sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
H suriye dosyası suriye’ye yönelik emperyalist müdahale ve akp iktidarı yayın kurulu abd suriye’deki vekil savaşını türkiye ile birlikte koordine ediyor chris marsden H caterpillar’daki ihanet andre damon H güney afrika’da madenci katliamı bill van auken H yunanistan’daki göçmenleri savun christopher dreier H alman anayasa mahkemesi ülke içinde askeri oprasyonlara izin verdi peter schwarz H quebec’teki öğrenci boykotunun siyasi dersleri keith jones H zorunlu eğitim reformu:4+4+4 hakan aktaş H bir “ileri demokrasi” ülkesinden medya manzaraları m. özgür demir H mars’a iniş patrick martin H belge 2012 başkanlık seçimleri ve sep’in (abd) seçim kampanyası sep (abd) ulusal kongre kararı H belge ab’nin krizi ve avrupa birleşik sosyalist devletleri perspektifi sep (almanya) ulusal kongre kararı
7
eylül 2012
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
eylül 2012
aylık siyasi dergi sahibi Prinkipo Yayıncılık Ltd. Şti. adına Bahadır Eren
basım yeri:
sorumlu yazı işleri müdürü Halil Çelik
Berdan Matbaacılık Sadık Daşdöğen
yönetim yeri
Davutpaşa Caddesi, Güven İş Merkezi C Blok No: 239-215-216 Topkapı - İstanbul
Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B Üsküdar - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 e-posta: info@toplumsalesitlik.org www.toplumsalesitlik.org
Tel./faks: (212) 613 12 11 - 613 11 12 e-posta: berdanmatbaa@gmail.com ISSN Numarası: 2146-8230
içindekiler 3
suriye’ye yönelik emperyalist müdahale ve akp iktidarı yayın kurulu
9
abd suriye’deki vekil savaşını türkiye ile birlikte koordine ediyor chris marsden
13
abd’nin suriye’deki vekil savaşı lübnan’a ve ırak’a yayılıyor eric london
17
obama suriye’yi işgalle tehdit ediyor johannes stern
21
washington’ın suriye’deki vekili: el kaide bill van auken
25
cia’in suriye’deki vekil savaşı ve emperyalizm yanlısı “sol” alex lantier
27
caterpillar’daki ihanet andre damon
31
güney afrika’da madenci katliamı bill van auken
35
sendikalar, sahte sol ve güney afrika’daki katliam joseph kishore
37
yunanistan’daki göçmenleri savun
christopher dreier
39
alman anayasa mahkemesi ülke içinde askeri operasyonlara izin verdi peter schwarz
43
quebec’teki öğrenci boykotunun siyasi dersleri keith jones
47
zorunlu eğitim reformu:4+4+4 hakan aktaş
51
bir “ileri demokrasi” ülkesinden medya manzaraları m. özgür demir
55
mars’a iniş patrick martin
59 63
BELGE: 2012 başkanlık seçimleri ve sep’in (abd) seçim kampanyası sep (abd) ulusal kongre kararı BELGE: ab’nin krizi ve avrupa birleşik sosyalist devletleri perspektifi sep (almanya) ulusal kongre kararı
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
merhaba
b
u sayımızın ana konusunu, Batılı emperyalistlerin Suriye’deki BAAS rejimine karşı sürdürdüğü “örtülü” savaş oluşturuyor. Biz bu savaşa, aralarında El Kaide bağlantılı terörist örgütlerin de yer aldığı “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) aracılığıyla verildiği için, “vekil savaşı” diyoruz. Suriye’de Batı’nın kuklası bir rejim kurmayı amaçlayan bu savaşta, en önemli rolü, kuşkusuz Ankara oynuyor. Suriye’deki Batı yanlısı burjuva muhalefete resmen ev sahipliği yapan Türkiye, ÖSO’ya siyasi destek vermekle kalmıyor; aynı zamanda, onun Sünni-İslamcı militanlarına askeri eğitim veriyor ve silah sağlıyor. AKP hükümeti, BAAS rejimine karşı yıkıcı faaliyetlerini yalnızca halktan değil, TBMM’deki diğer burjuva partilerinden de gizliyor. CHP’li milletvekillerinin, ÖSO militanlarına ABD’li ve Türk uzmanlar tarafından askeri eğitim verildiği dünya basınında yer alan Apaydın kampına sokulmaması, AKP ile Batılı emperyalistler arasındaki gizli -ve kirli- işbirliğinin çarpıcı bir kanıtıdır. “Suriye dosyası”, yayın kurulumuzun değerlendirmesinden ve IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin web sayfası “wsws.org”da yayımlanmış olan yazılardan oluşuyor. Kapitalistlerin işçi sınıfına yönelik uzun süreli ve kapsamlı saldırılarının bir örneği, Caterpillar’ın ABD’nin İllinois eyaletindeki fabrikasında üç buçuk aylık grevin ardından imzalanan sözleşmede görüldü. Uluslararası Makine Operatörleri Birliği adlı sendika tarafından dayatılan ve işçilerin yüzde 40’ının çekimser kaldığı bir oylamada kabul edilen yeni sözleşme, sendikaların “sermayenin gardiyanı” rolünün çarpıcı bir ifadesiydi. “Caterpillar’daki ihanet”i Andre Damon’un kaleminden aktarıyoruz. Geçtiğimiz ay içinde işçi sınıfına yönelik saldırıların en barbar olanı, kuşkusuz, elliye yakın işçinin polis tarafından katledildiği Güney Afrika’da gerçekleşti. Bu katliam, şimdi iktidarda olan bir zamanların ırkçı rejime karşı “demokrasi ve insan hakları savunucusu” Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC), Marksistlerin yıllardır vurguladığı burjuva sınıf karakterini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Bu katliam, aynı zamanda, sendika bürokrasilerinin ve ANC’nin “solcu” destekleyicilerinin işçi sınıfı düşmanı yüzünü de açığa çıkarttı. Dergimizin sayfalarında, Güney Afrika’daki işçi katliamı konusunda, birbirini tamamlayan üç yazı yer alıyor. Ağustos ayı başında, binlerce polis, Yunanistan’ın başkenti Atina’da, barbarca bir göçmen avına girişti. Yalnızca görünümünden dolayı göçmen oldukları varsayılan binlerce insan dövüldü ve gözaltına alındı. Kayıtsız olduğu tespit edilen göçmenler sınırdışı edilmek üzere kamplara kapatıldı. Yunan siyasi seçkinleri, bu cadı avıyla, göçmen işçileri “günah keçisi” yapmaya, Yunanistanlı emekçilerin dikkatini saptırmaya ve onları göçmenlerle karşı karşıya getirmeye çalışıyorlardı. Bu saldırı, aynı zamanda, kolluk güçleri ile faşist çeteler arasındaki sıkı işbirliğini gözler önüne serdi. Bu konuya ilişkin değerlendirmeyi Christopher Dreier’in yazısında bulabilirsiniz. Sermayenin emperyalist merkezlerdeki saldırısı, Anayasa Mahkemesi’nin, ordunun ülke içindeki operasyonlarına izin verdiği Almanya’da en yüksek
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k hukuksal ifadesini buldu. Alman Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, tekelci sermayenin ve onun emrindeki burjuva devletlerin yüzlerindeki “demokratik” maskeyi her an atabileceğinin ve gerçek bir iç savaşa hazırlandığının ilanıdır. Alman Anayasa Mahkemesi’nin bu kararının burjuvazi, işçi sınıfı ve sosyalist hareket için ne anlama geldiğini, Peter Schwarz’ın kaleminden aktarıyoruz. Kanada’yı, özellikle de Quebec eyaletini aylarca sarsan öğrenci hareketi, hemen hiçbir talebi güvence altına alınmadan, yavaşça ortadan kayboluyor. Hareketin gerilemesinin nedenlerine ve sendikalar ile küçük burjuva sol akımların bu süreçteki rolüne ilişkin bir değerlendirmeyi Keith Jones’un yazısında bulabilirsiniz. Yazarlarımızdan Hakan Aktaş, “Zorunlu Eğitim Reformu: 4+4+4” başlıklı yazısında, AKP’nin ABD destekli bölgesel dönüşüm projesinin bir parçası olarak çıkarttığı yeni eğitim yasanın barındırdığı tehlikeleri gözler önüne seriyor. M. Özgür Demir de, yazısında, AKP iktidarının gerici / baskıcı uygulamalarının medyaya yönelik yanını ve Türkiye burjuvazisinin “basın ve düşünceyi ifade özgürlüğü”nün ortadan kaldırılmasındaki suç ortaklığını işliyor. İnsanlık küresel krizin, onun yol açtığı savaşların ve toplumsal çalkantıların ortasında günlük koşturmacalar içindeyken, uzay gezgini Curiosity başarılı şekilde Mars’a indi. Patrick Martin, ”Mars’a iniş” başlıklı yazısında, insan soyunun evreni -dolayısıyla kendisini- daha iyi tanımasında büyük önem taşıyan bu adımı değerlendiriyor. Dergimizin son bölümünü yine belgelere ayırdık. Ancak bu kez, güncel iki belge yayımlıyoruz. Bu belgeler, IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) Almanya şubesinin Haziran, ABD şubesinin ise Temmuz ayı içinde toplanan ulusal kongre kararlarından... Sosyalist Eşitlik Partisi (ABD)’nin ulusal kongre kararı, Kasım ayı içinde yapılacak olan başkanlık seçimlerine ve SEP-ABD’nin seçim kampanyasına ilişkin. Bu belgede, ABD’li Marksistlerin, ekonomik krize, Obama yönetimine ve onu destekleyen küçük burjuva “sol”una ilişkin değerlendirmesini bulabilirsiniz. DEUK’un, dünya kapitalizminin merkezi ve en saldırgan gücü olan bu ülkede zor koşullar altında sürdürdüğü bağımsız seçim kampanyasının bütün ülkelerdeki sosyalistlere örnek olması gerektiğini düşünüyoruz. Sosyalist Eşitlik Partisi-Almanya’nın “AB’nin Krizi ve Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri Perspektifi” başlığını taşıyan kongre kararı ise bu emperyalist birliğin karakterine ilişkin Marksist bir çözümleme sunarken, sosyalistlerin AB karşısındaki görevlerini gösteriyor. Ayrıca sizlere bir haberimiz var. İnternet yayınımıza, dokuz yıldır aktif olan web sayfamız “www.sosyalizm.eu”nun yerine, “www.toplumsalesitlik.org” adresi altında devam edeceğiz. Güncel gelişmelere ilişkin değerlendirmelerimizi ve diğer konulardaki yazılarımızı, Ekim ayı başından itibaren yeni sayfamızdan izleyebilirsiniz. Son olarak, “IV. Enternasyonal içinde revizyonizm: Pabloculuk” adlı dosyamızın geçen sayımızda yaymlanan son bölümünde gözden kaçan bir hatayı düzeltmek istiyoruz. Dergimizin 69. sayfasında, “yolun sonu” alt başlığı altında yer alan “...1920’lerde, Komintern ile işbirliğini haklı çıkarmak için...” cümlesindeki “Komintern” sözcüğünün “Kuomintang” olması gerekiyordu. Bu hatadan dolayı özür dileriz.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
suriye’ye yönelik emperyalist müdahale ve akp iktidarı yayın kurulu
Bir zamanlar Başbakan Erdoğan ile Suriye Devlet Başkanı Esad arasındaki “aile dostluğu”nda cisimleşmiş olan işbirliğinin bugün düşmanlığa dönüşmüş olmasının en önemli nedeni, 2008’de ABD’de başlayıp ardından Avrupa’yı saran ekonomik krizin hızla Ortadoğu’ya taşınmış ve orada patlamış olmasıdır.
B
AAS rejimi ile Batılı emperyalistlerin desteklediği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) arasında yaşanan bir iç savaşın içinden geçen Suriye ile bu ülkeye askeri müdahale hazırlıkları içinde olan Türkiye arasında on yıla uzanan sıkı ekonomik, siyasi, kültürel işbirliği, AKP’nin savaş kışkırtıcısı çığlıkları eşliğinde, bir yılı aşkın süre önce son bulmuştu. AKP hükümeti, bir süredir, sayısı hızla artan mültecileri, bombalanan Suriye şehirlerinde ölen insanları ve Suriye’nin kuzeyinde fiilen oluşmuş özerk Kürt bölgesini gerekçe göstererek, Suriye’ye açık askeri müdahaleye hazırlanıyor. Suriye ile Türkiye arasında yaşananlar, küresel kapitalizmin krizi ve Ortadoğu’daki denge(sizlik)ler, bu bölgede egemenler arasında kurulan dostlukların ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Türkiye’nin Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) örgütlenme, askeri eğitim, silah ve sağlık hizmetleri alanlarında yaptığı yardımla Suriye’deki “örtülü” savaşın bizzat parçası/sorumlusu haline geldiği, artık AKP hükümeti dahil, hiç kimse tarafından gizlenmiyor. Bir zamanlar Başbakan Erdoğan ile Suriye Devlet Başkanı Esad arasındaki “aile dostluğu”nda cisimleşmiş olan işbirliğinin bugün düşmanlığa dönüşmüş olmasının en önemli nedeni, 2008’de ABD’de başlayıp ardından Avrupa’yı saran ekonomik krizin hızla Ortadoğu’ya taşınmış ve orada patlamış olmasıdır.
Suriye’nin serbest piyasaya açılması 2000 yılında babasının ölümünün ardından iktidara gelen Beşar Esad, devlet sektörü ağırlıklı planlı ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçiş konusunda önemli adımlar atacağını açıklamış ve bu adımları hayata geçirmeye başlamıştı. Özel bankaların kurulması ve ülkeye yabancı sermaye girişi için döviz yasasında yapılan değişiklikler, bu adımların en önemlileriydi. ABD’nin “şer ekseni” olarak değerlendirdiği ülkelerden biri olan Suriye’nin Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliği, 2010 yılında, ABD’nin, Esad’ın bu adımları atmasının ardından vetosunu kaldırmasıyla kabul edilmişti. IMF eliyle planlanan bu liberalizasyon sürecinin diğer önemli uygulamaları, Şam borsasının açılması ve sübvansiyonların azaltılması oldu. Yarım yüzyıl boyunca ulusal korumacı ekonomik politikalar izlemiş olan Suriye’de, BAAS partisinin serbest piyasa ekonomisine açılma yönünde attığı adımların, onun üzerinde yükseldiği maddi temelleri sarsması kaçınılmazdı. Suriyeli egemenler, başlangıçta, ülkede yaşanan dönüşümü, bölgede popülaritesi artan AKP hükümetiyle ”barışçıl” biçimde gerçekleştirmeye çalışmış ve bu konuda önemli bir yol katetmişlerdi. Bu süreçte, Suriye ile Türkiye arasında 2005 yılından başlayarak imzalanan serbest ticaret anlaşmaları Ürdün’ü ve Lübnan’ı da kapsayacak şekilde genişletilmiş; bu ülkeler ile Türkiye arasındaki vizeler kaldırılmış; malların, sermayenin ve işgücünün
3
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
BAAS partisi, küresel piyasalara açılım sürecinde, gümrük duvarlarını ve sermayenin dolaşımının önündeki sınırlayıcı yasal engelleri büyük ölçüde kaldırmış; ülkenin en önemli şehirlerinde serbest ticaret bölgeleri oluşturmuştu.
Suriye Devlet Başkanı Esad ile Başbakan Erdoğan, “kardeş” oldukları günlerde Ankara’da düzenlenen bir basın toplantısında
4
dolaşımı kolaylaştırılmıştı. Yatırımların artarak devam etmesi ve Suriye’nin 2005 yılında bölge ülkeleri ile imzalamış olduğu serbest ticaret anlaşmaları, başta İş Bankası olmak üzere Ziraat Bankası ve Vakıf Bank’ın bölgedeki bankacılık faaliyetlerinin önünü açtı. Suriye ile geliştirilen bölgesel işbirliği, bu iki ülke arasında ortak bakanlar kurulu toplantılarıyla sürdü; 2010 yılında, 2 milyar dolarlık bir ticaret hacmine ulaşıldı. AKP hükümetinin İsrail ile yaşadığı “one minute” ve “Mavi Marmara” gerilimleri, onun bölge halkı içindeki popülaritesiyle birlikte, Ankara’nın Suriye’deki etkisini de arttırmıştı.
Suriye ile ilişkilerde kırılma Suriye ile yaşanan bugünkü krizi açıklamaya çalışan iki ana eğilim söz konusu. Bunlardan birincisi, söz konusu gerilimi Esad’ın ve BAAS partisinin gerici-baskıcı yüzünün yıllar sonra tekrar ortaya çıkmasıyla açıklamaya çalışıyor. Diğer eğilim ise bugün yaşanan süreci Batılı emperyalistlerin Türkiye’nin de dahil olduğu kirli oyunlarından biri olarak ifade etmeye çalışıyor. Birinci eğilimin, AKP hükümetinin ve Batılı emperyalistlerin Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleye meşruiyet kazandırmaya çalıştığı ortada. Türkiye’deki “sol” içinde yaygın olan ikinci tutum ise, ekonomik krizi, “Arap Ba-
harı”nın ekonomi politiğini ve bölgede yükselen kitlesel hoşnutsuzluğu görmezden gelen sığ bir değerlendirme olarak kalmaktadır. BAAS partisi, yukarıda değindiğimiz gibi, küresel piyasalara açılım sürecinde gümrük duvarlarını ve sermayenin dolaşımının önündeki yasal engelleri büyük ölçüde kaldırmış; ülkenin en önemli şehirlerinde serbest ticaret bölgeleri oluşturmuştu. Bu gelişmeler, özellikle Türkiye üzerinden bölgeye ulaşan ucuz ve kaliteli ürünlerin Suriye pazarını işgal etmesine yol açarken, ülkedeki küçük üreticileri yıkıma sürükledi. Bu süreç, devletin küçük üreticilere sağladığı sübvansiyonları azaltmasıyla birlikte iyice hızlandı. Öte yandan, küresel kapitalizmle bütünleşme, kapitalist rekabet ve ülkeye yapılan doğrudan yatırımlar, Suriye’nin üretim teknolojisinde önemli bir modernizasyon yaşanmasına da yol açtı. Yarım asırlık üretim teknolojisi çöpe giderken, işgücünün önemli bir kesimi -aynı küçük üreticiler gibi- üretim sürecinden dışlanmaya başladı. Bu arada, Avrupa’da yaşanan ekonomik kriz, Ortadoğu’ya ulaşmış; Suriye ile olan ticarette ve bu ülkeye yönelik yatırımlarda ciddi bir gerilemeye yol açmıştı. Batıda yaşanan talep daralmasıyla birlikte petrol ihracatının gerilemesi, Suriye Merkez Bankası’ndaki
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k 2011 Mart ayında başlayan ve emekçilerin ağırlıklı olduğu rejim karşıtı kitlesel gösterilerin yerini, uzun süredir, Batılı emperyalistler ile onların bölgedeki müttefikleri (Türkiye, Suudi Arabistan, Katar) tarafından örgütlenen Özgür Suriye Ordusu’nun silahlı eylemleri almış durumda.
döviz rezervlerinin hızla azalmasına yol açtı. Bu durum, küresel sermayeye tanınan ayrıcalıklar (vergi, yatırım kolaylıkları vb.) ile birleştiğinde, yaygın bir devlet sektörü ve ulusal korumacılık üzerinde yükselen BAAS rejiminin temellerini sarsmaya başladı. Üzerinde yükseldiği ulusal ekonominin tasfiyesiyle gelirleri hızla azalan BAAS rejimi, önceki “sosyal devlet” karakterini hızla kaybederken, hem devlet sektöründe hem de özel sektörde işten çıkarmalar arttı. Suriyeli emekçiler, ilk kez böylesi kapsamlı bir işsizlikle ve yoksullukla karşı karşıya kaldılar. Kabaran toplumsal öfkenin, Tunus’ta ve Mısır’da yaşanan devrimci kitle hareketlerinin de etkisiyle BAAS rejimine yönelmesi kaçınılmazdı. BAAS rejiminin bu gelişmelere tepkisi, küresel sermayeye açılımı yavaşlatmak ve Türkiye ile ilişkilerini gözden geçirmek oldu. Bu geri adımın altında, onun “baskıcı geçmişine dönme arzusu” ya da “milli duyarlılıkları” değil; kendi iktidarını ve ayrıcalıklarını koruma güdüsü yatıyordu. Bu durum, BAAS rejimini, ABD önderliğindeki Batılı emperyalistler ile çelişkileri hızla keskinleşen Moskova - Çin - İran eksenine yaslanmak zorunda bırakırken, ister istemez, Batılı emperyalist kampın Ortadoğu’daki koçbaşı olan Türkiye ile de karşı karşıya getirdi.
Türkiye savaşın içinde Suriye’de, 2011 yılının ilk aylarında başlayan emekçi ağırlıklı rejim karşıtı kitlesel gösterilerin yerini, uzun süredir, Batılı emperyalistler ile onların bölgedeki müttefikleri (Türkiye, Suudi Arabistan, Katar) tarafından örgütlenen Özgür Suriye Ordusu’nun silahlı eylemleri almış durumda. Batılı emperyalistler ve onların bölgedeki müttefikleri, çoğu Sünni İslamcı paralı askerlerden oluşan silahlı güçlerin estirdiği terör yoluyla bir yandan kitlesel halk muhalefetini devre dışı bırakırken, aynı zamanda, ülkeyi, kendi
çıkarlarına uygun etnik ve dinsel/mezhepsel bir bölünmeye sürüklüyorlar. Onların BAAS karşıtı muhalefeti kitlelerin elinden alıp kendi paralı askerlerine vermelerinin altında, bölgede kendi denetimleri dışında bir rejim değişikliğini önleme çabası yatmaktadır. Kendisini ABD emperyalizminin “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı” ilan etmiş olan Başbakan Erdoğan’ın, çok değil, birkaç yıl önce “kardeşim” dediği Esad’a savaş açmasının altında da benzeri dürtüler yatıyor. Öte yandan, AKP iktidarının Suriye’ye yönelik savaş çığırtkanlığında kullandığı bütün argümanların sinik yalanlardan başka bir şey olmadığı çoktan açığa çıkmış durumda. “Silahsız” uçağın Suriye üzerinde casusluk yaparken ve Suriye hava sahası içinde düşürüldüğünü bilmeyen kalmadı. Hükümet sözcülerinin açıklamalarına göre sayıları 80 bini bulan Suriyeli sığınmacılar ise asıl olarak Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın ve Katar’ın örgütleyip donattığı ÖSO’lu “asiler”in tırmandırdığı çatışmalardan kaçmış insanlardır. Dahası, Türkiye’deki kampların bir kısmı, aralarında El Kaide bağlantılı şeriatçı katillerin de yer aldığı bu “asiler”in askeri eğitim ve stratejik destek aldığı üslerdir ve buralara, milletvekilleri bile girememektedir. Anımsanacağı üzere, Türkiye, NATO’ nun Libya’daki Kaddafi yönetimine karşı başlattığı sefere son anda katılmış ve emperyalist yağma gemisinin kaptan köşkünde kendisine yer bulamamıştı. Libya’da geminin güvertesinde yaptığı yolculuktan memnun olmayan AKP iktidarı, şimdi, Suriye’de bir rejim değişikliği için harekete geçmiş olan emperyalist savaş makinesinin komuta merkezinde yer almayı amaçlıyor. Bununla birlikte, Ankara’nın Osmanlı özentisi “Suriye seferi” hayali, BM’de Annan’ın hüsran ile biten görevi, Çin’in, İran’ın ve Rusya’nın olası müdahaleye karşı olması, Obama’nın
5
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimi öncesinde açık askeri müdahaleye pek de sıcak bakmaması gibi nedenlerle, şimdilik hayal olarak kalmak durumda. Zira Esad’ın, BAAS sonrası rejimin karakterinin kesinleşmediği “olgunlaşmamış” koşullarda askeri bir operasyonla düşürülmesinin yol açabileceği sorunlar emperyalistleri derinden kaygılandırıyor.
Olası bir açık askeri operasyonun takviminin belirlenmemiş olması, AKP hükümetini dış politikada köşeye sıkıştırmıştır. Bu sıkışmada, rol oynayan en önemli aktörlerden biri, Türkiye içindeki askeri etkinliğini arttıran PKK’de ve Suriye’nin kuzeyindeki özerk bölgede cisimleşen Kürt hareketidir.
6
biçimlenmekte olan Kürt devletinin bütünüyle Batılı emperyalistlerin denetimi altına girmesinden ve bağımsızlık özleminin Türkiye Kürtleri içinde canlanmasından ölesiye korkuyor. AKP iktidarı, bu yüzden, Avrupalı emperyalistlerin AB’deki krizle uğraştığı bir süreçte, ABD önderliğinde açık bir işgal uğruna elinden geleni -hem de hemen- yapmak istiyor.
Fransa ve İngiltere hevesli
Ankara’nın açmazları
“Sosyalist” Hollande, Cumhurbaşkanı olarak yaptığı ilk önemli açıklamalarından birinde, Suriye’ye askeri müdahale talebini yükseltti. Eski sömürgelerinden olan Suriye’de kimseyle paylaşmak istemediği bir egemenlik peşinde koşan Fransız emperyalizmi, bölgeye yönelik planlarını, bir kez daha “insan hakları ve demokrasi” bahanesiyle hayata geçirmek istiyor. Hollande, Sarkozy’nin Libya’ya yönelik NATO müdahalesinde İngiltere ile birlikte oynamış olduğu öncü rolünü Suriye’de yinelemekte kararlı. Fransa’ nın Suriye - Ürdün sınırına asker sevk etme kararı, geçtiğimiz günlerde basına yansıdı. Öyle görünüyor ki Hollande, ikinci çeyrekte küçülme sergileyen Fransa ekonomisini Suriye’den elde edeceği yağmayla büyütmeyi planlıyor. İngiltere de -benzer gerekçelerle- Suriye’deki asilere 5 milyon pound değerinde yardım göndereceğini açıkladı. Bütün bu gelişmeler, Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin başını, ABD’de başkanlık seçimleri öncesinde Obama’ya karşı kullanılmaması için, yine Fransa ile İngiltere’nin çekebileceğini gösteriyor. Türkiye ise, bu gelişmeleri görmekle birlikte, “örtülü” biçimde zaten başlamış olan müdahale sürecinde ve Esad sonrası rejim üzerinde etkili olabilmek için çırpınıyor. Ankara’nın, bunu yapmakta, kuşkusuz, kendine göre nedenleri var. O, bir yandan Libya’da kaybettiklerini Suriye’de almaya çalışırken, aynı zamanda, Ortadoğu’da
AKP hükümetinin Suriye’ye müdahale konusundaki “aceleci” tavrı, onun bölgede yoğunlaşmış çelişkileri -ve hızla değişmekte olan dengeleri- sağlıklı biçimde değerlendirmesini engellemektedir. Yukarıda değindiğimiz gibi, Ankara, aylardır, kendisinin de dahil olduğu provokasyonları bahane ederek, Batılı emperyalistleri Suriye’ye hemen müdahale konusunda ikna etmeye çalışıyor. Ancak Türkiye’nin bu yöndeki talepleri, bizzat Batılı emperyalistler tarafından reddediliyor. Olası bir açık askeri operasyonun takviminin belirlenmemiş olması, AKP hükümetini dış politikada köşeye sıkıştırmıştır. Bu sıkışmada, rol oynayan en önemli aktörlerden biri, Türkiye içindeki askeri etkinliğini arttıran PKK’de ve Suriye’nin kuzeyindeki özerk bölgede cisimleşen Kürt hareketidir. AKP’nin, BAAS rejiminin çökmesi üzerine kurmuş olduğu Ortadoğu planının bir türlü hayata geçmemesi onun dış politikada bugüne kadar attığı adımları ters yüz etmektedir. Irak’ın kuzeyindeki fiili Kürt devleti ile arasındaki yoğun ekonomik ve siyasi işbirliği yüzünden zaten sorunlu olan Ankara-Bağdat ilişkileri, Irak hükümetinin tutuklama kararı çıkardığı Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’nin Türkiye’de bulunması ile birlikte oldukça kötüleşmiş durumda. Irak’taki Şii ağırlıklı hükümete karşı eleştirilerini gizlemeyen AKP hükümeti, Haşimi’nin Irak’a teslim edilmeyeceğini açıklamış durumda. Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Bağdat’daki merkezi hükümet ara-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
AKP’nin “Yeni Osmanlıcı” motiflerle süslenen dış siyasi “açılım”ı, Türkiye ekonomisinin önemli büyüklüğe ulaştığı ve içerideki ulusalcı direnişin belinin kırıldığı bir dönemde başlatılmıştı. Bu adımların bir ekonomik büyüme döneminde gündeme gelmiş olması şaşırtıcı değildi.
sında petrolün Bağdat’ın izni olmaksızın başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelere ihraç edilmesi konusunda yaşanan krizde, Ankara’nın Barzani ile yaptığı ve Irak hükümetini dışarıda bırakan anlaşmalar önemli rol oynamıştır. Özetle, Türkiye’nin Irak ile ilişki- lerinde yaşanan kriz derinleşerek sürüyor. Benzer bir gerilim İran ile yaşanıyor. AKP hükümeti, İran ile sürmekte olan bölgesel hegemonya mücadelesine karşın, Tahran ile son derece önemli anlaşmalara imza attı. 10 yıllık AKP iktidarı sürecinde iki ülke arasındaki ticaret ve yatırımlar artmış, vizeler -kısmen- kalkmış durumda. Öyle ki Türkiye, aleyhine uluslararası yaptırım kararı alınmış olan İran ile ekonomik ilişkilerini sürdüren birkaç ülkeden biridir. Dahası, bu ilişkiler, Türkiye’yi, İran ile Batı arasında yaşanan nükleer santral krizinde Tahran’ı savunan tek ülke haline getirmişti. Yine, onca yaptırım kararına rağmen İran’ın uluslararası mali ilişkileri Türkiye’deki bankalar üzerinden sürdürülmektedir. Bununla birlikte, Türkiye’ye kurulan NATO “füze kalkanı” İran’ın sert tepkisine yol açmış ve iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesinde önemli rol oynamıştı. Türkiye’nin başlıca doğalgaz ve petrol tedarikçisi konumunda olan ve onun ihracat yaptığı ülkelerin başında gelen İran’ın Suriye meselesinde Türkiye’nin tutumunu açıkça mahkûm eden yaklaşımı ve TC yurttaşlarına vize uygulamasını yeniden başlatma kararı, bugüne kadar üzerinde anlaşılmış olan ilişkilerin iyice gerildiğinin ifadesidir. Öte yandan, Tahran’daki dinci diktatörlük Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden kurmaya çalıştığı “Şii işbirliği”nin Türkiye ve Batılı güçler tarafından bozulmasını istemiyor. Türkiye’nin bölgede Müslüman Kardeşler üzerinden oluşturmaya çalıştığı ABD destekli “Sünni ittifak” ise İran’ın çıkarlarını doğrudan tehdit ediyor.
Dış politikanın içerideki ifadesi AKP hükümeti, kendisinden önceki koalisyon hükümeti tarafından hızlandırılmış olan küresel kapitalizme eklemlenme sürecini, geçtiğimiz on yıl boyunca geri dönülmez bir noktaya getirmiş durumda. Hükümetin kapsamlı ekonomik ve siyasi dönüşüm programları eliyle yaşanan bu sürecin dışarıdaki ifadesi “komşularla sıfır sorun” politikasıydı. Bu dış politikanın kabaca iki amacı vardı: 1) İçeride yaşanan ekonomik dönüşümü yeni pazarlar eliyle hızlandırıp genişletmek, 2) Özellikle İran’ı, Irak’ı, Suriye’yi ve bölgenin diğer ülkelerini, Batılı emperyalistler yararına, “yumuşak güç” kullanarak küresel kapitalizme uyarlamak. AKP hükümeti, “komşularla sıfır sorun” politikası adı altında, bölgedeki silahlı çatışmalara son vermeye çalışırken, bölgede bulunan uluslararası enerji ve ticaret yollarının güvenliğini sağlamayı hedefliyordu. “Kürt açılımı”, tam da bu yüzden, Türkiye’deki Kürtlerin yanı sıra Irak’ı, Suriye’yi ve nihayet İran’ı da kapsayacaktı. Öte yandan, bütün bunların, emperyalist efendileri karşısında Ankara’nın elini güçlendireceği; Türkiye burjuvazisinin bölgesel pazarlara ve ucuz iş gücüne ulaşmasını sağlayacağı var sayılıyordu. AKP’nin “Yeni Osmanlıcı” motiflerle süslenen dış siyasi “açılım”ı, Türkiye ekonomisinin önemli bir büyüklüğe ulaştığı ve içerideki ulusalcı direnişin belinin kırıldığı bir dönemde başlatılmıştı. Bu adımların ekonomik büyüme döneminde gündeme gelmiş olması şaşırtıcı değildi. Ama AKP’nin bu adımları atarken sırtını yasladığı ekonomik büyüme, küresel bir krizin ortasında ve Türkiye gibi dünya ekonomisi içindeki payı çok da önemli olmayan bir ülkede ve spekülatif sermaye akışları sayesinde yaşanıyordu. AKP hükümetinin ve onun “demokratik” açılımlarını alkışlayanların TC devletinin sınırlarının ötesini seçemeyen dar bakış açısı, ekonomideki büyüme-
7
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Emperyalistlerin körüklediği “barış” ve “refah” hayalleri yerlerini yıkıcı bir yoksulluğa ve savaş tehlikesine bırakırken, birkaç yıl öncesinde bölge ülkeleri arasında kurulmuş olan her türden ekonomik siyasi ve kültürel ilişkiler çöktü. Suriye’de yaşananlar, kapitalizmin barış, istikrar ve refah gibi kavramlarla bağdaşmazlığının en son kanıtıdır.
8
nin sermayenin küresel dinamiklerine bağlı kırılgan karakterini görmekten uzaktı (halen de öyle). Sonuçta, 2008’de ABD’de başlayıp Avrupa ile birlikte Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya uzanan ekonomik kırılmalar, bütün bu “açılım” planlarını ters yüz etti. Kürt hareketinin ve küçük burjuva solunun önemli bir bölümünün desteklediği “demokratik açılım”, yerini KCK operasyonlarıyla ve toplumsal yaşamın dinsel temelde otoriter bir şekilde yeniden düzenlenmesine hizmet eden kapsamlı bir gerici saldırıya bıraktı. Bu, Marksistlerin, emperyalizm çağında iç siyaset ile dış politikalar arasındaki kopmaz bağa yaptıkları vurgunun çarpıcı bir doğrulanmasıdır. Emperyalistlerin körüklediği “barış” ve “refah” hayalleri yıkıcı bir yoksulluk ve savaş tehlikesi duvarına çarparken, bölge ülkeleri arasında kurulmuş olan bütün ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler çöktü. Suriye’de yaşananlar, küresel kapitalizmin barış, istikrar ve refah gibi kavramlarla bağdaşmazlığının en son kanıtıdır.
