S9 kasım2012

Page 1

9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:44 Page 2

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

t o plu m s al e ş İ t l İ k

ekim devrimi’nin 95. yılında önderlik ve perspektif sorunu yayın kurulu H çatışmalar imf-db toplantılarıyla su yüzüne çıktı nick beams H avro bölgesi mali krizinde yeni bir dönemeç nick beams H yunanistan’da faşizm tehlikesi christoph dreier H avrupa’da ayrılıkçı ajitasyon yükseliyori chris marsden H ab’nin nobel barış ödülü peter schwarz H batı destekli “asiler” ile suriyeli kürtler arasında çatışma bill van auken H mısırlı “devrimci sosyalistler” burjuvaziyle ittifak yapıyor johannes stern H kürt siyasi tutuklularının ve hükümlülerinin açlık grevleri yusuf ateşçi H “cumhuriyet mitingleri”, burjuva muhalefet ve işçi sınıfı yayın kurulu H van depreminin birinci yıldönümü ve kapitalistlerin kâr hırsı orhan cemil H yeni sendikalar yasası ve işçi sınıfının örgütlenmesi m. özgür demir H öldürülmesinin 35. yılında tom henehan’ın anısına

H

kasım 2012 /

9


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:44 Page 3

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

t o plu m s al e ş İ t l İ k

kasım 2012

aylık siyasi dergi sahibi Prinkipo Yayıncılık Ltd. Şti. adına Bahadır Eren

basım yeri:

sorumlu yazı işleri müdürü Halil Çelik

Berdan Matbaacılık Sadık Daşdöğen

yönetim yeri

Davutpaşa Caddesi, Güven İş Merkezi C Blok No: 239-215-216 Topkapı - İstanbul

Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B Üsküdar - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 e-posta: info@toplumsalesitlik.org www.toplumsalesitlik.org

Tel./faks: (212) 613 12 11 - 613 11 12 e-posta: berdanmatbaa@gmail.com ISSN Numarası: 2146-8230

içindekiler 3

ekim devrimi’nin 95. yılında önderlik ve perspektif sorunu yayın kurulu

38

mısırlı “devrimci sosyalistler” burjuvaziyle ittifak yapıyor johannes stern

11

çatışmalar imf-db toplantılarıyla su yüzüne çıktı nick beams

41

çin’in ekonomik büyüme hızı son üç yıldaki en alt seviyede

13

avro bölgesi mali krizinde yeni bir dönemeç nick beams

17

yunanistan’da faşizm tehlikesi christoph dreier

20

yunan işçi sınıfını savunun! christoph dreier

23

avrupa’da ayrılıkçı ajitasyon yükseliyor chris marsden

27

ab’nin nobel barış ödülü peter schwarz

29

abd ve ab mali’ye askeri müdahaleye

ernst wolff

33

hazırlanıyor

43

g. afrika’daki sendikalar işçileri bastırmak için kitlesel işten çıkartmaları ve cinayetleri kullanıyor chris marsden

47

kürt siyasi tutuklu ve hükümlülerin açlık grevleri yusuf ateşçi

51

“cumhuriyet mitingleri”, burjuva muhalefet ve işçi sınıfı yayın kurulu

53

van depreminin birinci yıldönümü ve kapitalistlerin kâr hırsı orhan cemil

57

yeni sendikalar yasası ve işçi sınıfının örgütlenmesi m. özgür demir

61

öldürülmesinin 35. yılında tom henehan’ın anısına

batı destekli “asiler” ile suriyeli kürtler arasında çatışma bill van auken

35

john chan

washington yeni suriyeli kuklalar arıyor bill van auken kapak fotoğrafı: 1917 Sonbaharında Petrograd’daki ilk Kızıl Muhafızlar


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:44 Page 4

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

mer haba

B

olşeviklerin önderliğindeki Rusyalı işçiler ve yoksul köylüler, 95 yıl önce insanlık tarihindeki en büyük toplumsal atılımı gerçekleştirmek üzere Çarlık rejimine son verip tarihteki ilk işçi devletini kurduklarında, dünya, üç yıl önce içine sürüklenmiş olduğu emperyalist savaş cehenneminde yaşamaya devam ediyordu. Sosyalist (II.) Enternasyonal içindeki Marksist devrimciler, milyonlarca emekçinin “kendi” kapitalistlerinin kârlarını arttırmak ve yeni pazarlar ele geçirmek uğruna cephelerde birbirini boğazladığı I. Dünya Savaşı’nı engelleyememişlerdi. Ama onlar, Bolşeviklerin önderliğindeki 1917 Ekim (Kasım) Devrimi ile birlikte, bu emperyalist yıkımın sona ermesini sağladılar. Ekim Devrimi, burjuvazi ve gericilik için, yarım yüzyıldır tepelerinde dolaşan “Komünizm hayaleti”nin cisimleşmesiydi.

Bir işçi devrimi karşısında duyulan korku, dünya burjuvazisinin SSCB’deki ve uydusu ülkelerdeki totaliter bürokratik diktatörlüklerin ardı ardına çökmesi karşısında erken zafer çığlıkları attığı 1989-91 sürecinden topu topu yirmi yıl sonra, yeniden gündemde. Nasıl olmasın ki? İşçi sınıfı ve gençlik, egemen sınıfların dünyanın dört bir yanında ister istemez devlet baskısı eşliğinde uyguladığı açlık ve sefalet politikalarına karşı yeniden ayağa kalkmaya başladı. Krizin bedelini ödemek istemeyen emekçi kitleler Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi diktatörleri alaşağı ederken, başını ABD’nin çektiği Batılı emperyalistler, hem emekçilerin dünya çapındaki direnişine hem Rusya ve Çin gibi rakiplerine hem de birbirlerine karşı giderek saldırganlaşıyor. Dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir çatışmanın yeni bir dünya savaşını başlatabileceği koşullar altında yaşıyoruz. Bütün bunlar yaşanırken, küçük burjuva solunun işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanı yüzü her zamankinden fazla açığa çıkıyor. Bu akımlar, bütün ülkelerde, işçi sınıfını, sermayenin şu ya da bu siyasi temsilcisine yedeklemeye çalışıyorlar. İşçi sınıfının ve gençliğin bu açık intihar çağrısına kulak asmayan kesimleri ise tam bir perspektifsizlik içinde edilgenleşiyor. “Ekim Devrimi’nin 95. yılında önderlik ve perspektif sorunu” başlıklı yazımızda, 1917 Ekim Devrimi’ni bugüne ışık tutan yanıyla ele alıyor ve şu sonuca varıyoruz: Kapitalizminin tarihindeki en ağır ve en uzun süreli ekonomik-mali krizinin ürünü olan bütün bu gelişmeler, işçi sınıfının devrimci öncüsünü dünya çapında güçlendirmenin aciliyetini gözler önüne seriyor. Bu öncü, kapitalizmin bilimsel çözümlemesini yapan ve ondan Marksist devrimci siyasi sonuçlar çıkartan tek akım olarak IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’dir. Bu sayımızda, Dünya Sosyalist Web Sayfası’nın yazarlarından Nick Beams’in, kapitalizmin uzatılmış krizinin yol açtığı çelişkileri ve her biri rakip uluslararası tekelleri temsil eden burjuva hükümetler arasındaki artan çatışmayı ele alan iki yazısını yayımlıyoruz. Beams’in yazılarını, Christoph Dreier’in Yunanistan’daki siyaset kurumunun ve işçi sınıfının içinde bulunduğu son derece kritik duruma ilişkin değerlendirmeleri izliyor. Dreier, Yunanistan’da yükselen faşizm tehlikesine dikkat çekiyor. Avrupa kapitalizminin krizi, işçi sınıfını yalnızca artan yoksulluk ve devlet baskısı dolayımıyla vurmuyor. Kriz, var olan ulus devletlerin etnik ya da bölgesel temelde parçalanmasını da hızlandırıyor. Chris Marsden, sözde tek bir “Avrupa ulusu”


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:44 Page 5

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k yaratma uğruna yola çıkmış olan AB’nin parçalanma sürecini ifade eden ayrılıkçı eğilimleri ele aldığı yazısında, her biri küresel sömürü pastası içindeki kendi payını arttırmaya çalışan bu burjuva ayrılıkçı akımların işçi sınıfı açısından oluşturduğu tehlikelere dikkat çekiyor. AB’nin yönetici seçkinlerinin temellerinden sarsılan AB’yi kurtarma çabasına son siyasi-ideolojik destek, İsveç Parlamentosu’nun Nobel Komitesi’nden geldi. Peter Schwarz, “AB’nin Nobel Barış Ödülü” başlıklı yazısında, bu yılki Nobel Barış Ödülü’nün AB’ye verilmesinin ne anlama geldiğini gözler önüne seriyor. Halen dünyanın birçok bölgesinde emperyalist işgallerde yer alan AB’ye tam da Mali’ye askeri müdahaleye hazırlandığı sırada “barış ödülü” verilmesinin arkasında yatan burjuva ikiyüzlülüğünü ve Mali’ye yönelik emperyalist planları Ernst Wolff’un kaleminden aktarıyoruz. ABD’nin ve AB’nin Suriye’de rejim değişikliğine yönelik müdahalesi, artan çelişkilerle atbaşı gidiyor. Türkiye’nin de göbeğinde yer aldığı bu emperyalist müdahalede umulan sonucun hala alınamamış olması, ABD’yi şimdiye kadar uyguladığı planları gözden geçirmeye yöneltti. ABD’nin Suriye’deki alt taşeronlarını “yeniden düzenleme” planı, hem Batılı ittifak içinde hem de onunla bölgesel taşeronları (Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar) arasında gerilimlere yol açacak gibi görünüyor. Konuya ilişkin gelişmeleri, Bill Van Auken’in iki yazısından özetliyoruz. Diğer önemli uluslararası ekonomik ve siyasi gelişmelere ilişkin değerlendirmeleri, Johannes Stern’in, John Chan’ın, Chris Marsden’in, sırasıyla Mısır’a, Çin’e ve Güney Afrika’ya ilişkin yazılarında bulabilirsiniz. Türkiye gündeminin en önemli ayağını, kuşkusuz, Kürt siyasi tutuklu ve hükümlülerinin açlık grevi oluşturuyor. Bu konuya ilişkin kapsamlı bir değerlendirmeyi Yusuf Ateşçi’nin kaleminden aktarıyoruz. Türkiye gündemimizin bir diğer maddesini, iktidarı olduğu kadar bizzat örgütleyicilerini de şaşırtan bir katılımla gerçekleşen “Cumhuriyet mitingleri” oluşturuyor. Yazarlarımızdan Orhan Cemil ise kapitalistlerin ve hükümetin Van depreminden nasıl yararlandığını ele aldığı yazısında, depremden bir yıl sonraki durumu anlatıyor. M. Özgür Demir, yeni sendikalar ve toplu sözleşme yasasının, “demokratik” bir makyajla kamuoyuna sunulan yüzünün ardında yatan gerçekliği sergilediği yazısında, işçi sınıfının yeni kitlesel örgütlenmelerini yaratması gereğini vurguluyor. ABD’li genç Troçkist önderlerden Tom Henehan, bundan 35 yıl önce, üç kiralık katil tarafından vurularak öldürülmüştü. Bu sayımızın son yazısını, Patrick Martin’in, Henehan’ın öldürülmesinin 30. yılında kaleme almış olduğu; Tom Henehan’ı, öldürülmesini ve ABD’li Troçkistlerin suçluların yargılanması amacıyla ısrarla sürdürdüğü siyasi kampanyayı anlatan yazısı oluşturuyor. Son olarak, dergimize ilişkin eleştirilerinizi, önerilerinizi ve katkılarınızı “info@toplumsalesitlik.org” adresimize gönderebileceğinizi; Marksist devrimci bir işçi partisi oluşturma yönündeki çabalarımıza katkılarınızı beklediğimizi anımsatmak istiyoruz.

HHHH


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:44 Page 6

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

ekim devrimi’nin 95. yılında önderlik ve perspektif sorunu yayın kurulu

mi’nin im Devri k E 7 1 9 1 ki tek a, tarihte d ın ıl y . 5 9 i ançi devrimin in başarılı iş nem in, o dö lamak iç koşull a s plum maddi-to mdeki ar, devri ları kad lşevik enin (Bo öznel öğ mak lünü anla partinin) ro r önemli. ada da bir o k

1

917 Ekim Devrimi’nin 95. yılında, tarihteki tek başarılı işçi devrimini anlamak için o dönemin maddi-toplumsal koşulları kadar, devrimdeki öznel öğenin (Bolşevik partinin) rolünü anlamak da önemli. Bu hem Marksizmi ekonomizme indirgeyip kendiliğindenliğe saplanmamak hem de öznel öğenin (Leninist-Parti ve Enternasyonal) önemini ve gerekliliğini kavramak için gerekiyor. Tarihsel materyalizm üzerine kurulu olan bilimsel sosyalizm, öznenin rolünü asla yadsımaz. Marksist materyalizm, mekanik değil diyalektiktir. Engels, Marksizmi mekanik materyalizm düzeyine indirerek çarpıtmaya çalışanlara şu yanıtı veriyordu: “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte de son kertede belirleyici öğe, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan fazlasını hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse, ekonomik öğe tek belirleyicidir anlamına gelecek şekilde önermeyi çarpıtırsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur.(..)Tarihimizi biz kendimiz yaparız ama her şeyden önce belirlenmiş öncüllerle ve koşullar içinde. Bunlar içinde en sonunda belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal olanlar vb. ve hatta insanların beynine musallat olan gelenekler bile, kesin belirleyici olmasalar da, bir rol oynarlar (...) Bununla birlikte, tarih öyle bir biçimde ilerler ki, nihai sonuç, her zaman birçok bireysel irade arasındaki çatışmalardan çıkar; bu bireysel iradelerden her birini ne ise o yapan şey de bir yığın tikel yaşam koşullarıdır.” (Seçme yazışmalar II. Sol yay. s.236-7) Bilimsel sosyalizmin yerli yerine oturması da ancak bu öğretinin ortaya çıktığı tarihsel-toplumsal koşullar göz önünde tutulursa anlaşılabilir. Marx ve Engels işçi sınıfının kâhinleri ya da peygamberleri değillerdi; onlar kuramlarını tarihin ve içinde bulundukları koşulların bilimsel analiziyle oluşturdular. Marx’ın ve Engels’in dünya tarihine yaptıkları eşsiz katkı ve işçi sınıfının komünizm mücadelesindeki bireysel rolleri elbette tartışılamaz ama bu durum onların da sürekli dile getirdikleri gibi, maddi koşullar - insan etkileşimi içinde ele alınırsa anlaşılabilir. Feuerbach üzerine 3. tezde belirttikleri gibi: “Koşulların değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist öğreti, koşulların insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur. O nedenle, toplumu –biri diğerinin üstünde yer alacak biçimde- iki kısma ayırmak durumunda kalır. Koşulların değişmesi ile insan faaliyetinin ya da insanın kendisinin değişmesinin örtüşmesi, ancak devrimci pratik içinde kavranırsa ussal olarak anlaşılabilir.” Dolayısıyla, Ekim Devrimi’nin öncü partisinin mimarı olan Lenin’in ve Bolşevik Partisi’nin devrimdeki belirleyici rolünü görmek için,

3


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:44 Page 7

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Marksistleri küçük burjuva radikallerinden veya bireysel teröristlerden ayıran önemli noktalardan biri, bütün faaliyetlerinin merkezine işçi sınıfını koymaları, emekçi kitlelere olan güvenleri ve kitle hareketinin sonuçlarının belirleyici olduğunu bilmeleridir. Marx “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” derken bunu en sade biçimde açıklamıştı. Bu yaklaşım, Lenin’in politikasının merkezine koyduğu ilkelerden biriydi.

4

önce Ekim Devrimi önceleyen koşul- yalnızca Rusya’da ve en ağır baskı koşullarında illegal olarak çalışan bir lara bakmak gerekir. parti olmamış; bütün ülkelerde, her Lenin ve Bolşevik Parti’nin rolü türlü ekonomik ve siyasi ortamda Marksistleri küçük burjuva radikallefaaliyet gösteren, uluslararası karakrinden veya bireysel teröristlerden ayıran önemli noktalardan biri, bütün terde bir örgütlenme olarak biçimlenfaaliyetlerinin merkezine işçi sınıfını miştir. koymaları, emekçi kitlelere olan gü- Başarılı bir proleter devrimi için yalvenleri ve kitle hareketinin sonuçları- nızca Marksist devrimcilerden oluşan, nın belirleyici olduğunu bilmeleridir. demokratik merkeziyetçilik ilkesiyle Marx “işçi sınıfının kurtuluşu kendi yönetilen, her koşul altında siyasi/öreseri olacaktır” derken bunu en sade gütsel bağımsızlığını koruyan ve her biçimde açıklamıştı. Bu yaklaşım, Le- duruma uyum sağlayan devrimci bir nin’in politikasının merkezine koy- parti gereğini, o dönemde Lenin’den duğu ilkelerden biriydi. Birçoklarının başka gören bir Marksist önder oliddia ettiklerinin aksine, Lenin, hiçbir mamıştı. II. Enternasyonal içinde yükzaman, devrimi öncü komünistlerden selen oportünizme ve revizyonizme oluşan bir partinin gerçekleştirebile- karşı mücadelede gelişen Bolşevik ceğini öne sürmedi. Lenin’i böyle yo- Parti, devrimci durum oluştuğunda rumlamak, onun savunucusu olduğu kitlelere önderlik edebildi. Marksist kuramı ve tarihi bilmemek 1914: I. Dünya Savaşı değilse, kasıtlı bir çarpıtmadır. Lenin, II. Enternasyonal’deki devrimci kanabir Marksist olarak şunu çok iyi anla- dın çabasıyla 1912 yılında kabul edimıştı: devrim, biz istediğimiz anda len Basel Manifestosu, çok yakında gerçekleşecek bir şey değildir; önce bir emperyalist savaşın patlak verebir devrimci durumun ortaya çıkması, ceği öngörüsünde bulunuyor; uluslarbunun için de tarihsel-toplumsal ko- arası proletaryanın buna sonuna şulların olgunlaşması, bir kriz duru- kadar karşı çıkacağını ve oluşan komunun oluşması ve kitlelerin harekete şullardan sosyalist devrim için yarargeçmesi gerekir. Parti, işte o zaman lanacağını ifade ediyordu. Ancak devreye girer ve kitlelere önderlik et- 1914 yılında savaş başladığında, II. meye, sınıfı devrime taşımaya çalışır. Enternasyonal’in -Bolşevikler, Bulgar Ancak bunu başarabilmek için, bilim- ve Sırp komünistleri hariç (Almansel bir perspektife sahip olmak, öncü ya’da, Parlamentodaki SPD grubu işçileri bu perspektife kazanmak için içinde yalnızca Karl Liebknecht savaş önceki yıllar boyunca büyük bir sa- bütçesine red oyu verdi)- tüm partileri bırla sınıf içinde çalışmak, sınıf ile or- savaş kredilerini onayladılar ve kendi ganik bağlar kurmak ve devrimci burjuvazilerini desteklediler. partiyi kitlelerin partisi (“kitle partisi” II. Enternasyonal’in partilerinin bu değil!) haline getirmek gerekir. Le- ihaneti, önderlerinin bir gecede fikir nin’in siyasi yaşamı boyunca müca- değiştirmesiyle değil, bu partilerin on delesini verdiği şey, işte buydu. yıllardır içinde biçimlendikleri maddi Leninist parti, ulusal dinamiklerin öte- koşullar göz önüne alındığında açıksini göremeyenlerin iddiasının ter- lanabilir. Bu partilerin büyük çoğunsine, o dönem Rusya’da hüküm süren luğu emperyalist ülkelerin işçi-kitle Çarlık despotizminin ürünü değildi. partileriydiler ve yıllardır burjuvazileO, Lenin’in dünya kapitalizminin rinin sömürge kârlarından sağladıkMarksist çözümlemesi üzerine kurulu ları kırıntılarla beslenen işçi devlet ve devrim kuramları üzerinde aristokrasisi ile sendika bürokrasisinin yükselen bir yapıydı. Bu yüzden o, kontrolü altındaydılar.


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:44 Page 8

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Bolşevikler, I. Dünya Savaşı’nın başlamasının hemen ardından, savaşa karşı tutumlarını belirten bir manifesto yayımladılar. Bu manifestonun sonunda: “Bugünkü emperyalist savaşın bir iç savaşa dönüştürülmesi tek doğru slogandır” deniyor ve II. Enternasyonal önderliğinin ihanetine karşı “Yaşasın oportünizmden kurtulmuş proleter bir Enternasyonal!” sloganı yükseltiliyordu

Bolşevik Parti ise ne bir işçi kitle partisiydi ne de işçi aristokrasisinin ve bürokrasisinin egemenliğindeydi. Parti içinde, elbette, yurtsever ve bürokrat eğilimler vardı ve Lenin’in onlara karşı sürekli mücadele vermesi gerekmişti. Bolşevikler, I. Dünya Savaşı’nın başlamasının hemen ardından, savaşa karşı tutumlarını belirten bir manifesto yayımladılar. Bu manifestonun sonunda: “Bugünkü emperyalist savaşın bir iç savaşa dönüştürülmesi tek doğru slogandır” deniyor ve II. Enternasyonal önderliğinin ihanetine karşı “Yaşasın oportünizmden kurtulmuş proleter bir Enternasyonal!” sloganı yükseltiliyordu.(Lenin, Sosyalizm ve Savaş) Lenin, “Sosyalizm ve Savaş” broşüründe, “Sosyal şovenistlerin, savaşı burjuva ulusal kurtuluş bakış açısıyla savuma, ‘anayurdun savunulması’nı uygun görme, savaş harcamalarına oy veren, kabinelere girme vb. politikası doğrudan doğruya sosyalizme ihanettir.” diyordu. (Geçerken, bu satırlarda anılanların tamamının, yazıldıktan 20 yıl kadar sonra, Stalinist Komünist partiler tarafından hayata geçirilmiş olduğunu; dolayısıyla, onların, II. Dünya Savaşı’nda Stalinistlerin uygulayacağı sınıf işbirlikçi, yurtsever politikaları da teşhir ettiğini hatırlatalım.) Lenin, II. Enternasyonal’in çöküşünü daha 1907 Stuttgart Kongresi’nde gördükten hemen sonra, yeni Marksist devrimci bir Enternasyonal’in yani III. Enternasyonal’in kurulması için çalışmaya başlamış ama yalnız kalmıştı. I. Dünya Savaşı’nnın ardından ona karşı çıkan sosyal demokratlar, Karl Liebknecht’in, Rosa Luxemburg’un ve Lenin’in girişimleriyle Zimmerwald Konferansında (1915) biraraya geldiler. Konferans öncesi tartışmalardaki ana eğilim, “emperyalist savaşı iç savaşa çevirme” Marksist pozisyonu değildi. Lenin’in de içinde bulunduğu azınlık ise bu gö-

rüşü savunuyor; II. Enternasyonal’in yeniden diriltilemeyeceğini ve yeni bir Enternasyonal’in kurulması gerektiğini belirtiyordu. Çoğunluk Lenin’in görüşlerini benimsemeyince, Lenin konferansa katılmama kararı aldı. Lenin ile aynı görüşü benimseyen Marksistler, sonradan III. Enternasyonal’in çekirdeğini oluşturdular ama onların bütün çabalarına rağmen III. Enternasyonal 1919 yılından önce kurulamayacaktı. Bunun sonucu, 1919’da kurulan Dünya Partisi’nin genç ve deneyimsiz şubelerinin, savaş sonrasında birçok ülkede ortaya çıkan devrimci durumlara hazırlıksız yakalanmaları olacaktı.

1917 yılı 1916’nın sonlarında “belki de kendi kuşaklarının devrimi göremeyeceğinden” söz eden Lenin, 1917 Şubat Devrimi başladığında, bu devrimin uluslararası işçi devriminin Rusya kolunun başlangıcı olduğunu gören ilk kişi oldu. O, İsviçre’den ayrılmadan önce yazdığı “İsviçreli işçilere veda mektubu”nda, ilk kez, Rusya’da sosyalist devrimin güncelliğine değindi ve bunu dünya devriminin izleyeceğine olan güvenini belirtti. Lenin bunları söylerken, Petrograd’da Stalin ve Kamanev’in editörlüğünde yayımlanan Bolşevik gazete Pravda, Menşeviklere ve Sosyal-Devrimcilere (SD) çok yakın bir “ulusal savunmacı” pozisyonu savunuyordu. Kamanev, 15 Mart 1917 tarihli Pravda’da şöyle yazıyordu: “Bir ordu diğeriyle karşılaşınca en aptalca politika, onlardan birinin silahlarını bırakıp eve gitmesini istemektir. Bu, barış politikası değil kölelik politikası olur ve özgür bir halk tarafından tiksintiyle reddedilecektir.” Stalin de 16 Mart 1917 tarihli Pravda’da “Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti’nin, dünya halklarına, katliamı sona erdirmek için, hükümetlerini zorlamaya davet eden çağrısını kutlamamak mümkün değildi” diyor ve ekliyordu: “Çıkış yolu, Geçici Hü-

5


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:44 Page 9

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Lenin’in Nisan Tezleri, partinin Petrograd Komitesi’nde yenilgiye uğradı. Ancak 14 Nisan’daki Bolşevik Örgütler Konferansı’nda ve 24 Nisan’daki Nisan Konferansı’nda Lenin’in görüşleri ezici çoğunlukla kabul edildi. Lenin sınıf işbirlikçiliğine ve yurtseverliğe kaymakta olan partiyi doğru yola çekmiş ve Marksist enternasyonalist görüşlerini kabul ettirmişti.

6

kümete baskı yapıp onu derhal barış görüşmeleri yapmaya razı olduğunu beyan etmeye zorlamaktır.” Kollontay, Mart ayının son günlerinde, Lenin’in “Uzaktan Mektuplar” ından ilk ikisini Pravda’da yayınlanması için getirdiğinde, editörler onları yayınlama konusunda birkaç gün tereddüt ettikten sonra, Lenin’in Menşeviklerle uzlaşmaya karşı çıktığı bölümleri metinden çıkartarak yayınlama kararı aldılar. Lenin’in 3 Nisan 1917’de Rusya’ya dönüşü, Ekim Devrimi’ne giden süreçte belirleyici bir rol oynadı. Menşeviklerle ve Sosyal-Devrimcilerle neredeyse aynı çizgiye gelen parti, Lenin’in dönüşünden ve “Eski Bolşevikler”le mücadelesinden sonra, Ekim Devrimi’ne önderlik eden partiye dönüştü. Bu noktada tarihte bireyin oynadığı rol en çarpıcı biçimde kendisini gösteriyordu. Sonradan Troçki, “Sınıf, Parti ve Önderlik” başlıklı makalesinde bu konuya şöyle değindi: “Aklıevvellerimiz Lenin 1917’nin başında yurtdışında ölmüş olsaydı da Ekim Devrimi’nin ‘aynen’ gerçekleşeceğini söyleyebilirler. Ama bu doğru değildir. Lenin tarihsel sürecin yaşayan unsurlarından birini temsil ediyordu. O, proletaryanın en faal bölümünün tecrübesini ve anlayışlılığını kişileştirmişti. Onun devrim arenasına vaktinde çıkması, öncüyü seferber etmek, ona işçi sınıfı ile köylü kitlelerini toparlama fırsatını vermek için gerekliydi. Savaşın kritik anlarında başkomutanlığın rolü ne denli belirleyiciyse, tarihi dönüm noktalarının kritik anlarında siyasal önderlik de o denli belirleyici bir etken haline gelebilir. Tarih otomatik bir süreç değildir. Yoksa önderlere, partilere, programlara ve teorik mücadelelere ne gerek kalırdı.”

Mektuplar”da dile getirdiği görüşlerini daha net haliyle sundu. Lenin, tarihe “Nisan Tezleri” olarak geçen bu tezlerde özet olarak şunları savunuyordu: ”Tüm ülkede, baştan sona İşçi, Tarım Emekçileri ve Köylü Vekilleri Sovyetleri Cumhuriyeti”, ”bütün toprakların ulusallaştırılması”, ”ülkedeki bütün bankaların tek bir ulusal bankada hemen birleştirilmesi ve İşçi Vekilleri Sovyetinin denetiminin sağlanması”. Lenin Geçici Hükümete saldırıyor ve Menşeviklerle birliği kesin olarak reddediyor; tüm bunları “belirli bir dikkat, tutarlılık ve sabırla açıklamanın zorunlu olduğunu” ve Sovyetlerde çoğunluğun kazanılması için mücadele edilmesini vurguluyordu. Şubat Devrimi’nin ardından kurulan Sovyetlerde çoğunluğu elinde tutan Menşeviklerin ve SD’lerin, ulusal savunmacı ve yurtsever politikalarını amansızca teşhir eden Lenin, Bolşevik Parti içinde ortaya çıkan yurtsever yanılsamalara karşı da yılmadan mücadele etti. Lenin, yalnızca sosyalist devrim gerçekleştikten, uluslararası sosyalist devrimin Rusya kolu haline geldikten sonra emperyalist saldırıya karşı “ulusal-savunmacı” olacaklarını söylerken çok haklıydı. Lenin partinin isminin değiştirilmesi gerektiğini de belirtmiş, sosyal demokrasinin ihanetini ve kavramsal olarak da yanlışlığını açıklayarak, Marx ve Engels’in kullandığı “komünist” ismine dönülmesi gerektiğini vurgulamıştı. Bu öneri ancak bir yıl sonra kabul edilecekti. Lenin’in Nisan Tezleri, partinin Petrograd Komitesi’nde yenilgiye uğradı. Ancak 14 Nisan’daki Bolşevik Örgütler Konferansı’nda ve 24 Nisan’daki Nisan Konferansı’nda Lenin’in görüşleri ezici çoğunlukla kabul edildi. Lenin’in “Eski Bolşevikler” ile Lenin sınıf işbirlikçiliğine ve yurtsevermücadelesi liğe kaymakta olan partiyi doğru yola Lenin, dönüşünden sonra yapılan iki çekmiş ve Marksist enternasyonalist ayrı toplantıda, daha önce “Uzaktan görüşlerini kabul ettirmişti.


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 10

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Lenin’in Nisan Tezleri’ni açıklamasının ardından, onunla daha önce örgüt sorununda ve Bolşevik ile Menşevik hiziplerin birleşmesini savunduğu için eleştirmiş olduğuTroçki’nin “Sürekli Devrim Teorisi” arasında bir farklılık kalmamıştı.

