son bir yıl içinde tanık olduğumuz kendiliğinden kitle hareketlerinden birkaçı. Bunlara pek çok ülkede işçilerin milyonlara varan sayılarla katıldığı genel grevleri de eklediğimizde, oldukça geniş bir kitle hareketiyle karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkacaktır. Ne var ki, söz konusu hareketlerin tüm kitleselliklerine ve militanlıklarına rağmen düzen dışına çıkamadıkları ve nihayetinde zayıflayıp sönümlendikleri de bir vakıadır. Pek çok örnekte devrimci durumlara yol açacak kadar ileri giden bu hareketlerin yarı yolda durmalarının başlıca nedeninin devrimci önderlik eksikliği olduğunu dile getiren komünistler açısından, buradan çıkarılması gereken sonuç, enternasyonalist komünist temellerde devrimci bir partinin inşa edilmesi için her zamankinden fazla ter akıtmak olmalıdır. Ne var ki, Marksist geçinip reformizm sularında


sayı: 88 • Temmuz 2012

kürek çeken sosyalist grupların kestirme yol arayışlarının sonu gelmemektedir. Bunlara göre görev, kitleler nezdinde güvenilirliklerini yitiren geleneksel burjuva işçi partilerinin yerine, anti-kapitalist temellerde yeni kitle partileri yaratmaktır. Bu doğrultuda yürütülen tartışmalarda ve girişimlerde, eski dersler tümüyle unutulmuşçasına hareket edilmekte, yüz yılı aşkın bir süredir denenip devrimci mücadele tarihinin sınavında tökezleyen örgütlenme modelleri yeni şeylermiş gibi gündeme getirilmektedir. Sınıf içinde Bolşevik tarzda çalışma yürütmekten uzak duran sosyalist grupçuklarda bu tür arayışların çok daha yaygın olduğu görülmektedir. Bunlar, son dönemlerde sıkça tanık olduğumuz kendiliğinden hareketlerin kitleselliklerinden etkilenerek, kerameti bunların örgütlenme modellerinde ya da anlayışlarında görüyorlar. Dergi çevreleri olmaktan öteye geçemeyen bu gruplar, Leninist örgüt modelini örgütsel alandaki tıkanmışlığın ve güçsüzlüğün nedeniymiş gibi sunuyorlar. Bunlar aynı zamanda, Leninist örgüt yaratmaya odaklanmanın geleneksel işçi partilerine alternatif geniş anti-kapitalist örgütler yaratmayı da engellediği iddiasındadırlar. Onlara göre, kitleselleşmenin yolu, güya aşağıdan yukarı inşa edilen ve geniş kesimlere kucak açan gevşek yapılardan geçmektedir. Birlik adına ilkelerden alabildiğine taviz verip, esnekliğe, çoğulculuğa, farklılıklara vurgu yapan bu tür gruplara, platformlar, forumlar, internet üzerinden kurulan tartışma grupları, “ağ”lar, kısacası hiçbir bağlayıcılığı olmayan şekilsiz yapılar pek bir cazip gelmektedir. İşçi sınıfından alabildiğine kopuk, daha çok üniversite öğrencilerine ve küçük-burjuva aydınlara hitap eden, kadrolarını gerçekte disipline pek gelemeyen bu kesimlerden devşiren söz konusu çevrelerin sınıf doğasına da aslında böylesi bir örgütlenme (daha doğrusu örgütlenmeme!) anlayışı denk düşmektedir. Böylelerinin solun çok parçalılığını ve yalıtıklığını aşmak için bulduklarını sandıkları sihirli değnek, yukarıda saydığımız türden şekilsiz yapılar içinde “demokratik”, “açık” tartışmalar yürüterek ortak eylemler gerçekleştirmek ve buna uygun esneklikte bir kitle örgütü inşa etmektir. Birlik için yeni yollar, yeni örgüt biçimleri aramak lazım diyerek yola koyulan bu tür çevreler, nihayetinde örgütlülük adına örgütsüzlüğü savunmaktadırlar. Kimileri ise bunu açıktan yaparak, bu tür şekilsiz yapılarla politik partileri karşı karşıya koymaktadırlar. Onlara göre politik partiler, yukarıdan aşağıya örgütlenen hiyerarşik yapılardır ve en demokratiğinde bile otoriter bir işleyiş söz konusudur. Olması gereken şey ise, aşağıdan yukarıya örgütlenen, herhangi bir merkezden yönetilmeyen, tüm kararların oybirliğiyle alındığı ve oybirliğiyle alınmayan kararlara hiç kimsenin uyma zorunluluğunun olmadığı ağ tipi örgütlenme biçimleridir! Bu tür bir anlayışla bıraktık devrimin, bir grevin bile örgütlenemeyeceği açıktır, ama hiyerarşi, disiplin ve merkeziyetçilik düşmanı iflah olmaz küçük-burjuva solcuyu bu değil, kendi egosunun tatmini

marksist tutum

ilgilendirir. Varlığından söz edilemeyecek kadar gevşek örgütler onun idealidir. Disiplin onu bunaltır, bireysel özgürlüğü kısıtlanmamalıdır, kafasına yatmayan şey çoğunluğun kararı olsa da uymak zorunda bırakılmamalıdır, o istediği zaman istediği yerde olmalıdır, hiçbir şey onu bağlamamalıdır! İster en sağ temellerde, isterse daha sol görünümlerde olsun, aslında bu tür arayışlar ve sözde keşifler hiç de yeni değildir. Son yirmi yıllık süreç bunun sayısız örneğiyle doludur. Gerilere gidecek olursak, SSCB ve Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından sosyalist solda yaşanan dağınıklık ve güç kaybı, dünyanın pek çok ülkesinde benzer girişimleri belirgin bir şekilde hızlandırmıştı. O süreçte Türkiye’dekiler de dahil pek çok sosyalist grup, derinlemesine bir sorgulama sürecine girmeksizin hayata geçirilen birlik girişimlerine, sorunu çözecek sihirli değnek gözüyle yaklaşmıştı. Ancak beklendiği üzere bu “birlik”lerin, “komite”lerin vb. ömrü fazla uzun olamadı ve sağlıksız temellerde gerçekleştirilen her birleşme, yeni bölünmelerin yolunu açmaktan öteye geçemedi. Çöküşün yarattığı moral bozukluğunun ve umutsuzluğun egemen olduğu bu yıllarda, sosyalist örgütler alabildiğine güç kaybederken, sınıf hareketi de dibe vurdu. Tarihsel deneyimlerin testinden geçerek kanıtlanmış doğru siyaset çizgisi, tarzı ve örgüt anlayışı net bir şekilde ortadadır. İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde ihtiyaç duyduğu devrimci örgütlülüğü ulusal ve uluslararası ölçekte yaratacak olanlar, Bolşevik bir tarzla ve ruhla sınıf içinde sabırla çalışma yürütenler olacaktır. Bu temelde çalışmaya inancı, niyeti ve mecali olmayanlar ise “yeni arayışlar” girdabında kaybolup düzene teslim olmaya mahkûmdurlar. Bu genel durgunluk ve gerileme sürecinde, 2000’li yılların başında bir kırılma yaşandı. Yeni yüzyılın başlangıcı, bir yandan ABD’nin Afganistan ve Irak’a saldırması, ekonomik krizin Arjantin başta olmak üzere çeşitli ülkeleri şiddetli bir şekilde sarsması ve neo-liberal saldırıların yıkıcı sonuçlarının çarpıcı bir şekilde kendini göstermesiyle karakterize olurken, öte yandan tüm bu etkiler sonucunda yükselişe geçen sınıf hareketi açısından da yeni bir sürecin boy verdiğinin işaretçisi oldu. 1999 sonunda Seattle’da ortaya çıkıp yayılan “küreselleşme karşıtı” hareket, Afganistan ve Irak’ın emperyalist güçlerce işgal edilmesine karşı yükselen savaş karşıtı hareket, emperyalist zirvelere alternatif olarak örgütlenen Sosyal Forumlar vb., uzun bir sessizliğin ardından ortaya çıkan kitlesel muhalif hareketlerin ifadeleriydi. Ağırlıklı kısmını genç kuşakların oluşturduğu milyonlarca insanın seferber olmasıyla kendini gösteren bu hareketler, SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra ciddi bir moral bozukluğuna ve dağılmaya uğrayan solda da büyük bir heyecan yarattı.

15


marksist tutum

Bu süreçte, bağlayıcılığı olmayan gevşek örgütlülükler temelinde kitleselliği yakalama uğraşı, politik söylemin de alabildiğine muğlaklaşmasına yol açacaktı. “Sosyal forum”larda öne çıkarılan “başka bir dünya mümkün” gibi, bir yandan olumlu şeyler çağrıştıran ama öte yandan neye karşı çıkıldığı ve neyin istendiği belirsiz bırakılan bozbulanık ifadeler bunun tipik bir örneğiydi. Ne var ki, siyasal ve ideolojik bulanıklığın ve örgütsüzlüğün damgasını bastığı bu tür eylemlere katılım, kısa bir süre sonra giderek zayıflamaya başladı ve nihayetinde tümüyle sönümlendi. Gevşeklik ve ilkesizlik, kitleselleşmeyi değil dağılmayı ve etkisizleşmeyi doğuracak, dolayısıyla, nitelikten çok niceliğe önem veren ve teorik netliği sekterlik ilan eden reformist grupların hevesleri yine kursaklarında kalacaktı. Aynı şey savaş karşıtı hareket için de geçerlidir. 2003’te Irak’a yönelik işgal harekâtının hemen öncesinde dünya çapında gerçekleştirilen savaş karşıtı eylemlere 20 milyona yakın insan katılmıştı. Ama devrimci bir siyasal önderliğin toparlayıcılığından ve yönlendiriciliğinden yoksun olan bu kitlesellik, ilerleyen yıllarda giderek azalmış ve hareket çarpıcı bir düşüşle etkisini yitirmişti. Sonuç olarak, daha geniş kesimleri kucaklayabilmek adına politik dili alabildiğine hafif, mesajları güçsüz, örgütlülüğü gevşek, karnaval havasının hâkim kılınmak istendiği eylemler hiç de amaçlarına erişemediler. Kapitalizm yerine neo-liberalizmi düşman ilan eden, emperyalist ve haksız savaşlar yerine pasifist temellerde genel bir savaş karşıtlığı söylemini öne çıkaran, daha büyük kitleleri kucaklama adına apolitikliği dayatan reformist yapılar, bu eriyip dağılma karşısında büyük bir hayalkırıklığına uğradılar. İngiltere başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde bu süreçte oluşturulan “Socialist Aliance”, “Respect” türü ilkesiz “ittifak” girişimleri de dağılıp gitti. Bu tür girişimlerin müptelası olan politik yapılar, güç kazanmak yerine bugün on yıl öncekinden daha zayıf bir konumda bulunuyorlar. Ancak reformist hayaller yeniden ve yeniden üremeye, üretilmeye devam ediliyor.

Nasıl bir örgütlülük? İşçi sınıfı burjuvaziye karşı yürüttüğü devrimci mücadeleyi başarıya ulaştırmak, yani kapitalist sistemi yıkarak iktidarı kendi ellerine almak için nasıl bir partiye ihtiyaç duymaktadır? Marxların döneminden başlayarak sosyalist hareket içinde önemli bir tartışma konusu olan bu meselede, iki temel anlayış söz konusudur. Bunların biri, kapitalizmi devrim yoluyla yıkmayı değil reformlar temelinde sosyalizme ulaşmayı savunan reformizm ve onun kitle partisi anlayışıdır. Bunlar devrim hedefi gütmedikleri için devrimci bir siyasal örgütlülüğe de ihtiyaç duymamaktadırlar. İşçi partileri ne kadar kitlesel ve toplumun çoğunluğunu kucaklayan bir yapıda olursa reformların o kadar kolay ve barışçıl olacağını savunmaktadırlar. Bu anlayış esas ifadesini İkinci Enternasyonal çiz-

16

Temmuz 2012 • sayı: 88

gisinde bulmaktadır. Ancak bu anlayış başladığı yerde durmamış, daha da gerilere savrularak sosyalizm hedefinden tümüyle vazgeçmiş ve kapitalizmi ıslah etmeyi savunan burjuva sol partilere dönüşmüşlerdir. Bu anlayış, bugün Sosyalist Enternasyonal’e bağlı Sosyalist ya da SosyalDemokrat sıfatlı partilerde cisimleşmektedir. Esas olarak Avrupa sosyalist geleneğinin bir parçası olan bu partiler, sendikalarla organik bağları da olan geniş kitle partileridir. Burjuva düzene entegre olmuş, onun açtığı dar sınırlar çerçevesinde faaliyet gösteren, seçimler aracılığıyla iktidara gelip yine o yolla giden bu partiler, büyük bir kitleselliğe ulaşmalarına paralel olarak, zaman içinde klasik burjuva sol partilere dönüşmüşlerdir. Aynı anlayışın farklı temellerde ortaya çıkan örnekleri de söz konusudur. Değişik siyasal eğilimlerdeki grupların biraraya gelerek oluşturdukları Brezilya İşçi Partisi bunlardan biridir. Bu parti, devrimci bir işçi partisi oluşturmak amacıyla değil, kendi varlıklarını devam ettirebilmek üzere “işçi kitle partisi” söylemine sarılanların model partisi haline gelmiştir. 1980 yılı başlarında kurulan Brezilya İşçi Partisi, kitleselleşip iktidar havasını solumasıyla birlikte tipik bir sosyal-demokrat parti haline gelmiştir. Bu modeli esas alarak Türkiye’de 90’ların ortalarında kurulan ÖDP ise, bu kitleselliği yakalayamadan kan kaybına uğrayan ve ufaldıkça ufalan girişimlere bir örnektir. Bu tarza bir örnek de Yunanistan’dan verilebilir. PASOK’un burjuva saldırı programlarının tavizsiz bir uygulayıcısı olmasının yarattığı hoşnutsuzluğun doğurduğu arayışlar sonucunda, farklı siyasal eğilimdeki gruplar tarafından bir seçim partisi olarak oluşturulan Syriza, uzun süre küçük bir parti olarak kalmıştır. Fakat Yunanistan’da yaşanan devrimci durum PASOK’u tarumar ederken bu partiyi son bir yıl içinde solun en güçlü iktidar adayı haline getirmiştir. Ancak kimilerinin PASOK gibi tarihi bir burjuva işçi partisine alternatif anti-kapitalist bir parti olarak destekledikleri Syriza, izlediği siyasal çizgi itibariyle has reformist bir partidir. Örgüt sorunundaki ikinci temel anlayış ise, reformizmle kıyasıya mücadele temelinde ortaya çıkan ve dünyanın ilk ve tek muzaffer işçi devrimine önderlik ederek kendini ispatlamış olan Bolşevik Partide cisimleşen Leninist parti anlayışıdır. İşçi kitle partilerinden farklı olarak Leninist parti, işçi sınıfının öncüsünü örgütlemeyi hedef alması dolayısıyla, bir öncü parti olarak öne çıkar. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, her kademede örgütlü, disiplinli ve demokratik merkeziyetçilik temelinde bir işleyişin hâkim olduğu bu partinin amacı, esasen öncü işçileri komünist bilinçle donatıp, işçi sınıfını örgütlü halkalar halinde mücadeleye sevk etmektir.1 Kitleselleşmek uğruna teorik netlik yerine muğlaklığı ve ilkesiz uzlaşmalar temelindeki birlikleri öne çıkaranların tersine, “Lenin, diğer sol siyasal akımlarla farklılıkların üzerini örtmeyip tersine ayrılık çizgilerini net biçimde çeken, ilkesiz uzlaşmalara prim vermeyen ve birliğin


sayı: 88 • Temmuz 2012

gerekli olduğu durumlarda da mücadele bayraklarının karışmamasını düstur edinen bir parti yapısı ve anlayışı geliştirmiştir.”2 Bugün devrimci Marksist geçinen grupların ezici bir çoğunluğu, Bolşevizmi dillerinden düşürmemelerine rağmen, eleştirdikleri reformist partilerle aynı örgüt anlayışını savunmaktadırlar. Oysa “İşçi sınıfının devrimci çıkarlarını savunacak bir örgüt anlayışına ve örgütlenme tarzına sahip olmadan tutarlı bir devrimci çizgi izlemek asla mümkün değildir. Rusya’daki Menşevik-Bolşevik bölünmesi bunu kanıtlamış ve genel bir örnek olarak işçi sınıfı tarihine geçmiştir.”3 Kitleselleşme adına örgütsel alanda burjuva legalitesine boyun eğen siyasi çizgilerin, ideolojik planda da kaçınılmaz olarak devrimci stratejiden ödünler verdiklerini dile getiren Elif Çağlı, örgütlenme sorununda Menşevik çizgi ile Bolşevik çizgi arasındaki ayrım noktalarına dikkat çekmektedir: “Menşevik çizgi, işçi sınıfının öncü devrimci örgütünü yaratabilecek bir siyasal ve örgütsel anlayışa sahip değildir. Dünün ya da bugünün Menşevik zihniyetli sosyalistlerinin siyasal örgütlülükten anladıkları, siyaset yapma düzeyinde esasen yalnızca kendilerini örgütlemekten ibarettir. Menşevik örgüt anlayışı geçmiş dönemlerde olduğu gibi günümüzde de, daha ziyade aydın unsurlardan oluşan dar bir politik çevre örgütlemektedir. Ve işçilerin partisi olarak da, bu politik çevrenin etrafında yer alan, gerçekte örgütsüz ve şekilsiz bir işçi yığını gösterilmektedir. Böylece Menşevik anlayış «geniş kitlesel işçi partisi yaratma» bahanesinin ardına, işçilerin kendiliğindenliğe Bolşevik

Partide cisimleşen Leninist parti anlayışı, reformizmle kıyasıya mücadele temelinde ortaya çıkmış ve dünyanın ilk ve tek muzaffer işçi devrimine önderlik ederek kendini ispatlamıştır

marksist tutum

terk edilmiş kof kalabalığını gizlemektedir. Buradan hareketle rahatlıkla görüleceği üzere, seçkincilik ve kuyrukçuluk birbirini bütünler. Oysa Bolşevik örgüt anlayışı sınıfı örgütlemeyi amaç edinir. Sınıf içinde her koşula uyum sağlayabilecek devrimci çekirdekler yaratmak, bunların öncülüğünde çeşitli işlevler üstlenmiş örgütlü işçi halkaları oluşturmak, devrimci hareketi sempatizanlar düzeyinde bile örgütlü kılmak Bolşevik tarzın özünü oluşturur.” İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin devrime adanmışlığı, burjuva düzenle barışık olmamayı, en önemlisi de örgütsel disiplini gerektirdiğini, ancak burjuva aydın bireyciliğinden arınamamış unsurların buna gelemediklerini belirten Çağlı, bu kesimin işçi hareketi içinde olduğu kadar Marksist hareket içinde de reformist eğilimleri ve oportünizmi besleyip büyüten kaynak olduğunu vurgulamaktadır. Devrimci sınıf örgütlülüğünün kitleselleşmesi meselesinde ise şu doğrulara işaret etmektedir: “Marksizmi ve onun devrimci örgüt anlayışını sakatlama pahasına kitleselleşmek başarı değildir. Önemli olan, devrimci rengini koruyabilen ve gerçekten kitle hareketine öncülük edebilen bir örgütlenme yaratabilmektir. Genelde işçi kitlelerinin kendilerine kolay çözümler vaat eden reformist siyasetlerin peşinden sürüklenebileceğini unutmamak gerekir. Kitleler deneyerek öğrenirler ve başlangıçta kendilerine zor görünen devrimci çözümün aslında yegâne çözüm yolu olduğunu ancak bu sayede bilince çıkartırlar. Bu tür bilinç sıçramalarının olağan dönemlerde gerçekleşebileceğini ummak saflık olur. Kitle bilincinde gerçekleşen bu tür köklü sıçramaların devrim dönemlerinin ürünü olduğu unutulmamalıdır. O nedenle, genelde sınıfın devrimci örgütlülüğünün sınıfın kitle örgütlerine nazaran daha dar bir örgütlülük olacağı asla akıldan çıkarılamaz. Yanlış temellerde kitleselleşen işçi partilerinin hiçbirinin devrime önderlik edemedikleri bugüne dek yaşanan sayısız örnekle sabittir.”4 Tarihsel deneyimlerin testinden geçerek kanıtlanmış doğru siyaset çizgisi, tarzı ve örgüt anlayışı net bir şekilde ortadadır. İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde ihtiyaç duyduğu devrimci örgütlülüğü ulusal ve uluslararası ölçekte yaratacak olanlar, Bolşevik bir tarzla ve ruhla sınıf içinde sabırla çalışma yürütenler olacaktır. Bu temelde çalışmaya inancı, niyeti ve mecali olmayanlar ise “yeni arayışlar” girdabında kaybolup düzene teslim olmaya mahkûmdurlar.  _____________________ Elif Çağlı, Burjuva İşçi Partileri Üzerine, MT, Aralık 2005 1

2

Elif Çağlı, age

3

Elif Çağlı, Hedefe Kilitlenmek, MT, Mayıs 2007

4

Elif Çağlı, age

17


Karamsar Burjuvalardan Çöküş Senaryoları Kerem Dağlı

Kapitalizmin geleceğinden endişeli burjuva ideologlar, kapitalizmin ömrünü uzatmaya çalışmaktan ve onu iyileştirmeye uğraşmaktan başka çıkar yol göremiyorlar. Onları içinde debelendikleri umutsuzluk ve endişe çukurunda yalnız bırakmak en iyisidir. Ama işçi sınıfının genç ve dinamik unsurları, geleceğe umutla bakmalı ve sınıfsız, sömürüsüz, eşitliğe ve bolluğa dayalı bir toplumsal düzeni yaratacak kudretin kendi ellerinde olduğunu kavramalıdırlar. Ve insanlık, kapitalizmin mezar kazıcısı olan işçi sınıfına güvenmek zorundadır. Çünkü önünde iki seçenek vardır: ya kapitalizmin sürmesine izin verecek ve barbarlığa geri dönecektir ya da sosyalizmi inşa etmeye girişerek kurtuluşa erecektir.