Yıkımı yalnızca işçi sınıfı önler Sosyalizm / Toplumsal Eşitlik okurları, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana, onun ekonomik alanda sergilemiş olduğu sözde başarının geçici ve şişirilmiş bir sermaye akışı sayesinde ve her durumda işçi sınıfının ekonomik ve demokratik haklarının adım adım ortadan kaldırılmasıyla el ele gerçekleştiğine dikkat çektiğimizi anımsayacaktır. Aynı şekilde, konuya ilişkin bütün yazılarımızda, AKP iktidarının “demokratik açılım” adı altında attığı bütün adımların aldatıcı ve gerici karakterini gözler önüne sermeye çalıştık; ona ve burjuva Kürt hareketine “soldan” destek verenleri sürekli uyardık. Hareket noktamız, küresel sermayenin taşeronluğuna soyunmuş olan Türkiye burjuvazisinin ve AKP iktidarının, kapitalizmin tarihindeki en derin krizini
yaşadığı koşullar altında, Ortadoğu hızla savaşa sürüklenirken, içeride “demokrat” olamayacağı; bir “toplumsal barış” ve “refah” politikası sürdüremeyeceğiydi. Bütün bu tespitlerimiz, Suriye’de yaşanmakta olan gelişmeler ve Ankara’nın oradaki rolü eliyle bir kez daha doğrulanıyor. AKP iktidarının Suriye’ye yönelik saldırganlığı ile içeride adım adım dinsel temelde bir polis devleti kurma çabası, tek bir madalyonun iki yüzüdür ve bu madalyonda demokrasiye, toplumsal eşitliğe, özgürlüklere ve barışa yer yoktur. Burjuvazi, yüz yılı aşkın süredir, insanlığın bu özlemlerini karşılayamayacağını onlarca kez kanıtladı. Bu özlemleri karşılayabilecek tek güç uluslararası işçi sınıfıdır. Bununla birlikte, işçi sınıfının bunu gerçekleştirebilmesi için, bütün diğer sınıflardan bağımsız bir güç olarak örgütlenmesi gerekir. Emperyalizmin bugün Suriye’de sürdürdüğü savaşa son verecek, BAAS diktatörlüğünü devirerek yerine gerçekten özgür ve demokratik bir toplumu kurabilecek olanlar, yalnızca Suriyeli işçiler ve emekçilerdir. Onlar bunu, emperyalist ülkelerdeki ve Ortadoğu’daki sınıf kardeşleriyle birlikte verecekleri militan bir mücadeleyle başarabilirler. Bu mücadelede Türkiye işçi sınıfına düşen görev, emperyalizmin siyasi taşeronu, savaş kışkırtıcısı AKP iktidarına son vererek bu topraklarda gerçek özgürlüğü ve eşitliği egemen kılmaktır. AKP iktidarının içinde yer aldığı gerici emperyalist koalisyona, aynı şekilde uluslararası düzeyde örgütlenerek yanıt vermek gerekiyor. Bu ise hem bu koalisyona destek veren emperyalizm yanlısı sahte sola hem de “iç işlerine karışmama” biçimindeki ikiyüzlü küçük burjuva ulusalcılığına karşı durmak demektir. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
abd suriye’deki vekil savaşını türkiye ile birlikte koordine ediyor chris marsden
Türkiye, Suriye ile bir vekil savaşına başarıyla önderlik edebilecek ve Washington’ın arka planda borusunu öttürebileceği tek bölgesel güçtür.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/aug2012/turka16.shtml
A
BD’nin Suriye’deki Beşar Esad rejimini devirmeye yönelik çabaları, Türkiye’de iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile danışıklı dövüş üzerinde odaklanmaktadır. Türkiye, Suriye ile bir vekil savaşına başarıyla önderlik edebilecek ve Washington’ın arka planda borusunu öttürebileceği tek bölgesel güçtür. AKP, ayrıca, Suudi Arabistan’ı ve Katar’ı kapsayan Sünni temelli bölgesel ittifak hareketinin başını çekecek en iyi siyasi güç olarak değerlendiriliyor. ABD, Suriye’deki askeri faaliyeti, Ankara tarafından kontrol edilen ve ABD’nin Esad sonrasında kukla yönetim olarak dayatma peşinde olduğu güçlerin çoğunu oluşturan Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) dolayımıyla koordine etmeye çalışmaktadır. Bu, yalnızca onun BAAS rejiminin eski üyelerinden ve sözde liberal burjuva muhaliflerinden kazanılmış kendi uzun süreli mevcutlarını değil ama öncelikle Müslüman Kardeşleri de içermektedir. Müslüman Kardeşler, zaten, Tunus’ta ve Mısır’da Zeynel Abidin Bin Ali’nin ve Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra, Obama yönetiminin ABD’nin bölgesel çıkarlarını güvence altına almak için birlikte çalıştığı yönetimleri oluşturmuş durumda. ABD, bu kesimlerin yanı sıra, hücum kıtaları rolünü oynamak üzere Irak’tan, Libya’dan ve başka yerlerden gelen ve Suudi Arabistan ve Katar yönetimleri tarafından finanse edilip silahlandırılan El Kaide’ye de bel bağlamaktadır. ÖSO, en az El Kaide bağlantılı gruplar kadar Sünni bir mezhepsel güç olarak faaliyet gösteriyor. Ama Türkiye’de yerleşik komuta yapısı ve saflarında az sayıda güvenilir “liberal” bireyin varlığı, Washington tarafından, muhalefetin mezhepsel karakterini ve El Kaide’ye olan bağlantılarını örtbas etmeyi amaçlayan çok güçlü propagandada kullanılmaktadır. Bununla birlikte, Selefi güçlerin giderek artan rolünün ABD ABD Başkanı Obama, Başbakan için siyasi olarak utanç verici Erdoğan ve Dışişleri Bakanı olduğu görüldü. Bu yüzden, Davutoğlu
9
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Erdoğan, gerçekte, Türkiye’deki 20 milyon Kürt arasında kabaran huzursuzluk tehdidiyle ve Suriye’nin kuzeydoğu sınırı bölgesinde ayrılıkçı bir hareketin ortaya çıkması ihtimali ile karşı karşıyadır.
ABD yetkilileri, haftalardır, medyaya CIA ajanlarının isyancılara silah sağlanmasını denetlemek için çalıştıklarını vurgulayan raporlar veriyorlar. New York Times gazetesi, bu silahların, “Suriye’deki Müslüman Kardeşler’i de içeren karanlık bir aracılar ağı kanalıyla Türkiye sınırından aktığını ve parasının Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından ödendiğini” belirtmişti. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Ağustos ayı sonunda İstanbul’a yaptığı ziyaret, ABD-Türkiye işbirliğini güçlendirmeyi ve isyan harekâtı üzerindeki ABD kontrolünü arttırmayı amaçlıyordu. Clinton, en çarpıcı açıklamasını, uçuşa yasak bölge oluşturma ihtimalini ortaya attığında yaptı. Ama onun açıklamaları, aynı zamanda, ordu ve istihbarat yetkililerinin “gerçek ayrıntılara uyum sağlamayı” amaçlayan “çok yoğun harekât planlaması”na gönderme yapıyordu. Washington’ın daha geniş bölgesel tutkuları, Maliye ve Dışişleri Bakanlıkları tarafından o hafta sonu yapılan ve İran ile Hizbullah’ı Suriye ordu güçlerini eğitmekle suçlayan eşgüdümlü açıklamalarla vurgulandı. Maliye Bakanlığı’nın bir açıklaması,
Hizbullah’ın genel sekreteri Hassan Nasrallah’ın, bütün faaliyetleri kişisel olarak denetlediğini belirtti. Türkiye, sınır bölgesinde Kürt grupların kurduğu denetimin oluşturduğu tehdide gönderme yaparak, Suriye’ye askeri bir saldırıya hazır olduğunu tekrar tekrar belirtiyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Sınırda, şu anda tatbikatlar yapan üç tugayımız var… Suriye’nin kuzeyinde terörist bir örgüt yapılanmasını hoş görmemiz söz konusu değildir…” şeklinde uyarıda bulundu. Erdoğan, 7 Ağustos günü, “Onun bir Müslüman olduğunu söyleyebilir miyiz?” sorusunu sorarak, Esad’a yönelik kışkırtıcı bir açıklama yaptı. Bir Kürt ayaklanması tehlikesine gönderme yapılması, yalnızca Suriye’ye yönelik bir saldırıyı haklı çıkarmanın aracı değildir. Erdoğan, gerçekte, Türkiye’deki 20 milyon Kürt arasında kabaran huzursuzluk tehdidiyle ve Suriye’nin kuzeydoğu sınırı bölgesinde ayrılıkçı bir hareketin ortaya çıkması ihtimali ile karşı karşıyadır. Suriye’nin sınır bölgeleri, Demokratik Birlik Partisi (PYD) ile Kürt Ulusal Konseyi’nin (KUK) fiili denetimi altında. PYD daha önemli bir güç ve Türkiye’deki Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) bağlı. Erdoğan, Irak Kürdistanı Başkanı Mesud Barzani ile uzlaşarak PKK’nin etkisine karşılık vermeye kalkıştı. Ama bu çabalar, Barzani’nin bir Suriye Kürt bölgesi oluşturmaya yönelik girişime destek vermesiyle başarısızlığa uğradı. Dahası, Barzani’yi kazanmaya çalışma çabası, özellikle de Kerkük’ten Ceyhan’a petrol ve doğalgaz taşıyacak bir boru hattı anlaşması ve gelişmekte olan milyarlarca dolarlık ticaret, Irak’taki Sii ağırlıklı hükümeti kızdırmış durumda. ABD Dışişleri Bakanı Clinton ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu çok erken seviniyor...
10
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Böylesi yangına dönüşecek koşullar altında, Erdoğan’ın Suriye sınırı üzerindeki faaliyetleri, yalnızca Washington ile ittifak içinde Şam’a ve Halep’e yönelik doğrudan bir saldırıya yol açmakla kalmaz; bizzat Irak ve Türkiye topraklarında da bir çatışma yaşanabilir.
Kerkük, Kürtlerin kendi bölgelerine katmaya çalıştığı, konumu tartışmalı bir kent. Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bu ay, Kürdistan’a, Kerkük’ü de içeren kışkırtıcı bir ziyarette bulundu. Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, [11 Ağustos] Cumartesi günü yaptığı bir açıklamada Türkiye “[Kürdistan] bölgesine bağımsız bir devlet muamelesi yapıyor ve bu bizim tarafımızdan reddedilmektedir” dedi. Fransız Total şirketine de, Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından kontrol edilen lisansların alımı için yapılan bir anlaşmayı iptal etmemesi durumunda, Irak’taki Halfaya petrol sahasındaki azınlık hisselerini satması gerekeceği söylendi. Middle East Online’da yazan James M. Dorsey, Suriye’deki vekil savaşının olası yansımalarının “[bu ülkede yaşayan] 2,1 milyon Hristiyanın çoğunun Sünni egemenliğindeki Esad sonrası Suriye’den topluca göç etmesinden, Türkiye’nin Kürt isyancılara karşı kesintili savaşında yeni bir parlama noktası olarak Suriye’de bir Kürt bölgesinin ortaya çıkmasına kadar uzanacağını” belirtiyor. O, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Alevilerine yakın bir Şii cemaat olan ve Türkiye’nin nüfusunun yüzde 20’sini bulan Alevilerin daha fazla kararlılık sergilemesini riske sokmaktadır. Bu yüzden, Erdoğan’ın Suriye politikası Türkiye içinde önemli bir muhalefete yol açtı. Örneğin, Milliyet gazetesinde, Metin Münir, hükümeti, “Sünni eğilimleri, Yahudi düşmanlığı ve dış politika yoluyla içeride puan toplamak”la suçladı ve ekledi: “Suriye, Irak gibi parçalarına bölünüyor. Bu Türkiye’nin Alevi ve Kürt sorunlarını daha da karmaşık hale getirecek tehlikeli bir olgudur.”1 Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun önderi olduğu ana muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi’ni Suriye’deki BAAS Partisi’nin “aynısı” olarak betimledi.
PKK, Suriye’de özerk ya da bağımsız bir bölge oluşturmayı başaracağını ve ABD ve diğer emperyalist güçlerle kendi anlaşmasını yapabileceğini hesaplıyor. Irak Kürdistanı’nın başkenti Erbil’de yayımlanan Rudaw’ın 13 Ağustos tarihli sayısı, PKK önderlik konseyinin önde gelen eski üyelerinden Nizamettin Taş ile bir söyleşi yayımladı. Taş, bir “Suriye Kürdistanı”nın, yalnızca Barzani’nin “Türkiye’den gelen baskılardan dolayı ya da Suriye Kürdistanı’nda hemen iktidarı alma amacıyla” PKK ile rekabete girmemesi koşuluyla, nasıl ki “Irak Kürtleri Irak’a Amerikan müdahalesinden yararlandıysa” aynı şekilde kurulabileceğini belirtiyor. Taş, “Suriye’deki Müslüman Kardeşler, Esad’ın devrilmesinden sonra iktidarı alabilecek tek partidir. Ama İsrail, ABD ve Avrupa Suriye’deki Müslüman Kardeşler’in Mısır ve Tunus’taki Müslüman Kardeşler’den farklı olduğuna inandıkları için son derece kaygılı” kanısında. “Dünyanın, Suriye’deki Sünnilere rakip olabilecek bir aktöre ihtiyacı var. Bu rolü Aleviler oynayamaz. Bu yüzden, Suriye’deki Kürtler yeni Suriye devletinde önemli bir ortak haline gelecekler.” Böylesi yangına dönüşecek koşullar altında, Erdoğan’ın Suriye sınırı üzerindeki faaliyetleri, yalnızca Washington ile ittifak içinde Şam’a ve Halep’e yönelik doğrudan bir saldırıya yol açmakla kalmaz; bizzat Irak ve Türkiye topraklarında da bir çatışma yaşanabilir. HHHH
dipnotlar: 1http://ekonomi.milliyet.com.tr/suriye-hayir-yapacaksan-once-kendineyap/ekonomi/ek onomi yazardetay/08.08.2012/ 1577816/ default.htm
11
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
“sosyalist” hollande’dan suriyeli muhaliflere hükümet kurma çağrısı
F
ransa Devlet Başkanı Hollande, 27 Ağustos günü, Paris’te büyükelçilerin katılığı bir konferansta, Suriyeli muhalif partilere hükümet oluşturma çağrısı yaptı ve Fransa’nın kurulacak hükümeti tanıyacağını belirtti. Fransa’nın bu hamlesinin, ABD Başkanı Barack Obama’nın kimyasal silah kullanılması halinde Suriye’yi işgalle tehdit etmesinden hemen sonra gelmesi; Türkiye’nin de bu açıklamanın hemen ardından tampon bölge önerisinde bulunması, Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalede yeni bir aşamanın habercisi olarak algılanmalı. Washington, Hollande’ın “müttefiklerimizle irtibat halinde ve bir
uyum içinde” yaptık dediği bu açıklamasına açık destek vermedi. ABD’nin bu tavrı, onun Suriye’nin işgaline ya da tampon bölge oluşturulmasına karşı olmasından değil, zamanı uygun görmemesinden kaynaklanıyor. ABD’li emekçilerin Bush döneminde girişilmiş emperyalist işgallere olan tepkisini kullanarak iktidara gelmiş olan Obama, yaklaşan seçimler öncesinde kamuoyu desteğini yitirmeme çabasındandır. ABD seçimleri Obama’nın ve Amerikalı egemenlerin Suriye’deki BAAS rejimine karşı hızlı bir şekilde hareket etme konusunda elini kolunu bağlarken, Londra ile Paris, Libya’da olduğu gibi, emperyalist yağmadan olabilecek en fazla payı kapmak için en kısa süre içinde askeri müdahale yanlısı bir tavır sergiliyor. Ankara’daki AKP iktidarı ise Suriye’nin işgalini en çok isteyen ülkelerin başında gelmesine rağmen, bu işi yapabilecek kapasiteye sahip olmadığından, çaresizce, NATO içindeki “abi”lerini kışkırtmakla yetiniyor.
Fransa’nın “sosyalist” devlet başkanı Hollande, ABD Başkanı Obama ile Beyaz Saray’da
12
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
abd’nin suriye’deki vekil savaşı lübnan’a ve ırak’a yayılıyor eric london
Suriye rejiminin Hizbullah’a (2006’da İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısını geri püskürten Lübnanlı bir Şii örgüt) olan siyasi ve askeri desteği, Washington’ın Esad’ı devrime çabasının ardındaki önemli nedenlerden biridir. Hizbullah ise, kendi adına, Esad’ın Sünni milisler tarafından devrilmesi durumunda hızla yalıtılacağından, silah ve mali kaynaklarından mahrum kalacağından ve imha tehlikesiyle karşılaşacağından kaygılanıyor.
İngilizce özgün metin için bkz. http://www.wsws.org/articles/2012/aug2012/lebaa18.shtml
S
uriye’de yoğunlaşan vekil savaşı, mezhep savaşı ve Batılı askeri müdahale hayaletinin ciddi bir olasılık olarak belirdiği Ortadoğu’nun her yerinde kaygıya yol açıyor. Irak’ta [16 Ağustos] Perşembe günü 93 insan öldürülürken, bir dizi insan kaçırma olayı, Lübnan’ı komşusu Suriye’deki 17 aylık iç savaşa dahil olmaya sürüklüyor. El Kaide’nin Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a karşı ABD önderliğindeki Sünni mezhep savaşında bir ortak olarak rolü, anlaşıldığı kadarıyla, onun Irak’taki faaliyetlerini güçlendiriyor. Geçtiğimiz iki buçuk hafta içinde Irak’ta El Kaide tarafından gerçekleştirilen saldırılarda 190 dolayında insan öldürüldü. RAND Corporation’da çalışan El Kaide ve karşı-terörizm uzmanı Seth Jones, “Suriye’deki savaşın dinsel meşruiyeti ile finansmanda ve savaşçı sayısında gözlenen artış, hiç tartışmasız, Irak’taki El Kaide’ye yarıyor” demiş ve eklemişti: “O, Suriye’deki savaşın kontrolüne büyük ölçüde dahildir.” Haziran ve Temmuz aylarında, son üç ayı bir yıl içindeki en ölümcül aylar haline getirecek şekilde, yüzlerce Iraklı öldürüldü. İki hafta önce, Bakuba’da ondan fazla yerel görevli, Başbakan Nuri el-Maliki’nin El Kaide’nin Irak’ta yeniden ortaya çıkmasını önleyemeyeceği yönündeki kaygılarını ifade ederek görevlerinden istifa etti. Çatışma, kökleşmiş mezhepsel gerilimlerin çözülemeyen siyasi anlaşmazlıklarla biçimlenmiş bir ulusun içinde yüzeye çıkmaya başladığı Lübnan’da da kızışıyor. [14 Ağustos] Salı gecesi, çoğu Şii Mukdad kabilesine üye maskeli kişiler, Beyrut’ta, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) üyeleri oldukları iddia edilen 20’nin üzerinde insanı kaçırdı. Bu kaçırma eylemi, Mukdad ailesinin bir üyesinin Suriye’deki Esad karşıtı güçler tarafından [13 Ağustos] Pazartesi günü Şam’da kaçırılmasına misillemeydi. Onlar, Hassan Salim al-Mukdad’ı Hizbullah ajanı olmakla ve Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı desteklemekle suçladılar; bu suçlama hem Hizbullah hem de Mukdad ailesi tarafından reddedildi. Suriye rejiminin Hizbullah’a (2006’da İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısını geri püskürten Lübnanlı bir Şii örgüt) olan siyasi ve askeri desteği, Washington’ın Esad’ı devrime çabasının ardındaki önemli nedenlerden biridir. Hizbullah ise, kendi adına, Esad’ın Sünni milisler tarafından devrilmesi durumunda hızla yalıtılacağından, silah ve para kaynaklarından mahrum kalacağından ve imha tehlikesiyle karşılaşacağından kaygılanıyor. Hizbullah önderi Hasan Nasrallah, dün [17 Ağustos] yaptığı konuşmada İsrail’i şöyle uyardı: “Lübnan ile savaş çok ama çok pahalıya mal olacaktır… Ülkemiz saldırıya uğradığında hiç kimseden
13
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Mayıs ve Haziran aylarında, Trablus’ta ve Beyrut’ta Sünniler ile Şiiler arasında silahlı çatışmalar yaşandı. Lübnan, Suriye’deki çatışmaya silah ticareti ve küçük sınır ötesi baskınlar yoluyla aylardır dahil olmuştu. Bununla birlikte, Suriye’deki savaş, şimdi, Lübnan’da kapsamlı bir iç savaşı ateşleme tehlikesi barındırmaktadır.
14
izin beklemeyeceğiz.” Nasrallah, Hizbullah’ın, İsrail’e “yüzbinlerce Siyonistin yaşamını cehenneme çevirebilecek” hassas güdümlü füzeler yağdıracağı uyarısında bulundu. Lübnan hükümetinden önemli bir bilgi kaynağı, Lübnan’da yayımlanan Daily Star gazetesine, “Olanlar… bizim Lübnan’da büyük bir kaosun eşiğinde olduğumuzun açık belirtisidir” dedi ve ekledi, “Suriye’deki fırtına şimdi Lübnan’a ulaştı ve bunun geri dönüşü yok.” Lübnan’ın doğusunda misilleme niteliğindeki saldırıyı izleyen diğer Şii kabileleri, Esad karşıtı Özgür Suriye Ordusu savaşçısı olduğu iddia edilen en az sekiz kişiyi daha kaçırdılar. Ayrıca, AP [haber ajansı], Bekaa Vadisi’ndeki Çtura kasabasında Esad’ı destekleyen bir Suriyeli iş adamının askerler tarafından kaçırıldığını bildirdi. ÖSO savaşçıları, bu ayın [Ağustos ayı] başlarında, Şam’da 48 İranlıyı kaçırdı. ÖSO, Homs’da, Şubat ayında 11 İranlı hacıyı ve geçtiğimiz Aralık ayında beş teknisyeni kaçırmıştı. Bu insan kaçırmalar Esad’ın çoğunluğu Şii ve Hristiyan olan destekleyicileri ile Suriye muhalefetinin asıl olarak Sünni destekleyicileri arasındaki mezhepsel bölünmeyi yansıtıyor. Mayıs ve Haziran aylarında, Trablus’ta ve Beyrut’ta Sünniler ile Şiiler arasında silahlı çatışmalar yaşandı. Lübnan, Suriye’deki çatışmaya silah ticareti ve küçük sınır ötesi baskınlar yoluyla aylar öncesinden dahil olmuştu. Bununla birlikte, Suriye’deki savaş, şimdi, Lübnan’da kapsamlı bir iç savaşı ateşleme tehlikesi barındırmaktadır. Lübnan Başbakanı Najib Mikati, diğer şeylerin yanı sıra 30 yıllık bir Suriye işgaliyle sonuçlanmış olan 1975-1990 iç savaşına gönderme yaparak, “bu… bizi zor savaş günlerine, Lübnanlı yurttaşların kapatmaya
çalıştığı bir sayfaya geri götürüyor” dedi. Mikati, Hizbullah’ı kapsayan ve halen Lübnan’ı yöneten koalisyon hükümeti 8 Mart İttifakı’nın üyesi. Bu koalisyon ve Lübnan devleti genel olarak ulusun Sünni, Şii, Alevi, Dürzi, Maruni ve Ortodoks grupları arasında sağlanmış nazik bir dengeye yaslanıyor. Hükümet, şimdiden, Lübnan’ın doğusundaki birçok bölgenin denetimini fiilen Mukdad gibi kabilelere devretmiş durumda. Beyrut’un siyasi yorumcusu Rami Huri, hükümetin iç çekişmeyi denetleme becerisinin sınırlarını şöyle açıkladı: “Lübnan devleti güçlü bir merkezi devlet değil. Burada, Hizbullah ya da bu aile temelli milisler gibi küçük gruplar gibi devletin denetiminin dışında insanlar söz konusu… Bu olayların artmasından ve denetim dışına çıkabileceğinden kaygılanılıyor. Bu, sokaklarda silahlı çatışmalarla sonuçlanır.” Lübnan kolluk kuvvetleri, 9 Ağustos günü, üst düzey Suriyeli subaylarla birlikte Sünnilere karşı “terörist saldırılar” düzenleyerek mezhepsel şiddeti kışkırtma komplosu kurduğu iddiasıyla, önceki Enformasyon Bakanı Michel Samaha’yı tutukladı. Independent gazetesinin Ortadoğu muhabiri Robert Fisk, Samaha’ya yönelik suçlamaların “açıklığa kavuşmuş bir kanıt olmaksızın” yapıldığını belirtti. Lübnan Güçleri’nin önderi Samir Geagea, artan çatışmanın bir diğer belirtisi olarak, olağanüstü hâl ilan edilmesi çağrısı yaptı. Sağcı bir Hristiyan grup olan Lübnan Güçleri, Suriye’nin ülkedeki etkisine karşı çıkan ve Suriye’deki Esad karşıtı güçleri destekleyen muhalefetteki 14 Mart İttifakı’nın ikinci büyük partisi. Geagea, Cuma günü düzenlediği bir basın toplantısında, “Her yurttaşın kafasında, şimdi, Lübnan’ın herhangi bir otoriteye, anayasaya ya da herhangi
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
ABD ile müttefikleri, CIA ve diğer istihbarat örgütleri dolayımıyla, Suriye’de savaşan Sünni gruplara büyük miktarda para ve silah akıtmaktadır. Bu savaş, şimdi, bütün bölgeyi bir kan banyosuna batmakla tehdit edecek şekilde Suriye sınırlarının ötesine yayılıyor.
bir yasaya sahip olmayan, denetlenemez bir durumda olduğu düşüncesi oluşuyor” dedi ve ekledi: “Davaları ne kadar doğru ve iyi olursa olsun, olup bitenleri hiçbir şey haklı göstermez. Çünkü bu, ülkeyi felç etmekte ve devlet’in rolünü ortadan kaldırmaktadır.” Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar, artan risklere yanıt olarak, yurttaşlarına Lübnan’ı olabildiğince çabuk şekilde terk etmelerini önerdi. ABD ve Türkiye, [17 Ağustos] Cuma günü, Mukdad kabilesi tarafından [15 Ağustos] Çarşamba günü kaçırılmış olan 20’den fazla insanın arasında bir Türk iş adamının yer almasına tepki olarak, Lübnan’a yapılacak yolculuklarla ilgili uyarılar yayınladı. Bir büyükelçilik açıklamasında şunlar yer alıyor: “ABD büyükelçiliği Lübnan’da ABD yurttaşlarına karşı saldırılar düzenlenmesi olasılığının arttığına ilişkin haberler almıştır. Adam kaçırmayı, şiddetin ani bir şekilde kabarmasını, aile ve mahalleler arasındaki anlaşmazlıkların kızışmasını içeren olası tehditlerin yanı sıra Lübnan’ daki ABD yurttaşları terörist sal-
dırıların da hedefidir.” Fransız Dışişleri Bakanı Laurent Fabius Lübnan’a bir ziyaret yaptı. Fransız Dışişleri Bakanlığı’na göre, Fabius “başbakan, parlamento sözcüsü ve dışişleri bakanı gibi en üst düzey Lübnanlı yetkililerle buluştu. O, insani yardım kuruluşlarıyla bir araya geldi. Muhalefet ile de görüştü.” Hazine Bakanlığının terörizm ve mali istihbarattan sorumlu müsteşarı David Cohen’e göre, “Suriye hükümetinin Suriye halkını şiddet kullanarak baskı altına almasına büyük destek” verdiği için Hizbullah’ı eleştiren Obama yönetimi de Lübnan’daki gelişmelere müdahalesini giderek arttırıyor. “[O], bu terörist örgütün gerçek doğasını ve bölgedeki istikrarsızlaştırıcı varlığını ortaya çıkartmaktadır.” Bu iddialar ikiyüzlüdür. ABD ile müttefikleri, CIA ve diğer istihbarat örgütleri dolayımıyla, Suriye’de savaşan Sünni gruplara büyük miktarda para ve silah akıtmaktadır. Bu savaş, şimdi, bütün bölgeyi bir kan banyosuna batmakla tehdit edecek şekilde Suriye sınırlarının ötesine yayılıyor. HHHH
Suriye’de BAAS rejimine karşı savaşan İslamcılar
15
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
“bağlantısızlar” zirvesi’nde suriye-mısır gerginliği
30
Ağustos günü İran’ın başkenti Tahran’da toplanan Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi’nin ana gündemini, son otuz yıldır bütün önemli uluslararası çatışmalara konu olan “insan hakları ihlalleri” ve “nükleer silahsızlanma” konularının yanı sıra, “Suriye’deki kriz” oluşturdu. SSCB’nin çökmesinin ve ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından popülaritesini ve uluslararası etkisini yitirmiş olan Bağlantısızlar Hareketi’nin Tahran’daki zirvesine, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon da katıldı. Ban Kimoon, zirvede yaptığı konuşmada, Suriye’de “ciddi bir iç savaş” yaşandığını ve “her iki tarafa da silah sağlayanların bu savaşı durdurmaları gerektiğini” söyledi. Mısır Cumhurbaşkanı Mursi ise konuşmasında, ABD destekli Suriyeli muhaliflere “selam gönderdi”. Mursi’nin açıkça Batı destekli silahlı muhalefetin yanında yer alması, Suriye heyetinin zirveyi terk etmesine yol açtı. Mursi’nin zirve boyunca bir yandan İran ile ilişkileri normalleştirme çabasında olduklarını açıklarken, aynı zamanda Suriye’deki silahlı
muhalefete desteğini ilan etmesi, Ortadoğu’daki bütün dengelerin nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve her an altüst olabileceğini gözler önüne serdi. Mursi’nin zirvedeki konuşması ve üyesi olduğu Müslüman Kardeşler’in Dış İlişkiler Biriminin Tahran ile ilişkileri normalleştirmek istediklerine dönük açıklamaları, ABD’nin ve Avrupalı emperyalistlerin de desteğiyle Mısır gibi son derece önemli bir ülkede iktidara gelmiş olan bu örgütün, Ortadoğu’daki etkinliğini arttıracağının ve bölgenin geleceği hakkında daha fazla söz sahibi olacağının işaretidir. ABD’li ve Avrupalı emperyalistler, etki alanları uğruna kendi aralarında mücadele ederken, Ortadoğu’daki ortak çıkarlarını korumak için kendi denetimleri altında bir “Sünni İslam ekseni”oluşturma konusunda anlaşmış görünüyor. Müslüman Kardeşler, onların, petrol ve doğalgaz deposu olan bölgedeki çıkarlarını savunmaları için seçtikleri en önemli siyasi ve toplumsal aktörlerden biridir. Bununla birlikte, Suudi Arabistan ve Katar monarşileri ile Türkiye’deki AKP iktidarı tarafından desteklenen bu örgüt, sahte bir emperyalizm / kapitalizm karşıtlığı üzerinden önceki yıllarda Arap emekçileri içinde sahip olduğu etkiyi hızla yitirecektir. Bölgedeki emperyalist egemenlik mücadelesi keskinleştikçe, Müslüman Kardeşler ve benzeri burjuva akımların gerici yüzü açığa çıktıkça, gerçek toplumsal eşitliği ve barışı sağlayabilecek tek gücün uluslararası sosyalist işçi hareketi olduğu da görülecektir. HHHH
Mısır’ın İslamcı Cumhurbaşkanı Mursi Tahran’daki zirvede konuşurken
16
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
obama suriye’yi işgalle tehdit ediyor ABD Başkanı Barack Obama
johannes stern
Obama’nın Ortadoğu’daki bir sonraki emperyalist saldırganlığını haklı göstermeye çalışırken sergilediği siniklik şaşırtıcı. Kimyasal silah stoklarını Suriye hükümetinden ele geçirebilecek olan başlıca grup, ABD ve müttefikleri tarafından Esad’a karşı hücum kıtaları olarak kullanılan El Kaide güçleridir.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/au g2012/syri-a22.shtml
A
BD Başkanı Barack Obama’nın [20 Ağustos] Pazartesi gecesi düzenlediği bir basın toplantısında ABD’nin Suriye’ye doğrudan saldırıyı düşündüğünü açıklamasından sonra, ABD ve NATO yetkilileri, dün [21 Ağustosta] Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı devirmek için bu ülkeye yönelik bir ABD işgalinin planlarını tartıştılar. Dışişleri Bakanlığı’nın Ortadoğu İşlerinden sorumlu müsteşarı Beth Jones başkanlığındaki bir heyet ABD planlarını Türkiye ile tartıştı. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Victoria Nuland, Savunma Bakanlığı ve ABD istihbarat görevlilerinin “operasyona ilişkin projeksiyonları paylaşmak, şimdi yapmakta olduğumuz işin etkisi ve daha fazla neler yapabileceğimiz hakkkında konuşmak için” Türk muhataplarıyla buluştuklarını söyledi. Önde gelen ABD yetkilileri, Suriye’ye ABD müdahalesi için beklenmedik durum planlarının on binlerce Amerikan askerini gerektiren senaryoları içerdiğini belirttiler. Obama, Beyaz Saray’da Pazartesi günü yapılan bir basın toplantısında şunları açıkladı: “Devlet Başkanı Esad’ın meşruiyetini yitirmiş olduğunu, onun görevden ayrılması gerektiğini defalarca belirttim. O, bu güne kadar mesajı anlamadı, bunun yerine kendi halkına yönelik şiddeti iki kat arttırdı. Uluslararası toplum, onun, ülkesini iç savaşa sürüklemek yerine siyasi bir dönüşüm yönünde hareket etmesi gerektiği yollu açık bir mesaj verdi. Ama bu noktada, bu tür bir yumuşak iniş bir hayli uzak görünüyor.” Obama, Suriye’de kimyasal ya da biyolojik silahların yerlerinin değiştirilmesi ya da kullanılması durumunda “askeri çatışma” emri vereceğini söyledi. O, Suriye’nin sahip olduğu iddia edilen kimyasal silah stoğu hakkında, “aralarında İsrail’in de olduğu bölgedeki yakın müttefiklerimizi kaygılandırıyor. Kimyasal ya da biyolojik silahların yanlış insanların eline geçtiği bir duruma izin veremeyiz” dedi. Obama, sözlerini, ABD, “bölgedeki her aktöre, hiçbir belirsizliğe yer bırakmaksızın, bizim kırmızı bir çizgimiz olduğunu, kimyasal silahlar cephesinde bir hareketlenmeyi ya da kimyasal silahların kullanılmasını fark etmeye başladığımızda bunun devasa sonuçları olacağını iletti” diye sürdürdü. Obama’nın Ortadoğu’daki bir sonraki emperyalist saldırganlığını haklı göstermeye çalışırken sergilediği siniklik şaşırtıcı. Kimyasal silah stoklarını Suriye hükümetinden ele geçirebilecek olan başlıca grup, ABD ve müttefikleri tarafından Esad’a karşı hücum kıtaları olarak kullanılan El Kaide güçleridir. El Kaide bağlantılı grupları silahlandırıp bombalamalar ve suikastler düzenlemek üzere Suriye’ye göndermiş olan ABD ve müttefikleri, şimdi, dünyayı El Kaide’nin terörist mezaliminden koruma
17
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
ABD’nin Suriye’yi işgali, nüfusu Suriye’ninkinden biraz fazla olan Irak’taki savaş gibi, tarihsel ölçekte bir suç olacaktır. Irak’taki savaş bir milyonun üzerinde Iraklı ile binlerce ABD ve müttefik askerinin ölümüne yol açmıştı.