Lenin’in Nisan Tezleri’ne ve “Tüm İktidar Sovyetlere!” sloganıyla özetlenen sosyalist devrim perspektifine karşı çıkan Bolşevikler, Rusya’nın sosyalist devrim için henüz olgunlaşmadığını, bu yüzden de doğru sloganın “proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” olduğunu savunuyorlardı. Lenin’in sağ eğilime yanıtı sert oldu: “Bolşeviklerimiz bile hükümete güven duyuyor. Bu, ancak devrimin baş döndürücü etkisiyle açıklanabilir. Sosyalizmin sonudur bu... O düşünceye [“proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü”] saplanıp kalan herkes, devrim öncesi Bolşevik antikalar arşivine (Eski Bolşevikler arşivi de denebilir) kaldırılmalıdır.” Lenin, 1905’te formüle etmiş olduğu “proletarya ile köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” tezini bir anda çöpe atabilirken, onu kendi eski teziyle vurmaya çalışan “Eski Bolşevikler”, donmuş formüllere saplanıp kalmış, Marksizmin temel yöntemini göz ardı etmişlerdi. Somut durumun analizini yapan Lenin, sosyalist devrimin güncelliğini görmüş, hayatını adadığı bu mücadelede, geçmişte belirli bir dönem için formüle ettiği bir görüşün artık eskimiş olduğunu, artık kullanılamayacağını belirtip, onu tarihin çöplüğüne göndermekte tereddüt etmemişti. Lenin’in Nisan Tezleri’ni açıklamasının ardından, onunla -daha önce örgüt sorununda ve Bolşevik ile Menşevik hiziplerin birleşmesini savunduğu için eleştirmiş olduğu- Troçki’nin “Sürekli Devrim Teorisi” arasında bir farklılık kalmamıştı. Bu arada, Mayıs 1917 başında Rusya’ya dönen Troçki, Petrograd’da faaliyet gösteren 4 bin kişilik Mejrayontsi örgütünde faaliyet gösteriyordu. Bu örgüt, Nisan Konferansı’nın ardından Bolşeviklerle ortak faaliyet yürütmeye başladı. Troçki bu dönemde yaptığı konuşmalarda kendilerini “enternas-

yonalist Bolşevikler” olarak betimliyordu. Bolşevik Parti’ye Ağustos ayında katılmasının, örgütünü tümüyle kazanma amacından kaynaklandığını açıklayan Troçki, 1917 yılından Stalinist bir ajan eliyle 1940’ta öldürülene kadar Leninizmin en parlak savunucusu olacaktı. 1917 Eylül ayında Petrograd Bolşeviklerine seslenen Lenin, Troçki hakkında şunları söylüyordu: “Troçki, ilk olarak, ayağının tozuyla enternasyonalist bir tutum takınmışı; ikincisi, Bolşeviklerle birleşmek için Mejrayontsi içinde çalışmış; üçüncüsü, zor Temmuz günlerinde, göreve yakıştığını ve devrimci proletaryanın partisinin sadık bir destekçisi olduğunu kanıtlamıştır.” Parti’nin aynı yıl toplanan VI. Kongresi’nde Merkez Komite’ye seçilen Troçki, Eylül ayında Pravda’nın yazı kuruluna dahil oldu.

Ekim’e doğru Temmuz ayının başında Petrograd proletaryasının kendiliğinden eylemleri üst seviyeye yükseldiğinde, erkenden harekete geçen kitleleri frenleyemeyen Bolşevikler, önderliği almaya çalıştılar. Bolşevikler, Temmuz gösterileri dağıtıldında ve Geçici Hü-

Lenin - 1918

7


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 11

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k kümet onlara karşı baskısını arttırdığında, yeniden yeraltına çekilmek zorunda kaldılar. Lenin, Geçici Hükümet’in iktidarı barışçı yoldan sovyetAğustos ayında, lere devretmesi ihtimalinin tamamen Kornilov’un darbe imkânsız olduğunu ilan etti: “Rus girişimine karşı Devrimi’nin bütün barışçı gelişme savaşan umutları ebediyen suya düşmüştür. Bolşevikler, onun Nesnel durum budur: Ya askeri diktayenilgisinde törlüğün tam zaferi ya da işçilerin sibelirleyici bir rol lahlı ayaklanmasının zaferi.” oynadılar. Lenin Geçici Hükümet’i destekleyen ve SovGeçici Hükümeti yetlerde çoğunluğu ellerinde tutan (Kerenski’nin Menşevikler ile SD’ler, bu aylarda Hükümeti) kitle desteğini hızla kaybettiler. Çarlığın yıkılmış ama bu durum işçiler ve desteklemeden köylüler için hiçbir şey getirmemişti. darbe girişimine Rusya emperyalist savaşı sürdürüyor, karşı çıkma ülkede açlık ve sefalet devam edigörüşünü yordu. Geçici Hükümet’in ve onu savunurken, bazı destekleyen Menşeviklerle SD’lerin Bolşevikler hala gerçek yüzünü yaşayarak gören işçiKerenski’yi ler ve köylüler, Bolşeviklerin ısrarlı çadestekleme lışmalarına yanıt vermeye başlıyor; fikrindeydiler. kitleler giderek sola kayıyordu. Ağustos ayında, Kornilov’un darbe girişimine karşı savaşan Bolşevikler, onun yenilgisinde belirleyici bir rol oynadılar. Lenin Geçici Hükümeti (Kerenski’nin Hükümeti) desteklemeden darbe girişimine karşı çıkma görüşünü savunurken, bazı Bolşevikler hala Kerenski’yi destekleme fikrindeydiler. Lenin bu konuda Merkez Komite’ye Eylül başında yazdığı mektupta şunları söyledi: “Şu anda dahi Kerenski hükümetini desteklememeliyiz. Bu ilkelerimize aykırı davranmak olur. Peki, ama denecek, Kornilov’a karşı savaşmak gerekmiyor mu? Tabii ki evet. Fakat Kornilov’a karşı mücadele etmek ile Kerenski’yi desteklemek arasında bir fark, bir sınır vardır ve bazı Bolşevikler bu sınırı aşarak, olayların akışına kendilerini kaptırmakta ve uzlaşmacılığa düşmektedirler.” Troçki - 1920 Lenin, her ne kadar Nisan’da

8

görüşlerini kabul ettirmişse de, parti içinde ayaklanmaya ve işçi devrimine karşı bir eğilim vardı. Temmuz günlerinden itibaren silahlı ayaklanmayı Partinin önüne koyan Lenin, Bolşeviklerin Eylül ayında Petrograd ve Moskova Sovyetlerinde çoğunluğu kazanmasının ardından, ayaklanma konusunu sürekli vurgulamaya başladı: “Devrimci parti, devrimci sınıfların ileri müfrezelerinde ve ülkede çoğunluğu alamamışsa ayaklanma gündemde yoktur.” Lenin için, ayaklanma sorunu Eylül ayından itibaren gündemdeydi. O, saklandığı yerden Merkez Komite’ye gönderdiği mektuplarda ayaklanmanın gündeme alınmasını isterken, bu isteğin üzerinden iki haftayı aşkın bir süre geçmesine rağmen Merkez Komite bu yönde bir adım atmamıştı. Bu dönemde Lenin’in mektuplarında, bir Marksistin, partisinin tutumu yüzünden, sosyalist devrimin kaçırılma ihtimalinden duyduğu endişeyi görürüz. Lenin adeta partiyi devrime çekmeye çalışıyordu.Lenin, Merkez Komite’ye yazdığı 27 Eylül 1917 tarihli mektubunda “Partinin silahlı ayaklanmayı gündeme alması gerektiğini” belirtiyor, deva- mında “Olaylar bizi buna zorluyor… Korkarım Bolşevikler bunu unuttu… Oysa bu, devrimci proletaryanın partisinin işlediği en büyük suç olabilir” diyordu. Lenin, 29 Eylül tarihli “Kriz Olgunlaştı” başlıklı mektubunda da şunları yazdı: “Merkez Komitesi’nde ve yönetici çevrelerde, Sovyetler Kongresi’ni beklemekten yana ve iktidarın hemen alınmasına karşı, hemen ayaklanmaya karşı bir akım ya da bir görüş olduğunu kabul etmek gerek. Bu akım ya da bu görüş aşılmalıdır... Yoksa, Bolşevikler bir daha kazanmamak üzere onurlarını yitirecek ve parti olarak kendilerini imha edeceklerdir. Çünkü şimdiki fırsatı kaçırmak ve Sovyetler Kongresi’ni ‘beklemek’, tam bir alıklık ya da tam bir ihanet olacaktır.


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 12

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Merkez Komite, işçi devriminin öngününde, devrime -deyim yerindeyse“ihanet eden” iki üyesine hoşgörü gösterebiliyor ve Lenin’e karşı çıkıyordu. (Sonradan devrimi gerçekleştiren bütün bir Komünistler kuşağını ortadan kaldıracak olan Stalin’in de, o günlerde, “partiden atmanın çare olmadığını, partinin birliğine dokunmamak gerektiğini” vurguladığını hatırlatalım).

Alman işçilerine karşı tam bir ihanet... Köylülüğe karşı tam bir ihanet.” Bolşevik Parti’nin ayaklanma konusunu gündeme alması için, Lenin’in 7 Ekim’de gizlice Petrograd’a dönmesi ve 10 Ekim’deki Merkez Komite toplantısına katılması gerekecekti. Bu toplantıda ayaklanma kararı oylandı ve 2’ye karşı 10 oyla kabul edildi. Lenin partiyi yeniden kazanmıştı. Alınan bu karara karşı oy kullanan Kamanev ile Zinovyev, demokratik merkeziyetçiliği ve parti disiplinini hiçe sayarak, 16 ve 17 Ekim’de başka toplantılarda da kabul edilen ayaklanma kararını, 19 Ekim’de Novaya Jizn gazetesinde açıkladı ve karara karşı çıktıklarını belirtti. Lenin, Merkez Komite’ye ikisinin de derhal partiden atılması yönünde öneri getirdiyse de, Merkez Komite bu kararı almadı. (Lenin ile Stalin arasında paralellik kurmaya çalışanlar, Bolşevik Parti tarihini ve özellikle Ekim öngününü iyi incelemeli. Lenin’in görüşleri Merkez Komite içinde birçok kez azınlıkta kalmıştı ama o, hiç yılmadan siyasi tartışmalar yoluyla görüşlerini kabul ettiriyordu. Merkez Komite, işçi devriminin öngününde, devrime -deyim yerindeyse- “ihanet eden” iki üyesine hoşgörü gösterebiliyor ve Lenin’e karşı çıkıyordu. (Sonradan devrimi gerçekleştiren bütün bir Komünistler kuşağını ortadan kaldıracak olan Stalin’in de, o günlerde, “partiden atmanın çare olmadığını, partinin birliğine dokunmamak gerektiğini” vurguladığını hatırlatalım). Lenin, ayaklanma kararının alınmasına rağmen, ağır hareket ettiğini düşündüğü Merkez Komite’ye 24 Ekim akşamı bir mektup daha yolladı. O, bu mektubun son cümlesinde “Beklemek ölüm demektir” diye yazıyordu. Lenin bu mektubu kaleme aldığı sırada, ok yaydan çıkmış; Petrograd barut deposu patlamış, Ekim Devrimi silahlı işçiler ve askerler (Kızıl Muhafızlar) tarafından başlatılmıştı.

Öznel faktör İşçi sınıfının Rusya’da Bolşevikler önderliğinde elde ettiği zafer, devrimci durumlarda belirleyici etmenin önderlik olduğunun kanıtıdır (bu, sonraki on yıllar boyunca, başarısızlığa uğrayan devrimci atılımlar eliyle de “tersten” kanıtlanacaktı). Lenin ile Troçki’nin Bolşevik Partisi, Ekim Devrimi’ni, İç Savaş ve emperyalist müdahale koşullarında dünya devriminin önderliği olarak kurdukları Komünist Enternasyonal ile taçlandırdılar. Komünist Enternasyonal, işçi sınıfının önderliğini işçi bürokrasisinin ve aristokrasisinin örgütü olan II. Enternasyonal’in elinden alarak, insan soyunu kapitalizm belasından kurtarmak için yola koyuldu ve kısa süre içinde, onlarca ülkede yüz binlerce işçiyi kucakladı. Ancak, insanlığın başına I. Dünya Savaşı gibi bir felaketi açmış olan işçi bürokrasisi, Ekim Devrimi’nden topu topu 6–7 yıl sonra, Stalin önderliğinde, ilk başarılı proleter devrimin gerçekleştiği Sovyetler Birliği’nde yükseldi. Stalinizm, sosyal demokrasinin I. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist ülkelerde patlayan proleter devrimlerin ezilmesinde oynadığı hain rolü çok daha kanlı biçimde tekrarladı. O, 15 - 20 yıl içinde on binlerce komünist aydını ve işçiyi katlederek, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren bütün bir kuşağı; onunla birlikte de işçi demokrasisini ortadan kaldırdı. Marksizmin yeminli düşmanı olan Stalinist bürokrasi, devrimci işçi hareketine karşı Hitler de dahil kapitalizmin en gerici temsilcileriyle işbirliği yaptı. Stalinizm, bu karşı devrimci işlevini, emperyalistlerle anlaşarak feshedeceği Komünist Enternasyonal eliyle uluslararası düzeyde sürdürdü. Ta ki Troçki’nin çok önceleri haber verdiği gibi, Ekim Devrimi’nden arta kalmış en küçük kırıntıyı ortadan kaldırana ve SSCB’yi ve uydularını 1989-1991 sürecinde

9


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 13

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k azgın kapitalist sömürüye açana kadar. SSCB’de kapitalizmin yeniden kurulması sürecinde ve sonrasında karşı karşıya olduğumuz tablo, Ekim Devrimi’ne yol gösteren ve Lenin sonrasında Troçki tarafından savunulup geliştirilmiş olan Marksist perspektifleri bütünüyle doğruladı.

“Önderlik krizi”

İşçi sınıfının -ve bir bütün olarak insanlığıngünümüzde karşı karşıya olduğu temel sorun, IV. Enternasyonal’in kurulmasının ardından, Troçki’nin Geçiş Programı’nda belirtmiş olduğu anlamda bir “önderlik krizi” olmaktan çıkmış; devrimci perspektifin / önderliğin yaratılması değil ama Marksist devrimci perspektifin ve programın/örgütün işçi sınıfı içinde kök salması meselesine dönüşmüştür.

Nasıl ki siyasi önderlik (parti) bir perspektifin ve onun ifadesi olan programın cisimleşmiş haliyse, önderlik krizi de, özünde, devrimci perspektif krizidir. İşçi sınıfının -ve bir bütün olarak insanlığın- günümüzde karşı karşıya olduğu temel sorun, IV. Enternasyonal’in kurulmasının ardından, Troçki’nin Geçiş Programı’nda belirtmiş olduğu anlamda bir “önderlik krizi” olmaktan çıkmış; devrimci perspektifin / önderliğin yaratılması değil ama Marksist devrimci perspektifin ve programın/örgütün işçi sınıfı içinde kök salması meselesine dönüşmüştür. Ancak bütün bir tarihsel deneyim, bunun, birkaç yıllık pratik içinde çözülecek basit bir sorun olmadığını; bu işin “kestirme” yolu bulunmadığını kanıtlamaktadır. Emekçi kitlelerin Marksist perspektiflere kazanılması ve onun içinde devrimci önderliklerin inşası, ısrarlı ve zorlu bir çabayı gerektirir. Troçki’nin yükselttiği Leninizm bayrağını devralmış olan IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK), emperyalizme, onun işçi sınıfı içindeki ajanı olan Stalinizme ve gerillacı ya da reformist küçük burjuva akımlara karşı 60 yıla yaklaşan mücadele içinde edindiği deneyimiyle

H

ve bu süreçte savunup geliştirmiş olduğu Marksist devrimci perspektifiyle, söz konusu krizi çözebilecek tek Marksist odak olduğunu kanıtlamıştır. Bugün Yunanistan’da, İspanya’da ve Mısır’da yaşananlar, Marksist devrimci perspektifin işçi sınıfı ve gençlik içinde kök salmamış olmasının nasıl felaketlere davetiye çıkarttığının en çarpıcı örnekleridir. AB’nin patronları, yalnızca bu sayede sömürü sistemini sürdürebilmekte ve toplumsal muhalefeti kapitalist düzenin sınırları içerisinde tutulabilmektedir. Benzeri bir durum, devrimci ayaklanmalarla alaşağı edilen despotik rejimlerin yerine İslamcı diktatörlüklerin inşa edildiği Tunus ve Mısır’da söz konusu. En az bunlar kadar ağır bir bedel de Kaddafi diktatörlüğünün emperyalist müdahaleyle yıkıldığı Libya’da ve emperyalizm destekli kanlı bir iç savaşın yaşandığı Suriye’de ödeniyor. Kapitalizminin tarihindeki en ağır ve en uzun süreli ekonomik-mali krizinin ürünü olan bütün bu gelişmeler, dünyanın her yerinde, onların bilimsel çözümlemesini yapan ve onlardan Marksist devrimci siyasi sonuçlar çıkartan tek akım olarak IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubelerinin acilen inşa edilmesini gerektirmektedir. 21. yüzyılın Ekim devrimlerini üçüncü bir dünya savaşı yıkımından önce ve bu yıkımı önlemenin tek yolu olarak gerçekleştirmek gerekiyor. Bugün, bunu başarmak için uğrunda savaşıp ölünecek bir tek bayrak var: IV. Enternasyonal’in komünizm bayrağı!

HHHH

toplumsalesitlik.org

10

H

wsws.org


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 14

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

çatışmalar imf-dünya bankası toplantısıyla su yüzüne çıktı

E

ylül 2008’in ve küresel mali krizin başlamasının ardından, büyük kapitalist güçlerin uluslararası toplantıları, görünüşte de olsa, bir nich beams fikir birliği ile karakterize ediliyordu. Onların hepsi, bir çöküşü önlemek için mali sisteme büyük ölçekte para pompalanması gerektiği ir ölçüde b e c konusunda hemfikirdi. n ö ıl Dört y esas n la o Spekülatif faaliyetleri krizi ateşlemiş olan bankalara ve mali kuruluşlara iş m gizlen çelişkiler e v karşı hiçbir şey yapılmadı. Gerçekte, onlar, kurtarma paralarından r la a çatışm r. Onlar, tı gelen trilyonlarca Dolarla ödüllendirileceklerdi. ış m ık ç açığa nu Buna, küresel bir felaketi önlemek için bu tür adımların atılması gereksı Para Fo Uluslarara nkası’nın a tiği iddiaları eşlik etti. Hükümet başkanlarının 1930’ların olaylarından B a y n ile Dü fta dersler çıkarmış olduğu iddia edildi. O dönemin çatışmalarına dönüş a h iz im ğ geçti en ve olmayacak ve Büyük Bunalım’ın yeniden yaşanmasını önlemek için gegerçekleş eki rekli adımlar atılacaktı. Tokyo’da ’t 4 4 9 1 n ları bu kurum Bugün, çok farklı bir tablo var. Dünya ekonomisi daha derin bir duroods W n o Brett a d gunluğa giriyor ve tüm dünyada merkez bankalarının uluslararası mali ın lt ıa Anlaşmas yana piyasaları desteklemek için her zamankinden daha fazla yükümlülük u b n a d ın kurulmas geçen almasından dolayı, yeni bir krizin koşulları yaratılıyor. ız en sert s a m tartış Dört yıl önce bir ölçüde gizlenmiş olan esas çatışmalar ve çelişkiler ntısında yıllık topla açığa çıkmıştır. Onlar, Uluslararası Para Fonu ile Dünya Bankası’nın i. sergilend geçtiğimiz hafta Tokyo’da gerçekleşen ve bu kurumların 1944’teki Bretton Woods Anlaşması altında kurulmasından bu yana tartışmasız en sert geçen yıllık toplantısında sergilendi. Çin bankacıları Doğu Çin Denizi’ndeki Senkaku/Diaoyu adaları üzerindeki anlaşmazlıkla canlanan Japon düşmanlığını ifade etmek için toplantıya katılmamaya karar verdiklerinde, haftanın atmosferini belirlediler. IMF Başkanı Christine Lagarde ile Alman Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble arasında kemer sıkma programlarının hızı konusunda iki gün sürecek bir tartışma patladı. ABD ile Britanya’nın Avrupa’daki bir çöküşün kendi ekonomilerini etkileyeceğine ilişkin kaygılarını yansıtan Lagarde, kendi bankalarının hesabı ödemeye terk edileceğinden ve Avro bölgesi krizinin daha da derinleşeceğinden korkan Almanların öfkesini canlandırarak, Yunanistan’a ve diğerlerine borçlarını ödemeleri için daha fazla zaman verilmesi çağrısı yaptı. Bu tartışma, Brezilya’nın Maliye Bakanı Guido Mantega’nın ABD’nin para politikasını ABD Doları’nın değerini düşürüp bir “kur savaşı”nı teşvik ettiği için “bencil” olarak ilan etmesiyle birlikte ABD ve Brezilya “parasal genişleme” politikası konusunda uyuşmazlığa düşer düşmez kapandı. Anlaşmazlıkların asıl nedeni, IMF’nin Dünya Ekonomik Görünümü’ndeki küresel büyüme üzerine öngörülerinde açığa çıktı. 2013 yılı için dünya büyüme tahmini, yalnızca üç ay önceki 3,9’luk tahminden İngilizce özgün metin için bkz. 3,6’ya indirilmişti. http://wsws.org/articles/2012/oct201 Kapsamlı rakamlardan daha çarpıcı olan, önde gelen ülkeler için ya2/pers-o17.shtml

11


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 15

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Dört yıllık krizin ardından bir bilanço çıkartmak gerekiyor. IMFDünya Bankası toplantısının açıkça ortaya koyduğu gibi, küresel seçkinler bir çözüme sahip olmamakla kalmayıp, daha büyük felaketleri hazırlıyorlar.

12

pılan öngörülerdir. IMF, ileri ülkelere ilişkin önceki tahminini, geçtiğimiz Nisan ayındaki yüzde 2’den yüzde 1,5’e indirmişti. Avro bölgesinin, 2012’de yüzde 0,4’lük bir küçülmenin ardından, gelecek yıl, yalnızca yüzde 0,2 büyüyeceği tahmin ediliyor. Avrupa’nın en güçlü ekonomisi olarak değerlendirilen Almanya’nın bile hem bu yıl hem de 2013’te yalnızca yüzde 0,9 büyümesi öngörülüyor. Kriz ilk patladığında, ileri ülkelerin durgunluk olmasa da önemli bir gerileme dönemine gireceği fark edilmişti. Ama dünya ekonomisinin Çin’den, Hindistan’dan ve diğer yükselen piyasalardan gelecek bir canlılığa ulaşacağı beklentisi devam etti ve [bu] mali ve diğer medyada sürekli olarak yeniden işlendi. Bu ülkelerin ekonomilerinin ileri ülkelere daha az bağımlı hale geldiği “ayrıklaştırma” sürecinin, onların, küresel kapitalizmin yeni büyüme merkezleri haline gelmesini mümkün kılacağı iddia edildi. Krizin tarihsel sonuçlarının üstünü örtmek için yaratılmış olan bu kurgu, bütünüyle ve tam anlamıyla paramparça olmuştur. Hint ve Çin ekonomilerinde son yıllarda yaşanan hızlı büyüme hiçbir zaman bağımsız bir olgu değildi. Bu, kendi faaliyetleri için hiç bitmeyen dış kaynaklı ucuz emek arayışı içinde olan ulus ötesi şirketlerin yatırımlarının ürünüydü. Sözde “yükselen” ekonomiler, küresel büyümeye yeni bir zemin oluşturmak bir yana, başlıca ekonomilerdeki piyasalara bağımlı olmaya devam ettiler. “Ayrıklaştırma” efsanesi, Çin hükümetinin teşvik önlemleri ve önemli gayrimenkul ve altyapı projelerini finanse eden devlet bankaları tarafından sağlanan büyük miktarda krediler eliyle canlandırılan Çin’deki yatırım patlamasıyla kısa süreliğine devam ettirildi. Şimdi bu sona ermiş ve Çin ekonomisi bir durgunluğa girmiştir. İhracat, Çinli şirketleri en az 2008-2009’daki kadar ciddi bir durumla karşı karşıya oldukları konusunda uyarmakla birlikte, Çin’in en büyük pazarı olan Avrupa’daki krizden

fena şekilde etkileniyor. Dünyanın en büyük on ikinci ekonomisi olan Avustralya ekonomisi, bu sürecin bir tür barometresi gibi işlemektedir. 2010-2011 yıllarında, Avustralya’nın başlıca ihracat kalemi olan demir cevheri fiyatlarında gözlenen ve Çin’deki “büyüme”den kaynaklanan artış, ülkenin küresel gerilemeden muaf olacağı koşulları yaratıyor diye alkışlanmıştı. Bu durum, en az bir büyük ekonomistin devlet maliyelerinin 1930’lardaki kadar ciddi bir durumla karşılaşacağı uyarısında bulunduğu geçtiğimiz birkaç ay içinde kökten değişti. Küresel ekonomi durgunluğa girerken, dünyanın başlıca merkez bankaları (ABD Merkez Bankası, Avrupa Merkez Bankası ve Japonya Merkez Bankası) yeni bir mali krize hazırlanıyor. Onların aşırı ucuz para tedarikleri, gerçek ekonomiyi canlandırmak için hiçbir işe yaramazken, piyasalarda mali varlıklar için bir balon oluşmasına yol açıyor. Başka sözcüklerle ifade edersek, 2008’deki erimeye yol açan koşullar yeniden yaratılıyor. Bununla birlikte, şimdi bizzat merkez bankaları asli oyuncular olarak sürece katıldıkları için, sonuçlar çok daha ciddi. Tahvil piyasalarındaki bir çöküş ve faiz oranlarındaki bir artış, devlet maliyelerinin yaşayabilirliğini sorgulatan yoğun sermaye kayıplarına yol açacaktır. Dört yıllık krizin ardından bir bilanço çıkartmak gerekiyor. IMF-Dünya Bankası toplantısının açıkça ortaya koyduğu gibi, küresel seçkinler bir çözüme sahip olmamakla kalmayıp, daha büyük felaketleri hazırlıyorlar. İşçi sınıfı, kendi bağımsız programıyla; bankaların, mali kurumların ve büyük şirketlerin kamulaştırılmasından başlayıp, onları kamu mülkiyetine ve demokratik denetim altına alan sosyalist bir program üzerinde yükselen işçi hükümetlerinin kurulması uğruna uluslararası düzeyde birleştirilmiş bir siyasi mücadeleyle [sürece] müdahale etmelidir.

HHHH


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 16

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

avro bölgesi mali krizinde yeni bir dönemeç nich beams

rizi, esi mali k Avro bölg in in onomis Yunan ek u inlerinin b borç tahm ın ın s a ımlanm hafta yay r. o iy ş derinle ardından

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/nov20 12/pers-n03.shtml

A

vro bölgesi mali krizi, Yunan ekonomisinin borç tahminlerinin bu hafta yayımlanmasının ardından derinleşiyor. Bütçe tahminleri, bu ülkenin borç oranının, sözde kurtarma paketinin devreye sokulduğu geçtiğimiz Mart ayında öngörüldüğü gibi gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 167’sinde en üst seviyeye ulaşmak yerine, bu yıl yüzde 189’u bulacağını; 2014’te ise yüzde 192’ye yükseleceğini gösteriyor. Bu oranlar, yalnızca sekiz ay önceki en kötü durum senaryosunun oldukça üzerinde. Yunan hükümetinin parasının 16 Kasım’a kadar etkili bir şekilde tükenmesi beklentisiyle birlikte, Avro bölgesi krizinin Pazar günü Mexico City’de başlayacak olan G-20 maliye bakanları toplantısındaki başlıca konulardan biri olması kesin. Alman hükümetinin daha fazla para sağlamayı reddetmesi, Yunanistan’ın temerrüdü tehlikesi (borcunu ödeyememesi) ve tam bir mali çöküşün yeniden gündeme gelmesi demektir. Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble, toplantının öngününde, Yunanistan’ın ve Avro bölgesinin yüksek borçlara sahip diğer üyelerinin kemer sıkma programlarıyla devam etmek zorunda olduklarında ısrar etti. Schäuble, diğer büyük güçlerden gelen eleştirileri başka yöne çevirme çabasıyla, G-20’nin yalnızca Avro bölgesi üzerine odaklanmaması; dikkatini ABD’deki “mali uçurum“a (başkanlık seçimlerinin ardından harcamalarda yoğun kesintilere başlanacak) ve Japonya’daki artan borç sorunlarına çevirmesi gerektiğini söyledi. O, “ABD ve Japonya (istikrarı garanti etmek için) biz Avrupalılar kadar büyük bir sorumluluk taşımaktadır“ diye belirtti. En son rakamlar, “troyka”nın (Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu) kemer sıkma programının, 1930’ların Büyük Bunalımı’ndan bu yana benzeri görülmemiş ekonomik bir felaket yarattığını kanıtlamaktadır. Yunanistan’ın gayri safi yurtiçi hasılası, 2007’deki doruk noktasından bu yana, toplam yüzde 21,5 gerilemiş durumda ve gelecek yıl yüzde 4,5 daha düşmesi bekleniyor. Ekonomik küçülme öylesi bir boyutta ki, bütün kaynaklardan gelen toplam devlet gelirleri uluslararası borçların faiz ödemelerini bile karşılamayacaktır. Eğer herhangi bir “yardım“ gelir ya da borç vadeleri uzatılırsa, bu fonların uluslararası alacaklılara akışının sürmesini garantiye almak için düzenlenecek; Yunanistan’daki ekonomik durumu hafifletmeyecektir. Yunan felaketi, yalnızca, bütün Avro bölgesine yayılan krizin en keskin ifadesidir. Geçen hafta, İtalya Bankası’nın müdürü Ignazio Visco, ülkesinin bir güçsüz büyüme ve güven eksikliği “kısır döngüsü“ ile karşı kar-

13


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 17

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k AMB‘den ve diğer bankalardan aşırı ucuz fonlar sağlanmasının amacı gerçek ekonomiyi canlandırmayı amaçlamıyor. O, bankalara ve mali kurumlara, gerçek ekonomi gerilemeye devam ederken bile spekülasyon dolayımıyla kâr elde etmeleri için kaynak sağlamayı hedeflemektedir.