R

oma Kulübü adlı düşünce (think tank) kuruluşu, birkaç ay önce, “2052: Gelecek 40 Yıl İçin Küresel Bir Öngörü” adıyla bir rapor yayınladı. Raporda özet olarak 2052 yılında dünyanın pek de yaşanası bir halde olmayacağı, çevre felâketlerinin ve sorunlarının ciddi boyutlara ulaşacağı, yoksulluğun, işsizliğin ve gelir dağılımındaki dengesizliğin daha da artacağı vb. şeyler öngörülerek, kapitalistlere daha usturuplu ve ölçülü politikalar izlemeleri öğütleniyor. 1968 yılında kurulmuş olan ve çeşitli bilim adamlarının, akademisyenlerin, eski politikacıların, devlet adamlarının, yani bir grup seçme burjuva ideologun bünyesinde yer aldığı bu “think tank” grubunun yayınladığı rapor, tahmin edileceği üzere uluslararası medyada önemli bir haber olarak yerini aldı. Çeşitli televizyon programlarında ve yayınlarda konu üzerine tartışmalar başladı. Küresel ekonomik krizin burjuvazide yarattığı karamsar ruh halinin etkisiyle ciddiye alınmak zorunda kalınan bu görüşler, kapitalizmin sonunun gelip gelmediğine ilişkin polemikleri tekrar alevlendirdi. Grubun raporunun medyada yankısını bulmasının bir sebebi de, 1972’de çıkardıkları “Büyümenin Sınırları” adlı kitapta savunulan öngörülerin güncelliğini yitirmemesiydi. 1972 yılında, ABD’deki Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) çalışan bilim adamlarının 4 yıllık çalışmasının sonuçlarına dayanan kitapta savunulan temel görüş şuydu: Kapitalist sistem mevcut büyüme hızını sürdürecek olursa, dünya nüfusunun ve sanayileşmenin aşırı

18

artışı sonucunda, çevre kirliliği ciddi boyutlara ulaşacak, gıda üretimi yetersiz hale gelecek ve doğal kaynaklar tükenecek, ekonomik büyüme 21. yüzyıl içinde sınırlarına dayanacak ve sistem için alarm zilleri çalmaya başlayacak. Kitap yayınlandığı dönemde haliyle oldukça ses getirmişti. İşte kitabın devamı sayılabilecek bugünkü rapora göre, sera etkisi yapan gazların emisyonunun sürekli artması nedeniyle küresel ısınma ve iklim değişikliği hızla devam edecek ve 2052 yılına gelindiğinde dünya atmosferi ortalama 2 derece ısınmış olacak. Dünya denizlerinin seviyesi de ortalama 50 cm yükselecek. Kuraklıkların, sellerin ve yıkıcı kasırgaların etkisi korkunç düzeylere ulaşacak. Bu olumsuz iklim değişikliğinin sonucunda tarım alanları azalacak, erişilebilir su kaynaklarının önemli bir kısmı zarar görecek. Nüfus sanıldığı kadar artmayacak (2040’da 8,5 milyar olacağı öngörülüyor) ve hatta 2040’lardan sonra düşmeye başlayacak. Ama yoksulluk ve gelir dağılımındaki dengesizlik, bilhassa gelişmiş ülkelerde daha da artacak. Raporda, bu kötü tablonun oluşmasına sebep olarak “mali kapitalizmin zaferi” gösteriliyor. Tüm devletleri kontrolü altına alan çokuluslu tekellerin ve bankaların endüstrileşmeyi doğanın mahvı pahasına sürdürdükleri, doğal kaynakları yok edecek denli “aşırı” bir üretimi körükledikleri ifade ediliyor. Ekonominin sürdürülebilir kılınmasını sağlayacak devlet müdahalelerine karşı çıkan Batılı kapitalistlerin, serbest piyasa ilkesine


sayı: 88 • Temmuz 2012

marksist tutum

“neredeyse dini nitelikte” inanmaları da eleştiriliyor. Asya’nın Batı’nın ekonomik büyümesinin motoru olarak görüldüğü ama aynı oranda üretime devam edilmesinin ciddi toplumsal sonuçları olacağı söyleniyor. Bu toplumsal sonuçların başında da genç kuşakların, 1848 devrimlerine benzer bir şekilde yaratacakları isyan dalgasının geleceği kaydediliyor. Raporu hazırlayan burjuva ideologlar, bu gidişata dur demek için atılması gereken adımların bir türlü atılmadığını, bu konuda en büyük engelin karmaşık ve uzun karar süreçleri olduğunu, geri dönüşüm için trenin büyük oranda kaçtığını ama yine de bir şeyler yapmak gerektiğini söylüyorlar. Çözüm olarak da “dünyayı sömürmeyen bir tüketime dönülmesi” gerektiğini, kapitalistlerin ve tekellerin kâr hesapları ve planlamaları yaparken su kaynaklarını, toprağın verimliliğini, yaşam kalitesini ve iklim koşullarını da hesaba katması gerektiğini belirtiyorlar.

Korkunun ecele faydası olmaz Bu tür projeksiyonların bugün yoğun bir şekilde tartışılması, kuşkusuz, artık gizlenemez hale gelmiş olan bir gerçeğin sonucudur: Kapitalizm tarihsel bir çıkmazdadır ve çürüme hızlanmaktadır. Bilim adamlarından, ekonomistlerden, akademisyenlerden ve eski politikacılardan oluşan bu topluluğun böylesi karamsar bir perspektif ortaya koymak zorunda kalmasının sebebi de budur. Elif Çağlı’nın deyişiyle, “Bugün tüm belirtileriyle gözler önüne serildiği üzere, kapitalizm tarihsel bir tıkanma içindedir ve peşpeşe gelen ölüm sancıları kaçınılmazdır. Daha önce dünya üzerinden gelip geçmiş çeşitli toplumsal düzenleri tarihin çöp tenekesine sürükleyen akıbet, şimdi kapitalizm için pusuda bekliyor. Kapitalist sistem artık kendini ileriye taşıma potansiyellerini tüketmiş ve onun için de ölüm çanları çalmaya başlamıştır. İşte günümüzde kapitalist dünya düzeninin içine sürüklendiği muazzam çatışmalı ve çıkışsızlıklarla yüklü süreç bu gerçeklere işaret ediyor.” (Kapitalizm Çıkmazda, Ocak 2012) Hal böyle olunca, burjuva ideologların bazılarının hâkim eğilimin dışına çıkarak gerçekleri nispeten daha yalın bir biçimde ortaya koymalarına ve sonra da bu acı gerçeklik karşısında şaşkınlığa kapılıp umutsuzluğa sürüklenmelerine şaşırmamak gerekiyor. Kapitalizm açmazları içinde debelendikçe, tarihsel anlamda bir karamsarlık, umutsuzluk ve çıkışsızlık, burjuva ideolojisinin etkisi altındaki entelijansiyanın da giderek artan kesimlerini içine çekmekte ve benzer görüşlerin bilimsel raporlarda, sanatta, edebiyatta vb. yansımasını bulmasına yol açmaktadır. Üstelik eklemek gerekir ki, kapitalizmin mevcut gidişatı bu tempoda sürerse, geleceğimiz raporda öngörülenden çok daha karanlık olacaktır. Örneğin raporda çevre felâketlerinden ve bunların yaratacağı sorunlardan bahsedilmekte, ama emperyalist savaş sürecinin halihazırda yarattığı ve önümüzdeki on yıllarda şimdikinin misliyle ya-

ratacağı tahribatlardan hiç söz edilmemektedir. Birbirine eklemlenmiş bölgesel paylaşım savaşları olarak yürüyen emperyalist savaş süreci, açıktır ki, bahsedilen türde çevre felâketlerinden daha büyük bir yıkıma neden olmaktadır. Ancak aynı burjuva ideologlar, çizdikleri tüm bu karamsar tabloya rağmen dönüp dolaşıp yine kapitalizm çerçevesinde çözümler aramaktan geri durmuyorlar. Bir yandan umutsuzluk ve çıkışsızlık içinde debelenirken, diğer yandan “dünyayı sömürmeyen bir tüketime yönelmek” ya da “tüketim kültürünün sürdürülebilir ekonomiye yönelmesi” gibi muğlak ve kapitalizmle bağdaşmayan görüşleri çözüm önerisi olarak sunmaları, içinde bulundukları açmazların ve çelişkilerin göstergesidir. Bunların temel çelişkisi, bir yandan kapitalizmin aslında nasıl da akıldışı ve insanlığın geneli için yıkıcı bir sistem olduğunu görmeleri, ama öte yandan içinde bulundukları burjuva sınıfın mantığı ve güdüleriyle düşündükleri için dönüp dolaşıp kapitalizmi ehlileştirmenin çarelerini aramalarıdır. Nitekim rapora temel teşkil eden ve 1972’de yayınlanmış olan “Büyümenin Sınırları” adlı kitap, erken sayılabilecek tarihlerde ve isabetli biçimde kapitalizmin tarihsel sınırlarına yaklaşmakta olduğunu ortaya koymuş, fakat çözüm olarak daha yavaş bir tempoda büyümenin ötesinde bir şey üretememiştir. Kitapta da bugünkü raporda da temel çözüm önerisi budur: Mademki kapitalizm sona doğru yaklaşıyor, o halde hız keselim ve böylece kapitalizmin ömrünü uzatalım!

19


marksist tutum

Çözüm kapitalizmin ömrünü uzatmak değil, onu yok etmektir Ama kitabın ve raporun yazarlarının söylemekten kaçındıkları önemli bir husus daha var. Kapitalizm, ancak insanlığa ciddi yıkımlar getirmek pahasına kendini varetmeyi sürdürebilecek bir sistemdir. Kapitalizmin ömrünün uzaması, insanlığın giderek daha fazla acı çekmesi pahasına mümkündür. Önceki iki büyük dünya savaşı bu yıkımın ulaşabileceği boyutları ortaya koymuştur. Giriş hamleleri yapılmış olan üçüncüsü ise dünyayı ve insanlığı toptan yok edebilecek kapasiteye sahiptir. Kimileri bir nükleer savaşı başlatmaya hiçbir kapitalist devletin cesaret edemeyeceğini düşünebilir. Ama kapitalizmin akıl dışı doğası ve rekabet hırsı, ona her türlü çılgınlığı yaptırmaya yetecek güçtedir. O yüzden de çözüm bir şekilde kapitalizmin ömrünü uzatmak değil, onu yok etmektir. Roma Kulübü üyelerinin burjuva dar kafalılığından ve perspektifsizliğinden sıyrılıp sorunlara Marksizmin gözlüğüyle bakıldığında, tüm bu olumsuz gidişata rağmen umutsuzluğa kapılmaya yer olmadığı ve insanlığın kurtuluşunun mümkün olduğu görülecektir. Birçok bilim adamının çeşitli kereler ifade ettiği gibi, raporda da, doğayı eski dengesine getirmek için çok geç kalındığı söylenmektedir. Kapitalizmin doğayı büyük bir hızla mahvettiği su götürmez bir gerçektir ve böyle devam ederse dünyayı büyük yıkımlara ve insanlığı da barbarlığa götüreceği kesindir. Fakat bu burjuva ideologların “geri dönülemez” tespiti, kapitalizmin varlığını aynen sürdüreceği önkabulü üzerine yapılmaktadır. Oysa kapitalizm yıkıldığı anda işler kökten değişecektir. İşçi sınıfının iktidarı alması durumunda, sanılandan çok daha hızlı bir şekilde doğa kendini onarmaya başlayacaktır. Çünkü kapitalizm altında atılması mümkün olmayan adımlar, bir işçi iktidarı altında büyük hızla ve tereddütsüz biçimde hayata geçirilecektir. Benzer şekilde kapitalizm sürdükçe yoksulluğun, sefaletin, işsizliğin, gelir dağılımındaki dengesizliğin artacağı da doğrudur. Ama kapitalizmin son bulmasıyla birlikte tüm

Temmuz 2012 • sayı: 88

bu belâların son bulacağı daha doğrudur. Kapitalistlerin, çok yanlış ve kasıtlı bir şekilde, yoksulluğun ve işsizliğin sebeplerinden saydıkları “aşırı nüfus artışı” mevzusuna raporda da değinilmektedir. Bu bağlamda raporu hazırlayanların mantığında bir farklılık yoktur. Sadece, genel burjuva eğilimden farklı olarak nüfusun sanıldığı kadar artmayacağı, hatta 2040’lardan itibaren azalmaya başlayacağı söylenmektedir. Ama buna rağmen (!) yoksulluğun, işsizliğin ve gelir dağılımındaki dengesizliğin özellikle gelişmiş ülkelerde artacağı belirtilerek, aslında iç çelişkilerini açık etmektedirler. Öyle ya, mademki bu toplumsal belâların temel sebebi aşırı nüfus artışıdır, o halde nüfus artışı tersine döndüğünde sorunlarda da iyileşme olması gerekirdi. Fakat kendilerinin de belirttiği gibi, yoksulluğun ve işsizliğin arttığı ve artacağı muhakkaktır. Çünkü bunların temel sebebi “aşırı nüfus artışı” değildir. Nüfus artış hızının “aşırı” bulunması bile ideolojik propagandanın bir parçası, manipülasyon amaçlı bir kelime oyunudur. Sorun nüfus artış hızında veya nüfusun artmasında değil, kapitalist üretim ve bölüşüm tarzının sakatlığındadır. Burjuva iktisatçılar, “kaynakların sınırlı ama ihtiyaçların ve/veya taleplerin sınırsız” olduğu kabulünden hareketle, toplumun tamamının ihtiyaç ve taleplerini karşılamanın asla mümkün olmadığını savunurlar. Onlara göre en iyi durumda bile birileri yoksul ve işsiz kalmaya mahkûmdur. Nüfus arttıkça da, kaynaklar sınırlı olduğu için, ihtiyacı/talebi karşılanamayan yahut yetersiz karşılanan insan sayısı artacaktır. Kuşkusuz bu mantık burjuvaların çıkarlarını koruyan bir bahane olma işlevine sahiptir. Sosyalist bir toplumda, yani üretici güçlerin şimdikine göre çok daha gelişmiş olacağı bir gelecekte, sınırlı denilen kaynakların nasıl da bolluk ürettiğine tüm insanlık gözleriyle tanık olacaktır. Günümüzdeki teknolojik gelişmeler bile, örneğin tarım başta olmak üzere pek çok alanda müthiş bir verimlilik artışı ve yeni teknikler sayesinde gıda üretimini kat be kat arttıracak düzeye gelmiştir. Ama kapitalizmin özü olan kâr güdüsü, üretici güçlerin tüm potansiyellerinin açığa çıkmasına ve çıktığı kadarıyla da insanlık yararına kullanılmasına engel olmaktadır. Kapitalizm, ancak insanlığa ciddi yıkımlar getirmek pahasına kendini varetmeyi sürdürebilecek bir sistemdir. Kapitalizmin ömrünün uzaması, insanlığın giderek daha fazla acı çekmesi pahasına mümkündür.

20


sayı: 88 • Temmuz 2012

Ancak raporu hazırlayan burjuva ideologların ısrarla görmezden gelmeye çalıştıkları nokta da burasıdır. Onlar, kapitalizmin “kötü yanları” olarak gördükleri tekelleşme olgusuna, mali sermayenin her şeyi yalayıp yutmasına ve kontrolü altına almasına belli düzeyde eleştiriler getirmekte, ama kapitalizmin özüne dokunmamaktadırlar. Oysa tekelleşme ve mali sermaye kavramlarıyla kastedilen emperyalizm olgusu, kapitalizmin ulaşmış olduğu tarihsel düzeyi ifade eder ve geri döndürülmesi de imkânsızdır. Kapitalizmin emperyalizm öncesindeki serbest rekabet dönemine dönmesi ne mümkün ne de çözümdür. O serbest kapitalizm dönemidir ki, “vahşi kapitalizm” diye de anılmaktadır, işçi sınıfının en acımasız sömürü koşulları altında inlediği bir tarihsel süreci ifade etmektedir. Öte yandan tekellerin ve mali sermayenin devletçi uygulamalarla dizginlenmesi veya kontrol altına alınması diye bir şey de olamayacaktır. Çünkü kapitalist devlet denen aygıt tamamıyla mali sermayenin hizmetindedir ve onun aleyhine politikalar üretmesi söz konusu değildir. Olup olacağı, burjuvazinin genel çıkarlarını korumak adına, özel çıkarların aleyhine olabilecek bazı adımlar atılmasıdır. Daha fazla kâr elde etme hırsı ve rekabet güdüsüyle gözü dönmüş bir şekilde sağa sola saldıran sermayenin dizginlenerek “dünyayı sömürmeyen bir tüketime dönülmesi” ya da “tüketim kültürünün sürdürülebilir ekonomiye yönelmesi” de mümkün değildir. Kapitalizmde ekonomik krize yol açan temel hususlar aşırı üretim ve eksik tüketim olgularıdır: “Kapitalizm bir yandan toplumsal ihtiyaçları yeterince karşılamaksızın salt kâr amaçlı plansız doğasıyla anarşik bir tarzda «aşırı üretim» stoku yaratırken, diğer yandan kitlelerin satın alma gücünü de büsbütün azaltarak çok ciddi bir «eksik tüketim» sorununa yol açar.” (Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda) Bunun sonucunda da kapitalizm bir yanda “muazzam boyutlara ulaşan bir üretimle görece bir bolluk zemini” yaratmakta, fakat diğer yanda da “kapitalist üretim ilişkilerinin niteliği gereği bölüşümde geniş kitlelerin payına büyüyen bir yoksulluk” düşmektedir. Kapitalizme içkin bu çelişkilerin “Batılı gelişmiş toplumlar daha az tüketsin” denilerek çözülebileceğini düşünmek saflıktır. Çünkü sorun toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi sınıfların “fazla tüketmesi” değil, kapitalizmin salt kâr amacıyla plansız üretmesidir. Kâr amacı güdülmeksizin, kitlelerin ihtiyacı doğrultusunda yapılacak planlı bir üretim krizleri değil bolluğu getirecektir. Meselenin özü ise, insanlığın yararına olacak bu dönüşümlerin kapitalizm altında gerçekleştirilemeyecek oluşudur. Kapitalizm öylesine büyük ve yıkıcı çelişkiler barındıran bir sistemdir ki, ehlileştirilmesi, bazı kötü yanlarının törpülenerek iyileştirilmesi mümkün değildir. İnsanlığın önünde duran tek seçenek kapitalizmi tasfiye ederek yerine sosyalizmi kurmaktır. Raporu hazırlayanlar, dünyayı sarmaya başlayan ve kapitalistlerin uykularını kaçıran sınıf hareketindeki yükselişi görerek, gelecekte hareketin temposunun daha da artacağını ve 1848 devrimlerine benzer

marksist tutum

bir dalganın modern dünyayı sarsacağını öngörüyorlar. Bu öngörülerinde onlara katılmamak elde değildir. Fakat sınıf hareketinin bu yükselen dalgayla birlikte kapitalizmi toptan tarihin çöp tenekesine yollayacak yerde ehlileştirmekle ve bir miktar hizaya çekmekle yetinmesini düşlemek, herhalde burjuva ideologlara has bir naiflik örneği olsa gerektir.

Ya barbarlık ya sosyalizm! Roma Kulübü’nün hazırladığı bu raporda ve benzerlerinde yer alan, kara ütopya örneklerinde ve çeşitli bilim kurgu filmlerinde tasvir edilen karanlık dünya tablosu hiç de olasılık dışı değildir. Tersine kapitalistler sınıfı çok daha kötü senaryoları yazmak ve hayata geçirmekle meşguldürler. Geçmişte, mali sermayenin kanlı diktatörlüğü faşizm altında, Avrupa’da ve dünyanın kalanında yaşanan katliamlar ve acılar, hayal gücü en kuvvetli yazarların bile tahayyülünün ötesine geçmiştir. Hiçbir kara ütopyacı, iki atom bombası atılarak bir anda yüz binlerce insanın yok edileceğini, şehirlerin harabeye dönüşeceğini öngörememiştir. Bu açıdan bakarsak, dünyanın ve insanlığın nükleer savaşlarda yok olduğu, hayatta kalan az sayıda insanın gerçek anlamda ilkel barbarlık dönemine döndüğü ve daha az sayıda insanın da özel sığınıklara kendini hapsettiği gelecek tasvirleri abartılı değildir. Ünlü bilim adamı Einstein boşuna dememiştir, “üçüncü dünya savaşını bilmem ama dördüncüsü ok, yay ve mızraklarla yapılacak” diye… Açıktır ki, insanlığın kurtuluşu sorunu, eleştirel bakışlar getirseler bile sistemin hizmetkârı olan burjuva ideologların yavelerinde değil işçi sınıfının ellerinde çözümünü bulacaktır. İşçi sınıfı kapitalizmin düzelmesini beklemek yahut bu karamsar tablolar eşliğinde umutsuzluğa kapılmak yerine kaderini kendi ellerine almaya bakmalıdır. Kapitalizmin geleceğinden endişeli burjuva ideologlar, kapitalizmin ömrünü uzatmaya çalışmaktan ve onu iyileştirmeye uğraşmaktan başka çıkar yol göremiyorlar. Onları içinde debelendikleri umutsuzluk ve endişe çukurunda yalnız bırakmak en iyisidir. Böylesi ruhları kurtarmaya kimsenin gücü yetmez. Ama işçi sınıfının genç ve dinamik unsurları, geleceğe umutla bakmalı ve sınıfsız, sömürüsüz, eşitliğe ve bolluğa dayalı bir toplumsal düzeni yaratacak kudretin kendi ellerinde olduğunu kavramalıdırlar. Kapitalizmin artık bıkkınlık veren olumsuz etkilerine bir tepki olarak gelişip yükselen işçi sınıfı hareketine paralel olarak, sınıfın örgütlülüğü ve siyasal bilinci de gelişecek ve gün geçtikçe mücadelenin hedefine kapitalizmin kendisi oturacaktır. Dünyanın dört bir yanında sokaklara dökülen işçiler şimdiden bunun sinyallerini vermeye başlamışlardır. Ve insanlık, kapitalizmin mezar kazıcısı olan işçi sınıfına güvenmek zorundadır. Çünkü önünde iki seçenek vardır: ya kapitalizmin sürmesine izin verecek ve barbarlığa geri dönecektir ya da sosyalizmi inşa etmeye girişerek kurtuluşa erecektir. 

21


Mısır’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Serhat Koldaş

M

ısır’da Hüsnü Mübarek’i deviren ayaklanmadan 18 ay sonra, 16-17 Haziran tarihlerinde cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu gerçekleşti. Müslüman Kardeşler’in kurduğu Hürriyet ve Adalet Partisi’nin adayı Muhammed Mursi oyların %52’sini alarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandı. 1,5 yıldır yönetimi elinde tutan 24 generalin oluşturduğu Yüksek Askeri Konsey’in adayı ise, Mübarek döneminin son başbakanı olan Ahmet Şefik idi. Şefik ikinci turda %48 oranında oy alarak seçimi kaybetti. Mısır halkının seçime katılma oranı resmi açıklamaya göre %51,8. Gözlemciler halkın seçime katılma oranının resmi açıklamaların bile altında olabileceğini söylüyor. 85 milyon nüfusa sahip ve 52 milyon kayıtlı seçmen bulunan Mısır’da seçimlerin ilk turuna 13 aday katılmış, seçime katılım oranı %45 düzeyinde kalmıştı. İlk turda Muhammed Mursi 5,7 milyon, Ahmet Şefik 5,5 milyon, Nasırcı Kerame Partisinin lideri Hamdin Sabbahi 4,8 milyon, İslamcı bağımsız aday Abdulmunim Ebu el-Futuh 4,1 milyon, Arap Birliği eski genel sekreteri Amr Musa 2,6 milyon oy almış, en çok oy alan Mursi ve Şefik ikinci tura kalmıştı. Halk, seçimin ikinci turunda Mübarek rejimine karşı gelişen ayaklanma sürecinde iktidarı gasp eden Mübarek rejiminin generalleri ile yine burjuva bir cemaat olan Müslüman Kardeşler arasında tercih yapmak zorunda kaldı. Seçmenlerin yaklaşık yarısı sandığa gitmezken, oy kul-