18
ihtiyacına atıfta bulunarak Suriye’yi işgallerine haklılık kazandırmayı planlıyorlar! Obama yönetimi, bu savları, onların bugüne kadar Esad karşıtı Sünni “asilere” verilen desteği haklı göstermek için kullanılan yalanlarla çeliştiği gerçeğini bütünüyle yok sayarak ileri sürmektedir. O, aylarca, Suriye’ye doğrudan saldırmayacağı ve Suriye yönetiminin ABD destekli teröristlerle savaştığı yollu açıklamalarının “propaganda” olduğu yalanını sürdürdü. Beyaz Saray, şimdi, terörist grupların Esad karşıtı güçler içinde önemli bir rol oynadığını itiraf ediyor ve bir savaşın bahanesi olarak buna atıfta bulunuyor. Obama yönetimi, bu şekilde davranarak, büyük ölçüde Ortadoğu’daki ülkelere yönelik ABD saldırganlığına son vereceği umuduyla 2008’de onu seçen ABD’li seçmenleri bütünüyle küçümsediğini göstermektedir. Bugün Washington, Suriye’nin komşusu Irak’ın 2003’teki işgali sırasında olduğu gibi, kitle imha silahları hakkında sinik yalanlara dayanarak bir ülkeyi işgal etmeye hazırlanıyor. ABD’nin Suriye’yi işgali, nüfusu Suriye’ninkinden biraz fazla olan Irak’taki savaş gibi, tarihsel ölçekte bir suç olacaktır. Irak’taki savaş bir milyonun üzerinde Iraklı ile binlerce ABD ve müttefik askerinin ölümüne yol açmıştı. Irak hem ABD işgal güçleri hem de mezhepsel bombalamalar ve katliamlar gerçekleştiren Sünni ve Şii ölüm mangaları için bir savaş alanı haline geldi. Bir ABD işgali, şimdiden, Washington’ın Alevi yönetime karşı Sünni İslamcı güçleri desteklemek için Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’daki tutucu yönetimlerle birlikte üzerinde çalıştığı mezhep kavgası eliyle parçalanmakta olan Suriye’de benzeri bir kıyıma işaret etmektedir. Dahası, ABD ile İsrail’in Irak’taki, Lübnan’daki, Filistin’deki ve Lib-
ya’daki savaşlarıyla geçen bir on yıl eliyle zaten istikrarsızlaşmış olan bölgede yaşanan çok daha büyük gerilimler, şimdi, şiddetin bütün Ortadoğu’ya yayılması tehlikesinin belirtisidir. Bölgedeki artan ABD müdahalesi eliyle kışkırtılmış mezhepsel kan dökme, şimdiden Suriye’nin komşularına taşıyor. [21 Ağustos] Salı günü, Kuzey Lübnan’daki Tripoli kentinde Sünni Müslümanlar ile Şii Aleviler arasındaki silahlı çatışmalarda dört kişi öldürüldü ve 60’tan fazla insan yaralandı. Batı destekli güçlerin Suriye ile İran’ın yakın müttefiki Şii Hizbullah örgütü önderliğindeki Lübnan hükümetini provoke etmeye çalıştığı Lübnan’da, gerilim aylardır artıyor. Suriye’ye yönelik bir ABD savaşı, ABD emperyalizminin enerji zengini ve jeo-stratejik bakımdan son derece önemli Basra Körfezi ve Orta Asya bölgelerindeki egemenliğini arttırmak için verdiği mücadelede bir sonraki adım olacaktı. Suriye yönetimi, ABD’nin tehditlerine uyarılarla ve görüşme önerileriyle yanıt verdi. Suriye Başbakan Yardımcısı Kadri Camil, Obama’nın kimyasal silahlarla ilgili açıklamalarını, Suriye’ye yönelik Batı müdahalesinin bir bahanesi olarak betimledi: “Batı, doğrudan müdahale için bir bahane arıyor. Eğer bu bahane işe yaramazsa, bir başka bahane arayacak.” Camil, “bunu tasarlayanlar açıkça krizin Suriye sınırlarının ötesine yayıldığını görmek istiyorlar” diyerek, Suriye’ye yönelik bir saldırının, çatışmayı bir bölgesel savaşa dönüştüreceği uyarısında bulundu. Bununla birlikte, Camil, Suriye yönetiminin bir geçişi başarmak için muhalefet ile görüşmeye hazır olduğunu açıkladı. O, “biz Esad’ın çekilmesini tartışmaya hazırız ama bir önkoşul olarak değil” diyerek, Esad’ın başkanlığının bile görüşülebileceğini belirtti.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Obama’nın Suriye’ye yönelik savaş tehditleri, daha önce ABD ile onun Batılı ve Arap müttefikleri tarafından desteklenen ... BM Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmiş olan Rusya ve Çin ile gerilimleri de arttırıyor.
Obama’nın Suriye’ye yönelik savaş tehditleri, daha önce ABD ile onun Batılı ve Arap müttefikleri tarafından desteklenen ve ABD’ye Suriye’ye saldırması için sözde yasal kılıf sağlamayı amaçlayan BM Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmiş olan Rusya ve Çin ile gerilimleri de arttırıyor. Rusya’nın Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, Moskova’daki bir toplantıda Çin’in Devlet Konseyi üyesi Dai Bingguo ile görüştü. Bingguo, Pazartesi günü, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve onun baş güvenlik danışmanı Nikolai Patrushev ile de buluştu. Lavrov, hem Rusya’nın hem de Çin’in diplomatik işbirliklerini “uluslararası hukukun kuralları, BM Sözleşmesinde
belirtilmiş ilkelere sıkı sıkıya bağlılık ve bunların çiğnenmesine izin vermeme gereği” üzerine kurduğunu söyledi. Lavrov, “bombalarla demokrasi” dayatılması konusunda uyarıda bulunarak, yalnızca Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye karşı dış güç kullanılmasına onay verme yetkisine sahip olduğunu belirtti. Rus yetkililer, resmi olarak, geçen yıl Libya’ya yönelik saldırının bir tekrarını önlemeyi umduklarını açıklıyorlar. Moskova, Libya’ya ilişkin Güvenlik Konseyi kararında çekimser oy kullanmış ve sonradan NATO tarafından bu ülkenin bombalanmasına haklılık kazandırmak için kullanılan bir karar çıkmıştı. HHHH
ABD Başkanı Barack Obama, Başbakan Erdoğan ile telefon görüşmesi yaparken.
19
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
vekil savaşının mağduru mülteciler
S
uriye’de 2011 yılının ilk aylarından beri süren vekil savaşında ölü ve yaralı sayıları her geçen gün artarken, hayatta kalanlar da zorlu yaşam koşullarıyla mücadele etmek zorunda kalıyor. Yalnızca yaşamak için herşeyini bir geride bırakan onbinlerce insan çatışma bölgelerinden kaçmaya çalışıyor. BM, yaklaşık 200 bin kişinin yaşamak için Suriye’nin dışına göç ettiğini ve bunların 80 bin kadarının Türkiye’de olduğunu açıkladı. Öte yandan, Ürdün yönetimi, çatışmaların başladığı günden bugüne 183 bin mülteci kabul ettiğini açıkladı. Çatışmaların özellikle son aylarda şiddetlenmesiyle birlikte mülteci sayısında ciddi bir artış olmuş durumda -ki bu artışın devam etmesi bekleniyor. Birleşmiş Milletler Ağustos ayının sadece ilk haftasında 30 bin mültecinin Türkiye’ye geçiş yaptığını belirtti. On binlerce Suriyeli, Türkiye, Ürdün ve Lüb-
nan gibi komşu ülkelerde kurulan kamplarda çadırlarda yaşamaya çalışırken, aynı zamanda, emperyalist savaş planlarının bir parçası haline gelmiş durumda. Sığınmacıları kullanmaya çalışanların başında, Suriye’ye karşı savaşın “kraldan fazla kralcı” kışkırtıcısı AKP iktidarı geliyor. Sığınmacılar için daha fazla yer olmadığını açıklayan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, sayının 100 bini aşması durumunda Suriye topraklarında bir “tampon bölge oluşturmak gerekeceğini” söyledi. Suriye’ye yönelik askeri işgali başlatma anlamına gelen bu açıklamaya, şimdilik yalnızca Britanya ile Fransa açık destek verirken, ABD ve NATO yöneticileri “mesafeli” yaklaşıyor. Ankara, sınırları içinde kurulan sığınmacı kamplarını yalnızca açık işgal gerekçesi olarak kullanmakla da yetinmiyor. Özgür Suriye Ordusu’na bağlı “asiler”in ve Sünni İslamcı militanların bu kamplarda eğitilip günlük çatışmalara girmek üzere Suriye’ye girip çıktıkları ve bu kampların gerçek patronunun Pentagon olduğu, uzun süredir sır olmaktan çıkmış durumda. HHHH
Türkiye’ye kamyonlarla geçen sığınmacıların çoğu kadınlardan ve çocuklardan oluşuyor
20
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
washington’ın suriye’deki vekili: el kaide bill van auken
El Kaide’nin Suriye’deki iç savaşta belirleyici bir rol oynadığının resmi çevreler içinde giderek daha fazla kabul edilmesi, hem Devlet Başkanı Beşar Esad yönetimini devirmeye yönelik ABD destekli girişimin hem de Washington’ın “terörle mücadele” yalanının gerçek doğasını açığa çıkarmaktadır.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/au g2012/pers-a09.shtml
A
BD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, [7 Ağustos] Salı günü, “vekiller ya da terörist savaşçılar göndererek Suriye halkının içinde bulunduğu kötü durumdan faydalanmaya kalkışan” herkese bir uyarı yayınladı. Clinton, bu tür eylemlerin “hoş karşılanmayacağını” vurguladı. Ne o, ne de Dışişleri Bakanlığı tam olarak hangi ülkelerin ya da örgütlerin uyarıldığına ilişkin bir açıklama yapma gereği duydu. Clinton’ın ikiyüzlü açıklamalarının ardında yatan gerçek şu ki, Suriye’de rejimi değiştirmek için başlattıkları savaşı sürdürmek için bu tür “vekillere” ve “terörist savaşçılara” bel bağlayanlar, onlara para akıtanlar ve onları silahlandıranlar bizzat ABD emperyalizmi ve müttefikleridir. Bu güçlerin başında, Washington’ın sözümona şeytanı, İslamcı terörist örgüt El Kaide gelmektedir. El Kaide’nin Suriye’deki iç savaşta belirleyici bir rol oynadığının resmi çevreler içinde giderek daha fazla kabul edilmesi, hem Devlet Başkanı Beşar Esad yönetimini devirmeye yönelik ABD destekli girişimin hem de Washington’ın “terörle mücadele” yalanının gerçek doğasını açığa çıkarmaktadır. Suriye yönetiminin El Kaide teröristleri ile savaştığı yollu açıklamalarını “propaganda” olarak aylarca reddetmiş olan şirket medyası ve ABD hükümetine yakın kaynaklar, şimdi, bu örgütün Suriye’deki gelişmelerde oynadığı rolü kabul etmekle kalmıyor, onu övüyorlar. Önde gelen ABD haber ağlarının hepsi, Pazartesi ve Salı günleri [6 ve 7 Ağustos], El Kaide’nin Suriye’deki varlığını öne çıkartan haberler verdi. Bu, New York Times’ta geçen ayın sonunda yayınlanan ve El Kaide’nin Doğu Akdeniz Halkı İçin El Nusra Cephesi, Abdullah Azzam Birlikleri ve Al Baraa ibn Malik Şahadet Birliği adlı üç grup dolayımıyla, sözde Suriye “devrimi”nin kalbinde faaliyet gösterdiğini belirten bir haberin ardından gerçekleşti. El Kaide’nin rolüne ilişkin en samimi itiraf, Pazartesi günü, Middle Eastern Studies’in [Ortadoğu Araştırmaları] önde gelen üyesi ve Dış İlişkiler Konseyi’nin Ortadoğu’daki İslamcı siyasi hareketler üzerine başlıca araştırmacılarından biri olan Ed Husain’in, konseyin internet sayfasına gönderdiği bir makalede yapıldı. Husain şunları yazıyor: “Suriyeli asiler, saflarında El Kaide’nin olmaması durumunda bugün son derece güçsüz olacaktı. Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) kıtaları genel olarak yorgun, bölünmüş, karmaşa içinde ve etkisiz… Oysa El Kaide savaşçıları moralin yükselmesine yardımcı olabilir. Körfezdeki Sünni yandaşlar tarafından finanse edilen Cihatçıların yoğun katılımı disiplin, dinsel coşku, Irak’tan çatışma deneyimi; en önemlisi müthiş sonuçlar getiriyor. Kısacası, ÖSO’nun şimdi El Kaide’ye ihtiyacı var.”
21
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Washington Suriye’de demokrasi ve insan hakları için savaş vermiyor. O, Tahran ile tarihsel bağlara sahip olan bir rejimi devirmenin bir aracı olarak Suriye halkına karşı dizginlerinden boşalmış bir kıyımı içeren pis bir savaşa bulaşmıştır.
Suriye’de savaşan el Kaide militanları
22
Husain, ÖSO’dan ayrılarak onun saflarına katılmaların sürmesi ve “yabancı savaşçıların saflarının artmaya devam etmesi” durumunda, ”El Kaide Suriye’deki en etkili savaşkan güç haline gelebilir” öngörüsünde bulundu. En son medya haberleri, Irak’tan, Suudi Arabistan’dan, Yemen’den, Ürdün’den ve başka yerlerden gelen çok sayıda insanın yanı sıra, Çeçenistan gibi uzak bölgelerden İslamcı savaşçıların Türkiye sınırından Suriye’ye aktığını ortaya koyuyor. Peki, ABD’nin tepkisi ne? Husain, “Şimdiye kadar, Washinton bu konuyla ağırlıklı olarak ilgilenmekte isteksiz görünüyor” diye yazıyor. “Siyaset yapıcıların dile getirilmeyen pozisyonu, önce Esad’dan kurtulmak (İran’ ın bölgedeki konumunu zayıflatmak) ve El Kaide ile bunun ardından ilgilenmek.” Bu tür açıklamalar üzerinde düşünülmeden yapılmıyor; onlar Amerikan politikasına ilişkin derin bir bilgi üzerinde yükseliyorlar. Dış İlişkiler Konseyi, Dışişleri Bakanlığı’nın Washington’daki beyin takımı ile son derece sıkı ilişkilere sahiptir. Onun yönetim kurulunda önceki iki Dışişleri Bakanı Colin Powell ile Madeleine Albright bulunuyor.
Burada söz konusu olan şey, hem Suriye’deki savaş hem de ABD’nin hem iç hem de dış politikasına on yıldan uzun süredir denektaşı olarak hizmet etmekte olan “terörizme karşı küresel mücadele” için bahaneler yaratmaya yarayan siyasi gerçekliklerdir. Washington Suriye’de demokrasi ve insan hakları için savaş vermiyor. O, Tahran ile tarihsel bağlara sahip olan rejimi devirmenin bir aracı olarak Suriye halkına karşı dizginlerinden boşalmış bir kıyımı içeren pis bir savaşa bulaşmıştır. Bu, öte yandan, enerji zengini ve jeo-stratejik olarak yaşamsal öneme sahip Basra Körfezi ve Orta Asya bölgelerinde bölgesel egemenlikte bir rakip olarak İran’ı bertaraf etmeyi amaçlayan daha geniş bir savaşa zemin hazırlamak anlamına gelmektedir. İran’ın bu amaçların farkında olduğu, Şam’a giden İranlı diplomat Said Celili tarafından [7 Ağustos] Salı günü dile getirildi. O, “Suriye’de olanlar Suriye’nin iç meseleleri değil; direniş ekseni ile onun bölgedeki ve dünyadaki düşmanları arasında bir çatışmadır” dedi. New York Times, “Tahran’ın Suriye’deki çatışmayı, nihai hedefin İran
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
25 Ağustos 2012 tarihli Hürriyet gazetesi
ABD emperyalizminin ve El Kaide’nin Suriye’de aynı safta yer alması, Uluslararası Sosyalist Örgüt gibi sahte sol grupların emperyalistler önderliğindeki bu rejim değişikliği çabasına destek verirken hatta onu bir “devrim“ olarak değerlendirirken oynadıkları gerici rolü çok daha çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor.
olduğu kapsamlı bir uluslararası savaşın parçası olarak görmesinin şaşırtıcı“ olmadığını kabul ederek, bu açıklamanın doğruluğunu olabildiği kadar itiraf etti. Gazete, şöyle devam etti: “İran’ın paranoyasının köklerini anlamak için haritaya bakmak yeter. İran, 1979’daki devrimden bu yana, on yıllardır durmadan bir ABD askeri üsleri ağıyla kuşatılıyor.“ El Kaide’ye gelince; o, iki saldırgan savaşı haklı göstermek ve bizzat ABD içinde demokratik haklara yönelik saldırıları sürdürmek için öcü olarak kullanıldıktan sonra, şimdi, Washington’ın Suriye’de rejim değişikliği için giriştiği savaşta gerekli hücum kıtaları olarak ortaya çıkıyor. Bu ittifak, gerçekte, El Kaide Usama Bin Ladin tarafından 1980’lerin başlarında kurulduğu zaman, CIA ve Washington tarafından kurulmuş olan ilişkilerin doğrudan tekrarıdır. ABD, o zamanlar, Sovyet destekli rejime karşı savaşta, CIA tarafından organize edilip milyarlarca dolarla finanse edilmiş olan İslamcı mücahit savaşçıları Pakistan sınırından bu ülkeye akıtmıştı. Türkiye sınırında devasa bir lojistik faaliyeti denetleyen CIA, şimdi, Suriye’de benzer bir rol oynuyor. İnsan, silahlı Çeçen cihatçıların ABD istihbaratının aktif işbirliği olmaksızın Gürcistan‘dan ve Türkiye’den geçerek Suriye’ye yürüdüğüne inanabilir mi? İslamcı terörizme karşı küresel savaş hakkındaki bütün söylem bir yana, gerçek şu ki, ABD emperyalizmi bu tür güçleri on yıllardır kullanmaktadır. Bu güçlere hem parasal hem de
ideolojik destek sunan Suudi Arabistan, Washington’ın en önemli Arap müttefikidir. ABD yönetimi, Soğuk savaş boyunca, Ortadoğu’daki ve Asya’daki -komünizme şiddetle karşı olan- İslamcı güçleri, ulusalcı ve laik rejimleri istikrarsızlaştırıp devirmenin ve sosyalist hareketlerin gelişmesine karşı saldırının aracı olarak teşvik etti. ABD medyasının ve bir bütün olarak siyaset aygıtının El Kaide’nin Suriye’deki rolüne ilişkin açıklamaları sinikliğin ötesine geçmektedir. Bu, derin bir siyasi çözülmeyi ifade etmektedir. Orwell’ın tarzıyla söylersek, medya, hiç tereddüt etmeden ve herhangi bir açıklama yapma gereği duymadan, dünkü can düşmanının bugünün müttefiki haline geldiğini bildiriyor. Önde gelen tek bir politikacı bile bu dönüşümü açıkça sorgulamayı uygun bulmuyor. ABD emperyalizminin ve El Kaide’nin Suriye’de aynı safta yer alması, Uluslararası Sosyalist Örgüt gibi sahte sol grupların emperyalistler önderliğindeki bu rejim değişikliği çabasına destek verirken hatta onu bir “devrim“ olarak değerlendirirken oynadıkları gerici rolü çok daha çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Onlar, Amerikan halkının, binlerce ABD askerinin ve yüzbinlerce Iraklı ve Afgan sivilin yaşamına ve trilyonlarca dolara malolan ve hepsi El Kaide’ye karşı mücadele adına başlatılan uzun süreli iki savaşa sürüklendikten sonra, olup bitenlerin farkına varmayacağına gerçekten inanıyorlar mı? Eğer inanıyorlarsa, fena halde yanılıyorlar. Bu ifşaatlar, bütün ABD yönetim kurumunun yüzünün açığa çıkmasında bomba etkisi yaratacak ve onu halkın gözünden düşürecektir. HHHH
23
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
toplumsal eşitlik yayın kurulunun 1 eylül açıklaması
emperyalist terör altında “barış günü” kutlanamaz
suriye’ye ve kürtlere yönelik savaşa karşı çık!
A
KP iktidarı, “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) adı altında bir araya getirilmiş olan emperyalizm yanlısı silahlı çetelerin örgütlenmesinde oynadığı rolle ve onlara sağladığı lojistik destekle, Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalede başı çekiyor. ABD önderliğindeki Batılı emperyalistlerce desteklenen ve Suudi Arabistan ile Katar’ın finanse ettiği bu örtülü savaş daha şimdiden binlerce insanın yaşamına malolmuş durumda. Suriye’de şimdilik ÖSO aracılığıyla sürdürülen savaşın demokrasiyle ya da “insan hakları” ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bu gerçeği görmek için, onu başlatan ve destekleyen devletlere bakmak yeter. ABD önderliğindeki emperyalistlerin insanlığa karşı işledikleri suçları sıralamak için kapsamlı bir ansiklopedi yazmak gerekir. BAAS rejimine karşı mücadele eden terörist grupların başlıca finansörleri olan Suudi Arabistan ile Katar, Ortadoğu’daki dinci gericiliğin kaleleri ve ABD emperyalizminin üsleridir. ÖSO’lu teröristleri örgütleyen, silahlandıran ve onlara eğitim veren AKP iktidarına gelince; iktidarının üçüncü döneminde toplumsal yaşamı gerici dinci temellerde yeniden örgütleme yönünde önemli adımlar atmış olan AKP, yalnızca, küresel sermayenin çıkarları uğruna işçi sınıfına yönelik en kapsamlı saldırıları gerçekleştirmiş olmakla övünebilir. AKP iktidarı, emekçileri din, mezhep ve etnik temel üzerinden bölmeye hizmet eden sözde “demokratik açılım” maskesi altında, adım adım, Sünni İslamcı ideolojiye sahip bir polis devleti kurmaktadır. AKP’nin Suriye’de BAAS rejimine karşı sürdürmekte olduğu “örtülü” savaş, Türk burjuva basını tarafından da genel olarak destekleniyor. AKP hükümeti ile burjuva medyasının Suriye’ye yönelik savaş kışkırtıcısı kampanyası, baştan sona provokasyonlar ve yalanlar üzerine kuruludur. AKP iktidarı, Türkiyeli emekçileri Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleye kazanmanın bir
24
diğer ayağını Kürt düşmanlığı üzerinden oluşturmaya çalışıyor. Savaş ile demokrasi bir arada olamaz. Bu, en çok, işçi sınıfının ve Kürtlerin demokratik taleplerine devlet terörü ile yanıt veren Türkiye için söz konusudur. Türkiye burjuvazisi, AKP iktidarının Kürtler üzerinde estirdiği devlet terörüne karşı çıkmadığı gibi, Ankara’nın Suriye’de sürdürdüğü “örtülü” savaşa karşı değildir. Patronlar, kazanılacağına kesin gözüyle baktıkları bu savaşın ardından gerçekleşecek emperyalist yağmadan alacakları payın hayaliyle yaşıyorlar. Bu yüzden, onların sözcüsü olan siyasi partilerin hiçbiri AKP’nin savaş politikasına karşı kararlı bir duruş sergileyemiyor. Bunun nedeni, burjuva ve küçük burjuva muhalefet partilerinin hepsinin soruna “ulusal çıkarlar” (sermayenin çıkarları) açısından yaklaşmasıdır. Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin açık bir savaşa dönüşmesini engelleyecek; Suriyeli emekçilere ve Kürtlere on yıllarca kan kusturan BAAS diktatörlüğüne son vererek gerçek demokrasiyi toplumsal eşitliği kuracak olan tek güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının, bölge halklarını dinsel, mezhepsel ya da etnik temelde birbirlerini boğazlamaya sürükleyen emperyalist savaş politikalarını boşa çıkarması, yalnızca sermayeden bağımsız, enternasyonalist ve sosyalist devrimci bir çözüm geliştirmesiyle mümkündür.
H
Suriye, Irak ve İran sınırındaki bütün askerler geri çekilsin! H
Militarizme ve savaşlara son verecek tek güç uluslararası işçi sınıfıdır! H
Ortadoğu Sosyalist Devletler Federasyonu için ileri!
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
cia’in suriye’deki vekil savaşı ve emperyalizm yanlısı “sol” alex lantier
İslamcı savaşçılar, ABD işgali altındaki Afganistan ve Irak ile ABD kuklası İslamcı yönetimin olduğu Libya dahil Ortadoğu’nun dört bir yanından, ayrıca Afganistan’dan, Çeçenistan’dan ve Pakistan’dan gelerek Suriye’deki savaşa katılmak üzere bu ülkeye akıyorlar.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/au g2012/pers-a03.shtml
A
BD istihbaratının Suriye’deki “asi” milislere örtülü destek sağladığına ilişkin haberler, ülkeyi bütünüyle ele geçirmek için artan ABD saldırısında en son aşamayı belirtmektedir. Dün [2 Ağustos Perşembe günü], Halep’te ele geçirilen askerleri topluca infaz eden Suriyeli “asileri” gösteren videolar ortaya çıktığında, ABD Başkanı Barack Obama’nın bu yılın başlarında ABD istihbaratına, Esad karşıtı güçlere yardımcı olma yetkisi veren bir emir imzalamış olduğu açıklandı. Washington, ayrıca, tutucu Ortadoğulu müttefikleri Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından sağlanan silahların ve paranın dağıtımına da yardımcı oluyor. Bu güçler, geçtiğimiz yıl Tunus’ta ve Mısır’da ABD destekli diktatörleri devirip Washington ile onun Ortadoğu’daki müttefiklerini dehşete düşüren devrimci işçi sınıfı ayaklanmaları dalgası “Arap Baharı”nın bir parçası olarak demokrasi için mücadele etmiyorlar. Onlar, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı devirmek ve Şam’da ABD yanlısı bir kukla rejim kurmak için gerici bir savaş veriyorlar. Washington, Suriye’deki ayaklanma için, Adana’da, Suriye sınırının yalnızca 96 km kuzeyinde ABD ordusunun ve istihbaratının önemli bir üssü olan İncirlik Hava Üssü’nün bulunduğu yerde bir “komuta merkezi” oluşturdu. Türkiye’nin güney bölgesi, şimdi, silahların ve savaşmak üzere Suriye’ye giden ABD yandaşı savaşçıların önemli geçiş noktası. Suriyeli “asiler”, büyük ölçüde Washington’dan gelen harekât talimatlarına uygun olarak davranıyor. Suriye içindeki “asi” güçlere yol göstermek için Suriye birliklerinin hareketlerine ilişkin raporlar ileten ABD güçleri, onlarla iletişimlerini düzenli olarak müttefikleri üzerinden sağlıyor. İslamcı savaşçılar, ABD işgali altındaki Afganistan ve Irak ile ABD kuklası İslamcı yönetimin olduğu Libya dahil Ortadoğu’nun dört bir yanından, ayrıca Afganistan’dan, Çeçenistan’dan ve Pakistan’dan gelerek Suriye’deki savaşa katılmak üzere bu ülkeye akıyorlar. Eski ABD Özel Operasyon subayları, basına, çok sayıda insanın, “kimileri ideolojik bağlılık nedeniyle kimisi para için bu işi yapan kaçakçılar”ın yardımına bel bağlayan Suriye’deki El Kaide’nin yardımıyla bu ülkeye ulaştığını anlatıyor. Amerikan medyasının Orwell tarzı dünyasında, Washington’ın El Kaide’ye karşı “terörle mücadele” vermek için Afganistan’ı işgal ettiği iddiaları ile aynı örgütün Suriye’de fiili müttefik olmasını uzlaştırma yönünde herhangi bir girişim söz konusu değil. Obama’nın, ABD’nin Esad karşıtı güçlere yalnızca “öldürücü olmayan yardım” sağladığı yollu güvencesi, sinik bir yalandır. ABD, vekilleri aracılığıyla, şimdiden binlerce insanın yaşamına ve yüz binlerce insanın evini terk etmesine malolan kanlı bir savaş sürdürüyor.
25
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Bir örgütün sınıfsal yönelimi, en yalın ifadesini, her zaman onun uluslararası politikasında bulur. ISO ve onun uluslararası fikirdaşları, Suriye’de, emperyalizmin siyasi ajanlarından başka birşey değildir.
26
Bu savaşın hedefi Şam’da ABD kuklası bir rejim kurmak ve İran’a karşı savaşa hazırlanmak; İsrail’in olası düşmanını ortadan kaldırmak; ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki tam egemenliği biçimindeki daha kapsamlı bir gündemi ilerletmektir. ABD’nin Irak’ta ve Afganistan’da on yıl boyunca giriştiği savaşlarda gerçekleştirilmeye çalışılan ve geçen yıl Kuzey Afrika’da ortaya çıkan kitlesel ayaklanmalardan sonra Libya’daki ve Suriye’deki savaşlarla yoğunlaşan bu gündem, ABD’de ve uluslararası düzeyde işçi sınıfı içinde rağbet görmemektedir. Washington’ın Suriyeli “asilere” verdiği örtülü destek, ABD’deki Uluslararası Sosyalist Örgüt (ISO), Britanya’ daki Sosyalist İşçi Partisi (SWP) ve Fransa’daki Yeni Kapitalizm Karşıtı Parti (NPA) gibi Suriye’deki savaşı desteklemekte olan emperyalizm yanlısı sahte sol grupların rolünü açığa vurmaktadır. Onların “solculuğu”, Amerikan ve Avrupa emperyalizminin suçlarına “sol” gerekçeler sunmaktan başka bir şey değildir. ISO müdahaleyi desteklediğini açıkça ilan etti. Yusuf Halil ve Lee Sustar, onun Socialist Worker [Sosyalist İşçi] adlı yayınında şunları yazdı: “Silahlı mücadelenin giderek artan rolü, Batı’dan gelen silahları ve desteği kabul edip etmeme sorusunu ortaya atıyor… Suriye devrimci hareketi içinde çok sayıda insan ABD ve Batı müdahalesine karşı çıkarken, elde edebilecekleri her türlü yardımı alacaklar.” “Devrimci” olarak anılan güçleri hiçbir zaman çözümlemeyen bu tür çözümlemeler fazlasıyla siniktir. CIA, İslamcı köktencilik ve Türk ordusunun üst düzey subayları ne zaman özgürlük
güçleri haline geldiler? ISO bunları yazarken, “sol” küçük burjuvazinin emperyalizm yanlısı kesimi adına konuştuğunu netleştirmektedir. Onun solcu bir örgüt pozu takınma yönündeki çabaları anlamsızdır. Onun Suriye’deki ABD müdahalesine ilişkin asıl olarak, “ABD desteği devrimci güçleri parçalama anlamına gelse de, onların adamlarını desteklemeyi amaçlarken diğerlerini marjinalleştirecektir” kaygısını taşımaktadır. Sustar hangi “devrimci güçler”den söz ediyor? Onlar, Sustar’ın sözleriyle, CIA’in “adamları“nın, El Kaide casuslarının ve Suriye toplumunun bu güçlere çekici gelen ayak takımının da dahil olduğu bir milisler topluluğudur. Sustar, bu güçlerin gerici karakterini devrim örtüsü altında gizlemeye çalışırken, yalnızca Dışişleri Bakanlığı’nın daha soldan konuşan çalışanlarından biri gibi iş görmektedir. Sustar, ISO’yu “yürürken sakız çiğneyebilen; Libya’da diktatörlük rejimlerine karşı devrimleri desteklerken aynı zamanda ABD’nin ve emperyalist müttefiklerinin müdahalesine karşı çıkan, ilkeli emperyalizm karşıtı” olarak övünmeyi sürdürüyor. Bu hilekâr yorum ISO’nun ve bütün küçük burjuva sahte solun politikalarının özüne inmektedir. Sustar’a göre, ISO “yürürken sakız çiğneyebiliyor”; çünkü o aynı zamanda “sol“ gibi görünürken emperyalist savaşları nasıl destekleyeceğini bilmektedir. Bir örgütün sınıfsal yönelimi, en yalın ifadesini, her zaman onun uluslararası politikasında bulur. ISO ve onun uluslararası fikirdaşları, Suriye’de, emperyalizmin siyasi ajanlarından başka birşey değildir. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
caterpillar’daki ihanet andre damon
Caterpillar’ın ABD’nin İllinois eyaletindeki Joliet kentinde bulunan fabrikasında çalışan 780 işçi, üç buçuk aylık zorlu bir grevin ardından, Uluslararası Makina Operatörleri Birliği (IAM) tarafından benimsenen acımasız bir uzlaşma sözleşmesini az bir farkla kabul etti. İşçilerin yaklaşık yüzde 40’ının çekimser kaldığı oylama, bir desteğin değil, sendika önderliğinin ihanetine olan nefretin ifadesiydi.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/au g2012/pers-a22.shtml
C
aterpillar’ın ABD’nin İllinois eyaletindeki Joliet kentinde bulunan fabrikasında çalışan 780 işçi, üç buçuk aylık zorlu bir grevin ardından, Uluslararası Makina Operatörleri Birliği (IAM) tarafından benimsenen acımasız bir uzlaşma sözleşmesini az bir farkla kabul etti. İşçilerin yaklaşık yüzde 40’ının çekimser kaldığı oylama, bir desteğin değil, sendika önderliğinin ihanetine olan nefretin ifadesiydi. Sözleşme, gerçekte, şirketin işçiler tarafından Mayıs ayında reddedilmiş olan bütün önceki taleplerini içeriyor. Caterpillar işçileri şimdi altı yıllık sözleşme sürecinde gerçek ücretlerde tahminen yüzde 20’lik bir indirimle ve emekli maaşları ile sağlık yardımlarında kesintilerle karşı karşıya. Caterpillar, bu yılın ikinci çeyreğinde, önceki yıla göre yüzde 67 artışla 1,7 milyar dolarlık rekor bir kâr yapmış olmasına rağmen işçilerin ücretlerini indirmekte ısrar ediyor. Şirketin CEO’su Douglas Oberhelman, bir önceki yıla göre yüzde 60 artışla, 2011 yılında, 16,9 milyon dolar kazandı. Caterpillar’daki mücadele ulusal düzeyde dikkat çekti ve ABD şirket seçkinleri tarafından yakından izlendi. 22 Temmuz tarihli New York Times’ın ilk sayfasında yayımlanan bir makalede belirttiği gibi, “o, şirket, işleri büyürken işçilerinden aşırı ödünler peşinde koştuğu” için, “Amerikan işçi-işveren ilişkilerinde bir örnek durum haline gelmiştir.” Makale, Caterpillar’ın, işçilerin yaşam standartlarına yönelik saldırısını şimdiki ücretlerin “piyasadaki düzeyin üzerinde” olduğu iddiasıyla haklı gösterdiğini belirtti. Bu ulusötesi iş makinesi devi, “piyasa ücreti” talebiyle, Amerikan işçileri için yeni bir ölçüt koyuyordu. Her türlü “toplumsal anlaşma” ya da “Amerikan yaşam standartları” bahanesi ortadan kalkmıştır. Bundan böyle, ücretler, ABD merkezli şirketlerin küresel piyasalarda kârlı biçimde rekabet edebilmek için gerekli olduğunu belirttikleri düzeye indirilecekti. ABD işçileri için “piyasa ücreti”, küresel emek piyasası tarafından belirlenecek; yani, Amerikan ücretleri Çin, Hindistan ve Doğu Avrupa gibi ucuz işgücü cennetlerinde varolan düzeylere indirilecekti. Benzeri konu, [21 Ağustos] Salı günü, Caterpillar sözleşmesi üzerine bir başyazıda sinsice sevinen Wall Street Journal tarafından yinelendi. Gazete, “Cuma günkü oylama… Amerikan şirketlerinin küresel bir ekonomide rekabet gücünü koruması gerektiğinin örgütlü işgücü içinde giderek daha fazla kabul gördüğünün bir işaretidir” diye yazdı ve sürdürdü: “Bu, Caterpillar için, işgücüne, Amerikan imalatçılarıyla yapılan sendika sözleşmelerinde eskiden alışıldık olan piyasa üstü bedellerin değil, piyasa bedellerinde ödeme yapılması anlamına gelir.” IAM, Amerikan şirketlerinin medyadaki başlıca sözcülerinden aldığı bu övgüyü, ilk günden beri grevi yalıtmaya ve sabote etmeye çalışarak haketti. O, Caterpillar’ın diğer fabrikalarında, hatta sözleşmeleri yaklaşanlarda bile, dayanışma grevleri çağrısı yapmayı
27
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Sendikalar, bugün, 2009’da işe alınan herkese yüzde 50 oranında ücret kesintisi koyup General Motors ile Chrysler’i iflasa zorlayarak şirketlerin ücret kesintisi yönelimine öncülük eden Barack Obama’nın yeniden seçilmesini destekliyorlar.