şıya olduğu uyarısında bulundu. O, işsizliğin son 13 yıllık en yüksek düzeye ulaşmış olduğunu gösteren yeni rakamların açıklanmasının ardından konuşuyordu. Seçilmemiş Monti hükümetinin kemer sıkma önlemlerinin bir sonucu olarak fabrikalar kapanır, şirketler iflas eder ve devlet harcamaları kesilirken, genç nüfus içindeki işsizlik oranı şimdi yüzde 35. İtalyan ekonomisi, geçtiğimiz yılın ikinci yarısında durgunluğa girdi. Ekonominin bu yıl yüzde 2,4 daralması; 2013 yılında ise yüzde 0,2 gerilemesi bekleniyor ki mevcut eğilimin devam etmesi durumunda bu rakam artabilir. Her ikisinde de kemer sıkma programları uygulanan İspanya ile Portekiz, şimdiden Yunanistan’ın yolunda gidiyor. İspanyol banka krizi, Almanya’nın Avrupa kurtarma fonlarından verilecek paraların geçmiş borçları ödemek üzere değil ama yalnızca yeni kredileri kolaylaştırmak için kullanılabileceğindeki ısrarının ardından alınan kararın oldukça ötesinde. Bu, Avro bölgesi bakanlarının geçtiğimiz Haziran’daki, ulusal hükümetlerin kendi bankaları tarafından gerçekleştirilen borçlardan sorumlu olmaları durumuna bir son verme taahhüdünün bir ölü belge olduğu anlamına

gelmektedir. Columbia Üniversitesi’nden ekonomist Joseph Stiglitz, Bloomberg televizyonuyla yaptığı bir görüşmede, Avrupa’da bir “toparlanma” beklentilerini dışladı. O, Avrupa’nın “ekonomik büyümeyi canlandıracak herhangi bir önlemi değil ama neredeyse kaçınılmaz bir şekilde ekonominin güçsüzleşmesine yol açacak olan kemer sıkma paketlerini devreye sokmuş“ olduğunu belirterek, “Avrupa’da gerçek büyümeyi sağlayacak itici gücün ne olacağını görmek zor“ dedi. Ekonomi basınındaki yorumlar, kemer sıkma programları ile merkez bankalarının küresel mali sisteme trilyonlarca doları pompalama politikaları arasında bir uyuşmazlık olduğu kurgusunu teşvik etmeye devam ediyor. Australian Business Spectator’daki ekonomi gazetecisi Stephen Koukoulas’ın yorumları tipikti. O, şunu iddia etti: “Avrupa Merkez Bankası ekonomik durumu canlandırmaya çalışırken, hükümetler ücretleri, hizmetleri kesiyor ve vergileri arttırıyor.” Gerçekte, ortada hiçbir çelişki bulunmuyor. Avrupa Merkez Bankası (AMB), hükümetlerin kemer sıkma önlemlerini kendi parasal teşvik önlemlerinin koşulu haline getirmiştir. AMB‘den ve diğer bankalardan aşırı ucuz fonlar sağlanmasının amacı gerçek ekonomiyi canlandırmayı amaçlamıyor. O, bankalara ve mali kurumlara, gerçek ekonomi gerilemeye devam ederken bile spekülasyon dolayımıyla kâr elde etmeleri için kaynak sağlamayı hedeflemektedir. Dahası, bu önlemler, merkez bankaları küresel mali piyasalara daha fazla bağımlı hale geldikleri için, yeni bir krizin koşullarını yaratıyor. Marketlerde çöpe atılacak yiyecekleri toplayan Avrupalı kadınlar

14


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 18

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Egemen seçkinlerin krize ilişkin herhangi bir çözümü yok ama onlar, şimdi uygulanmakta olan kesin bir gündeme sahipler: işçi sınıfını, 1930’ların koşullarına geri döndürmek; daha da kötüsü, faşizmin, diktatörlüğün ve savaşın yükselmesiyle birlikte…

Bir diğer yaygın kurgu, Avro krizinin yanlış bir tipik Alman inatçılığının ürünü olduğu ve yalnızca Berlin’de bir fikir değişikliği olduğunda; Almanya borç batağına saplanmış Avrupalı ekonomilerin ihtiyaçlarına daha fazla karşılık verir hale geldiğinde çözülebileceğidir. Bu tür görüşler, Schäuble ile Başbakan Angela Merkel’in gündeminin Alman bankacılık sisteminin de risk altında olduğu korkusuyla hareket ettiği gerçeğinin üstünü örtmeye çabalamaktadır. Bu tehlikelerin altı, kredi değerlendirme kuruluşu Moddy’s‘in geçtiğimiz ay yayımlanan bir raporunda çizildi. Moody‘s, ilk kez devreye sokulan Alman bankalarına “negatif“ bakışını korudu ve onların, Avrupa’nın en az kârlı ve en zayıf kapitalize edilmiş (aktifleştirilmiş) bankaları arasında oldukları için, küresel şoklara duyarlı olmaya devam ettikleri uyarısında bulundu. Alman bankacılık sistemi, en borçlu ülkelerdeki krizden dolayı içeriye para akışından fayda sağlarken, büyük ölçüde uluslararası piya-

salardan sağlanan fonlara bağlı olmayı sürdürmektedir. Moody’s, sermaye düzeyinin iyileştirilmiş olduğunu ama bunun Avro bölgesi borç krizinin yol açtığı artan dışsal şoklar riski tarafından “dengelenenden daha fazla“ olduğunu belirtti. Bu ekonomik olgular Avrupa ve uluslararası işçi sınıfı üzerinde kesin siyasi sonuçlara sahiptir. Avro bölgesi krizi kesinlikle hükümetlerin ve merkez bankalarının faaliyetleri eliyle kızıştırılmakla birlikte, onun kökenleri bir “politika“ hatasında değil, küresel kapitalist sistemin parçalanmasında yatmaktadır. Egemen seçkinlerin krize ilişkin herhangi bir çözümü yok ama onlar, şimdi uygulanmakta olan kesin bir gündeme sahipler: işçi sınıfını, 1930’ların koşullarına geri döndürmek; daha da kötüsü, faşizmin, diktatörlüğün ve savaşın yükselmesiyle birlikte… Gerçekte, topu topu birkaç ay önce bilinmeyen ama şimdi kamuoyu yoklamalarında yüzde 15’lik bir desteğe sahip olan Yunan faşist hareketi Altın Şafak’ın hızlı yükselişi bu tehlikelere işaret etmektedir. Bu tür hareketler her Avrupa ülkesinde var. Onlar, işçi sınıfı, Avrupa Birliği’nin (mali sermayenin diktatörlüğünün) devrilmesi üzerine kurulu bağımsız siyasi programını geliştirmeye ve onun uğruna savaşmaya başlayana; bankaların ve mali sermayenin mülksüzleştirilmesi, sosyalist bir programın uygulanması ve Avrupa birleşik sosyalist devletlerinin kurulması amacına bağlı işçi hükümetlerini iktidara getirene kadar, irin toplamaya ve büyümeye devam edecekler.

HHHH

15


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 19

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

B

abd başkanlık seçimleri ve sep

aşlıca iki adayın seçim kampanyaları, “demokrasi sembolü” olarak yutturulmaya çalışılan ABD’deki bütün bir seçim sürecinin düzmece, anti-demokratik karakterini bir kez daha ortaya koyuyor. Amerikan halkı, aralarında herhangi bir önemli siyasi farklılığı olmayan; doğrudan doğruya şirket ve mali sektör seçkinlerinin özenle seçilmiş iki aday arasında bir “tercih” ile karşı karşıya. Bir yanda, Büyük Bunalım’dan bu yana yaşanmış olan en ağır ekonomik krizin sorumlusu olan mali aristokrasinin asalaklığını cisimleştiren milyarder Romney var. Öte yanda, görevdeki ilk dört yılını bankaları kurtarABD’li işçiler ve gençler maya, şirket kârlaönemli bir karar ile karşı rını arttırmaya ve karşıya. Ama bu Obama ile işçi sınıfının çalışma Romney arasında tercih ve yaşam koşullayapmak değil; sosyalizm rına yönelik saldırıuğruna aktif mücadele nın başını çekmeye adamış olan yönünde olmalıdır. Obama bulunuyor. Bu adayların seçim sonrası döneme ilişkin -dışarıda savaşların ve içeride işçi sınıfına yönelik saldırıların tırmanmasını içeren- gerçek planları Amerikan halkından gizleniyor. Şu uyarının yapılması gerekiyor: Başa kim gelirse gelsin, egemen sınıf, militarizm ve toplumsal gericilik politikasını kapsamlı bir şekilde yaymaya hazırlanıyor. Rusya ya da Çin ile bir çatışmaya dönüşebilecek bir savaşa hazırlanan egemen sınıf, seçimlerin ardından, Suriye’ye ve İran’a yönelik saldırganlığını yoğunlaştıracaktır. Dışarıdaki emperyalist asldırganlığa, içeride, sağlık ve sosyal güvenlik programlarının büyük ölçüde ortadan kaldırılması eşlik edecektir. Bu seçimler, Amerikan kapitalizminin tarihsel ve uzatmalı çürüme sürecinin en yüksek noktasıdır. Toplumsal eşitsizliğin büyük ölçüde artmasıyla ve müflis bir

16

mali aristokrasinin yükselmesiyle birlikte, siyasi aygıt, geniş halk kesimlerinden giderek daha fazla uzaklaşmıştır. Yalanlar daha aşikâr ve utanmazca; söylemler daha bıkkın ve boş. Seçim sürecindeki her unsur (şirket parasının egemenliği, düzenlenen tartışmalar, medya manipülasyonları) bütün siyasi sistemin çürümüş karakterine tanıklık etmektedir. Ama Amerikan halkının büyük kesimi, var olan siyasi sistem çerçevesi içinde, kendi çıkarlarını ifade edeceği araçlara sahip değil. Küçük burjuva solunun önemli bir kesimi işçi sınıfını Demokrat Parti’nin kuyruğuna takarken, onun devrim umudunu bütünüyle yitirmiş en karamsar unsurları, kitlelere önerecek hiçbir parograma sahip olmadıkları için, “boykot” gibi, görünürde “keskin” laflar eşliğinde, kendi siyasi umutsuzluklarını işçilere ve gençlere aktarmaya çalışıyor.

Sosyalist alternatifi yükseltmek Bugün ABD’deki en önemli ve acil görev, sınıf mücadelesinin nesnel gelişimine bilinçli ifade kazandıran bir siyasi önderliğin inşasıdır. İşçi sınıfı, kapitalist sistemin başarısız olduğu kavrayışından hareket eden kendi siyasi partisine ihtiyaç duymaktadır. İşçi sınıfının hakları, yalnızca, onun siyasi iktidar ve ekonomik yaşamın sosyalist yeniden düzenlenmesi uğruna mücadelede bağımsız seferberliği dolayımıyla güvence altına alınabilir. Bu, Sosyalist Eşitlik Partisi’nin sahip olduğu ve seçim kampanyası boyunca ifade ettiği perspektiftir. ABD’li işçiler ve gençler önemli bir karar ile karşı karşıya. Ama bu Obama ile Romney arasında tercih yapmak değil; sosyalizm uğruna aktif mücadele yönünde olmalıdır.

HHHH


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 20

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

yunanistan’da faşizm tehlikesi christoph dreier krasinin Mali aristo plumsal to k Avrupa’da e bir örne m ri v e d karşı k met etme olarak hiz efe üzere hed i iğ rd ti ş yerle i ’da, siyas n ta is n Yuna şist indirme, fa terör ve s ın gi’nin (Alt Chrysi Av ne ist çeteleri Şafak) faş esteği td açık devle ni ve kaygı ye biçiminde ştı. düzeye ula verici bir

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/oct201 2/pers-o23.shtml

E

gemen sınıf, bütün Avrupa’da işçilerin toplumsal haklarına yönelik acımasız saldırılarını arttırırken, yaygın muhalefeti bastırmak için şiddete ve otoriter yöntemlere başvuruyor. Mali aristokrasinin Avrupa’da toplumsal karşı devrime bir örnek olarak hizmet etmek üzere hedefe yerleştirdiği Yunanistan’da, siyasi terör ve sindirme, faşist Chrysi Avgi’nin (Altın Şafak) çetelerine açık devlet desteği biçiminde yeni ve kaygı verici bir düzeye ulaştı. Atina’da göçmenler, eşcinseller ve solcu gruplar bu örgütün sürekli tehditleriyle ve saldırılarıyla karşılaşıyor. İki hafta önce, bu tür saldırılardan biri, Amerikalı bir yazar olan Terrence McNally tarafından filme alındı. Video klibi, izleyicileri ve aktörleri ırkçı ve homofobik sataşmalarla aşağılayan Altın Şafak’ın milletvekili Ilias Panagiotaros’u gösteriyor. Onun haydutları, kemikleri kıran ve ciddi yaralanmalara yol açan taşlar ve başka nesneler fırlatıyor. Orada bulunan polisler kıllarını kıpırdatmıyor. İç Güvenlik Bakanlığı, saldırı konusunda bilgilendirildikten sonra hiçbir şey yapmadı. Altın Şafak, üyelerini asıl olarak suçlu unsurlardan toplayan ve Nazi sembollerini kullanan açıkça faşist bir örgüt. O, göçmen bir geçmişe sahip olan herkesin sınır dışı edilmesini ve parlamentonun lağvedilmesini talep ediyor. Mayıs ayındaki seçimlerde oyların yüzde 6,9’unu aldıktan bu yana, onun kamuoyu yoklamalarındaki oyları yüzde 14’e yükselmiş durumda. Bu örgüt, aşırı sağcı LAOS partisinin AB’nin kemer sıkma önlemlerini uygulayan hükümette yer aldığı için geçtiğimiz yılın sonunda çökmesinden yararlandı. Altın Şafak’ın saldırıları, üyelerinin yüzde 50 - 60’ı ona oy veren polisten gelen destekle, büyük ölçüde karşılık görmeksizin sürmektedir. Polis memurlarının Altın Şafak’ın karşıtlarını tutukladığına ve cezaevinde onlara işkence yaptığına ilişkin çok sayıda vaka olduğu bildirildi. Faşistlere yönelik bu devlet koruması ve teşviki, aynı zamanda on binlerce göçmenin Yunan kolluk kuvvetlerince toplanmasına hoşgörü gösteren diğer Avrupa Birliği (AB) hükümetleri ve kurumları tarafından zımnen desteklenmektedir. Yunanistan’daki bu olaylar, bütün Avrupa’da otoriter egemenlik biçimlerine doğru bir kaymanın en çarpıcı ifadesidir. Bugün Yunanistan’da yaşananlar, geçtiğimiz yüzyılın faşist hareketlerinin ortaya çıkışını anımsatmaktadır ve uluslararası işçi sınıfı tarafından önemli bir uyarı olarak değerlendirilmelidir. Faşistler, işçi sınıfı onun devrimci mücadelesini önlemek için elinden geleni yapan sendikalar ve küçük burjuva sol partileri tarafından dayatılan siyasi felç halinden kurtulana kadar, saldırılarını arttıracak ve AB kemer sıkma önlemlerinin yol açtığı artan toplumsal umutsuzluğu kullanacaklardır. İtalyan sosyal demokrat yazar Ignazio Silone, I. Dünya Savaşı son-

17


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 21

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

En büyük muhalefet partisi – Radikal Sol Koalisyon (SYRİZA)- sosyal kesintilere sözlü olarak karşı çıkmaktadır. Bununla birlikte, o, işçi sınıfını kemer sıkma politikalarına karşı harekete geçirmemekte ve işçi sınıfı muhalefetini AB’yi iyileştirme biçimindeki iflas etmiş bir perspektife bağlamaktadır.

rası İtalya’sındaki devlet bürokrasisinin, bugün Yunanistan’da olduğu gibi, “yüzünü faşizme dönmüş ve ona işçi sınıfına karşı eylemleri için gerekli silahları ve diğer araçları sağlarken, bu saldırıların bütünüyle cezasız kalmasını güvence altına almış” olduğunu yazdı. İtalya, bugünkü Yunanistan gibi, derin toplumsal çelişkiler eliyle bölünmüştü ve kitlesel grevlerle gösterilerle sarsılıyordu. Bu ortamda, Mussolini, işçi sınıfını yıldırmak ve ezmek için faşist haydutlarını egemen sınıfın hizmetine sunmayı teklif etmişti. Onun hareketi, yalnızca işçi sınıfı hareketinin siyasi felç durumunda olmasından dolayı destek elde etmiş ve sonunda devleti ele geçirmişti. İtalyan Sosyalist Partisi önderliği kapitalizm karşıtı söylemini iktidar için mücadeleye dönüştürme becerisine sahip olmadığını göstermiş; reformist sendika önderliği faşist haydutlara karşı savaşmaya hazır ve istekli olan işçi sınıfını harekete geçirmeyi reddetmişti. Mussolini’ye karşı Temmuz-Ağustos 1922’de düzenlenen genel grevi betimleyen Lev Troçki, on yıl sonra, “ellerindeki barutun patlayabileceğinden korkan reformistler, onu öylesine uzun süre nemlendirmişlerdi ki, tir tir titreyen elleriyle fitili ateşlemeye kalkıştık-

SYRİZA’nın önderi Trispas ile AP Başkanı Schuz

18

larında, barut ateş almadı” diye yazmıştı. Avrupa’daki mevcut durum, 90 yıl öncesinde olduğundan daha dramatik. İşçi sınıfının ardı ardına grevlere, protestolara ve gösterilere katılan geniş kesimleri, mücadeleye istekli olduklarını defalarca göstermiş durumda. Eksik olan, işçi sınıfına temel toplumsal haklarını savunmak için iktidar mücadelesinde yol gösterebilecek bir siyasi önderlik ve örgütlenmedir. Yunanistan’da büyük ölçüde devlet aygıtına uyarlanmış olan sendikalar, işçi sınıfına yönelik tarihsel önemde saldırılara rağmen, etkili tek bir grev bile örgütlemediler. Her bir kemer sıkma önlemi ve ücret kesintisi, tepkiyi işçilerin moralini bozmayı ve onları güçsüzleştirmeyi amaçlayan protesto eylemleriyle sınırlayan sendika önderlerine danışarak tartışılmakta ve planlanmaktadır. En büyük muhalefet partisi –Radikal Sol Koalisyon (SYRİZA)- sosyal kesintilere sözlü olarak karşı çıkmaktadır. Bununla birlikte, o, işçi sınıfını kemer sıkma politikalarına karşı harekete geçirmemekte ve işçi sınıfı muhalefetini AB’yi iyileştirme biçimindeki iflas etmiş bir perspektife bağlamaktadır. SYRİZA’nın önderi Aleksis Tsipras, defalarca, en önemli siyasi hedefinin Yunanistan’ın AB içinde kalmasını güvence altına almak ve mali oligarşinin bu aletinin kurumlarının güçlenmesi olduğunu vurgulamıştır. AB her zamankinden daha açık bir şekilde otoriter egemenlik biçimlerine yönelince, SYRİZA ve diğer küçük burjuva partileri daha da sağa kayıyor. Bu, Libya ve Suriye’deki emperyalist savaşların Fransa’daki Yeni Kapitalizm Karşıtı Parti ve Almanya’nın Sol Partisi tarafından desteklenmesinde görülebilir. İşçilerin mücadelelerini SYRİZA ve Yunan Komünist Partisi (KKE) gibi iflas etmiş örgütler dolayımıyla vermeleri


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 22

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

İşçi sınıfının iktidarı eline alması ve toplumu akılcı, demokratik ve eşitlikçi temelde yeniden düzenlemesi gerekmektedir. Bu, öncelikle, devrimci işçi sınıfı partisi biçiminde yeni önderliklerin inşasını gerektirir.

gerektiğinde ısrar eden bu ve diğer sahte sol örgütler, aynı zamanda, onları bu tür sendikalara ve partilere bağlama arayışı içindeler. Oysa durum tam tersidir. İşçiler bu örgütlerin etkisi altında kaldıkça ve nüfusun ekonomik olarak yıkıma uğrayan geniş kesimlerini krize ilerici bir çözüm olabileceği umudundan yoksun bırakan bu örgütler tarafından siyasi olarak felç edildikçe, faşistlere kendi zehirlerini yayma kapısı açıktır. Faşizm tehlikesine karşı mücadele, her şeyden önce, işçileri burjuvaziye tabi kılmaya çalışan bu örgütlerin siyasi etkisine karşı mücadeleyi gerek-

tirir. En önemli konu, işçi sınıfının, egemen sınıfların -liberal, tutucu, sağcı ve sözde “sol”- bütün kesimlerinden siyasi olarak bağımsızlığını sağlamaktır. Bu, Yunan ve Avrupa işçi sınıfının AB’ye ve bütün kapitalist hüükümetlere karşı kitlesel sosyalist hareketinin inşası demektir. İşçi sınıfının iktidarı eline alması ve toplumu akılcı, demokratik ve eşitlikçi temelde yeniden düzenlemesi gerekmektedir. Bu, öncelikle, devrimci işçi sınıfı partisi biçiminde yeni önderliklerin inşasını gerektirir.

HHHH

Altın Şafak adlı faşist partinin milletvekilleri

Altın Şafak’ın üyeleri

19


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 23

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

yunan işçi sınıfını savunun!

AB

tarafından dikte edilen ve [31 Ekim] Çarşamba günü Yunan hükümeYunanistan’a yönelik tine sunulmuş olan beşinci saldırılar, bütün kemer sıkma paketi, önümüzAvrupa’da dayatılan deki hafta parlamento tarakemer sıkma dalgasının fından onaylanacak. Emeklilik en acımasız olanıdır. yaşının 65’ten 67’ye yükselBugünün en önemli mesini; emeklilik maaşlarında sorunu, işçi sınıfının 4,6 milyar, maaşlarda 1,17 Avrupa Birliği’ne (AB), milyar, sağlık hizmetlerinde onun kemer sıkma ise 455 milyon Avroluk kesinpolitikalarına ve bu tiler içeren bu kemer sıkma paketi, aynı önceli gibi, işçi sıpolitikaları uygulayan nıfına yönelik ağır bir saldırıhükümetlere karşı dır. Halkın büyük çoğunluğu bağımsız devrimci daha da fazla sefalete sürükseferberliğidir. lenirken, bundan bankalar ve vurguncular yararlanacaktır. Hükümetin resmi tahminlerine göre, Yunanistan’ın borcu önümüzdeki yıl, gayrı safi yurt içi hasılanın yüzde 190’ı gibi daha önce tanık olunmadık bir düzeye yükselecek. Yunanistan ekonomisinin bu yıl yüzde 7, gelecek yıl ise yüzde 5’in üstünde küçüleceği tahmin ediliyor. İşsizlik, yeni bir rekor kırarak yüzde 25,1’e ulaşmış durumda ve işten çıkarmalar kamu sektörünü vuracağı için artmayı sürdürecek. Yunanistan’a yönelik saldırılar, bütün Avrupa’da dayatılan kemer sıkma dalgasının en acımasız olanıdır. Bugünün en önemli sorunu, işçi sınıfının Avrupa Birliği’ne (AB), onun kemer sıkma politikalarına ve bu politikaları uygulayan hükümetlere karşı bağımsız devrimci seferberliğidir. İngilizce özgün metin Böylesi bir atağın en önemli siyasi için bkz. önkoşulu, güç durumdaki Yunan http://wsws.org/articişçi sınıfıyla dayanışma ve Yuna-

christoph dreier

les/2012/nov2012/persn02.shtml

20

nistan’da sürmekte olan borç krizinden ve toplumsal felaketten dolayı onları suçlayan ırkçı kampanyalara uzlaşmaz düşmanlıktır. Mali seçkinler, Avrupalı işçilere karşı acımasız saldırılarını, yalnızca işçiler AB’nin talimatlarına karşı koyacak bir perspektiften yoksun oldukları için gerçekleştirebilmektedir. Bu durumun başlıca sorumluluğu, Yunanistan’daki Radikal Sol Koalisyon (SYRİZA) ve Almanya’daki Sol Parti gibi gerici sahte sol grupların üzerindedir. İşçi sınıfını gerici AB kurumlarına tabi kılan bu örgütler, AB’nin iyileştirilebileceğinde ısrar ediyorlar. İşçi sınıfının bağımsız siyasi partisinin yokluğu, artan ekonomik çöküş koşullarında, ölümcül tehlikeler doğurmaktadır. Eğer küçük burjuva “sol”u işçi sınıfının kapitalizmin krizine devrimci bir çözüm geliştirmesini engellerse, faşist eğilimler orta sınıfa ve Yunan halkının yoksul kesimlerine hitap edebilir ve edecektir. Faşist şiddet örgütü Chrisi Avgi (Altın Şafak), kamuoyu yoklamalarında -oy oranını- yüzde 14’e yükseltmiş durumda. Devlet görevlilerinin ve faşist haydutların siyasi karşıtlara, sanatçılara, eşcinsellere ya da göçmenlere yönelik saldırıları, artık Yunanistan’da her gün ortaya çıkıyor. Amaç, öncelikle işçi sınıfını sindirmek ve yıldırmaktır. Basın, şimdi, yaygın şekilde, Yunanistan’ın uğradığı yıkımı Weimar Cumhuriyeti’nin sonunda Naziler iktidara gelmeden önce Almanya’da yaşanmış olan yıkım ile karşılaştırıyor.


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 24

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Alman egemen sınıfı da o zamanki krize, işçi sınıfını iliklerine kadar soymak amacıyla, sürekli olarak daha fazla kemer sıkma önlemi uygulayarak yanıt vermişti. Başbakan Brüning, Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) desteğiyle, 1930-32 yıllarında, en az 62 geçici yasa dolayımıyla ücretlerde, sosyal yardımlarda ve emekli maaşlarında yoğun kesintileri uygulamaya koymuştu. Alman egemen sınıfı işçilerin direnişini giderek artan otoriter önlemlerle karşılamıştı. Papen ve Schleicher’in yarı diktatör hüküİşçilerin, onları AB’ye karşı metlerinin ardından, 30 Avrupa Birleşik Sosyalist Ocak’ta, bütün büyük burjuva Devletleri uğruna müca- partilerinin, ordunun ve büyük delede bütün sınırların şirketlerin temsilcilerinin desötesinde birleştiren yeni teğiyle Hitler başbakanlığa bir partiye ihtiyacı var. Bu, atanmıştı. Büyük şirketler, işçi dünya sosyalist partisinin, sınıfının örgütlerini ortadan Dördüncü Enternasyo- kaldırmak için Nazileri kullannal’in Uluslararası Komite- maya kararlıydı. si’nin şubelerini inşa Bugün Yunanistanda, acımasız toplumsal saldırılar ile etmek demektir. anti-demokratik ve faşizan eğilimler arasındaki bağlantı apaçık ortada. Hükümet etme işi artık Yunan bakanlar kurulu ya da parlamentosu tarafından değil, Brüksel’de gerçekleştiriliyor. AB, geçtiğimiz yıl seçilmiş hükümeti görevden aldı ve onun yerine seçilmemiş teknokratlardan oluşan bir hükümeti geçirdi. O zamandan beri, grevci işçilere, göçmenlere ve göstericilere yönelik saldırılarda sürekli bir artış söz konusu. Polis, ilk kez Haziran ayında Yunan parlamentosuna girmiş olan Altın Şafak ile doğrudan işbirliği yapıyor. Bu eğilimler yalnızca AB kemer sıkma önlemlerinin yol açtığı toplumsal yıkımdan kaynaklanmamakta; aynı zamanda, AB

tarafından zımnen hoşgörülmektedir. Anti-faşist göstericilere Yunan polisi tarafından işkence yapıldığında, AB temsilcileri sessiz kalmaktadır. Toplumsal saldırılar yoğunlaştıkça, otoriter eğilimler bütün kıtaya yayılıyor. İspanya’da ve Portekiz’de, kesintilere karşı gösteri yapan işçiler sürekli olarak polis tarafından dövülmekte ve hakarete uğramaktadır. İspanyol hükümeti, şimdi, polisin vahşiliğini belgeleyenleri cezalandıran bir yasa çıkartmaya hazırlanıyor. Avrupa’nın her yerinde, Romanlar ve diğer azınlıklar kolluk kuvvetleri tarafından caddelerde kovalanıyor ve sınırdışı ediliyor. Almanya’da, aşırı sağcı ve faşist oluşumlar, gizli servisler tarafından kuruluyor ve finanse ediliyor. İşçi sınıfı, kendisini, yalnızca kemer sıkma önlemlerine ve Avrupa’da yükselen faşizan ve otoriter eğilimlere karşı mücadele birliğini kurarak savunabilir. Bu, SYRİZA gibi küçük burjuva grupların felç edici etkisine karşı kararlı bir mücadele dolayımıyla gerçekleşebilir. Aşırı sağdan çok işçi sınıfı devriminden korkan bu gruplar, faşizme ve Avrupa’daki otoriter eğilimlere karşı mücadelede, yalnızca engel olma işlevi göreceklerdir. İşçilerin, onları AB’ye karşı Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri uğruna mücadelede bütün sınırların ötesinde birleştiren yeni bir partiye ihtiyacı var. Bu, dünya sosyalist partisinin, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubelerini inşa etmek demektir.

HHHH

21


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 25

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

A

bochum’daki opel fabrikası kapanıyor

BD otomobil üreticisi General Motors (GM), Avrupa’da uğradığı zarara yoğun işten çıkartmalarla ve Almanya’nın Bochum kentindeki Ford fabrikasını kapatmayla yanıt veriyor. Şirket yönetiminin Bochum’daki fabrikayı 2016’dan itibaren kapatma kararı, 32 bin Opel işçisinin yanı sıra, yan Avrupa’nın en büyük sanayilerde çalışan onsendikalarından IGbinlerce başka işçinin Metal’in yöneticileri ve de geleceğini etkiliyor. Opel işyeri konseyi, en Opel, Bochum’daki baştan itibaren bu sürecin fabrikayı kapatmanın bir parçası; ama şirket yanı sıra şirkette istihyönetiminin yanında yer dam edilen çok sayıda alan bir parçası olarak işçiyi de işten çıkartıyor. davrandı. Şirket, bu yılın ilk on ayı

içinde, çoğu Almanya’da 2.600 kişiyi işten çıkarttı. GM, Avrupa’da, 20 bin kadarı Almanya’da olmak üzere, toplam 38 bine yakın insanı istihdam ediyor. Şirket, daha önce de Belçika’da bir, Britanya’da ise iki fabrikasını kapatacağını açıklamıştı. Avrupa’nın en büyük sendikalarından IG-Metal’in yöneticileri ve Opel işyeri konseyi, en baştan itibaren bu sürecin bir parçası; ama şirket yönetiminin yanında yer alan bir parçası olarak davrandı. Yıllardır, bütün işyerlerinde, sözde “işleri korumak” adına çalışanların maaşlarında ve sosyal ödemelerinde kesintiler yapılmasını destekleyen sendikacıların, Bochum’daki fabrikanın kapatılmasıyla ilgili olarak da, aylardır şirket yönetimiyle işçilerden gizli görüşmeler yaptığı ortaya çıktı. Opel’in Bochum fabrikasını kapatmasının ve çok sayıda işçisini işten çıkartmasının ardındaki başlıca etmen, Avupa’da yaşanan kriz ve AB’nin kemer sıkma önlemleri. Bu kemer sıkma önlemleri sonucunda yaşanan yoksullaşmanın en fazla vurduğu sektörlerin başında da otomobil sanayi geliyor.