22

lananların çoğunluğu Muhammed Mursi’ye ehven-i şer oylarını sundular. Mısır’da siyasal iktidar kapışması esasen burjuvazinin en güçlü iki kesimi yani askeri bürokrasi ve Müslüman Kardeşler arasında yürüyor. Seçimleri Müslüman Kardeşler’in az farkla kazanması bu iktidar kapışmasını nihai olarak kazandığı anlamına gelmiyor. Seçim kazanmak veya hükümet olmakla iktidar olmanın birebir aynı şeyler olmadığı malûmdur. Seçimler öncesinde generaller 4 adayı veto etmişti. Veto için hukuki gerekçeler ileri sürüldüyse de gerçekte generallerin izin verdiği adayların seçime katıldığını herkes biliyor. Veto edilenler arasında Müslüman Kardeşler’in Mısır kolunun lideri Hayrat Şatır ve meclis seçimlerinde %25 oy alan Selefi cemaatin lideri Hazım Salih Ebu İsmail de vardı. Müslüman Kardeşler, Hayrat Şatır’ın veto edilmesi ihtimalini düşünerek Muhammed Mursi’nin ismini tedbiren Cumhurbaşkanlığı Seçim Komisyonu’na vermişti. Şatır’ın veto edilmesi üzerine Mursi, Müslüman Kardeşler’in adayı olarak seçimlere girdi. 4 adayın veto edilmesi üzerine kitleler sokaklara dökülmüş, ordu ile kitleler arasında çıkan çatışmalarda 300 kişi hayatını kaybetmiş, 1000’e yakın kişi yaralanmıştı. Yüksek Askeri Konsey Mart ayında gerçekleştirdiği anayasal düzenlemeyle kendisini olağanüstü yetkilerle donattı. Orduya sivilleri tutuklama yetkisi tanıyan ve mec-


sayı: 88 • Temmuz 2012

lis tarafından bir süre önce kaldırılan olağanüstü hal yasalarını geri getirdi. Generaller Anayasa deklarasyonuna ekledikleri yeni maddelerle seçilecek cumhurbaşkanının yetkilerini sınırlandırdı. Bu yeni maddelerle orduya, yeni yazılacak anayasaya yön verme rolü biçiyor. Yargıtay, meclisin seçtiği Anayasa Komisyonu’nu feshedebiliyor. Yeni düzenlemeye göre Anayasa Komisyonu üç ay içerisinde yeni anayasa metnini tamamlayıp referanduma sunamazsa, Yüksek Askeri Konsey, Anayasa Komisyonu’nu bizzat atama yetkisini üstleniyor. Kısacası Mübarek rejiminden kalma yargı bürokrasisi ile askeri bürokrasi, sivil-asker bürokrasinin vesayetinde bir parlamenter burjuva rejimi şekillendiriyor. Sivil burjuva güçlerin iktidar alanını olabildiğince sınırlandıran bürokrasi, kendi yetki ve ayrıcalıklarını güvence altına alıyor. 17 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde, Anayasa Mahkemesi, parlamentonun üçte birini oluşturan bağımsız adayların seçilme şeklinin anayasaya aykırı olduğu bahanesiyle, bu vekillikleri düşürdü ve böylelikle İslamcı partilerin ağırlıkta olduğu meclis feshedilmiş oldu. Aynı günlerde Yargıtay da, İslamcı burjuva partilerin ağırlıkta olduğu meclisten geçirilen Mübarek döneminin üst düzey bürokrat ve yöneticilerini kamu görevlerinden mahrum bırakan bir yasayı veto etti. Böylelikle Mübarek dönemi başbakanı Ahmet Şefik’in seçimlere girebilmesinin önü açıldı. Ancak seçimlerin kesin sonuçları belli olmadan zaferini ilan eden Şefik seçimleri kazanamadı. Muhammed Mursi’nin seçimi kazandığı resmen açıklanır açıklanmaz Mursi, twitter hesabından “Mısır’daki seçimleri demokratik bir şekilde koruyan şerefli Mısır yargısı ve askerlere selam olsun. Tüm Mısır halkını kutluyorum” açıklamasını yaptı. Seçim sonuçları açıklanınca verilen ilk mesajın anlamı açıktır. Müslüman Kardeşler sivil-asker bürokrasiye biat etme sözü veriyor. Yeter ki, iktidar koltuğundan kendilerine de yer ayrılsın. Öte yandan Mursi on binlerce kişinin toplandığı meydanlarda farklı bir dil kullanıyor. Kitlelere, cumhurbaşkanlığı yetkilerinden vazgeçmeyeceğini ilan ederek generallere meydan okuyor. Müslüman Kardeşler halk ayaklanmasının başından bu yana oportünist bir politika izliyor. Kitle hareketinin ordu bürokrasisini alt edecek ve eski devlet aygıtını parçalayacak bir devrime ilerlemesini asla istemiyorlar. Müslüman Kardeşler şimdiye değin kitleleri birkaç kez sokağa çağırdı. Ancak her seferinde amaç, kitlelerin gazını almak, askeri bürokrasiye gözdağı vermek ve kendisine siyaset sahnesinde alan açmakla sınırlıydı. Mısır burjuvazisinin olduğu gibi emperyalist güçlerin de önceliği demokrasi değil, Mısır’daki kitle hareketinin yatışması, rejimdeki düzenlemelerin tepede gerçekleşmesini sağlayacak bir güçler dengesinin oluşması, mal ve sermaye hareketlerinin güvenliğini sağlayacak istikrarlı bir zeminin yaratılmasıdır. Dünya burjuvazisinin akıl hocaları Mısır’daki rejimin sivilleşmesi sorununa ilişkin olarak Türkiye modeline

marksist tutum

gönderme yapıyorlar. AKP’nin Türkiye’de sivil-asker bürokrasinin vesayet rejimini kitle hareketlerine yol açmadan tepede yürüyen siyasi çekişmeler ve manevralar marifetiyle adım adım gerilettiğini hatırlatan bu akıl hocaları önümüzdeki dönemde Mısır’da da benzer bir sürecin yaşanabileceğini, Müslüman Kardeşler’in desteklenmesinin sermayenin çıkarlarına uygun bir değişim sürecinin yaşanabilmesi için elzem olduğunu düşünüyorlar. Şimdilik, Türkiye ve Mısır arasında önemli tarihsel ve sosyal farklılıklar olduğunu, siyasal mücadelelerin nihai sonucunun önceden kestirilemeyeceğini, bu noktada burjuva akıl hocalarının öngörü ve temennilerinin fazla bir değer taşımadığını hatırlatmakla yetinelim.

Mısır’da ne olmuştu? Mısır’daki ayaklanmanın hemen ardından yapılan bazı değerlendirmeler Mısır’da bir devrim yaşandığını ilan ediyordu. Marksist Tutum sayfalarında ise bu değerlendirmelerin gerçeği yansıtmadığı, Mısır’da devlet aygıtının dimdik ayakta olduğu, Mübarek’in indirilmesiyle Mübarek rejiminin parçalanmasının aynı şey olmadığı açıklanıyordu. Ne var ki, Mısır’da ve Tunus’ta diktatörler deviren isyan dalgasına “devrim” yakıştırmasında bulunanlar gibi, bu isyana “emperyalistlerin bir komplosu” diyenlerin akıllara zarar zihniyetleri de Marksist Tutum sayfalarında değerlendiriliyordu: “İsyan dalgasının başından itibaren yaşanan seferberliğe soğuk bir kuşkuyla yaklaşanlar, Libya’daki gelişmeler ve ardından Tunus ve Mısır’da İslamcıların seçim zaferiyle birlikte kuşkuculuktan açık bir düşmanlık evresine geçmiş bulunuyorlar. Onlara kalırsa, yaşananlar emperyalistlerin bir komplosundan, yeni bir dizayn çalışmasından başka bir şey değildir. Yüzbinleri kapsayan kitle gösterilerini emperyalist bir komplodan ibaret görenlerin, bu emperyalist müdahaleye karşı mevcut gerici rejimleri “anti-emperyalist” ilan ederek desteklemeleri kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Ulusalcılık bayraktarlığı yapan sözümona sol çevreler, Libya’da Kaddafi’yi açıktan, Suriye’deki Esad rejimini ise utangaçça savunmaktan geri durmadılar, durmuyorlar. Yarın İran’daki faşizan rejimi de “anti-emperyalist” diyerek destekleyeceklerinden kuşkumuz yok.” (Oktay Baran, Arap Halklarının İsyanından Dersler, MT, Şubat 2012) Mısır’da kitleler işsizliğe, yoksulluğa ve toplumsal adaletsizliğe karşı ayağa kalktı ve ilk etapta Mübarek’i tahtından indirdi. Kitleler erken bir zafer ilanıyla yatıştırılırken halktan yanaymış pozları takınan generaller inisiyatifi ele aldılar. O günden bu güne generaller kitle hareketini bastırmak, sivil siyasi güçlerin pozisyonlarını zayıflatmak ve kendi ayrıcalıklarını güvence altına almakla meşguller. Müslüman Kardeşler şu anda iktidar mücadelesi veriyorlar. Kitleler generallerin de Müslüman “burjuva” Kardeşlerin de yaralarına merhem olamayacağını yaşayarak görecektir. 

23


Avrupa Birliği Sorunun

Avrupa Birliği’nin Gerçek Niteliği Teşhir Edilmelidir AB ve barış içinde kapitalist gelişme düşü Liberaller ve onların Marksizm yağına bulanmış sol çeşitlemeleri, AB emperyalizmini ABD emperyalizmi karşısında bir demokrasi ve barış seçeneği olarak göstermekten pek hoşlanıyorlar. Medyadan yaygın olarak pompalanan bu tür boş hayallerin beslenmesi kitlelerin yanılsamalarını büyütüyor. Oysa insanlığın gerçek bir barış dönemine duyduğu ihtiyacın, herhangi bir emperyalist ittifak tarafından sağlanabileceğini tasavvur etmek kadar yanlış bir şey olamaz. Avrupa Birliği’nin saldırgan ABD karşısında dünya barışını savunan bir güç odağı olduğu ya da olabileceği iddiası, kapitalist sistemin yıkıcı krizler, emperyalist savaşlar gibi can sıkıcı gerçeklerinden kaçmaya çalışanların rağbet ettiği boş düşlerden biridir. Ve emperyalizmin tarihi, adeta bu hayal perdesini paramparça etmek istercesine, çeşitli kereler dünya halklarını büyük depresyon ve yeniden paylaşım savaşları gerçeğiyle yüz yüze bırakmıştır. Aslında bir Marksist açısından bu bilinen bir sonuçtur. Ne var ki, tıpkı 20. yüzyılın başlangıcında olduğu gibi, 21. yüzyılın ilk dönemine de damgasını vuran bir emperyalist paylaşım savaşı döneminde kitlelere yine “barış” hayalleri şırınga edilmeye çalışıldı. Böylesi tutumlar, uğursuz

24

Kautskiciliğin hortlatılmasından başka bir anlam taşımıyor. Birinci emperyalist savaş döneminde “kendi” burjuva hükümetlerinin yanında yer alan ve emperyalist savaş bütçeleri lehinde oy veren II. Enternasyonal sosyal-şovenleri, savaş öncesinde de kitlelerde demokratik ve barışçı yanılsamalar yaratmışlardı. Bu nedenle, emperyalist güçler hummalı bir savaş hazırlığı yürütürlerken, işçi ve emekçi kitleler pasif bir bekleyişe itilmiş oldular. Savaş patladığında ise yanılsamalar hâlâ devam ediyordu. Tüm sosyalpasifistler, işçilerin emperyalist paylaşım savaşı karşısında sınıf mücadelesi silahını yükseltmelerini engellemeye çalıştılar. Birinci Dünya Savaşının dehşetini yaşayan milyonlarca insan, bu savaşın son savaş olduğuna inandırıldı. Fakat dünya, ikinci emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte bir kez daha milyonlarca işçinin ve emekçinin kanıyla boyandı. Ancak bu dünya savaşını takip eden uzun yıllar boyunca geçmişin kötü anıları sanki yine unutuldu. Dünya işçi hareketinin büyük bir gerileme içinde olduğu yıllarda meydan boş kaldı. Ve emperyalist güçlerin kozlarını paylaştığı nice bölgesel savaşta, Yugoslavya’da, Somali’de, Ruanda’da, Filistin’de, “ateş düştüğü yeri yakar” misali, derinden etkilenenler savaşı bizzat yaşayan halklar oldu. Günümüzdeki sıcak gelişmelerin de çok çarpıcı biçimde kanıtladığı üzere, emperyalizm tarihinin hiçbir dönemi barışçı düşler yayan reformistleri haklı çıkarmamıştır.


nda Marksist Tutum /3 Elif Çağlı

Yalnızca uzun süreli ekonomik yükseliş dönemlerinde, büyük kapitalist güçler arasında görece barışçı ittifaklar gerçekleşmiştir. Fakat dünyasal ölçekli bir ekonomik duraklamayla birlikte kaçınılmaz olarak keskinleşen çelişkiler yeni savaşları tetiklemiştir. O nedenle görece “barışçıl” dönemler, son tahlilde savaşlar arasındaki “nefes molaları”ndan başka bir şey değildir. Lenin’in dikkat çektiği üzere, Kautsky gibilerin emperyalizm ötesi bir barış döneminin embriyonu saydığı uluslararası birlikler, aslında dünyanın yeniden paylaşılmasının ve barışçı paylaşmadan barışçı olmayan paylaşmaya –ya da tersi– geçişin araçlarıdır. Güçler dengesi bir kez değiştikten sonra, kapitalist düzende çelişkileri zordan başka çözecek bir şey yoktur. Emperyalizmin en karakteristik özelliği, birkaç büyük gücün hegemonya yarışıdır. Eğer emperyalist güçler arasındaki hegemonya çekişmesi ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılması mücadelesi şu ya da bu emperyalist ülkeyi karşı karşıya getirmişse, taraflar eninde sonunda kozlarını paylaşmak ve gerçek güçleri oranında yeni bir denge oluşturmak zorundadırlar. Kapitalizmin doğası budur. Emperyalizm dönemini de içermek üzere, ulusdevletler arasındaki rekabet ve çatışmalar olmaksızın kapitalizm var olamaz. Bu gerçek yalnızca dünya genelini değil, özelde Avrupa kıtasını da aynı derecede ilgilendiriyor. Eğer ki rekabetin kızışması nedeniyle artan gerilim iki Avrupa ülkesini karşı karşıya getirirse –örneğin İngiltere

ve Almanya’yı–, bu ülkelerin egemen burjuvaları, sosyalpapazların “Avrupa Birliği” doğrultusundaki vaazlarına hiç de kulak asmayacaklar. Ülkeler arasındaki gerginliklerin hangi biçimleri alabileceği, asıl faktöre yani ekonomik rekabete oranla ikincil bir sorundur. Unutmamak gerekir ki, kapitalizmin sömürgeci yayılmacılık döneminde olduğu gibi emperyalist yayılmacılık döneminde de, çekişen kapitalist güçler arasındaki mücadelede karşılıklı nutukların ve diplomasinin tüketildiği noktada silahlar konuşmaya başlar. Sermayenin uluslararasılaşması sürecinin ulus-devletler arasındaki çatışmayı hafifletebileceği, hatta ulus-devletlerin aşıldığı yeni bir dönemi başlatacağı düşüncesi tamamen dayanaksızdır. Troçki’nin dediği gibi, “toplumun temel üretici güçleri, tröstlerin, yani tek tek kapitalist kliklerin elinde oldukça ve ulusal devlet bu kliklerin elinde istedikleri gibi kullanabildikleri bir araç olarak kaldıkça, pazarlar, hammadde kaynakları, dünyanın egemenliği için mücadele kaçınılmaz olarak gitgide tahripkâr bir karakter kazanacaktır.”1 Emperyalist sistem yeni milenyumla birlikte, daha önceki periyodik krizlerden farklı olarak ne zaman sona ereceğinin burjuva stratejistleri tarafından bile kestirilemediği bir derinlik ve şiddetteki krizin içine yuvarlanmıştır. Sistemin başını çeken ABD’nin 11 Eylül’le birlikte başlattığı yeni dönemde tüm dünyayı bir savaş histerisi içine sürükleme azminin ardında yatan gerçek neden de budur.

25


marksist tutum

AB ve istikrarlı bir demokrasi dönemi düşü Biliyoruz ki, 20. yüzyılın başlangıcıyla birlikte dünyamız kapitalizmin en yüksek aşamasına, mali sermayenin uluslararası egemenliğinin yükselişine sahne oldu. Kapitalist üretimin çok daha büyük boyutlara ulaşmasıyla birlikte, serbest rekabetçi dönem yerini tekelci kapitalizm dönemine bıraktı. Emperyalizmin ekonomik özü, ulusal ve uluslararası düzeyde devasa tekeller demektir. Bu tekeller kendilerini, yine ulusal ve uluslararası düzeyde çeşitli birliklerin oluşumunda, güçleri ulusal sınırların ötesine geçen dev bankaların yükselişinde, muazzam ölçeklerde yoğunlaşan sermayenin giderek çok daha az sayıda elde merkezileşmesinde ortaya koymaktadır. Tekelci gelişmeyle birlikte kapitalizmin siyasal üstyapısı da demokrasiden siyasal gericiliğe doğru bir değişim geçirir. Şöyle diyordu Lenin: “Emperyalizm her yere özgürlük değil, hegemonya eğilimi götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu ise, politik rejim ne olursa olsun, tüm çizgi boyunca gericiliktir, mevcut çelişkilerin bu alanlarda da aşırı ölçüde şiddetlenmesidir.”2 Bu değerlendirme özünde tamamen doğrudur ve emperyalizm döneminin, kapitalizmin geçmiş dönemine oranla demokraside bir genişleme yarattığı iddialarına verilmiş bir yanıttır. Fakat Lenin’in işaret ettiği gerçeklik, burjuva düzende siyasal rejim farklılıklarının ortadan kalktığı anlamına da gelmez. Kapitalizmin tüm tarihi boyunca görüldüğü gibi, emperyalist aşamanın içinde de burjuva düzenin siyasal yapılanmasında ülkeden ülkeye, dönemden döneme farklılıklar olabilir. Örneğin Avrupa ülkelerinde uzun yıllar boyunca, Türkiye gibi ülkelere oranla daha geniş bir burjuva demokratik işleyiş yaşanmıştır. Kuşkusuz ki bu farklılığın temelinde de son tahlilde bazı ekonomik gerçekler yatar. Türkiye gibi sık sık krizlerle sarsılan ülkelerde, burjuva düzen, Batı Avrupa tipi bir burjuva demokratik işleyişe nefesinin yetmediğini kanıtlamıştır. Fakat hiçbir yanılsamaya yol açmamak için titizlikle belirtilmelidir ki, Avrupa’daki demokrasi de bir sınıf demokrasisidir; egemen burjuva sınıfın demokrasisi, yani onun sınıf diktatörlüğünün parlamenter biçimidir. Bu gerçek Marksistler için son derece açık olsa da, Avrupa Birliği’nin “demokratik” çerçevesi, bu kadarlık bir demokratik yaşama dahi sahip olamamış ülkelerin işçi ve emekçi kitlelerine cazip görünebiliyor. Bunda da anlaşılamayacak bir taraf yoktur. Fakat doğrusunu söylemek ge-

26

Temmuz 2012 • sayı: 88

rekirse, Avrupa Birliği’nin bugün sahip olduğu burjuva demokratik çerçeve aslında hiç de kalıcı ve istikrarlı değildir. Bu işleyiş, II. Dünya Savaşını takiben başlayan ve yakın zamanlara kadar uzanan uzun bir ekonomik yükseliş döneminin ürünüdür. Unutmayalım ki bu dönemin öncesinde, bugün Avrupa Birliği’nin başını çeken büyük emperyalist güç Almanya, Hitler faşizminin zulmü altında inliyordu. Kimileri Avrupa’nın II. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı görece barışçıl ve görece demokratik dönemin, dünya savaşı ve faşizm deneyiminden çıkartılan dersler doğrultusunda inşa edilen ve bir daha yitirilmeyecek bir yeni evre olduğunu iddia ettiler. Böyle düşünenlere göre, Avrupa’da siyasal ve hukuksal birlik ebedi bir demokrasi dönemini açacak ve dünyanın diğer bölgelerine de örnek teşkil edecekti. Kitleler nezdinde yayılmaya çalışılan bu tür aymaz düşünceler hiç de yeni değildir. Avrupa kıtasının faşizmin iktidarı ve ikinci bir emperyalist savaşla derinden sarsıldığı günlerde de, küçük-burjuva pasifizmi Müttefik emperyalist güçlerin getireceği “demokrasi” hayaliyle avundu. Yaratılmak istenen bu tür yanılsamalar karşısında, Troçki, Müttefiklerce demokratik bir Avrupa federasyonu yaratılacağı vaadinin, tüm pasifist yalanların en kabası olduğunu söylüyordu. Devlet bir soyutlama olmayıp tekelci kapitalizmin bir aracıydı. Kapitalist mülkiyet korunduğu sürece Avrupa’da bir “demokratik federasyon” olsa olsa Cemiyeti Akvam’ın çok kötü bir tekrarı olurdu. Emperyalizmin özsel niteliklerini kavrayamayan ya da kavramak istemeyen bir zihniyetin ürünü olan ideal ve kalıcı bir “Avrupa demokrasisi” düşü, geçmiş dönem boyunca epeyce prim yapmış olsa da bugünün yakıcı gerçeklerine dayanabilmesi mümkün görünmüyor. Avrupa kıtası, emperyalist sistemin hegemon gücü olan ABD’yi temellerine dek sarsan ve kapitalist Amerikan rüyasının sembolü olan İkiz Kuleleri yerle bir eden büyük krizin yarattı-


sayı: 88 • Temmuz 2012

ğı ve yaratacağı sonuçlara karşı şerbetli değildir. Nitekim son yıllarda ekonomideki tökezlemeyle birlikte, Avrupa’da da ilk saldırıya uğrayan hedefler işçi sınıfının kazanılmış demokratik ve sosyal hakları olmuştur. Bugün ABD’nin dünyaya savaş ilânıyla birlikte Avrupa ülkelerinde de yükselişe geçen işçi hareketi, Avrupa burjuvazisi için tehlike çanlarını çalmaktadır. İçine girdiğimiz bu yeni dönemde, egemen burjuvalar, “Avrupa’nın tarihsel-kültürel üstünlüğü” cilasını zedelemek pahasına burjuva demokratik çerçeveyi daha da daraltma girişimlerinde bulunacaklardır. Avrupa’daki burjuva demokratik rejimin Türkiye’ye oranla görece geniş yönlerini daha da abartarak, işçi sınıfında burjuva demokrasisine hayranlık uyandırmak Marksistlerin işi olamaz. O işi sol liberaller yapıyor. Bizim görevimiz, görece en genişi bile olsa, özsel karakteri itibarıyla işçi sınıfı için sınırlı bir anlam taşıyan ve aslında sömürüyü de örtüleyen burjuva demokrasisinin karşısına işçi demokrasisi alternatifini dikebilmektir. Avrupa’daki burjuva demokratik rejimin Türkiye’ye oranla görece geniş yönlerini daha da abartarak, işçi sınıfında burjuva demokrasisine hayranlık uyandırmak Marksistlerin işi olamaz. O işi sol liberaller yapıyor. Bizim görevimiz, görece en genişi bile olsa, özsel karakteri itibarıyla işçi sınıfı için sınırlı bir anlam taşıyan ve aslında sömürüyü de örtüleyen burjuva demokrasisinin karşısına işçi demokrasisi alternatifini dikebilmektir. Fakat devrimci mücadele uzun soluklu bir maraton koşusu gibidir. Hedefe bir çırpıda varılamıyor. Devrimci kadrolar için çok kolayca anlaşılabilir olan gerçeklerin kitleler tarafından da derhal ve kolayına kavranabileceğini sanmak bir “çocukluk hastalığı”dır. Bizler Avrupa ülkelerindeki burjuva demokrasisinin son tahlilde ne ifade ettiğini çok iyi biliyoruz. İşçi demokrasisinin yakıcı bir gereklilik olduğu çağda, “Avrupa tipi” bile olsa aslında burjuva sınıfın egemenliği demek olan burjuva demokrasisi bir umut olarak görülemez. O Avrupa demokrasisidir ki, yabancı düşmanlığını körüklemekte, göçmen işçileri içine ittiği kötü koşulları, Avrupa işçi sınıfının haklarını da budamak için bir tehdit aracı olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla, AB üyeliğinin tüm üyelere sürekli genişleyen bir refah ve demokrasi getireceği vaadi boş bir vaattir. İşçi sınıfının kendi örgütlü gücüne ve örgütlü mücadelesine güvenmek yerine, daha iyi bir gelecek umudunu bir emperyalist birliğe bağlamasının bizce savunulur bir yanı olamaz. Ama işte tam da bu noktada kitlelere yönelik propagandada çok dikkatli olmayı ve en uygun dili özenle seçmeyi gerektiren bir hassasiyet var. Kitlelerin yanılsamaları bir dokunuşta yok edilemiyor. Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs’ta işçi ve emekçi kitlelerin çoğunluğu, içinde bulundukları berbat duruma bakıp hiç değilse Avrupa demokrasisi kadar bir demokratik işleyişin özlemini çekiyor-

marksist tutum

lar. Avrupa ülkelerinde ise bu tür özlemlere ters istikamette gelişmeler yaşanıyor. AB üyeliğine demokratik hakların genişletilmesi bakımından olumlu yaklaşan Türkiyeli ya da Kuzey Kıbrıslı kitlelerin bu yanılsamalarına son verecek en güçlü faktör, son tahlilde yaşayarak öğrenecekleri gerçekler olacaktır. Üstelik bugünün dünyasında kapitalist sistemin gerçekleri, geçmişe oranla çok daha çarpıcı ve hızlı biçimde ortaya çıkıyor. AB’ye katılırsa Türkiye’nin bir demokrasi cennetine döneceği konusunda liberal masallar uydurmak hiçbir gerçek Marksiste yakışmaz. Fakat bunun alternatifi de, ne idüğü belirsiz bir ulusalcı solculuk adına, despotik-baskıcı devletçiliği savunmak olamaz. Bir başka deyişle, AB’ci liberallerin kuyruğuna takılmamak, milliyetçi burjuvaların düzeyine düşen bir AB karşıtlığını da hiç mi hiç haklı çıkarmaz. Aslında bu ikinciler, birincilerden çok daha fazlasıyla işçi sınıfının ileri atılımının önünü tıkıyor, onu eski baskıcı çerçeveye hapsediyorlar. Örneğin Türkiye işçi sınıfının, Avrupa ülkelerine bakıp daha geniş bir demokratik işleyişin özlemini çekmesi ve daha ileri talepler için mücadeleye atılması, genel bir atalet durumuna oranla hiç de olumsuz bir devinim değil. Ama bir husus asla unutulmamalı! İleri talepler, burjuvaların AB gibi örgütlerine bel bağlamakla değil, kendi örgütlü özgücüne dayanarak, yalnızca ona güvenerek kazanılabilir ve korunabilir.