Grevdeki Caterpillar işçileri
28
reddetti; fabrikaya, şirketin üretimi sürdürmesini mümkün kılan grev kırıcıların akmasını engellemek için hiçbir şey yapmadı. IAM, kasıtlı olarak, grevdeki işçilerin moralini bozmaya ve onların mücadelesini yenilgiye uğratmaya çalıştı. IAM, bütün diğer resmi sendikalar gibi, uzun süre önce gerçek bir işçi örgütü olmaktan çıkmıştır. O, şirket yönetiminin bir kolu olarak hizmet sunan bir işçi sendikasıdır. O, işçilerin sırtından elde edilen kârlardan bir pay alma peşinde olan zengin ve yozlaşmış bir memurlar tabakasının kontrolündedir. Bir zamanlar “sendika” sözcüğünü işçilerin özlemleriyle birleştirmiş olan sınıf mücadelesiyle, militanlıkla ve dayanışma geleneğiyle her türlü bağlantısını koparmış olan bu örgütler, bugün, kesinlikle, sözde temsilcisi oldukları işçilerin ücretlerinin ve yan ödemelerinin indirilmesi için aktif şekilde faaliyet göstermektedirler.Bu
sendikalara göre işçilerin yoksullaşması ve hızlı çalışması, küresel ölçekte faaliyet gösteren şirketleri ABD içinde üretim yapmaya çekmek için gereklidir. Bu, öte yandan, söz konusu sendika memurlarının yüksek maaşlarını ve ikramiyelerini finanse etmede gereken aidat gelirlerini sağlamak için yeterli bir tutsak işçi havuzunu sürdürmenin önkoşuludur. Caterpillar işçilerine ihanet, sendikaların organize ettiği on yıllara uzanan yenilgiler dizisinde yalnızca en son halkadır. Yakın geçmişte, şirketlerin ve hükümetin, kapitalist sistemin Wall Street’in Eylül 2008’deki çöküşüyle başlayan çöküşünün bedelini işçi sınıfına ödetme yönelimine karşı sendika önderliği, işçiler tarafından başlatılan her türlü girişimi sabote etti. Joliet’teki oylamadan yalnızca iki gün önce, Amerika Kamu İşçileri Sendikası, elektrik şirketi Consolidated Edison tarafından dört haftadır grevde olan New Yorklu 8.500 işçiye ödünlerle dolu bir sözleşme dayattı. Şubat ayında, Birleşik Çelik İşçileri [Sendikası], Ohio’nun Findlay kentinde bulunan Cooper Tire’daki üç aylık greve, şirketin bütün önemli taleplerini kabul ederek son verdi. Amerika İletişim İşçileri [Sendikası] ile Uluslararası Elektrik İşçileri Birliği, bir yıl önce, bugüne kadar bir sözleşme olmaksızın çalışan 45.000 Verizon işçisinin grevini iptal etti. Sendikaların gerici rolü, onların Amerikan büyük şirketlerinin en büyük iki partisinden biri olan Demokratik Parti ile siyasi ittifakıyla bağlantılıdır. Sendikalar, bugün, 2009’da işe alınan herkese yüzde 50 oranında ücret kesintisi koyup General Motors ile Chrysler’i iflasa zorlayarak şirketlerin ücret kesintisi yönelimine öncülük eden Barack Obama’nın yeniden seçilmesini destekliyorlar. Sendikaların işçi sınıfının çıkarlarına düşman örgütlere dönüşmesi, onların ulusalcı ve kapitalizm yanlısı yönelim-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
İşçi sınıfının, büyük şirketlerin demokratik denetim altında toplumsallaştırıl masını ve mali oligarşinin haksız servetine el konulmasını içeren sosyalist bir perspektif üzerine kurulu kendi siyasi partisine ihtiyacı var.
lerinin sonucudur. Sendikalar, üretimin küreselleşmesine ve Amerikan kapitalizminin geçtiğimiz 40 yıl boyunca gerilemesine, kendilerini her zamankinden daha doğrudan şirket yönetimlerinin bir kolu haline getirerek karşılık verdiler. Joilet’teki işçilerin Caterpillar’ın dayatmalarına karşı mücadele kararlılığı, Amerikan işçi sınıfı içinde yükselen devasa öfkenin ve muhalefetin bir ifadesidir. O, sınıf mücadelesinin uluslararası düzeyde yeniden canlamasının bir parçasıdır. Bununla birlikte, birbiri ardına ihanete ve yenilgiye uğrayan mücadelelerin göstermekte olduğu gibi, işçiler, işlerini, ücretlerini ve yaşam koşullarını resmi sendikalar çerçevesi içinde savunamazlar. Yeni mücadele organlarının; işçilerin çıkarlarının şirketlerin ve mali aristokrasinin kâr dayatmalarına tabi kılınmasını reddeden bağımsız taban komitelerinin inşa edilmesi gerekiyor. İşçi sınıfının çıkarlarının savunulması mücadelesi, öncelikle, şirketlerin iki büyük partisine ve onların savunduğu
H
kapitalist sisteme karşı siyasi bir mücadeledir. İşçi sınıfının, büyük şirketlerin demokratik denetim altında toplumsallaştırılmasını ve mali oligarşinin haksız servetine el konulmasını içeren sosyalist bir perspektif üzerine kurulu kendi siyasi partisine ihtiyacı var. Bu, ekonomik yaşamın kâr için değil ama toplumsal gereksinimlerin karşılanması üzerine kurulu bir şekilde yeniden örgütlenmesinde kritik öneme sahip bir adım olacaktır. Sosyalist Eşitlik Partisi ve onun ABD başkanlığı adayı Jerry White ile başkan yardımcısı adayı Phyllis Scherrer, seçimlere, işçi sınıfının kitlesel sosyalist hareketini inşa etme mücadelesinin bir parçası olarak katılıyorlar. Bütün işçilere programımızı incelemeleri, kampanyamızı desteklemeleri ve sosyalizm mücadelesine katılmaları çağrısı yapıyoruz. SEP’in kampanyası hakkında bilgi edinmek ve ona katılmak için, “socialequality.com” internet sayfasını ziyaret edin. HHHH
wsws.org
29
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
chrysler işçileri şirket-sendika-hükümet üçlüsüne karşı direniyor
C
hrysler’in, ABD’nin Michigan eyaletindeki Dundee kentinde kurulu motor fabrikası işçileri, Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’nın (UAW) 723. Bölge toplantısında, şirketin ve sendikanın üzerinde anlaşmış olduğu sözleşmeyi yüzde 73 gibi yüksek bir oy oranıyla reddettiler. Bu, işçi sınıfının en bilinçli kesimlerinin otomotiv sektöründeki şirketlerin Obama yönetimi ve sendikalar tarafından desteklenen saldırıya karşı muhalefetini ifade eden önemli bir gelişmedir. Şirketin ve sendikanın işçilere dayatmak istediği sözleşme, haftada yedi gün, günde 12 saat çalışmayı kurumsallaştırıyor, “esnek” çalışmayı daha da yaygınlaştırıyor ve ücretlerde, işçilerin büyük çoğunluğunun neredeyse diğerlerinin yarısı ücretlerle çalışacağı “iki kademeli” bir sistem getiriyor. Chrysler‘in, “üretimi bir başka yere taşıma” tehdidi eşliğinde dayattığı ve UAW ile AFLCIO tarafından desteklenen sözleşme, aynı
zamanda, Obama’nın 2009’da otomobil devlerini kurtarırken dayatmış olduğu koşulları (düşük ücretlerle daha fazla çalışma) ifade etmektedir. Bu durum, Dundee işçilerinin, “uluslararası rekabete uyarlanma” gibi alçakça ve ikiyüzlü bir gerekçeyle ağır sömürü koşullarını dayatan Chrysler’e karşı mücadelesinin, aynı zamanda Obama yönetimine ve sendikalara karşı verildiğini; sosyal demokratların, Stalinistlerin ve her türden sendikalist akımın “alametifarikası” olan yapay “ekonomik ve siyasi alanlar” ayrımının iflas ettiğini göstermektedir. UAW’nin, Chrysler’ın yüzde 55 hissesine sahip olduğu ve şirketin yönetim kurulunda yer aldığı; Obama yönetiminin de ABD’li işçileri küresel emek piyasası içinde en fazla sömürülenler grubuna dahil etmeye çalıştığı hiç kimse için sır değil. Bu yüzden, Dundee işçilerinin karşında, patron-sendika-hükümet üçlüsü yer almaktadır. Onların kürsel ölçekte faaliyet gösteren bu burjuva ittifaka karşı mücadelesi, yalnızca, bütün otomobil işçilerinin bütün bu burjuva güçlere karşı ortak eylemiyle başarılı olabilir. Sosyalist Eşitlik Partisi (ABD)’nin konuya ilişkin 24 Ağustos tarihli bildirisinde de belirtildiği gibi, “… başarılı bir mücadele, yeni örgütlerin kurulmasına bağlıdır.”
HHHH
Chrysler’in Dundee’deki motor fabrikası
30
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
bill van auken
Gerçekte savunmasız işçilere suikast silahlarıyla ateş açan, ardından kan içindeki cesetlerin ve inleyen yaralıların saçılmış olduğu tozlu bir alana giren polis birliklerinin yer aldığı sahne, Güney Afrika’nın bilincini şok etti ve ırkçı rejim altında 1960’ta Sharpeville’de ve 1976’da Soweto’da gerçekleşen kitlesel kıyımlarda uygulanan dehşet verici baskıyı hatırlattı.
İngilizce özgün metin için bkz.
http://www.wsws.org/articles/2012/aug2012/persa18.shtml
G
güney afrika’da madenci katliamı
üney Afrika’da grevdeki platin madeni işçilerinin [14 Ağustos] Salı günü katledilmesi, işçi sınıfı ile bir yandan yönetimdeki Afrika Ulusal Kongresi (ANC) öte yandan da ona bağlı sendikalar arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi açığa çıkardı. Görevliler barbarca polis saldırısında ölenlerin sayısını 34 olarak belirledi ama diğer kaynaklar gerçek ölü sayısının 50’ye yaklaştığını ileri sürdüler. Palalar ve sopalar taşıyan madencilere otomatik silahlarla açılan yaylım ateşinde, kimileri ağır, çok daha fazla insan yaralandı. Polis 259 madenciyi tutukladı. Aileler hastanelerde, morglarda ve polis karakollarında kayıp babalarını, kardeşlerini ve çocuklarını aramayı sürdürüyor. Gerçekte savunmasız işçilere suikast silahlarıyla ateş açan, ardından kan içindeki cesetlerin ve inleyen yaralıların saçılmış olduğu tozlu alana giren polis birliklerinin yer aldığı sahne, Güney Afrika’nın bilincini şok etti ve ırkçı rejim altında 1960’ta Sharpeville’de ve 1976’da Soweto’da gerçekleşen kitlesel kıyımlarda uygulanan dehşet verici baskıyı hatırlattı. En açık farklılık, bu kez, katliamın uluslararası toplumdan dışlanmış bir beyaz azınlık rejimi tarafından değil ama onun eski düşmanı, ülkeyi 18 yıldır yöneten ve özgürlük mücadelesinin cisimleşmesi ve eşitliğin koruyucusu olduğunu iddia eden Afrika Ulusal Kongresi (ANC) hükümeti tarafından örgütlenmiş olmasıdır. Gerçekte, ırk ayrımı yasal olarak kaldırılmışken, ekonomik eşitsizlik, beyaz azınlık yönetimi altında olduğundan bile daha kötüleşmiştir. Güney Afrika’nın, safları şimdi siyah multimilyarder eski ANC görevlilerini, sendika önderlerini ve siyasetle bağlantılı iş adamlarını kapsayan varlıklı yönetici seçkinleri ile işçiler ve yoksul kitleler arasındaki uçurum, Namibya hariç, dünyadaki bütün diğer ülkelerden daha büyüktür. Sowetan gazetesi, Cuma günü ön sayfada yayınladığı bir makalede, katliamın “çalışması durmuş olan saatli bomba gerçekliğinin farkına varmamıza (o patladı!)” yardımcı olduğunu kesin olarak belirtti. Bu patlama, son tahlilde, Güney Afrika ekonomisi ve özellikle maden sektörü üzerindeki etkisi aynı Ortadoğu’da, Avrupa’da ve bütün dünyada olduğu gibi bu ülkedeki sınıf mücadelesinde bir kabarmaya yol açmış olan kapitalizmin dünya krizi tarafından tetiklenmiştir. Siyaset araştırmacıları, kanlı olayları, Güney Afrika Sendikalar Kongresi’nin (COSATU) merkezi ve ANC ile siyasi ittifak halinde olan 300 bin üyeli Ulusal Maden İşçileri Sendikası (NUM) ile daha militan bağımsız bir sendika olan Maden İşçileri Birliği ve İnşaat Sendikası (AMCU) arasında bir mahalle kavgası gibi göstermeye kalkıştılar.
31
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Lonmin’in Marikana madeninin karşısındaki bir tepede toplanmış olan 3000 madenci, önce, bir zırhlı polis aracının içinden kendilerine konuşma yapmaya çalışan NUM başkanını kovdular; ardından, mevcut koşullar altında işe dönmektense ölmeyi tercih edeceklerini söyleyerek, AMCU başkanı tarafından yapılan dağılmaları yönündeki çağrıyı reddettiler.
32
AMCU maden işçilerin NUM bürokrasisinin rüşvetçiliğine ve zenginleşmesine yönelik artan tepkisi sayesinde büyüdü. Bu rüşvetçilik ve zenginleşme, madencilik sektöründeki önemli hisseleriyle ve katliamın gerçekleştiği madenin sahibi Londra merkezli Lonmin şirketinin yönetim kurulundaki yeriyle Güney Afrika’nın en zengin milyonerlerinden biri haline gelen önceki NUM başkanı Cyril Ramaphosa’da cisimleşmişti. Onun serveti, maden işçilerinin çıkarlarının hükümetin ve onun hizmet ettiği ulusötesi maden şirketlerinin taleplerine tabi kılınmasına sağlanan hizmetlerle edinildi. Bununla birlikte, katliam alanından gelen haberler, türedi sendikanın grevcilerin militanlığını denetim altına almada yetersiz olduğunu gösteriyor. Lonmin’in platin madeninde bir hafta önce iş bırakanlar; çok derinlerde inanılmaz derecede ağır ve tehlikeli koşullarda ayda kabaca 500 dolara çalışan kaya matkabı kullanıcıları, gezegeninin en fazla sömürülen işçileri arasındalar. Onların çoğu Mozambik, Swaziland gibi ülkelerden gelen, büyük ailelerini desteklemek için maaşlarının büyük bölümünü evlerine gönderen ve elektriğin ve şe-
beke suyunun olmadığı barakalarda yaşayan göçmen işçilerdir. Lonmin’in Marikana madeninin karşısındaki bir tepede toplanmış olan 3.000 madenci, önce, bir zırhlı polis aracının içinden kendilerine konuşma yapmaya çalışan NUM başkanını kovdular; ardından, mevcut koşullar altında işe dönmektense ölmeyi tercih edeceklerini söyleyerek, AMCU başkanı tarafından yapılan dağılmaları yönündeki çağrıyı reddettiler. Polis, açıkça, bu işçileri vurma göreviyle gönderilmişti. “En fazla güç” kullanmaya yemin eden polis memurları, görevlerini “D-Günü” [Önemli Gün] olarak adlandırdılar. Johannesburg’da yayımlanan günlük gazete Star’ın muhabiri Poloko Tau’nun [17 Ağustos] Cuma günü yazmış olduğu gibi, “O, bir protestoyu bir imha bölgesi haline getiren iyi planlanmış bir saldırıydı.” Yürüyüş kolunun gözyaşartıcı gazla, basınçlı su püskürterek ve ses bombalarıyla dağıtılmasından ve madencilerin atla ve zırhlı araçlarla kovalanmasından sonra, bir grup işçi otomatik silahlarla ve gerçek mermilerle donanmış bir polis hattının içine sürüldü. Bu katliamın amacı işçilerin
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Marikana madenindeki katliam Güney Afrika tarihinde bir dönüm noktasına işaret etmektedir. O, kesinlikle yalıtılmış bir olay değil; bugün yüzde 25 oranında resmi işsizlikle karşı karşıya olan ve yoksul kasabalardaki yaşam koşulları ırkçı rejim altındaki sefaletten pek farklı olmayan Güney Afrikalı işçilerin ve ezilenlerin mücadelesindeki patlamanın bir parçasıdır.
artan militanlığının önünü kesmek ve hükümet yandaşı sendikaların gevşeyen denetimini savunmaktı. Bu sendikaların önderleri, ANC’nin üçlü ittifakı içindeki diğer ortağı Stalinist Güney Afrika Komünist Partisi ile birlikte, en aşağılık rollerini oynadılar. Onlar polis katilleri savundular ve “suçlu” olarak hitap ettikleri grevci maden işçilerinin durdurulmasını; onların “çete önderleri”nin tutuklanıp cezalandırılmasını talep ettiler. Marikana madenindeki katliam Güney Afrika’nın tarihinde bir dönüm noktasına işaret etmektedir. O, kesinlikle yalıtılmış bir olay değil; bugün yüzde 25 oranında resmi işsizlikle karşı karşıya olan ve yoksul kasabalardaki yaşam koşulları ırkçı rejim altındaki sefaletten pek farklı olmayan Güney Afrikalı işçilerin ve ezilenlerin mücadelesindeki patlamanın bir parçasıdır. Güney Afrikalı maden işçilerinin devlet tarafından hesaplı kitaplı öldürülmesi uluslararası işçi sınıfına yönelik bir uyarı olarak görülmelidir. Bu, acımasız kemer sıkma önlemlerine ve her ülkede işçi haklarına yönelik saldırılara karşı artan işçi sınıfı muhalefeti karşısında giderek daha fazla başvurulacak olan yöntemleri göstermektedir. ABD’deki işçi mücadeleleri tarihi hakkında bilgi sahibi olan birinin, Amerikan yönetici sınıfının kitle-
Uluslararası İşçiler Birliği (I. Enternasyonal) Prinkipo Yayıncılık Halil Çelik 368 syf., 20 TL.
sel toplumsal muhalefete vereceği yanıtın, onun Güney Afrika’daki mevkidaşından farklı olmayacağından kuşku duyması mümkün değildir. Güney Afrika’daki gelişmeler, Lev Troçki’nin, ezilen ülkelerdeki kapitalizme tabi ve işçi sınıfından korkan burjuva ulusalcı hareketlerin, işçilerin ve ezilen kitlelerin toplumsal özlemlerini karşılamak şöyle dursun, demokrasi ve emperyalist egemenlikten kurtuluş mücadelesini gerçekleştirme becerisine yapısal olarak sahip olmadığını saptamış olan Sürekli Devrim Kuramı’nın en çarpıcı doğrulanmasını sağlamıştır. Bu görevler, ezilen toplumsal kesimleri kendi arkasında harekete geçiren işçi sınıfına düşmektedir. Onların gerçekleşmesi, ANC ve onun sendikal aygıtı ile siyasi bağların kesin olarak kopartılmasını ve sosyalist ve enternasyonalist perspektif üzerinde yeni bir önderliğin inşasını gerektirir. Bu, devrimi Afrika kıtasının tamamına ve ötesine yaymaya çabalarken, madenleri ve ekonominin diğer temel sektörlerini ulusallaştıracak ve servetin köklü biçimde yeniden dağılımını gerçekleştirecek bir işçi hükümeti için mücadele demektir. Bu perspektif uğruna mücadele, Dördüncü Enternasyonal’in Afrika şubesinin inşasını gerektirmektedir. HHHH
Bu kitabı aşağıdaki adresimizden yüzde 50 indirimli olarak elde edebilirsiniz. Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B, Üsküdar - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 e-posta: info@toplumsalesitlik.org
33
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
madencilerin direnişi sürüyor
G
üney Afrikalı işçiler, polisin gerçekleştirmiş olduğu katliama olan tepkilerini, arkadaşlarının cenaze töreninde de sürdürdüler. Cenaze törenine, halkın tepkisini yatıştırmak amacıyla, ikiyüzlü burjuva politikacıları da katıldı. Bu arada, Güney Afrikalı egemenlerin atmış oldukları kısmi geri adımlara rağmen, madenciler direnişe son vermediler ve grevlere devam ediyorlar. 3 Eylül günü, yaklaşık 12 bin maden işçisinin greve devam ettiği açıklandı. Madencilerin bu kararlı karşı duruşları karşısında ne yapacağını şaşıran egemenler, 3 Eylül günü işçilere karşı bir saldırı daha düzenlediler. Saldırıda, bu kez plastik merdiven kullanan kolluk güçleri 4 işçiyi yaraladı. Güney Afrika Devlet Başkanı Jacop Zuma ise maden işçilerinin ücretlerine zam yapılacağını ve ücretleri arttırmayan şirketlerin ruhsatlarının iptal edileceğini belirttiği bir açıklama
34
yaptı. Zuma, aynı açıklamada, durumun kontrol altında olduğunu belirterek, küresel maden şirketlerine güvence vermeyi de ihmal etmedi. İktidardaki Afrika Ulusal Kongresi yetkilileri, işçi-emekçi muhalefetini yatıştırmaya yönelik bu tür açıklamalar yaparken, katliam sırasında ve sonrasında gözaltına alınmış olan 270 işçinin, sayısı 34 olarak kesinleşen işçinin ölümüne yol açmak suçundan yargılanacağı açıklandı. Bu, katliamın gerçek sorumlusunun Güney Afrika Devleti olduğu gerçeğini örtbas etmeye yönelik bir adım ve işçilere bir tehditti. İşçilerin, “ölüme yol açmak” suçundan yargılanacak olması, yoğun tepkiler üzerine geri çekildi ve tutuklu madenciler yavaş yavaş serbest bırakılmaya başlandı. Güney Afrikalı madencilerin, küresel şirketlerin dayattığı insanlık dışı çalışma koşullarına direnişi, bir yandan burjuva devletin ve sözde “ilerici”, “sosyalist” vb. maskeli burjuva partilerin barbar yüzünü açığa çıkartırken, aynı zamanda, işçi sınıfının bütün bu güçlerden bağımsız örgütlenmesi gereğini de göstermektedir. Bu örgütlenme, işçi sınıfının olabildiğince geniş kesimlerini şirket-hükümet-sendika “şeytan üçgeni”ne karşı mücadelede bir araya getirebilecek bir program etrafında sağlanabilir. Bu, sermayenin işçi sınıfını bölmede olabildiğince kullandığı her türlü etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel vb. ayrımı kapitalizm karşıtlığı ekseninde ortadan kaldıran uluslararası sosyalizm programıdır. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sendikalar, sahte sol ve güney afrika’daki katliam joseph kishore
Güney Afrika’da 34 grevci işçinin Lonmin’in Marikana madeninde katledilmesi, sınıf mücadelesinin küresel yükselişinin ortasında, resmi sendikaların hem Güney Afrika’daki hem de uluslararası düzeydeki rolünü çarpıcı biçimde ortaya koydu.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/a ug2012/pers-a24.shtml
G
üney Afrika’da 34 grevci işçinin Lonmin’in Marikana madeninde katledilmesi, sınıf mücadelesinin küresel yükselişinin ortasında, resmi sendikaların hem Güney Afrika’daki hem de uluslararası düzeydeki rolünü çarpıcı biçimde ortaya koydu. Şimdi, bir kan ırmağı, madencileri Afrika Ulusal Kongresi (ANC) hükümetiyle yakından bağlantılı olan Güney Afrika Sendikalar Kongresi’nin (COSATU) merkezi bileşeni Ulusal Maden İşçileri Sendikası’ndan (NUM) ayırıyor. NUM, devlet baskısının ve cinayetlerinin bir aleti olarak kendini ele vermiştir. Dev maden şirketlerine karşı işçi sınıfı öfkesinin açığa çıkması, işçileri, onları temsil ettiği varsayılan örgütlerle doğrudan çatışmaya sokmaktadır. Katliamdan sonra, NUM’un Genel Sekreteri Frans Baleni, “bütün işçilerin işe geri dönmesi ve kolluk kuvvetlerinin şiddet ve cinayet zanlılarına [NUM’a göre bizzat işçiler] karşı sıkı önlem alması” talebinde bulundu. İşçi sınıfı ile NUM arasındaki çatışma Marikana ile sınırlı değildir. Madencilik sektörü web sayfası “mineweb.com” kısa süre önce şunları yazdı: “Burada özellikle kaygı verici olan, geleneksel madenci sendikasına tam bir güvensizlik gösteren maden işçilerinin, NUM’u atlamasıdır. NUM iktidardaki Afrika Ulusal Kongresi partisinin bir kölesi; yani yeni Güney Afrika düzeninin bir parçası olarak görülüyor.” Sendikaların şirketlerin ve hükümetin gerisine düştüğü bu güçler sıralaması kapsam olarak uluslararasıdır. Bu yüzden, egemen sınıf uluslararası bir toplumsal karşı devrim programını uyguladıkça, işçilerin sağcı, şirket yanlısı kuruluşlara karşı isyanı da artıyor. Sendikalar Avrupa’da ve mücadelelerin sendikalar tarafından resmen onaylanmış eylemlerin sınırlarını aştıkları her yerde, onları bastırmak için hükümetlerle işbirliği yapmaktadır. İspanyol hava trafik kontrolörlerinin 2010’daki grevi sırasında, hükümet, sendikaların ve onların siyasi müttefiklerinin desteğiyle, orduya grevi kırma çağrısı yapmıştı. ABD’de, işçiler, geçtiğimiz iki yıl boyunca, şirketlerin şimdi Obama yönetiminin önayak olduğu, işyerlerine ve yan ödemelere yönelik saldırısıyla mücadele etmeye çalışırken, AFL-CIO’ya karşın, bir dizi önemli mücadele patladı. 2010’da, Indiana eyaletinin Indianapolis kentindeki işçiler, sendika yöneticilerini şube toplantısından atarak, Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası tarafından desteklenen yüzde 50’lik ücret kesintisini ezici bir çoğunlukla reddettiler. Bir grup işçi, işyerlerini ve ücretleri savunma mücadelesi vermek için bağımsız taban komitesi oluşturdu. Otomobil işçileri, birkaç ay önce, Kalifornia’nın Fremont kentindeki NUMMI fabrikasının kapatılmasını destekleyen UAW görevlilerine karşı neredeyse bir isyan başlattılar. Chrysler’in zorunlu fazla mesainin ve iki kademeli ücretlerin dayatıldığı Michigan’daki Dundee Motor fabrikasındaki işçiler, daha geçtiğimiz
35
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Marikana’da, sendikalar işçilere baskı uygulamaktan çıkıp, açıkça, onları şiddetle bastırmaya yönelmiş durumda. Onlar, koşullar gerektirdiğinde, Avrupa’da, ABD’de ve başka yerlerde de aynı şekilde davranacaklardır.
36
hafta, işletme yönetimini ve UAW’yi şaşırtacak ve kızdıracak şekilde ezici bir çoğunlukla yerel toplu iş sözleşmesine karşı oy verdiler. Illinois eyaletindeki Joliet kentindeki Caterpillar grevinde olduğu gibi, mücadelelerin patladığı her yerde, işçiler hızla sendikaların onları yalıtmak ve yenilgiye uğratmak için çalıştığı gerçeğiyle karşılaştılar. Bu olaylar, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) tarafından sendikaların doğası üzerine yapılmış çözümlemeyi güçlü bir şekilde doğrulamaktadır. Sosyalist Eşitlik Partisi’nin öncülü İşçiler Birliği, 1993 yılında, üretimin küreselleşmesi ve savaş sonrası toplumsal düzenin çökmesi eliyle altı oyulan sendikaların yozlaşmasının onların ulusalcı ve kapitalizm yanlısı perspektifinde yattığını açıklamıştı: “Her ülkede, bu bürokratik aygıtların rolü, işçilere ödünler vermeleri için işverenlere ve devlete baskı uygulamaktan çıkıp işverenlere ödünler vermek ve böylece sermayeyi çekmek için işçilere baskı uygulamaya dönüşmüş durumda.” Marikana’da, sendikalar işçilere baskı uygulamaktan çıkıp, açıkça, onları şiddetle bastırmaya yönelmiş durumda. Onlar, koşullar gerektirdiğinde, Avrupa’da, ABD’de ve başka yerlerde de aynı şekilde davranacaklardır. İşçilerin bu kuruluşlardan kurtulma yönündeki çabaları yalnızca şirket seçkinlerini değil, “sol” hatta sosyalist rolü takınan orta sınıf örgütlerini de öfkelendiriyor. Güney Afrika’daki katliam üzerine ABD’deki Uluslararası Sosyalist Örgüt (ISO) tarafından 21 Ağustos günü yayımlanan makale tipiktir. ISO, sinik bir şekilde işçilerin duygularını paylaşır ve NUM’u eleştirir gibi yaptıktan sonra, bu kurumların engellemesini kırma yönündeki her çabaya inatla karşı olduğunu belli ediyor. ISO, NUM’un rakibi ve ondan daha militan olan Maden ve İnşaat İşçileri Birliği’ni (AMCU) bile bu yüzden eleştirmektedir. ISO, “kuşkusuz, maden patronları, Güney Afrika işçi hareketinin farklı ka-
natları arasında keskinleşen anlaşmazlıktan çok memnunlar” diye yazıyor ve ekliyor: “AMCU önderleri, bazen, maden patronlarının kışkırtmak istediği anlaşmazlıkları alevlendirmek için manevralara kapılmışlardır.” Gerçekte, maden şirketleri, sendikalar arasındaki “keskinleşen anlaşmazlık”tan “çok memnun” değiller. Onlar, müttefikleri olan NUM’un işçiler üzerindeki denetimi kaybedeceğinden fazlasıyla korkmaktadırlar. ISO, kendisinin de “anlaşmazlıkları”, yani NUM’a olan işçi sınıfı muhalefetini önlemeye kararlı olduğunu gözler önüne sermektedir. Güney Afrika’daki dergi “Amandla!” dan alınıp ISO tarafından yeniden basılan bir makale, AMCU‘yu “gerçekçi olmayan talepler” öne sürdüğü ve “üyelerinin başvurduğu şiddeti mahkum etmediği” için kınamaktadır. Yani, işçiler, aşırı bir cesaretle, kabul edilebilir bir ücret özlemi içinde oldukları için kendi ölümlerinden sorumludurlar. Güney Afrika Demokratik Sol Cephesi ile sıkı işbirliği içinde olan Amandla!, başka bir yerde, “sendika’nın rolü ücret görüşmeleri tamamlandığında, kararı işgücünün geri kalan kesimine iletmektir” diye yazıyor. İşçilerin de bu “iletmeyi” şikayet etmeden kabullenmesi bekleniyor. ISO ve onun uluslararası fikirdaşları, üst orta sınıfın ayrıcalıklı, halinden memnun ve gerici kesimleri adına konuşmaktadır. Onlar için sendikalar, hem kazançlı bir kariyer kaynağı hem de işçi sınıfı üzerindeki örgütsel ve siyasi denetimi sürdürme mekanizmasıdır. Bu yüzden onlar, kapitalizme karşı her türlü mücadeleyi önlerler. Bununla birlikte, sendika yöneticilerinin ve onların müttefiklerinin umutları ne olursa olsun, nesnel kriz milyonlarca insanı farklı bir yola; yeni mücadele örgütlerinin oluşmasına ve sosyalist politikalara doğru sürüklemektedir. Güney Afrika’daki kanlı olaylar sınıfsal çizgileri açığa çıkarmıştır ve onların bütün uluslararası işçi sınıfı için stratejik bir deneyim haline gelmeleri gerekmektedir.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
christopher dreier
Atina, geçtiğimiz hafta, 1967-74 yılları arasındaki askeri diktatörlükten bu yana görülmedik olaylara tanık oldu. 4.500 dolayında polis, yalnızca ten renginden ve genel görünümünden dolayı göçmen oldukları varsayılan binlerce insanı toplamak üzere seferber oldu.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/a ug2012/pers-a11.shtml
A
yunanistan’daki göçmenleri savun
tina, geçtiğimiz hafta, 1967-74 yılları arasındaki askeri diktatörlükten bu yana görülmedik olaylara tanık oldu. 4.500 dolayında polis, yalnızca ten renginden ve genel görünümünden dolayı göçmen oldukları varsayılan binlerce insanı toplamak üzere seferber oldu. 1.400’den fazla insan kamplarda gözaltına alındı ve sınırdışı edilmeyi bekliyor. [Onların] çoğu dövüldü. Bu, önceki haftalar boyunca gerçekleşen ve kayıtsız göçmenleri hedefleyen baskınların ve kitlesel tutuklamaların doruk noktasıydı. Polis, açıkça Nazilerle özdeşleşen Altın Şafak adlı örgütün üyeleri ile işbirliği yaptı. Faşist çeteler, göçmenleri tehdit etmeleri, onlara tacizde bulunmaları ve saldırmaları için polis tarafından teşvik edildiler. Atina’daki bu olaylar, uluslararası düzeyde işçilere yönelik çıplak bir uyarıdır. İşçilerin en fazla ezilen kesimlerine karşı saldırılar olarak başlayan şey, kısa süre içinde bütün işçi sınıfına yönelecektir. Yönetici seçkinler, en gerici güçleri seferber ederek, kendi kemer sıkma önlemlerine karşı bütün direnişi acımasızca bastırmaya hazırlanıyor. Toplumsal karşı devrim, Avrupa’daki ülkelerin hepsinden daha fazla Yunanistan’da ilerlemiş durumda. Yunanistan’da, geçtiğimiz üç yıl boyunca ücretler yüzde 60’a varacak şekilde düşürülmüş, yüzbinlerce insan işten atılmış ve sosyal yardım sistemi imha edilmiştir. Resmi işsizlik oranı, bir yılda, üçte bir oranında artarak şimdi en yüksek düzey olan 23,1’ü bulmuş durumda. Gençler arasındaki işsizlik yüzde 55. Kemer sıkma önlemleri ekonominin altını oyduğu için, vergi gelirlerindeki azalmadan kaynaklanan yeni bütçe açıklarının, işçilere, emeklilere ve gençliğe yönelik her zamankinden ağır saldırılar eliyle kapatılması gerekiyor. Avrupa Birliği ve Uluslararası Para Fonu ile yapılan borç anlaşmalarının koşullarının yerine getirileceğinden emin olmak için, kamu sektöründe 40 bin kişinin daha işten çıkarılması dayatılıyor. Durum, nüfusun büyük kesimi için, tek kelimeyle katlanılmaz hale geliyor. Kitlesel kızgınlığın ve öfkenin patlaması yalnızca zaman sorunu. Sendika yetkilileri, şimdiden, bir toplumsal patlama uyarısında bulunuyor. Bu koşullar altında, göçmenlere yönelen ve Avrupa Komisyonu’nun desteklediği cadı avının iki amacı var. O, devlet aygıtını güçlendirmekte ve işçi sınıfı muhalefetine karşı kullanılacak olan faşist grupları takviye etmektedir. Sivil Savunma Bakanı Nikos Dendias, Atina’daki polis gücünü 1.500 kişi arttırdı ve Halyvourgia Ellados çelik fabrikasında olduğu gibi grevcilere karşı harekete geçirdi. İki yıldır toplumsal hakların ortadan kaldırılmasının deneme alanı
37
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Göçmenlerin izinin sürülmesi, aynı zamanda, eski olduğu kadar aşağılık bir taktik olan işçi sınıfının bölünmesine hizmet etmektedir. Yönetici sınıf, dikkatleri ekonomik ve toplumsal krizdeki sorumluluğundan saptırmak için, göçmenleri günah keçisi olarak kullanarak, kasten yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı canlandırmaktadır.