HHHH

22


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 26

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

avrupa’da ayrılıkçı ajitasyonun yükselişi chris marsden aylarda, Geçtiğimiz elçika’da, a, B İspanya’d a ve İskoçya’d , a İtalya’d başka Avrupa’nın ni küçük ye yerlerinde ını kurulmas n ri e tl devle ardı partilerin savunan na zanımları ardına ka du. tanık olun

İngilizce özgün metin için bkz. http://www.wsws.org/articles/2012/o ct2012/pers-o30.shtml

G

eçtiğimiz aylarda, İspanya’da, Belçika’da, İtalya’da, İskoçya’da ve Avrupa’nın başka yerlerinde yeni küçük devletlerin kurulmasını savunan partilerin ardı ardına kazanımlarına tanık olundu. Bu tür eğilimlere olan destekteki artış, bankaların ve küresel spekülatörlerin emriyle troykanın (Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu) talimatları üzerine merkezi hükümetler tarafından dayatılan acımasız kesintiler ve kemer sıkma önlemleri eliyle teşvik edilmektedir. Ama meşru toplumsal şikâyetlerin kullanımı, bundan siyasi yarar elde edenlerin sömürülmekte olan geniş kitlelerin çıkarlarını temsil ettiği anlamına gelmez. Ayrılıkçılığı savunan partilerin hepsi, bölgelerinin servetinin kendilerine daha ayrıcalıklı bir varoluş sağlayacağı sonucuna varmış olan burjuva ve üst-orta sınıf tabakaları temsil ediyorlar. Onlar da Avrupa Birliği üyesi olma peşinde koşuyor ve bankalarla şirketlerin işçi sınıfına yönelik saldırıları sürdürme isteğini tam olarak yerine getiriyorlar. En fazla öne çıkan ayrılıkçı hareketlerin hepsi, kendi ülkelerinin daha zengin bölgelerinde doğmaktadır. Onların hepsi, daha yoksul bölgelere merkezi vergilendirme yoluyla sağlanan yardımlara bir son verilmesi çağrısı yapıyor ve değerli varlıkların yerel denetimini savunuyor. Büyük milliyetçi örgütlerin bazılarının ve onların dümen suyunda hareket eden çok sayıda sahte sol örgütün durumunda olduğu gibi, sol bir görünüm sergileme yönündeki oldukça açık çabalar, bunların hiçbirini değiştirmemektedir. İspanya’daki en güçlü hareketler Bask ve Katalan bölgelerinde bulunuyor. Bunlardan birincisi kişi başına gayri safi yurtiçi hasıla bakımından İspanya’nın en zengin bölgelerinden biri; ikincisi ise en zengin bölgesi. Geçen ay, 1,5 milyon Katalan “Avrupa’da yeni bir ulus” pankartı altında, ayrı bir devlet çağrısı yapmak için yürüdü. Bölgesel hükümet, geçtiğimiz iki yıl boyunca yapılan her kemer sıkma talebini tam bir görev duygusuyla yerine getirdi ama hala 44 milyar Avroluk rekor bir borca ve çöp konumuna indirilmiş bir kredi notuna sahip. Baskın konumdaki Convergència i Unió’nun (Yakınlaşma ve Birlik) önderi Artur Mas, İspanya içinde yüklerin paylaşımını “adaletsiz ve vefasız“ olarak adlandırıp bağımsızlık için bir referandum yapılmasını istiyor. Katalonya’daki “yorgunluğu“ Almanya’nın, Fransa’nın ve diğer büyük devletlerin Güney Avrupa‘nın Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi yoksul devletlerine parasal destek sağlamasına ilişkin şikâyetleri ile karşılaştıran Mas, açıkça, hali vakti yerinde olanlar adına konuşuyor.

23


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 27

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Belçika’da ayrılıkçı Flamanlar güçleniyor

İskoçya’daki SNP’nin önderi Alex Salmond

Venedikli ayrılıkçıların gösterisi

24

Mas AB’ye girmek istediği için, bu ülkelere yıkıcı kemer sıkma önlemlerini dayatmada Berlin ve Paris tarafından oynanan rol gizlenmektedir. Bu, “bağımsız“ bir Katalonya’nın, şimdiden bir “özerk bölge“ olarak yaptığı gibi işçilere yönelik aynı saldırıları yaşama geçireceğinin kanıtıdır. Aynı mesaj, Belçika’da, bu ayın başlarında Flamanca konuşan kuzey bölgesinin yoksul güneye parasal yardım yaptığından şikâyet ederek yerel seçimleri kesin olarak kazanan Bart De Wever önderliğindeki Yeni Flaman İttifakı’ndan (N-VA) geliyor. Antwerpen’in belediye başkanı olan De Wever, “Flamanlar, kendilerine yalnızca süt almaya yarayan inekler gibi davranılmasından bıkmış durumda” dedi. O, Belçika’yı, “çek defteri federalizmi“ne bağlı “bir transfer birliği“ olarak betimledi. De Wever, aynı Katalan mevkidaşı gibi, AB yanlısı bir gündem izliyor. İtalya’da, Lega Nord (Kuzey Birliği), “Roma ladrona“ (Roma Büyük Hırsız) sloganı altında, daha az gönenç sahibi olan güneye parasal yardım yapılmasına karşı çıkan açıkça sağcı bir oluşum. Ama Başbakan Mario Monti’nin bölgesel harcamalardan

kesinti yapılması talebi, bir Venedik Cumhuriyeti çağrısı yapan protestoları da ateşledi. Güney Tirol’de, ayrılıkçılar bu zengin bölgede toplanan vergi gelirlerinin yüzde 90’ının yeniden bölgeye dönmesini talep ediyorlar. Royal Bank of Scotland’ın önceki petrol danışmanı Alex Salmond başkanlığındaki İskoç Ulusal partisi (SNP), 2014’te bir bağımsızlık referandumu yapılması için anlaşma sağladı. SNP, uzun süredir, merkezi hükümetin Muhafazakâr-Liberal Demokrat koalisyon ve önceki İşçi Partisi hükümeti tarafından yapılan kesintilere karşı sınırlı sosyal yardım kesintisinin savunucusu gibi görünüyor. Ama onun gerçek gündemi, Avrupa piyasası için, düşük kurumlar vergisinin uygulandığı, mali seçkinlerin ve onların yandaşlarının çıkarlarına hizmet edecek bir yer yaratmaktır. Edinburg, hisse senedi varlıkları açısından, Londra’dan sonra, Birleşik Krallığın ikinci, Avrupa’nın dördüncü en büyük mali merkezidir. O, 2000 ile 2005 yılları arasında yüzde 30’un üzerinde bir büyüme oranı sürdürmüştü. Edinburg, Küresel Mali Merkezler Endeksi’nde Katar’ın, Oslo’nun, Glaskow’un, Dublin’in, Abu Dabi’nin, Brüksel’in, Milan’ın, Madrid’in ve Moskova’nın önünde yer almaktadır. SNP, İskoçya’nın, Birleşik Krallık’ın Edinburg tarafından denetlenmesi gerektiğini söylediği ulusal hava sahası, bölgesel suları ve Kuzey Denizi’ndeki kıta sahanlığındaki petrol ve gaz rezervlerinden alması gereken pay göz önünde bulundurulduğunda, kişi başına GSYİH bakımından AB içinde beşinci sırada yer alacağını iddia ediyor. Bu parti, İskoçya’nın 1980’den bu yana her yıl Birleşik Krallık’ın geri kalan kesiminden daha zengin olduğunu vurguluyor. Çeşitli sahte sol gruplar, bu hareketlerin “nesnel roller”inin emperyalist


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 28

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Avrupa’nın her yerinde ayrılıkçı hareketlerin yükselmesi, Avrupa Birliği’nin gözetimi altında uygulanan toplumsal karşı devrime karşı işçi sınıfını birleştirmek için verilen yaşamsal mücadeleyi kesen gerici bir gelişmedir.

ulusları parçalamak olduğu ve bunun belirsiz bir gelecekte sosyalist bir gelişmeye kapı açacağı gerekçesiyle, bu ayrılıkçı hareketleri ilerici olarak süsleme peşindeler. Onlar, burjuvaziye uyarlanmalarını gizlemek için tasarlanmış siyasi bir sahtekârlık yapıyor ve bu yeni “ulus inşası“ devrinin sağlayacağı yağmadan bir pay kapmayı arzuluyorlar. Bütün bu hareketler, işçi sınıfının temel çıkarlarına aykırı bir perspektif geliştirmektedirler. Avrupa’nın her yerinde ayrılıkçı hareketlerin yükselmesi, Avrupa Birliği’nin gözetimi altında uygulanan toplumsal karşı devrime karşı işçi sınıfını birleştirmek için verilen yaşamsal mücadeleyi kesen gerici bir gelişmedir. Bu hareketlerin perspektifi, Avrupa’nın Balkanlaştırılmasına bir davetiye ve onun mini-devletlerin tımarhanesine dönüştürülmesidir. Bu dışa kapalı kapitalist yerleşim bölgelerinin hepsi, çalışanların geniş kesimlerinin çok daha ürkütücü şekilde yoksullaştırılmasıyla sonuçlanacak şekilde, onlara troyka, bankalar ve şirketler tarafından dayatılan politika-

ları uygulayacaklardır. Onlar, hiç tartışmasız, işçileri işyerleri, ücretler ve yaşam koşulları bakımından birbirlerine karşı dibe doğru bir yarışa sokacaklardır. Daha da kötüsü, burjuva milliyetçiliği ve ayrılıkçılık, Yugoslavya deneyiminde görüldüğü gibi, savaşla sonuçlanacak kardeş çatışmasını ateşleyecektir. Troçki, bir zamanlar, Avrupa’daki devlet sistemini, yoksul bir taşra hayvanat bahçesi içindeki kafeslere benzeterek betimlemişti. İşçi sınıfının görevi, daha da küçük kafesler inşa etmek değil ama kıtayı bu tür eski ulusal bölünmüşlüklerden kurtarmak; kâr için değil ama gereksinimleri karşılama üzerine kurulu uyumlu ve planlı bir ekonomiyi kurmaktır. Bu, burjuvazinin bütün kesimlerinden ve onların küçük-burjuva suç ortaklarından bağımsız şekilde, AB’ye ve onu oluşturan bütün hükümetlere karşı, işçi hükümetlerinin ve Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’nin yaratılması uğruna uzlaşmaz bir mücadele vermek demektir.

HHHH

Ayrılıkçı Katalonların gösterisi. Pankartta, “Avrupa’daki bir sonraki devlet Katalonya” yazılı

25


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 29

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

T

ürkiye’de deprem ve sel felaketleriyle yaşamları altüst olan, evlerini ve yaşamlarını kaybeden emekçilerin kaderi Amerika kıtasında da farklı değil. Son iki yüzyıldaki kapitalist gelişme insan ihtiyaçları için değil ama kâr için gerçekleştirildiğinden, sanayi üretimde dizginsiz bir vurdumduymazlık egemen. Çevre, son iki yüzyılda, kapitalistlerin kâr hırsı nedeniyle, tarih boyunca olmadığı kadar tahrip edildi ve bunun acı sonuçlarını da emekçiler ödüyor. Bunun son örneği olan Sandy kasırgası, önce Karayipler’de 70’e yakın ölüme ve binlerce kişinin evsiz kalmasına yol açtıktan sonra ABD’yi vurdu. Kasırga, başta New Jersey ve New York eyaletleri olmak üzere büyük kayıplara yol açtı. ABD’de şu ana kadar ölü sayısı 100’e ulaşmış durumda ve çok sayıda insan kayıp. ABD’de binlerce kişinin evsiz kalmasına yol açan kaHem bugünkü felaketin sırgada, ayrıca, 5 yaralarının acilen sarılması milyon dolayında kihem de tüm dünya şinin elektriksiz kalemekçilerini bekleyen yeni dığı ifade ediliyor. felaketlerin önünü almak Amerikan ordusunun için küresel ısınmanın ve devreye sokulduğu çevre tahribatının felakette ölü sayısıdurdurulması nın artacağına kesin gerekmektedir. gözüyle bakılıyor. Selin vurduğu bölgelerde kolera salgınının ortaya çıkması tehlikesinin yanı sıra birçok yerde barınma ve ısınma sorunu söz konusu. Tüm bu felakete rağmen, mali aristokrasinin finanse ettiği ve milyarlarca doların harcandığı bir sözde seçim gerçekleştirilecek. Burjuvazinin iki partili oligarşik demokrasisinin bu seçimlerdeki adayları olan Obama ve Romney, milyonlarca emekçinin yaşadığı felaketi bile kendi çıkarları için kullanmaya çalıştılar. Cumhuriyetçi aday Romney, Başkan Obama’nın felaketi iyi yönetemediğini

26

sandy kasırgası milyonlarca emekçiyi vurdu söylerken, Demokratların adayı Obama, “olağanüstü çabası sayesinde” felaketin sınırlı tutulduğunu iddia ediyor. Adaylar, milyarlarca doların akıtıldığı Başkanlık seçimini kazanabilmek için felaket bölgelerine ziyaretlerde bulundular ve halkın “acılarını paylaşıyor” göründüler. Onların tüm üzüntü gösterileri, baştan sona ikiyüzlülük üzerine kurulu timsah gözyaşlarından ibaretti. Onlar, Amerikan kapitalizminin başlıca iki temsilcisi olarak felaketin gerçek sebebini gizlemekte ve kendi sorumluluklarını saklamaya çalışmaktadırlar. Felaketin başlıca sebebi olan çevre tahribatı, tüm Cumhuriyetçi ve Demokrat gelenek boyunca yaratılmıştır ve bunun başlıca sorumlusu bu partilerin sahibi olan burjuvazidir. Hem bugünkü felaketin yaralarının acilen sarılması hem de tüm dünya emekçilerini bekleyen yeni felaketlerin önünü almak için küresel ısınmanın ve çevre tahribatının durdurulması gerekmektedir. Milyonlarca emekçinin yaşadığı bu felakete gerçekçi bir çözüm sunan tek parti, Sosyalist Eşitlik Partisi’dir (SEP-ABD). SEPABD, bu çözümün hayata geçirilebilmesinin önündeki başlıca engel olan bankaların ve mali aristokrasinin, yani burjuvazinin bir işçi devrimi yoluyla derhal mülksüzleştirilmesini savunuyor. Mevcut tüm üretici güçlerin ve kaynakların insanların ihtiyaçları için akılcılık ve demokratik planlama temelinde kullanılması, yalnızca SEP’in savunduğu sosyalist programın yaşama geçirilmesiyle mümkün.

HHHH


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 30

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

ab’nin nobel barış ödülü peter schwarz ’nün rış Ödülü Nobel Ba B) (A irliği’ne Avrupa B le y ü bütün verilmesi, nlerden e siyasi ned maktadır. kaynaklan acı, AB’yi Onun am adına işçi savunma rşı sınıfına ka bu yana n a 1930’lard iş en sert m ş gerçekle hayata saldırıları re destek geçirenle ı sağlamay ktadır. a m amaçla

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/oct201 2/pers-o15.shtml

N

obel Barış Ödülü’nün Avrupa Birliği’ne (AB) verilmesi, bütünüyle siyasi nedenlerden kaynaklanmaktadır. Onun amacı, AB’yi savunma adına işçi sınıfına karşı 1930’lardan bu yana gerçekleşmiş en sert saldırıları hayata geçirenlere destek sağlamayı amaçlamaktadır. Norveç Parlamentosu’nun beş kişilik Nobel Komitesi, seçimini, “AB’nin barış, uzlaşma, demokrasi ve insan hakları uğruna başarılı mücadelesi“ne gönderme yaparak haklı göstermeye çalıştı. Komite, “II. Dünya Savaşı’ndaki büyük acılar”ı ve Almanya ile Fransa arasında 70 yıllık bir dönem içinde yaşanmış olan üç savaşı anımsattı; ardından şunu açıkladı: “Bugün, Fransa ile Almanya arasında bir savaş düşünülemez.“ Bütün bu savlar dizgesi, gerçekliği tam tersine çevirmektedir. Avrupa Birliği ya da onun önde gelen devletleri, AB’ye zemin oluşturan yirmi yıl önceki Maastricht Anlaşması’ndan bu yana -birinci Irak savaşı, Yugoslavya’nın bombalanması, Afganistan’daki savaş, ikinci Irak savaşı ile daha yakın zamandaki Libya savaşı ve Suriye ile İran’a karşı savaş hazırlıkları dahil- bütün önemli emperyalist savaşlara ve suçlara dahil olmuştur. Avrupa içinde “düşünülemez” savaşlara gelince; AB tarafından dayatılan acımasız kemer sıkma önlemleri, kıtayı 1914’ten 1945’e kadar iki dünya savaşının alanı ve tarihte tanık olunmuş en kötü suçların işlendiği yer haline getirmiş olan bütün toplumsal ve ulusal gerilimleri yeniden canlandırmaktadır. AB, “demokrasi ve insan hakları”nı teşvik etmek şöyle dursun, kıtanın her yerinde artan toplumsal eşitsizliklerin, ulusal gerilimlerin ve otoriter egemenlik biçimlerinin başlıca itici gücüdür. Geniş seçmen çoğunluğunun iradesine karşı sosyal kesintileri dayatan; -İtalya’da ve Yunanistan’da olduğu gibi- seçilmiş hükümetler kitlesel direniş karşısında AB’nin dayatmalarını uygulayamadığında onların yerine teknokratları atayan AB, mali sermayenin ekonomik ve toplumsal yaşamın bütün alanları üzerindeki diktatörlüğünü cisimleştirmektedir. Nobel Barış Ödülü’nün AB’ye verilmesi, Brüksel’in dayatmalarına karşı kendi toplumsal ve demokratik haklarını savunmaya çalışan milyonlarca Avrupalı işçiye hakaret etmektir. Nobel Komitesi’nin kararıyla bağlantılı tehdit ortada: “AB tarafından belirlenmiş politikalara karşı çıkar ve onun geleceğini tehlikeye sokarsanız, Avrupa bir kez daha savaşa ve diktatörlüğe saplanacak.” Doğru olan, bunun tam tersidir. Avrupa’nın birleşmesi ve halkının barış ve refah içinde yaşaması yalnızca mali piyasaların gücünün kırılması ve toplumsal eşitsizliğin üstesinden gelinmesi durumunda mümkündür. Bu, işçi sınıfının Avrupa Birliği’ne karşı birliğini ve seferberliğini; onun yerini Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’nin almasını gerektirir. Avrupa Birliği, çok sayıda işçi ve genç için işsizlikle, sosyal yardım

27


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 31

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Nobel Barış Ödülü’nün AB’ye verilmesi ve medya ile orta sınıfın eski liberal ve sol kesimlerinin coşkulu tepkisi, Avrupa’daki toplumsal ve siyasi kutuplaşmanın boyutunu göstermektedir. Ekonomik kriz derinleştikçe ve işsizlik, yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik artmayı sürdürdükçe; elbette, artan sayıda işçi bu kurumlarla çatışmaya girdikçe, bu tabakalar, AB’nin ve gericiliğin kalelerinin ardında hizaya giriyorlar.

28

kesintileriyle ve bürokratik küstahlıkla eş anlamlı hale gelmiştir. Onlar, Nobel Barış Ödülü’nün verilmesine, iğrenme ve nefretle tepki gösteriyorlar. Medyanın ve bütün resmi siyasi partiler yelpazesinin tepkisi ise fazlasıyla coşkulu. Böylesi saçma bir kararın böylesi ortak -ve ikiyüzlü- bir övgüyle karşılanması pek sık karşılaşılan bir şey değil. AB’nin önde gelen kişilerinden Herman von Rompuy ve José Manuel Barroso ödülü “savaşın ve bölünmenin üstesinden gelme; barış ve refah üzerine kurulu bir kıtayı birlikte yaratma yönündeki eşsiz çabanın en üst düzeyde tanınması” olarak betimlediler. AB’nin kemer sıkma önlemlerinin itici gücü Almanya Başbakanı Angela Merkel, ödülü, Avro’nun “son tahlilde bir değerler ve barış topluluğu olarak Avrupa düşüncesiyle ilgili olduğu için, bir para biriminden öte bir şey” olduğunun doğrulanması olarak değerlendirdi. Yeşiller’in Alman Parlamentosu’ndaki önderleri Renate Künast ve Jürgen Trittin, “Avrupa kıtasının tarihindeki en başarılı barış projesi Nobel Barış Ödülü ile ödüllendirildi” yorumunu yaptılar. Avrupa Parlamentosu’ndaki Avrupa Solu’nun başkanı Gabi Zimmer, “Avrupa’nın olumlu değerlerini abideleştiren” bir ödül konusundaki sevincini ifade etti. Nobel Barış Ödülü’nün açıkça siyasi amaçlarla verilmesi ilk defa olmuyor. Gerçekte, bu ödülün 111 yıllık tarihinde siyasi amaçlarla verilmediği bir durum bulmak zor. Dinamiti icat eden ve bombaların, mayınların ve silahların yıkıcı gücünü arttıran -ve bu süreçte bir servet yapanAlfred Nobel tarafından bağışlanan ödül her zaman ikiyüzlülük ile karakterize edilmiştir. Bu ödülü alanlar arasında, Henry Kissinger

(1973), Menachem Begin (1978) ve F. W. De Klerk gibi siyasi gericilerin yanı sıra dört ABD başkanı (Theodore Roosevelt-1906, Woodrow Wilson1919, Jimmy Carter-2002 ve Barack Obama-2009) da var. Ödülün üç yıl önce Obama’ya verilmesi özellikle garipti. O göreve geleli yalnızca dokuz ay olmuştu ve o, öncelinin savaş kışkırtıcısı politikalarını pürüzsüz bir şekilde sürdürüyordu. O zaman yapılan yorumlar, ödülü, George W. Bush’un yolundan uzaklaşması için Obama’ya verilmiş bir “sembolik destek” ve “cesaretlendirme” olarak betimledi. Gerçekte, Nobel Komitesi Obama’ya açık bir çek armağan etmişti. Komite, dünyadaki en güçlü askeri aygıtın başkomutanının dilediğini yapmak için Avrupalı liberal kamuoyunun desteğine sahip olduğunun işaretini verdi. Bu, o günden bu yana doğrulanmıştır. Obama öncelinin politikalarını sürdürdü. Guantanamo hala açık. Başkan, ABD emperyalizminin muhaliflerini öldürmek için uzaktan kumandalı hava araçlarını kullanıyor. O, aslında Bush önetiminin savaş politikalarını eleştirmiş olanların tamamının desteğiyle, Afganistan’daki savaşı yoğunlaştırdı, Libya’ya karşı yeni bir savaş başlattı; Suriye’ye bir askeri müdahaleye ve İran’a karşı savaşa hazırlanıyor. Nobel Barış Ödülü’nün AB’ye verilmesi ve medya ile orta sınıfın eski liberal ve sol kesimlerinin coşkulu tepkisi, Avrupa’daki toplumsal ve siyasi kutuplaşmanın boyutunu göstermektedir. Ekonomik kriz derinleştikçe ve işsizlik, yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik artmayı sürdürdükçe; elbette, artan sayıda işçi bu kurumlarla çatışmaya girdikçe, bu tabakalar, AB’nin ve gericiliğin kalelerinin ardında hizaya giriyorlar. Bu çelişki, kaçınılmaz olarak yoğun sınıf mücadeleleri biçiminde patlayacaktır.

HHHH


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 32

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

ab ve abd mali’ye askeri müdahaleye hazırlanıyor ernst wolff pa önce, Avru Bir hafta l e b yılki No basını, bu ı için ığ ld lü’nü a Barış Ödü i’ni (AB) irliğ Avrupa B . Aynı artıyordu ık ç re le k gö palı düzey Avru ir b anda, üst a ’d a ar Afrik diplomatl t eryalis diğer emp hazırlık ye müdahale . yapıyordu

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/oct201 2/mali-o26.shtml

B

ir hafta önce, Avrupa basını, bu yılki Nobel Barış Ödülü’nü aldığı için Avrupa Birliği’ni (AB) göklere çıkartıyordu. Aynı anda, üst düzey Avrupalı diplomatlar Afrika’da bir diğer emperyalist müdahaleye hazırlık yapıyordu. 30 gün içinde bir “Mali özel görev” konsepti sunma sorumluluğu, önde gelen AB diplomatı Catherine Ashton’a verildi. AB diplomatları tarafından yapılan açıklamalara göre, böyle bir özel görev, 150 Avrupalı askeri uzmanın dört ile sekiz aylık bir süre boyunca Malili ve Afrikalı birlikleri eğitmek üzere konuşlandırılmasını içeriyor. Bu tür bir operasyon için örnek model, Uganda’da 2010 yılından bu yana Somalili askerleri eğiten Avrupalı Eğitim Heyeti‘dir (EUTM). Askeri müdahalenin biçimine ilişkin nihai karar 19 Kasım’da alınacak. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 12 Ekim’de, Mali’ye yönelik bir uluslararası askeri özel görevi onayladı ve BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’u, Batı Afrika Ekonomik Birliği (ECOWAS) ve Afrika Birliği (AU) ile birlikte, personel, maliyet ve operasyon türleri üzerine ayrıntılı bir plan hazırlamakla görevlendirdi. Plan Kasım ayının sonuna kadar tamamlanacak. Bir müdahalenin gerçek önderliği BM ya da AB değil; eski sömürgeci güç Fransa. Paris hükümeti, askeri eyleme yeşil ışık yakan BM Güvenlik Konseyi kararının taslağını yazdı ve Afrika hükümetlerini böylesi bir operasyona birlik sağlamaya ikna etmek için yoğun bir diplomatik faaliyet sürdürdü. Fransız generalleri, aynı zamanda asker sevkiyatı için planlar üzerinde çalışıyorlar. Onlar, operasyonun, Mali’de Mart 2013 sonlarında başlayan muson mevsiminden önce gerçekleşmesi için baskı yapıyorlar. Fransa, haberlere göre bu tür bir müdahaleye uzaktan kumandalı uçaklar sağlamaya hazır olan ABD’nin tam desteğine sahip. Alman hükümeti de müdahaleye katılma konusunda anlaşmış durumda. Almanya Başbakanı Angela Merkel, [22 Ekim] Pazartesi günü, Alman askerlerine, Berlin’in “Mali’de bir eğitim ve destek görevine” katılmaya ilkesel olarak hazır olduğunu söyledi. Önde gelen ABD ve Fransız askeri yetkilileri ile diplomatları [Sahra’nın güneyindeki] “Sahel bölgesindeki güvenlik konularını” tartışmak üzere bu hafta Paris’te toplandı. Fransız Savunma Bakanlığı’nın bir sözcüsü, görüşmeler sonrasında yaptığı açıklamada, Fransa’nın, aynı Somali sahillerindeki korsanlıkla mücadeleyi amaçlayan Atlanta Operasyonu’nda olduğu gibi, AB’nin lojistik planlamaya ve askeri bir müdahalenin hazırlanmasına aktif katılımını sağlamaya çalıştığını belirtti. Askeri müdahalenin hedeflerini ve amaçlarını Fransa, ABD ve AB planlıyor olsa da, onların planları Afrika ülkelerinden birliklerin kullanımını gerektirmektedir. Şimdiki planlara göre, ECOWAS, bu tür

29


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 33

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Savaş hazırlıklarının resmi bahanesi, Mali’nin kuzeyinde iktidarın İslamcılar tarafından ele geçirilmiş olması. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Fransız meslektaşıyla yaptığı toplantının ardından, “Kuzey Mali bütünüyle düşer ve bir başka Somali; hukuksuz, devletsiz bir bölge söz konusu olursa, teröristler sığınacak bir liman sahibi olurlar“ demişti.

30

bir sevkiyata 3000 kadar asker sağlayacak. AB ve ABD eğitim, finansman, silah ve askeri planlama temin edecek. AB diplomatlarının geçen haftaki sözleriyle, bu çözüm operasyona “Afrikalı bir görünüm“ kazandıracak. Avrupalı güçlere gelince, onlar için, can kayıplarının ve yaralanmaların Afrikalı askerle sınırlı kalması avantajı söz konusu. Savaş hazırlıklarının resmi bahanesi, Mali’nin kuzeyinde iktidarın İslamcılar tarafından ele geçirilmiş olması. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Fransız meslektaşıyla yaptığı toplantının ardından, “Kuzey Mali bütünüyle düşer ve bir başka Somali; hukuksuz, devletsiz bir bölge söz konusu olursa, teröristler sığınacak bir liman sahibi olurlar“ demişti. İslamcı güçlerin, geçtiğimiz aylarda, Mali’nin kuzeyinde -Fransa büyüklüğünde bir bölgede- iktidarı ele geçirmesi, Libya savaşının doğrudan bir sonucudur. Libya, Kaddafi yönetimi altındayken, yoksul Mali’nin en önemli yatırımcısıydı. Kaddafi, aynı zamanda, merkezi yönetim ile ülkenin kurak kuzeyinin bağımsızlığı için savaşan Tuaregler arasındaki çatışmada arabuluculuk yapıyordu. Bu-

rada yaşayan çok sayıda insan Libya’da çalışabiliyordu. Libya’daki rejimin devrilmesinden sonra, Tuaregler ülkeye akın ettiler. Onların çoğu ağır silahlarla donanmıştı. Onlara, Libya’da Kaddafi’ye karşı NATO saldırısını desteklemiş olan İslamcılar eşlik etti. Uzun süredir Mali’nin devlet başkanı olan Amadou Toumani Touré, bunun ardından denetimini yitirdi ve Mart ayı sonunda gerçekleşen bir darbeyle görevden alındı. Darbenin önderi ABD eğitimi almış ve ABD istihbarat servisleriyle yakın bağları olan Yüzbaşı Amadou Sanogo idi. Darbenin arka planında bir dizi toplumsal sorun ve hoşnutsuzluk vardı. Askerler, uygun silahlarla donanmamış şekilde Tuareglere karşı savaşmak üzere gönderilmişti. Ülke, aynı zamanda, tarıma uygun büyük arazileri ve pamuk işletmelerini yabancı şirketlere satmış olan yerel burjuvazinin kötü yönetimi ve yolsuzluklarından yıllardır rahatsızdı. Bu köylüler ve gençlik içinde önemli bir muhalefeti canlandırdı. Darbeyi izleyen siyasi kaos içinde, Libya’dan dönmüş olan Tuareg asileri, kuzey bölgesinin büyük kesimini


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 34

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k kendi denetimleri altına almak için yerel İslamcılara katıldılar. Ardından, Ansar Dine, Mujajo ve El Kaide’nin Kuzey Afrika kolu (Aqmi) ile bağlantılı olan ve Kuveyt tarafından finanse edilen küçük gruplardan İslamcılar Tuareg asilerini önemli kentlerin çoğundan kovdular ve bölge üzerinde tartışmasız egemenlik kurdular. Medyada yer alan haberlere göre, yüzlerce cihatçı, BM Güvenlik Konseyi’nin savaşa girme kararının ardından, Kuzey Mali’deki Timbuktu ve Gao kentlerinde bir araya geldi. Sudan’dan ve Fas’ın hak iddia ettiği Batı Sahra’dan gelmiş olan radikal İslamcı savaşçılar, Mali’nin kuzeyini Malili ve uluslararası güçler tarafından planlanan bir saldırıya karşı savunmayı amaçlıyorlar. Aynı zamanda, Cezayir’den, Mısır’dan, Bütün batılı devletler Pakistan’dan ve Yemen’den gelen İslamcı güçler de Mali’nin kuzeyinde Kuzey Mali’nin buluşuyor; son zamanlarda, Mali’nin radikal İslamcılar başkenti Bamako’da, bu anlaşmaztarafından ele lığa yönelik yabancı bir müdahaleye geçirilmesinin diğer karşı gösteriler düzenleniyor. bölgelerdeki isyanlar Kimi askeri uzmanlar, Mali’ye müdaiçin bir işaret halenin, emperyalist güçler tarafınoluşturabileceğinden dan on yıldan uzun süre önce korkuyorlar. Afganistan’da başlatılan savaşta olEmperyalist devletler, duğu gibi, uzun süreli bir savaşa döbunu önlemek için, nüşebileceği uyarısı yapıyorlar. Batı yönelimli bir Alman ordusunun önceki genel mükukla yönetim fettişi Harald Kujat, Leipziger Volkskurmaya çalışıyorlar. zeitung’a, Mali’de silahsız askerlerin

H

Bu kitapları e-posta adresimizden bizimle bağlantı kurarak yüzde 50 indirimli edinebilirsiniz.

info@toplumsalesitlik.org

eğitilebileceğine inanmanın aldatıcı olduğunu söyledi: “Bir silahlı çatışmaya dönüşme riski oldukça büyük.” Sivil halkın yaşadığı devasa acıyı (300 bin insan evlerini terk etti, yarım milyon insanın yaşamı açlık ve susuzluk tehdidi altında, yarım milyondan fazla çocuk yetersiz besleniyor) görmeyen emperyalist güçler, Mali’ye, etkileri ülkenin sınırlarının çok ötesine taşacak bir askeri müdahaleye hazırlanıyorlar. BM’nin ve AB’nin tavrı, farklı çıkarlar karmaşasıyla belirlenmektedir. Bütün batılı devletler Kuzey Mali’nin radikal İslamcılar tarafından ele geçirilmesinin diğer bölgelerdeki isyanlar için bir işaret oluşturabileceğinden korkuyorlar. Emperyalist devletler, bunu önlemek için, Batı yönelimli bir kukla yönetim kurmaya çalışıyorlar. Fransa, Fildişi Sahili’ndeki askeri müdahalesinin ardından, Batı Afrika’daki etkisini yaymayı amaçlıyor. Son darbenin arkasında yatan güç olduğuna inanılan ABD, Batı Afrika’yı kendi jeo-stratejik üssü olarak kurma ve bu yolla Çin’in bölgedeki etkisini geri püskürtme peşinde. Almanya, kendi adına, askeri konularda önemli bir oyuncu olarak kendi gücünü uygulamaya çalışıyor ve Fransa ile ABD’nin bölgedeki kendi gündemlerini dayatmasına izin vermeye hazır değil.