Küçük-burjuva muhalefetin çıkışsızlığı Kapitalist birlikler hayır kurumları değildir. Tüm ortakların eşit kazanç sağlaması kapitalizmin mantığına aykırıdır. Örneğin Avrupa Birliği bünyesinde uygulanan ortak tarım ve fiyat politikası nedeniyle, daha geri durumda bulunan ülke ve bölgeler bundan zarar görmektedirler. Keza ortak gümrük politikası açısından da aynı şey söylenebilir. Bu sonuçlar, Avrupa Birliği üyesi ya da aday ülkelerde çiftçilerin ve çıkarları zedelenen burjuva, küçük-burjuva kesimlerin muhalefetine neden oluyor. Fakat kapitalizmin temellerine yönelmeyen bu tür muhalif akımlar, kapitalist birliklere katılıma karşı çıkarlarken çağın ekonomik gerçekleriyle bağdaşmayan bir “ulusal kapitalizm” savunusu içinde debelenip duruyorlar. Sol ve sağ, reformist ve devrimci tüm tandanslarıyla küçük-burjuva muhalefetin emperyalizm karşısında temel özelliği, mevcut sorunları kapitalizmin egemen gelişme eğiliminden kopartarak ele almasıdır. Örneğin Türkiye 1963’te Avrupa Ortak Pazarı’na üyelik için başvurduğunda, Türkiye solu “onlar ortak, biz pazar” sloganıyla karşı çıkmıştı. Bu slogan, emperyalist-kapitalist birlikler içindeki eşitsiz ilişkilerin ifadesi bakımından bir gerçekliği dile getiriyor olsa da, genelde tepkilerin düzeyi kapitalizme karşı gerçek mücadeleden kopartılmış bir sözde anti-emperyalizm idi. Hatta bu slogan, o dönemin verili koşulları dikkate alındığında, Avrupa karşısında ulusal kapitalizmin savunusu anlamına geliyordu. Küçük-burjuva solculuğu, kapitalizmin birleşme doğ-

27


marksist tutum

rultusundaki tarihsel eğiliminin karşısına “ulusal bağımsızlık” savunusunu çıkarır. Bu tutum devrimci değil, özünde milliyetçi bir tutumdur. Çünkü gerçekte ulusal bağımsızlık, siyasal bağımsızlığın kazanılması, yani ulus-devletin kurulması anlamına gelir. Siyasal bağımsızlığın kazanıldığı ve bir burjuva iktidarın kurulduğu tüm ülkelerde, emperyalizme karşı mücadelenin, sosyalizm hedefiyle değil de hâlâ bir “ulusal bağımsızlık” hedefiyle yürütülmek istenmesi, özünde “ulusal kapitalizm” taraftarlığıdır. Bu da son tahlilde, mümkün olmayan ve geri bir hedefi, yani ulusal izolasyonu savunmak anlamına gelir. Konumuz AB karşıtlığı olduğunda da bu gerçeği hatırlamamız gerekiyor. Küçük-burjuva ulusalcı tepkisellik temeline oturtulmuş bir AB karşıtlığının, burjuva ulusalcılığına hizmet edeceğinin bilincinde olarak, bu tür yanlış kavrayışlara karşı mücadele etmeliyiz. İşçi sınıfı mücadelesinin enternasyonalist devrimci rotaya sokulabilmesi ve güçlendirilebilmesi için anti-kapitalist temellere dayanan bir AB karşıtlığına ihtiyaç var. AB ve benzeri konularda tatmin edici yanıtlar bekleyen ileri işçi ve emekçi unsurların zihnini açabilecek yegâne tutum da bu olacaktır. Küçük-burjuva solculuğu, kapitalizmin birleşme doğrultusundaki tarihsel eğiliminin karşısına “ulusal bağımsızlık” savunusunu çıkarır. Bu tutum devrimci değil, özünde milliyetçi bir tutumdur. Siyasal bağımsızlığın kazanıldığı ve bir burjuva iktidarın kurulduğu tüm ülkelerde, emperyalizme karşı mücadelenin, sosyalizm hedefiyle değil de hâlâ bir “ulusal bağımsızlık” hedefiyle yürütülmek istenmesi, özünde “ulusal kapitalizm” taraftarlığıdır. Bu da son tahlilde, mümkün olmayan ve geri bir hedefi, yani ulusal izolasyonu savunmak anlamına gelir. Kapitalizmin emperyalist aşamasında dış dünyadan yalıtılmış bir “ulusal kapitalizm” asla mümkün değildir. Çünkü kapitalist sistem, eşitsizlik temelinde yürüyen karşılıklı bağımlılık ilişkileri üzerinde yükselir. Bu nedenle, güçlü emperyalist ülkelere oranla daha zayıf durumdaki kapitalist ülkelerin, uluslararası düzeyde şu ya da bu gelişmiş kapitalist ülke ya da ülkelerle ekonomik yakınlaşma, birlikte iş yapma eğilimi salt bir siyasal tercih sorunu olarak görülemez. Bu eğilim, kapitalist sistemin iç işleyişinin dayattığı bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Bazı dönemlerde şu ya da bu ülkede bir burjuva iktidar “ulusal çıkarlar” bahanesiyle tersine bir yol tutuyor gibi görünse bile, son tahlilde netice pek de değişmez. Hem kapitalist sistemin içinde kalıp hem de “ulusal bağımsızlık” nutuklarıyla ekonominin çarklarını döndürmeye hiçbir burjuva iktidar muktedir olamamıştır. “Ekonomik bağımsızlık” diyerek ulusal izolasyon içinde ekonomik gerilemeye ve çöküntüye uğrayan tüm burjuva iktidarlar, bozuştukları bir emperyalist güce sırtlarını çevirmiş olsalar bile, bir başka emperyalist gücün yörüngesine girmenin dışında bir netice elde etmemişler ya

28

Temmuz 2012 • sayı: 88

da edememişlerdir. Küçük-burjuva sol çevrelerin devrimcilik yağına bulanmış söylemlerinin özüne inildiğinde, kapitalist sistemi sosyalizm doğrultusunda aşacak bir geleceğe değil, “tam bağımsız ve ulusal çıkarlarını en başa almış bir ülke”ye duyulan özlem görülecektir. Bu özlemin gerçekte ne anlama geldiğini, örneğin Türkiye’de ya da Kıbrıs’ta milliyetçi çizgiye savrulan küçük-burjuva sol örgütler çarpıcı biçimde sergiliyorlar. Soyut olarak konuştukları sürece propagandalarını Marksizmden ödünç aldıkları devrimci laflarla süsleyen bu çevreler, sıra önemli ve somut bir soruna geldiğinde, “ulusal çıkarlar” bahanesiyle kendi burjuvalarına doğrudan ya da dolaylı destek sunmaktan imtina etmiyorlar. Kimler mi bunlar? Adlarını burada birer birer saymaya hiç gerek yok, ama örneğin Türkiye’de Kürt ulusal sorunu karşısında takınılan ezen ulus milliyetçisi tutumları izleyecek olursanız doğru adreslere varırsınız. Ya da örneğin Kıbrıs Rum kesiminin “komünist” partisi AKEL’in, kendi milliyetçi burjuvalarının kuyruğuna takılması ve son seçimlerde milliyetçi Papadopulos’u desteklemesi yeterince ibret vericidir. Aslında AB sorunu çerçevesinde benzer tutumlara Türkiye’nin sözde “komünist” partileri, küçükburjuva sol çevreleri arasında da fazlasıyla tanık olmak mümkündür. Gerçek bir devrimci, gerçek bir Marksist, AB’ye ya da benzeri bir emperyalist birliğe, kendi egemen burjuvazisinin “ulusal çıkarlar”ını savunmak üzere değil, işçi sınıfının devrimci mücadele hedefleri bakımından karşı çıkar. Ülke içinde egemen olan kapitalist işleyişe son verilmesi gereğini başa almaksızın, yalnızca emperyalist birlik ve kurumlara “hayır” demekle yetinmek küçük-burjuva solculuğudur. Emperyalizme karşı mücadeleyi salt bir “ulusal ekonomiulusal devlet” savunusu olarak gören tüm küçük-burjuva sol akımlar, işçi sınıfının dikkatini kapitalist sistemi aşıp geçecek bir geleceğe değil, geçmişe, yani ulus-devletlerin kuruluş dönemine döndürmek istiyorlar. Kapitalist üretim tarzı bir dünya pazarı yaratıp, farklı ulusların kaderini birbirine bağlayan dünyasal bir sistemdir. Kapitalist tarihin ilerleyişi içinde, çeşitli ulusların bağımsızlıklarını kazanmaları, iç pazarın kapitalist gelişmesini sağlamaları eş zamanlı olmamıştır. Fakat kapitalist temelde yol alan ülkelerin tümü, bir noktada emperyalist sisteme entegre olma ihtiyacı ile yüz yüze gelmiş ve o doğrultuda yol almışlardır. Emperyalizm çağında, ulus-devletini kurmuş ve böylece kapitalizm altında olup olabilecek ulusal bağımsızlığını kazanmış ülkelerde proletaryanın ve emekçilerin kurtuluşu geriye çark etmeyi değil, ileriye atılmayı gerektiriyor. Kurtuluşun yegâne yolu, kapitalist sistemin yarattığı adaletsiz “küreselleşme”yi yıkıp, yerine eşitlikçi ve sömürüsüz bir küreselleşmeyi, yani evrensel sosyalizmi inşa etmekten geçiyor. Bu nedenle, bugün kapitalizmin emperyalist aşamasının işçi ve emekçilere nice acılar getiren küreselleşmesine karşı gerçek ve devrimci bir mücadele, “ulusal bağımsızlık” bayrağı altın-


sayı: 88 • Temmuz 2012

da değil, ancak ve ancak sosyalizmin enternasyonal bayrağı altında yürütülebilir.

AB’ye katılım tartışması burjuvazinin iç sorunudur Tarihsel bir örnek olması bakımından, Marx’ın kendi dönemindeki “serbest ticaret mi, korumacılık mı?” tartışmasında konuyu ele alış tarzı da hatırlanmaya değer. Çünkü tartışma konusunun başlığını değiştirip, irdelemeyi bir de “AB’ye katılım mı, dışında kalmak mı?” biçimine çevirmek özde bir değişiklik yaratmayacak. Marx, serbest ticaret yanlısı burjuvazinin, korumacılık karşısında kendi çıkarı nedeniyle savunduğu değişimi, nasıl işçi sınıfından da yana bir değişim olarak göstermeye çalıştığına dikkat çeker. İşçi sınıfının yanılsamalara sürüklenmemesi için, ilerici ya da liberal görünen burjuva kesimlerin gerçek maksatlarını deşifre eder. Burjuva düzenin ekonomik işleyişi bakımından hangi uygulama olursa olsun –ister serbest ticaret isterse korumacılık– aynı anda hem burjuvazinin hem de işçi sınıfının çıkarına olabilmesi mantık dışıdır. Gerçekte, gerek korumacılık gerekse de serbest ticaret uygulaması altında işçi yine artı-değer üreten ve sömürülen sınıf olmayı sürdürecektir. O halde bir ücretli-kölenin, köleliğinin hangi burjuva seçenek altında sürdürülmesinin daha avantajlı olacağı konusunda taraf olmaya kalkışması kadar onur kırıcı bir tutum olamaz. Marksistler, burjuvazinin iç kapışmasında işçi sınıfına şu ya da bu safta taraf tutması yönünde akıl vermezler. Ne var ki, bir de sorunların tarihsel-toplumsal

marksist tutum

boyutu vardır ve işçi sınıfı asıl olarak bu konuda aydınlatılmalıdır. Biliyoruz ki, kapitalizm yıkılmadığı sürece dünya ölçeğinde ekonomik bağları ve ticari ilişkileri geliştirme doğrultusunda yol almak durumundadır. Bu gidişattan çıkar elde eden burjuva çevreler olduğu gibi, çıkarları sarsılan çevreler de olacaktır. Ve ekonomik-politik tercihler buna göre ortaya konacaktır. Örneğin iç piyasaya daha fazlasıyla bağımlı olan burjuva unsurlar, kendi çıkarları gereği “korumacılık” uygulamasında ısrar edecek ve propagandalarını, “aman ulusal çıkarlar elden gitmesin!” biçiminde sürdüreceklerdir. Serbest ticaret yanlıları ise daha çok dışa açılmayı, dünya arenasında marka olmayı savunacak, ama onlar da propagandalarını, bu yolun “ulusal çıkarları” en iyi koruyup geliştirecek yol olduğu motifleriyle bezeyeceklerdir. İşte Marx döneminde “serbest ticaret” nedeniyle burjuvazi içinde yürüyen tartışmanın özü buydu. Kapitalist gelişmenin temel eğilimi pek çok noktada serbest ticaret yanlılarının savunularıyla örtüşmekteydi. Korumacılığı savunanlarsa, işçi sınıfının uzun erimli çıkarlarıyla da hiçbir biçimde bağdaşmayan bir ulusalcılığı, tutuculuğu temsil etmekteydiler. Serbest ticaret yanlısı burjuva kesimlerin gündeme getirmiş olduğu değişiklik önerileri karşısında “Hayır!” diye bağırmakla yetinen solcular da, aslında burjuva düzene karşı çıkmış olmuyorlardı. Bu tutum, burjuva seçeneklerden birine, üstelik de milliyetçi, tutucu, baskıcı burjuva kesimlerin elini güçlendirecek bir seçeneğe destek sunmanın ötesinde pek bir şey ifade etmiyordu. Serbest ticarete “Evet!” diye yırtınanlar ise, her ne kadar görece ilerici bir tutum takınmış olsalar da, bu da nihayetinde bir burjuva seçeneği onaylamaktan, kapitalist gidişata destek sunmaktan ibaret bir “ilerici”likti. Sorunun işçi sınıfını ilgilendiren tarafı, yalnız ve yalnızca, kapitalist gelişmenin gelecek için attığı temellerdi. Çünkü bu temeller, proletaryanın toplumsal devrimini hızlandıran gelişmelere işaret ediyordu. Nitekim Marx, 9 Ocak 1848’de Brüksel Demokratik Birliğinde yaptığı konuşmada, “Baylar, sanmayınız ki ticaret özgürlüğünü eleştirirken himayecilik sistemini savunmak gibi bir niyet taşıyoruz” demekteydi.3 Genel olarak serbest ticaret sisteminin eski dengeleri yıkıcı olmasına karşın, yürürlükteki himayeci sistemin de tutucu olduğunu belirtiyordu Marx. Serbest ticaret sistemi, eski ulusları parçalayacak ve proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı uç noktasına itecekti. Tek sözcükle vurgulanacak olursa, serbest ticaret sistemi toplumsal devrimi hızlandıracaktı. Söz konusu tartışmanın proletaryanın devrimci çıkarlarıyla ilişkilendirilebilecek tek noktası da, serbest ticaret rejiminin yaratacağı bu sonuçtu. O nedenledir ki konuşmasını şu sözlerle bitirecekti Marx: “İşte yalnızca bu devrimci anlamıyladır ki, baylar, ben serbest ticaretten yanayım.”4 Marx’ın yaklaşımı bizlere örnek olsun. Türkiye, Kıbrıs

29


marksist tutum

Temmuz 2012 • sayı: 88

ya da benzeri ülkelerde yürüyen AB tartışmalarında deveden milliyetçi tutuma oranla, liberal tutum daha akılcı rimci Marksistlere yakışan tutum, milliyetçi burjuvalar ya bir seçenek olarak sivriliyor. da tarihin tekerleğini geriye çevirmeye çalışan küçük-burBaskıcı ve gerici burjuva seçeneklerden canları fena juva solcuları gibi “hayır” diye yırtınmak olamaz. Fakat halde yanan kitlelere, bazı reformlar vaat eden burju“evet” diyen emperyalizm taraftarı burjuva unsurlara va seçenekler daima bir kurtuluş umudu olarak görünür. tempo tutmak da asla doğru bir tutum değildir. Lenin’in Hangi önemli sorun söz konusu olursa olsun, devrimemperyalizmin Alman savunucusu Cunow’un mantalici çözüm yolunu benimsemedikleri sürece işçi ve emekçi tesini teşhir ederken sergilediği gibi, “emperyalizm mokitlelerin yanılsamalar içine sürüklenmeleri kaçınılmazdır. dern kapitalizmdir; kapitalizmin gelişmesi kaçınılmaz ve Bu türden yanılgılara kapılan kitlelerin ruh halini anlailericidir, öyleyse emperyalizm de ilericidir; o halde onun mak gerekir. Fakat onları anlamak, onlara yanılgılarını önünde diz çökmek ve ona övgüler düzmek gerekir” targösterme çabasından vazgeçmeyi gerektirmez. Marksist zındaki bir yaklaşım olsa olsa modern Cunowlara yaraşır. tutumun, kitlelerle birlikte olmak adına onların yanılgıKapitalizmin ileriye doğru aldığı yol, bizi ancak Marx’ın larına destek veren, onların kuyruğuna takılmayı marifet işaret ettiği gibi, bu sistemi ortadan kaldıracak işçi devriaddeden eğilimlerle hiçbir ortak noktası olmamıştır, olmini, geleceği, yani sosyalizmi hazırmamalıdır. ladığı ölçüde ilgilendirir. Eskilerde “bütün yollar Bağdat’a Türkiye ve benzeri ülkelerde AB’ye Türkiye ve benzeri ülkelerde çıkar” diye bir deyiş vardı; bunun katılım konusunda yürüyen tartışma AB’ye katılım konusunda yürüyen gibi yaşadığımız dünyada da bütün ve kapışmalar, temelde burjuvazinin tartışma ve kapışmalar, temelde burbelli başlı toplumsal sorunlarda çöiç sorunudur. Bizler bu tartışmada juvazinin iç sorunudur. Bizler bu züm yolları toplumsal devrime çıkı“evet” ya da “hayır” biçiminde tartışmada “evet” ya da “hayır” biçiyor. Kitleler, devrimin güçlerinin ve taraf tutmak zorunda değiliz. minde taraf tutmak zorunda değiliz. hazırlığının yetersizliği nedeniyle bu Unutmamalıyız ki, hangi sorun Unutmamalıyız ki, hangi sorun olurçözüm yolunu henüz pek inandırıcı olursa olsun Marksist açıdan doğru sa olsun Marksist açıdan doğru olan bulmuyorlarsa, onları etkilemek uğolan ve dolayısıyla işçi sınıfının ve dolayısıyla işçi sınıfının çıkarlarını runa gerçekleri eğip bükmenin hiççıkarlarını yansıtan tutum, asla ve yansıtan tutum, asla ve asla kapitabir yararı olmayacaktır. asla kapitalizmin çerçevesi içine lizmin çerçevesi içine sıkıştırılamaz. Avrupa Birliği tartışmaları bağsıkıştırılamaz. Çözüm, ne AB’li ne Çözüm, ne AB’li ne de AB’siz bir kalamında devrimci Marksistler açıde AB’siz bir kapitalizmdedir. İşçi pitalizmdedir. İşçi sınıfının ve emeksından sorun çok nettir: AB’li ya sınıfının ve emekçi kitlelerin baskı ve çi kitlelerin baskı ve sömürü koşullada AB’siz kapitalizm işçi sınıfının sömürü koşullarından kurtuluşunun rından kurtuluşunun yolu kapitalist sorunlarına hiçbir çözüm getireyolu kapitalist düzeni yıkacak düzeni yıkacak toplumsal devrimden mez. Çürüme çağına girmiş bulutoplumsal devrimden geçiyor. geçiyor. nan kapitalist sistem içinde kalarak, Şunu da belirtelim ki, kapitalist “kötü”nün karşısında “ehven-i şer” sistemin dayattığı ihtiyaçlar nedeniyle, burjuvalar, ulusal bir çözüm sağlanabileceğini ummak kendini kandırmanın sınırların çıkarttığı engelleri kendi çıkarları doğrultusunen kestirme yoludur. Türk, Kürt, Kıbrıslı, Filistinli, Iraklı da aşabilmek için AB benzeri birlikler oluşturacaklarsa vb. örneklerinde olduğu üzere, emekçi kitlelerin içinde ne gam! Onların bu yönde atacakları tüm adımların (bu bulundukları koşullardan kurtulabilmeleri için bir umut adımı atıp atamayacakları ya da hegemonya mücadelediyerek sarıldıkları AB ya da Birleşmiş Milletler benzeri si nedeniyle AB’nin parçalanıp parçalanmayacağı gerçeği emperyalist birliklerin “çözüm planları” bir oyalamacadır. bir yana), son tahlilde işçi sınıfının toplumsal devrimini Bu tür planlar, işçi ve emekçilerin bugün için olanaksız hızlandırmaya hizmet edeceğinden eminiz. Yani dünyanın gördükleri devrimci çözüm yolunun önüne dikilmiş birer tüm burjuvaları ne yaparlarsa yapsınlar, tarihin yasalarınengelden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, işçi sınıfı ve dan kaçıp kurtulabilmenin bir yolunu bulamayacaklar! emekçi kitleler kendi çıkarlarını temsil eden devrimci bir planı yaşama geçirmek üzere örgütlenip seferber olmadıkBurjuva seçenekler çözüm olamaz! ları sürece, burjuva seçenekler arasında sıkışıp kalmaktan İşçi sınıfının çıkarları, burjuva alternatiflerden birinin ve sürekli olarak zaman yitirmekten kurtulamayacakkarşısında diğerinin savunulmasını gerektirmiyor. Fakat lar. İçinde bulundukları olumsuz koşulları değiştireceğine yazık ki, Türkiye ya da Kıbrıs örneklerinde olduğu gibi, ni sandıkları burjuva planlara destek vererek kendilerini devrimci çözüm yoluna henüz ikna olmamış kitleler bir kandırdıkları sürece, hem bugünlerini hem de yarınlarını uçta liberallerin, diğer uçtaysa milliyetçilerin yer aldığı bir emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarına kurban burjuva çerçeveye hapsoluyorlar. Burjuva çerçevenin dışıedecekler. Gerçek bu kadar yalın; fakat kitlelerin bunu na çıkılmadığı sürece, sözde “ulusal çıkarlar” adına dünbir çırpıda kavramasını ummak saflık olur. Proletaryanın yadan yalıtılmışlığı, iç baskı ve sömürünün artışını temsil devrimci enternasyonalist güçlerine düşen görev, gerçek

30


sayı: 88 • Temmuz 2012

marksist tutum

çözüm yolunun kitleler tarafından kavranması için bıkmadan usanmadan mücadeleyi sürdürmektir.