olarak kullanılan Yunanistan, şimdi, otoriter egemenlik biçimlerinin geliştirilmesi için bir laboratuvar olacak. Açıkçası, bankalar tarafından dayatılan kesintiler, demokratik egemenlik biçimleriyle bağdaşmıyor. Göçmenlerin izinin sürülmesi, aynı zamanda, eski olduğu kadar aşağılık bir taktik olan işçi sınıfının bölünmesine hizmet etmektedir. Yönetici sınıf, dikkatleri ekonomik ve toplumsal krizdeki sorumluluğundan saptırmak için, göçmenleri günah keçisi olarak kullanarak, kasten yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı canlandırmaktadır. Sivil Savunma Bakanı Dendias, göçmen sorununun mali sorundan daha büyük olduğunu açıkça belirtti (dikkatleri hükümetin kesintilerdeki sorumluluğundan saptırma yönünde açık bir girişim). Yunanistan’daki ve Avrupa’daki işçiler göçmen ve sığınmacı karşıtı duyarlılığı kışkırtmaya yönelik bütün girişimlere karşı çıkmalılar. İşçiler, kökenleri ve etnik temelleri ne olursa olsun, dünyanın her yerinde aynı çıkarlara sahiptir ve aynı düşmanla karşı karşıyadır: kendi ayrıcalıklarını ve servetini korumak için her şeyi yapmaya hazır acımasız bir mali aristokrasi. Yunanistan’daki sığınmacıların çoğu Irak’tan, Afganistan’dan, Suriye’den ve Yunanistan’daki kemer sıkma önlemlerinden sorumlu olan hükümetler tarafından askeri yollarla harabeye çevrilmiş ya da iç savaşa sürüklenmiş
olan diğer ülkelerden gelmektedir. Savaş cehenneminden kaçmış olan insanlar, şimdi Atina’nın caddelerinde kovalanıyor. Çok sayıda başka Avrupa ülkesinde göçmenlere ve etnik azınlıklara yönelik devlet destekli kampanyalar sürdürülüyor. Bu saldırılar, devlet aygıtının takviye edilmesi ve faşist güçlerin sağlamlaştırılması için bir başlangıç noktası olarak hizmet etmekte ve bütün işçi sınıfına yönelmektedir. Avrupa işçileri, kendi demokratik haklarını ve toplumsal kazanımlarını, yalnızca polisin ve sağcı güçlerin sığınmacılara yönelik saldırılarına karşı koyduklarında savunabilirler. Radikal Sol Koalisyon (SYRIZA) gibi sahte sol gruplar birer engeldir. SYRIZA, korkaklığını ve oportünizmini bir kez daha gösterdi. Parlamentodaki bu ikinci büyük parti, polisin saldırılarına karşı göçmenleri savunmak için parmağını bile oynatmadı. O, devlete olan bağlılığına ilişkin güvencelerin ardından, anlamsız birkaç protesto sözcüğünden oluşan bir açıklama yaptı. SYRIZA, polisin göçmen işçileri Atina sokaklarında kovalamasından yalnızca bir gün sonra, polis saflarının genişletilmesi ve onlara daha iyi donanım sağlanması konusunda bir parlamento görüşmesi talep etti. Orta sınıfın hali vakti yerinde kesimleri üzerinde yükselen bu parti, böylece, güvenlik güçlerine sempatisini ve işçi sınıfına yönelik içgüdüsel düşmanlığını ifade etti. Yerleşik ya da göçmen işçilerin haklarının savunusu ve mali seçkinlerin kemer sıkma önlemlerine karşı mücadele, işçileri bütün ulusal sınırların ötesinde birleştiren sosyalist bir perspektifi gerektirir. Yunanistan’da ve bütün Avrupa’da, yeni bir devrimci işçi sınıfı önderliği inşa edilmelidir. HHHH Yunanistan’a gelen sığınmacılar ve göçmenler, kamplarda insanlık dışı koşullarda barındırılıyor
38
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
alman anayasa mahkemesi ülke içinde askeri operasyonlara izin verdi peter schwarz Alman ordusu, bu mahkeme kararına dayanarak, “felaket boyutunda zarar” tehlikesinin olması durumunda Almanya içinde kullanılabilir. Bu ölçüt dilediğince esnetilip her türlü toplumsal ya da siyasal protestoya uygulanabilir. Yürütme organının yaratıcılığına hiçbir sınır konmamakta; kapılar Alman İmparatorluğu ve Weimar Cumhuriyeti döneminde yaşanmış olduğu gibi, ordunun halka yönelik kanlı saldırılarına açılmaktadır.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/au g2012/pers-a23.shtml
A
lman Anayasa Mahkemesi’nin ülke içinde askeri operasyonlara izin veren kararı, Federal Cumhuriyet’in tarihinde, Mayıs 1968’de Olağanüstü Hâl Yasaları'nın geçmesine benzer bir dönüm noktasına işaret etmektedir. O zaman, Alman parlamentosu, anayasanın 28 maddesinde, savaş durumunda, ülkede acil bir durum karşısında ya da doğal afet durumunda, hükümetin temel demokratik hakları ortadan kaldırmasına ya da kısıtlamasına izin veren değişiklikler yapmıştı. Olağanüstü Hâl Yasası, aynı zamanda, Alman Ordusu’nun ülke içinde savaş düzeni almasına da izin veriyordu ama bu, “Federasyonun ya da bir eyaletin özgür demokratik düzeninin varlığına yönelik doğrudan bir tehdidi önlemek” ya da “örgütlü silahlı ayaklanma” ile mücadele etmek içindi. Anayasa Mahkemesi’nin geçen hafta yayımlanan kararı çok daha ileri gidiyor. O, ordunun ülke içinde kullanılmasının eşiğini azaltmakta ve yalnızca polise destek olmaya değil, aynı zamanda savaş uçaklarının ve tankların kullanılmasına da izin vermektedir. Alman ordusu, bu mahkeme kararına dayanarak, “felaket boyutunda zarar” tehlikesinin olması durumunda Almanya içinde kullanılabilir. Bu ölçüt dilediğince esnetilip her türlü toplumsal ya da siyasal protestoya uygulanabilir. Yürütme organının yaratıcılığına hiçbir sınır konmamakta; kapılar, Alman İmparatorluğu ve Weimar Cumhuriyeti döneminde yaşanmış olduğu gibi, ordunun halka yönelik kanlı saldırılarına açılmaktadır. 1968’de Olağanüstü Hâl Yasaları çıkartıldığında, Avrupa ve ABD toplumsal karışıklık içindeydi. Alman parlamentosunun oylamayı yaptığı 30 Mayıs günü komşu Fransa devrimin eşiğindeydi. 10 milyon işçi iki günlük genel grevdeydi. Bir gün önce, Devlet Başkanı de Gaulle, askeri önderliğiyle görüşmek üzere Baden-Baden’e kaçmıştı. Almanya’da, öğrenci isyanı şiddetlenmiş ve fabrikalardaki huzursuzluk yaygınlaşmıştı. Ondan üç gün önce, öğrenci önderi Rudi Dutschke bir sağcı (muhtemelen kiralık katil) tarafından ağır biçimde yaralanmıştı. Olağanüstü Hâl Yasası’nın ayaklanan gençliğe ve işçi sınıfına yöneldiği ortadaydı. Bununla birlikte, o yasalar hiçbir zaman tam olarak uygulanmadı; çünkü yönetici sınıf durumu başka araçlarla kontrol altına alabiliyordu. Fransa’da, General de Gaulle, genel grevi Komünist Parti’nin ve onun sendikalar federasyonu Genel İşçi Konfederasyonu’nun (CGT) desteğiyle yalıttı ve boğdu. Almanya’da, Sosyal Demokrat Willy Brandt 1969’da iktidara geldi ve gençliğin isyanını söndürmek için, bir havuç-sopa politikası (toplumsal ödünler ve önemli mesleklerin solculara yasaklanması politikası) uyguladı.
39
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Anayasa Mahkemesi tarafından alınan kararın arka planı kavranmak zorundadır. Bu, yaklaşan sınıf mücadelelerine hazırlıktır. Bu, 1968’deki Olağanüstü Hal Yasaları'nda olduğu gibi, isyancı işçilere ve gençliğe yöneliktir.
40
Durum şimdi farklı. Toplumsal bölünmüşlük 1968’de olduğundan çok daha fazla. O zamanlar, Batı Almanya’da, ortalama 323.000 insan işsizdi ve ekonomi yüzde 7,2 büyüyordu. Bugün, yeniden birleşmiş olan ülkede 2.876.000 kişi işsiz ve ekonomi durgunluk içinde. Resmi işsizlik rakamları, işgücünden çıkartılmış ya da gündelikçi olarak yaşamaya çalışan milyonlarca insanı saymıyor bile. 1968’den farklı olarak, uluslararası ekonomik durum, toplumsal gerilimleri azaltmaya yönelik ödünlere izin vermiyor. Toplumsal çelişkiler patlama noktasında ama çalışanların öfkesi, geniş kitleler gerçek bir siyasi temsilden yoksun olduğu için, siyaset kurumu içinde ifadesini bulmuyor. Başında Almanya’nın olduğu Avrupa Birliği, işçi sınıfının yaşam standartlarını onlarca yıl geriye çeken Yunanistan’da bir model yaratıyor. Yunanistan, bütün Avrupa için örnek oluşturmaktadır. Benzeri kemer sıkma programları Portekiz’de, İrlanda’da, İspanya’da, İtalya’da ve Birleşik Krallık’ta uygulanıyor; Almanya da aynısını yapmaya hazırlanıyor. Bu ülke, büyüyen ihracata rağmen, devasa bir düşük ücret sektörü geliştirmiş durumda. Dahası, Almanya’nın ihracata bağımlılığı, onun ekonomisinin zayıf noktasıdır. Küresel durgunluk, kaçınılmaz olarak, gelirlere
ve işyerlerine yönelik daha fazla saldırıya yol açacaktır. Anayasa Mahkemesi tarafından alınan kararın arka planı kavranmak zorundadır. Bu, yaklaşan sınıf mücadelelerine hazırlıktır. Bu, 1968’deki Olağanüstü Hâl Yasaları'nda olduğu gibi, isyancı işçilere ve gençliğe yöneliktir. Anayasanın sessizce, açık bir tartışma yaşanmaksızın ve görünürde acil bir neden olmaksızın değiştirilmesinin nedeni budur. Anayasa Mahkemesi, yasal olarak parlamentonun her iki kanadı tarafından üçte ikilik çoğunluk oyu gerektiren bir karar almıştır. Bununla birlikte, siyasi partilerden hiçbir itiraz gelmemiştir. Tutucu Hristiyan Demokratik Birlik ve Hristiyan Sosyal Birlik, tahmin edildiği gibi, kararı memnuniyetle karşıladı. Hür Demokrat Parti, Sosyal Demokrat Parti, Yeşiller ve Korsan Parti onu kabul etti, onun önemini hafife aldı ya da anlamını çarpıttı. Sol Parti ise onun uzun vadeli sonuçlarını ifade etmeksizin, ılımlı çekincelerini ifade etti. Alman devletinin Nazi rejiminin işlemiş olduğu suçların ardından edindiği demokratik görünüm, önemli çatlaklar sergilemektedir. O, hiçbir zaman özellikle istikrarlı değildi. İmparatorluğun Bismarck yönetiminde kuruluşundan beri Alman devletini biçimlendirmiş gelenek olan yukarıdan otoriter yöne-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Demokratik hakların savunusu, işçi sınıfının, krizin kaynağı olan kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasını amaçlayan enternasyonalist sosyalist bir program temelinde seferber edilmesini gerektirmektedir.
tim, tekrar tekrar yüzeye sızmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı alma biçimi bile demokratik değildir. Normalde, anayasa dokunulmaz kabul edilir. Onun bazı maddeleri “kalıcı hükümler“ içerir ve parlamentodaki üçte ikilik çoğunluk tarafından bile değiştirilemez. Kapitalist mülkiyetin güvencesi gibi anayasal bir hükmü sorgulayan kişi “anayasa düşmanı“ olarak değerlendirilir ve kendisi, ikiyüzlü biçimde Anayasayı Koruma Federal Bürosu olarak adlandıran iç istihbarat örgütü tarafından izlenir. Ama yönetici sınıf, anayasanın, ordunun ülke içindeki faaliyetlerini yasaklama gibi bir maddesinden hoşnut olmadığı zaman, parlamenter yolu başından atar. Bu bakımdan, Anayasa Mahkemesi‘nin kararı, onun 12 Temmuz 1994’te aldığı ve Alman ordusunun uluslararası konuşlandırılmasına zemin hazırlayan kararını hatırlatmaktadır. 1994’teki mahkeme kararı, bugün olduğu gibi, sınır ötesi askeri konuşlanmaları yalnızca olağanüstü koşullarda başvurulabilecek son çare vb. ilan eden çeşitli koşullarla sınırlanmıştı. Ama bütün bunlar uzun süredir unutulmuş durumda. Alman ordusunun uluslararası savaş alanlarına sevki artık sıradan bir konudur. Aynı zamanda, Alman ordusunun ka-
1936 Moskova duruşmaları üzerine
Kızıl Kitap
Prinkipo Yayıncılık Yazan: Lev Sedov Çeviren: Halil Çelik 224 syf., 14 TL.
rakteri de değişmiştir. O, uzun süredir, kısa bir süreliğine üniforma giyen askere alınmış gençlerden oluşmuyor. Alman ordusu, bunun yerine, Afganistan’da ve başka yerlerde öldürmeyi öğrenmiş profesyonel askerlerden oluşmaktadır. Almanya içindeki askeri harekâtların yasallaşması, uluslararası bir eğilimin parçasıdır. ABD, 11 Eylül 2001’den bu yana, bütün nüfusu gizlice gözetleyen geniş bir güvenlik ağı oluşturmuştur. Avro krizi sürecinde, Avrupa’daki demokratik hakların içi boşaltılmıştır. Milyonlarca insanın geçimini ortadan kaldıran kemer sıkma programları, halka danışmaksızın, bankalar ve onların Avrupa Birliği ile ulusal hükümetlerdeki yandaşları tarafından dayatılmaktadır. Göçmenlerin ve Romanlar gibi azınlıkların demokratik hakları büyük ölçüde geçmişe ait bir şey haline gelmiş durumda. Federal Anayasa Mahkemesi’nin kararı, demokratik hakların savunusunun devletten ve onun kurumlarından medet umma üzerine oluşturulamayacağını ortaya koyuyor. Demokratik hakların savunusu, işçi sınıfının, krizin kaynağı olan kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasını amaçlayan enternasyonalist sosyalist bir program temelinde seferber edilmesini gerektirmektedir. HHHH
Bu kitabı aşağıdaki adresimizden yüzde 50 indirimli olarak elde edebilirsiniz. Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B, Üsküdar - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 e-posta: info@toplumsalesitlik.org
41
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
şilili öğrencilerin eylemleri sürüyor Ş
ilili öğrenciler üniversite harçlarının düşürülmesi, eğitim kalitesinin arttırılması ve bütçeden eğitime daha fazla kaynak arttırılması talepleriyle uzun süredir gerçekleştirdikleri protestolara Ağustos ayında da devam ettiler. Ağustos ayının başında Başkent Santiago’da 8 liseyi işgal eden öğrenciler, Belediye başkanının bursları kesme tehdidine ve polisin sert müdahalelerine rağmen protestoların dozunu arttırmaya devam ediyor. Öğrenciler, en son, 20 Ağustos’ta, Chiloe Adası’ndaki feribot seferlerini durdurmak için yere yatarak araç geçişine izin vermedi ve feribot seferlerinin yapılmasını engelledi. Yaklaşık 2 saat boyunca limanı işgal eden öğrenciler, polisin sert müdahalesinin ardından dağıtıldı. Hükümet, Haziran ayından beri şiddetlenen gösteriler nedeniyle 3 kez reform paketi hazırlamak zorunda kalmıştı. En son, Ağustos ayının sonunda açıklanan reform paketi de
42
öğrenciler tarafından kabul edilmedi. Pakette eğitim ödeneklerinin arttırılması ve faiz oranlarının düşürülmesi öngörülüyordu. Polis, Haziran ayında gerçekleştirilen ilk eyleme de sert bir şekilde müdahale etmiş ve 500’e yakın öğrenciyi gözaltına almıştı. Ağustos ayındaki eylemlerde ise 150 dolayında öğrenci gözaltına alındı. Şili’de sokaklarda olanlar yalnızca öğrenciler değil. Temmuz ayının başında, Şilili işçiler de sokaklara döküldü ve polisle çatıştı. Asgari ücrete yapılan zammı yetersiz bulan işçiler, asgari ücretin 193.000 Şili pesosundan 250.000 pesoya çıkarılması talebiyle oldukça geniş katılımlı bir eylem düzenlediler. Hükümetin işçilere yanıtı ise öğrencilere uyguladığı yöntemden farklı olmadı. Başkanlık Sarayına yürümek isteyen işçilere tazyikli su ve biber gazıyla müdahale edildi. Şilili işçilerin ve öğrencilerin son dönemde artan eylemleri yaşam standartlarının her geçen gün düşmesiyle birlikte daha da şiddetlenme potansiyelini taşırken, bu mücadelelerin diğer Latin Amerika ülkelerindeki muhalefetle birleşmemesi ve onları bu koşullara mahkum eden sisteme yönelmemesi durumunda ciddi bir moral bozukluğuyla birlikte geri çekilmesi de olası. Şilili işçi ve öğrencilerin ihtiyacı olan şey, özel mülkiyete dayalı kapitalist düzene son verme görevini önüne koyan ve onları uluslararası sosyalist hareketle bütünleştirecek olan enternasyonalist bir partidir.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
quebec’teki öğrenci boykotunun siyasi dersleri keith jones
Quebec öğrenci boykotu, yalnızca birkaç hafta önce Kanada’nın yönetici seçkinlerini sarsıyor ve işçi sınıfının siyasi bir patlamasına yol açmakla tehdit ediyordu. O, şimdi, eğitimin toplumsal bir hak olarak kabul edilmesi gibi daha büyük hedefler şöyle dursun, öğrencilerin üniversite öğrenim harçlarındaki artışın dondurulması biçimindeki doğrudan taleplerini bile güvence altına alamamasıyla birlikte, yavaşça ortadan kayboluyor.
İngilizce özgün metin için bkz.
http://wsws.org/articles/2012/a ug2012/pers-a21.shtml
Q
uebec öğrenci boykotu, yalnızca birkaç hafta önce Kanada’nın yönetici seçkinlerini sarsıyor ve işçi sınıfının siyasi bir patlamasına yol açmakla tehdit ediyordu. O, şimdi, eğitimin toplumsal bir hak olarak kabul edilmesi gibi daha büyük hedefler şöyle dursun, öğrencilerin üniversite öğrenim harçlarındaki artışın dondurulması biçimindeki doğrudan taleplerini bile güvence altına alamamasıyla birlikte, yavaşça ortadan kayboluyor. Hiçkimse, öğrencileri yeterince militanlığa ya da kararlılığa sahip olmamakla kınayamaz. Onlar, aylarca, göz yaşartıcı gazları, biber gazını ve kauçuk mermileri de içeren daha önce görülmedik bir polis baskısına cesaretle karşı koydular. Altı ay süren boykot süresince, büyük çoğunluğu polisin izni olmadan gösteri yapma “suç”undan olmak üzere, 3.000’den fazla öğrenci ve destekleyici tutuklandı. Liberal eyalet yönetiminin ve şirket medyasının korktuğu gibi, öğrenciler, açıkça anti-demokratik olan 78. Tasarı’nın (Yasa 12) geçtiğimiz Mayıs ayında kabul edilmesiyle boykotlarının suç sayılması yoluyla sindirilmeye karşı çıkmıştı. Peki, boykotun yenilgisi neyle açılanabilir? Sendikalar ve öğrenci birliklerinin (FECQ ve FEUQ) üyesi olduğu sendika ile Parti Quebecois, aylarca, boykotun sona ermesi için kampanya sürdürmekten başka birşey yapmadı. Sendikalar, 78. Tasarı çıkar çıkmaz, yasal olarak öğretmenleri boykotu kırmada hükümete yardımcı olmaya zorlama da dahil, tasarının bütün koşullarına boyun eğeceklerini ilan ettiler. Sendikalar ile onların kuyruğundaki FECQ ve FEUQ, Parti Quebecois’in (PQ) arkasında, boykotu kırma yönündeki ortak çabalarında, öğrencileri ve 78 Nolu Yasa Tasarısı’na karşı ortaya çıkan geniş muhalefet hareketini bölmeye çalıştılar. Quebec büyük burjuvazisinin hükümetteki partisi PQ, göreve geldiğinde, eyaletin tarihindeki en büyük sosyal harcama kesintilerini dayattı. Ama suçlu olan, yalnızca sendikalar ve onların öğrenci üyeleri değildi. Sosyal demokrat Yeni Demokrat Parti (NDP), Quebec Solidaire ve bütün Quebec sahte solu, boykotu siyasi olarak boğmada ve yalıtmada onlara katıldı. Onların hepsi, Charest hükümetini ve Quebec seçkinlerini sıkıştırmayı amaçlayan bir öğrenci protestosuyla yetinme konusunda son derece kararlıydı. Tümü, öğrencilerin mücadelesini büyük işletmelerin ve onların siyasi temsilcilerinin küresel kapitalist krizin bedelini çalışanlara ödetme yönelimine karşı Kanada’da ve dünyada yükselen işçi sınıfı hareketiyle birleştirmeye karşı çıktı. Grevin başını çekmiş olan öğrenci grubu CLASSE, öğrenim harçlarında artış konusunu, Liberal Quebec hükümetinin ve Muhafazakâr federal hükümetinin kemer sıkma programlarına herhangi
43
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k CLASSE, öğrencilerin protestosunun yeterince uzun ve gürültülü olması durumunda hükümetin pazarlık edeceğinde ısrar etti. Ama şirket medyası ve bir bütün olarak Kanada egemen sınıfı tarafından cesaretlendirilmiş olan Charest hükümeti, kitlesel baskıya teslim olmak şöyle dursun, ona artan devlet baskısıyla yanıt verdi.
bir meydan okumadan ayırmada ısrar etti. 78 Nolu Yasa Tasarısı’nın kabul edilmesinin ardından, CLASSE, geçici bir süre, “toplumsal boykot”tan, daha yaygın bir protesto hareketine olan gereksinimden söz etti. Ama sendikalar ne denli sınırlı olursa olsun her türlü işçi eylemini engellemeye kararlı olduklarını belirttiklerinde, CLASSE, kendi önerisini bir yana attı. Quebec öğrencilerinin boykotu, her büyük mücadele gibi, yalnızca Quebec ve Kanada’daki değil ama dünyanın her yerindeki gençler ve işçiler için son derece önemli dersler içeriyor. İlk olarak, Kanada yönetici sınıfı, kapitalizmin Büyük Bunalım’dan bu yana en büyük krizinin patlamasına, ABD, Avrupa ve Japonya’daki mevkidaşlarından daha küçük olmayan bir toplumsal karşı devrim başlatarak yanıt vermişlerdir. CLASSE, öğrencilerin protestosunun yeterince uzun ve gürültülü olması durumunda hükümetin pazarlık edeceğinde ısrar etti. Ama şirket medyası ve bir bütün olarak Kanada egemen sınıfı tarafından cesaretlendirilmiş olan Charest hükümeti, kitlesel baskıya teslim olmak şöyle dursun, ona artan devlet baskısıyla yanıt verdi. Eğitim, iş ya da sağlık hizmetleri gibi
sosyal haklar yalnızca kapitalist sisteme, onun siyasi temsilcilerine, polise ve mahkemelere karşı siyasi mücadele dolayımıyla güvence altına alınacaktır. İkincisi, bankaların ve büyük şirketlerin ekonomik yaşam üzerindeki mutlak gücünü kıracak toplumsal güce, yalnızca işçi sınıfı sahiptir. Bu, ekonominin sosyalist biçimde yeniden örgütlenmesine adanmış; böylece, dar bir seçkinler grubunu zenginleştirmenin değil, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasının yaşayan bir ilke haline geldiği işçi hükümetlerinin kurulmasını gerektirir. Ama işçi sınıfının temel sınıf çıkarlarını öne sürmesi, geçtiğimiz 30 yıl boyunca baştan aşağı şirket yönetimlerine ve devlete uyarlanmış olan mevcut sendikal aygıtlardan bağımsız ve onlara muhalif yeni mücadele örgütlerinin inşasını gerektirmektedir. Öğrenci boykotu, sendikaların hain rolünü bir kez daha gözler önüne sermiştir. Kanada’nın yönetici seçkinleri, öğrencilerin 78 Nolu Yasa Tasarısı’na başkaldırmasıyla ve işçi sınıfı içinde canlanan destekle sarsılmıştır. 78 Nolu Yasa Tasarısı’nın kabul edilmesinden yalnızca dört gün sonra, 250.000’den fazla insan Montreal’de gösteri düzenledi; sonraki günlerde, binlerce insan Quebec’in dört bir yanında kendiliğinden gerçekleşen hükümet karşıtı gösterilere katıldı. 78 Nolu Yasa Tasarısı’nın bütün yaptırımlarını uygulamaya kalkışmanın, durumu, Mayıs-Haziran 1968’de Fransa’da olduğu gibi provoke edebileceğini fark eden yönetici sınıf taktik bir değişiklik yaptı. O, 78. Tasarı'nın sert yaptırımlarını elde tutarken, boykotun altını oymak için, asıl olarak sendikalara ve onların siyasi müttefiklerine bel bağlamayı tercih etti. 22 Mayıs günü Montreal’de düzenlenen öğrenci yürüyüşü
44
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
... öğrencilerin boykotu, sendikaları ve burjuvazinin “sol” iktidar partilerini desteklerken radikal laflar eden, ulusalcılığı canlandıran ve kapitalist düzenin değiştirilemez olduğunda ısrar eden orta sınıflara ait sahte sol örgütlerin aksine, sosyalistenternasyonalist bir perspektif üzerine kurulu devrimci bir önderliği inşa mücadelesinin merkezi öneme sahip olduğunun altını çizmiştir.
Bu güven boşa çıkmadı. Quebec İşçi Federasyonu, 78 Nolu Yasa Tasarısı’na karşı işçi sınıfı muhalefetinin patlamasına, Kanada Sendikalar Kongresi’ne boykottaki öğrencilere hiçbir destek verilmemesini talep eden bir mektup yazarak yanıt verdi. Birkaç gün sonra, Quebec’in en büyük işçi federasyonu, bütün sendikalar adına, sağcı Liberal hükümete olan muhalefeti PQ’ya yedeklemeye yönelik bir kampanyanın başını çekerek, “sokaktan sonra oy sandığına” sloganını benimsedi. Üçüncüsü, öğrencilerin boykotu, sendikaları ve burjuvazinin “sol” iktidar partilerini desteklerken radikal laflar eden, ulusalcılığı canlandıran ve kapitalist düzenin değiştirilemez olduğunda ısrar eden orta sınıflara ait sahte sol örgütlerin aksine, sosyalistenternasyonalist bir perspektif üzerine kurulu devrimci bir önderliği inşa mücadelesinin merkezi öneme sahip olduğunun altını çizmiştir. CLASSE’ın düzene bağlı FECQ’nun ve FEUQ’nun tersine mücadeleci bir örgüt olduğuna inanan çok sayıda öğrenci ona yöneldi. Ama CLASSE’nin ulusalcı muhalif yönelimi özünde farklı değildi. O yüzünü işçi sınıfına dönmeye karşı çıktı, sendikaları, öğrencileri devlet karşısında yalnız bıraktığı için eleştirmeyi reddetti ve öğrencileri PQ’ya yedekleme kampanyasına ayak uydurdu. CLASSE’nin sözcüleri, sürekli olarak, Liberaller’in PQ eliyle yenilgiye uğratılmasının, öğrenciler için tam bir zafer olmasa da, bir kazanım olacağını açıkladılar. CLASSE’ın politikaları, büyük ölçüde, Quebec Solidaire’in (QS) ve çeşitli anarşist grupların etkisi altındadır.
Yönetici seçkinler, öğrenci boykotunu, öğrencileri PQ’ya yönlendirerek bastırmaya çalışırken, PQ bu büyük burjuva partisi ile -önce seçim müttefiki, şimdi de PQ’nun 4 Eylül’deki seçimlerin ardından bir azınlık hükümeti kurması durumunda küçük ortak olarak- bir ittifak oluşturma peşindedir. Anarşistler, işçi sınıfını harekete geçirme ve onu sendikaların siyasi ve örgütsel egemenliğinden kurtarma mücadelesine karşı, “doğrudan eylem”in (polisle bireysel çatışmaların, sembolik işgallerin ve ablukaların) başlıca yandaşlarıdır. Onların bütün politikalara ve partilere yönelik içi boş kınamaları, yalnızca işçi sınıfının kendisini egemen sınıfın partilerinden ayırma ve toplumu çalışanların çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemeye yönelik bir program oluşturma mücadelesini engellemeye hizmet etmektedir. Öğrenci boykotu, Mısır’dan Yunanistan’a, İspanya’ya ve Wisconsin’e kadar 2011’den beri dünyayı sarsan işçi mücadeleleri dalgası gibi, aynı temel siyasi sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. İşçi sınıfının mücadeleleri sendikalar, göstermelik “sol” partiler ile onların avukatları ve yardımcıları olarak faaliyet gösteren sahte radikal örgütler tarafından sınırlandırılmakta ve bastırılmaktadır. Sosyalist Eşitlik Partisi, onun gençlik örgütü olan Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Öğrenciler ve Dünya Sosyalist Web Sayfası ise işçi sınıfının önderlik krizinin üstesinden gelmek; işçi sınıfını bir işçi hükümeti ve sosyalizm uğruna mücadeleye hazırlayıp ona önderlik edecek devrimci önderliği geliştirmek için mücadele ediyor. HHHH
45
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
T
kürt sorununda savaş dönemi
ürkiye’deki Kürt sorunu, özellikle Temmuz ayının sonundan itibaren savaş ekseninde ilerliyor. Geçtiğimiz aylarda yoğunlaşan çatışmalar, “23 Temmuz süreci” ve PKK’nin “taktik değişiklik” açıklamasıyla açık bir savaş halini almış durumda. PKK, gerilla savaşının ana taktiği olan “vur-kaç” eylemleri yerine, Hakkâri Şemdinli bölgesinde cephe savaşı olarak adlandırılabilecek bir süreç başlattı. Sürecin bu noktaya gelmesi hiç şüphesiz tesadüf değil. Önceki sayılarımızda da ifade ettiğimiz üzere, “Kürt açılımı”nın başlatıldığı dönem ile içinden geçmekte olduğumuz dönem arasında büyük kırılmalar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Suriye Kürdistanı’nda Baas rejiminin kontrolü kaybetmesi, bu kırılmaların sonuncusuydu. Suriye’ye karşı açık işgal hazırlıklarının sürdüğü mevcut durumdan yararlanmak isteyen PKK, saldırılarını arttırıp Suriye’yi örnek göstererek, TC Devleti ile çok daha güçlü bir şekilde masaya oturmayı ve özerklik hedefine ulaşmayı amaçlıyor. Yeniden ivme kazanan savaşın bedelini de, başta onun içinde kalanlar, köyleri bir kez daha boşaltılanlar ve çatışmalarda ölenler olmak üzere, Kürt ve Türk emekçileri ile gençleri ödüyor. Geçtiğimiz ay, PKK’nin etkisini arttırmasının bir örneği olarak, CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün kaçırılmıştı. Aygün serbest bırakılmasının ardından yaptığı açıklamada, gerillalarla yaptığı konuşmaları aktardı ve onların “savaşın sona ermesini istediklerini, hedefledikleri demokratik özerklik sisteminin kimi Avrupa ülkelerinde de var olduğunu” ifade ettiklerini söyledi. Aygün’ün ağzından aktarılan bu ifadeler ilk kez dile getirilmiyor. PKK ve BDP cephesinden bu yönde çok sayıda açıklama yapıldığı biliniyor. “Demokratik özerklik” üzerine geçmiş dönemlerde kaleme aldığımız yazılarda, biz de, bu programın Avrupa Birliği’nin yerel yönetimler programıyla uyumlu olduğunu ve ger-
46
çekte hem AB hem de Türkiye burjuvazisinin hedefleriyle çakıştığını ifade etmiştik. Programın çakışması, elbette o programa önderlik etme hedefi taşıyan kesimlerin çatışmasını engellemiyor. Türkiye’nin tamamında hayata geçirilmesi hedeflenen yerel yönetimlerin güçlendirilmesi programıyla birlikte, Kürt illerinin kontrolünün PKK önderliğindeki Kürt hareketine geçmesi riski, AKP’yi bu programı uygulamaya koymaktan uzak tutuyor. Bu noktada, Suriye’deki Demokratik Birlik Partisi (PYD) liderlerinin yaptığı röportajlar ve açıklamalar oldukça aydınlatıcı. PYD’nin üstüne basarak vurguladığı birkaç nokta var. Bunlardan biri, Türkiye’ye düşman olmadıkları ve ona yakın olmak istedikleri, bunun için de Kürt sorununun demokratik çözümünün geliştirilmesi. Kendilerinin “Suriye’nin BDP’si” olarak kabul edilmesini isteyen PYD liderleri, açıkça, bölgede emperyalistlerin doğrudan müdahalesiyle oluşan yeni durumda Türkiye ile birlikte çalışmak istediklerini ifade ediyorlar. Türkiye’de siyasi gündem, Suriye’deki iç savaş hem de PKK ile yoğunlaşan çatışmalar nedeniyle savaş eliyle belirleniyor. Bu durum -PKK üstlenmemiş olsa da- Gaziantep’teki sivillere yönelik terör eyleminin hükümet ve medya tarafından PKK’ye mal edilmesi nedeniyle, birçok ilde Kürtlere yönelik saldırıların gelişmesine yol açıyor. Şoven-milliyetçiliğin kışkırtılması, hiç şüphesiz egemenlerin Suriye’ye yönelik savaş hazırlıklarının da bir parçasıdır. İçerideki çatışmaların ve dışarıya yönelik savaş hazırlıklarının yoğunlaştığı bu dönemde militarizme ve savaşa karşı çıkmanın tek tutarlı yolu, bu yaşananların nedeni olan kapitalist sisteme ve burjuva egemenliğine son vermek için işçi sınıfının uluslararası devrimci birliğini oluşturmaktan geçiyor. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
zorunlu eğitim reformu: “4+4+4” hakan aktaş
Mevcut dersliklerin dahi yeterli olmadığı, öğretmen açığının yüz binlerle ifade edildiği bir dönemde, bütünüyle aceleci ve “kapsamlı” bir şekilde başlatılan bu uygulamayla, okula yeni başlayacak yüz binlerce birinci sınıf öğrencisini çok büyük sorunlar bekliyor.