HHHH

1936 Moskova duruşmaları üzerine

Kızıl Kitap

Prinkipo Yayıncılık Yazan: Lev Sedov Çeviren: Halil Çelik 224 syf., 14 TL.

31


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 35

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

abd’nin körfezdeki üsleri kitlesel gösterilerle sarsılıyor

T

unus ve Mısır’da başlayan devrimci halk hareketlerinin etkisiyle geçtiğimiz yıl Mart ayında patlayan kitlesel eylemlerden bir buçuk yıl sonra, Bahreynliler yeniden “özgürlük ve demokrasi” şiarıyla sokağa döküldü. Çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu ve kadınların son derece aktif olduğu gösterilerde, Sünni-Müslüman El Halife Çoğunluğunu Şiilerin diktatörlüğü oluşturduğu ve kadınların protesto ediliyor. son derece aktif olduğu 2011’deki göstergösterilerde, Sünniileri CIA’in ve Müslüman El Halife Suudi ordusunun diktatörlüğü protesto doğrudan müdaediliyor. halesiyle ezmiş

olan El Halife diktatörlüğü, “Halk Özgürlük İstiyor” sloganı altında düzenlenen yürüyüşlerin ülkede hüküm süren ABD maşası gerici diktatörlüğü yıkacağı kaygısıyla, olağanüstü hal ilan etti ve her türlü eylemi yasakladı. Bahreyn’de bunlar yaşanırken, El Halife rejimiyle kader birliği içinde olan Kuveyt’te de halk, muhaliflere yönelik keyfi tutuklamalara karşı sokağa döküldü. Başkent Kuveyt’te, muhalif önderlerin tutulduğu hapishaneye yürüyen ve basında yer alan haberlere göre sayıları 10 bini aşan göstericiler ile polis arasında sert çatışmalar yaşandı. Dünyanın en önemli petrol üreticileri ve ABD emperyalizminin Basra Körfezi’ndeki üsleri olan bu iki ülkede yaşananlar, Suriye’de ve İran’da rejim değişikliği peşinde koşan ABD emperyalizminin, bizzat bu iki önemli üssünde ciddi sorunlarla karşılaşacağının işaretleridir. Öte yandan, bu kitle hareketlerinin, bugün olduğu gibi burjuva önderliklere tabi kalmaları durumunda, söz konusu ülkelerdeki emekçiler, özellikle de oralarda gerçek kölelik koşullarında çalışan göçmen işçiler için kalıcı hiçbir kazanım sağlamadan ortadan kaldırılabileceği söyleyebiliriz.

HHHH

32


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 36

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

batı destekli “asiler” ile suriyeli kürtler arasında çatışma

T

ürkiye’nin giderek artan askeri müdahale tehditlerinin ortasında, Suriye’nin kuzeyindeki Halep kentinde, Batı destekli isbill van auken yancılar ile Kürtler arasında sert bir çatışma patladı. Çatışma [26 Ekim] Cuma günü, siyahlar giyinmiş ve İslamcı sloeşar Başkan B , a y ganlar yazılı siyah eşarplar takan yüzlerce silahlı hükümet karşıtının fi ra ş A timini e n ö ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı Aşrafiya mahallesine girmesiyle y d a s E Batı e çalışan y e başladı. m ir v e d üçler için Bu istila, sözde Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tarafından ele geçirildestekli g ne hedef hali miş mevzilere doğru yürüyen ve ÖSO savaşçılarının mahalleyi terk önemli bir rumda. etmesini isteyen semt sakini Kürtlerin düzenlediği bir gösteriye yol gelmiş du Suriye’nin açtı. Haberlere göre, ÖSO savaşçıları göstericilerin üzerine ateş Mahalle, rkezi olan açarak beş kişiyi öldürdü ve 10 kişiyi yaraladı. ticaret me ey kuz Halep’in ezine Kürtlerin semtteki denetimi yeniden ele geçirdiği çatışmaların, 22’si dan merk n rı varoşla rinde savaşçı en az 30 kişinin yaşamına malolduğu iddia edildi. Haberyolun üze lere göre, çatışmalarda beş Kürt savaşçısı ölürken, diğer can kagiden ana yüksek yıpları İslamcı asilere ve sivillere ait. r. ve kentin o iy ı işgal ed Çatışma sırasında, İslamcı güçler, bölgeyi kendi işgalleri altına girnoktaların meye zorlamak için, en az 120 Kürt sivili rehin aldı. Aşrafiya, Başkan Beşar Esad yönetimini devirmeye çalışan Batı destekli güçler için önemli bir hedef haline gelmiş durumda. Mahalle, Suriye’nin ticaret merkezi olan Halep’in kuzey varoşlarından merkezine giden ana yolun üzerinde ve kentin yüksek noktalarını işgal ediyor. Washington’ın işbirliğiyle Suudi Arabistan ve Katar tarafından silahlandırılıp finanse edilen İslamcıların ve yabancı savaşçıların giderek egemen olduğu sözde asilerin giderek artan meydan okumasıyla karşı karşıya olan Esad yönetimi, Aşrafiya ve Kuzey Suriye’deki Kürt ağırlıklı bölgeleri terk etmişti. Bu bölgelerde yarı özerk bölgeler oluşturan Kürt Demokratik Birlik Partisi (PYD), silahlı kolu Halk Savunma Birlikleri (YPG) ile birlikte denetimi büyük ölçüde elinde tutuyor. PYD, çatışmadan sonra, “biz tarafsız kalmayı seçtik ve ülkemize yalnızca acı ve yıkım getirecek olan savaşta taraflardan birinin yanında yer almayacağız” diyen bir açıklama yaptı. Açıklama, katliamdan dolayı İslamcı milisleri sorumlu tutuyor: “Onlar [ÖSO] kontrol noktası önünde toplanan insanlara ateş açtılar. Bu insanlar, silahlı grupları protesto ediyor ve onların yerleşim alanlarını terk etmesini talep ediyorlardı.” Kürtler, Suriye’nin 32 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturuyor. Yalnızca Halep eyaletinde en az 100 bin Kürt yaşıyor. Suriyeli Kürtler, kendilerini uzun süre siyasi baskı altında tutmuş İngilizce özgün metin için bkz. olan Esad rejimine düşman olmakla birlikte, önemli ölçüde yabancı http://wsws.org/articles/2012/oct201 savaşçılar ile Suudi Arabistan’ın ve Katar’ın sağladığı silahlara ve 2/syri-o30.shtml

33


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 37

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Bu çatışma, yönetimi önceden PKK’yi baskı altında tutmakta Türk hükümeti ile işbirliği yapmış olan Suriye’de yaşanan ve Batının kışkırttığı iç savaştan önemli ölçüde etkilenmektedir. Benzer şekilde, Suriye’deki olayların körüklediği giderek artan bölgesel uzlaşmazlıklar, Ankara’yı, her ikisi de önemli Kürt nüfuslara sahip olan İran ve Irak yönetimlerinden uzaklaştırmaktadır.

34

yardımına tabi mezhepsel ve Sünniİslamcı bir gündem peşinde olduğu düşünülen Batı destekli güçler tarafından giderek düşman haline getirilmektedir. Suriye’deki PYD, Esad karşıtı isyancılara barınma ve maddi yardım sağlayan Türk devletine karşı otuz yıl süren gerilla savaşı vermiş olan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile de yakından bağlantılı. İki ülke sınırına tankları ve savaş uçaklarını yığan ve Türkiye sınırını aşan her serseri mermiye karşılık Suriye’deki hedeflere yoğun top ateşi açan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İslamcı hükümeti, Suriye’ye karşı askeri yığınakta başı çekmektedir. Türkiye’nin yığınağı, Suriye’den ateşlenen top mermilerinin Türkiye’nin sınır kasabası Akçakale’ye düşerek beş sivilin ölümüne yol açtığı 3 Ekim kazasının ardından başladı. Türk parlamentosu, buna yanıt olarak Erdoğan’a savaş açma yetkisi veren bir yasayı onaylarken, NATO, Suriye’yi askeri mislilleme ile tehdit etmek için bir acil dışişleri bakanları toplantısı gerçekleştirdi. En son Türk topçu saldırısı, [29 Ekim] Pazartesi günü Suriye’den ateşlenmiş bir top mermisinin, herhangi bir can kaybına yol açmadan, Hatay’ın Beşaslan köyü yakınlarına düşmesinin ardından gerçekleşti. Bundan birkaç gün önce, Türkiye’yi ziyaret eden üst düzey bir ABD komutanı, Türkiye’ye düşen top mermilerinin Suriye’deki devlet güçleri tarafından ateşlendiğine ilişkin herhangi bir kanıt olmadığını açıkça kabul etti. Avrupa’daki ABD ordu komutanı Korgeneral Mark Hertling, NTV adlı özel Türk televizyon kanalına, “Bu top mermilerinin Suriye ordusundan mı, Türkiye’yi meseleye dahil etmek isteyen asilerden mi yoksa PKK’den mi ateşlendiğinden emin değiliz” dedi.

Bu üç olasılık içinde Türkiye’nin çatışmaya çekilmesinde en fazla çıkarı olan Batı destekli güçler iken, Esad yönetiminin bundan en küçük bir çıkarının bile olmadığı ortada. Her durumda, Türkiye’nin egemen çevreleri için, Suriye sınırını aşarak gelen top mermileri, Suriye’nin etkilerinin Türk devlet güçleri ile PKK militanları arasında yaşanan ve son yıllarda olduğundan daha fazla yoğunlaşmış olan içerideki mücadeleyi iç savaşa dönüştürmesinden çok daha az kaygı verici. Bu çatışma, yönetimi önceden PKK’yi baskı altında tutmakta Türk hükümeti ile işbirliği yapmış olan Suriye’de yaşanan ve Batının kışkırttığı iç savaştan önemli ölçüde etkilenmektedir. Benzer şekilde, Suriye’deki olayların körüklediği giderek artan bölgesel uzlaşmazlıklar, Ankara’yı, her ikisi de önemli Kürt nüfuslara sahip olan İran ve Irak yönetimlerinden uzaklaştırmaktadır. Türkiye’nin resmi Anadolu haber ajansı, [29 Ekim] Pazartesi günü, Suriye sınırındaki Şırnak’ta polis karakollarına yönelik eş zamanlı beş saldırıda en az bir polisin öldürülmüş olduğunu bildirdi. Aynı gün, savaş uçaklarıyla desteklenen Türk birlikleri, Şırnak’ın Beytülşebap bölgesindeki Kürt mevzilerine bir saldırı gerçekleştirdi. Anadolu Ajansı’na göre, saldırıda beş Kürt savaşçısı öldürüldü. Türkiye içindeki gerilimler, 50 cezaevine dağıtılmış 700 dolayında Kürt siyasi tutuklunun açlık greviyle çarpıcı biçimde artmış bulunuyor. PKK savaşçısı olmakla suçlananların yanı sıra Kürt siyasi partilerinin üyelerini, eski belediye başkanlarını ve başka seçilmiş görevlileri, avukatları, kadınları ve öğrencileri kapsayan bu tutukluların onlarcası, yaklaşık 50 gündür, “süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi” olarak adlandırdıkları eylemde yer alıyor. Haberlere göre, Türk cezaevi yöneti-


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 38

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k cileri açlık grevcilerine karşı fiziksel şiddet, hücre hapsi ve susuz bırakma ile karşılık vermektedir. Grevciler, hükümetin PKK önderi Abdullah Öcalan’ın hücre hapsine son vermesini, Kürt dilinin kullanımı üzerindeki sınırlamaların kaldırılmasını ve Kürt halkının demokratik haklarına saygı gösterilmesini talep ediyorlar. Açlık grevine Eylül ayında başlayıp, aşırı kilo kaybına uğrayan; kanama, yutkunma güçlüğü, solunum yetmez-

liği ve ishal gibi belirtiler gösterenler ölüm tehlikesi içinde. Müslümanların Kurban Bayramı’nın öngününde, Türkiye’nin adalet bakanı Sadullah Ergin, Kürt tutuklulara açlık grevine son vermeleri çağrısında bulunmuş ama onların taleplerinden söz etmemişti. Hükümet, bu tutukluların Türk cezaevlerinde ölmeye başlamasından korkuyor; bu, Kürt halkı içinde kitlesel isyanlara yol açabilir.

HHHH

washington yeni suriyeli kuklalar arıyor bill van auken yi’ne sal Konse lu U e y ri u S desteğinin (SUK) ABD eren i iç e, çekilmesin imlendirm iç b n e id n e y lecek Salı açıkça, ge nlık seçimleri şka günkü ba raki emen son h bittikten AB D rudan bir daha doğ ılan si için yap müdahale rçasıdır. rın bir pa hazırlıkla

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/nov20 12/syri-n02.shtml

31

Ekim Çarşamba günü Hırvatistan’ın başkenti Zagrep’te konuşan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Washington’ın Suriye’deki sözde “isyancılar”ı temsil eden cepheyi yeniden düzenlediğini açıkladı. Suriye Ulusal Konseyi’ne (SUK) ABD desteğinin çekilmesini içeren yeniden biçimlendirme, açıkça, gelecek Salı günkü başkanlık seçimleri bittikten hemen sonraki daha doğrudan bir ABD müdahalesi için yapılan hazırlıkların bir parçasıdır. ABD’nin Suriye’deki politikası üzerine bir soruyu yanıtlayan Clinton, ABD BM’nin Suriye’deki savaşa siyasi bir çözüm için aracılık yapmasını “bekleyemez ve beklemeyecektir” diyerek, Birleşmiş Milletler Özel Temsilcisi Lakhtar Brahimi’nin çabalarını devredışı bıraktı. Washington, bunun yerine, rejim değişikliğini ve Ortadoğu’daki ABD çıkarlarına göre biçimlenmiş bir kukla hükümet yerleştirmeyi amaçlayan bu savaşı tek yanlı olarak kızıştırmaya çalışacak. Clinton, konuşmasının devamında, Washington’ın yeni sömürgeci projesi için bir cephe hizmeti görecek yeni bir önderliği “hazırlama” çabalarını anlattı. O, ABD hükümetinin “Suriye içindeki muhalefetin daha az temsil gücüne sahip olan kesimlerinin dışa çıkarılmasını hızlandırmış” olduğunu; böylece, onların ABD ile müttefiklerinden oluşan sözde Suriye’nin Dostları’nın temsilcilerinin karşısına çıkabileceğini açıkladı. ABD Dışişleri Bakanı, daha geçtiğimiz yılın Aralık ayında “barışçıl demokratik bir geçiş arayan Suriyeliler’in önde gelen ve meşru temsilcisi” olarak selamlamış olduğu Suriye Ulusal Konseyi’ne açıkça küçümsemeyle davrandı. O, Suriye muhalefetinin “20, 30 ya da 40 yıldır Suriye’de olmayan” insanlardan oluşamayacağını duyurdu. Muhalefetin, “bugün özgürlüklerini elde etmek için ön cep-

35


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 39

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

ABD Dışişleri Bakanı’nın sinikliğini ve yüzsüzlüğünü abartmak çok zor. Daha önce SUK’u Suriye halkının “meşru” temsilcisi olarak kutsamış olan Clinton, şimdi, onların artık muhalefetin “şeffaf önderi” olarak işe yaramadığına karar veriyor.

hede olan, savaşan ve ölen insanlardan” oluşması gerekiyordu. Clinton’ın çok kısa süre önce “Suriye halkının kurtuluşu” olarak göklere çıkarmış olduğu cephe grubunun, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından dikkatle seçilmiş ve henüz adlandırılmamış bir yeni “devrimciler” topluluğu uğruna açıkça baştan savılması, Suriye’de şimdiye kadarki ABD politikasının başarısızlığının kabulü demektir. Washington, açıkça, Suriye’deki silahlı milis gruplarını Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar ile işbirliği içinde örtülü biçimde silahlandırma ve finanse etme politikasının Başkan Beşar Esad yönetimini şimdiye kadar devireceğini ummuştu. Suriye halkının büyük kesiminin Esad yönetimine düşman olmakla birlikte, çoğu durumda El Kaide ve Sünni mezhep grupları ile bağlantılı İslamcı cihatçı unsurların egemenliği altına girmiş olan silahlı gruplar topluluğu olan sözde asilere daha fazla karşı olduğu ve onlardan daha fazla korktuğu ortaya çıkmıştır. Clinton’ın açıklamaları, gelecek hafta Katar’ın başkenti Doha’da toplanacak olan ve yeni muhalefet konseyinin Washington’ın ve ABD’nin önceki Suriye Büyükelçisi Robert Ford’un himayesi altında resmen oluşturulacağı bir konferansa hazırlık olarak yapılmıştır. Ford, ABD’nin çizgisinde kendinden bekleneni yapacak görünen “devrimciler”in belirlenmesine ve ayıklanmasına doğrudan katılmaktadır.

ÖSO’ya bağlı savaşçılar

36

Clinton, Zagrep’teki basın konferansında, “biz bir önderlik yapısında yer alması gerektiğini düşündüğümüz isimleri ve örgütleri önerdik” dedi ve ekledi: “SUK’un artık muhalefetin şeffaf önderi olarak görülemeyeceğini netleştirdik. Onlar daha geniş bir muhalefetin parçası olabilirler ama o muhalefetin Suriye’nin içinden insanları ve dinlenmesi gereken meşru bir sözü olan başkalarını kapsamaları gerekir.” ABD Dışişleri Bakanı’nın sinikliğini ve yüzsüzlüğünü abartmak çok zor. Daha önce SUK’u Suriye halkının “meşru” temsilcisi olarak kutsamış olan Clinton, şimdi, onların artık muhalefetin “şeffaf önderi” olarak işe yaramadığına karar veriyor. Başka sözcüklerle ifade edersek, ABD’nin emperyalist müdahalesi için yeni bir Suriyeli kamusal yüze ihtiyaç var ve Washington bunu oluşturacak bireyleri özenle seçmiştir. Hiç kuşku yok ki bu, kısmen SUK’un önderliğinin Müslüman Kardeşler’in Suriye kolu ile birlikte belirlenmesiyle ve ABD’nin, bunun Esad yönetimini devrime girişimini Suriye içinde Washington destekli bir mezhep savaşı olarak görenlerin düşmanlığını arttırmaktan başka bir işe yaramayacağına ilişkin korkularıyla belirleniyor. Washington’ın yeni düzenlemesinde, SUK önderleri hala bir pay sahibi olmaya devam ederken (belki önderliğin üçte biri), “dinlenmesi gereken


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 40

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Böylesi bir organın oluşturuluyor olması, Obama yönetiminin 6 Kasım seçimlerinin ardından Suriye’ye yönelik ABD müdahalesini, belki de bir “güvenli bölge” oluşturmak için askeri güç kullanımını içerecek şekilde, keskin biçimde tırmandırmaya hazırlandığını göstermektedir.

meşru bir sözü olan” insanları kapsayan yeni cephenin resmi denetiminden vazgeçmek zorunda kalacaklar. Hangi Suriyeli sesin “meşru” olduğu, hiç kuşkusuz, bir Alevi, Şii, Kürt ve Hristiyan “değerler” koleksiyonunun yönetime getirildiğini görmek isteyecek olan ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından belirlenecek. Bununla birlikte, ABD destekli toplantının hemen ardından Doha’da kendi konferansını düzenleme çağrısı yapan ve bu toplantının emperyalist devletler ve Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar’daki Sünni Müslüman yönetimler tarafından desteklenen “meşru” muhalefet olarak kendisinin dokunulmazlığını korumak için mücadele amacıyla hazırlandığını belirten SUK, ABD planını reddetti. Suriye’deki iç savaşta kendi çıkarları olan bu yönetimlerin nerede durduğu bütünüyle açık değil. Türkiye ile Katar’ın hala SUK’u desteklediğine ilişkin haberler var. Doha’da düzenlenen toplantının, aynı geçtiğimiz Haziran ayında Kahire’de toplanan ve delegelerin birbirlerine yumruklar sallayıp eşyalar fırlattıkları konferansta olduğu gibi herkes için öldürücü bir tartışmaya dönüşmesi son derece mümkün. Clinton, Çarşamba günkü basın konferansında “Bizim aynı zamanda Suriye devrimini gaspetmeye çalışan aşırıların girişimlerine güçlü biçimde direnecek bir muhalefete ihtiyacımız var” dedi. Washington ve emperyalist müttefikleri, “biz” ne tür bir muhalefet istiyoruz derken, Suriye halkının istediği şeyi değil, kendi istediklerini ifade etmektedir. Her durumda, “aşırılık”tan bu tür biçimsel bir kopuş ve sıradaki hükümet pozu veren sürgündeki önderlerde yapılan göstermelik bir değişiklik,

sürmekte olan iç savaşın mezhepçi çizgisini hemen hiç değiştirmeyecektir. Suudi, Türk ve Katar yönetimleri tarafından sağlanan silahların [Suriye’ye] akışını yöneten CIA, bu silahlandırmada aslan payının İslamcı milislere gittiğini kabul etmişti. Washington’ın amacı, 2003’teki Irak savaşının öncesinde çeşitli Iraklı sürgünlerle yapmış olduğu gibi, Şam’daki bir kukla yönetime zemin sağlayabilecek bir grubu kabaca birleştirmektir. Adı belirtilmeyen önemli bir yetkilinin Foreign Policy’ye söylemiş olduğu gibi, “Biz buna ön-parlamento adını veriyoruz. İlk Amerikan ulusal meclisi gibi de düşünülebilir.” Böylesi bir organın oluşturuluyor olması, Obama yönetiminin 6 Kasım seçimlerinin ardından Suriye’ye yönelik ABD müdahalesini, belki de bir “güvenli bölge” oluşturmak için askeri güç kullanımını içerecek şekilde, keskin biçimde tırmandırmaya hazırlandığını göstermektedir. Böylesi bir müdahale, İran ile bölgesel ve hatta küresel bir askeri çatışma tehlikesi oluşturan bir savaşa hazırlık kampanyasının bir parçası olacaktır. Doha’daki bütün sefil manevralar, önderliği doğrudan doğruya ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından seçilen ve atanan sözde Suriye “devrimi” denilen şeyin gerçek karakterini vurgulamaktadır. Bu, ayrıca, ABD’deki Uluslararası Sosyalist Örgüt, Britanya’daki Sosyalist İşçi Partisi ve Fransa’daki Yeni Kapitalizm Karşıtı Parti gibi, rejim değişikliği uğruna yapılan ABD destekli savaşı bir devrim olarak teşvik etmeye ve emperyalist müdahaleye “insan hakları” bahanesiyle meşruluk kazandırmaya çalışan sahte solun rolünü de açığa çıkarmaktadır.

HHHH

37


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 41

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

mısırlı “devrimci sosyalistler” burjuvaziyle ittifak yapıyor johannes stern ndırılmış Yanlış adla vrimci Mısırlı De er (DS), Sosyalistl rıyla, işadamla milyarder in m rek reji in eski Müba , Birleşmiş yle görevlileri , ajanlarıyla Milletlerin li it ş e a ve ç Nasırcılarl sahte sol liberal ve ittifak bir siyasi e rl e il rt a p r. geliştiriyo

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/oct201 2/egyp-o30.shtml

38

Y

anlış adlandırılmış Mısırlı Devrimci Sosyalistler (DS), milyarder işadamlarıyla, eski Mübarek rejiminin görevlileriyle, Birleşmiş Milletlerin ajanlarıyla, Nasırcılarla ve çeşitli liberal ve sahte sol partilerle bir siyasi ittifak geliştiriyor. Onlar, 18 Ekim günü internet sayfalarında, multi milyarder işadamı Naguib Sawiris’in liberal Özgür Mısırlılar Partisi, Amr Mussa’nın (Arap Birliği’nin eski başkanı ve devrik diktatör Hüsnü Mübarek’in bakanı) yeni kurulmuş Kongre partisi, Muhammed El-Baradey’in Anayasa Partisi ve Nasırcı önder Hamdeen Sabahi’nin Halka Ait Mısırlı Akım tarafından imzalanmış ortak bir açıklama yayımladılar. “Mısır bir derebeylik değildir; Mısır bütün Mısırlılarındır” başlıklı açıklama, Mısır devlet başkanı Muhammed Mursi’nin ve Müslüman Kardeşler yönetiminin baskıcı politikalarını “Mübarek rejiminin uygulamaları”na benzeterek eleştiriyor. Açıklama, “Bütün Mısırlılar için” laik bir “anayasa” ve “ekmek, özgürlük ve toplumsal adalet” biçimindeki temel sosyal taleplerin yerine getirilmesi çağrısı yapıyor. DS’nin, işçiler ile gençlerin toplumsal özlemlerine Naguib Sawiris gibi büyük işadamlarıyla birlikte ulaşabilecekleri ya da demokratik hakları Amr Moussa gibi Mübarek rejiminin sembol isimleriyle birlikte savunabilecekleri biçimindeki iddiaları gerici ve saçmadır. Mısır borsasındaki hisselerin toplam piyasa değerinin yüzde 40’ını kapsayan 20 milyar Dolarlık bir serveti denetleyen Sawiris ailesi Mısır’ın en zengin ailesidir. Forbes’e göre, Özgür Mısırlılar Partisi’nin kurucusu Naguib Sawiris, 3,1 milyar Dolarlık servetiyle Mısır’ın en zengin ikinci adamı. DS’nin böylesi kişilerle ittifakı “ilerici” olarak yüceltmesi, onların ayrıcalıklı sınıf konumuna seslenmektedir. DS toplumun, demokratik haklara ve toplumsal eşitliğe, Mısır Devrimi’nin ardındaki itici güç olan işçi sınıfıyla bağlantılı ilkelere duyarsız tabakalarını temsil etmektedir. DS, hali vakti yerinde orta sınıf kesimlerinin (akademisyenler, avukatlar, zengin öğrenciler, sivil toplum kuruluşlarının eylemcileri ve Batı destekli bağımsız sendikal örgütler içindeki görevliler) çıkarlarını dile getirmektedir. Bu tabakalar işçi sınıfının Mursi’ye karşı bağımsız bir hareketine düşmandırlar; onlar, bunun yerine, çeşitli burjuva şahıslarla ittifaklar yoluyla devlet aygıtı içindeki konumlarını sağlamlaştırma peşinde koşuyorlar. DS, önceden desteklemiş olduğu Mursi yönetimi altında önemli bir etki sahibi olmayacağı giderek belli olduğu için, yüzünü yeniden burjuvazinin laik kesimlerine dönüyor. Müslüman Kardeşler’in üyeleri, 12 Ekim günü, yeni anayasanın taslağını yazan İslamcıların


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 42

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

DS, beş ay önce, başkanlık seçimleri sırasında, Mursi’yi bir “devrimci” gibi göstererek onun için kampanya düzenlemiş ve devrimin “demokratik ve toplumsal kazanımları”nı savunmanın bir yolu olarak ona oy vermişti.

Sabahi ve Baradey

egemenliğindeki Kurucu Meclis’e karşı gösteri yapan ve aralarında DS’nin de olduğu liberallere ve sahte sol gruplara saldırdılar. Bu, Mursi’nin güvenlik güçlerinin her gün grevcilere ve gösterilere saldırdığı, işçilerin evlerini bastığı ve grevcileri hapse attığı baskı aylarının ardından geldi. Sabri Amer ya da Sobhi Saleh gibi önde gelen Müslüman Kardeşler üyeleri, sürekli olarak, grevleri ”ülkeye yönelik tehdit“, grevcileri ise ”halk düşmanları“ olarak alenen suçluyor. İşçi sınıfına yönelik böylesi bir İslamcı baskı, DS’nin ve sahte solun çizgisinde önemli bir değişiklik yaratmamıştı. İslamcıların anayasa taslağının hazırlanması üzerindeki kontrolü DS’nin kaygılarını arttırdı ama onların toplumsal çıkarları ve siyasi etkisi gözardı edilebilirken, Mursi, Mısır’da iktidarı kendi tekeline almaya devam etmeliydi. DS, tipik olarak, sağcı ve baskıcı olduğu apaçık ortada olan İslamcı Müslüman Kardeşler’i neden desteklediği ya da çizgisini şimdi neden değiştirdiği konusunda hiçbir açıklama yapmadı. DS, beş ay önce, başkanlık seçimleri sırasında, Mursi’yi bir “devrimci” gibi göstererek onun için kampanya düzenlemiş ve devrimin “demokratik ve toplumsal kazanımları”nı savunmanın bir yolu olarak ona oy vermişti. Mursi’yi “devrimin sağ kanadı” ola-

rak öven DS, onun zaferinin ardından, “devrimimiz önemli bir zafer elde etmiştir” diye yazdı. DS, 11 Temmuz tarihli bir açıklamasında, Mursi’ye devrimi tamamlaması için basınç yapılabileceğini bile yazdı: “Mursi ile Müslüman Kardeşler’in kararını doğru yöne; devrimin hedeflerinin yerine getirilmesi, askeri yönetimin devrilmesi ve devletin temizlenmesi yönüne çevirecek olan şey, tam da kitlelerin hareketi ve onlar üzerindeki basıncıdır.” DS, egemen seçkinler içindeki müttefiklerini değiştirince, sinik bir şekilde, manevrasını sol görünümlü sloganlarla gizlemeye çalışıyor. DS, 18 Ekim’de, tam da ortak açıklamayı yaptığı gün, önde gelen üyelerinden biri olan Sameh Naguib’in kaleme aldığı “İkinci Mısır Devrimi’ne doğru” başlıklı bir makaleyi yayımladı. Devrimci Sosyalistler’in “ikinci devrim” çağrısı sahtekârlıktır. DS, Haziran-Temmuz 2011’de Tahrir Meydanı’nda askeri yönetime karşı yapılan kitlesel oturma eylemi sırasında -ki bu eyleme Süveyş Kanalı işçilerinin güçlü grevi eşlik ediyordu, işçi kitleleri ikinci bir devrim talebinde bulunduğunda buna karşı çıkmıştı. Cuntanın devrimci yolla alaşağı edilmesinden korkan DS, ikinci bir devrime açıkça karşı çıkan bir açıklamayla araya girdi. Devrimci Sosyalistler’in şimdi kafasında canlandırdığı “ikinci devrim”in, Mursi’nin devrimci yoldan devrilmesiyle ya da sosyalizm uğruna savaşan bir devrimci hükümetin kurulması için mücadeleyle ilişkisi yoktur. Eski Mübarek dönemi görevlileriyle ve mali sermayenin en güçlü kesimleri ile ittifak içinde gerçekleşecek olan bu “devrim”, yeni bir siyasi düzen kurmaktan çok, Mübarek rejiminin yeniden kurulmasına benzer bir karaktere sahip olacaktır. Anlaşıldığı kadarıyla, Naguib ve DS, müttefiklerinin herhangi bir “dev-

39


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 43

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k DS’nin egemen sınıftan unsurlarla oluşturduğu son koalisyon, apaçık ortada ki bu tür birşey değil. O, işçilerin taleplerine bütünüyle yabancı ve düşman mali aristokrasinin ve hali vakti yerinde orta sınıfların partilerinin bir ittifakıdır.

rimci” sicilden yoksun olduğunu hissetmekte ve bu yüzden, kendi sağcı müttefiklerini daha ilerici göstermeye çalışarak, Marksizmin sözlüğünden alınmış kavramları kullanmaktadır. Naguib, makalede, “bizim dahil olduğumuz her cepheye ya da ittifaka Birleşik Cephe stratejisi yol gösteriyor” iddiasında bulunuyor. O, “her geçici ortak çalışma, bizim bağımsız bayrağımızı aşağıya indirmeden ya da bizimle birlikte çalışan güçleri, elbette ortak faaliyete zarar vermeyecek ölçüde eleştirme hakkından vazgeçmeden, belirli program maddeleri üzerine” kuruludur diye yazıyor. Devrimci Sosyalistler, 28 Ekim’de, internet sayfalarında, Lev Troçki tarafından 1922’de yazılmış olan “Birleşik Cephe Üzerine” başlıklı makalenin Arapça çevirisini yayınladılar. DS’nin, Bolşeviklerin ve -Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi’nin Lenin ile birlikte önderi olan- Troçki’nin Birleşik Cephe stratejisini anması hem saçmadır hem de tam bir kötü niyetle yapılmıştır. DS’nin yeni sağcı ittifakı ile Komünist

H

Enternasyonal tarafından 1922’de belirlenmiş haliyle Birleşik Cephe taktiği arasında hiçbir ortak nokta yoktur. Birleşik Cephe taktiği, o zamanlar işçi sınıfının kitle partileri olan sosyal demokrat partiler içindeki işçileri kapitalizmi bir işçi sınıfı devrimiyle yıkmak amacıyla ortak mücadele için komünist partilere kazanmak amacıyla geliştirilmiş bir girişimdi. DS’nin egemen sınıftan unsurlarla oluşturduğu son koalisyon, apaçık ortada ki bu tür birşey değil. O, işçilerin taleplerine bütünüyle yabancı ve düşman mali aristokrasinin ve hali vakti yerinde orta sınıfların partilerinin bir ittifakıdır. Onlar, Mısır kapitalizmini, yalnızca kendi ayrıcalıklı toplumsal çıkarlarına yaradığı ölçüde bir şekilde yeniden düzenleme peşindeler. Sawiris, Moussa, Baradey ya da Sabahi önderliğindeki bir hükümet, son tahlilde, Mısırlı egemen seçkinlerin iktidarını ve servetini işçi sınıfı muhalefetine karşı İslamcılar kadar acımasız şekilde savunacaktır.