Çözüm işçi sınıfının devrimci mücadelesindedir Kapitalizmin emperyalist aşaması, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesini, tekelci birleşmeleri kamçılar. Ekonomik merkezileşme eğilimiyle, ulus-devletlere parçalanmış siyasal yapılanma arasındaki çelişki derinleşir. Globalleşen kapitalizm siyasal bakımdan da globalleşmeyi, dünya arenasında hegemon güçlerin kontrolündeki bir merkezi yapılanmayı dayatmaktadır. Marksizm, milliyetçi küçük-burjuva solculuğundan tamamen farklı olarak, ekonomik temel bakımından bütünleşen, globalleşen bir dünyaya karşı değildir. Dünyanın küçük ulus-devletlere parçalanması da işçi sınıfının geniş kapsamlı çıkarlarına aykırıdır. Fakat kapitalizm altında siyasi merkezileşmeye, demokraside bir genişleme değil, tam tersine militarizm ve baskıcı uygulamaların yükselişi eşlik etmektedir. Aslında bir dünya sistemi yaratmış olan kapitalist üretim tarzı, ulusal yalıtılmışlığın karşısında çok yönlü uluslararası ilişkileri ve çeşitli düzeyde ittifakları gerçekten de kaçınılmaz kılmaktadır. Fakat bu kaçınılmazlık, kapitalist sistemin varlığını değişmez bir gerçeklik olarak kabullenip, onun yasalarına boyun eğmeyi ve bu yasaları savunmayı değil, tam tersine artık iyice çürümüş ve yozlaşmış bu kapitalist düzeni aşıp geçmeyi emrediyor. Günün yakıcı sorunlarına işçi ve emekçi kitlelerden yana çözüm sunabilmek, mevcut işleyişi aşan devrimci bir alternatif dikmeyi gerektiriyor. Ve günümüz dünyasında savunulması gereken bu alternatif, globalleşen dünyaya denk düşecek bir işçi iktidarından başkası olamaz. Avrupa’nın birliği söz konusu olduğunda da çözüm yolu nettir. Üretici güçlerin bugün geldiği düzeyde insanlığın çıkarları, sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen temelinde bütünleşmeyi dayatmaktadır. Avrupa’nın, emperyalist güçler arasındaki kapışmalar, yine bu güçler tarafından körüklenen ulusal çatışmalar nedeniyle parçalanmasının önüne ancak işçi iktidarı altında ulaşılabilecek bir birlik son verebilir. O nedenle, kapitalistlerin “Avrupa Birliği” programı karşısında, enternasyonalist komünistler işçi sınıfının birlik programını savunur ve Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri sloganını yükseltirler. Açıktır ki, dünyamızın gün geçtikçe içine çekilmekte olduğu devrimci çalkantılar döneminde, işçi sınıfının devrimci çözüm önerileri kitleler nezdinde giderek çok daha fazla yankısını bulacaktır. Emperyalist savaşlarla derinden sarsılan, adeta büyük bir kaosa sürüklenen dünya her seferinde devrime gebe bir dünya olmuştu. Evet bu nesnel gerçek dün nasıl geçerli idiyse günümüzde de o denli, hatta fazlasıyla geçerli. Ne var ki dünya üzerindeki milyonlarca kadın ve erkek işçiyi, bilinçli ve örgütlü tarzda harekete geçirmek için gereken öznel unsur, yani devrimci önderlik sorunu çözümlenmediği sürece, nesnel gerçek kendi kendine dünyayı değiştirmeyecek. Fakat nesnel gerçeklerin devrimci mücadele

üzerindeki etkisini de asla inkâr edemeyiz. İşçi sınıfının devrimci potansiyeli, kapitalist ekonominin yükselişte olduğu yıllar boyunca, uyuklayan bir devin potansiyel enerjisi gibi saklı durumdaydı. Artık dev yeniden uyanıyor ve dünyanın çeşitli ülkelerinde toprak işçilerin ayak sesleriyle sarsılmaya başlıyor. Proletaryanın devrimci güçlerinin neredeyse akıntıya karşı yüzmeye çalıştığı o karanlık dönem artık geride kaldı. Dolayısıyla şimdi dünyanın her köşesinde proletaryanın devrimci enternasyonalist örgütlenmesine duyulan ihtiyaç çok daha belirleyici bir önem kazanmıştır. Hatırlayalım, tarihin çok zor bir döneminde, birinci emperyalist paylaşım savaşının patlak verdiği ve mevcut enternasyonalin çöktüğü günlerde bile Marksizmin tarihsel iyimserliğinden ödün vermedi Lenin. Krupskaya’nın anılarında aktardığı üzere, “Bugün birkaç insandan ibaret olmamız sorun değil, gelecekte milyonlar bizimle birlikte olacak!” diyordu. Büyük Ekim Devrimi Lenin’i haklı çıkardı. Emperyalist-kapitalist sisteme karşı dünyanın dört bir köşesinde genç işçi ve emekçi kuşakların harekete geçmeye başladığı günümüzde de, artık “birkaç insandan ibaret” değiliz!  _______________________ 1

Troçki, Emperyalist Savaş ve Dünya Proleter Devrimi, s.10

2

Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.122

3

Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yay., Ocak 1979, s.238

4

Marx, age, s.239

31


Avrupa’da Ekonomik Kriz Siyasal Tabloyu Değiştiriyor Selim Fuat

U

zun süredir ekonomik krizin etkileriyle boğuşan Avrupa’da, burjuvazinin onca çabası krizi daha da derinleştirmekten başka bir sonuç vermiyor. Evden eve sıçrayan mahalle yangınlarında olduğu gibi kıtanın dört bir yanı ekonomik krizin alevleri içinde kalmış durumda. İflas eden bütçeler, ekonomilerin küçülmesi, işsizlik oranlarının artması ve yıkılmak üzere olan banka sistemleri ile kendini ortaya koyan kriz tablosu, yangının daha da büyüyeceğini gösteriyor. Yangını söndürmeye çalıştığını söyleyen burjuvazi, her zamanki gibi işçi sınıfının karşısına kemer sıkma politikalarıyla çıkıyor. Bütünüyle sorumlusu olduğu krizin bedelini işçilere ödetmeye çalışıyor. Çalışanların ve emeklilerin maaşlarında kesintilere gidilirken dolaylı vergiler artıyor, sağlık ve eğitim harcamaları kısılıyor, emeklilik yaşı daha da yükseltiliyor, esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırılıyor. Burjuvazinin krizin faturasını işçi sınıfının sırtına yıkmaya dönük bu çabası, işçi sınıfının burjuva politikalarına olan kitlesel muhalefetinin Avrupa çapında yükselmesine yol açıyor. Yunanistanlı işçiler ve emekçiler başta olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinin işçileri, burjuvazinin saldırılarına üst üste yaptıkları grevler ve genel grevlerle, yürüyüşler ve mitinglerle, sokak işgalleriyle yanıt veriyorlar.

32

Burjuvazi ise işçi sınıfının tepkilerini dindirmek, yıpranan hükümetleri değiştirerek yoluna devam etmek için seçimleri kullanıyor. Ne var ki, Yunanistan’da, Fransa’da, İngiltere’de ve Almanya’da yapılan son seçimlerde ortaya çıkan sonuçlar, işçi sınıfının burjuva politikalara karşı tepki duyduğunu açıkça ortaya koyuyor. İşçiler gerek kullandıkları gerekse de kullanmadıkları oylarla burjuvazinin saldırı programlarına karşı mücadele arzusu içinde olduklarını gösteriyorlar.

Yunanistan’da yenilenen erken seçimin sonuçları Hatırlanacaktır; Yunanistan’da ekonomik krize karşı uygulamaya konulan politikalara işçilerin gösterdiği tepkilerle devam edemez noktaya sürüklenen hükümet, Mayıs ayında erken genel seçime gitmek zorunda kalmıştı. 6 Mayısta yapılan seçimlerde ise burjuva parlamenter sistemin statükosu ağır bir darbe yemiş, yıllardır Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK arasında salınan iktidar sarkacı kopmuştu. Bu seçimde Yeni Demokrasi (ND) yüzde 19 ile 108, Radikal Sol Koalisyon (Syriza) yüzde 17 ile 52, PASOK yüzde 13 ile 41, Bağımsız Yunanlılar yüzde 10,6 ile 33,


sayı: 88 • Temmuz 2012

Yunanistan Komünist Partisi (KKE) yüzde 8,5 ile 26, Altın Şafak yüzde 7 ile 21, Demokratik Sol (DİMAR) yüzde 6 ile 19 milletvekili çıkarmıştı. Özellikle sosyalist partilerin aldıkları oylardaki yükseliş dikkat çekiciydi ve bu durum burjuvaziyi fazlasıyla tedirgin ediyordu. Yunanistan’daki seçim sistemi anti-demokratik biçimde birinci gelen partiye fazladan 50 milletvekilliği vermesine rağmen, oluşan bu siyasal tablo hiçbir şekilde bir koalisyonun kurulabilmesine izin vermedi ve 17 Haziranda yeniden seçimlere gidilmesi kararı alındı. Yeni seçime gidilirken tüm süreç boyunca halk tek taraflı ciddi bir propaganda bombardımanına tutuldu ve tehdit edildi. AB kurumlarının temsilcileri ve burjuva basın, seçimlerin Yunanistan’ın geleceği açısından “kader” niteliği taşıdığını belirterek buna göre oy kullanılmasını istedi. Avrupa Birliği tarafından hayata geçirtilen politikalara karşı çıkan Syriza’nın seçimlerden birinci parti olarak çıkması durumunda sonucun Yunanistan ve AB için felâket olacağı çeşitli platformlarda defalarca ifade edildi. Sopa-havuç politikasıyla seçmenler yönlendirilmeye çalışıldı. Bir yandan sermayenin mevcut politikalarını desteklemeyen partilerin hükümete gelmesi durumunda bankaların Yunanistan’a kredi vermeyi kesecekleri ve onu avrodan çıkarak kendi parasını basmaya zorlayacakları, piyasaların bir gece içinde yeni para birimine karşı spekülatif işlemler yaparak ülkeyi mali olarak harabeye çevirecekleri anlatıldı. Diğer yandan da, Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve IMF’nin yani “Troyka”nın, Yunanistan için örneğin kredi faizlerini aşağı çeken bir “kolaylaştırma paketi” hazırlamakta olduğu; ancak bu seçeneğin sadece Yeni Demokrasi Partisi’nin hükümeti kurması halinde gündeme geleceği burjuva basın tarafından “duyuruldu”. Yenilenen seçimin sonuçlarına bakıldığında bu propagandanın etkisi açıkça görüldü. Bu kez Yeni Demokrasi Partisi yüzde 30 oy oranıyla 129, Syriza yüzde 27 ile 71, PASOK yüzde 12 ile 33, Bağımsız Yunanlılar yüzde 7,5 ile 20, Altın Şafak yüzde 7 ile 18, DİMAR yüzde 6 ile 17, KKE yüzde 4,5 ile 12 milletvekili çıkardı. Seçimlere katılım oranı yüzde 62 civarındaydı. Bir önceki seçimde yüzde 3 barajını aşamayarak meclise giremeyen parti ya da örgütler yüzde 19 oranında oy almışlarken, bu seçimlerde bu oran yüzde 9 oldu. Yunanistan Komünist Partisi oylarının yaklaşık yarısını kaybederek ciddi bir yenilgiye uğrarken, sol oylar büyük ölçüde Syriza’da toplandı. Seçimlerin sonucunda belirgin biçimde sağ parti tabanlarından Yeni Demokrasi Partisine oy kaymaları oldu. Buna rağmen faşist parti Altın Şafak’ın oylarını koruyarak meclise girmesi dikkat çekicidir. Böylesi dönemlerde bur-

marksist tutum

Burjuvazinin tüm oyunlarına rağmen Yunanistan işçi sınıfı mücadeyi yükseltiyor

juvazinin el altında tuttuğu türden partilerden olan Altın Şafak ilerleyen günlerde sınıf mücadelesinin daha da keskinleşeceği öngörüsüyle burjuvalar tarafından diri tutulmuş ve meclise güçlendirilerek sokulmuştur. Kutuplaşma sonucu oluşan bu durum seçim sonuçları itibariyle mevcut saldırı paketini hayata geçirmeyi savunan burjuva partilerin işine yaramış oldu ve tam da büyük sermaye çevrelerinin istediği gibi Yeni Demokrasi, PASOK ve DİMAR arasında bir koalisyon hükümeti kurulmasının olanağı doğdu. Seçimin hemen ardından yaptığı konuşmada Yeni Demokrasi Partisi lideri Samaras, “artık ne kaybedecek zamanımız ne de küçük parti çıkarlarına hizmet etmek için oynanacak oyunlara tahammülümüz var. Ulusal kurtuluş hükümeti kalkınmayı getirecektir ve kötü günlerin geçmişte kaldığını tescil edecektir. Ülkenin atmış olduğu imzalara saygı duyacağız” diye konuştu. Nitekim onun tarafından hükümet kuruldu. Kabine Yeni Demokrasi Partisinden ve PASOK ile DİMAR’ın onay verdiği teknokratlardan oluştu ve göreve başladı. Ancak göreve başlar başlamaz Maliye Bakanı sağlık gerekçesiyle, Deniz Ticaret Bakanı da yasalara aykırı bir şekilde şirket ortağı olmasından ötürü istifa ettiler. Bu gelişmeler hükümetin “sağlıklı” bir temelde yükselmediğini gösteren işaretler olarak algılandı ve pek çok kesim yeni hükümete uzun bir ömür biçmedi.

Fransa seçimleri de işçilerin mevcut uygulamalara tepkilerini gösterdi Fransa’da Sosyalistler cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra milletvekili seçimlerinden de galip ayrıldı. 17 Haziranda yapılan genel seçimlerin ikinci turunun ardından Sosyalist Partinin başını çektiği Parlamenter Sol Cephe 577 sandalyeli Fransız meclisinde çoğunluğu elde edecek sayıda milletvekilliğini kazandı. Seçmenin sadece yüzde

33


marksist tutum

Burjuvazinin tehditleri ve vahşi polis saldırıları İspanyol madencilerin militan duruşunu, kararlılığını kıramadı

56’sının oy kullandığı seçimlerde 577 milletvekilinin partilere göre dağılımı şöyle gerçekleşti: Sosyalist Parti 300, Avrupa Ekoloji-Yeşiller 18, Sol Cephe 13, Radikal Sol Parti 12, Yeni Merkez 14, UMP-Halk Hareketi Birliği 207, faşist Ulusal Cephe 2 milletvekili. Böylece Sosyalist Parti diğer sol partilerin desteğine gereksinim duymaksızın parlamentoda salt çoğunluğa sahip olurken, Yeşiller de grup kurabilecek sayıya ulaştı. Sol Cephe’nin oylarının artmasına rağmen milletvekili sayısı düştü. Küçük sağ partiler politik sahneden neredeyse silinirken, 1988’den beri meclise giremeyen faşist Ulusal Cephe (FN) ise lideri Marine Le Pen seçilememesine rağmen yeni meclise 2 üye sokmayı başardı. Bu tabloya göre, yerel yönetimlerde ve senatoda da çoğunluğu elinde bulunduran Sosyalistlerin öngördükleri politikaları hayata geçirmek için elleri rahatlamış oldu. Fransa’daki seçim sistemi de Yunanistan’daki “demokratik” sistem gibi, seçmen tercihlerinin doğrudan parlamentoya yansıması yerine burjuva “istikrarı” sağlayacak bir hükümetin oluşumunu gerçekleştirmeyi esas alıyor. Nitekim milletvekilliği seçimlerinin ilk turunda, oyların partiler arasındaki dağılımına bakıldığında, Sosyalist Parti ile Halk Hareketi Birliği’nin (Sarkozy’nin partisi) oylarının neredeyse birbirine eşit olduğunu görüyoruz. Yüzde 35’e yüzde 35. Ama iki turlu seçim ve çoğunluk sistemi küçük partilerin aleyhine işlerken, birinci gelen partinin oy oranının çok üstünde milletvekili kazanmasını sağlıyor. Bu sistem sonucu, Sosyalist Parti yüzde 35’lik oyla tüm yönetim organlarında çoğunluğu ele geçirdi. Neticede François Hollande’ın seçim programında ortaya koyduğu 60 maddelik çözüm paketinde yer alan istihdam önerileri, Nicholas Sarkozy’nin büyük tepki toplayan emeklilik düzenlemelerinin geri alınması ve öğretmenlerin koşulları hakkındaki iyileştirmeler gibi işçi sınıfına yönelik vaatlerle Sosyalistler iktidara yerleşmiş oldular. Bunun yanı

34

Temmuz 2012 • sayı: 88

sıra seçimlerde diğer partilerin öne sürdüğü kemer sıkma politikalarının karşısına François Hollande’ın “büyüme stratejileri” ile çıkması da işçilerin Sosyalistleri desteklemesini sağladı. Elbette yerine getirilse bile bu sınırlı vaatler işçi sınıfının yaralarına merhem olmayacaktır. Hollande’ın “büyüme” politikalarının tutma şansı pek yoktur. Burjuva sol partiler kriz döneminde sınıfı oyalayacak politikalar için hazır ve nazırdırlar. Hollande’ın partisinin de içinde bulunulan koşullarda görevi ve rolü bundan ibarettir. Bugün Avrupa’nın her yerinde işçi sınıfının kapitalizmin krizine karşı gösterdiği tepkilerin örneklerini gözlüyoruz. Daha geçen ay içerisinde İspanya madencilerin militan tepkilerine sahne oldu. Hükümetin madenlere yapılan sübvansiyonlarda yüzde 63 kesintiye gitme kararı alması üzerine süresiz grev kararı ilan edildi. Ardından da işçiler etkili eylemlere giriştiler. Madenciler iki hafta içinde 140 ayrı noktada yollara kömür dökerek, barikat kurarak bölgedeki ulaşımı önemli ölçüde aksattılar. Ayrıca eylemlerden demiryolu ulaşımı da etkilendi. Madenciler ile devlet güçleri arasında çatışmalar çıktı, polis işçilere acımasızca saldırdı. Ancak bu saldırılar işçileri yıldıramadı ve militan duruşu kıramadı. İşçilerin işlerini kaybetmesine yol açacak kesintiyi ilan ederken bankalara 100 milyar avroluk kurtarma paketi hediye eden İspanyol hükümetin tutumu açıktır. İşçiler de artık bu türden uygulamalara tepkilerini daha radikal biçimde göstereceklerini ortaya koyuyorlar. Üstelik kaderlerinin ortak olduğunun bilincinde olan başka ülkelerdeki işçiler de derhal mücadele eden İspanyol işçilerin yanında olduklarını gösterdiler. İngiltere’deki maden işçileri sendikaları bir dayanışma komitesi oluşturup İspanya’daki madencilerin haklı mücadelesini sahiplendiklerini ilan ettiler. Kapitalizmin tarihsel bir kriz döneminin içinden geçtiği artık herkesin malûmu. Çeşitli ülkelerde ortaya çıkan tablolar da bu dönemin şiddetli bir sınıf mücadelesi ile geçeceğinin işaretleri. İşçi sınıfı kapitalizmin kendisine ödetmek istediği bedellere karşı tepkisini her durumda ortaya koyuyor. Bu da işçi sınıfı mücadelesinde yeni bir yükselişin başladığını gösteriyor. Kapitalistler bu çaptaki kriz dönemlerini ancak büyük ölçekli rekabetlerini bir sonuca bağlayarak aşabilirler. Burjuvaların birbirlerine de girdikleri bu kriz dönemleri, kapitalizmin en kırılgan olduğu, burjuvazinin ideolojik hegemonyasının en çok zayıfladığı, siyasi yönetimlerinin de en istikrarsız oldukları süreçlerdir aynı zamanda. Bu nedenle, işçi sınıfının burjuva düzen partilerinin içyüzünü kavrayarak devrimci bir arayış içine gireceği yeni ve önemli bir dönem bizleri bekliyor. 


Mültecilerin ve Göçmen İşçilerin Türkiye’de Yaşam Savaşı Zehra Aras

T

arih boyunca, herhangi bir yerde zulme maruz kalanlar en yakın yörelere göç etmişlerdir. Bu göçler kimi zaman yaşanılan ülke içinde, kimi zaman da sınır aşırı göçler şeklinde olmuştur. Savaşlar, işgaller, diktatörlükler, baskıcı yönetimler, açlık ve yoksulluk her yıl milyonlarca insanı göç yollarına savuruyor. Yaşadıkları ülkelerdeki zulümden veya açlıktan kaçan, ailelerini, tüm sevdiklerini geride bırakarak başka ülkelere sığınmaya çalışan yoksullar için yaşama tutunmak hiç de kolay olmuyor. Kapitalizm bir yandan göçmenliğin koşullarını hazırlıyor, öte yandan göçmen işçilerin ucuz emeğini iştahla sömürüyor. Kapitalizmin krizi ve işçi sınıfına yönelik saldırılar arttıkça göçmenlere ve mültecilere yönelik baskıcı ve dışlayıcı tutumlar da sertleşiyor. Burjuvazi her an kapı dışarı etmekle tehdit ettiği göçmenleri ve mültecileri vatandaşlık haklarından mahrum bırakarak güvenlikten yoksun, çaresiz bir hale düşürüyor. Çaresizlik içerisinde hayatta kalmaya çalışan bu insanlar kayıtdışı olarak karın tokluğuna çalışmaya boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Göçmen işçilerin bulunduğu ülkelerde egemenler, yerli işçileri milliyetçilik zehriyle uyuşturup göçmen işçilere karşı kışkırtmayı da ihmal etmiyor. Göçmen işçiler, ücretlerin düşmesinin ve işsizliğin sorumlusu olarak hedef tahtasına konuluyor. Küreselleşmeden, yani mal ve sermaye akışının dünya ölçeğinde serbestleşmesinden dem vuran burjuva egemenler, işgücünün serbest dolaşımının önüne kendi çıkarlarına yontabilecekleri türde engeller dikiyorlar.

Birleşmiş Milletler (BM) istatistiklerine göre bugün dünyada 210 milyonun üzerinde göçmen var. 30 milyonu aşkın “kaçak” ve 50 milyonun üzerinde de mülteci yaşamakta. Her yıl bu rakamlara milyonlarcası ekleniyor. 30 yıl içerisinde göçmen sayısının 400 milyona ulaşacağı hesaplanıyor. Gittikçe kızışan küresel rekabet koşulları gelişmiş ülkelerin ucuz işgücü ihtiyacını arttırıyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde nüfus artış hızının yavaşlaması, hatta eksi değerlere düşmesi ve nüfusun yaşlanması, bu ülkelerin göçmen işçileri genç dinamik ve ucuz işgücü kaynağı olarak değerlendirmesine yol açıyor. Gelişmiş ülkelerde burjuvazi, işçi sınıfının kazanımlarını geriletmek için ucuz ve kötü koşullarda çalışmaya boyun eğmek zorunda kalan göçmen işçileri kullanıyor. Göçmen işçilerin örgütsüzlüğü ve gittikleri ülkenin işçileriyle birleşememeleri, burjuvazinin eline güçlü bir koz veriyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sendikal bürokrasinin de göçmen işçilere karşı genellikle dışlayıcı tutumlar geliştirdiği biliniyor. Bu tutumlar işçi mücadelesini bölüyor ve geriletiyor.

Türkiye’de göçmen işçiler Türkiye burjuvazisi de göçmen işçilerin sırtından bolca kâr ediyor. Türkiye’ye yasal ve yasadışı yollardan girmiş 350 bin kişi olduğu tahmin ediliyor. Kayıtdışı çalışan göçmen işçi sayısı 200 bin civarında. Ev hizmetleri, madencilik, tekstil, eğlence gibi sektörlerde, merdiven

35


marksist tutum

altı atölyelerde kayıt dışı çalıştırılan işçiler, yerli işçilerin yarısı kadar paraya sefalet koşullarında çalıştırılıyor. İhbar edilmek ve ülkelerine geri gönderilmek tehdidi altında, vatandaşlık haklarından bile mahrum bir şekilde, tamamen patronların insafına terk edilmiş bir yaşam sürüyorlar. Marangozhane, ekmek fırını, halı yıkama gibi küçük işletmelerde işyerinde yatıp kalkan göçmen işçiler, iş saatleri sınırsız bir biçimde çalışmaya mahkûm ediliyor. Mayıs ayında gazetelerde yer alan bir haber patronların zalimliğin sınırlarını nasıl zorlayabildiklerinin göstergesidir: Beykoz’da bir fırın sahibi, yanında çalışan göçmen işçi işten ayrılmasın diye önce parasına el koyuyor. İşçi yine de ayrılmak isteyince “buradan ancak cesedin çıkar” diyen patron, 9 metrelik bir zincirle işçiyi hamur teknesine zincirleyip zorla çalıştırmaya devam ediyor. Ayağında 9 metrelik zincirle kaçmayı başaran işçi polise verdiği ifadede “1000 lira parama el koydu, paramı versin şikayetçi olmayayım” diyor. Gazetelerde yer bulan bu vaka göçmen işçilerin yaşadığı çaresizliğin boyutlarını göstermektedir. İstanbul Serbest Muhasebeciler ve Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO) hazırladığı bir rapora göre Türkiye’deki patronlar kaçak göçmen işçi çalıştırmak suretiyle ekstra kârlar elde ediyor. Asgari ücretin bile altında ücretle çalıştırarak yılda 432 milyon, SGK primi ve vergi kaçırma sayesinde de 1 milyar 60 milyon TL ekstra kazanç sağlıyor. Sağlık ve sosyal güvenceden yoksun çalıştırılan bu işçilerin son 15 yılda Türkiyeli patronlara sağladığı ekstra kazanç 12,2 milyar doları geçiyor. Göçmen işçinin ayağına zincir vuran bir zihniyetin, bu işçiler iş kazalarında öldüğünde cesetlerini bile yok edebileceğini akıldan çıkarmamak gerekir.