O
kulların açılmasına birkaç gün kala, “4+4+4” olarak ifade edilen ve zorunlu eğitimi kademeli olarak 12 yıla çıkaran “eğitim reformu” üzerine tartışmalar sürüyor. Hatırlanacağı üzere meclisin ilgili komisyonlarında bizzat AKP’li vekiller eliyle tartışılması engellenerek yasalaşan bu düzenleme, hükümetin onlarca yasal düzenlemede hayata geçirdiği pervasız baskıcı tutumunun bir başka örneği olarak karşımızda duruyor. CHP ise yasanın iptali için Anayasa Mahkemesine başvuru yapmış, mahkeme iptal istemini reddetmişti. Bugün hem veliler ve öğrenciler hem de bu “reformu” okullarda uygulayacak olan öğretmenler, onun basına yansıyan kaba değerlendirmeleri dışında ne ile karşılaşacaklarını bilmiyorlar. Bu belirsizliğin ortasında, okula başlama yaşının 72 aydan 60 aya (60-66 ay arasındaki öğrencilerin okula başlayabilmeleri velilerinin yazılı iznine bağlı) çekilmesi sebebiyle önceki yıla göre % 40 daha fazla öğrencinin birinci sınıfa başlayacak olması, eğitim-öğretimdeki olası krizi derinleştireceğe benziyor. Mevcut dersliklerin dahi yeterli olmadığı, öğretmen açığının yüz binlerle ifade edildiği bir dönemde, bütünüyle aceleci ve “kapsamlı” bir şekilde başlatılan bu uygulamayla, okula yeni başlayacak yüz binlerce birinci sınıf öğrencisini çok büyük sorunlar bekliyor. Bu tespite, mevcut okulların önemli bir kısmının aynı reformla imam hatip ortaokullarına dönüştürülmesini eklediğimizde, okul ve derslik yetersizliği konusunda oldukça önemli sorunlarla karşı karşıya olduğumuz görülür. Dersliklerin yetersizliği meselesi dışında çocukların erken yaşta okula başlayacak olmasının daha önemli sorunlara yol açacağı aylardır bilim insanları tarafından ifade ediliyor. Bu bilimsel uyarıları görmezden gelen hükümet, ara bir formül bularak, bu yaş grubundaki (66-72 ay) bir öğrencinin okula başlama zaruretini, erken başlamanın yol açacağı sakıncalar sağlık raporu ile ispatlandığında ortadan kaldırıyor. Daha şimdiden binlerce öğrencinin, bu rapor temin edilerek okula başlama zaruretinden “kurtulduğunu” belirtelim. Arkadaşları rapor almaksızın okula başladığında kendisinin başlayamamasının anne kucağından neredeyse yeni inmiş çocuklar üzerinde yaratacağı yıkımı görmek için psikolog olmak gerekmiyor. Bilim insanları, rapor almadan okula başlayan 66 aylık öğrencilerin, 83-84 aylık öğrencilerle aynı sınıfta eğitim görmesinin de ciddi sorunlara yol açacağını ifade ediyorlar. Okula yeni başlayan öğrenci sayısındaki artışın, milyonlarla ifade edilen “eğitim piyasasını” genişleteceği kuşku götürmez. Bu piyasa özel okullardan tekstil sektörüne kadar uzanan geniş bir alanı kapsıyor. Bu düzenleme, aynı zamanda, her sokak başına açılan ve öğrenci bulmakta zorlanan özel okullara önemli fırsatlar sunacak. Burada, AKP hükümetinin artan öğrenci sayısına paralel olarak paralı
47
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Bu uygulama, Alevilerin, gayrimüslimlerin ve ateistlerin dışlanmak şöyle dursun- fiziksel saldırılara uğradığı bu ülkede, öğrencileri daha fazla baskıya ve psikolojik şiddete maruz bırakacaktır.
48
eğitimi yaygınlaştırma arzusunu görüyoruz. Çünkü artan okul talebinin devlet eliyle sağlanmadığı ya da “iyi okullara” talebin fazla olduğu koşullarda, “kaliteli eğitim” talebinde bulunan veliler çocuklarını özel okullara göndermeye devam edecekler. “Dindar nesil” hevesi “4+4+4” adlı uygulamada öğrencilerin okula başlama yaşıyla ilgili gelişmeler ve okulların bu geçiş için yetersizliği basında kendisine daha geniş yer bulsa da, onun bütünüyle dini referanslarla biçimlendirilmiş olan yanları aynı ölçüde gündeme taşınmıyor. “Dindar nesil yetiştirme” çabalarının bizzat başbakan tarafından pervasızca ifade edilebildiği bir dönemden geçiyoruz. Diyanet İşleri Başkanı çıkıp her üniversiteye cami / mescid yapılması talebinde bulunabiliyor. Dahası, torunu Fransız kolejinde okuyan bir AKP milletvekilinin bütün okulların imam hatip okullarına dönüştürülebileceği yönündeki açıklaması, başta Çamlıca olmak üzere her tepeye cami taleplerini dahi geride bıraktı. Düzenlemenin gerici yanlarını “12 yıl zorunlu eğitim” sloganıyla gizlemeye çalışan AKP iktidarı, ilkokul 4. sınıftan itibaren okutulan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersinin yanı sıra, 1. sınıftan itibaren “ahlak eğitimi”, “değer eğitimi” veya “karakter eğitimi” gibi dersleri gündeme getirdi. Bu derslerin, “yeterli ahlaki değerlere ve karaktere” sahip olmadığı ön kabulü ile sınıf öğretmenleri yerine “Din Kültürü ve Ahlak bilgisi” öğretmenleri ya da imam hatip liselerinden devşirilecek öğretmenler tarafından verilmek istenmesi, söz konusu ahlak eğitimin içeriğinin ne olacağını da gösteriyor. 5 yaşındaki çocuklar, daha bi-
rinci sınıftan itibaren, sorgulamayan, inançsızları ve farklı inançlara sahip olanları düşman gören dindar bir neslin parçası haline getirilmeye çalışılıyor. “4+4+4” olarak ifade edilen düzenlemede dini referanslar ve dersler elbette bunlarla sınırlı değil. Düzenlemenin en önemli yanını, imam hatip liselerinin orta bölümlerinin açılması oluşturuyor. Önceki uygulamada lise olarak varlığını sürdüren bu okullara, bundan böyle 4.sınıfı bitiren öğrenciler başlayabilecek. Halen okula başlama yılının 1-1,5 yıl geri çekilmesiyle birlikte ele alındığında -eski sisteme göre konuşursak- 3. sınıfı bitiren her öğrenci imam hatip okullarında eğitim öğretim görmeye hak kazanacak. Herhangi bir mesleki eğitim konusunda pedagojik formasyonların liselerde dahi verilemediği Türkiye’de, o yaşlardaki öğrencilerin dini eğitime bizzat velileri tarafından zorlandığını hatırlatarak geçelim. İmam hatip ortaokullarında uygulanan müfredatının bir benzeri, 4 yıla çıkarılan diğer ortaokullarda da uygulamaya konulacak; “din kültürü ve ahlak bilgisi” dersi dışında öğrencilerin seçmeli olarak tercih edebilecekleri “Kuran-ı Kerim ve Hz Peygamber’in hayatı” gibi dersler bu yıl verilmeye başlanacak. Bahsi geçen derslerin seçmeli ders olarak kabul edilmesinin, bu dersleri seçmeyen öğrenciler üzerindeki baskıyı yoğunlaştıracağı kimse için sır değil. Bu uygulama, Alevilerin, gayrimüslimlerin ve ateistlerin -dışlanmak şöyle dursun- fiziksel saldırılara uğradığı bu ülkede, öğrencileri daha fazla baskıya ve psikolojik şiddete maruz bırakacaktır. Dahası “Kuran-ı Kerim” dersi, ona katılan öğrencileri başlarını kapatmaya, cinsiyet temelinde ayrı oturmaya hatta -katılımcı sayısının artmasıyla birlikteayrı sınıflarda okumaya zorlayacaktır. Benzeri bir zorlama kadın öğretmenler için de söz konusu olacak; sonuçta, kılık kıyafetini Sünni-İslami kurallara
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
“4+4+4”, tek başına eğitimöğretim ile ele alınacak bir mesele değildir. O, ticaret hacmi dünya çapında yaygınlaşarak artan eğitim piyasasının genişletilmesi sürecinin ve ABD’nin bölgedeki müttefikleri eliyle Ortadoğu’da gerçekleştirmeye çalıştığı Sünni İslam eksenli emperyalist egemenlik projesinin bir parçasıdır.
göre düzenlemek istemeyen laik kadın öğretmenler süreçten dışlanacaktır. Bu, eğitimin yalnızca içerik olarak değil ama biçimsel olarak da Sünni İslamcı referanslara göre düzenlenmesi yolunda bir adımdır. Çocukların, dinin sorgulamayan ve mutlak itaati dayatan korkutucu-baskıcı yüzüyle erken yaşta karşılaşmalarının, onların bilişsel sistemlerini en baştan çarpıtacağından ve sonraki yaşamlarında ciddi gerilimlere ve psikolojik sorunlara yol açacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Çocuk emeği sömürüsü “4+4+4” düzenlemesi, çıraklık yaşının 11’e düşürülmesini öngörse de gelen eleştiriler üzerine teklif yasa tasarısından çıkarılmıştı. Çocuk işçiliği yaygınlaştıracağı gerekçesiyle gündemden kaçırılan bu uygulamayı önümüzdeki günlerde çok sık duyacağız. Bu ve benzer uygulamalarla milyonlarca çocuğun kapitalist üretim / sömürü sürecinin parçası haline getirilmek istendiği ortada. “İş öğrenme” bahanesiyle bir kez daha milyonlarca çocuk ucuz iş gücü olarak karın tokluğuna çalıştırılacak. Bugün liselerde yaygın olarak uygulanan stajyerlik, bu düzenleme ile ortaokullara kadar inme tehlikesiyle karşı karşıya. Her ne kadar imam hatip ortaokulları dışında meslek liselerinin orta bölümleri açılmasa da patronların -özellikle de küçük sermaye sahiplerinin- çocuk işçiliğin yaygınlaşmasının önündeki yasal engellerden kurtulma çabası sürüyor.
Dinci gericilik Gündelik yaşamın hızla Sünni İslam’ın referanslarıyla belirlendiği, bütün dinsel referanları reddeden ateistlerin, dini toplumsal bir sistem değil de bireysel inanç olarak kabul eden laiklerin ya da Sünni-İslam’ın dışındaki inançlara sahip insanların giderek artan baskılarla karşı karşıya olduğu kimse için sır değil. Gelecek kuşakların, bebeklikten yeni çıkmış çocukların beyinlerinin bizzat devlet tarafından
dinsel dogmalarla biçimlendirilmesini amaçlayan yeni uygulamayla birlikte, bu baskılar daha da artacaktır. Hükümetin ve yandaşlarının “biçimsel” ve “önemli” bir düzenleme olarak göstermek istediği “4+4+4” uygulamasının, özünde, toplumsal yaşamın (ve rejimin) Sünni İslamcı referanslarla yeniden biçimlendirildiği çok daha kapsamlı bir proje olduğunu görmek gerekiyor. Her sokağa (şimdi her tepeye) bir cami inşaatıyla simgelenen bu süreç, başta Ortadoğu olmak üzere, Avrupa’da ve dünyanın geri kalanında da yükselen küresel gericiliğin bir parçasıdır. Avrupa’da, işçi ve emekçilere, krizin sorumlusunun göçmenler ve Müslümanlar olduğu yalanı söylenerek ve -şimdilik“sınırlı” saldırılarla yaşanan bu süreç, Asya’da ve Afrika’da farklı din ve mezheplerden insanların birbirlerini katletmesi biçimini alıyor.
“Büyük resmi” görmek Özetle, “4+4+4”, tek başına eğitimöğretim ile ele alınacak bir mesele değildir. O, ticaret hacmi dünya çapında yaygınlaşarak artan eğitim piyasasının genişletilmesi sürecinin ve ABD’nin bölgedeki müttefikleri eliyle Ortadoğu’da gerçekleştirmeye çalıştığı Sünni İslam eksenli emperyalist egemenlik projesinin bir parçasıdır. Böyle olduğu içindir ki, başta ana muhalefet CHP olmak üzere hiçbir burjuva ya da küçük burjuva muhalefet partisi ya da sendika ona cepheden karşı çıkmıyor, çıkamıyor. (Dahası, onlar, “en hakiki Müslüman biziz” edasıyla ortalıkta dolanarak ya da bir başka din ya da mezhep üzerinden politikalar geliştirerek, yükselen dinci gericiliğin -dolayısıyla emperyalizminin- değirmenine su taşıyorlar). Bunun nedeni, “4+4+4” adlı gerici uygulamanın, küresel ekonomik süreçlerle ve ABD önderliğindeki Batılı emperyalist ittifakın Ortadoğu’da gerçekleştirmeye çalıştığı, mezhep eksenli çatışmaları körükleyen egemenlik pro-
49
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Toplumsal yaşamı Sünni İslam’ın egemenliğine sokmaya çalışan AKP’nin kısaca “4+4+4” adıyla anılan yeni uygulamasına karşı, dinsel dogmalardan arındırılmış bilimsel bir eğitim talebi yükseltilmelidir.
jesiyle sıkı sıkıya bağlantılı olmasıdır. “4+4+4”, Batılı emperyalist ittifakın, özellikle de ABD’nin bölgedeki en önemli taşeronlarından biri olan AKP iktidarının, Türkiye toplumunu devlet eliyle din temelinde ayrıştırma ve yeniden biçimlendirme yolunda attığı önemli bir adımdır. Ancak bu adım, önemli olduğu kadar tehlikelidir de. Zira “laik” karakteri zaten bir hayalden ibaret olan TC Devleti’nin Sünni İslam kimliğini giderek daha pervasız biçimde dayatması bütün katliamlara ve sürgünlere rağmen- bir etnisiteler, dinler ve kültürler mozaiği olmaya devam eden bu ülkede, ciddi toplumsal çalkantılara davetiye çıkartmaktadır. Bu süreçte, rejimin giderek daha fazla otoriter hatta totaliter karakter edinmesi kaçınılmazdır. Bu “büyük resim” görülmeksizin, ne “4+4+4”e ne de diğer gerici uygulamalara karşı koyulabilir.
Saldırıyı püskürtmek için “4+4+4”, 10 yıllık AKP iktidarının, bölgesel emperyalist projelerin taşeronu olarak Türkiye ve Ortadoğu emekçilerinin geleceğinin önüne adım adım ördüğü ve kesinlikle kapsamlı toplumsal çatışmalara yol açacak olan duvarın yalnızca bir tuğlasıdır. Bu süreci durdurmak ve bu gerici duvarı yıkmak gerekiyor. Peki nasıl? Yanıtlanması gereken soru budur. “Demokrat ve ilerici” küçük burjuva siyasetçilerinin en “sorumlu” davrananları, bize, çocukları okula göndermemeyi ve mahkemelere başvurmayı öneriyorlar. Aralarında “sosyalist” olduğunu iddia eden çevreler ile “muhalif” sendika bürokrasilerinin yer aldığı küçük burjuva solcuları ise “4+4+4ü sokakta protesto edelim” diyorlar. “4+4+4”e karşı mücadelenin sokaklara taşınması ve dinsel dogmalardan arındırılmış bilimsel bir eğitim talebinin yükseltildiği kitlesel gösterilerin düzen-
50
lenmesi, elbette önemli. Ama bundan çok daha önemli olan şey, başta “4+4+4”ü yaşama geçirecek olan öğretmenler olmak üzere, emekçi kitlelerin harekete geçirilmesidir. Öğretmenlerin ve diğer emekçilerin AKP iktidarına ve onun ardında duran burjuvaziye geri adım attırabileceği asıl yerler, sokaklar değil, işyerleridir. “4+4+4”e karşı mücadele, yalnızca, mal ve hizmet üretiminin -öğlen tatilinde bir saatliğine ya da doktordan rapor alıp işe gitmeyerek değil- işçi sınıfına yakışan bir militanlıkla, gerçekten durdurulmasına bağlıdır. Bunun dışındaki her eylem, sendikaların ve onların kuyruğundaki küçük burjuva “sosyalist” partilerin on yıllardır kanıtladığı gibi, sonuçsuz kalacak ve kitleler üzerinde moral bozucu bir etki yaratacaktır “4+4+4”e ve eğitimde kurumsallaşan dinci gericiliğe karşı mücadelenin başarısı, onun, AKP’nin hem içeride hem de dışarıda attığı bütün diğer adımlarla ilişkisini kuran; AKP iktidarının bütün uygulamalarını ait oldukları küresel kapitalist çerçeveye dahil eden bilimsel sosyalist bir perspektif üzerinde yükselmesine bağlıdır. Bu perspektif, bütün insan etkinliklerini serma- yenin kâr güdüsünden ve özel mülkiyet / ulus devlet cenderesinden kurtarmayı; maddi ve entelektüel üretimi yalnızca insan ihtiyaçlarını karşılamayı hedefleyecek şekilde yeniden örgütlemeyi içerir. ABD emperyalizminin yerel siyasi taşeronu AKP’nin, gerici Arap monarşileriyle el ele gerçekleştirmeye çalıştığı bu gerici projeye karşı mücadele, yalnızca, onu sosyalist toplumu kurma mücadelesiyle birleştirme yeteneğine sahip bir işçi sınıfı önderliği altında başarılı olabilir. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
bir “ileri demokrasi” ülkesinden medya manzaraları m. özgür demir
Gün geçmiyor ki Başbakan Erdoğan’dan veya diğer hükümet temsilcilerinden muhalif basına ve yazarlara tehditler/balans ayarları gelmesin. Erdoğan, en son Kadıköy-Kartal metrosunun açılışında medyaya yüklendi ve hükümet politikalarını desteklemeyen yazarları açıkça tehdit etti
A
KP hükümetinin dış politikada Suriye ve içeride Kürt sorunu konusunda uyguladığı gerici ve saldırgan politikalar, gün geçtikçe kendisini tüm alanlarda hissettiriyor. Medya da bu politikalardan nasibini alanların başında geliyor. Gün geçmiyor ki Başbakan Erdoğan’dan veya diğer hükümet temsilcilerinden muhalif basına ve yazarlara tehditler, “balans ayarları” gelmesin. Erdoğan, en son Kadıköy-Kartal metrosunun açılışında medyaya yüklendi ve hükümet politikalarını desteklemeyen yazarları açıkça tehdit etti: “Her türlü kutsalı çiğneyerek Ramazan ayında da kan akıtan teröristlere karşı, açık ve net söylüyorum. Televizyon kanallarına, onların avukatlarını, onların meddahlarını çıkartan medyaya karşı tavrım vardır, bundan sonra da olacaktır. Herkes net olacak. Kimden yana olduğunu söyleyecek. Sen PKK terör örgütünden yana mısın yoksa bu milletten yana mısın? Birçok senaryolara da karnımız toktur. 2012 yılı ramazan ayını kana bulayan bu zalimleri inanıyorum ki insanlık, hiçbir zaman unutmayacak ve unutturmayacak.'' Erdoğan’ın bu tehditleri yeni değil. Özellikle Suriye hava sahasında düşürülen Türk jeti ile ilgili olarak hükümet kaynakları dışından bilgi veren ve hükümetin verdiği bilgiler konusunda şüphe duyan gazeteciler açıkça tehdit edilmiş ve vatan hainliği ile suçlanmıştı. Erdoğan, kısa bir süre önce katıldığı bir canlı yayında ise üzerinde yorum yapılamayacak şu sözleri söylemişti: "Hani terör örgütünün yayın organları var bunu biliyoruz. Ama bir de onlarla ilişkisi olmadığını söylediği halde bilerek veya bilmeyerek maalesef onların tezgahına veya onların ocağına odun taşıyanlar var. Bunları nereye kadar kabulleneceğiz. İsmen mi bunları ifşa edeceğiz."
Baskının arkasındaki nedenler Ankara’nın, Suriye’de, Libya’daki gibi sürece sonradan dahil olarak kırıntılarla yetinmek yerine sürecin başında müdahil olmak istediğini biliyoruz. AKP hükümetinin servis ettiği haberlerle Suriye’ye olası bir operasyonun gerekçeleri topluma dayatılıyor. Ancak zaman ilerledikçe BAAS rejiminin iktidarı kolayca teslim etmeyeceği anlaşılırken, hükümetin saldırgan politikasına karşı burjuva basında da tek tük aykırı sesler de çıkmaya başladı. Emperyalist yağmadan daha fazla kırıntı elde etmeyi amaçlayan bu saldırgan politikanın kazanımları kadar büyük kayıpları olacağı, yavaş yavaş, önce uluslararası basında, sonra da yerel medyada dillendirilmeye başlandı. Suriye politikasına yönelik eleştiriler arttıkça hükümetin bu eleştiriler karşısında tahammülsüzlüğü de arttı. AKP’nin bu saldırgan dış politikasının ülke içinde uyguladığı politikalara da yansıması kaçınılmazdı. Ortadoğu’da yoğunlaşan böl-
51
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Ancak bir de karşı cephede yer almayan, Başbakan’ın sözleriyle, “onların ocağına odun taşıyanlar” da var. Son günlerde Erdoğan’ın ve hükümetin estirdiği psikolojik terör de onların üzerinde yoğunlaştı.
gesel çıkar çatışmalarının ve gerilimlerin ortasında Kürt Açılımı politikası son birkaç yıldır yerini Kürt siyasetine diz çöktürme ve onu teslim alma politikasına bıraktı. Yıllardır hükümeti destekleyen, hatta açılımların temellerini atan liberal gazetecilerin kafalarında soru işaretleri oluşmaya başlıyor; ana akım medyada bile, hükümet politikalarına yönelik eleştiriler yer alıyor. Hükümet Kürt siyasetçilerine dönük KCK operasyonlarıyla zaten karşı cephede yer alan gazetecilere bir süredir operasyon düzenliyordu. Ancak bir de “karşı cephe”de yer almayan, Başbakan’ın sözleriyle, “onların ocağına odun taşıyanlar” var. Son günlerde Erdoğan’ın ve hükümetin estirdiği psikolojik terör de onların üzerinde yoğunlaştı. Erdoğan’ın yaptığı konuşmalardaki açık tehditler, yandaş medya tarafından yapılan dolaylı tehditler, görevine son verilen veya son verilmekle tehdit edilen yazarlar… Gelin, geçtiğimiz günlerde gündeme gelen bazı haberlere bakalım.
“KCK basın komitesi'' davası 20 Aralık 2011'de yapılan baskınlarla gözaltına alınarak tutuklanan ve dokuz aydır cezaevinde bulunan Kürt gazetecilerin yargılandığı ''KCK Basın Komitesi'' yargılaması İstanbul 15. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 10 Eylül 2012'de başlıyor. Duruşmada Dicle Haber Ajansı’ndan (DİHA), Özgür Gündem gazetesinden, Demokratik Modernite dergisinden, Azadiya Welat’tan, Fırat Dağıtım’dan, Vatan gazetesinden ve Fırat Haber Ajansı’ ndan, aralarında imtiyaz sahiplerinin, yayın yönetmenlerinin, yazı işleri müdürlerinin, köşe yazarlarının, yöneticilerin ve muhasebecilerin bulunduğu 36 kişi yargılanacak. İddianamede terör örgütü üyeliği ile ilgili olarak gösterilen delillerin yayınlanan yazılar, haberler olduğu ve yargılananın aslında BDP paralelindeki Kürt siya-
52
seti olduğu açıkça görülüyor.
Yeni Akit’in provokasyonu 10 Ağustos 2012 tarihli Yeni Akit gazetesinde "Sakık'tan Bombalar" başlığıyla yayımlanan yazıda, Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar gibi özellikle son dönemde Kürt sorunu konusunda hükümeti eleştiren liberal yazarlar hedef gösterildi. Şemdin Sakık'ın gönderdiği iddia edilen mektuba dayandırılarak yapılan haberde söz konusu gazetecilerin PKK destekçisi olduğu ilan edilmişti. Yeni Akit daha önce de Ali Bayramoğlu hakkında itibarsızlaştırmaya dönük haberler yapmış ve İHD Genel Başkanı Akın Birdal’ı hedef göstermişti. Yatıp kalkıp muhalif gazetecilere tehditler savuran hükümet temsilcileri bu gazetenin yayınlarına ciddi bir tepki göstermedi; dahası, başbakan Erdoğan yandaş medya gruplarının oluşturduğu Medya Derneği ile Başbakanlığın İstanbul Dolmabahçe Çalışma Ofisi’nde gerçekleştirdiği toplantıda Yeni Akit Genel Yayın Koordinatörü Hasan Karakaya ile aynı masada oturmakta da bir sakınca görmedi. “Sektörün sorunlarının ele alındığı” belirtilen toplantıda gazetecilere dönük baskılar ve ifade özgürlüğü -herhalde sorun olarak görülmediği için- gündeme gelmedi. Yeni Akit gazetesinin daha önce hakkında siyasi linç kampanyası yürüttüğü Ali Bayramoğlu Taraf Gazetesi’ ne verdiği demeçte hükümetin bu yayınlara tepki vermemesine dikkat çe-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k bir kez daha devletine aracı ve kefil olan gazeteci müsveddeleri artık fütursuzca saçmalıyor.” Türker’in yazısının yayınlanmaması gazetenin bağlı bulunduğu sermaye grubunun hükümetle olan ilişkileri düşünüldüğünde hiç de şaşırtıcı değil. Serdar Akinan ise son dönemde yazdığı Şemdinli ve Suriye yazılarıyla hükümetin tepkisini çekmiş; Başbakan Erdoğan, katıldığı bir televizyon programında, "yapılanları not ediyoruz" sözleriyle isim vermeden ona çıkışmıştı. Akinan altı gazeteci ile birlikte Yıldırım Türker ve Serdar Akinan “ekonomik” gerekçelerle gazeteden Yıldırım Türker, Radikal Gazete- kovuldu. si'nden 14 Ağustos günkü köşesi için Yeni yayın dönemine hoş geldiniz kaleme aldığı "Stratejistler, Gazeteci- Türker ve Akinan gibi onlarca gazeler, Devlet Kaynakları" başlıklı yazısı- teci geçtiğimiz dönemde benzer genın yayınlanmaması üzerine ayrıldı. rekçelerle işlerinden ayrılmak zoTürker istifasının ardından Taraf ga- runda kaldılar. Televizyonda günlerce zetesine verdiği röportajda Radi- yayın ilkelerini maddeler halinde yakal'den ayrılış sürecini şöyle anlattı: yınlayan NTV’de yaşananlar ise yeni "Daha önceki yayın yönetmenleri dö- medya düzeninin geldiği noktayı gösneminde de birkaç defa benzer giri- teriyor. Nuray Mert, Ruşen Çakır, şimler olmuştu. Karşılıklı restleşmeler Banu Güven gibi NTV’den ayrılmak yaşandı. Ben direndim ve yazılarım ol- zorunda kalan Can Dündar süreci duğu gibi yayımlandı. Pazar günü şöyle anlatıyordu: önce editör aradı, yazının bir bölü- “… O yüzden kanalın yeni çizgi arayımünü çıkarmamı istedi. Sonra Eyüp şının ardında, bizlerin mesleki zaaflaCan arayıp yazımı sorunlu bulduğunu, rından duyulan bıkkınlık değil, genel bu haliyle yayınlamak istemediğini basıncın yarattığı yılgınlık yatıyor diye söyledi." düşünüyorum… Aslında uzunca bir süTürker, Şemdinli’de yaşananlar son- redir medyada geniş bir tasfiye yaşanarasında medyada çıkan yazıları ve cağı, ‘yeni dönem’de bazı gruplara, yorumları ele aldığı yazısında devlet kanallara, gazetelere, kadrolara, isimve medya arasında ayyuka çıkan iliş- lere yer olmayacağı yazılıyor, söylenikileri ele almıştı. “…sağın entelek- yordu. Birçok medya organı da bu tüeli ilan edilmiş yorumcular, nesebi tasfiyeyi zamana yayarak yaşamış, yeni gayrı sahih stratejistler ordusundan döneme sessizce uyum sağlamıştı… beslenen köşe yazarları ve hükümet Aydın Doğan’a yaşatılanları gördükten kaynakları, karşımıza zillerini takmış sonra kimseden kahramanlık bekleyezafer çiftetellisiyle çıkıverdi. Kendile- meyiz. Bize düşen, patronlardan kahrarine besbelli kimi devlet kaynaklarınca manlık beklemek değil, patronların aktarılmış hikayeleri tarihi bağlamına kahramanlık göstermesini gerektirmeoturtan öz yorumları olarak yansıttı- yecek bir medya düzeni için mücadele lar... Devlet kaynaklarının servis ettiği etmektir. Kaygım kişisel değil: Sadece burkulmuş mantık müsamerelerini, o bir bülteni, işi, kanalı değil, bir mesleği kaynaklara biat edip gazetecilik, yo- kaybetme noktasında olduğumuzu görumculuk kisvesi altında okura ileten, rüyorum. Son dönem her sorana –ille
kerek kendisinin de içinde bulunduğu medyaya eleştirilerde bulundu: “En azından bir akreditasyon yaptırımı uygulaması gerekir. Aksi durumlar ise, bu gazeteleri ve bu söylemi destekleyici bir anlam taşır. Olması gereken bu tür toplantılara katılan gazetecilerin kendi soru ve sorunlarını dile getirmeleri, Başbakan’a sual etmeleridir. Oysa Türkiye’de son dönemde yeni bir basın anlayışı var. Gazeteler, Başbakan’ın dertlerini dinliyor. Şikâyetlerini sayfalarına taşıyor. Bu kabul edilemez.”
“Aydın Doğan’a yaşatılanları gördükten sonra kimseden kahramanlık bekleyemeyiz. Bize düşen, patronlardan kahramanlık beklemek değil, patronların kahramanlık göstermesini gerektirmeyecek bir medya düzeni için mücadele etmektir.”
53
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Medyada yaşanan bu son gelişmeler, tekelci sermayenin artık basın ve düşünceyi ifade özgürlüğüne tahammül edemediğinin ifadesidir.
tahtalara vurarak- NTV’de ve Milliyet’te çok huzurlu çalıştığımı söylüyordum. Nasıl bir rastlantıysa ikisi aynı hafta türbülansa girdi. Her yerin birden karışması tesadüf mü?” Can Dündar’ın belirttiği gibi, yeni medya düzeninde gazeteciler işini değil; mesleğini kaybetme noktasında. Medya kuruluşlarının her biri bir sermaye grubunun faaliyet alanı haline gelmiş durumda; doğal olarak da gazete sahipleri ve genel yayın yönetmenleri iktidarla olan ilişkilerini korumak ve yatırımlarını garanti altına almak adına gazetecilik ilkelerini ayaklar altına almakta sakınca gör-
Tarihsel Maddecilik Üzerine H2O Kitap Yazan: Franz Mehring Çeviren: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 96 syf., 7,50 TL
müyor. Yeni medya düzeninde kendine yer bulmayan gazeteciler ise Twitter, blog vb. alternatif yöntemlerle kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Medyada yaşanan bu son gelişmeler, tekelci sermayenin artık basın ve düşünceyi ifade özgürlüğüne tahammül edemediğinin ifadesidir. Onun emrindeki AKP hükümeti ise hem sahip olduğu totaliter eğilimlerden dolayı hem de mevcut kriz ortamında en güçlü göründüğü anda bile iktidarını yitirebileceğinin bilincinde olduğu için, halkın çok yönlü bilgilenme hakkını gasp ediyor. HHHH
Kitaplarıaşağıdaki adresimizden yüzde 50 indirimli olarak elde edebilirsiniz. Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B, Üsküdar - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 e-posta: info@toplumsalesitlik.org
Karanlık Çökerken Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizmin Yenilgisi H2O Kitap Derleyen: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 392 syf., 21,90 TL
54
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
mars’a iniş patrick martin
Curiosity’deki on adet gelişmiş alet, insanın araştırmalarında ve gelişmesinde muhtemelen bir sonraki aşama olarak uzun süredir büyüleyici bir hayal olan gezegeni saat saat, gün gün araştıracak. İnsan soyunun bilimsel bilgisinde yaşanan bu devasa genişleme, yalnızca dinsel gericiliğe değil ama post modernizm gibi idealist akımlar tarafından yayılan gerici kuşkuculuğa da indirilmiş güçlü bir darbedir.