HHHH

Bu kitapları e-posta adresimizden bizimle bağlantı kurarak yüzde 50 indirimli edinebilirsiniz.

info@toplumsalesitlik.org

Karanlık Çökerken Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizmin Yenilgisi H2O Kitap Derleyen: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 392 syf., 21,90 TL

40

Tarihsel Maddecilik Üzerine H2O Kitap Yazan: Franz Mehring Çeviren: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 96 syf., 7,50 TL


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 44

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

çin’in ekonomik büyüme hızı son üç yıldaki en alt seviyede john chan resmi ıklanan Çin ç a n ü D re, lara gö 2’nin r ak am 0 2 isi, 1 lık ekonom eyreğinde, yıl ç e ü üçünc alnızca yüzd ,y olarak dü. Çin yü ü inci 7,4 b isinin ik ,6, o ekon m i büyümesi 7 k e s t e k m i çe y r e ki büyü u. e t k e r y uşt ilk çe 8,1 olm e d z ü ise y

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/oct201 2/chin-o19.shtml

D

ün açıklanan resmi rakamlara göre, Çin ekonomisi, 2012’nin üçüncü çeyreğinde, yıllık olarak, yalnızca yüzde 7,4 büyüdü. Çin ekonomisinin ikinci çeyrekteki büyümesi 7,6, ilk çeyrekteki büyümesi ise yüzde 8,1 olmuştu. Bu sonuçlar, ülkenin geçtiğimiz otuz yıl boyunca sergilediği yaklaşık yüzde 10’luk ortalama yıllık büyüme oranının oldukça altında. Bu, Çin’in, dünya ekonomisini pençesine alan çöküşten muaf olmadığı gerçeğinin altını çizmektedir. Elektrik tüketimine ilişkin istatistikler, gerçek büyüme oranının resmi rakamların gösterdiğinden çok daha düşük olabileceğini akla getiriyor. Çin Ulusal Enerji Kurumu, en son raporunda, Eylül ayı elektrik kullanımının yıllık olarak yalnızca yüzde 2,9 arttığını belirtiyor ki bu iki yıl içindeki en küçük artış. Geçen yılki ortalama artış oranı 11,7 idi. Bu keskin düşüş, enerji tüketiminin yüzde 70’ini gerçekleştiren sanayi üretimindeki yavaşlamanın bir göstergesi. Çin Komünist Partisi (ÇKP) yönetimi, 2012 yılı için belirlenmiş olan yüzde 7,5’lik hedefin altına düşen büyümeye rağmen, ekonomik duruma ilişkin iyimser bir tablo sundu. Başbakan Wen Jiabao, [17 Ekim] Çarşamba günkü bir toplantıda resmi olarak şunları belirtti: “Ekonomi, üçüncü çeyrekte oldukça iyi. Şimdi, güvenle, Çin ekonomisindeki büyümenin aslında istikrarlı olduğunu söyleyebiliriz.” Şimdiki Başkan Hu Jintao önderliği, 8 Kasım’da başlayacak olan ÇKP kongresinde iktidarı Başkan yardımcısı Xi Jinping’in başkanlığındaki yeni bir gruba devredeceği için, önde gelen hükümet üyeleri, umutsuzca, olumlu görünümü korumaya çalışıyorlar. Önderliğin devri, keskin hizip çatışmalarıyla ve yolsuzluk skandallarıyla şimdiden endişe yaratıyor. Çin’deki ve uluslararası egemen seçkinler içindeki asıl korku, büyümedeki yavaşlamanın işsizliğin artmasına yol açacak, Çin’in milyonlarca insandan oluşan büyük ölçüde yoğunlaşmış işçi sınıfı içinde hoşnutsuzluğu yeniden canlandıracak ve patlayıcı mücadeleleri tetikleyecek olması. Financial Times, “çoğu uzman ve hükümet yetkilisi, yanlış bir şekilde, Çin ekonomisinin bu yılın ikinci ya da üçüncü çeyreğinde canlanmaya başlayacağını öngördü” itirafında bulundu. Capital Economics’in baş ekonomisti Mark Williams, gazeteye, “Bu, çoğu insanın 2012 yılı başında öngördüğünden çok daha kötü” dedi. Ona göre, tek avuntu, bunun “Çin’in siyaset yapıcıları açısından çok önemli olan sert bir iniş olmaması. Daha yavaş büyüme önemli iş kayıplarına yol açacak gibi görünmüyor” olması. Kapsamlı iş kayıplarının önlenmiş olduğu sonucuna varmak için fazlasıyla erken. Kemer sıkma önlemlerinden ve işsizlikten dolayı ABD’de ve Avrupa’da milyonlarca işçinin yaşam standartlarında yaşanan gerilemeyle birlikte, daha az Çin yapımı tüketim malı satın alınıyor. Aynı

41


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 45

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Emlak fiyatlarının artmaya devam edeceği varsayımıyla ertelenmiş geri ödemeleriyle yerel yönetimler ve onlarla bağlantılı kamu iktisadi kuruluşları, Çin’in her yerinde, devasa borçlar biriktirmiş durumda.

42

zamanda, ulus ötesi şirketler, daralan piyasalarda rakiplerinin altını oymak ve Çin’dekinden bile daha düşük ücretleri sağlama almak için, kendi küresel tedarik zincirlerini yeniden yapılandırıyorlar. 2008-2009 mali krizi sırasında Çinli fabrikaların Batılı müşterilerinin çoğu kredi daralmasına maruz kalmış ve faturalarını ödeyemez duruma düşmüştü. Bunun sonucunda, nakit akışından mahrum kalan Çinli girişimciler de iflas etti ve 23 milyon iş ortadan kalktı. Devlet Döviz Dairesi’nden açıklanan geçen ayın istatistikleri, bir diğer kredi durdurmasının işaretlerini gösteriyor. Çin’e dönen ihracat gelirlerinin toplam ihracatın değerine oranı, ikinci çeyrekte yüzde 85’e düşmüş. Bu, birinci çeyrekteki yaklaşık yüzde 100’den keskin bir düşüştür ve 2008’den sonraki mali erime düzeyine yakındır. Bu, Çinli tedarikçilerin ve ihracatçıların özellikle Avrupa’daki müşterilerine kredi sağlamasının; böylece, Çin’in Avrupa’daki ülke borçları krizine ve oradaki daha ileri mali altüst oluşlara maruz kalmasının belirtisidir. Britanya’da yayımlanan Guardian gazetesi, geçen ay, Çin’in ihracat sanayisinin kırılganlığının çarpıcı bir örneğini sundu. Doğudaki Zhejiang eyaletinin “Çorap Kenti” Datang dünyadaki çorapların yaklaşık üçte birini üretmektedir. Bu, komşu “Hırka Kenti” ve “Kıravat Kenti” gibi, tek bir tüketim malında uzmanlaşan üretim kümesidir. Datang’daki en büyük işletmelerden biri olan ve yılda 60 milyon çift çorap üreten Anli Çorap Grubu Mayıs ayında çöktü. Devlet Enformasyon Merkezi ekonomisti Fan Jianping, bu çöküşü “Datang’ın Lehman Brothers’ı” olarak adlandırdı. Bu yıl içinde, özellikle de ihracatın azalmaya başladığı Mayıs ayından beri, 73 “Çorap Kent” şirketi iflas etti. Çok sayıda çorap üreticisi de, o zamandan beri genişleyen riskli gayrimenkul girişimlerinde spekülasyon yapıyor.

Mali krizden önce bile küçük kâr marjlarıyla çalışan sanayi kapitalistleri daha yüksek gelirler peşinde koştukları için, Pekin’in ucuz banka kredilerinin eşlik ettiği yoğun teşvik paketleri, 2008’in sonlarından bu yana, büyük ölçüde mülk spekülasyonlarına akıtılıyor. Altyapıya ve gayrimenkule yönelik bu hükümet odaklı yatırım patlaması hep sürdürülemez olmuştu. Emlak fiyatlarının artmaya devam edeceği varsayımıyla ertelenmiş geri ödemeleriyle yerel yönetimler ve onlarla bağlantılı kamu iktisadi kuruluşları, Çin’in her yerinde, devasa borçlar biriktirmiş durumda. Bu yılın başından beri, en son olarak çelik sanayisinde, konut ve inşaat sektörlerindeki durumu tersine çevirmekten söz ediliyor. Kamu işletmesi Baosteel (ülkedeki en büyük çelik üreticisi) birkaç hafta önce Şanghay’daki bir yüksek fırınını kapattı. Çin bu yıl 710-720 milyon ton çelik üretmeyi planlıyor ama çelik üretiminin 2015’e kadar 705 milyon tona düşeceği öngörülüyor. Çelik üretimindeki kapasite fazlası, Avustralya ve Brezilya gibi ülkelerin ekonomilerini ciddi biçimde etkileyerek, meta fiyatlarının, özellikle de demir cevherinin fiyatının küresel ölçekte düşmesine yol açtı. Çin’in ekonomik istikrarsızlığının bir diğer belirtisi, giderek artan miktarda fonun ülke dışına kaçmasıdır. Wall Street Journal’da [15 Ekim] Pazar günü yayımlanan bir veriye göre, Çin’in gayrisafi yurt içi hasılasının neredeyse yüzde 3’üne denk olan 225 milyar Dolar ülke dışına çıkmış. Bu, küresel mali kriz sırasında, Mart 2008 ile Mart 2009 arasında ülke dışına çıkmış olan 100 milyar Doların iki katından fazladır. Son sermaye kaçışı, böylesi transferler üzerindeki resmi sınırlamalara rağmen paralarını yurt dışına çıkarmak için acele eden büyük servet sahibi kesimlere sahip Çinli şirket seçkinleri içinde bir panik havasına işaret etmektedir.

HHHH


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 46

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

g. afrika’daki sendikalar madencileri bastırmak için kitlesel işten çıkarmaları ve cinayetleri kullanıyor chris marsden İşçileri Maden ), altın l a s lu U M ası (NU Sendik erine platin, cil maden ömür k e altın v inde on r le r t en sektö işçiyi iş e c binler satış cak bir çıkarta si dayatma e sözleşm . e d peşin

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/oct201 2/safr-o26.shtml

U

lusal Maden İşçileri Sendikası (NUM), altın madencilerine platin, altın ve kömür sektörlerinde on binlerce işçiyi işten çıkartacak bir satış sözleşmesi dayatma peşinde. Güney Afrika’nın en büyük üreticisi AngloGold Ashanti, [24 Ekim] Çarşamba günü, 24 bin kişilik yerel işgücünün yarısını işten çıkardı; Anglo American Platinum (Amplats) ise 12 bin işçiyi işten attı. Dün [25 Ekim Perşembe], NUM ile AngloGold Ashanti, Harmony, Gold Fields ve Madenciler Odası arasında yapılan görüşmelerin ardından, gerçekte kısa süre önce altın şirketleri tarafından öne sürülüp grevcilerin reddetmiş olduğu talepleri içeren bir anlaşmaya varıldığı ilan edildi. Satışın başarılı olup olmayacağını söylemek için fazlasıyla erken. Dün, en az 12 bin altın ve 20 bin platin madeni işçisi hala grevdeydi. Ama ne olursa olsun, NUM ile Güney Afrikalı Sendikalar Kongresi (COSATU), grev kırıcıların ve toplu işten çıkarmaların, polis tehdidinin, barbarlığın ve cinayetlerin suç ortağı olarak mahkûm edilmiş durumda. COSATU, bu hafta, maden işçilerinin kitlesel olarak işten çıkarılmasına karşı 2,2 milyon üyesini harekete geçirme tehdidinde bulunan demagojik bir açıklama yayınladı. COSATU, bu açıklamada, “kapitalist sınıfın tamamı, örgütlü işçilerin tam gücüyle ve ekonominin her köşesinde sert bir direnişle karşılaşacak” uyarısında bulundu. COSATU’nun sendika bürokrasisinin tavrı hamasi düzeyde bir iki yüzlülük; 100 binden fazla işçinin beklenmedik yasadışı grevlerini ezmede şirket yönetimleriyle gizli anlaşmasını örtbas etmeye yönelik bir oyundur. NUM en baştan itibaren grevcilere karşı çalışıyor. Onun ellerine kan bulaşmıştır. NUM ile COSATU’nun 16 Ağustos günü Marikana platin madeninde Lonmin’e karşı grev yapan 36 madencinin polis tarafından öldürülmesine ve 72’sinin yaralanmasına zemin hazırlamada danışıklı dövüş yaptıklarına ilişkin bulgular ortaya çıkmış durumda. 12 Ekim’de, Daily Maverick gazetesinin muhabiri Jared Sacks, Marikana’daki şiddetin, iki grevcinin bölgedeki üst düzey NUM görevlileri tarafından öldürülmesinden dolayı başladığını yazdı. Sacks, çok sayıda görüşmeden hareketle, “grev ile bağlantılı olsun ya da olmasın, orada oturan herkesin Ulusal maden İşçileri Sendikası’ndan neredeyse bütünüyle nefret ettiğini” belirtiyor ve “konuştuğum herkes, kesin olarak, şiddetin başlamasından NUM’u sorumlu tuttu” diyor.

43


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 47

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Polis şiddetinin kurbanlarını temsil eden avukatların Marikana katliamına ilişkin resmi Farlam Komisyonu’na sunduğu kanıtlar, COSATU ve Afrika Ulusal Kongresi (ANC) tarafından desteklenen NUM’un tepkisinin grevi yasaklama çağrısı yapmak olduğunu gösteriyor.

44

8 Ağustos’ta, bazı kaya delici kullanıcıları, önemli bir ücret artışı talep ettikleri kitlesel bir toplantı düzenlediler; NUM bu talebi desteklemeyi reddetti. 9 Ağustos’ta, NUM üyelerinin bir toplantısında, işçiler sendikayı aşma ve taleplerini doğrudan doğruya Lonmin’e iletme konusunda anlaştılar. Onlar, ertesi gün şirketin bürolarına doğru yürüdüler. Şirket, NUM önderlerini alıp getirdi; onlar, bunun ardından kendi üyelerini azarladılar. Sonuçta, 3 bin kaya delici kullanıcısının beklenmedik yasadışı grevi başladı. 11 Ağustos’ta, işçiler, greve destek vermesi talebiyle NUM’un yerel merkezine doğru yürüyüşe geçtiler. “En tepedeki beş” NUM önderinin ve “topu topu 15-20 sendika temsilcisinin… hiçbir uyarı ve provokasyon olmaksızın protestocu işçilere ateş açmaya başlaması”, işte o zaman gerçekleşti. Her ikisi de NUM üyesi olan ve Roeland Maden Kuyusu’ndan S. Gwadidi ile New Mine Maden Kuyusu’ndan Tobias Tshivilika oldukları belirlenen iki kaya delici kullanıcı öldürüldü. Sacks, “Polis 11 Ağustos’taki ölümlere

hiçbir tepki göstermedi. O gün ne herhangi birisi tutuklandı ne de sorgulandı” diye yazıyor. NUM memurlarının, polis memurlarının ve güvenlikçilerin öc almak amacıyla grevciler tarafından öldürülmesini ateşleyen şey bu oldu. Polis şiddetinin kurbanlarını temsil eden avukatların Marikana katliamına ilişkin resmi Farlam Komisyonu’na sunduğu kanıtlar, COSATU ve Afrika Ulusal Kongresi (ANC) tarafından desteklenen NUM’un tepkisinin grevi yasaklama çağrısı yapmak olduğunu gösteriyor. 13 Ağustos günü NUM’un Genel Sekreteri Frans Baleni tarafından yapılan bir açıklamada şu belirtiliyordu: “NUM, platin madenlerindeki durum ve Kuzeybatı Eyaleti’ndeki o bölgede emniyet teşkilatları tarafından kullanılmasına izin verilen şiddetin hafifletmeden sürmesi karşısında alarma geçmiştir… Rustenburg’da ve çevresindeki madenlerde bulunan suçlu unsurların hakkından kararlı bir şekilde gelebilmek için, bir özel görev gücünün ya da Güney Afrika Ulusal Savunma Gücü’nün (SANDF) sevk edilmesi çağrısında bulunuyoruz.”


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 48

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Ramaphosa, COSATU’nun ve ANC’nin saflarından çıkan ve Siyahları Ekonomik Olarak Güçlendirme politikası dolayımıyla zengin olan açgözlü yeni burjuva tabakasının başarılılarından biridir. Onun yatırım şirketi Shanduka Group, Lonmin’in ve onun ayrıcalıklı ortağı BEE’nin yüzde 9’una sahiptir

Marikana madencileri

En alçakça rol, NUM’un önceki önderi ve şimdi milyarder bir işadamı olan Cyril Ramaphosa tarafından oynandı. [23 Ekim] Salı günü, Marikana katliamı ile ilgili soruşturmada onun yazmış olduğu çok sayıda e-mail gösterildi. ANC’nin yürütmesinin bir üyesi ve söylentilere göre COSATU’nun tercih ettiği devlet başkanı adayı olan Ramaphosa, Lonmin’in ticari işlerle ilgili başlıca görevlisi Albert Jamieson’a, “Yaşanan berbat olaylar bir iş uzlaşmazlığı olarak betimlenemez. Onlar açıkça, alçak suçlulardır ve bu şekilde tanımlanmalıdırlar. Bu durumu uygun bir şekilde ele almak için, ona eşlik eden bir eyleme ihtiyaç var” diye yazmış. Ramaphosa, “Güvenlik Durumu” başlıklı bir e-mailde şunları yazıyor: “Bakanın [Susan Shabangu] ve gerçekte bütün hükümet görevlilerinin, bizim özünde bir suç eylemi ile uğraşıyor olduğumuzu anlaması gerektiğini söylerken bütünüyle haklısın. Ben bunu emniyet ve asayiş bakanına kadar söyledim.” Ramaphosa’nın, kendisine ANC’nin Maden Kaynakları Bakanı Susan Shabangu’yu “etkilemesi” yönünde baskı yapan Lonmin’in kulis faaliyetlerine yanıt olarak, Polis Bakanı Nathi Mthethwa’yı grevci işçilere göz açtır-

mama konusunda uyarmış olduğu söyleniyor. O, Shabangu’yu Marikana grevinin “bir iş anlaşmazlığı değil ama suç eylemi” olduğu; “sessiz ve eylemsiz” kalmanın “hem onun hem de hükümet için kötü” olduğu konusunda uyarmış. Ramaphosa, ayrıca, ANC Genel Sekreteri Gwede Mantashe ve NUM Paşkanı Senzeni Zokwana ile de tartıştığını söylüyor. Yaralı maden işçilerini ve 200’den fazla tutukluyu temsil eden Avukat Dali Mpofu, Ramaphosa’nın Jamieson’a “Lonmin’in Sevgili Albert’i” diye hitap ettiği e-mailin “zehirli danışıklı dövüş”ün bir örneği olduğunu söylüyor. Bu, “insanların o dağda katliama uğramasından tam 24 saat önce” gerçekleşti. “Ramaphosa’nın, ‘alçakça suç eylemleri’ olarak tanımlanması ve etkili bir şekilde hesabının görülmesi gerektiğini söylediği eylemlere yanıt olarak neyin yapılması gerektiği konusunda akıl vererek, [katliama] doğrudan dahil olduğu ortada.” Onun müdahalesi, “savunmasız insanların önceden planlanarak öldürülmesi” ile sonuçlanmıştır. Ramaphosa, COSATU’nun ve ANC’nin saflarından çıkan ve Siyahları Ekonomik Olarak Güçlendirme politikası dolayımıyla zengin olan açgözlü yeni burjuva tabakasının başarılılarından biridir. Onun yatırım şirketi Shanduka Group, Lonmin’in ve onun ayrıcalıklı ortağı BEE’nin yüzde 9’una sahiptir. Ramaphosa da Lonmin’in yönetim kurulundadır. Ramaphosa, Eylül ayındaki bir radyo söyleşisinde, “Bana göre, hisse senedi sahibi olarak çoğumuz suçluyuz” diyerek, formalite icabı bir özür diledi. O, bunun ardından, bir kendi kendini acındırma çıkışıyla, Lonmin’e yaptığı 300 milyon Rand’lık [Güney Afrika’nın para birimi] yatırımın “bütünüyle batmış … yitirilmiş” olduğundan şikâyet etti.

HHHH

45


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 49

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

üniversitelerde açlık grevcileriyle dayanışma eylemleri

52.

gününü geride bıraktığımız açlık grevlerine dikkat çekmek ve grevdekilere destek olmak amacıyla 2 Kasım günü İstanbul Üniversitesi’nde oturma eylemi vardı. Polisler, Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması, anadilde eğitim ve savunma hakkı talepleriyle 700’e yakın tutuklu ve hükümlünün açlık grevi eylemine olan duyarsızlığı da dile getirmek amacıyla düzenlenen oturma eylemi için Beyazıt Meydanı’nda ve meydana çıkan tramvay yolunda sabah s aatlerinden Hükümet üzerindeki itibaren hazırlığa baskıyı arttırmanın başlıca b a ş l a d ı l a r. yolu, içerideki açlık Eylemin başlagrevlerinin dışarıda masına az zaman düzenlenen kısa süreli kala meydanda açlık grevleriyle değil ama Toplumsal Müdakitlesel gösteri, grev, hale Araçları boykot ve işgal gibi (TOMA) ve oneylemlerle larca Çevik Kuvdesteklenmesinden vet polisi hazır bir geçiyor. şekilde beklemekteydi. Eylem öğrencilerin okul içerisinden, üzerinde “Ölümlerden Başbakan sorumludur” ve “Vebali iktidarın, medyanın, muhalefetin ve hepimizin olacak” yazılı siyah tabutla ana kapıya yürümeleriyle başladı. Ana kapı önünde toplanan öğrencilerin “Ölüm değil çözüm, talepler kabul edilsin” yazılı pankart ve “Anadilde eğitim haktır”, “Tecrit kaldırılsın” afişleriyle gerçekleştirdikleri basın açıklaması öğlen saatlerinde başladı. Eylemde, ayrıca, sık sık “Biji berxwedana li zindana”, “Anadil öldürmez, tecrit öldürür”, “Kürt halkına imha dayatılamaz”, “İçerde dışarıda hücreleri parçala” sloganları atıldı. Destek

46

vermek amacıyla eyleme katılan Ferhat Tunç, basın açıklamasının ardından söz alarak açlık grevlerine yeteri kadar duyarlılığının olmadığını dile getirdi. Yapılan açıklamaların ardından, grevlerde 52. gün olması dolayısıyla 52 dakikalık oturma eylemine geçildi. Şarkılar ve sloganlar eşliğinde devam eden oturma eylemi, 40. dakikalarında polis ablukası altında kaldı. Polis, eylemin sonlandırılmaması halinde müdahale edeceklerini belirtti. Bunun üzerine Ferhat Tunç’un da araya girmesiyle, oturma eylemi erken sonlandırıldı. Oturma eyleminin ardından polis kordonu içinde Laleli tramvay durağına kadar bir yürüyüş düzenlendi. Bir eylem de aynı amaçla Pamukkale Üniversitesi’nde düzenlenmek istendi. Ancak, Pamukkale Üniversitesi (PAÜ) Eğitim Fakültesi önünde yapılmak istenilen eyleme izin verilmedi. Yaklaşık 70 kişinin katılımıyla yapılması planlanan eyleme, üniversitenin güvenlik görevlilerinin engel olmaya çalışması sonucunda öğrenciler ile özel güvenlik görevlileri (ÖGB) arasında arbede yaşandı. ÖGB’lerle yaşanan arbedenin ardından, polis öğrencilere müdahale etti. Kampüs içerisinde ve çevresinde öğrencileri kovalayan polis 45 öğrenciyi gözaltına aldı. Hükümet, meydanlardaki gösterilerde olduğu gibi, üniversitelerdeki eylemleri de polis zoruyla bastırmaya çalışıyor. Hükümet üzerindeki baskıyı arttırmanın başlıca yolu, içerideki açlık grevlerinin dışarıda düzenlenen kısa süreli açlık grevleriyle değil ama kitlesel gösteri, grev, boykot ve işgal gibi eylemlerle desteklenmesinden geçiyor.

HHHH


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 50

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

kürt siyasi tutuklu ve hükümlülerinin açlık grevleri yusuf ateşçi edir kın sür ş a ü n 450 gü Öcalan’a ah Abdull n tecrit ve na uygula savunma ile e d engel anadil rindeki e z ü eğitim li le çeşit nedeniy inde PKK ve ler cezaev ın başlattığı lar lı ’ PAJK revi tüm yıldı. g açlık ya lerine c e z ae v

12

Eylül’den bu yana, “PKK lideri Abdullah Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması ve anadilde eğitim ve savunma önündeki engellerin kaldırılması” talepleriyle başlatılan süresiz-dönüşümsüz açlık grevlerinde 40. günle beraber grevciler için kritik aşamaya girilmişti. 450 günü aşkın süredir Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit ve anadilde savunma ile eğitim üzerindeki engel nedeniyle çeşitli cezaevlerinde PKK ve PAJK’lıların başlattığı açlık grevi tüm cezaevlerine yayıldı. Bugün 700’e yakın tutuklu ve hükümlü açlık grevinde. Henüz herhangi bir adım atılmaması nedeniyle eylem genişletilerek sürdürülüyor. PKK cezaevleri sorumlusu tarafından 5 Kasım’dan itibaren tüm PKK ve PAJK’li tutuklu ve hükümlülerin (10 bin kişi) açlık grevine başlayacağı açıklandı. Eylemde 40. günü geride bırakanlar için B1 vitamini eksikliğine bağlı olarak Wernicke Korsakof hastalığının ortaya çıkması riski bulunuyor. Geçmiş dönemlerde açlık grevi ve ölüm oruçları eylemlerinde de –müdahalelerin de etkisiyle- ortaya çıkan bu hastalık, vücut fonksiyonlarını işlemez kılan hafıza kaybına yol açıyor.

Eylemler ve saldırılar Açlık grevcilerinin taleplerinin kabul edilmesi için yapılan eylemlere ilk günden beri polis sert bir şekilde müdahale etti. Yapılmak istenen yürüyüşler barikatlar, biber gazı ve tazyikli suyla engellenmeye çalışıldı. 30 Ekim öncesinde, Bursa ve İzmir gibi şehirlerde yapılan eylemlerde polisin saldırısına faşistlerin desteği eşlik etti. Bursa’da 28 Ekim’de başlayan ve birkaç gün boyunca Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerde gerçekleşen faşist saldırılara en büyük destek ise Bursa Valisi’nden geldi. Daha önceki saldırılarda olduğu gibi şoven-milliyetçiliği kışkırtan ve faşist saldırılara arka çıkan devlet görevlileri bir kez daha Kürtlere yönelik saldırıların önünü açıyorlar. 28 Ekim’de Mardin’de gerçekleştirilmek istenen yürüyüşte, geçmişte birçok eylemde olduğu gibi polisin yine hedef gözeterek gaz bombası atmasının ardından BDP’li Mardin İl Genel Meclisi üyesi Emanet Eneş başından yaralandı ve yoğun bakıma kaldırıldı. BDP’nin 30 Ekim’i “Topyekûn direniş günü” ilan etmesinin ardından birçok şehirde kitlesel gösteriler gerçekleştirildi. Özellikle Kürt illerinde kepenk kapatma, grev ve okul boykotu yaygın bir şekilde yapılırken, Van, Diyarbakır ve Hakkâri gibi illerde binlerce insan açlık grevindeki eylemcilerin seslerinin duyulması çağrısıyla yürüyüş gerçekleştirdi. Bölgede birçok il ve ilçede fırın ve eczaneler dışında esnafın kepenk kapattığı 30 Ekim eylemlerinde, Diyarbakır İl Milli Eğitim Müdürlüğü okullara devam oranını yüzde 15 olarak açıkladı. Cezaevlerinde sürdürülen direniş, eylemciler için kritik aşamaya girilmesinin ardından BDP ve DTK önderliğinde sokağa taşınmaya çalışı-

47


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 51

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Yaklaşık bir buçuk yıl önce dört ana meşru talep (anadilde eğitim; siyasi tutukluların serbest bırakılması; askerisiyasi operasyonlara son verilmesi ve yüzde 10 seçim barajının kaldırılması) etrafında gerçekleştirilmeye çalışılan “sivil itaatsizlik eylemleri”nde olduğu gibi, geniş kitlelerin sürece dahil edilememesi durumunda cezaevlerindeki direnişin yalıtılma tehlikesiyle karşılaşacağı ortadadır.