Mültecilik sorunu ve Türkiye’de mülteciler İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulmuş küçük bir birim, mültecilik konusunda çalışmalar yürüttü. 1951 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Cenevre Sözleşmesi imzalandı. 1954 yılında yürürlüğe giren bu sözleşmeye göre; ırkı, dini, “sosyal bir gruba mensubiyeti”, milliyeti

36

Temmuz 2012 • sayı: 88

ve siyasi düşünceleri nedeniyle zulme maruz kalan ya da kalmaktan korku duyan kimselerden kendi ülkeleri dışındaki başka ülkelere, başka bir devlet otoritesine sığınanlar “mülteci” olarak tanımlanıyor. Bu nedenlerden dolayı ülkesini terk eden bir kişi sınırı aştığı anda sığınmacı olarak adlandırılıyor. Sığınma nedenlerinin “doğruluğu araştırılıp” karara bağlandıktan sonra “mülteci” statüsü kazanılıyor. Sığınmacı ve mülteci kavramları uluslararası alanda bu şekilde tanımlanıyor ama Türkiye’ye gelince durum değişiyor. Bu kişilerin kaçtıkları ülkelere iade edilmemeleri gerekir. Bu koruma, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. ve 3. maddesi ile, yani yaşam hakkı ve işkence görmeme hakkı ile düzenlenmiş. Devletler bu haklara saygı göstermekle yükümlü oldukları gibi sığınmacıları bu hakları ihlâl edecek bir ülkeye sınır dışı etmemekle de yükümlüdürler. Cenevre Sözleşmesi mültecilik tanımını Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerde yaşayan insanlarla sınırlıyordu. 1967 yılında kabul edilen bir protokol ile bu sınır kaldırıldı ve mültecilik statüsü tüm dünya için tanımlandı. Türkiye bu protokolü coğrafi sınır şartı koyarak imzaladı. Türkiye sadece Avrupa Konseyi üyesi ülke vatandaşlarına mültecilik hakkı tanıyor. Diğer ülkelerden gelenlere ise üçüncü bir ülke tarafından kabul edilene kadar “geçici sığınma” imkânı tanıyor. Türkiye mültecilere Avrupalı olan ve olmayan diye ayrımcılık uygulayan tek ülke durumunda. Sığınmacılar kendi ülkelerinden bir başka ülkeye geçerken çoğunlukla yasal olmayan yolları kullanıyorlar. Bazen sahte belgelerle, bazen hiçbir belgeye sahip olmadan sınırı geçiyorlar. Asker veya polis tarafından yakalandıklarında sığınma amacıyla geldiğini anlatamadan yasadışı göçmen muamelesine tâbi tutuluyorlar. 1951 sözleşmesine göre, ülkeler kendilerine sığınan kişileri sınırları yasadışı yollarla aşıp geldikleri için cezalandıramazlar. Ama Türkiye’de yasadışı göç eden kişiler neden kaçtıklarına bakılmadan, peşinen suçlu olarak kabul ediliyor. Türk soyundan olan göçmenlere özel kanunları saymazsak, Türkiye hâlâ bir iltica-göç yasasına sahip değil. AB’ye üyelik süreciyle zoraki olarak hazırlanan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” adı altında bir yasa tasarısı var, ancak yıllardır tamamlanıp onaylanmayı bekliyor.

Türkiye’de mültecilerin çilesi İran yıllardır Türkiye’ye gelen sığınmacıların kaynak ülkeleri arasında başı çekiyordu. Ancak Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra Irak birinci sıraya yerleşti. İkinci sırada İran geliyor ve bunu Afganistan, Pakistan, Somali gibi savaş ve açlık sorunlarının yoğun olduğu Ortadoğu ve Afrika ülkeleri izliyor. Avrupa ülkelerinden gelenlerin Türkiye’ye geldiklerinde İçişleri Bakanlığı’na başvuru


sayı: 88 • Temmuz 2012

yapmaları gerekiyor. İçişleri Bakanlığı bu kişilerin kendi ülkelerinden kaçış nedenlerinin 1951 sözleşmesinde belirtilen mülteci tanımı içerisinde olup olmadığını araştırıyor ve mülteci statüsüne sahip olup olamayacağına karar veriyor. Asıl problem Avrupa dışından gelenlerde yaşanıyor. Türkiye, coğrafi sınırlamayı koruduğu için Avrupa dışından gelenlere sadece geçici sığınma hakkı tanıyor. Dolayısıyla bu kişilerin kalıcı olarak bir ülkeye yerleştirilmeleri gerekiyor. Yani Türkiye, Avrupa ülkeleri dışından gelenlerin gerçekten zulümden kaçtığına kanaat getirse bile, bu insanlar için kalıcı bir çözüm yaratamayacağını söylüyor. Bu nedenle Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), Avrupa dışından gelenlerin kalıcı olarak üçüncü bir ülkeye yerleştirilmeleri görevini üstleniyor. Türkiye’de Avrupa dışından gelen sığınmacılar için ikili prosedür işliyor. Örneğin İran’dan bir kişi siyasi düşünceleri nedeniyle ciddi insan hakları ihlâllerine maruz kalacağı endişesiyle Türkiye’ye giriş yaptığında, ilk olarak UNHCR ofisine ya da herhangi bir emniyet müdürlüğü binasına gidip, sığınma aradığını beyan etmek, kaçış nedenlerini anlatmak ve başvuru işlemlerini yapmak zorunda. Sığınmacılar ilk olarak UNHCR’ye başvuru yaptıklarında emniyet müdürlüklerine yönlendiriliyorlar. Emniyet müdürlüğüne başvurdukları zaman da UNHCR’ye yönlendiriliyorlar. Bunun, her iki prosedürün birlikte başlayıp belirli bir koordinasyon içinde yürümesi için gerek duyulan bir uygulama olduğu söyleniyor. Kaydı alınıp kimlik tespiti yapıldıktan sonra kişilere bir tanıtma kartı düzenleniyor ve bir mülâkat tarihi veriliyor. O mülâkat tarihi gelene kadar bu kişilerin nerede barınabileceğiyle, nasıl yaşayacağıyla kimse ilgilenmiyor. “Kaydını aldık, bu da tanıtma kartın, al ve başının çaresine bak” deniyor. Bu kişiler ya dışarıda kalıyorlar ya da geldikleri ülkeden olan diğer mültecilerin evlerinde konaklıyorlar. Ta ki kendilerine bir ev bulup orada yaşamaya başlayıncaya kadar. Mülâkatları alındıktan sonra bu mülâkatlar yabancılar polisi tarafından mülâkat formuna kaydediliyor ve İçişleri Bakanlığı’na gönderiliyor. Mülâkat formunun incelenmesi bittikten sonra sığınma başvurusunda bulunan kişilere Türkiye’de 30 tane uydu şehirden biri gösteriliyor ve o şehirde ikâmet etmesi zorunlu tutuluyor. İkâmet ettiği il merkezinin dışına çıkmak için İçişleri Bakanlığı’ndan ve il emniyet müdürlüklerinden izin almaları gerekiyor. Mevzuata göre kişi Türkiye’ye pasaportla, yani resmi yollarla girmiş ise istediği şehre gidip başvurusunu yapabilir. İçişleri Bakanlığı ona bir uydu şehir belirleyinceye kadar, kısa bir süreliğine başvuru yaptığı şehirde ikâmet edebilir. Fakat yasadışı yollarla girmiş ise giriş yaptığı şehirde başvuru yapmak zorunda ve İçişleri Bakanlığı kendisini uydu şehre gönderene kadar başvuru yaptığı şehirde ikâmet etmek zorunda. Bu nedenle bazı sınır illerinde çok fazla yığılma oluyor. Bir şehirde on-on beş bin sığınmacının olması “hem güvenlik hem de başka sakıncalar ta-

marksist tutum

şıması” açısından tercih edilmiyor. Bu nedenle daha çok İç Anadolu Bölgesindeki 30 kadar şehre naklediliyorlar. Bakanlığa göre bunlar “güvenlik problemi” teşkil etmeyen şehirler. UNHCR’nin mülâkat tarihleri bir yılı aşkın süreleri bulabiliyor. Eğer başvurular 1951 sözleşmesinde belirtilen mülteci tanımına uyuyorsa başvuranlara UNHCR tarafından mülteci statüsü tanınıyor ve uluslararası koruma altında oldukları deklare ediliyor. Ancak İçişleri Bakanlığı eğer sığınmacının 1951 sözleşmesinde belirtilen mülteci tanımındaki kriterleri taşımadığına hükmediyorsa, başvurusunu reddedebiliyor. Uluslararası sözleşmelere göre, İçişleri Bakanlığı UNHCR’nin karar vermesini beklemek zorunda. Fakat henüz UNHCR’deki başvuru prosedürü tamamlanmadan İçişleri Bakanlığı bir kişi hakkında sınır dışı kararı verebiliyor ya da UNHCR tarafından mülteci statüsü tanınsa bile İçişleri Bakanlığı yine de sınır dışı edebiliyor.

Mülteci mi, esir mi? Türkiye’ye gelen kişiler emniyet müdürlüğüne ya da UNHCR’ye ulaşmadan polis tarafından yakalanırlarsa ya da haklarında güvenlik tehdidi oluşturacaklarına dair bir polis kanaati oluşursa emniyet müdürlüklerindeki eski adıyla “misafirhane” yeni adıyla “geri gönderme merkezi” olan gözaltı merkezlerine gönderiliyorlar. Bu gözaltı merkezlerinden Edirne, Kırklareli ve İstanbul Kumkapı’dakiler büyük kapasiteli olanlar. Bunların dışında da neredeyse her şehirde küçük kapasiteli gözaltı merkezleri var. Son yıllarda sürekli olarak, bu merkezlerin hukuksuz oldukları yönünde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları çıkıyor. Çünkü yargı kararı olmaksızın, polis kararıyla birileri aylarca hatta yıllarca buralarda tutsak ediliyor. Bu merkezlerde tutulanların birçok sorunları var. Yalnızca Kırklareli’nde dışarı çıkıp temiz hava almaya ve spora izin var. Hatay’dakiler sadece kantine çıkabiliyor. Aşırı kalabalık yüzünden yatak bulamayıp yerde yatanlar var. Zeytinburnu’nda 16 yataklık alanda 200 kişi, Hatay’da

37


marksist tutum

30 yataklı yerde 100 kişi tutuluyor. Kırklareli, Kumkapı ve İzmir’de yeni gruplar geldiğinde yere şilte atılıyor. Banyolar kirli ve yetersiz sayıda. Yıllarca kapalı kalmak, çalışma imkânlarının olmaması, çeşitli sağlık sorunları yaşamaları ve tedavi olamamaları en başta gelen sorunlar. Sağlık hizmeti almaları o gözaltı merkezindeki görevli polis memurlarının insafına bırakılmış. Gözaltı merkezlerinde tutulanların sağlık hizmeti almak konusunda tek şansları var, polisi hasta olduğuna inandırabilmek. Eğer polislere hasta olduğunu ispatlayabilir ve doktora görünmesi gerektiği konusunda ikna edebilirse, polis onları gözaltı merkezinden alıp, kendi nezaretinde ve masrafları Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı bütçesinden karşılanmak üzere bir hastaneye götürüyor. Bunun dışında işleyen herhangi bir mekanizma, gözaltı merkezlerinde herhangi bir sağlık personeli ve ekipmanı yok. Ciddi sağlık sorunları olanlar bile söz konusu koşullar ve bıktırıcı prosedür nedeniyle tedavi göremiyor.

Namerde muhtaç olunca… Sığınma prosedürüne giren ve uydu kente gönderilen göçmenler, alıkoyma merkezlerinde kalanlar gibi bir yere kapatılmış değiller. Yani kaçak olarak bir yerde çalışıp para kazanabilir durumdalar. Sığınmacıların barınmaları için yol gösterici herhangi bir mekanizma yok. Kendi imkânlarıyla bir yerde yaşamak zorundalar. Çünkü bu kişilere sadece yaşayacakları kent gösteriliyor ve o kentin dışına çıkmalarına izin verilmiyor. Dolayısıyla ya para kazanmak için çalışmaları ya da devlet tarafından temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar finanse edilmeleri gerekiyor. Fakat devlet çalışma izni vermiyor ve sosyal yardımda bulunmuyor. Üçüncü bir ülkeden mültecilik başvurusunun kabulünü bekleyen İranlı Hüseyin, Türkiye’de geçici sığınmacı olarak yaşadıkları sorunu şu sözlerle anlatıyor: “En büyük sıkıntımız, burada çalışmak için izin vermemeleri. İnsan çalışmadan nasıl yaşayabilir? Ben İstanbul’dayım, her yere bakıyorum. İş var ama çalışmamız için izin yok. İş olan yerde para yok. Ev sahibi para istiyor. Emniyet de bize sürekli sorun yaşatıyor. Birleşmiş Milletler bize ne zaman yer gösterecek, nasıl olacak hiç belli değil. İş izni olsaydı burada yaşamak isterdim. Burada çalışıyoruz, paramızı vermiyorlar, polise de gidemiyoruz. Çalışma iznimiz olmadan çalıştığımız için polis bizi suçluyor.” Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkındaki Kanuna göre, bir sığınmacıya iş vermek isteyen bir işveren, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurup izni alır. Sığınmacıların kağıt üzerinde böyle bir hakları var ama uygulamada tek bir örneği yok. Dolayısıyla kaçak, yani kayıt dışı işlerde çalışmaya başlıyorlar. İnşaatlarda, sanayide, merdiven altı atölyelerde ya da diğer ağır işlerde ucuza çalıştırılan sığınmacı işçilerin üç kuruşluk ücretleri ödenmediğinde şikâyette bulunma hakları yok. Emniyete

38

Temmuz 2012 • sayı: 88

şikâyet etseler, işveren değil çalışma izinleri olmadığı halde çalışan sığınmacılar suçlu bulunuyor. İşveren de sığınmacıların gidip polise şikâyet edemeyeceğini, böyle bir haklarının olmadığını çok iyi biliyor. Ücretleri ödenmediği için işten ayrılsalar, yiyecek ekmekleri yok. En ağır işlerde ve uzun saatler çalışan sığınmacı işçilerin çaresizliği, patronlar için bulunmaz nimet. Patronlara bu imkânı sunan kapitalist TC, bir yandan mültecilere çalışma izni vermiyor öte yandan “istemem, yan cebime koy” diyor. Türkiye’de mülteciler ve sığınmacılar para kazanabilmek için neredeyse kölelik koşullarında çalışmaya boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Yabancılar Türkiye’ye girdiklerinde kaldıkları süre için ikâmet harcı ödemek zorundalar. Mülteciler ve sığınmacılar da bu ikamet harcına tâbiler. Türkiye’de ikâmet tezkeresi alabilmeleri için yıllık kişi başına yaklaşık 600 lira ücret ödemek zorundalar. Çalışma hakkı olmayan ve birçok problemle başa çıkmaya çalışan mülteciler ve sığınmacılar bir taraftan da devlete harç ödemek zorunda kalıyorlar. Bu yılın başında yürürlüğe giren genel sağlık sigortası uygulaması ilk gündeme geldiğinde, hükümet sığınmacıların da bu sigortadan yararlanacağını belirtti. Kanuna bakıldığında genel sağlık sigortası kapsamından yararlanacak kişiler arasında “sığınmacılar” kelimesi geçiyor ve normalde de sığınmacı olanların bu haktan yararlanabilmeleri gerekiyor. Fakat Türkiye’deki hukuki terim farklılığı nedeniyle bunun uygulanması fiiliyatta yine mümkün değil. Çünkü Türkiye’de sığınmacı statüsü alan kimse yok. Bir kişinin sığınmacı ve mülteci statüsü kazanabilmesi için Avrupa’dan Türkiye’ye gelip başvuru yapmış olması gerekiyor. “Başvurucu” diye bir hukuki statü var Türkiye’de. Sığınmacıların Türkiye’deki sayısının kaydı yok, çünkü sığınma talebiyle Türkiye’ye gelen yabancıların çoğu başvurucu statüsünde. Ancak UNHCR tarafından üçüncü bir ülkeye yerleştirilmeleri sırasında kendilerine sığınmacı statüsü veriliyor. Dolayısıyla genel sağlık sigortasına ilişkin kanundan yararlanamıyorlar.


sayı: 88 • Temmuz 2012

Her il ve ilçede bulunan sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarına başvuran sığınmacılar tedavi giderlerinin karşılanmasını talep edebiliyorlar. Buralarda muayene ve tedavi olmak için öncelikle polisi ikna etmek zorundalar. Bir sığınmacı hastalandığı zaman, dilekçesini yazıp valiliğe gitmek zorunda. Valilik bu dilekçeyi il emniyetine, il emniyeti de yabancılar şubesine havale ediyor. Daha sonra yabancılar şubesine giderek hasta olduğunu polise kanıtlamak zorunda. Eğer polis bu kişinin gerçekten hasta olduğuna ve doktora gitmesine gerek olduğuna kanaat getirirse, kişiyi sosyal yardımlaşma vakıflarına havale ediyor. Her sosyal yardımlaşma vakfının bir mütevelli heyeti var. Yasalara göre, mütevelli heyeti toplandığı zaman diğer bütün başvurularla beraber bu kişilerin tıbbi yardım başvurusunu da ele alır. Yardım verilmesine karar verilirse bu kişi hastaneye gönderilir ve sağlık masraflarının belli bir kısmı, belli bir limite kadar vakıf bütçesinden karşılanır. Yani biri hastalandığı zaman bu prosedür tamamlanıncaya kadar ya iyileşir ya da ölür. Zaten genelde bu prosedür tamamlanmadan kişiler vazgeçiyorlar. Başvuran kişiler tedavi için hastanelere gittikleri zaman da eziyet bitmiyor. Diyelim ki sosyal yardımlaşma vakıfları masraflarını karşıladı, kişi gitti ve muayenesini oldu. Bir ilaç tedavisi gerekiyor. İlaçların temini için de tekrar aynı prosedürün tamamlanması gerekiyor. Vakıf, uzun süreli tedavilerde tedavi masraflarını bir kere sağladıktan sonra bir daha vermemeye başlıyor. Acil durumlarda, bir kaza durumunda ya da doğumda sığınmacılar doğrudan acil servislere gidiyorlar. Hastane eğer bakmayı kabul ederse müdahalesi yapılıyor. Bazı hastaneler güvence almadığı sürece bakmayabiliyor. Acilde bakılan hastanın müdahalesi yapılıyor ve bütün masraflar karşılığında kendisine bir senet imzalatılıyor. Bu senedi ödeyene kadar da hastanede rehin alınabiliyor.

TC’nin cibilliyeti! Mayıs 2010’da gizli tanık olarak mahkemeye ifade veren bir jandarma istihbarat çavuşu 13 yıl önce Van’ın Başkale ilçesinde geçici görevdeyken İran sınırından kaçak yollarla Türkiye’ye giriş yapan 40 mülteciyi öldürüp bir çukura gömdüklerini, bu insanlara ait toplu mezarın yerini de gösterebileceğini açıkladı. Kendisine 40 mültecinin yakalandığı haberi verilen tugay komutanı tuğgeneral, “bu kişiler savcılığa çıkarılsa serbest bırakılır, sınır dışı edilseler de bir süre sonra tekrar ülkeye girmeye çalışacaklar, hepsini öldürün” talimatı vermiş. Talimat üzerine elleri arkadan bağlı mülteciler karakola 5 kilometre uzaklıkta dağlık arazide taranarak öldürülmüşler. Ardından cesetler iş makineleriyle kazılan bir çukura gömülmüş. 90’lı yılların sonlarında gerçekleşen bu katliam Türk burjuva devletinin genetik yapısına işleyen ırkçılığın ve zalimliğin dışa vurumudur. Egemenler hesap sorulmayacağına inandıkları durumda mülteci sorununu “kökünden” halledecek kanlı

marksist tutum

çözümlere yönelebilmektedir. Türk burjuvazisi tüm mültecilere aynı standartlarda davranmıyor elbette. 80’li yıllarda Bulgaristan’dan kaçarak Türkiye’ye sığınan “soydaşlara” kucak açılmıştı. Bulgaristan’daki egemen bürokrasinin ırkçı ve asimilasyoncu politikalarından kaçan bu insanları dönemin hükümeti siyasi malzeme olarak kullanmayı ihmal etmedi. Bir yandan kendine “komünist” maskesi takan zalim Bulgar bürokrasisinin rezillikleri komünizme malediliyor, öte yandan soydaşlarını sahiplenen uygar ülke pozları kesilip milliyetçilik harlanıyordu. Kimseye mültecilik statüsü tanımayan Türkiye, siyasi çıkarları gereği Bulgaristan göçmenlerine vatandaşlık vermekle kalmadı, gelen ailelere hazine arazilerinden toprak da tahsis etti. Çeçenistan’dan gelen Çeçen direnişçilere de özel bir muamele yapılmaktadır. Çeçen sorunu ABD’nin başını çektiği emperyalist kamp tarafından Rusya’ya karşı koz olarak kullanıldığından Türkiye’ye gelen Çeçen direnişçilere de kucak açılıyor. Geçtiğimiz yıllarda bir Rus uçağını kaçıran Çeçen korsanlar uçağı Türkiye’ye indirmişti. Türk istihbaratı “nasıl olduğu anlaşılamayan bir biçimde” gözaltına aldığı Çeçen korsanları “elinden kaçırdı”. Devletin siyasi çıkarlarına göre nasıl ikiyüzlüce davranabildiğinin bir başka örneği de Türkiye’ye Ermenistan’dan gelen göçmen işçilerdir. Ermeni soykırımını kabul eden yasa tasarılarının ABD ve İsveç parlamentolarında gündeme gelmesi üzerine Başbakan Erdoğan Ermenistan’a şu tehdidi savurmuştu: “Benim ülkemde 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine «hadi siz de memleketinize» diyeceğim; bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar... Ülkemde de tutmak zorunda değilim.” Burjuva politikası tam da budur. Çıkarları öyle gerektirdiğinde o güne kadar ucuz işgücü olarak sömürdüğü, oturma izni vermeyerek “idare ettiği” yüzbinlerce işçinin hayatını bir anda kaydırabilir. Burjuva siyasetçi, savunmasız insanların hayatlarını çirkin pazarlıklara alet edebilir. * * * Baskı ve eziyetten kaçan emekçilerin Türkiye’de de mülteci statüsü kazanabilmesi talebi demokrasi mücadelesinin gereğidir. Göçmenler ve mülteciler vatandaşlık haklarından yararlanabilmelidir. Evrensel bir hak olan çalışma hakkının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Göçmen ve mülteci işçilerin örgütlenme, sendikalara üye olabilme hakları tanınmalıdır. İşçi sınıfının uluslararası mücadele birliğini savunan bilinçli işçiler, göçmen işçilerin ve mültecilerin yaşadığı sorunlara sahip çıkmalıdır. Egemenlerin kışkırttığı ulusal, kültürel ve dinsel farklılıklara dayalı ayrımcılığa ve önyargılara karşı uyanık hale gelen işçi sınıfı, sınıf düşmanının oyunlarını bozmayı ve dünya işçilerinin birliğine giden yolda yürümeyi başaracaktır. 