U
zay gezgini Curiosity’nin başarılı şekilde Mars’a inmesi halkın yaygın ilgisini çekti ve bir coşkuya yol açtı. Çok sayıda insan, en son bilgileri edinmek ve Mars’ın yüzeyine inişin fotoğraflarını indirmek için NASA’nın web sayfasını ziyaret etti ve uzay ajansının hizmet sağlayıcılarını çökertti. Curiosity’deki on adet gelişmiş alet, insanın araştırmalarında ve gelişmesinde muhtemelen bir sonraki aşama olarak uzun süredir büyüleyici bir hayal olan gezegeni saat saat, gün gün araştıracak. İnsan soyunun bilimsel bilgisinde yaşanan bu devasa genişleme, yalnızca dinsel gericiliğe değil ama post modernizm gibi idealist akımlar tarafından yayılan gerici kuşkuculuğa da indirilmiş güçlü bir darbedir. Mars Bilim Laboratuvarı, özellikle Mars üzerinde herhangi bir zamanda yaşam biçimlerinin gelişme koşullarının olup olmadığını tespit etme üzerinde odaklanarak geliştirilmiş, inşa edilmiş ve bu gezenege indirilmiştir (iniş noktası olarak Gale Krateri’nin seçilmesinin nedeni, buradaki çok çeşitli kaya tabakalarının ve çökeltilerin bu gezegenin tarihine ilişkin net bir fikir verecek olmasıdır). Bu alan çalışması, önceki uzay çalışmalarından, özellikle de daha önce gönderilmiş olan çok daha küçük uzay gezginlerinden edinilmiş olan bilgiler üzerine kurulu modern bilim ve mühendislik için şimdiden bir zaferdir. Halen Mars’ın yörüngesinde bulunan Mars Odyssey [Mars Yolculuğu] ve Mars Reconnaissance Orbiter [Mars Keşif Uydusu] adlı iki NASA uzay aracı, Curiosity’ye dünyadan gönderilen bilgileri aktarıp onun gezegenin yüzeyine yedi dakikalık inişine ve inişin fotoğraflarını çekmesine yardımcı olarak, son derece değerli bir rol oynadılar. Bu anlamda, en son Mars misyonları, önceki çalışmaları geçtiğimiz Pazar günkü zaferi mümkün kılan son derece kalifiye bilim insanları ve mühendisler kadrosunun kolektif emeğinin yayılmasını ifade etmektedir. Mars’a iniş, bireysel dehanın değil kolektif ekip çalışmasının (ya da Curiosity üzerine çalışanların son derece zeki ve yetenekli insanlar oldukları hiç kimse tarafından inkâr edilemeyeceğine göre, kolektif dehanın) ürünüydü. Curiosity
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/a ug2012/pers-a10.shtml
55
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k NASA’daki bilim insanlarının ve mühendisler ile onların Jet Propulsion Laboratory’deki (California Institute of Technology Kalifornia Teknoloji Enstitüsü-JPL) meslekdaşlarının bu eseri, kolektif toplumsal çabanın ve bilimsel planlamanın gücünün canlı bir kanıtıdır.
NASA’nın Mars programında çalışan bilim insanları
56
Misyonun planlanma düzeyi, onun en çarpıcı yanlarından biridir. Uzay aracı ve onun bileşenleri tarafından yerine getirilebilmesi için, binlerce işlemin önceden programlanması gerekiyordu. Mars ile dünya arasında varolan ve iniş sırasında radyo sinyalleriyle tek yönlü olarak 14 dakika tutan uzun mesafe göz önünde bulundurulduğunda, dünyadaki mühendislerin Mars harekâtını gerçek zamanda gerçekleştirmesi olanaksızdı. Gerekli talimatları sağlamak için, yüzbinlerce yazılım dizgesi yazıldı. Mars’a başarılı inişin ardından, Beyaz Saray, Başkan Obama’nın bu başarıyı milliyetçi kavramlarla sunan kısa bir açıklamasını yayımladı. “Bu gece, ABD Mars gezegeni üzerinde tarih yazmıştır” diye başlayan açıklama, inişin “bir ulusal gurur konusu olarak geleceğe taşınacak” olduğunu ve “bizim benzeri olmayan yaratıcılığımızı ve kararlılığımızı” gösterdiğini ekledi. Obama’nın bilim danışmanı John P. Holdren, basınla bir söyleşide “bu, Amerikan yaratıcılığının bir tonluk, otomobil büyüklüğünde bir parçası ve onun tam da şimdi Mars’ın yüzeyinde durması söz konusu” diyerek benzeri vurguyu yaptı. O, Sovyetlerin Venüs’e inişini yok sayarak, ABD’nin birden çok Mars misyonuyla bir başka gezegene başarıyla uzay aracı indiren tek
ülke olmasıyla övündü (1970 ile 1985 yılları arasında, bu gezegene ulaşan tek uzay aracı olan on Venera insansız uzay roketi yumuşak iniş yapmış ve dünyaya veri aktarmıştı). Mars’a başarıyla inilmesi, “Amerikan değerleri” adına bir zafer olarak sunulma çabalarına rağmen, Wall Street’in ve onun Washington’daki ve medyadaki siyasi hizmetçilerinin her zaman modern toplumun mümkün olan tek örgütlenme ilkesi olarak sundukları yağmacı bireyciliğin antitezidir. Bu güne kadar bir diğer gezegene gönderilmiş en büyük ve en gelişkin robot kâşifin Mars’a ulaşmasında ve inmesinde ne ”piyasa“nın ne de kâr güdüsünün önemli bir payı vardır. NASA’daki bilim insanları ve mühendisler ile onların Jet Propulsion Laboratory’deki (California Institute of Technology - Kalifornia Teknoloji Enstitüsü-JPL) meslekdaşlarının bu eseri, kolektif toplumsal çabanın ve bilimsel planlamanın gücünün canlı bir kanıtıdır. O, kaçınılmaz biçimde, bu tür yöntemlerin neden aynı başarıyla dünyadaki sorunların (açlık, hastalıklar, işsizlik, yoksulluk, çevre, savaş) çözümüne uygulanamadığı sorusuna yanıt istemektedir. Beyaz Saray’ın açıklaması, Mars’a inişi selamlamaktan Obama’nın “Amerikan
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
ABD uzay programının -ve onun Rusya’daki, Çin’deki ve başka yerlerdeki karşılıklarınınolağanüstü bilimsel başarıları, yalnızca, gezegenimizdeki bütün bilim insanları ve mühendisler arasında gerçek küresel işbirliği üzerine kurulu yeni bir zeminde tam olarak geliştirilebilir.
astronotlarını Amerikan uzay araçlarıyla uzaya göndermek için Amerikan şirketleriyle yeni bir ortaklık” biçiminde betimlenen uzay programını özelleştirme yönündeki çabalarını övmeye çark etti. Gerici milliyetçilik, burada, piyasanın ahmakça ilahlaştırılmasıyla el ele vermektedir. Uzay programı, Amerikan toplumunun bütün diğer yanları gibi, mali aristokrasinin diktatörlüğü eliyle çarpıtılmış ve çürütülmüştür. Ama bunun etkisi, şimdiye kadar, dolaylı olmuştur. NASA’da ya da JPL’de, daha büyük projeler pahasına ceplerini dolduran milyonerler yok. Mars programıyla ilgili karar alıcıların hepsi bilim insanları ya da bilim ve uzay programı geçmişleri olan yöneticilerdir. Onların arasında tek bir bankacı ya da şirket yağmacısı bulunmuyor. Projede istihdam edilenler, ABD’deki ortalama işçilerle karşılaştırıldığında iyi ücretler alıyorlar ama onlar, oraya, şüphesiz “para için dahil olmuş” değiller. Onlar, başarılı inişten sonraki coşku sahnelerinin gösterdiği gibi, aşırı derecede bağlı ve adanmış insanlardır. Büyük uzay şirketlerinin bazıları NASA’nın çok kârlı sözleşmeler yaptığını düşündüğü halde, uzay programlarının tarihi, daha çok, Amerikan kapitalizminin Sovyetler Birliği ile giriş-
tiği “uzay yarışı”nın ilk günlerine ve Kennedy’nin 1960’ların sonunda aya insan gönderme sözünü verdiği ünlü vaadine kadar giden daha geniş stratejik kaygılarıyla bağlantılıdır. Bu tür düşünceler, SSCB’nin çökmesinden sonra, bir ölçüde ortadan kaybolmuştu (bu, NASA’ya verilen desteğin en azından kısmen azalmasını açıklar) ama ABD yönetici seçkinleri, onları yeniden, bu kez Çin ile bağlantılı olarak ortaya atmaya başladılar. Uydu teknolojisinin paylaşılmasına ilişkin sınırlamalar ilk olarak 1999’da kondu. Kongre, geçen yıl, NASA fonlarının özel izin alınmaksızın Çin ile birlikte herhangi bir programın geliştirilmesinde kullanılmasını yasakladı. ABD uzay programının -ve onun Rusya’daki, Çin’deki ve başka yerlerdeki karşılıklarının- olağanüstü bilimsel başarıları, yalnızca, gezegenimizdeki bütün bilim insanları ve mühendisler arasında gerçek küresel işbirliği üzerine kurulu yeni bir zeminde tam olarak geliştirilebilir. Bu, uzay keşiflerinin ve bütün diğer uğraşların, rekabet içindeki ulus-devlet kısıtlamalarından ve toplumun bütün kaynaklarının özel kârların arttırılmasına adanmasını talep eden egemen seçkinler topluluğunun doymak bilmez arzularından kurtulması demektir. HHHH
H
toplumsalesitlik.org
57
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
S
osyalist Eşitlik Partisi’nin ABD başkanlık adayı Jerry White, seçim kampanyasının uluslararası ayağını 25 Ağustos günü Sri Lanka’dan başlattı. White, uluslararası toplantılara 4 ve 6 Eylül tarihlerinde Britanya’da, 8 Eylül’de
issp’nin uluslararası ilişkiler sekreteri nuresh rajapakse’nin görüşme talebi Sevgili yoldaş, Önde gelen partilerden birinin (Lanka Sama Samaja Partisi) üyesiyim. Sizin başkan adayınız Jerry White yoldaşın Sri Lanka’yı ziyaret edeceğini ve 26 Ağustos 2012 Pazar günü bir toplantı yapacağını öğrenmiş bulunuyorum. Partimin önderi ve ben siyasi görüşlerimizi kendisiyle paylaşmak üzere onunla buluşmak istiyoruz. Bu yüzden, bir randevu ayarlayabilirseniz çok makbule geçecektir. Teşekkürler En kısa sürede olumlu yanıt vermenizi bekliyorum Nuresh Rajapakse, Uluslararası İlişkiler Sekreteri, Lanka Sama Samaja Party, Sri Lanka.
ise Almanya’da devam edecek. Sri Lanka ziyareti sırasında, Lanka Sama Samaja Partisi (LSSP), White’tan bir görüşme talebinde bulundu. Aşağıda, LSSP’nin talebini ve White’ın verdiği yanıtı yayımlıyoruz.
sep (abd) başkan adayı jerry white’ın yanıtı Sevgili Rajapakse yoldaş, Toplantı talebinizi kabul etmem mümkün değil. Ben Sri Lanka’ya, herhangi bir başka partiyle özel tartışma yapmak için değil; ABD Başkan adayı ve kardeş partimiz Sosyalist Eşitlik Partisi’nin konuğu olarak geldim. Lanka Sama Samaja Partisi’ni ve onun 1930’larda ve 1940’larda bütün Güney Asya’daki sosyalist hareket içinde oynamış olduğu öncü rolü yakından biliyorum. Gerçekte, ABD’deki Sosyalist Eşitlik Partisi’nin önceli olan İşçiler Birliği, sizin partinizin bir zamanlar uğruna savaştığı devrimci ilkelere ihanetinden siyasi dersleri çıkartma temelinde kurulmuştur. Bu, özellikle, LSSP’nin 1964’te Madame Bandaranaike’nin koalisyon hükümetine katılma kararıyla ilgilidir (tarihte ilk kez kendisine Troçkist diyen bir parti burjuva hükümete katılmıştı). Bu karar, Sri Lanka’daki ve bütün Asya’daki işçiler ve ezilen kitleler için trajik sonuçlara yol açmıştı. Bizim siyasi eğilimlerimiz birbirinden ayrılalı onlarca yıl oldu ve bu yüzden, taraflar arasında bir tartışmanın bir yararı olacağına inanmıyorum. Saygılarımla Jerry White İngilizce özgün metin için bkz. http://www.socialequality.com/story/us-sep-presidential-candidate-declines-meet-lssp
58
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sep’in (abd) 2012 başkanlık seçimleri ve seçim kampanyası üzerine ulusal kongre kararı BELGE
1.
Sosyalist Eşitlik Partisi (SEP) ve adayları (başkan adayı Jerry White ile başkan yardımcısı adayı Phyllis Scherrer) 2012 seçimlerine, işçi sınıfı içinde, işçilerin ve gençlerin mücadelelerini birleştiren ve onları toplumun devrimci dönüşümünü gerçekleştirmek üzere siyasi olarak örgütleyen sosyalist bir önderliğin inşası uğruna mücadelenin bir aracı olarak katılıyor. 2012 seçimleri, ABD’de Büyük Bunalım’dan bu yana yaşanan en ağır ekonomik ve toplumsal kriz koşullarında gerçekleşiyor. Zaten feci olan iş durumu daha da kötüleşiyor. On milyonlarca insan işsiz ya da ücretlerinde kesintilerle karşılaşmış, evlerinden atılmış durumda. Ortalama işsizlik süreci, 2008’deki çöküşün ardından ulaşmış olduğu rekor düzeye yakın. 4 milyon insan günde 2 dolardan daha az parayla geçinirken, nüfusun yarısı yoksul ya da yoksulluk tehlikesi altında olarak sınıflandırılıyor. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, kendilerini 3 milyar dolar gibi daha önce görülmedik büyüklükte parayı onların başkanlık kampanyalarına akıtan şirket ve mali sektor aristokrasisinin savunusuna adadıkları için, resmi iki partili seçim yarışı işçi sınıfına hiçbir seçenek sunmamaktadır. “Çekişme”, bir mültimilyoner servet soyucu ve önde gelen gerici (Romney) ile aynı şekilde bir mültimilyoner olan ve görevde olduğu üç buçuk yıllık sürede bankaların insafsız temsilcisi olduğunu kanıtlayan Obama arasındadır. Bu iki parti arasında varolan farklılıklar taktikseldir. Onlar, şirket ve mali sektör seçkinlerinin temel çıkarlarıyla ilgili bütün konularda birlik olmaktadırlar. Obama yönetimi deneyimi, bu siyasi sistemin nüfusun büyük çoğunluğunun çıkarlarına kulak asmadığını milyonlarca insanın gözünde açığa çıkmasına yardımcı olmuştur. Onun sicili, Amerikan yönetici sınıfının bir reform politikasına sahip olmadığını göstermiştir. Yönetici sınıfın toplumsal muhalefetin oluşmasına yanıtı reform değil baskıdır. İç politika konusunda, Obama, yönetimine, işsizlere iş sağlayacak hükümet programlarını reddederken banka kurtarmalarını hem sayısal hem de kapsam olarak genişleterek ve trilyonlarca doları tahsis ederek başladı. Otomobil sanayisinin, yeni işe alınanların ücretlerini yarıya indirme ve emekli işçilerin maaşlarında kesintiler yapma temelinde kurtarılması, şirketlere, eyalet hükümetlerine ve yerel yönetimlere benzeri saldırılar için işaret verdi. Yönetimlerin başlıca “reform” önlemi olan sağlık hizmetlerini elden geçirmek, gerçekte, sürmekte olan ve sağlık hizmetlerinin maliyetlerini şirketler ve hükümet için azaltmaya yönelik savaşta açılan bir ateştir. Obama’nın “canlanma”sı altında, toplam gelir-
2.
Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (ABD) 2012 başkanlık seçimleri ve seçim kampanyası üzerine kararı, partinin 8-12 Temmuz günleri arasında toplanan ikinci ulusal kongresinde oy birliğiyle kabul edildi.
3.
4. 5.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/ 2012/aug2012/res2-a31.shtml
59
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k lerin yüzde 93’ü en tepedeki yüzde bire gitmiştir. Dış politikada, Obama, Irak ve Afganistan’daki işgalleri sürdürdü; Pakistan’da, Yemen’ de ve diğer ülkelerde insansız hava aracı saldırılarını yaygınlaştırdı; Libya’ya karşı yeni bir savaş başlattı. O şimdi Suriye ve İran ile çatışmaları körüklüyor. Bu pervasız militarizmin mantığı, her ikisi de nükleer güç olan Çin ya da Rusya ile dehşet verici sonuçları olabilecek açık bir çatışmadır. Obama yönetimi, Guantanamo’yu açık tutmaktan CIA işkencecilerini korumaya, Obama yönetimi, erbaş Bradley Manning gibi ABD’nin savaş suçlaGuantanamo’yu açık rını açığa vuranları cezatutmaktan CIA landırmaya kadar, demokişkencecilerini korumaya, ratik haklara karşı Bush erbaş Bradley Manning döneminde başlamış olan gibi ABD’nin savaş saldırıları hızlandırmıştır. suçlarını açığa vuranları Beyaz Saray, şimdi, başkacezalandırmaya kadar, nın dünyanın her yerinde, demokratik haklara karşı ABD yurttaşları da dahil herhangi birinin insansız Bush döneminde hava araçlarını kullanarak başlamış olan saldırıları öldürülmesini emretme hızlandırmıştır. hakkı olduğunu iddia ediyor. Bu saldırılar, Amerika’da burjuva demokrasisinin onlarca yıla yayılmış çürümesinin en yüksek noktasıdır. Anayasa Mahkemesi’nin Florida’daki oyların sayımını durdurup George W. Bush’u Beyaz Saray’a yerleştirdiği 2000 yılındaki çalınmış seçimler bir dönüm noktasıydı. Demokratik Parti’nin bu darbeye teslimiyeti, artık, ABD yönetici seçkinlerinin herhangi bir kesimi içinde demokratik ilkelere kayda değer herhangi bir desteğin olmadığını gösterdi. Bizzat bu siyasi yön değişikliği daha köklü toplumsal süreçlerin ifadesidir. Servetin ve gelirlerin dağılımının böylesi tek yanlı ve eşitsiz olduğu bir toplumda, demokratik yönetim biçimlerini sürdürmek mümkün değildir.
6.
7.
8.
60
9.
Geçtiğimiz üç buçuk yıl, SEP’in, Obama’nın seçilmesinin toplumsal reformizmin canlanmasını değil ama şirketlerin işyerlerine, çalışanların yaşam standartlarına ve sosyal haklarına yönelik saldırısında yeni bir aşamanın işareti olduğu yollu değerlendirmesini doğrulamıştır. Biz, Uluslararası Sosyalist Örgüt gibi, ilk Afrika kökenli Amerikalı başkanın seçilmesini “ABD politikasına son otuz yıl boyunca egemen olmuş sağcı gündem” ile bir kopuş anlamına gelen “dönüştürücü olay” olduğunu ilan edenlerin iddialarını reddetmiştik. Demokratik Parti’yi desteklemek ve Amerikan toplumu içinde gelişen muazzam toplumsal gerilimlerin bağımsız bir siyasi ifade bulmasını önlemek için faaliyet gösteren bir orta sınıf ayrıcalıklı tabakalarının örgütleri, sendikalar ve liberal yayınlar ağı, Amerikan politikasında kritik öneme sahip bir rol oynamaktadır. Bu siyasi güçler, bir kez daha, Barack Obama’nın yeniden seçilmesini ve Temsilciler Meclisi ile Senato’ya Demokratların girmesini desteklemek için onların ardında saf tutuyorlar. Hangi yumuşak ve ikiyüzlü eleştiriyi yaparlarsa yapsınlar, Obama’nın bu sahte solcu amigoları, Demokratik Parti’yi sağcı gündemine rağmen değil; ondan dolayı desteklemektedirler. Onlar, işçi sınıfına tamamen düşman olan ayrıcalıklı üst-orta sınıfın küçük bir tabakası adına konuşuyorlar. SEP, 6 Kasım’daki seçimi yalnızca Demokrat ya da Cumhuriyetçi adaylardan biri kazanabileceği için çalışanların “kötünün iyisi” olarak Demokratları desteklemesi gerektiği biçimindeki düşünceyi nefretle reddeder. Bu, yüz yıldan uzun süredir, ABD’deki büyük şirketlerin siyasi egemenliğini savunmada son savunma hattı olmuştur. İki partili siyasi tekel, demokratik değildir ve ortadan kaldırılmalıdır.
10.
11.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
12.
Sosyalist Eşitlik Partisi’nin programı, işçi sınıfına ileriye doğru giden tek yolu sunmaktadır. SEP, işçi sınıfının temel toplumsal, ekonomik ve siyasi hakları uğruna verdiği mücadeleyi devrimci sosyalizmin programına bağlamak için mücadele etmektedir. Toplumsal ilerlemenin önündeki asıl engel, şirket ve mali sektör aristokrasisinin toplumun kaynakları üzerindeki ölümcül pençesidir. SEP, işçi sınıfının haklarının, onun siyasi iktidarı almak, serveti köklü biçimde yeniden paylaştırmak, gerçek toplumsal eşitliği kurmak, bütün ekonomik yaşamı işçi sınıfının demokratik denetimi altına almak ve böylece kişisel kâr değil ama toplumsal gereksinimlere hizmet etmek için bağımsız seferberliği dışında güvence altına alınamayacağında ısrar eder. SEP’in seçim kampanyası enternasyonalizm ilkesi üzerine kuruludur. İşçileri her ülkede söSEP’in seçim kampanyası müren ve onları ırk, etnik köken, din ve milliyet temeenternasyonalizm ilkesi linde birbirlerine karşı yaüzerine kuruludur. İşçileri rıştıran birleşik bir egemen her ülkede sömüren ve seçkinler tabakasıyla yüzleonları ırk, etnik köken, şen küresel bir ekonomide, işçi sınıfı, kendi çıkarlarını din ve milliyet temelinde yalnızca en geniş uluslarbirbirlerine karşı arası birlik temelinde savuyarıştıran birleşik bir nabilir. Amerikan işçileri egemen seçkinler uluslararası işçi sınıfının bir tabakasıyla yüzleşen parçasıdır ve mücadeleleküresel bir ekonomide, rini uluslararası bir strateji işçi sınıfı, kendi çıkarlarını temelinde vermek zorundadır. Dünya emperyalizyalnızca en geniş minin, egemen sınıfın uluslararası birlik dünyanın en güçlü askeri temelinde savunabilir. aygıtını kontrol ettiği merAmerikan işçileri kezinde konumlanan Ameuluslararası işçi sınıfının rikan işçileri, kendi sınıfsal güçlerini Amerikan militabir parçasıdır ve onlar rizmine ve onun benzersiz mücadelelerini küresel saldırganlık siciline uluslararası bir strateji karşı harekete geçirme sotemelinde vermek rumluluğuna sahiptir.
13.
zorundadırlar.
14.
Jerry White ile Phyllis Scherrer, eyaletlerin çoğunda, seçimlere bağımsız adaylar olarak katılacak. Amerikan seçim sistemi yalnızca lafta demokratiktir. Gerçekte, bütün süreç üzerinde iki büyük şirket partisi mutlak güç uygulamaktadır. Seçim yasası, adayların adlarını oy pusulalarına kaydetmek için bile birçok eyalette on binlerce imza toplanmasını gerektiriyor. Şirket medyası, kasıtlı olarak, herhangi bir alternatif yaklaşımın tartışılmasını engellemek için çalışıyor; bütün bu sürece, akıl almaz miktarlarda para egemen. SEP, varolan seçim sisteminin müflis ve anti-demokratik karakterini mahkum etmekte ve onu teşhir etmeye çalışmaktadır. Bununla birlikte, partimiz, [seçimlere katılmak için] istenen koşulların daha az külfetli olduğu seçilmiş eyaletlerde katılma hakkı elde etmeye çalışacak. Bunun mümkün olmadığı yerlerde, ülkenin dört bir yanındaki işçilere ve gençlere, devrimci sosyalist bir programa olan desteğin sınıf bilinçli bir ilanı olarak, [oy pusulalarına] adaylarımızın adını yazmaları çağrısında bulunuyoruz. SEP’in seçim kampanyası, başlatıldığı günden bu yana geçen aylar içinde, ülkenin her kesimindeki işçiler ve gençlik içinde güçlü bir ses buldu. Ortabatıda, Kuzeydoğuda, Güneyde ve Batıda olduğu gibi Kanada’da da önemli seçim toplantıları yapıldı. Jerry White ile Phyllis Scherrer, Cooper Tire’daki1 ve Caterpillar’daki sert mücadelelerde yer almış işçiler arasında ve eğitim, sağlık hizmetleri ve toplu taşımacılık alanlarındaki kesintilere karşı kampanya sürdürdü. Her yerde sosyalizme bir ilgi ve büyük şirketlerin partilerine siyasi bir alternatifin yaratılması yönünde güçlü bir istek var. Ekonomik kriz işçilerin ve gençlerin bilincinde derin bir etki yaratıyor. Ame-
15.
16.
61
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k rikan işçi sınıfı kapitalist sisteme olan bütün güvenini yitiriyor. Krizin nesnel gelişimi ve işçi sınıfının deneyimleri, dünya kapitalizminin kalbi olan ABD‘de devrimci bir kitle hareketinin ortaya çıkması için zemin oluşturmaktadır. SEP’in seçim kampanyasının göstermiş olduğu gibi, sınıf mücadelesinin yükselmesi ve kapitalizmin krizi, siyasi önderliğin ve partinin müdahalesinin belirleyici önemini vurgulamaktadır. Temel teorik, tarihsel ve siyasi konular aydınlatılmak zorundadır. Sosyalizm nedir? Sovyetler Birliği neydi? İşçi sınıfı, yönetici seçkinlerden bağımsız bir siyasi hareketi nasıl inşa edebilir? 20. Yüzyılın tarihine ve devrimci bir işçi sınıfı hareketinin inşası için, Lev Troçki’ nin yaşamında ve eserinde ciSEP’in seçim simleşmiş uzun süreli mükampanyasının göstermiş cadeleye olan ilgide belirli bir artış söz konusu. SEP’in olduğu gibi, sınıf seçim kampanyası, ister ismücadelesinin temez, işçi sınıfını bu büyük yükselmesi ve tarihsel konularda aydınkapitalizmin krizi, siyasi latma; burjuva ve Stalinist önderliğin ve partinin sahtekârların çabalarına müdahalesinin belirleyici karşı koyma mücadelesiyle önemini vurgulamaktadır. bağlantılıdır.
17.
62
18.
SEP, seçim kampanyasında, kalan dört ay içinde, programını işçi sınıfının ve gençliğin en geniş kesimlerine ulaştırmak için mücadele etmelidir. Seçim kampanyası, bizim işçi sınıfına yönelimimizin odak noktası olacaktır. Bu, seçim malzemelerimizi olabilecek en geniş şekilde dağıtmak, SEP’in programına ve perspektiflerine en geniş izleyici kitlesini kazanmak için her fırsattan yararlanmak ve ülkenin her yerinde destekleyicilerimizle toplantılar düzenlemek demektir. Bu kampanya, hem partiyi hem de işçi sınıfını 2012 seçimleri sırasında ve sonrasında gelişeceği kesin olan mücadelelere hazırlayacaktır. HHHH
dipnot Cooper Tire & Rubber Company. Tasarım, üretim, pazarlama, otomobil ve kamyon lastiği ve yedek parça satışı alanlarında uzmanlaşmış olan ABD merkezli şirketin, dünyanın dört bir yanında 60 dolayında üretim ve pazarlama tesisi bulunuyor. 1
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sosyalist eşitlik partisi’nin (almanya) ulusal kongre kararı
avrupa birliği’nin krizi ve avrupa birleşik sosyalist devletleri perspektifi BELGE
Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (Almanya)* 22-24 Haziran 2012 tarihleri arasında Berlin’de toplanan ulusal kongresinde Avrupa Birliği’nin krizi ve ondan kaynaklanan siyasi görevler üzerine oy birliğiyle alınan kararı yayımlıyoruz. * Partinin Almanca adı olan Partei für Soziale Gleichheit’ın kısaltması “PSG”
1.
Avrupa, 1930’lardan bu yana tanık olduğu en derin ekonomik krizini yaşıyor. Avrupa kapitalizmi, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 67 yıl sonra, temel sorunlarından hiçbirini çözmüş değil. Kıtayı 20. yüzyılın ilk yarısında devrimci sınıf mücadelelerine, faşist diktatörlüklere ve iki dünya savaşına sürüklemiş olan bütün çelişkiler bir kez daha kendilerini gösteriyorlar. Yoksulluk ve işsizlik genelleşiyor, demokratik haklar aşındırılıyor, militarizm yükseliyor, birçok ülke iflas tehlikesi altında, ortak para birimi ve Avrupa Birliği çöküşle karşı karşıya. Bu krizin nedeni küresel kapitalist sistemin başarısızlığıdır. Lehman Brothers’ın 2008’deki iflası dünya finans sistemini çöküşün eşiğine getirdiğinden bu yana, ekonomik kriz dünyanın dört bir yanında derinleşti. Onun üstesinden gelme ve acil toplumsal sorunları çözme yönündeki bütün çabalar, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, ulus devlet sisteminin krizinin, kapitalist piyasanın anarşik yapısının, kâr üzerine kurulu sistemin ekonomik gereksinimlerinin ve özellikle egemen sınıfın doymak bilmez açgözlülüğünün bir sonucu olarak iflas etti. Burjuvazinin, bu krize, işçi sınıfına yönelik daha kapsamlı saldırılardan başka bir yanıtı yok. AB ve Avrupalı hükümetler gözlerini kapatmış bir felakete doğru sürükleniyorlar. Onların dört yıl önceki mali krizden bu yana almış oldukları bütün önlemler (trilyonları bulan paraların bankalara bağışlanması, kemer sıkma önlemleri, Avro kurtarma fonu, Mali İstikrar Anlaşması) krizi aşmakta başarısız olmakla kalmamış, durumu daha da kötüleştirmiştir. İşçi sınıfı müdahale etmek zorundadır; yoksa bir felaket kaçınılmazdır. Sorunları yalnızca işçi sınıfı çözebilir. Burjuvazinin siyasi iktidarını yıkmadan ve ekonominin denetimini onun elinden kopartıp almadan, krizden kurtulmak mümkün değildir. Geçen yıl, Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de ve diğer Avrupa ülkelerinde, milyonlarca insan AB tarafından dayatılmış kemer sıkma önlemlerine karşı sokaklara döküldü. Halkın geniş kesimleri mali seçkinlerin siyasi ve ekonomik diktatörlüğüne karşı bir alternatif arıyor ve kurulu partilerden uzaklaşıyor. Krizin derinleşmesiyle birlikte, sınıf mücadelesi keskinleşecektir. Ama bu, otomatik olarak siyasi perspektif sorununu çözmeyecek. Bu, işe yarar bir uluslararası sosyalist stratejiyi gerektirmektedir. Avrupa Birliği’nin rolünün açıkça kavranması, yaşamsal bir önkoşuldur. AB, Avrupa’nın mali piyasaların dayatmalarına boyun eğdirilmesinin başlıca aracıdır. O, burjuvazinin işçi sınıfı pahasına farklılıklarının üstesinden geldiği bir forumdur. Görev, AB’yi iyileştirmek ya da
2.
3.
4.
İngilizce özgün metin için bkz.
http://wsws.org/articles/2012/a ug2012/reso-a14.shtml
63
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k onun koşullarını yeniden görüşmek değil; bütün Avrupa işçi sınıfını kapitalist yönetimleri devirmek ve Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’ni kurmak için seferber etmektir. Avrupa Birliği’nin kıtayı birleştireceği ve beraberinde barışı ve toplumsal ilerlemeyi getireceği vaadi sahteydi. Avrupa’nın birleşmeye, barışa ve refaha gidecek yolu kapitalizm altında bulabileceği düşüncesi, iki dünya savaşını dünya kapitalizminin uzlaşmaz çelişkilerinin ürünü olarak değil de karşıt siyasi çıkarların çatışması olarak değerlendiren Jean Monnet gibi orta sınıf ayEmperyalizmin işçi devleti dınları ve politikacıları taiçindeki ajanı olan rafından hazırlanmış bir Moskova’daki Stalinist yanılsamaydı. Gerçekte, her iki savaş da, dünya rejim, uluslararası ekonomisi ile kapitalizmin kapitalizmin başına bela üzerinde yükseldiği ulus olan çelişkilere devlet arasındaki çatışmadirenemedi. Emperyalist nın sonucuydu. O savaşlar, zincir en zayıf dünyanın yeniden paylahalkasından koptu. şımı uğruna emperyalist Küreselleşme ve üretimin devletler arasında yaşanan çatışmalardı. Almanya, daha önce görülmedik uluslararası kapitalizmin bütünleşmesi, Stalinist çelişkileri en keskin ifadebürokrasinin kendi lerini burada buldukları egemenliğini üzerine için, Birinci ve özellikle de kurmuş olduğu “tek İkinci Dünya Savaşı’nda ülkede sosyalizm” saldırgan taraf olarak davrandı. Alman kapitalizmi, programının altını Troçki’nin 1932’de yazmış bütünüyle oymuştu. olduğu gibi, “Avrupa’nın içinde bulunduğu güç durumda, en ileri kapitalist sistem”di. Avrupa’nın devlet sistemi, onun devingen üretici güçlerini boğmuş; bu yüzden, ekonomik şartlardaki her dönüş, onu “Avrupa’yı örgütleme” göreviyle karşı karşıya bırakmıştı. Alman burjuvazisi, nihayet, bu amaca ulaşmak için en aşırı araçları benimsedi. O Hitler’i “Führer” (diktatör) olmaya davet etti, işçi hareketini ezdi ve iki cephede bir fetih savaşına girişti.
5.
64
6.
Avrupa Birliği’nin öncelleri olan Kömür ve Çelik Birliği (1951) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (1957), bu çelişkileri yalnızca görünüşte giderdi. Bu anlaşmalar, ABD’nin desteğiyle gerçekleşmişti. ABD, işçi sınıfı içindeki yaygın sosyalist duyarlılıklardan ve Stalinist yozlaşmasına rağmen Ekim Devrimi’nin geleneğini cisimleştiren Sovyetler Birliği’nin varlığından dolayı, Avrupa’yı 1919 Versay Anlaşması sonrasında yıkıma uğratmış olan kendini yaralamayı artık göze alamazdı. Avrupa kapitalizmi faşizm ve işbirlikçilik eliyle gözden düşürülmüştü. ABD, Marshal Planı ile birlikte onun ayakları üzerinde doğrulmasına yardımcı oldu ve Batı Avrupa’yı NATO’nun Soğuk Savaş’taki ileri karakolu haline getirdi. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) Avrupa’daki milliyetçilik zehirine karşı insani bir çözüm olduğu iddiası, her zaman bir efsaneydi. Savaş sonrası ekonomik büyüme, Soğuk Savaş ve ABD’nin egemenliği, Avrupalı devletler arasındaki çelişkileri bir süreliğine gidermiş ama ortadan kaldırmamıştır. Sovyetler Birliği’nin Aralık 1991’de ortadan kalkması, tarihsel bir dönüm noktasıydı. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) o zamanlar belirtmiş olduğu gibi, bu, kapitalizmin “sosyalizm” üzerindeki zaferine işaret etmiyordu. Emperyalizmin işçi devleti içindeki ajanı olan Moskova’daki Stalinist rejim, uluslararası kapitalizmin başına bela olan çelişkilere direnemedi. Emperyalist zincir en zayıf halkasından koptu. Küreselleşme ve üretimin daha önce görülmedik bütünleşmesi, Stalinist bürokrasinin kendi egemenliğini üzerine kurmuş olduğu “tek ülkede sosyalizm” programının altını bütünüyle oymuştu. Ama aynı şey, kapitalizmin sıkışıp kaldığı burjuva ulus devlet için de söz konusuydu. Dünyadaki milyarlarca insanın karmaşık bir eko-
7.