48

lıyor. Hiç şüphesiz bu, HSYK’nın seçim darbesinden de hatırlanacağı gibi, dışarıda yapılan dayanışma amaçlı açlık grevleriyle değil ama yalnızca emekçilerin ve gençliğin harekete geçmesiyle; grev, işgal ve boykot gibi kitlesel mücadele yöntemleriyle hükümete geri adım attırılabileceği gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Yaklaşık bir buçuk yıl önce dört ana meşru talep (anadilde eğitim; siyasi tutukluların serbest bırakılması; askeri-siyasi operasyonlara son verilmesi ve yüzde 10 seçim barajının kaldırılması) etrafında gerçekleştirilmeye çalışılan “sivil itaatsizlik eylemleri”nde[1] olduğu gibi, geniş kitlelerin sürece dahil edilememesi durumunda cezaevlerindeki direnişin yalıtılma tehlikesiyle karşılaşacağı ortadadır.

Hükümetin çarpıtmaları Sürecin başından beri sessiz kalarak eylemcileri ölüme terk eden hükümet, tavrını giderek sertleştirdi. Başbakan Erdoğan, 29 Ekim resepsiyonunda yaptığı açıklamada “müdahale gerektiğinde yapılır” diyerek açlık grevcilerini tehdit etti ve eylemi karalamak amacıyla “aç kalan yok, herkes her şeyi yiyor” dedi. BDP’li vekillerin açlık grevlerinden önce bir yemekte çekilen fotoğrafının yeni çekilmiş gibi göstererek yalan kampanyasını sürdüren Başbakan Erdoğan Almanya ziyaretinde Merkel’le birlikte yaptığı basın açıklamasında kantarın topuzunu iyice kaçırarak, şu anda yalnızca 1 kişinin ölüm orucunda olduğunu, bunun haricinde ise ortada bir şov olduğunu iddia etti. Erdoğan, Adalet Bakanını uyarmamış olacak ki, aynı saatlerde Sadullah Ergin konuyla ilgili soruya ‘’Şu anda 66 ayrı cezaevinde 683 kişi olarak gözüküyor bizde’’ (Anadolu Ajansı) yanıtını veriyordu. Başbakanın açıklaması hiç de yeni bir tavır değildir. F tipi hapishanelere karşı 1996’da 2 bini aşkın devrimci tutuklu ve hükümlünün ölüm orucu direnişinde, dönemin Adalet Bakanı Şevket

Kazan “stok yapmışlar, gizli gizli yiyorlar” demişti. Ancak direnişin sonunda 12 devrimci yaşamını yitirmişti. 2000 ölüm orucu direnişinde de dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan “sahte oruç” açıklamasını yapmış fakat sonunda 122 devrimci hayatını kaybetmişti. AKP hükümetinin bu devlet geleneğinin sürdürücüsü olması, onu demokrasi ve özgürlük getirici olarak görerek destekleyen liberaller ve sahte sol dışında kimse için şaşırtıcı değildir. Erdoğan’ın açıklamasını AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’in “Örgüt, açlık grevinden vazgeçenleri şimdi de intihara zorluyor. Cezaevinden ceset çıkarmaktan başka amaçları yok” açıklamasının izlemesi, hükümet temsilcilerinin başbakandan başlayarak giderek daha da hırçınlaştığını göstermektedir. Öyle ki, onlar söylediklerinin mantıklı ve tutarlı olması gerektiğini bile düşünmemekte, Adalet Bakanı’nın bayramda yaptığı görüşmeler hiç olmamış gibi konuşmaktadırlar. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, eylemin 43. gününde hükümetten gelen ilk açıklamayı yapmış ve “Ana dilde savunma hakkını da içeren taahhüdümüz var. Bu çalışmaların olgunlaştırılması ve uzmanların katkılarının alınmasıyla beraber Bakanlar Kurulu’nun görüşüne sunulacak. ... “Şu an için çok sıkıntı verici bir tablo yok ama konu önemsiz değildir.” demişti. Ergin’in anadilde savunma hakkını taahhüt olarak göstermesi, hükümetin sözlerine duyulan güvensizlik, Öcalan’a uygulanan tecridin sürmesi ve somut bir adım atılmadan eylemin sona erdirilmeyeceği tavrı nedeniyle karşılık bulmadı. Açlık grevcilerine destek için 3-4 günlük dönüşümlü açlık grevi başlatan 182 kişinin eylemini sonlandırması da hükümet ve medya tarafından karalama malzemesi olarak kullanıldı ve “baskıya rağmen açlık grevini bırakıyorlar” benzeri açıklamalar yapıldı. Fakat gerçekte, yalnızca destek amacıyla


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 52

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Açlık grevlerine yaklaşımda MHP, kendinden beklendiği üzere talep edilen haklara karşı şoven-milliyetçiliği kışkırtma ve AKP’yi sıkıştırmaya çalışıyor. MHP’nin oynadığı rol, bir kez daha, AKP’nin herhangi bir adım atmasını engellemek için elinden geleni yapmak olarak özetlenebilir.

dönüşümlü açlık grevi yapanlar eylemlerini sonlandırmıştı. Derginin yayına hazırlandığı sırada, Başbakan Erdoğan, ilk tavrını sürdürüyor, açlık grevcilerine, BDP’ye ve Kürtlere yönelik olarak küçümseyici, ayrımcı (Yezidilere ve Zerdüştlere yönelik saldırısı) ve hakarete varan söylemleriyle gerilimin artmasını kışkırtıyordu. O, aynı zamanda, Öcalan’ın ailesiyle görüşebileceğini fakat avukatları için durumun aynı olmadığını ilan ediyordu. Öte yandan, Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, 5 Kasım günü yapılan Bakanlar Kurulu Toplantısı’nın ardından yaptığı açıklamada, “Bugün açlık grevlerinin eğer dayanaklarından birisi olarak ana dilde savunma yapma imkanının getirilmesi düşünülüyorsa bu konu CMK'nın 202. maddesinde yapılacak bir eklemeyle önümüzdeki günlerde esasen gerçekleştirilecektir” dedi. Bu açıklama, hükümetin, açlık grevini, taleplerden biriyle ilgili olarak geri adım atarken, diğerlerini “zaman içinde gerçekleştirme” vaadi vererek sona erdirme yolunu seçeceğinin bir işareti olarak değerlendirilebilir. Ama bu tavrın, aynı zamanda, felakete yol açabilecek olası bir “yaşama dönüş operasyonu”na zemin hazırlama anlamına da gelebileceği unutulmamalı.

Muhalefet Sürecin başından beri, kritik aşamaya kadar sessiz kalan ana muhalefet partisi CHP’dense ilk tepki Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’ndan önce milletvekili Sezgin Tanrıkulu’dan gelmişti. Tanrıkulu, eylemcilerin taleplerinin dinlenmesi için TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’na başvurmuş ardından BDP’yle yapılan görüşmeye katılmış ve BDP’den “görüşmenin olumlu geçtiği” açıklaması gelmişti. Kılıçdaroğlu’ndan konuyla ilgili ilk açıklama Diyarbakır ziyareti sırasında geldi. 26 Ekim’de Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’i ziyaretinde konuşan Kılıçdaroğlu “Bu sorunun çözümü benim siyasi hayatıma

mal olacaksa ben onu feda etmeye hazırım. … “Eğer bir insan kendini ölüme yatırıyorsa hepimizin kulak kabartması lazım.” diyerek somut hiçbir şey söylemedi. Sessiz kalma durumuna son verme ihtiyacıyla ve Diyarbakır’da olmanın deyim yerindeyse zaruretiyle yapılan bu açıklama, tamamiyle içi boş ve sahte bir duygusallık gösterisiydi. CHP’deki “sosyal liberal” dönüşümün, hala Sezgin Tanrıkulu ve Hüseyin Aygün gibi liberaller ile katı ulusalcı üyeler arasındaki çatışmayı dengeleme üzerinde ilerlediği gerçeği kendisini birçok konuda dışa vuruyor. Bu çoğu durumda Kılıçdaroğlu’nun tutumuna yansırken, Anayasa komisyonundaki “vatandaşlık tanımı” önerilerinde MHP’yle aynı Türklük vurgusunda ısrar edilmesinde görüldüğü gibi “eski” zihniyetin önemli noktalarda ağır basabildiğini de gösteriyor. Açlık grevlerine yaklaşımda MHP, kendinden beklendiği üzere talep edilen haklara karşı şoven-milliyetçiliği kışkırtma ve AKP’yi sıkıştırmaya çalışıyor. MHP’nin oynadığı rol, bir kez daha, AKP’nin herhangi bir adım atmasını engellemek için elinden geleni yapmak olarak özetlenebilir. BDP’den yapılan açıklamalarda ise taleplerin “karşılanabilir” olduğu vurgulanıyor. Bu hiç şüphesiz doğru. Öyle ki, taleplerde Abdullah Öcalan’ın derhal serbest bırakılması dahi istenmiyor. Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması, Türkiye’nin de tabii olduğu uluslararası hukukun bir gereği. Bunun yanında cezaevlerinde berbat koşullarda tutulan tüm siyasi tutsakların koşullarının iyileştirilmesi ve serbest bırakılmaları da talepler arasında bulunmuyor. Yüzlerce insanın katıldığı açlık grevi eylemleri, bir kez daha, Kürt hareketi için Abdullah Öcalan’ın merkezi bir önem taşıdığını gösteriyor.

Medyanın tutumu Hükümetinin izinde, uzun zaman sessiz kalma politikası izleyen burjuva medyası, eylemciler için kritik aşamaya gi-

49


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 53

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Hükümetin, geçmişteki ölüm orucu direnişlerinde olduğu gibi güvenlik güçleri eliyle müdahale ve bastırma; yani katliam yoluna gitmesine karşı çıkmak, meşru taleplerin kabul edilmesini savunmak ve Kürt sorununda işçi sınıfının devrimci çözümünü geliştirmek bugün yakıcı bir şekilde önümüzde durmaktadır.

rilmesiyle birlikte kısmen de olsa açlık grevleriyle ilgili haberler yapmaya başlamıştı. Ama yanlış anlaşılmasın. Büyük sermaye gruplarının elinde olan ve büyük ölçüde hükümetin hizasına geçen gazete ve televizyonlar var olan durumu ortaya koymaktan çok çarpıtmak, karalamak ve bilinç bulandırmak amacıyla haber yapıyorlar. Yukarıda değindiğimiz, ’96 ve 2000 direnişlerindeki hükümetin tutumu bugün nasıl mevcut hükümetin tutumuyla sürdürülüyor ve devlet geleneği burada da yaşatılıyorsa, o süreçte medyanın oynadığı rol de bugün aynen tekrar ediliyor. Ana akım medya organları, “devlet yaşatıyor, örgüt öl diyor” manşetinde özetlenen bir tutumla eylemlerde talep edilen hakları tamamen görmezden gelen bir saldırı kampanyasının yürütücüsü işlevini görüyorlar. Burjuva köşe yazarları içerisinde kendisine ‘hükümeti demokratikleştirme’ misyonunu biçenler, meseleyi Kürt halkının haklarının tanınmaması değil, AKP’nin anti-demokratik bir duruş sergilemesi temelinde ele alıyorlar. Konuya tamamen duygusal yaklaşan liberaller ise 40 gün süren sessizlik oruçlarını bozuyor ve “kimse ölmesin” türü bir yaklaşımla timsah gözyaşları döküyorlar. AKP hükümetinin, Kürt halkının haklarını tanımak için değil aksine küresel sermaye ve Türkiye burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda başlattığı “Kürt açılımı”nın başlıca destekçisi olan yazarlar, dün olduğu gibi bugün de mevcut sistem içerisinde demokratik ve özgür bir ortamın yaratılabileceği hayalini yayıyorlar.

ve Kürt sorununda işçi sınıfının devrimci çözümünü geliştirmek bugün yakıcı bir şekilde önümüzde durmaktadır. Sosyalistler, Marksist hareketin ortaya çıkışından beri kararlılıkla karşı çıktığı ulusal baskıya karşı bugün de mevcut yakıcı ortamda elinden geleni yapma sorumluluğuyla karşı karşıya bulunuyorlar. İşçi sınıfının dünya çapında kurtuluşunu hedefleyen sosyalizm programımıza tabi olan demokratik taleplerin, bugün Kürt sorunun devrimci çözümüne giden yolda daha gür bir sesle savunulması gerekiyor. Tüm siyasi tutsakların serbest bırakılması, anadilde eğitim ve savunma gibi ezilen halkların üzerindeki tüm yasaklama ve engellemelerin kaldırılması, ulusal eşitsizliğin ifadesi olan bütün düzenlemelerin lağvedilmesi gibi temel demokratik haklar için mücadele, işçiler arasındaki birliği geliştirme, işçi sınıfının diğer sınıflardan bağımsız devrimci partisini yaratma ve sınıf mücadelesini yükseltme amacına hizmet etmektedir. Bu mücadele yalnızca Marksist bir partinin önderliği altında toplanmış işçiler tarafından tutarlı şekilde verilebilir; zira burjuvazinin, ezilen uluslardakiler de dahil, böylesi bir mücadeleyi örgütlemeye ne niyeti vardır ne de böyle bir becerisi. Ezilen halkların bütün meşru talepleri, yalnızca, sorunun kaynağı olan kapitalist sistemin ve burjuva ulus devletlerin işçi sınıfının birleşik ve kitlesel mücadelesiyle ortadan kaldırılması; bütün uluslardan, dinlerden ve kültürlerden emekçilerin uluslararası sosyalist birliğinin sağlanmasıyla kalıcı olarak elde edilebilir. İşte o zaman, hiçbir insan en Hakların kazanılması için Çatışma ortamının devam etmesi ve temel demokratik haklar için bedenini hükümetin herhangi bir adım atma- açlık grevine ve ölüm orucuna yatırmaması açlık grevcilerini dönüşü olmayan yacaktır. bir noktaya sürüklüyor. Hükümetin, HHHH geçmişteki ölüm orucu direnişlerinde Dipnotlar olduğu gibi güvenlik güçleri eliyle mühttp://www.toplumsalesitlik.org/tr/tur dahale ve bastırma; yani katliam yo- kiye-1/sivil-itaatsizlik-eylemleri-kurtluna gitmesine karşı çıkmak, meşru halkiyla-dayanismaya taleplerin kabul edilmesini savunmak [1]

50


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 54

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

“cumhuriyet yürüyüşleri”, burjuva muhalefet ve işçi sınıfı

B

aşını Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile İşçi Partisi’nin (İP) çektiği ve 40’a yakın sivil toplum örgütünün başta Ankara, İzmir ve İstanbul olmak üzere birçok kentte düzenlediği “Cumhuriyet Yürüyüşleri”, iktidarın yasaklama kararına ve aldığı olağanüstü polisiye önlemlere rağmen, büyük bir kitlesel katılımla gerçekleşti. Halk huriyet arm u C Bu yürüyüşlerin en önemlisi, kuşkusuz, Ankara’da düzenleneniydi. ı çi P Başın P) ile İş H a ’ C 0 ( Ulus’taki Birinci Meclis önünde toplanan on binlerce insan, kentteki 4 i ve Partis çektiği ) İP ( bütün anayolları kapatarak kendilerine biber gazı, coplar ve basınçlı in tisi’n toplum kara, il su ile müdahale eden polisin kurduğu barikatları aşarak, Anıtkabir’e iv s n yakın başta A ak n yürüdü. Bu yürüyüş, günler öncesinden yasaklanmış olmasına ve ü n ü t l olm örgü u b n a t ülkenin çeşitli bölgelerinden otobüslerle gelen on binlerce insanın e İs İzmir v entte k k Ankara’ya sokulmamasına rağmen gerçekleşti. o ç t ir e üzere b iği “Cumhuriy Bir diğer “Cumhuriyet Yürüyüşü”, basında yer alan haberlere göre 200 d düzenle ri”, iktidarın bini aşkın insanın katılımıyla, İzmir’de gerçekleşti. Resmi törenin le ş Yürüyü a kararına ve ardından, saat 14:00 dolaylarında birkaç bin kişiyle başlayan “altere m iy yasakla ğanüstü polis natif kutlama”, kısa süre içinde, sosyal paylaşım siteleri üzerinden la aldığı o men, örgütlenen on binlerce insanın katılımıyla, büyük bir hükümet karşıtı ğ a r e r önlemle kitlesel gösteriye dönüştü. bir ti. ş le büyük k e İstanbul’daki kutlamalar ise, CHP’li belediyelerin yıllardır yaptığı gibi ç la ger katılım kendi sınırları içinde akşam saatlerinde düzenledikleri etkinlikler çerçevesinde, polis müdahalesi olmaksızın gerçekleşti. Bunların en büyüğü, basında yer alan haberlere göre yüz binlerce insanın katılımıyla Kadıköy Bağdat caddesinde düzenlenen geleneksel “Cumhuriyet Yürüyüşü” oldu. Bütün bu gösterilere, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”, “Yaşasın Cumhuriyet” ve “Hükümet istifa” sloganları damgasını vurdu. Bununla birlikte, “Cumhuriyet Yürüyüşleri”nde atılan sloganlara ve söylenen marşlara bakarak, onların İslamcı AKP karşıtı laik-ulusalcı tepkiden ibaret olduğunu düşünmek yanlış olur. AKP iktidarının yasaklama kararına ve aldığı bütün polisiye önlemlere rağmen, başkent Ankara’da, İzmir’de ve İstanbul’da büyük katılımlarla gerçekleşen bu yılki “Cumhuriyet Yürüyüşleri”, her ne kadar, laikulusalcı önderlikler altında ve “laik-demokratik Cumhuriyete sahip çıkma” sloganı altında düzenlenmiş olsa da, hükümetin savaş, baskı ve sefalet politikalarına duyulan kitlesel öfkenin hızla kabardığını ve sokağa taşmaya başladığını göstermektedir. CHP’nin, son anda, yasaklandığı günler öncesinden açıklanmış olan Ankara’daki “Büyük Cumhuriyet Yürüyüşü”ne merkezi olarak yüklenme kararı almasının nedeni, tam da bu kabarmadır. Yoksa Birinci Meclis önünde düzenlenen etkinlik yeni bir şey değildi. İP ile küçük burjuva ulusalcı partiler, dernekler ve gruplar, yıllardır, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) öncülüğünde, yasaklara, polisin müdahalelerine karşın, 29 Ekim günü orada toplanıyor ve Anıtkabir’e giderek Atatürk’ün mezarını ziyaret ediyorlardı. Kılıçdaroğlu önderliğindeki

yayın kurulu

51


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 55

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Türkiye büyük burjuvazisinin en akıllı kesimleri ile onların AB içindeki ve ABD’deki emperyalist ortakları, bu gidişatın farkındalar. Bu yüzden, onlar, AKP iktidarının gerek iç gerekse dış politikada izlediği çizgiyi giderek daha yüksek sesle eleştirmeye başladılar. Onlar için mesele, CHP’nin gerçek ve güçlü bir burjuva alternatif olarak yükselip yükselemeyeceğidir.

52

“sol” liberal “yeni CHP”, kitleler içinde hızla artan hoşnutsuzluğu kendi kanalına akıtmak için, 29 Ekim’de bir hamle yapmış ve gösterinin önderliğini, AKP karşısında yıllardır “yalnız bıraktığı” ulusalcı-laik küçük burjuva muhalefetin elinden almıştır. AKP hükümetinin Ankara’daki “Büyük Cumhuriyet Yürüyüşü” karşısındaki sert tavrının ardında da aynı kitlesel hoşnutsuzluk yatmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ndeki 29 Ekim resepsiyonunda, gazetecilere “Polise barikatı kaldırın emrini ben vermedim. Polis görevini yapmadı” demesi, AKP iktidarının içinde bulunduğu ruh halini yalın bir şekilde ifade etmektedir. Elinde hızla yoksullaşan kitlelere dağıtacağı pek fazla “havuç” kalmayan AKP, giderek hırçınlaşmakta ve “sopa”ya sarılmaktadır. CHP ise “faşizm” gibi kulağa “radikal” gelen kavramlar eşliğinde artan kitlesel hoşnutsuzluğu kendi bayrağı altında toplamak için, AKP’nin giderek hırçınlaşmasından yararlanmaya çalışıyor. CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce’nin 29 Ekim günü yaptığı basın açıklamasındaki şu sözleri, bunun ifadesidir: “AKP milletten korkuyor. Bu, korkunun bir eseridir. Suriye’de muhaliflerin silah kullanması serbest, Türkiye’de muhaliflerin yürümesi yasaktır. ‘Engelleyin genelgesi’ni tanımıyoruz. AKP’nin bu faşist yaklaşımlarını şiddetle kınıyoruz ve onlara sokaklarda, meydanda, parlamentoda pabucun pahalı olduğunu göstereceğiz.” İnce’nin, son dönemde başka CHP yetkilileri tarafından da yinelenen bu sözleri, “haydi ordan” diyerek kulak ardı edilmemeli. CHP’nin küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin taleplerine karşı işçi sınıfının çıkarlarını savunamayacağı ve bugüne kadar izlediği sinik politikanın sürekli olarak AKP iktidarının elini güçlendirdiği elbette ortada. Ancak kendisini bir kriz sonrası yeniden yapılanma dönemine hazırlayan bu burjuva partisi, iktidarın

savaş, sefalet ve baskı politikasına karşı yükselen kitlesel muhalefetin AKP’nin sonunu hızla yaklaştırdığını görmezden gelememekte; muhalefeti kendi önderliği altında düzen sınırları içinde tutmanın hesabını yapmaktadır. Zira bu emekçi muhalefeti, cezaevlerindeki Kürt siyasi tutsaklarının artık ölüm sınırına gelmiş olan açlık grevlerinin yeniden canlandırdığı kitlesel Kürt hareketiyle birlikte, iktidarı AKP için gerçek bir “ateşten gömleğe” çevirecektir. Örgütlü işçi hareketi ise sendikalar ve küçük burjuva önderlikler eliyle büyük ölçüde iktidara ya da burjuva muhalefete yedeklenmiş durumda. Bununla birlikte, işçi sınıfının bütün bu sınıf işbirlikçisi önderliklerin siyasi-örgütsel denetimi dışında yaşayan ve iktidarın on yıldır uyguladığı politikalardan en fazla zarar gören geniş bir kesimi söz konusu. Bu kesimler içinde alttan alta kabaran ve şimdilik bağımsız siyasi ifadesini bulamayan hoşnutsuzluk, kapıyı uzun süredir çalan krizin patlamasıyla birlikte, nereye akacağı bilinmeyen ama önüne çıkan her engeli aşacak bir sele dönüşebilir. Türkiye büyük burjuvazisinin en akıllı kesimleri ile onların AB içindeki ve ABD’deki emperyalist ortakları, bu gidişatın farkındalar. Bu yüzden, onlar, AKP iktidarının gerek iç gerekse dış politikada izlediği çizgiyi giderek daha yüksek sesle eleştirmeye başladılar. Onlar için mesele, CHP’nin gerçek ve güçlü bir burjuva alternatif olarak yükselip yükselemeyeceğidir. Türkiyeli egemen sınıfların AKP iktidarı etrafında sağlamış olduğu siyasi bloğun hızla çözüleceğinin işaretlerini gözlemlediğimiz bu süreçte, her şey, işçi sınıfının enternasyonalist-sosyalist siyasi önderliğinin oluşup güçlenmesine bağlı. Türkiyeli ve Ortadoğulu emekçileri hızla içine sürüklendikleri kitlesel yıkımdan kurtarabilecek ve onlara güvenli bir gelecek sunabilecek tek ilerici alternatif bu.

HHHH


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 56

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

van depreminin birinci yıldönümü ve kapitalistlerin kâr hırsı orhan cemil k âr kaları ve Rant politi kurulmuş, ne hırsı üzeri niteliksiz çarpık ve ları, nin sonuç kentleşme da 1999 yılın Marmara en gerçekleş gibi de olduğu depremin 4 4 6 ağırdı: Van’da da 4 i, d ını yitir kişi yaşam yıda insan sa bini aşkın a 2262 bin yaralandı, un n u s nt nüfu yıkıldı, ke ç ö g ı n fazlas yarısında ı. ld a runda k etmek zo

23

Ekim 2011’de, Van’da 7,2 şiddetinde gerçekleşen büyük depremi takiben 5,6 büyüklüğünde ikinci bir deprem de 9 Kasım’da Van-Erçiş’te meydana gelmişti. Rant politikaları ve kâr hırsı üzerine kurulmuş, çarpık ve niteliksiz kentleşmenin sonuçları, 1999 yılında gerçekleşen Marmara depreminde olduğu gibi Van’da da ağırdı: 644 kişi yaşamını yitirdi, 4 bini aşkın sayıda insan yaralandı, 2262 bina yıkıldı, kent nüfusunun yarısından fazlası göç etmek zorunda kaldı. Depremin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen, şehirde ve civar köylerde eğitim, sağlık, ulaşım gibi alanlarda hala ciddi sorunlar yaşanıyor. Depremi kader olarak emekçi-yoksul kesimlere yutturmaya çalışan burjuva politikacıları, Van depreminin yıldönümünde yine sahnedeydi. 23 Ekim 2012’de Van’da Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) tarafından inşa edilen afet konutlarının anahtar teslim ve sosyal tesislerin açılış törenine başbakan Erdoğan da katıldı. Erdoğan törende gerçekleştirdiği konuşmasında; hükümetin her türlü imkanını bölge için seferber ettiğini, devletin “şefkat elini” Van’a, Erciş’e uzattığını vurgulayarak, “Bunların yanında hükümet olarak her türlü imkanımızı bu bölgeye seferber edip devletin şefkat elini uzatırken aziz milletimiz de Vanlı kardeşlerinin sevgi elini, dostluk elini gördü. Biz, Vanlı kardeşlerimizi sıkıntılarıyla baş başa bırakmadık” dedi.[1] Konuşmasının devamında Van’da deprem sonrası “15 bin 341” sayıda kalıcı konut inşa etmekle övünen Erdoğan ifadelerinde, burjuva siyasetinin iki yüzlü karakterini tümüyle yansıttı. Çizilen bu pembe tablonun ardında yatan gerçek, deprem mağduru yoksul emekçiler açısından son derece vahimdir. Öncelikle inşa edilen konut sayısı 15 bin 341 iken, sadece kent dışına göç eden insan sayısı onbinleri bulmaktadır. Ayrıca TOKİ’nin yapımını tamamlayıp “teslim ettiğini” belirttiği konutların çok ciddi altyapı sorunları bulunmaktadır. Elektrik, su, ısınma gibi en temel ihtiyaçlarda eksiklikler olduğu bizzat depremzedeler tarafından ifade edildi. Bununla birlikte, yapımı ve teslimi resmi bir şova dönüştürülen TOKİ konutları, depremzedelere verilmedi, 75 bin Lira karşılığında satıldı. Konutların maliyetinin oldukça üzerinde be-

53


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 57

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Şehirde barınma, sağlık, eğitim gibi alanlarda ciddi imkansızlıkların ve sorunların sürüyor oluşu, geride bıraktığımız bir yıl içerisinde, “Van’a yardım için toplanan yaklaşık 200 milyon TL’nin büyük bir kısmı ranta mı dönüştü?” sorusunu da akıllara getiriyor.

54

lirlenen bu rakamdan elde edilen kazanç, kapitalistlerin toplumsal bir felaketi nasıl rant fırsatına çevirebildiğinin göstergesidir. Tüm bu çelişkiler yetmezmiş gibi, kalıcı konutlarda barınma için getirilen “hak sahipliği” şartları kiracıları ve tapusu olmayan ev sahiplerini konut alımına dahil etmemektedir. Hükümet her türlü imkanını bölge için seferber ettiği yalanını söyleye dursun, kiracı ve tapusu olmayan binlerce emekçiyoksul insan, deprem sonrası fahiş fiyatlara ulaşan ev kiralarıyla karşı karşıyadır. Bunun sonucunda kent dışına göç eden binlerce depremzede açısından kente geri dönüş de oldukça zorlaşmıştır. Ayrıca Şehircilik Bakanlığı revize-imar planını ihaleye verdiği için, bu yıl Van’da kimse bir çivi bile çakamadı. İnsanlar kendi evlerini yapıp imar izni alamazken, depremzedelere TOKİ evlerini seçmekten başka çare bırakılmadı. (Bu felaketten kimlerin kazandığını görmek için, TOKİ’nin ardında kimlerin yer aldığına ve onun Van’da kullandığı taşeronlara bakmak yeter.) Kısacası Van’da barınma sorunuyla ilgili son gelişmelere bakıldığında, başbakanın devletin “şefkat elini” Van’lı depremzedelere uzattığı açıklamasının, sömürücü riyakarlığın

apaçık bir örneği olduğu görülecektir!

Kentsel dönüşüm sürüyor Bundan bir yıl önce, depremin gerçekleşmesinin ardından, özellikle AKP’li siyasetçilerin yaptığı açıklamalar, kapitalizmin sermaye birikimi ve rekabet üzerine kurulu doğasının, kamuoyu nezdinde metafizik motifler ile nasıl örtülmeye çalışıldığına ibretlik örnekler teşkil ediyordu. Bugün ise bölgede yaşanan felaketin ağır sonuçlarının hala sürdüğü ve burjuva devletin “sosyal” yönünün antikalar müzesine kaldırıldığı gerçeği gün yüzüne çıkmışken, 23 Ekim günü başbakan tarafından ifade edilenler gerçeklerle çelişmektedir. Şehirde barınma, sağlık, eğitim gibi alanlarda ciddi imkansızlıkların ve sorunların sürüyor oluşu, geride bıraktığımız bir yıl içerisinde, “Van’a yardım için toplanan yaklaşık 200 milyon TL’nin büyük bir kısmı ranta mı dönüştü?” sorusunu da akıllara getiriyor. Bununla birlikte, TOKİ’nin öncülüğünde Van’da “kalkınma” amacıyla uygulanan plan, kentsel dönüşüm adı altında dünyada ve Türkiye’de sürdürülen yeni-liberal inşa politikalarından bağımsız değildir. Zaten, toplumsal felaketi dahi ranta çeviren hükümet, depremden sonra kentsel dönüşüm sürecine de bir hayli hız vermiştir. Van depreminin gerçekleşmesinin ardından, bu depremin Van’daki “kentsel dönüşüm” sürecinin önünü açtığını ve Vanlı depremzedeler için yapılacak konutların dahi kâr amacı taşıyacağını, geçen yıl yayımladığımız yazımızda dile getirmiştik: “Özellikle burjuva medya eliyle depreme ilişkin bireyci ve kaderci yaklaşımların propagandası sürerken, bir yandan ise burjuva siyasetçilerinin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, sermaye özellikle inşaat sektöründe, Van depreminin yarattığı “kriz” ortamını fırsat bilerek yeni yatırımlar için kolları sıva-


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 58

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Özellikle Van depreminin yarattığı kriz ortamından istifade ederek TOKİ’ye “acele kamulaştırma” yetkisi veren AKP hükümeti bahsini ettiğimiz zor yöntemini güçlendirerek Van’da yaşama geçirmiştir

maktadır. Hiç şüphesiz sermayenin akbaba gibi üşüşeceği bu “kentsel dönüşüm” projeleri adı altında inşa edilecek yeni yerleşim alanlarından ve binalardan aslında emekçilerin veya yoksul kesimlerin nasıl faydalanacağı da soru işaretidir. Bu yatırımların depremde mağdur olan veya yıkılması muhtemel evlerde oturan insanları rahata kavuşturmak için değil, kapitalistlerin daha fazla kar elde edebilmeleri için gerçekleşeceği aşikardır.”[2] Ek olarak, Türkiye genelinde yaygınlaştırılan kentsel dönüşüm sürecinde TOKİ’nin oynadığı önemli rolü bir kez daha vurgulamak gerekir. Özellikle inşaat sektörü zaten 2001 krizinden bu yana Türkiye ekonomisinin büyümesinde dinamo işlevi görmektedir. AKP iktidarının çeşitli hamleleriyle yetkilerini genişlettiği TOKİ‘nin bu süreçte mihenk taşlarından biridir. Arsa Ofisi’nin bünyesine aktarılmasıyla kamu arsalarını inşaat sektöründe değerlendirmeye başlayan TOKİ, AKP’li burjuva politikacılarının oldukça övündüğü onbinlerce konutun inşasını on yıl içerisinde tamamladı. Bununla birlikte, kentsel dönüşüm kavramının burjuvazi tarafından bu kadar göklere çıkarılması ve hatta bu yıl İKSV bünyesinde gerçekleştirilen “Tasarım Bienali” gibi kültürel-sanatsal alanlar üzerinden gelişimin ve karlılığın önünü açacak perspektif arayışı da tesadüf eseri değildir. Çünkü sözünü ettiğimiz on yıl içerisinde küresel sermayenin taşeronu olarak Türkiye burjuvazisinin demirbaşları, Türkiye’de, Libya’da, Rusya’da ve daha nice ülkede inşaat sektörüne yatırım yaparak, kendilerine oldukça kârlı alanlar yaratmış oldular.