39


Dünya Ekonomik Forumu İstanbul’daydı Suphi Koray

D

ünya Ekonomik Forumunun “Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrasya Dönüşüm İçindeki Bölgeleri Birleştirme” konulu toplantısı 4-6 Haziran tarihleri arasında İstanbul’da yapıldı. Dünya Ekonomik Forumunun çalışmaları her sene başlarında Davos’ta yapılan zirve ile biliniyor daha çok. Davos’ta uluslararası sermayenin sözcüleri dünyanın ekonomik ve politik durumu hakkında değerlendirmeler yaparlar ve bu doğrultuda kararlar alınır. Ancak forumun çalışmaları sadece Davos Zirvesi ile sınırlı değil. Sermayenin çıkarları doğrultusunda farklı bölgelerde bölgesel toplantılar da yapılıyor. Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrasya olmak üzere geniş bir coğrafyayı kapsayan İstanbul toplantısı da bunlardan bir tanesiydi. Toplantının başlığı, katılımcıları ve yapıldığı yer, içerik ve amaç hakkında yeterli ipucunu veriyor bize. 70 farklı ülkeden kayıt yaptıran 1100 kişi arasında çok sayıda devlet adamı, uluslararası tekellerin yöneticileri ve gazeteciler yer aldı. Ekonomik bir zirve olarak adlandırılsa da, ekonomi siyasetten bağımsız bir konu olmadığı için, forumun toplantılarında siyasi konjonktüre dair değerlendirmeler yapılıyor. İstanbul toplantısı Avrasya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu kapsadığı için, bu bölgelerde yaşanan ekonomik ve siyasi olaylar oturumlarda etraflıca ele alındı. Toplantının açılış konuşmasını Erdoğan yaptı. Erdoğan konuşmasında toplantılarda konuşulacak olan konu başlıkları hakkında AKP hükümetinin genel perspektifini ortaya koydu. Ekonomik kriz, Filistin, İran ve Suriye gibi Ortadoğu

40


sayı: 88 • Temmuz 2012

marksist tutum

coğrafyasının temel konularına dair AKP’nin bakış açısını özetledi. Türkiye ekonomisinin gidişatını öven, bölgesel meselelerde yaptıkları müdahalelerin haklılığını iddia eden Erdoğan emperyalist güçlere siyasi mesaj vermiş oldu. Özetle Türkiye’nin bölgenin gelişen, büyüyen gücü olduğuna dikkat çeken Erdoğan, Türkiye’nin bölgede söz hakkı olduğu ve gerektiğinde müdahale edecek gücü olduğu mesajını ilgili yerlere iletmiş oldu. 2011’de Türkiye’nin Çin’den sonra en çok büyüyen ülke olduğunu söyleyen Erdoğan, Türkiye’nin Çin’i yakalaması için çıkarılan teşvik paketlerinden ve ülkenin bir bölümünü Çin’e dönüştürmeyi amaçladıklarından bahsetmedi. Ekonominin bu kadar büyümesinde işçilerin alınterinin, canının ve kanının olduğunu da söylemedi. Her gün üç işçinin iş kazalarında burjuvazinin kâr hırsının kurbanı olduğunu da söylemedi elbette. Kişi başı gelirin üç kat büyüyerek 10 bin 444 dolara ulaştığını belirten Başbakan, bu ülkede milyonlarca işçinin ayda 701 lira ile “geçinmeye” çalıştığından da bahsetmedi. 2009 Davos Zirvesi’nde Filistin meselesinde “one minute” çıkışı yapan Erdoğan, İstanbul’da da Filistin meselesini atlamadı ve riyakârlıkta ısrarcı olduğunu bir kez daha kanıtladı. Filistin’i kastederek dünyanın en büyük açık hava hapishanesinde insanlar tutsak ediliyor diyen Erdoğan’ı dinleyenler; sendikacıların, belediye başkanlarının ve akademisyenlerin saçma sapan gerekçelerle tutuklandığı KCK operasyonlarının başka ülkede olduğunu düşünmüş olabilirler! Hükümet adına foruma katılanlardan birisi de Enerji Bakanı Taner Yıldız’dı. Yıldız, Fukuşima felâketinden sonra 63 nükleer santral inşaatının olduğunu ve risklerine rağmen nükleer santrallerin “fırsat”larının da olduğunu öne sürerek, ne kadar çevre yanlısı ve ne kadar kâr yanlısı olduğunu da bir kez daha ortaya koymuş oldu. Bu doğrultuda 23 nükleer üniteye ihtiyaç duyduklarını ifade eden bakan, 2023 yılına kadar üç bölgede nükleer santral kuracaklarını açıkladı. Gözü dönmüş sermayeye, nükleer enerjinin taşıdığı tehlikelerin ne tür felâketlere yol açabileceğini kanıtlamaya Fukuşima felâketi de yetmemiştir.

Toplantıda, gençlerin işsizliğinin Arap dünyasındaki en acil sorunlardan biri olduğunun ve buna çözüm bulunması gerektiğinin altını önemle çizen sermaye güçleri, korkularını da açığa vurmuş oldular

Genç nüfusta işsizlik Toplantıda öne çıkan konulardan biri de genç nüfustaki işsizlik oranıydı. Gençlerin işsizliği sistem için ciddi

bir tehdit unsuru oluşturduğundan, sermayenin benzer toplantılarında bu konu mutlaka gündeme gelir. Genç nüfustaki işsizlik sorununu çözmek veya bunun doğuracağı riskleri bertaraf etmek için hangi önlemlerin alınması gerektiği üzerine yoğun tartışmalar yürütülür. Siyasetçiler ve patronlar türlü türlü çözüm önerileri sunarlar. İşsizliği ortadan kaldırmak kapitalizm açısından mümkün olmadığı ve bunu egemenler de bildiği için, tartışmalar genç nüfustaki işsizlik oranını tehlike seviyesinin altına çekme ve riskleri azaltma üzerinden yürür. Yoksa milyonlarca gencin işsiz olması, hayattan bir beklentilerinin olmaması burjuvazinin umurunda değildir. Onların korktuğu şey, bu işsizlik ve beraberindeki umutsuzluğun kapitalizme karşı harekete geçmesidir. İstanbul toplantılarında da dert buydu. Özellikle sistem krizinin bir türlü aşılamadığı ve dünyanın farklı yerlerinde emekçilerin istim üstünde olduğu bir dönemde bu konu, sermaye sahipleri açısından daha da can yakıcı bir problem haline geliyor. Toplantıda verilen rakamlara göre dünya çapında 75 milyon gencin iş bulamadığı ve önümüzdeki on yılda bu sorunun çözülebilmesi için 600 milyon işe ihtiyaç olduğu vurgulandı. Hele ki, Avrasya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde bu sorun daha da önemli bir hale geliyor. Arap coğrafyasındaki halk ayaklanmalarında gençler aktif olarak yer aldılar. Emperyalist güçler bu coğrafyada gelişen isyanları kırmızı çizgilerine zarar vermeyecek sınırlarda tutmaya çalıştılar ve bu durumdan emperyal çıkarları doğrultusunda yararlandılar. Ancak ne Mısır’da, ne Tunus’ta ne de başka bir ülkede emekçi kitlelerin sorunları çözülmüş durumda. Diktatörler devrildi ama işsizlik, yoksulluk, eşitsizlik devam diyor; çünkü kapitalizm devam ediyor. Bu yüzden diktatörlerin devrilmesini yeterli görmeyenler eylemlerine devam ediyorlar, yeri geldiğinde orduyla çatışmaya girmekten çekinmiyorlar. Elbette, bu eylemlerde gençler başı çekiyorlar. İsyanların geldiği noktada durmaması ve düzenin sınırlarını zorlaması hem bölgesel hem küresel güçlerin duyduğu endişelerin

41


Temmuz 2012 • sayı: 88

marksist tutum

başında geliyor. Toplantıda verilen rakamlara göre “Arap baharından” sonra Kuzey Afrika’da genç nüfus arasındaki işsizlik oranı %27,9, Ortadoğu’da ise %26,5. Gençlerin işsizliğinin Arap dünyasındaki en acil sorunlardan biri olduğunun ve buna çözüm bulunması gerektiğinin altını önemle çizen sermaye güçleri, korkularını da açığa vurmuş oldular. Daha önce söylediklerimiz bugün de geçerliliğini koruyor: “15-24 yaş arası genç nüfustaki işsizlik oranları, 25 yaş üstü nüfustaki işsizlik oranlarının bir hayli üzerine çıkmış bulunuyor. Bu yükseliş, kapitalizmin sözcülerini küresel düzeyde konuyu ele almaya ve tartışmaya itiyor. Zira ileri kapitalist ülkeler dâhil tüm dünyada işsizliğin hızla yükselmesi ve genç işsiz nüfusun artması, sistemin sahiplerini ve sözcülerini kaygıya ve korkuya itiyor. Kaygılılar, zira işsizliğe ve yoksulluğa ittikleri kitlelerin kapitalizme karşı devrimci ayaklanmasından korkuyorlar. “Sosyal patlama” olarak kavramlaştırdıkları ve böylece yumuşatmaya çalıştıkları şey, gerçekte devrim korkusudur. (Utku Kızılok, Genç Nüfusta İşsizlik Artıyor, Burjuvazi Korkuyor, MT, Haziran 2010)

“Arap Baharı” Arap coğrafyasında yaşanan halk ayaklanmaları toplantıda kendisine genişçe yer buldu. Ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan yapılan değerlendirmelerde temel yaklaşım, yeni siyasal ortamın barındırdığı riskleri ortadan kaldırmak ve mevcut durumdan nasıl istifade edilebilir şeklindeydi. Bir yandan satır aralarında “facebook devrimi” şeklinde ifadelerle devrim fikrinin içeriği boşaltılmaya çalışılırken, diğer taraftan da kitleleri düzenin sınırları içinde tutmanın yolları üzerinde tartışmalar yapıldı. Arap dünyasındaki ekonomik ve siyasi ortamın istikrarsız bir tablo çizmesi katılımcıların en büyük endişelerinden birisini oluşturuyor. Burjuvazinin demokrasiye geçiş bakımından model ülke olarak kabul ettiği Tunus’ta bile, ekonomik sorunlara çözüm olabilecek politikalar hayata geçirilebilmiş değil. İşsizlik ve yoksulluk Bin Ali döneminden farklı değil. Mısır’da durum daha da karışık. Askeri Konsey olağan bir burjuva demokrasisinin bile hayata geçirilmesine engel oluyor. Arap ülkelerinde yaşananlar bizler açısından bilinen bir gerçeğin kitleler tarafından anlaşılmasına vesile oluyor. İşçilerin sorunlarının çözülmesi için diktatörlerin gitmesi yeterli değil; işsizliğin, yoksulluğun, eşitsizliğin yok edilmesi ve özgürlüğün gelmesi için kapitalist sistemi yıkmak gerekiyor. Suriye sorunu özel olarak ele alınan konulardan birisiydi. Açık toplantılarda ve basına yapılan açıklamalarda ortak bir çözümün bulunması gerektiği ifade edildi. Özellikle Arap ülkeleri uluslararası güçlerin ortak bir dil ve akılla hareket ederek Suriye sorununa çözüm bulmasını talep ettiler. Bu bağlamda BM’ye görev düştüğü açıkça ifade edildi ve üstü kapalı da olsa Rusya eleştirildi. Kapalı

42

kapılar ardında tarafların neler konuştuğunu bilmiyoruz. Görünen o ki, Suriye’ye müdahale için gerekli koşulların hazırlanmasına yönelik çabalar sürüyor. Türkiye’nin Suriye’ye müdahale konusunda öncülük yapmaya oldukça niyetli olduğunu Başbakanın konuşmasından anlıyoruz: “Derdimiz Suriye’nin içişlerine karışmak değil, kapsamlı yangına karşı kamuoyunun dikkatlerini buraya çekiyoruz. Türkiye’de şu anda 24 bin kişi mülteci olarak yaşıyor. Dünya küreselleşirken, vicdan da küreselleşmelidir.”

Avro krizi Toplantıda Avrupa’nın ekonomik sorunlarına dair bir rapor yayınlandı. Bu raporda Avrupa’nın Asya’daki rakipleriyle rekabet edebilmesi için çözüm önerileri ve Avrupa ülkelerinin ekonomik durumu hakkında değerlendirmeler yer alıyordu. Avrupa’dan siyasetçiler ve sermaye yöneticileri forumda bu konular üzerine istişarede bulundular. Avrupa’nın krizden çıkmak için aldığı önlemlerin (kemer sıkma politikaları) ciddi bir tepkiyle karşılandığı ve kötü gidişatın böylece daha içinden çıkılmaz bir hale geldiği Avrupa burjuvazisinin de saklayamadığı bir gerçek. Toplantıda bizatihi düzenin sözcüleri İspanya ve Yunanistan’dan sonra diğer Avrupa ülkelerinin de resesyona girmesiyle politik durumun daha kötü bir hale geleceğini dillendirdiler. Avrupa ülkelerinde yapılan seçimlerde halkın sola kayması buna işaret ediyor. Hülasa, AB ve avronun geleceği hiç parlak gözükmüyor. Ama Avrupalı kapitalistler yine de umutlarını kesmiş değiller, tüm olumsuz verilere rağmen Avrupa’nın bu krizden daha güçlü ve daha birlik halinde çıkacağına inanıyorlar. Bunu tarih, yani sınıf mücadelesi gösterecek. Sermaye büyük bir endişe içerisindedir. İşsizlik ve eşitsizliğe bu kadar vurgu yapılması, ama krizin bir türlü atlatılamaması kapitalizmin çıkışsızlığının da bir ifadesidir aynı zamanda. Sermaye endişe duymakta haklıdır. Bu endişelerin gerçekleşmesi ve kapitalist sistemin yarattığı bütün pisliklerin temizlenmesi, sınıf devrimcilerinin, işçilerin öfkelerini doğru temellerde örgütlemesiyle mümkün olacaktır. Dünya Ekonomik Forumunun İstanbul toplantısı gösteriyor ki, sermaye büyük bir endişe içerisindedir. Uluslararası sermayenin sözcülerinin, Ortadoğu, Avrasya ve Kuzey Afrika bağlamında dile getirdikleri endişeler, bir bütün olarak kapitalist sistemin krizini de ortaya koyuyor. İşsizlik ve eşitsizliğe bu kadar vurgu yapılması, ama krizin bir türlü atlatılamaması kapitalizmin çıkışsızlığının da bir ifadesidir aynı zamanda. Sermaye endişe duymakta haklıdır. Bu endişelerin gerçekleşmesi ve kapitalist sistemin yarattığı bütün pisliklerin temizlenmesi, sınıf devrimcilerinin, işçilerin öfkelerini doğru temellerde örgütlemesiyle mümkün olacaktır. 


Okurlarımızdan S

Yolumuzu Aydınlatmaya Devam Edin

evgili Marksist Tutum, derginizi uzun zamandır düzenli olarak takip etmekteyim. Her geçen gün yayınınız beni daha fazla bağlamakta. Çıkacak olan yeni sayıyı sabırsızlıkla beklemekteyim. Bir iki konu atladığımda onun eksikliğini fazlaca hissetmekteyim. Tabii hemen bir fırsatını bulup okuyorum. O konuda da bana öğretilmek istenenlerden geri kalmamak için. Sizin konuları ele alışınızdaki titizlik, içerikteki derinlik, sistemin teşhir edilmesi, sınıf temelli olması ve anlayacağımız dilden anlatmanız konu hakkında bütünlük içerisinde bilgi sahibi olmamı sağlıyor. Zaman zaman kitabevlerine gidip bakıyorum aynı içerikte bir şeyler bulabilir miyim diye; ama yok. Bırakın aynı içerikte olmasını benzer şeyler bile bulmak zor. Genelde hepsi gazete düzeyinde. Dergilere baktığım-

K

da da diğerlerinden pek bir farkı yok. Bu da size olan açlığımı arttırmakta. Ben sizin sayenizde nasıl bir sistemde yaşadığımı, dünyadaki zenginliğin kimin elinde yükseldiğini, işçi sınıfının siyasetinin ne olduğunu, hem iç hem dış sorunlara nasıl bir bakış açısı geliştirmek gerektiğini öğreniyorum. Güncel ve tarihsel konulardan sizin sayenizde haberdar oluyorum. Sınıf mücadelesine gönül vermiş bir işçi olarak hem kendimi geliştirmek, hem de mücadeleyi bir adım öne taşıyabilmek için sizden aldığım bu inanmışlık, bu muazzam deneyim bana güç vermekte ve ışık tutmaktadır. Hep var olun. Yolumuzu aydınlatmaya devam edin. Esenyurt’tan bir kadın işçi

Kriz Bahane, Grev Yasağı Şahane!

apitalist sistem krizi her gün biraz daha derinleşmeye devam ederken işçilere yönelik hak gaspları da, egemenlerin ve onların temsilcilerinin saldırıları da artıyor. Bugün dünyanın her yerinde demokratik haklara ve özgürlüklere yönelik baskılar artarken çalışma hayatında da hak gaspları yaşanmakta. Türkiye egemenleri de böylesi kriz döneminde saldırılarında sınır tanımıyor. Egemen sınıfın temsilcisi AKP ve diğer burjuva partiler emekçilere dönük saldırılarda birlikte hareket etmeye devam ediyorlar. İçinden geçilen kriz döneminde TC burjuvazisi büyürken emekçiler bu büyüme karşısında daha da yoksullaşmakta. Var olan siyasal, sendikal ve demokratik haklara dönük saldırılar katmerli bir şekilde artarken patronlara dikensiz gül bahçesi yaratılmak isteniyor. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, sağlık ve eğitimin giderek daha fazla paralı hale getirilmesi, yeni yasayla işçilere iş güvenliği önlemi istemek yerine öl denilmesi, kıdem tazminatının fona devredilerek filen ortadan kaldırılması, özel istihdam stratejisiyle kölelik bürolarının açılması… Saymakla bitmeyecek sal-

dırıların en temel nedeni patronların işçileri daha da fazla sömürmesini sağlamaktır. Egemenlerin en son saldırılarından biri de işçilerin en temel hakkı olan grevlerin yasaklanmasıdır. Bugün hava taşımacılığında grev yasaklandı. Bu sektörde çalışan işçilere grev yasağı mecliste onaylandı. Oysa aynı siyasi iktidar, 2010 yılında yapılan Anayasa referandumuyla grevin önündeki çeşitli engelleri kaldırmıştı. Buna göre, artık greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu grev uygulanan işyerinde neden oldukları maddi zarardan işçiler ve sendika sorumlu tutulamayacaktı. Ayrıca “siyasi amaçlı grev, dayanışma grevi ve genel grevi” yasaklayan ibareler anayasadan çıkarılmıştı. Referandumla grev yasaklarının önündeki bu engelleri kaldıranın da, bugün havacılık sektöründe grevi yasaklayanın da aynı siyasi iktidar olması tuhaf gözükebilir. Oysa tuhaf değildir, çünkü bu iktidar biz işçi-emekçilerin değil sermayenin, yani burjuvazinin çıkarlarına göre hareket etmektedir ve bu doğrultuda kararlar alıp yasalar çıkarmaktadır. Bu saldırılar bize şunu çok net bir biçimde göstermektedir: Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Örgütsüz olan işçiler saldırılar karşısında yeterli bir tepki ortaya koyamamakta. Oysaki siyasal, sendikal ve sosyal hakları arttırmanın ve var olanı korumanın en temel koşulu örgütlü olmaktır. Burjuvazi ve onların temsilcileri karşısında örgütlü olduğumuz oranda, toplumun %99’u için dünya yaşanılabilir hale gelir. Örgütsüz olunduğu sürece işsizlik, yoksulluk, baskılar, savaş ve insanlık dışı koşullar içinde emekçiler uçuruma doğru sürüklenmeye devam eder. Gelecek güzel günler örgütlü mücadeleyle gelecek. İnsanca yaşamak için örgütlenelim, örgütlü mücadele edelim. Marksist Tutum okuru bir metal işçisi

43


Okurlarımızdan

Kürtçe Seçmeli Dersin TRT Şeş’ten Ne Farkı Var?

T

C’nin Kürt halkına yönelik yürüttüğü imha ve inkâr politikası devam ediyor. Yıllardır ezilen bir halk olan Kürt halkı kendi dilini konuşmak, kendi kültürünü yaşamak istiyor. Bunun için çok bedeller ödendi ve hâlâ da ödenmeye devam ediliyor. Bu bedellerden biri de özellikle son yıllarda yaşanan tutuklama terörüdür. Cezaevlerinde mücadelesinden dolayı tutuklanmış binlerce Kürt var. AKP hükümeti durmadan bölgede operasyonlar yapıyor. Asılsız nedenler öne sürerek Kürtleri cezaevlerine kapatıyor. Gençlik faaliyeti sürdüren gençlerin birçoğu da aynı kaderi paylaşıyor. Milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılıyor. 2009 yılında AKP hükümeti “Kürt açılımı” adı altında TRT Şeş’i açmıştı. Ancak bu tam bir kandırmacaydı. “TRT Şeş’i, “sebebi ne olursa olsun karşı çıkılmaması gereken olumlu bir adım” olarak lanse edip sonra da “demokratik bir açılım” olarak nitelendiren liberal yaklaşım aldatıcıdır. Unutmayalım ki, Halepçe katliamını yapan Saddam’ın Irak’ında da Kürtçe serbestti ve Kürtçe yayın yapan televizyon kanalları mevcuttu. Benzer şekilde bugün İran’da da Kürtçe yayın yapan televizyon ve radyo kanalları bulunmaktadır, ancak bunların varlığı İran ordusunun Kürtlere yönelik saldırılar yapmasını, Kürt köylerini bombalamasını, yüzlerce Kürt militanını asarak idam etmesini

engellememektedir. Türkiye burjuvazisinin niyeti de, yukarıda açıkladığımız üzere, farklı değildir.” ( Kerem Dağlı, Devletin Kürtçe “Şeş”irtmecesi, MT, Şubat 2009) AKP hükümeti aracılığıyla egemen sınıf bugün aynı şeyi yine yapıyor. Bir halkın anadili olan Kürtçeyi seçmeli ders yapıyorlar. Ama mahkemelerde Kürtçe savunmayı kabul etmiyorlar. Seçmeli dersi almak için 5. sınıfta olmanız gerekiyor. Yani devlet diyor ki “sen Türkçeyi öğren de, sonra Kürtçeyi de öğrenirsin”. Oysa bu uğurda binlerce insan öldü ve ölmeye de devam ediyor. O yüzden anadil konusunda mesele bu kadar basite alınıp dalga geçer gibi alın siz de konuşun haftada 4 saat dilinizi denemez. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da “ben izin verirsem yapabilirsiniz” diyor burjuva hükümet. Kendi kaderini tayin etme hakkı ve kendi kültürünü, dilini, dinini istediği gibi yaşama hakkı her ulusun en doğal hakkıdır. Bu noktada biz sınıf devrimcilerine de çok iş düşüyor. Durmadan, yılmadan Kürt halkının yüzyıllardır süren ezilmişliğine karşı haklılığını Türk halkına anlatmalıyız. Türkiyeli işçiler Kürt halkının haklı taleplerine destek vermelidir. Yaşasın Halkların Kardeşliği! Ankara Üniversitesi’nden bir öğrenci

“Kürtaj Cinayettir” Diyenlerin Caniliği

B

aşbakan her kürtaj bir Uludere diyerek AKP zihniyetini bir kez daha ortaya koymuştur. İşçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırı az geldi. Şimdi de kadınların kürtaj haklarına gözünü dikti. Bu nasıl bir zihniyettir ki tecavüze uğrayan kadınlar kürtaj yaptırmayacak, doğacak çocuğa devlet bakacakmış. Bir kadın olarak hadi oradan diyorum. Biz kadınlar erkek egemenliğinin olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bu toplumun kadınına reva gördüğü de bunlar. Hem işçi olduğun için hem de kadın olduğun için ezilmeye, horlanmaya, aşağılanmaya, tecavüze uğramaya, alınmaya, satılmaya, öldürülmeye maruz kalıyorsun. Şimdi bu kadar baskının içinde AKP hükümeti yenilerini eklemeye çalışıyor. Başbakan utanmadan kürtajı bir cinayet olarak görüyor, kadınları cana kıymakla suçluyor. O zaman Başbakan binlerce cinayet işliyor. Hem de her gün işliyor. Binlerce çocuk yosulluktan

44

ölüyor. İşçiler fabrikalarda iş cinayetlerine kurban gidiyor. Uludere’de 34 evin ocağına ateş düştü. Daha sayamadığım o kadar çok şey var ki, bunlar tam da cinayet diyeceğimiz ölümler. Şimdi hangisi cinayet sorarım size? Kürtajı Uludereye bağlayarak, oğlu katledilen anaların yarasını kanatarak, kadınların hakkı olan kürtaja karışarak en büyük cinayeti bu hükümet işlemiyor mu? Bu ne küstahça bir şey ki, hükümet tecavüze uğrayan kadının çocuğu doğurmasını isteyebiliyor. Bu lafı eden devlet yetkilileri, kendi kadınlarına tecavüz edilse aynı saçma düşünceyi savunup doğacak olan çocuğa sahip çıkacaklar mı acaba? Bu devlet önce var olan çocuklara sahip çıksın. Bu burjuva zihniyet bu kadar iğrenç ve kabul edilemez. İşçi sınıfı olarak kadınıyla erkeğiyle örgütlenip bu kokmuş sisteme son vermeliyiz. Kadının kurtuluşu mücadeleye atılmaktan geçiyor. Avcılar’dan bir kadın işçi


Okurlarımızdan 1

Okullar Kapandı, Haydi İşe!