8.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
PSG
nomik süreç içinde ilişki ve karşılıklı bağımlılık içine sokulduğu modern kitle toplumunun gereksinimleri, bütün ekonominin denetimini dar bir mali aristokrasinin eline ve onun kârlarını en üst düzeye çıkartma girişimlerine terk eden ulusal sınırlarla ve kapitalist özel mülkiyet ile bağdaşmamaktadır. Küreselleşme, rakip emperyalist devletlerin stratejik etki, hammaddeler ve pazarlar uğruna amansız şekilde yeniden çatışmasını ateşlemiştir. Rakiplerinin petrol ihtiyaçlarını karşılama yollarını denetlemeye ve Çin’i kuşatmaya çalışan ABD, 1991 Körfez Savaşı’ndan bu yana, ekonomik gerilemesini telafi etmek için askeri üstünlüğünü kullanmaktadır. Avrupa’da Almanya’nın yeniden birleşmesi ve Demir Perde’nin çökmesi, bir kez daha Alman hegemonyası sorununu gündeme getirmiş durumda. 1990’larda Avrupa Birliği’nin kurulması, bu sorunlara verilmiş bir yanıttı. Dünyanın en büyük piyasasının yaratılması, Almanya’yı AB’ye entegre eder ve onun kıtaya egemen olmasını önlerken, eş za1990’larda Avrupa manlı olarak, AB’nin, en Birliği’nin kurulması, bu güçlü rakibi ABD ile rekasorunlara verilmiş bir bet etmesini sağlamayı yanıttı. Dünyanın en amaçlıyordu. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden yalbüyük piyasasının nızca altı hafta sonra yaratılması, Almanya’yı imzalanmış olan MaasAB’ye entegre eder ve tricht Anlaşması, yalnızca onun kıtaya egemen ortak bir para biriminin olmasını önlerken, eş oluşmasını ve AB’nin Doğu zamanlı olarak, AB’nin, Avrupa’ya genişlemesini değil; aynı zamanda, siyasi en güçlü rakibi ABD ile bir birliği ve ortak bir dış rekabet etmesini politika ile güvenlik politisağlamayı amaçlıyordu. kasını da sağladı. Sosyalist Eşitlik Partisi (PSG), 1989 gibi erken bir dönemde şu uyarıda bulunmuştu: “Tek bir Avrupa pazarı Avrupa’nın birliği anlamına gelmez. Tersine, o, yalnızca, daha önce bu yüzyıl içinde iki dünya
9.
10.
savaşı vermiş olan güçlü Avrupalı şirketlerin içinde Avrupa’ya egemen olmak için mücadele edebileceği bir arena oluşturmaktadır. O, güçlü bir sermaye yoğunlaşması dalgasıyla ve tekelci uygu- lamalarla bağlantılıdır ve bütün siyasi ve toplumsal farklılıkları en uç noktaya yükseltmektedir.” Bu uyarı doğrulanmıştır. İşçi sınıfına ödünler verme yönündeki basınç Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından ortadan kalkarken, iç sınırların kaldırılması sermayeyi özgürleştirdi. İşçi sınıfının yaşam standartlarının sürekli geriletilmesi, işçilerin sömürüsünün yoğunlaşması ve sosyal harcamalardaki köklü kesintiler, Avrupalı şirketlerin dünya pazarındaki konumlarını korumalarının önkoşullarıydı. Avronun devreye sokulması Avrupa içindeki toplumsal farklılıkları derinleştirdi. Tek para birimi, güçsüz ülkelerde keskin fiyat artışlarına yol açar, yerel sanayinin altını oyar ve ulusal borçlarda aşırı artışa neden olurken, Almanya’ya ve ekonomik olarak güçlü ülkelerin enflasyonu düşük tutmasına ve güçsüz ülkelerin piyasalarına egemen olmasına yardımcı oldu. Doğu Avrupa’da, AB’ye katılım, kapitalizmin 1990’ ların başlarında restore edilmesinin ardından ikinci bir toplumsal karşı devrim dalgasına yol açtı. Bu ülkeler, AB’ye kabul edilmek için sanayilerini ve hizmet sektörünü özelleştirmek ya da kapatmak, kamu sektöründeki çalışanların sayısını azaltmak ve sosyal programlara yapılan harcamalarda kesinti yapmak zorundaydı. AB’ye üyelik, vaat edilmiş refahı yalnızca küçük bir seçkinler grubuna getirdi. Onun nüfusun geri kalan kesimi için sonuçları, toplumsal gerileme, düşük ücretler, işsizlik, yoksulluk, eğitim ve sağlık sistemlerinin çökmesi ve -Romanlar örneğinde görüldüğü gibietnik ayrımcılık oldu. Doğu Avrupa’daki düşük ücretler (kimi durum-
11.
12.
65
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k larda batıdakinin 12’de biri), batıdaki işçilerin ücretlerini azaltmak için bir manivela olarak kullanıldı. Vaatlerin tersine, Doğu’daki ücretler Batı’daki düzeye yükselmedi ama Batı için yeni örnek haline geldi. Avrupa, daha 2008’deki uluslararası mali krizin patlamasından önce, toplumsal olarak daha önce görülmedik düzeyde bölünmüştü. Gelir ve servet farklılığının böylesine keskin biçimde yaşandığı bir başka bütünleşmiş piyasa yoktur. Almanya’nın Frankfurt Borsası’nda işlem gören en güvenilir 30 şirketinin yöneticileri ayda bir milyon Almanya’nın Frankfurt Avro’ya varan ücretleri Borsası’nda işlem gören ceplerine indirirken, Roen güvenilir 30 şirketinin manya’daki aylık ortalama yöneticileri ayda bir gelir 300 Avro’dan azdır. milyon Avro’ya varan Üretimdeki işgücü maliyetleri, Norveç’ teki 50 Avro ücretleri ceplerine indirirken, Romanya’daki ile Bulgaristan’daki -Çin’ den daha düşük olanaylık ortalama gelir 300 2,60 Avro arasında değişiAvro’dan azdır. yor. Avrupa’daki her dört kişiden biri işsiz ya da yaşlı olduğu ve düşük ücret aldığı için toplumsal olarak dışlanmışken, üç milyon milyoner 7,5 trilyon Avroluk bir servete sahip. Önde gelen Avrupalı devletler arasındaki gerilimler AB bağlamında derinleşmektedir. Bu gerilimler, gelecekteki silahlı çatışmaların tohumlarını barındırıyor. Maastricht’te üzerinde anlaşılmış olan ortak dış politika ve güvenlik politikası darmadağın. Rakip boru hattı projeleri üzerinde tartışan ve Ortadoğu’da, Afrika’da ve dünyanın başka bölgelerinde kendi emperyalist hedefleri peşinde koşan Avrupalı hükümetler ABD yararına birbirleriyle rekabet ediyorlar. Irak savaşında, Fransa ile Almanya Britanya’ya karşı çıktı; Libya’daki savaşta Fransa ile Britanya Almanya’nın karşısına dikildi. Paris ile Londra aralarında bir askeri ittifak konusunda anlaştılar. Özellikle Çin ve Rusya ile ilişkiler, sonu gelmeyen
13.
14.
66
bir tartışma konusu. Alman emperyalizmi hala AB’nin denetimi altına alınmış değil. Tersine, Almanya, Avro'dan ve AB’nin genişlemesinden bütün diğer ülkelerden daha fazla yararlanmaktadır. İstikrarlı para birimi, Doğu Avrupa’daki düşük ücretlerden yararlanma ve Sosyal Demokratlar önderliğindeki Schröder hükümetinin “Gündem 2000”inin bir sonucu olarak Almanya’daki ücretlerin büyük çapta düşürülmesi, Alman sanayisinin diğer AB ülkelerine ve AB dışına olan ihracatını büyük ölçüde arttırmasını mümkün kıldı. Yunanistan’ı, Portekiz’i, İspanya’yı ve birçok başka Avrupa ülkesini harap eden yıkıcı kemer sıkma programlarının hepsi “Made in Berlin” damgasını taşımaktadır. Bu durum, Almanya’yı Fransa, İtalya ve AB ile Britanya tarafından desteklenen ve bankaların daha fazla paraya ulaşabilmesini mümkün kılacak genişlemeci bir para politikasından yana olan diğer ülkeler ile keskin bir çatışmaya sokuyor. Hem kemer sıkma politikası hem de genişlemeci bir para politikası, krizin yükünü bankalardan alıp işçi sınıfının sırtına yüklemenin farklı biçimleridir. AB, yalnızca iki alanda “başarılı” oldu: kendi dış sınırlarını sağlamlaştırma ve devleti güçlendirme. Her yıl, binlerce sığınmacı, AB’nin askeri olarak tahkim edilmiş sınırlarını aşmaya çalışırken ölüyor. Milyonlarca insan, açlık sınırındaki ücretlerle sömürülür ya da hiçbir hakkın olmadığı aşağılayıcı koşullar altında sığınmacı kamplarında uzun süre yaşamaya zorlanırken, bir o kadarı da ülkeden ülkeye sürülüyor. AB şemsiyesi altında, polis ve istihbarat örgütleri eliyle kolluk kuvvetleri tarafından kullanılmak üzere toplanmış devasa ölçekte veriyi merkezileştiren güçlü bir güvenlik aygıtı oluşturulmuş durumda. Bu aygıt, kapitalist sisteme yönelik tabandan gelecek tehdide yö-
15.
16.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
PSG
neliktir. Avrupa’nın egemen sınıfı işçi sınıfına karşı birleşmiştir. Avrupa’daki bütün çatışmalar ve bölünmeler uluslararası mali ve ekonomik krizin basıncı altında, 2008’den bu yana yoğunlaşmaktadır. Dünya kapitalizminin asalakça çürümesi, en yalın ifadesini mali sermayenin kanser gibi üremeAB şemsiyesi altında, polis sinde bulmaktadır. Uluslararası piyasalarda gerçekleve istihbarat örgütleri şen günlük mali işlemlerin eliyle kolluk kuvvetleri gerçek üretimle hiçbir iliştarafından kullanılmak kisi yoktur. ABD’de, mali üzere toplanmış devasa sektörün toplam ticaret içindeki payı 1980’de ölçekte veriyi yüzde 10 iken bugün yüzde merkezileştiren güçlü bir 40’a yükselmiştir. Bu artışa, güvenlik aygıtı sanayinin gerilemesi ve işçi oluşturulmuş durumda. sınıfına yönelik sonu gelBu aygıt, kapitalist mez saldırılar eşlik etmeksisteme yönelik tabandan tedir. Wall Street’in 1990’ gelecek tehdide yöneliktir. lardan 2008’deki yüksek faizli mortgage krizine Avrupa’nın egemen sınıfı kadar birbiri ardına aktif işçi sınıfına karşı balonlarının yaratılmasına birleşmiştir. ve bunların patlamasına yol açmış olan acımasız ve canice yöntemleri, Avrupalı bankaların da dahil olduğu bütün küresel mali sistemi harabeye çevirdi. Avrupa borç krizinin doğrudan nedeni buydu. HüküPolis İspanya’da metler, bankalara devlet hazinegöstericilere sinden yüz milyarlarca Avro sağlayasaldırıyor
17.
18.
rak ve paranın değeriyle oynayan kısa vadeli programlar üzerinden milyarlar harcayarak onları kurtardılar. Bu paralar şimdi sert kemer sıkma önlemleriyle işçi sınıfı zararına tazmin ediliyor. Avrupa Birliği, mali sermayenin tahsilat bürosu gibi çalışmaktadır. O, elinden geleni ardına koymayacaktır. Avrupa mali sözleşmesi her hükümete kemer sıkma politikalarını sertleştirmesini ve Almanya Başbakanı Angela Merkel’in belirttiği gibi, “bağlayıcı ve kalıcı; parlamento çoğunlukları tarafından altüst edilmeyecek” bir borç limiti uygulamasını önermektedir. Yunanistan, toplumsal karşı devrimin, bütün Avrupa için model oluşturan bir laboratuvarı işlevini görmektedir. Yüzsüz Brüksel yetkilileri, on binlerce işin ortadan kaldırılmasını, emekli maaşlarının ve ücretlerin azaltılmasını ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini emrediyorlar. Demokratik olarak seçilmiş hükümetler istifa etmeye ve yerlerini seçilmemiş teknokratlara terk etmeye zorlanıyorlar. Kesintilere karşı çıkan seçmenler sindiriliyor ve şantaja maruz kalıyor. Alman politikacıların Yunan seçmenlere dil uzatması, Avrupa tarihinin, Alman subaylarının işgal altındaki Yunanistan’da bağırarak emirler yağdırdığı en korkunç dönemlerini anımsatıyor. Bu görüntünün ardında, iflas durumunda bir askeri ya da polis diktatörlüğünü kurmanın hazırlıkları yapılıyor. Demokrasi, burjuvazinin, kriz derinleştiği zaman artık tahammül edemeyeceği bir lükstür. Toplumsal karşı devrimi ya da diktatörlüğü, yalnızca, işçi sınıfının Avrupa Sosyalist Devletler Federasyonu üzerine kurulu bağımsız seferberliği önleyebilir. PSG, Avrupa Birliği’nin bütün kurumlarıyla birlikte yıkılması çağrısında bulunur ve bu talebi ayrılmaz biçimde uluslararası sosyalist program ile bağlantılandırır. Biz Avrupa ve dünya işçi sınıfının bir-
19.
20.
67
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k liği için mücadele ediyoruz. Almanya’daki, Fransa’daki, İtalya’daki, İspanya’daki ve Büyük Britanya’daki işçiler, büyük serveti, bankaları ve büyük şirketleri kamulaştıran, ekonomiyi sosyalist temellerde yeniden örgütleyen ve onu mali aristokrasinin kâr amacına göre değil bir bütün olarak toplumun hizmetine yönlendiren işçi hükümetlerini kurmak için Merkel’i, Hollande’ı, Monti’yi, Rajoy’u ve Cameron’u devirmek için mücadeleye girişmelidir. Alman işçi sınıfı bu açıdan özel bir sorumluluğa sahiptir. O, Alman hükümetine karşı çıkmak ve Yunanistan’ın, Almanya’daki, İrlanda’nın, Portekiz’in, İspanya’nın ve diğer yüksek Fransa’daki, İtalya’daki, borçlu ülkelerin işçilerini İspanya’daki ve Büyük onun dayatmalarına karşı Britanya’daki işçiler, savunmak zorundadır. Bu büyük serveti, bankaları yalnızca temel bir dayave büyük şirketleri nışma ilkesi değil, aynı zakamulaştıran, ekonomiyi manda, Alman işçilerinin kendi haklarını ve kazasosyalist temellerde nımlarını savunmalarının yeniden örgütleyen ve da önkoşuludur. İşçi sınıonu mali aristokrasinin fına yönelik saldırılar kâr amacına göre değil Alman sınırlarında durbir bütün olarak maz. İşçi sınıfının toplumtoplumun hizmetine sal ve demokratik haklarını yönlendiren işçi savunması, yoksulluğun ve işsizliğin üstesinden gelhükümetlerini kurmak mesi, adil ve eşitlikçi bir için Merkel’i, Hollande’ı, toplum inşa etmesi ve barMonti’yi, Rajoy’u ve barlığa dönüşü engelleCameron’u devirmek için mesi, yalnızca uluslararası mücadeleye girişmelidir. sosyalist program temelinde mümkündür. İşçiler, AB’yi ve onun gerici kurumlarını kurtarmaya yönelik her türlü özveriyi reddetmek zorundadır. AB üyeliğini koruyarak onun kemer sıkma önlemlerine karşı koymak mümkün değildir. AB, protestolar ve görüşmeler yoluyla yönelimini değiştirmeye zorlanamaz. Dünya kapitalizminin ilerlemiş krizi, toplumsal reformlara ve ödünlere yer
21.
22.
68
bırakmamaktadır. Uluslararası mali aristokrasi, servetinin ve ayrıcalıklarının bir bölümünü bile elden çıkaramaz; o, bunu yapmaya, 1789 Fransız Devrimi öncesindeki Fransız aristokrasisinden daha hazır değildir. AB’nin düzeltilebileceği düşüncesi, yalnızca işçi sınıfının kafasını karıştırmaya ve onu felç etmeye hizmet eder. PSG, ulusalcılığın ve şovenizmin bütün biçimlerini reddeder. Bizim Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri perspektifimiz, Avrupa’nın içinde bulunduğu açmaza yanıt olarak ulus devlete ve ulusal paralara geri dönüş çağrısı yapan aşırı sağ ve Stalinist örgütlerin programına taban tabana karşıttır. Bu tür bir yönelimin sonuçları kıtanın Balkanlaşması, daha büyük ekonomik ve toplumsal gerileme, ticari ve bölgesel anlaşmazlıklar ve silahlı çatışmalar olur. İşçi sınıfının devrimci bir saldırısının nesnel koşulları hızla olgunlaşıyor. Onun ekonomik krizle ve toplumsal ve demokratik haklara yönelik aralıksız saldırılarla karşı karşıya olan geniş kesimleri, kapitalizmin ekonomik olarak yaşamını sürdürebileceğine ve manevi meşruiyetine olan güvenlerini yitiriyorlar. Bununla birlikte, krizin nesnel olarak kötüleşmesi, otomatik olarak, önderlik ve perspektif krizinin çözümü için gerekli öznel koşulları yaratmaz. Krizin kapsamı ile mücadeleye sürüklenen kitlelerin siyasi bilinçleri arasında son derece büyük bir uçurum var. Bankaların diktatörlüğüne ve AB’nin kemer sıkma önlemlerine karşı toplumsal protestolar, bugüne kadar, büyük ölçüde, sosyalist bir perspektifi reddeden sendikacıların, sahte solun ve yarı anarşist eğilimlerin egemenliğinde oldu. Bu yüzden, işçi sınıfının yeni bir siyasi önderliğinin inşası, PSG’nin bütün siyasi, pratik ve teorik faaliyetlerinin merkezindedir. Sol Mu-
23.
24.
25.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
PSG
halefet’in, Dördüncü Enternasyonal’in ve Uluslararası Komite’nin Stalinizme, reformizme, revizyonizme ve küçük burjuva oportünizmine karşı 90 yıllık mücadelesi, PSG’yi bu göreve hazırlamıştır. Uluslararası Komite ve Dünya Sosyalist Web sayfası, şimdi, devrimci Marksist bir program uğruna kelimenin tam anlamıyla mücadele eden tek örgüttür. Savaş sonrası dönemde işçi hareketine egemen olan Stalinist ve sosyal demokrat partiler, bugün, açıkça büyük şirketlerin hizmetinde ve artık işçi sınıfı üzerinde hiçbir etkiye sahip değil. Sosyal demokrat partilerin politikaPSG, işçilerin kendilerini ları geleneksel sağcı partilerin politikalarından sendikaların ayırt edilemez durumda. engellemesinden Sosyal demokrat hükümetkurtarmasını teşvik eder ler, Almanya’da, İngilteve onların bu yöndeki re’de, Yunanistan’da, Porbütün çabalarını tekiz’de ve İspanya’da, AB destekler. Biz, işçilerin tarafından dayatılan kemer güvenini arttıran -grevler, sıkma önlemlerini yaşama geçirdiler. PSG, bu türdeki fabrika işgalleri, kitlesel partilere herhangi bir bigösteriler gibi- bütün çimde destek verilmesini girişimleri destekleriz. şiddetle reddeder. İşçi sınıBununla birlikte, bu tür fını, Alman Sosyal Demokmücadeleler, yalnızca rat Partisi’nden (SPD) bütüsendikalardan bağımsız nüyle kopmaya çağırıyoruz. Sol Parti ve çok sayıda olarak küçük burjuva siyasi akım gerçekleştirildiklerinde tarafından propagandası başarılı olabilirler. yapılan, SPD’nin geleneksel tutucu partiler (Hristiyan Demokrat Birlik, Hristiyan Sosyal Birlik ve Hür Demokrat parti) ile karşılaştırıldığında “kötünün iyisi“ olduğu düşüncesi, bağımsız bir işçi sınıfı hareketinin gelişmesinin önünde engeldir. Sendikalar da mali oligarşinin her istediğini yerine getirmaye hazırlar. Onlar, işverenlerin işçilere karşı başlıca silahı haline gelmiştir. Fabrika düzeyinde, sendika görevlileri ve işyeri konseyi üyeleri işçileri yıldırmakta, onları birbirine
26.
27.
karşı kullanmakta, işçi sayısının azaltılmasını planlamakta ve üretimi arttırmayı amaçlayan planların hazırlanmasına yardımcı olmaktadırlar. Onlar, işçilerin her mücadelesini sabote eden yönetici yardımcıları işlevini görüyorlar. Onlara, bu hizmetleri karşlığında cömertçe ödemeler yapılıyor. Siyasi düzeyde, sendikalar, bütün toplumsal protestoları bastırmakta ve onların altını oymakta; iş dünyasıyla, hükümetle ve AB ile sıkı işbirliği içinde, işçi sınıfına yönelik bir sonraki saldırının planlanmasına yardımcı olmaktadır. Onlar, Almanya’ da, çok sayıda işçinin saat başı 5 Avro’dan daha az ücret aldığı bir düşük ücretli sektörün oluşmasına yol açan “Gündem 2010”un uygulanmasında son derece önemli rol oynadılar. PSG, işçilerin kendilerini sendikaların engellemesinden kurtarmasını teşvik eder ve onların bu yöndeki bütün çabalarını destekler. Biz, işçilerin güvenini arttıran -grevler, fabrika işgalleri, kitlesel gösteriler gibi- bütün girişimleri destekleriz. Bununla birlikte, bu tür mücadeleler, yalnızca sendikalardan bağımsız olarak gerçekleştirildiklerinde başarılı olabilirler. Onların önderlikleri bürokratik aygıtların eline terk edilemez. Tersine, saflara karşı doğrudan sorumlu, bağımsız ve demokratik biçimde seçilmiş grev komitelerini ve işçi konseylerini oluşturmak gerekiyor. Sosyal demokrasinin ve sendikaların çöküşünün bıraktığı boşluk, Alman Sol Partisi, Fransız Sol Cephe ve Yeni Kapitalizm Karşıtı Parti, Britanya’daki Sosyalist İşçi Partisi ve Yunan SYRIZA gibi küçük burjuva örgütler tarafından kısmen doldurulmuş durumda. Bu örgütler kendilerini “sol” ya da “kapitalizm karşıtı” olarak betimliyorlar ama gerçekte ne sosyalist ne de devrimciler. Onların safları, küçük burjuvazinin, ekonomik çıkarları ve kültürel ihtiyaç-
28.
29.
69
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k ları yönetici sınıfa yönelen hali vakti yerinde kesimlerinden toplanmıştır. Stalinist aygıtların enkazından, 1968’ in orta sınıf protesto hareketinden, Pablocu revizyonizmden çıkmış olan bu güçler -Komünist Yeniden İnşa’nın 2006’da Prodi hükümetine katıldığında İtalya’da ve Sol Parti’nin bir dizi Alman eyaletinde ve yerel İşçi sınıfının yeni devrimci yönetimde yaptığı gibiburjuva düzeni savunmak önderliklerinin inşası, bu için sorumluluk almaya büküçük burjuva örgütlere karşı, Frankfurt Okulu’nun tünüyle hazırlar. Bu sahte sol örgütler, etkilerini, topdüşüncelerine, post lumsal protestoları sosyal modernizme ve öznel demokratlara ve sendikaidealizmin bu tür gruplara lara yönlendirme-de kullaideolojik arka plan nıyorlar. Onlar AB tarafından talep edilen tek sağlayan diğer tek kemer sıkma önlemlebiçimlerine teorik bir rini eleştiriyorlar ama AB’yi saldırı da dahil, sistematik kararlılıkla savunuyor, mali bir siyasi ve teorik sermayenin talimatlarını mücadeleyi yaşama geçiriyor ve hükügerektirmektedir. metlere katılarak sorumluluk üstleniyorlar. Bu bakımdan, SYRIZA tarafından Yunanistan’da oynanan rol bütün Avrupa işçi sınıfı için stratejik bir deneyimi ifade etmektedir. Bu ülke uluslararası mali sermaye ve onun hizmetçileri tarafından işçi sınıfına örnek işlevi görmek üzere seçildi. “Troyka“nın (Avrupa Birliği, Uluslararası Para Fonu ve Avrupa Merkez Bankası) zorla kabul ettirdiği tasarruflara muhalefet yükseldiğinde ve sosyal demokrat PASOK’a olan seçmen desteği çöktüğünde, SYRIZA ikinci güçlü parti ve genel seçimlerdeki olası galip olarak ortaya çıktı. SYRIZA, aynı zamanda AB’ye ve uluslararası alacaklılara -Aleksis Tsipras’ın Financial Times’a söylediği gibi, “Yunanistan’da ekonomik, toplumsal ve siyasi istikrarı sağlayabilecek … ve ortak para birimini kurtarabilecek tek siyasi hareket” olduğu güvencesini verirken, seçmenlerine zorla kabul ettirilen tasarruf
30.
70
anlaşmalarına son vereceğini vaat etti. SYRIZA’nın sinik ikiyüzlülüğü işçi sınıfını silahsızlandırdı ve sağcı Yeni Demokrasi’nin SYRIZA’nın sadık muhalefet rolü oynama sözü verdiği yeni bir kemer sıkma hükümeti kurmasını mümkün kıldı. SYRIZA ne Yeni Demokrasi’nin başbakanı Samaras’a meydan okuyacak ne de işçileri onun hükümetini devirmek için seferber etmeye çalışacaktır. Yunanistan’daki bütün küçük burjuva örgütler, SYRIZA’nın ister içinde isterse dışında olsunlar, İşçilerin Enternasyonali İçin Komite, Uluslararası Sosyalist Eğilim ve Birleşik Sekreterliğin Pablocuları gibi uluslararası müttefikleriyle birlikte, SYRIZA’ya desteklerini ifade ettiler. Onlar, SYRIZA’nın AB’yi desteklediğini ve kapitalizm yanlısı bir programı savunduğunu kabul etmekle birlikte, onu destekliyor; onu eleştiren herkesi “sekter” olarak mahkum etmekte ısrar ediyorlar. Onlar, böyle yaparak, Avrupa kapitalizmine bağlılıklarını vurgulamaktadırlar. Her Avrupa ülkesindeki burjuvazi, bu çevrelerden herhangi bir meydan okumayla karşılaşmayacağına güvenebilir. Bu örgütlerin haince ikiyüzlülüğü, yaygın öfkeyi şovenist ve yabancı düşmanı yöne saptırmaya çalışan aşırı sağcı grupların ekmeğine yağ sürmektedir. Macaristan’da, Fransa’da, Yunanistan’da ve diğer ülkelerde bu tür aşırı sağcı partiler, sosyal demokratların işçi sınıfı karşıtı politikaları ve sahte solun ikiyüzlülüğü karşısındaki kitlesel düş kırıklıklarını ve kırgınlıkları kullanarak, önemli seçim başarıları elde edebilmişlerdir. İşçi sınıfının yeni devrimci önderliklerinin inşası, bu küçük burjuva örgütlere karşı, Frankfurt Okulu’nun düşüncelerine, post modernizme ve öznel idealizmin bu tür gruplara ideolojik arka plan sağlayan diğer biçimlerine teorik bir saldırı da dahil, sistematik bir siyasi ve
31.
32.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
PSG
teorik mücadeleyi gerektirmektedir. PSG, militarizme ve emperyalist savaşa karşı mücadelenin ön cephesindedir. Askeri çatışmalar, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden bu yana katlanarak artmıştır. ABD, kendi küresel egemenliğini ve önemli dünya petrol rezervleri üzerindeki denetimini güvence altına almak için Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da ve diğer ülkelerde sömürgeci savaşlara girişti ve şimdi Suriye ile İran’a karşı savaşa hazırlanıyor. Avrupalı devletler, yağmadan bir pay almak için bu savaşlarda yer almaktadırlar. Buna, II. Dünya savaşı sırasında işlenmiş suçların bir sonucu olarak zorla dayatılmış 50 yıllık bir aradan sonra, Kosova’da, Afganistan’da ve Afrika boynuzunda savaşan Alman birlikleri de dahildir. 1980’lerde militarizm yükselirken yüzbinlerce insanı harekete geçirmiş olan barış hareketi bütünüyle çöktü. 1999’da, Yugoslavya’daki savaş, Yeşiller Partisi’ne pasifizmden militarizme geçmek için Önümüzdeki dönem, bahane sağladı. 2011 Libya savaşı sırasında, arakapitalist krizin larında Pablocu Birleşik yoğunlaşmasıyla ve işçi Sekreterlik'in de yer aldığı sınıfının hızla deneyim küçük burjuva sahte sol kazanacağı şiddetli sınıf onun örneğini izledi. Pasimücadeleleriyle fist, reformist ve sahte solcu damgalanacak. İşçilerin küçük burjuvazi, II. Dünya Savaşı’nın hemen öncekarşı karşıya olduğu şey sinde olduğu gibi, büyük Yunan, İspanyol ya da devletler arasındaki geriİtalyan krizi ya da az limler artarken, emperyasayıda şirketin çöküşü lizmin safına geri dönüyor. değil; mevcut toplumsal İran’la savaş üzerine bir düzenin ve eski manzumede uyarıda bulunan Nobel Ödülü sahibi egemenlik biçimlerinin Günter Grass’a yönelik çökmesidir. histerik saldırılar, bunun ne kadar ilerlemiş olduğunu ortaya koymaktadır. PSG militarizmin ve emperyalist savaşların bütün biçimlerinin
33.
34.
uzlaşmaz karşıtıdır. Onlar, yönetici sınıfın pasifist çağrılarıyla durdurulamazlar. Militarizme ve savaşa karşı mücadele, işçi sınıfının kapitalizmi yıkmak için mücadele eden uluslararası sosyalist hareketinin inşasından ayrılamaz. PSG, çalışanların, mali sermayenin emriyle ortadan kaldırılan demokratik haklarını yorulmaksızın savunur. Biz düşünceyi ifade özgürlüğünü, gösteri hakkını, oy verme ve devletin denetiminin dışında kalma hakkını savunuyoruz. Biz, göçmenleri ve sığınmacıları toplumsal krizin ve kitlesel işsizliğin günah keçisi yapmaya; İslam karşıtı duyarlılıkları ve ırkçı önyargıları kışkırtarak dikkatleri toplumsal krizden uzaklaştırmaya yönelik bütün girişimlere karşı çıkıyoruz. Biz, başörtüsü yasağı, çarşafın yasaklanması ve cami inşasına ilişkin sınırlamalar gibi, inanç özgürlüğüne yönelik sınırlamalara karşı çıkıyoruz. AB’nin, Avrupa’yı bir kaleye dönüştüren ve her yıl binlerce insanın ölümüne yol açan gerici sınır düzenlemesine karşı çıkıyoruz. Önümüzdeki dönem, kapitalist krizin yoğunlaşmasıyla ve işçi sınıfının hızla deneyim kazanacağı şiddetli sınıf mücadeleleriyle damgalanacak. İşçilerin karşı karşıya olduğu şey Yunan, İspanyol ya da İtalyan krizi ya da az sayıda şirketin çöküşü değil; mevcut toplumsal düzenin ve eski egemenlik biçimlerinin çökmesidir. İşçiler, kendi devrimci partilerini inşa etme ve toplumu, küçük bir azınlık olan mali aristokrasinin çıkarları değil ama nüfusun büyük çoğunluğunun ihtiyaçları temelinde yeniden örgütleme göreviyle karşı karşıyadır. PSG’nin ve DEUK’un programı, bu görev için gerekli rehberliği ve yönelimi sağlamaktadır. HHHH
35.
36.
71
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
H 102
YIL ÖNCE BU AY
hazır giyim işçilerinin grevi
H
azır giyim piyasasının en büyük şirketi “Hart, Schaffner, and Marx”da çalışan hazır giyim işçileri, 1910 yılı Eylül ayı başında, Chicago’da uzun sürecek bir greve çıktılar.Grevin doruk noktasında, çoğunluğu göçmen kadınlardan oluşan grevcilerin sayısı 45.000’i bulmuştu. Grev Şubat 1911’e kadar sürdü. Grev, “Hart, Schaffner, and Marx”ın fabrikalarından birinde çalışan 26 kadın işçinin uygulamaya konan yeni ikramiye sistemini protesto etmesiyle başlamıştı. Bu, New York City’deki 60.000 palto imalatçısının ve 20.000 hazır giyim işçisinin grevlerinin ardından, sektörde bir yıl içinde gerçekleşen üçüncü büyük grevdi. Hazır giyim işçilerinin grevleri, işçi sınıfının en fazla ezilen kesimlerinin (bu durumda göçmen kadın işçiler) milliyetlerin ve mesleklerin ötesine geçen sanayi örgütlenmesi karşısında yaşama mücadelesini ifade ediyordu.
72
Bu durum, işçileri, Birleşik Hazır Giyim İşçileri (UGW) gibi meslek üzerine kurulu sendikalarla çatışmaya sokmuştu. New York’ta olduğu gibi, Chicago’daki grevlerde de sosyalizmin ve sosyalist önderlerin etkisi ortaya çıktı. Önderlerden biri, ABD’ye göç etmeden önce Musevi Sosyalist örgütü Bund’un üyesi olan Sidney Hillman idi. “Hillman, Hart, Schaffner, and Marx” ile Ocak 2011’de bir anlaşmaya varmak için görüşmeler yaptı. Bu görüşmeler, yeni bir işkolu sendikası olarak Amerika Birleşik Giyim İşçileri’nin (ACWA) kurulmasına zemin oluşturdu.
H 77
YIL ÖNCE BU AY
büyük maden işçileri grevi
A
BD’de, 23 Eylül 1935 günü, Birleşik Maden İşçileri [Sendikası] (UMW), Çalışma Bakanı Yardımcısı Edward McGrady ve kömür sanayisi temsilcileri arasında sürmekte olan görüşmelerin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine, 400.000 kömür madeni işçisi greve çıktı. Bu, ABD tarihinde, taşkömürü madenlerinde çalışan işçilerinin en büyük greviydi. Grevle birlikte, 27 eyaletteki maden kömürü işletmelerinin faaliyetleri durdu. Greve, büyük çelik şirketlerinin sahibi ve işletmecisi olduğu ve UWM’nin sözleşme hakkına sahip olmadığı madenlerdeki işçiler de katıldı. Grev, 246 maden ocağının üretimini durdurduğu Pennsylvania’da özellikle etkiliydi. New York Times, “Hiçbir yerde, beş-altı işçinin çalıştığı ve el arabasıyla kömür çıkartılan küçük madenlerde bile kömür çıkartılmıyor” diye yazmıştı. Sanayinin aksamasıyla birlikte, görüşmeler Washington’da sürdü ve bir hafta sonra anlaşma sağlandı. Anlaşmaya göre, altı saatlik işgünü ile haftada beş
gün çalışma kabul edilmedi; işçileri talep edilen yüzde 15’in yerine yüzde 9’luk bir ücret artışı elde ettiler. UMW başkanı L. Lewis, yeni sözleşmeyi, “ülkedeki mevcut koşullar altında maden işçileri için bütünüyle tatmin edici” sözleriyle betimlemişti. UMW grevi kömür sektöründe tanık olunan en kısa sürede (altıncı günde) resmen bitirmek için görüşme yaparken, yılda 3 milyon 500 bin ton kömür çıkartılan Appalachia’daki çok sayıda kömür madeni işleticisi sözleşme imzalamayı reddetti. Bu, bölgedeki 3.500 maden işçisinin grevi sürdürmesine yol açtı.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
fiyatı 5 tl