2 yaşında körpe bir el makas tutuyor tekstil atölyesinin tozlu köşelerinde. 13 yaşında bir el bisiklet iskeleti üreten bir atölyede boya tabancasını metalin üzerinde gezdiriyor. 12 yaşında bir el tava tencere fabrikasında enjeksiyon makinesinden çıkan parçaları ayıklıyor. 14 yaşında bir el matbaada makinenin rulmanlarını yıkıyor. 13 yaşında bir el cömert tabiatın insanlığa sunduğu yemişleri topluyor. Daha niceleri yaşamın her alanında üretirken, işçilerin çocukluk yıllarını da böylelikle patronlar kâra çeviriyorlar. Çocuk işçiliği her geçen gün biraz daha artıyor, artmasındaki sebep ise hayat şartlarının daha da ağırlaşması. Okulların kapanmasıyla birlikte çocuk işçiliğinde müthiş bir artış yaşanıyor. İşçi ailesinin çocuğu, ailesinin kıt kanaat geçindiğini bildiğinden, okul biter bitmez evin bütçesine katkıda bulunmak için bir işte çalışmaya başlıyor. “En azından önümüzdeki yıl okul masraflarımı karşılamak için çalışmam lazım” diye düşünüyor çocuklar. Artık bu işçi çocuklar için okul zili yerine işbaşı ve paydos zili çalıyor. Öğretmenin yerini ustabaşı, okul müdürünün yerini ise patron alıyor. İşte burada, çocuk işçi gerçekten “sınıf” arkadaşlarıyla tanışıyor. Küçücük elleriyle sabahın erken saatlerinde işe başlayan çocuklar, sağlıksız koşullarda ve ağır şartlar altında tükeniyorlar. Bütün bir yaz boyunca çalışan çocuk işçiler tıpkı ablaları, ağabeyleri gibi, patronların ceplerini doldurmasını sağlıyor ve karşılığında ise 300-350 lira civarında bir maaş alıyorlar. Kapitalist düzenin dizginsiz sömürüsü devam ederken, işçiler her geçen gün biraz daha yoksullaşarak açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor. Hayat pahalılığı karşısında en temel ihtiyaçlar bile giderilemiyor. Evde pişen yemeklerin çeşitlerini en ucuz gıda maddeleri belirliyor. Bir ev eşyası onlarca taksit yapılarak alınıyor. Elektrik ve su faturalarının birincisi ödenmeden ikincisi geliyor. Ev kirası ise başlı başına bir sorun, alınan maaşın yarısından fazlası kiraya gidiyor. İşçiler düşük ücretlere çalıştırıldıkları için, fazla mesai

ya da ek işler yaparak gelirlerini yükseltmeye çalışıyorlar. Dahası, şans oyunları oynayarak bu çilenin bitmesini istiyorlar. Ama tüm bu çabalar geçim sıkıntısını çözmeye yetmiyor. Geriye küçücük yaştaki çocukların çalışması kalıyor. Aileler, küçücük çocuklarını, kendilerinin bile dayanmakta güçlük çektiği koşullarda çalışmaya göndermek zorunda kalıyorlar. Çocukların çalışması geçim sorununu çözmese de aileye bir soluk aldırıyor. Hiçbir anne-baba küçücük çocuklarının çalışmasını istemez. Akşamları eve yorgun bedenini zar zor getiren çocuğunun durumundan mutluluk duymaz. UİD-DER’in internet sitesinde çıkan bir haberde tencere fabrikasındaki patlama sonucu belden yukarısı asitle yanan 15 yaşındaki Serkan’ın dramı yer almıştı. Serkan’ın ailesi çocuklarının patronun daha fazla kârı için kurban olmasına nasıl sevinebilir? 12 Haziran, Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü’ydü. O gün Türkiye’de çeşitli etkinlikler gerçekleştirildi. Aile ve Sosyal Politikalar Başkanlığı “çocuk işçiliğe dikkat çekmek ve toplumda farkındalık yaratmak için” birçok etkinlik yaptı. Bu etkinliklerde konuşan bakanlar ve yetkililer hep aynı yalanı tekrarladılar. Çocuk işçiliğini 2016 yılında yasaklayacaklarmış. Bu durum onları çok üzüyormuş. Bizim çocuklarımızın sokaklarda ve işyerlerinde çalışmalarına gönülleri razı olmuyormuş! Ne zamandan beri bu kan emiciler bizim çocuklarımızı düşünmeye başladılar? Ah pardon unuttum, Başbakan Erdoğan’ın kürtaj meselesi üzerine söylediği bir şey vardı: Anne karnındaki çocuğun hakları! Sanırım bu bakan ve yetkililer başbakanla aynı yalan kabından yemek yemişler. Çocuk işçiliği sorunu öyle çıkıp birkaç kelime etmekle çözülmez. Sizin bu sorunu çözmek gibi bir derdiniz de olmaz zaten. Bu sözlere bizim karnımız tok. Siz önce bugün iş yasasında var olan 71. maddenin uygulanıp uygulanmadığını denetleyin. 15 yaşını doldurmamış bir çocuğun çalışması yasak deniyor bu maddede. Kaldı ki 15’i bırakın, sanayi sitelerinde 11-12 yaşlarında çalışan çocuk işçilerin haddi hesabı yok. Bu sorunun gayet basit bir çözümü var: Eğer bu sorunu çözmekte samimiyseniz önce bu çocuk işçilerin işçi babalarının, annelerinin çalışma koşullarını iyileştirirsiniz. Ama kimden samimiyet bekliyoruz ki? Asgari ücrete komik bir zam yap, kıdem tazminatımızı elimizden al, sağlığı, eğitimi paralı hale getir, grevi yasakla, taşeronlaşmayı dayat; sonra da kalk çocuk işçiliğiyle mücadele adı altında palavralar at. Size sesleniyorum, işçilerin kanıyla ve çalınan yarınlarıyla biriken sermayenin sahipleri! Size sesleniyorum, bu adaletsizliğin üstünü örtmeye çalışan ve boğazına kadar pisliğe batmış patronların yalancı politikacıları, bu düzenden beslenen asalaklar! Bu saltanatınız günü geldiğinde yerle bir olacak! İşte ancak o zaman çocuklarımız ve biz kurtulacağız! Gazi Mahallesi’nden bir işçi

45


Okurlarımızdan Ö

Diyetimizi İstiyoruz!

lülerimizin sayısı artıyor. Yaşarken varlıklarından haberdar olmadıklarının ölüm haberlerini yayınlıyor gazeteler. Esenyurt’ta bir inşaat şantiyesinde cayır cayır yanan çadırlarda müteahhitlere kurban verdiler. Bir baraj gölünün sularında boğdular. Madenlerin karanlık dehlizlerine daha yaşarken gömdüler. Yaşamlarını umursamadıkları gibi ölümlerini de umursamadılar. Bu işçilerin değeri sanki gazetelerdeki iki satırlık haberden ibaretti. Neredeyse her gün bir iş cinayetinde insanlarımızı kaybediyoruz. Devlet Su İşleri’nin sulama kanallarında tadilat yapan taşeron firma işçilerinden biri çalışırken sulama kanalına düşerek, diğeri de işçi kardeşini ölümden kurtarmak isterken boğularak öldü. Ölmeden iki gün önce çalışmak için ta Diyarbakır’dan gelen insanlarımızı ölüme götüren kader miydi? Sivas’ta Akıncılar ilçe hastanesi morgunda yan yana yattı iki sınıf kardeşi. Erzurum Aşkale’de de beş işçi kardeşimize mezar edilmişti bir baraj gölü. Elektrik kesintisini çözmek için deniz bisikletiyle yollara düşen insanlar deniz bisikleti devrilince suya düşmüştü. Saatlerce kışın Erzurum’un soğuğunda kurtarılmayı beklemişlerdi suyun içinde. Ama onlar birileri için başlarına ne geldiği merak edilmeyecek kadar sıradandılar! Ve öyle çoktular ki kayıpları sadece kendi cenahından olanı yaralardı. Öyle de oldu. Önce canımızı aldılar Aşkale’de. Sonra ölülerimizin evlerinin elektriğini 34 liralık fatura ödenmedi diye kestiler. Gazetelerde küçük bir resimde yaşlı bir baba, babasızlığa mahkûm edilmiş iki çocuğu kucağında mahzun bir kadın duruyor. Evlerimizden bir can, küçücük çocuklarımızdan bir baba, yaşlı bir babadan evlat alanlarsa, aldıklarının diyetini ödemek zorunda kalmamanın rahatlığı içindeler. Dört bir yandan geliyor ölüm haberleri. Kahramanmaraş’ta bir inşaatın iskelesinin dibinde yattı iki işçi. Biri Osman biri Cüneyt, amca çocuğu ikisi de. Gencecik iki insan altıncı kattan ölümün kucağına düşürüldüler. Eşleri, çocukları, sevdikleri var mıydı? Hayal kurarlar mıydı? Ölüyoruz. Hem de öyle çok ölüyoruz ki her gün abaküs boncukları gibi birbirimizin arkasına sıraya dizilerek. Davutpaşa’da, Esenyurt’ta, Tuzla’da her yerde. Ya kaçak bir atölyede, ya bir inşaat şantiyesinde, ya madende, ya tersanede, ya film setinde… Birileri için lüksü ve sefayı nerede üretiyorsak orada öldürülüyoruz. Hem de öyle arsızca ve pervasızca katlediliyoruz ki hergün biraz daha artıyor öfkemiz. Çıkıp duvarları dövmedikçe, setleri yıkmadıkça

46

soğumayacak içimizin ateşi. On yılda 12 bin ölü işçi yarattılar her yaştan. 12 bin sınıf kardeşimizi yan yana dizebilseydik hayattayken, işçi sınıfıyla alay eder gibi, bu haliyle geçiremezlerdi iş güvenliği yasasını. İşin güvenliği ve selameti yasasını geçirmeye çalışıyorlardı. İşçinin güvenliği ve sağlığı değildi dertleri. Ayak takımına ayıracak vakitleri yoktu. O yüzden kendi çıkarlarına olan bir yasayı geçirirken bile içinde işçi geçtiğinden olsa gerek meclise bile gelmeye gerek görmemişlerdi. Ama bir sınıf kardeşimizi meclisin kapısında aynı saatlerde bir cinayete daha kurban verdik. Meclisin atık su gideri çalışmasında göçük altında kaldı Nadir Kekilli. Bu devlet ve bu meclis mi koruyacaktı işçileri iş cinayetlerinden? Kazayı duyan milletvekilleri koşuştular iş cinayetinin olduğu yere. İpi ilk göğüsleyenlerden biri Süleyman Çelebi olmuş. Eskinin kırmızı kazaklı sendikacısı şimdinin CHP milletvekili. Türkiye’de günde 4 işçinin iş kazasında öldüğünü söylemiş gazetecilere. On yılda 12 bin sınıf kardeşimizin ölümünü durdurmak için çok mu mücadele etmişlerdi? Bu durum hep böyle gitmez, gidemez, gitmemeli. Bizler milyonlarca insan ve milyarlarca el ile uzanıp bize yaşarken hayatı zindan edenin, bizi erkenden ölümün kucağına itenin iki yakasından tutmalı ve hesap sormalıyız. Hesap sormanın da tek bir yolu var: “Güç bende” diyebilmek. Bu ise örgütlü olmak demektir. Biz örgütlülükten korktuğumuz ve ondan uzak durduğumuz sürece de ölen her bir işçi kardeşimizin gölgesi peşimizden gelecek ve belki de bir gün evimizin eşiğinden biri aynı nedenle tabut içinde çıkacak. Tuzla’dan bir işçi


Okurlarımızdan

“Bisküvici Dede” Öldü, Sömürü Devam Ediyor! Ü

lker Grubunun kurucusu Sabri Ülker 92 yaşında öldü. Dünyaya gelen her insan bir gün ölüyor. Kimisi anne karnında beslenemediği için dünyaya gözünü açmadan ölüyor. Kimisi açlıktan öldüğünü bile anlamayacak yaştayken ölüyor. Kimisi iş cinayetlerinde, ekmek parası kazanmak için çalışırken, ömrünün baharında göçüp gidiyor. Kimisi de ömrü boyunca çalıştığı halde bir kerecik bile doyasıya yemek yemeden beyaz bir sofrada, her dalı yemiş dolu bu dünyadan göçüp gidiyor. “Bisküvici Dede” olmakla övünen Sabri Ülker ise sefahat içinde yaşadı ve 92 yaşındayken doğal bir şekilde öldü. Öldüğünde, doktorlar “yaşlılıktan öldü” diye rapor verdiler. Ölüp giden her insanın akrabaları, onu tanıyıp bilenler ardından bir şeyler söylerler. Sabri Ülker’in ölümünün üzerinden daha birkaç saat geçmeden, oğlu, torunu ve “yeşil sermaye” başta olmak üzere, patronların birçoğu methiyeler düzerek ardı ardına açıklamalar yapmaya başladılar. Hepsi anlaşmış gibi, “merhum çok iyi bir insandı, çok çalışkandı, çok önemli bir girişimciydi. Çocukların ‘Bisküvici Dedesi’ydi” dediler. Gazeteler, televizyonlar hep bir ağızdan onu övdüler: “Merhum çok çalıştı, büyük bir holdingin sahibi oldu.” Hiçbiri, “merhum, işçileri asgari ücrete, günde 12-14 saat köle gibi çalıştırarak holding sahibi oldu, iş koşullarını bir nebze düzeltebilmek için sendikalaşmak isteyen işçileri işten attı” demedi. Hiç derler mi? Onlar da patron ya da patron sözcüleri, onlar da işçileri aynı koşullarda çalıştırıyorlar ve sömürüyorlar! Sabri Ülker’in 1944’te Eminönü’nde bir dükkânda, tek işçiyle başlayan patronluk hikâyesi, bizi, patronların bizim sırtımızdan değil, çok çalışarak zengin olduklarına inandırmak için anlatılıyor. Hani Hacı Sabancı “çalışarak” dizi dizi fabrikalar kurmuştu ya! Ülker’in 20 ülkede 54 fabrika kurması, milyonlarca dolarlık bir serveti çocuklarına, torunlarına bırakması hikâyesi de aynı cinsten. Ülker: “Hayatım hep çalışmakla geçti. Pazarları dışarıda tatil keyfini ancak tedavimde, doktorumdan öğrendim” diyor. Vah, vah ne kadar üzücü! Ülker’in sayısını karıştıracak kadar fabrikaları, yatları, villaları var. Ama “hiç tatil yapmamış!” Sabri Ülker bir konuşmasında, “Herkesin güzel bir çocukluk geçirme hakkına sahip olması gerektiğine inandım. Akşam babaların çocuklarına götürebilecekleri bisküvileri, çikolataları, gofretleri üretmenin hazzını her zaman hissettim” demiş. Sanki işi gücü çocuklara bisküvi, çikolata dağıtmaktı. Ama çocuklar ne Ülker’in ne de başka bir patronun fabrikasında üretilen bisküvinin bir tekini bile parasız alamadılar, alamazlar da. “Bisküvici Dede” bisküvilerini hiç “bedava” dağıtmadı. Her gün tonlarca bisküvi pişiren işçi analar, babalar, akşamları bir tek sefer bile kendi elleriyle pişirdikleri bisküvilerden götüremediler çocuklarına. Bazen ekmek bile götüremediler! Bazen günlerce çocuklarını göremediler bile.

Ama Ülker’in çocukları ve torunları büyük bir servet ve sefahatle büyüdüler. Gebze’deki Ülker fabrikasının fırınında çalışan bir işçinin eşi şöyle diyor: “Benim eşim Ülker Bisküvi’de günde 12 saat çalışıyor. Asgari ücret veriyorlar. Üç çocuğumuz var. Her gün tonlarca bisküvi pişiriyorlar. Ama bir küçük paket bisküviyi bile parasız vermiyorlar. Çocuklar ‘bıraktık bisküviyi, babamızı görebilsek’ diyorlar.” “Bisküvici Dede” öyle tüm çocuklara bisküvi dağıtan dedelerden değildi! Asgari ücrete çalıştırıp iliklerine kadar sömürdüğü işçilerin ensesinde boza pişirerek sermayesini büyüttü. Çocuklarına ve torunlarına dünya markası bir şirket bıraktı işçilerin sırtından elde ettikleriyle. İşçi sınıfı, bir avuç sömürücünün gözlerine çektiği perdeyi yırtıp attığında, onların sistemlerini kendileriyle birlikte tarihin çöp sepetine fırlatıp atacak. Kartal’dan bir işçi

Hakkını Arayana “Terörist” Damgası

S

on günlerde hepimize izlettirilen maç görüntüleri, burjuva basında çokça yer aldı. Maçtan sonra izlediğimiz görüntüler hiç hoş değildi kuşkusuz. İşyerlerinde alabildiğine sömürülüp, düşük ücretlerle çalıştırılıyoruz. Yoksulluğun ve sefaletin acısını misliyle yaşıyoruz. Tam da isyan etmeye, ücretlere lanet etmeye başlayacakken sana kinini, öfkeni çıkarıp içinden, rahatlayacağın bir “sosyal hayat” sunuluyor. Ücretsiz eğitim istedik diye, sendikalı olduk diye, işsizliğe, yoksulluğa karşı durduk diye, puşi taktık diye polisin sert tepkisine maruz kaldık, cezaevlerine tıkıldık. En ufak bir hak arama çabasında “terörist” ilan edildik. Son oynanan şampiyonluk maçında polisin taraftarlara uyguladığı şiddet de, bu ülkede yüzkarası olaylardan biriydi. Bu defa, taraftarlar “terörist” ilan edildi. Aslında bir gerçek daha yüzümüze tokat gibi çarptı yine. Bak kardeş, işte, “terörist” olmak için işyerinde, okulda, evde, sokakta hakkını araman değil sadece maçta taraftar olman bile yeter. Her adım attığımızda “terörist” ilan edildiğimiz bu düzende yaşamak zorunda değiliz. Devlet, polis zaten biz işçilerin tarafında değil. Biz taraftar olduğumuzda bile karşımıza dikiliyor. Ufacık bir hak arayışımızda “terörist” damgası yediğimiz bu düzeni yıkmak biz işçilerin elinde. Aydınlı’dan bir büro işçisi

47


Okurlarımızdan

Fazla Mesailer ve Kaybolan Yaşamlar İ

nsanoğlu bundan 200 yıl önce bugünün teknolojik gelişimini hesap etseydi herhalde insanlığın güllük gülistanlık bir durumda olacağını düşünürdü. Gerçekten de teknoloji 200 yıl öncesine nazaran o kadar çok gelişti ki, insanların 2 saatlik bir çalışmayla yaşamlarını sürdürebileceği bir durumu yakaladık. O zamanlar komşu ilçelere bile 1 günde gidemezken, şimdi dünyanın diğer ucuna birkaç saatte gidiliyor. Bir taraftan uzaya giden insanlık öte taraftan yerin yüzlerce metre derinliğinden değerli madenler çıkarıyor. Birkaç hafta içinde dev gökdelenler dikebiliyor. Bir dostumuzla haberleşmek için aylarca mektup beklerken, şimdi anında canlı sohbetler edilebiliyor. Muazzam bir gelişmişlik ve ihtişam. Bir düğmeyle dev robotlar iş yapıyor, bir düğmeyle 10. kata çıkıyorsun, bir düğmeyle uçuyorsun. Ama tüm bunların yanında bir düğmeyle milyonlarca insanı da yok edebiliyorsun! Teknoloji bu kadar gelişmesine rağmen insanlığın büyük bir bölümünün payına ne yazık ki acı, kahır ve gözyaşı düşüyor. 2 saatlik bir çalışmayla bile dünya cennete dönebilecekken, bugün işçiler fabrikalarda 12, hatta 16 saat çalıştırılıyor, hem de boğaz tokluğuna. İşçilerin alımgücü alabildiğine düşerken, çalışma saatleri tam tersine alabildiğine artmakta ve işçiye çalışmaktan başka zaman kalmamaktadır. Ücretlerin sürekli yerinde sayması ve temel ihtiyaç maddelerine sürekli zam gelmesiyle birlikte işçi tam bir çıkmaza sürüklenmektedir. Haliyle birçok işyerinde ya patronlar işçilere zorla fazla mesai dayatmakta ya da işçiler birkaç kuruş daha kazanabilmek için fazla mesaiye kalmak istemektedir. Örneğin deri sektöründe bir fabrikada işçiler fazla mesai konması için toplanıp idare odasını basabilmişlerdir. Zenginlik artmaktadır şüphesiz, fakat bir gerçek var ki bu zenginlik işçilerin kanı canı pahasına artmakta ve sömürücülerin elinde toplanmaktadır. Bundan 200 yıl önce çalışma saatlerinin 8 saat olması için işçiler büyük bedeller ödemiş ve bunu işçi sınıfının kazanım defterine altın harflerle yazdırmayı başarmışlardı. 200 yıl sonra ise işçiler daha çok çalışmak zorunda kalıyorlar. Bizler çok çalıştıkça patronlar iki kişinin işini bir işçiye yaptırıyor, işsizlik artıyor ve patronlar bunu bir tehdit olarak kullanıp çalışan işçilere “işine gelmezse kapı orada” diyebiliyor. Gerçekten de bugün işsizlik oranları çok yüksektir. Diğer taraftan ne kadar çok fazla mesaiye kalırsak kalalım aldığımız ücret açlık sınırının altında kalmaktadır. Biz çalışıyoruz, patronlar büyüyor. Düşük ücretlerle yoğun çalışmaktan dolayı, tiyatroya, sinemaya, gezmeye, tarihi yerleri ziyaret etmeye zaman ve imkân bulamıyoruz. Bir işçi kardeşimle sohbet ederken bana vardiya değişimi sırasında işe gelen işçileri gösterdi ve “Allah aşkına şu işbaşı yapacak insanların yüzüne bir bak, yüzlerce işçi geliyor ve içlerinden bir tanesinin bile yüzü gülmüyor, hepsi hayal kırıklığıyla işe geliyor” dedi. İşte kapitalist sömürü sistemi dediğimiz şey bu. İşçiler çok uzun saatler çalışmalarına rağmen, patronlar hâlâ az çalıştığımızı düşünüyorlar ve türlü ayak oyunlarına başvuruyorlar.

48

Akşamları fazla çalışmak yetmiyor, hafta sonu tatillerimizi de gasp ediyorlar. Patronların kârı büyürken, işçilerin yaşam alanı daralıyor, sosyal yaşamı bitiyor, insani duyguları törpüleniyor ve cebindeki para günden güne kuş oluyor. Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde işçiler yoğun çalışmaktan dolayı hayatın anlamsızlaştığını dile getiriyorlar. Yoğun çalışmalardan dolayı işçiler arasında intihar ve aile içi şiddet olaylarında artışlar yaşanıyor. Hatta 300 Çinli işçi kardeşimiz, çalışma koşulları düzeltilmezse toplu intihar edeceklerini dile getirip Çin hükümetini uyardı. Yani hayatın kendi gerçeği de gösteriyor ki, fazla mesailer biz işçileri kurtarmak ne kelime, ruh halimizi ve sosyal ilişkilerimizi bozuyor. Bizi zengin değil köle yapıyor. Bugün elini hiçbir işe sürmeden dünyanın nimetlerinden kan emici patronlar faydalanıyor. Biz işçiler de daha kısa süre çalışıp daha yüksek ücret alabilmek için birlik olmalı ve işçi sınıfının uluslararası mücadelesine omuz vermeliyiz. Örgütlenmeli ve üzerimize düşen sorumluluklardan kaçmamalıyız. Korkak bir köle gibi yaşamaktansa özgürlük savaşçısı olmak yeğdir. Kıraç’tan bir metal işçisi

Çok Şey mi İstiyorum?

M

erhaba dostlar. Biz işçilerin kaderi haline gelmiş işsizlik belâsıyla ben de boğuşuyorum. Üç aydır işsizim. Bilfiil, sürekli iş arıyorum, çalmadığım kapı kalmadı. Dört tarafım işle çevrili olmasına rağmen ben hâlâ işsizim. Devlet büyükleri “işsizlik yok, iş beğenmeyen işçiler var” diyorlar. Haksız da sayılmazlar! Evet, iş çok. Dedim ya dört bir yanım fabrikalarla çevrili, onlarca işyeri var etrafta. İşçi arayan yerler de var içlerinde. Ama ben hâlâ işsizim. Çünkü 8 saat çalışabileceğim bir iş arıyorum. Yüksek maaş değil, sosyal haklar değil, işte ayrıcalık değil, şu meslek bu meslek de değil, sadece zaman istiyorum. Patronların onlarca istekleri karşısında sadece bir istek. Mücadelelerle kazanılmış olan sekiz saat çalışmayı istemekle çok şey mi istemiş oluyorum? Evet bugünün koşullarında fabrikalarda yasadışı bir şekilde 12 saat çalışmalar yapılırken benim bunu tek başıma talep etmem çok büyük bir istek olmuş durumda. Bundan ötürü de işsizliğim uzayıp gidiyor. Oysa bize ait olan çalışma ve dinlenme hakkımızı hep beraber ve yüksek sesle seslendirdiğimizde patronlar bizi gün boyu fabrikalara mahkûm edemezler. O zaman, hem zamana, hem de tüm işsizlerin de çalışabileceği daha insanca çalışma koşullarına sahip oluruz. Esenyurt’tan bir işçi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.