“Kamulaştırma” adlı yağma Kentsel dönüşümün yıkıcı sonuçları kuşkusuz kentlerde zaten zor şartlarda yaşayan işçileri ve emekçileri doğrudan etkiliyor. Bunun sonuçla-

rında, oldukça cüzi rakamlar verilerek adeta zorla evlerinden edilen, bir diğer deyişle “mülksüzleştirilen” emekçi-yoksul kesimler, ya yüksek fiyatlarda borçlanma karşılığında yeniden ev satın alabilmeleri ya da evsiz kalmaları seçenekleriyle baş başa bırakılmaktadırlar. Özellikle Van depreminin yarattığı kriz ortamından istifade ederek TOKİ’ye “acele kamulaştırma” yetkisi veren AKP hükümeti bahsini ettiğimiz zor yöntemini güçlendirerek Van’da yaşama geçirmiştir. Yine bu önemli yetki kararına ilişkin geçen yıl öngörü taşıyan bir tespitte bulunmuştuk: “Van depreminin yıkıcı sonuçlarını, kentsel dönüşüm yatırımlarını yaymak için fırsat bilen burjuvazi, ‘acele kamulaştırma’ yetkisini de çıkararak, aslında kentsel dönüşümlerin önünde engel niteliği taşıyacak bazı yasal düzenlemeleri de ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Bu projelerin temelinde ‘insanın’ değil, daha değerli rant alanları yaratma güdüsünün olduğu düşünüldüğünde, özellikle İstanbul, İzmit çevresindeki çok sayıda örneklerden de hatırlanacağı üzere işçiemekçi veya yoksul kesimlerin evlerinden atılacağı ve mağdur edilecekleri açıktır. Bu anlamıyla aslında kapsamlı ‘dönüşümler’, işçi-emekçi kesimlerin barınma sorunu açısından, kapsamlı saldırılar anlamına gelmektedir.”[3] Kentsel dönüşüm sürecinin, emekçileri salt barınma sorunuyla karşı karşıya bırakmadığını, kent yapısına ilişkin çok daha bütünlüklü bir perspektifi içerdiğini bir kez daha hatırlatalım. Ayrıca, Kalkınma Bakanlığı’nın 2012 yılı Şubat ayında açıkladığı “Tekstilkent Projesi” de bu hususta oldukça önemlidir. Kalkınma Bakanı Yılmaz, projeye ilişkin yaptığı açıklamada, tekstil ve konfeksiyon sektörünün önemine işaret etmişti. Devamında, Van ve genel olarak diğer Kürt illerinin “genç nüfusu ve ekono-

55


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 59

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k misinin emek yoğun sektörler için önemli olduğunu” ifade etmesi ve buna ek olarak uygulanması planlanan bölgesel asgari ücretle Kürt emekçilerini sömürme hedefi, aslında burjuvazinin bölgeye dair bütünlüklü amacının ne olduğu konusunda çarpıcı bir örnektir.

Kapitalizm barbarlıktır

Bütün bu yaşananlar kapitalizmin insanlığın gelişimi önündeki başlıca engel olduğu gerçeğini göstermektedir. Kapitalizmin insanlığı sürüklediği barbarlığa karşı tek gerçek alternatif ise sosyalizmdir.

Bütün bunlar hayata geçirilirken ve esas olarak emekçi-yoksul kesimlerin üzerinden bir rant arayışı söz konusuyken, burjuva politikacılarının aslında yukarıda da bir örneğini verdiğimiz popülist ve günü kurtarmaya dönük açıklamaları kendi acizliklerinin bir başka ifadesidir. Çünkü bizler, nihai amacı sermaye birikiminin önünü açmak ve baskı aygıtlarıyla onu korumak olan burjuva devlet tarafından Van’da deprem sonrası gerekli ihtiyaçların dağıtılmasındaki organizasyon bozukluğunu protesto eden depremzedelere tazyikli suyun ve copun reva görülüşünü, bunların da ötesinde İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “saray” olarak betimlediği çadırlarda çoğu çocuk 11 insanın yanarak öldüğünü ve kış ortasında soğuktan donarak ölen çocukları unutmadık! Bu yaşananları “kader” diye emekçi-

H

Bu kitapları e-posta adresimizden bizimle bağlantı kurarak yüzde 50 indirimli edinebilirsiniz.

info@toplumsalesitlik.org

56

lere yutturmaya çalışan burjuva politikacılarının “Van’a yardım elini uzattık” söylemi işte tüm bu nedenlerle sahtedir. Onlar Türkiyeli taşeron burjuvazinin çıkarları doğrultusunda Van’lı Kürt emekçilere ve yoksul köylülere kapitalizmin vahşi yüzünü götürmek dışında bir faaliyet yürütmediler. Ayrıca bununla yetinmeyerek, sosyal medya ve TV kanallarında Kürt halkına dönük olarak yükseltilen ırkçı-gerici düşmanlığın politik zeminini oluşturdular. Bütün bu yaşananlar kapitalizmin insanlığın gelişimi önündeki başlıca engel olduğu gerçeğini göstermektedir. Kapitalizmin insanlığı sürüklediği barbarlığa karşı tek gerçek alternatif ise sosyalizmdir.

HHHH

dipnotlar: [1] “Erdoğan: Biz sizi Kürt olduğunuz için mi seviyoruz?”, 23/10/2012 radikal.com.tr [2] Van depremi, sermayenin fırsatçılığı ve kentsel dönüşüm, Orhan Cemil / 06.11.2011-toplumsalesitlik.org [3] a.g.y.

Uluslararası İşçiler Birliği (I. Enternasyonal) Prinkipo Yayıncılık Halil Çelik 368 syf., 20 TL.


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 60

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

yeni sendikalar yasası ve işçi sınıfının örgütlenmesi m. özgür demir en ay Meclist Geçtiğimiz en ir g e ürürlüğ plu geçerek y To e v r dikala “yeni” Sen eleri İş Sözleşm enme erin örgütl il ç iş Yasası rı ratik hakla ı ve demok rtığ a 12 Eylül açısından cak a y a ı aratm eski yasay düzeyde.

G

eçtiğimiz ay Meclisten geçerek yürürlüğe giren “yeni” Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri Yasası işçilerin örgütlenme ve demokratik hakları açısından 12 Eylül artığı eski yasayı aratmayacak düzeyde. Yasada toplu sözleşme ve grev hakkı açısından özgürlükler bir yana çeşitli yeni kısıtlamalar söz konusu. Gerek tasarı halindeyken gerekse yasalaşma süresince yasanın getirdikleri ve götürdüklerine ilişkin birçok yazı yazıldı. Bu yazımızda bu konudaki ayrıntılara değinmeyecek; neden yeni bir yasaya ihtiyaç duyulduğu ve mevcut sendikal yapının acizliğine değineceğiz. Küreselleşme ve uluslararası ekonomik rekabet, işgücü piyasasının yeniden düzenlenmesi açısından en önemli gerekçe olarak gözüküyor. Devletler uluslararası tekellere dikensiz gül bahçesi sunabilmek için tüm kozlarını oynuyor ve küresel ekonomik kriz içinde bu rekabet çalışma koşullarında kötüleşmeyi beraberinde getiriyor. Çin ve Hindistan’ın başını çektiği bütün bir Uzakdoğu Asya hem ucuz işgücü hem de çalışma ve örgütlenme koşullarındaki kısıtlamalar ile son otuz yılda dünyanın fabrikası haline gelmiş durumda. Bu durumun gelişmiş kapitalist ülkelere yansıması ise, yatırımların bu bölgelere kayması, reel ücretlerin düşmesi, işsizliğin artması, yaratılan işlerin çoğunluğunun ucuz işgücü istihdam eder olması şeklinde karşımıza çıkıyor. Türkiye’de ise temelinin 24 Ocak kararları ile atıldığı ve 12 Eylül darbesi ile uygulamaya başlanan küresel ekonomi ile bütünleşme projesi AKP iktidarı döneminde önemli bir yol kat etti. Ancak hala Türkiye üretim alanında Uzakdoğu Asya ülkeleri ile yarışabilecek bir işgücü piyasasına sahip değil. AKP hükümetinin daha önce çıkardığı birçok yasa ve önümüzdeki dönem çıkarılması planlanan (kıdem tazminatı, bölgesel asgari ücret vb.) düzenlemeler bu yolda atılacak adımlar olarak görülmeli. Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri Yasası’ndaki değişiklikleri de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

Sendikalara sus payı: kademeli geçiş Yeni yasa burjuva yasallığı ve patronlarla işbirliği sayesinde ayakta duran günümüz sendikalarının devlet tarafından çok daha kolay denetim altına alınmasını sağlıyor. Yasa, demokratik haklar içermekten uzak olduğu gibi bürokratik sendikacılık ve iktidarla işbirliğini itinayla koruyor ve devlet güdümlü sendikacılığı tek seçenek haline getiriyor. Sendikal bürokrasinin işçi sınıfının örgütlenmesi önündeki engellerin kaldırılmasına dönük muhalefetinin neredeyse sadece barajlar ile sınırlı olması; sendika içi demokrasi konusunda tek kelime laf edilmemesi mevcut sendikaların yasa karşısındaki muhalefetinin boyutunu sürecin daha başından gösteriyordu. Sendikal bürokrasi koltukları garantide olduğu sürece yasaya karşı se-

57


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 61

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Tasarının 25. maddesinde yapılan değişiklikle otuzdan az işçi çalıştırılan işyerlerinde çalışan işçilerin ve 6 aydan az kıdemi olan işçilerin sendikalaşma hakkı fiilen ortadan kaldırıldı. Yapılan değişiklikle 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışan işçilerin sendikal nedenle işten atılması yaptırımsız kaldı ve bu işçiler sendikal tazminat hakkından yoksun bırakıldı.

58

sini çıkarmayacaktı ve bu nedenle de baraj konusu son dakikaya kadar sendika bürokratlarının tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırıldı. Geçici 6. maddede yapılan değişiklikle, sendikalara, toplu sözleşme yapabilmesi için “Kurulu bulunduğu işkolunda en az yüzde 3 üye şartı” getirildi. Ancak mevcut sendikaların büyük kısmının baraj altında kalacak olması nedeniyle sendika bürokratlarına sus payı olarak kademeli geçiş bahşedildi. Sadece Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye konfederasyonlara (yani Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’e) bağlı işçi sendikaları için baraj Ocak 2013 istatistiğinin yayımı tarihinden 1 Temmuz 2016 tarihine kadar yüzde 1; 1 Temmuz 2018 tarihine kadar ise yüzde 2 olarak uygulanacak. En son yayınlanan 2009 istatistiği sonrasında, 15 Eylül 2012’ye kadar kurulmuş ve Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye konfederasyonlara üye olmuş işçi sendikalarının, bu kanunun yürürlük tarihinden Ocak 2013 istatistiklerinin yayımlandığı tarihe kadar yapacakları yetki tespit talepleri “iş yerinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının, işletmede ise yüzde 40’ının kendi üyesi bulunması” şartlarına göre (yani işkolu barajı dikkate alınmadan) bakanlıkça sonuçlandırılacak. Böylece bu üç konfederasyona üye olmayan sendikaların sözleşme yapma yetkisi baraj nedeniyle fiili olarak ellerinden alınmış oldu. Bu konfederasyonlara üye olmakla birlikte muhalif konumda bulunan daha küçük sendikaların da önümüzdeki süreçte sözleşme yapma yetkisinin düşeceği beklenmekte. Yeni yasa öz olarak toplu sözleşmeyi her çalışanın sahip olabileceği bir hak olarak değil, devlet eliyle verilen bir ayrıcalık olarak düzenliyor. Diğer yandan da Ekonomik ve Sosyal Konsey gibi kurumlar üzerinden sendikalar iktidarın denetim ve kontrolüne daha açık hale geliyor. Bugünkü yasa

gerçekte birçok sendikacı ya da “solcunun” belirttiği üzere sendikaları ortadan kaldırmayı hedefleyen bir yasa değil. Tersine, sendika bürokrasisinin, devletle ve patronlarla uzlaştığı sürece koltuklarını sağlama almalarını devam ettiren bir ruha sahip. Tek bir fark var: hükümet artık sendikalar dolayımıyla işçi sınıfı üzerindeki denetimini rastlantıya bırakmak istemiyor ve sendika bürokratlarının boynundaki ilmiği çok daha sıkı tutuyor.

Son dakika değişikliği Tasarı tartışmaları sırasında pek gündeme gelmeyen bir konu Meclis’te yasa geçerken son dakikada tasarıya eklendi. Patronların isteği üzerine yapılan bu değişiklik son derece önemliydi. Tasarının 25. maddesinde yapılan değişiklikle otuzdan az işçi çalıştırılan işyerlerinde çalışan işçilerin ve 6 aydan az kıdemi olan işçilerin sendikalaşma hakkı fiilen ortadan kaldırıldı. Yapılan değişiklikle 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışan işçilerin sendikal nedenle işten atılması yaptırımsız kaldı ve bu işçiler sendikal tazminat hakkından yoksun bırakıldı. Artık işverenler 30’dan az işçi çalıştıran işyerinde çalışan işçileri sendikaya üye olduklarında rahatlıkla işten atabilecek. İstatistiklere baktığımızda bu değişikliğin önemi daha kolay anlaşılıyor. Türkiye’de İş Yasasına tabi yaklaşık 1,4 milyon işyeri bulunuyor. Bunların yüzde 95’i 30’un altında işçi çalıştırıyor. Yani bu işyerlerinin sahibi olan patronlar “sendikal örgütlenme sorunuyla” karşılaşmayacak. İşçi sınıfı açısından baktığımızda ise 11 milyondan fazla işçinin 5,7 milyonu diğer bir ifadeyle yüzde 52’si sendikalaşma hakkından ve toplu sözleşmeden mahrum kalacak. Bu Türkiye burjuvazisine Uzakdoğu Asya ile rekabette önemli bir avantaj sağlayacağa benziyor.


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 62

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k İşçi sınıfı sendikal sınırları aşmak zorunda

Bugün sendikaların içinde bulunduğu söylenen kriz, aslında “toplumsal (sınıfsal) uzlaşma” üzerine kurulu ulusal korumacı “refah” devletinin çökmesiyle birlikte, sendikaların işçi sınıfını boyunduruk altında tutma görevinin tüm çıplaklığı ile açığa çıkmasından kaynaklanmaktadır.

Bugün özel olarak bu yasaya karşı mücadele ve genel olaraksa işçi sınıfının mücadelesi, sendika bürokratları ve reformist sol eliyle “sendikana sahip çık” veya “sendikaları savun” taleplerine sıkıştırılmış durumda. Mücadelenin bu eksende yürütülüyor olması işçi sınıfının elini kolunu bağlamak anlamına geliyor. İşçi sendikaları ve sendika bürokrasisi, refah devletinin ve sosyal politikaların egemen olduğu on yıllar boyunca ulus devlet sınırları içerisinde işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadelede konumunu güçlendirmişti. Sendikalar bir yandan işçi sınıfı üzerinde denetimi sağlarken diğer yandan da büyüyen ulusal ekonomilerde işçi sınıfının kırıntılarla yetinmesini sağlıyorlardı. Ancak küreselleşmenin getirdiği yeniliberal ekonomik politikalarla birlikte kapitalist ekonominin kazandığı küresel boyut, sendikaların altından varlıklarını güçlendiren ulus devlet zeminini çekip aldı. Artık sendikal mücadeleyle neredeyse hiçbir sosyal ve ekonomik hak kazanımı yaşanmadığı gibi işçi sınıfına dağıtılacak kırıntılar da yoktu. Son otuz yıllık süreçte sendikalar artık varlıklarını çok açık biçimde işçi sınıfı üzerindeki denetimi sağlama görevi ile burjuvaziye tabi kılmışlardır. Bugün sendikaların içinde bulunduğu söylenen kriz, aslında “toplumsal (sınıfsal) uzlaşma” üzerine kurulu ulusal korumacı “refah” devletinin çökmesiyle birlikte, sendikaların işçi sınıfını boyunduruk altında tutma görevinin tüm çıplaklığı ile açığa çıkmasından kaynaklanmaktadır. Mevcut sendikal yapılar işçi sınıfının önüne inandırıcı hiçbir program sunamıyor; tam tersine işçi sınıfı kaybettiği her mücadelede sendikal yapıların sınırlılıklarına çarpıyor. Bugün neredeyse bütün sol kesim de işçi sınıfının örgütlenme me-

selesini sendikalaşma meselesi olarak görmekte ve “devrimci” söylemlerin arkasına gizlenen reformist sendikacılığı savunmaktadır. Onlar için sendikalar işçi sınıfının “tek örgütü”. Ve hala burjuvazinin ve onun devletinin sendikalara değil örgütlü işçi sınıfına düşman oldukları gerçeğini görmezden geliyor; “sarı sendikacılar”ın yerine kendi “solcu” bürokratları geçtiğinde sendikaların kapitalist düzen içindeki rolünün değişebileceği yanılsamasını yaratıyorlar. Bu kesimler bizim tüm eleştirilerimize karşı da “peki siz sendikalara alternatif ne öneriyorsunuz?” diye soruyorlar. Bizse bugünden yarına işçi sınıfına hazır bir örgütlenme şablonu sunmuyor; ancak işçi sınıfı mücadelesi içinde sendikal sınırlılıkların aşılabileceğini ve yeni tip özörgütlenmelerin yaratılabileceğini söylüyoruz. Bunu ifade ederken de geçmiş işyeri komiteleri, işçi konseyleri/meclisleri gibi deneyimlerin yol gösterici olması gerektiğini; ayrıca burjuvazinin küresel saldırısı karşısında işçi sınıfının mücadelesinin de enternasyonalist-sosyalist bir perspektif ve örgütlenme ile donanması gerektiğini ısrarla vurguluyoruz*.

HHHH

Dipnotlar * Toplumsal Eşitlik, 2. sayı; Küreselleşme ve Sendikalar: http://www.toplumsalesitlik.org/tr/d ergi/2-sayi-mart-2012/kuresellesme-ve-sendikalar Sendikal Yapılanmayı Aşmak ve Bürokrasiye Karşı Mücadele İçin: http://www.toplumsalesitlik.org/tr/d ergi/2-sayi-mart-2012/sendikalyapilanmayi-asmak-ve-burokrasiyekarsi-mucadele-icin

59


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 63

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

21. yüzyılın köleleri

taşeron işçileri

İ

şçi ve patron sendikaları konfederasyonları ile siyasi partilerin temsilcileri, 1 Kasım’da, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik başkanlığında bir toplantı yaptı. ‘’Taşeronluk, geçici iş ilişkisi ve uzaktan çalışma’’ konularında yürütülen çalışmalara ilişkin değerlendirmelerin yapıldığı toplantıda, katılımcılara ‘’Taşeronluk, geçici iş ilişkisi ve uzaktan çalışma’’ konusunda bakanlıkça hazırlanan bir rapor sunuldu. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın raporu özellikle 10 yıllık AKP iktidarı ile Türkiye’de esnek ve Kamu ve özel sektörde ta- kuralsız çalışmaşeron işçilerin sayıları şöyle: nın geldiği boyutKamu: Sağlık 16 bin 184, ları tüm açıklıTemizlik 471 bin 442, Gü- ğıyla ortaya koyuvenlik 117 bin 541, Dağıtım yor. Rapora göre, 34 bin 621, Toplam 585 bin 2002 yılında 387 bin olan taşeron 788. sayısının Özel Sektör: İdari ve destek işçi 2011 yılında gehizmetleri 4 bin 146, Ulaşlindiğinde 4 kat tırma ve depolama 10 bin arttı. Türkiye’de 347, Madencilik, taş ocakçılığı 12 bin 606, İmalat 63 taşeron işçi sayısı, kamuda 585 bin bin 849, İnşaat 318 bin 87, 788 ve özel sekDiğer 10 bin 431, Toplam törde 419 bin 419 bin 466. 466 olmak üzere toplam 1 milyon 5 bin 254. Taşeron işçiliğin en yaygın olarak öne çıktığı sektörler ise 417 bin 442 kişi ile (kamu) temizlik ve 318 bin 87 kişi ile (özel) inşaat sektörleri. Hizmet alımının en yaygın olduğu kamu kurumları, % 36 ile belediyeler, % 14 ile KİT’ler ve % 4 ile yüksek öğretim kurumları. Raporda taşeronda çalışan işçilerin yaşadığı bazı “sorunlara” da değinilirken çözüm konusunda “temenni” den öteye gitmeyen açıklamalar yapıldı. Esnek ve kuralsız çalışma 12 Eylül askeri diktatörlüğü ve sonrasında bütün burjuva

60

hükümetlerinin uygulamalarıyla kural haline getirildi. Sendikaların hükümetlerle işbirliği yaptığı bu süreçte, yalnızca taşeron işçileri değilİ bir bütün olarak işçi sınıfı büyük zarar gördü Taşeron işçisi, sık işveren değişikliği nedeniyle yıllık ücretli izne hak kazanamıyor; ücretlerini tam ve düzenli alamıyor. Kamu işvereninin, taşerona verdiği belirli işler dışında, taşeronun işçisinin ücretini ödeyip ödemediğini kontrol etme yükümlülüğü bulunmuyor. SGK verilerine göre, Türkiye’de 2011 yılında yaklaşık 12,5 milyon ‘işten çıkış bildirgesi’ hazırlandı. İşten çıkış bildirgelerine göre, kıdem tazminatına hak kazanabilecek şekilde işten çıkan ya da çıkarılan işçilerin oranı sadece % 10. Bir yıldan az sürelerle sözleşme yapılması ve bir yıllık kıdem şartı sağlansa dahi bunun ödenmemesi sonucunda, işçiler kıdem tazminatlarını ya hiç alamıyor ya da uzun yargı süreçleri ile alabiliyor. Taşeronluk ilişkisi, işçilerin iş güvencesi hükümlerinden yararlanmasını engellemek amacıyla İş Kanunu’nda belirlenen 30 işçi sayısının altına düşmek için de kullanılıyor. Taşeronluk uygulaması kapsamında çalışan işçilerin örgütlenmeleri ve kendi işverenleri ile toplu iş sözleşmesi akdetmeleri önünde yasal hiçbir engel yok. Fakat taşeronluk, yapısı gereği bunu imkansızlaştırıyor. Taşeronlar, iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin alınmasını asıl işverenden bekliyor, iş kazası ve meslek hastalıklarının oluşmasını önleyici tedbirlere ve eğitimlere gereken önemi vermiyor. Türkiye’de özellikle mevsimlik tarım işlerinde, aralıklı olarak görülen kısa süreli işlerde, temizlik işlerinde, evde yaşlı, hasta ve çocuk bakım hizmetlerinde kayıt dışılık fazla. Tarımda yaklaşık 4,5 milyon kişi, tarım dışında ise 5,5 milyon kişi kayıt dışı çalışıyor. Örneğin, mevsimlik gezici tarım işlerinde yaklaşık 400 bin, ev hizmetlerinde 500 bin civarında kayıt dışı çalışan bulunduğu tahmin ediliyor.

HHHH


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 64

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

öldürülmesinin 35. yılında tom henehan’ın anısına

toplums al e ş İ t l İ k

tom henehan’ın katillerinin yargılanması için siyasi kampanya* patrick martin 16 Ekim 2012, ABD’deki Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (SEP) önceli İşçiler Birliği’nin Siyasi Komite üyesi Tom Henehan’ın öldürülmesinin otuz beşinci yıldönümü. 16 Mart 1951’de Wisconsin eyaletinin Milwaukee kentinde doğmuş olan Tom Henehan, yaşamını işçi sınıfının siyasi eğitimine ve kurtuluşuna adamıştı. Mart 1973’te İşçiler Birliği’ne katılmış olan Henehan, partideki dört yıllık yaşamı boyunca ABD’de ve uluslararası düzeyde gençlik hareketinin gelişiminde önemli bir rol oynamıştı. O, İşçiler Birliği’nin Batı Virginia’daki ve Kentucky’deki maden işçileri içinde yayılmasında özellikle aktifti.

S

osyalist Eşitlik Partisi’nin önceli olan İşçiler Birliği’nin Siyasi Komite üyesi Tom Henehan, 15 Ekim 1977 akşamı, partinin gençlik örgütü Genç Sosyalistler tarafından New York’un Brocklyn semtindeki Ponce Social Club’da düzenlenen bir faaliyeti denetliyordu. Saat gece 1’e doğru, daha sonra adlarının Edwin Sequinot ve Angel Rodriguez olduğu tespit edilen iki kişi, Jacques Vielot adlı bir diğer İşçiler Birliği üyesine saldırarak, salonun girişinin yakınında bir kargaşa yaratmıştı. Tom, Vielot’un yardımına koşarken, pusuya yatmış olan Angelo Torres adlı profesyonel tetikçi üçüncü bir saldırgan tarafından beş kez vuruldu. Vielot Tom’a yardım etmeye çalıştığında, Torres ona döndü, tabancayı başına dayadı ve tetiği çekti. Silah ateş almayınca, tabancanın kabzasıyla Vielot’un başına vurdu. Sequinot da silahını çekti ve Vielot’u vurarak ağır şekilde yaraladı. Yaralı durumdaki Vielot, Tom’u hemen Wyckoff Heights Hastanesi’ne yetiştirdi. Aşırı kan kaybına rağmen, Tom’un bilinci hala yerindeydi. Bununla birlikte, o, acil bakım odasına bırakıldı ve iç kanamanın durdurulması için hiçbir çaba gösterilmedi; oysa iç kanamanın durdurulması standart bir tıbbi uygulamadır. Tom, 16 Ekim günü, hastaneye ulaştırıldıktan yaklaşık 90 dakika sonra, gece saat 2:45’te şoka girdi ve öldü. O, 26 yaşındaydı.

* Bu makale, 2007 yılında Tom’un öldürülmesinin 30. yıldönümünde Patrick Martin tarafından yazılmıştı. İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/oct201 2/hen1-o16.shtml

61


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 65

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Kendisine olay yerinde tespit edilmiş olan katilleri tutuklamak için ne yapıldığı sorulan cinayet masası dedektifi John Mohl, İşçiler Birliği Ulusal Sekreteri David North’a, “Henehan bir komünistti ve onun ölümü yalnızca diğer komünistleri ilgilendirir” dedi.

62

Tom Henehan, Troçkist hareketin genç bir kadrosunu ortadan kaldırmayı ve partiyi Amerikan ve uluslararası işçi sınıfı uğruna mücadeleden caydırmayı amaçlayan bir saldırının; siyasi bir cinayetin kurbanıydı. New York Kenti Emniyet Müdürlüğü (NYPD), cinayeti ciddi biçimde soruşturmayla ya da sor u m l u l a r ı tutuklamayla ilgilenmediğini açıkça gösterdi. Kendisine olay yerinde tespit edilmiş olan katilleri tutuklamak için ne yapıldığı sorulan cinayet masası dedektifi John Mohl, İşçiler Birliği Ulusal Sekreteri David North’a, “Henehan bir komünistti ve onun ölümü yalnızca diğer komünistleri ilgilendirir” dedi. New York Kenti Emniyet Müdürlüğü cinayetle ilgili hiçbir soruşturma yapmadı ve tanıklar tarafından hızla tespit edilmiş olan Torres’i ya da Sequinot’u tutuklamayı reddetti. Kanıtlara rağmen, polis, Henehan’ın tek başına davranan bir katil olan Torres tarafından işlenmiş “anlamsız bir cinayet”in kurbanı olduğunu iddia etti. İşçiler Birliği ve Genç Sosyalistler, Tom’un ölümünden hemen sonra, onun katillerinin tutuklanıp mahkûm edilmesi talebiyle bir kampanya başlattı. Yaklaşık üç yıl boyunca, İşçiler Birliği’nin gazetesi Bülten’in her sayısının ön sayfasında, tetikçiler Torres ile Sequinot’un tutuklanması, haklarında adli takibat yapılması ve Tom’un ölümüyle ilgili bütün koşulların tam olarak incelenmesi çağrısı yer aldı. İşçiler Birliği’nin ve Genç Sosyalistler’in üyeleri, fabrika kapılarında, kömür madenlerinde, alışveriş mer-

kezlerinde ve yüksek okul yerleşkelerinde, Tom Henehan’ın öldürülmesinin bütün işçi sınıfına yönelik siyasi bir saldırı olduğunu anlattılar. O saldırı, İşçiler Birliği’ni yıldırmayı ve onun Amerikan işçi sınıfı içinde sosyalist bir önderlik inşa etme çabalarını durdurmayı amaçlıyordu. Tom’un ölümü, partinin New York’taki belediye işçileri, Batı Virginia ile Kentucky’deki madenciler ve diğer militan işçi kesimleri içinde önemli bir etki oluşturmaya başladığı bir dönemde gerçekleşmişti. İşçiler Birliği 11 Mayıs 1978’de, Brooklyn Bölge Savcısı’na, polisin cinayette siyasi bir neden olduğunu göz ardı ederek, katilleri yargı önüne çıkarma ya da bu cinayeti örgütlemiş olanları tespit etme niyeti olmadığını gösterdiğini belirten bir mektup gönderdi. Bu mektupta şunları yazmıştık: “Polisin işçi hareketi içindeki tanınan bir siyasi önderin vurulmasında bir neden olarak siyaseti böylesi hızlı bir şekilde göz ardı etmesi, en hafif deyimle, tuhaftır. Eğer kurban Demokratik ya da Cumhuriyetçi partilerden birinin önde gelen bir lideri olsaydı, ilk varsayım, cinayetin siyasi nedenlerle işlenmiş olduğu olurdu.” Mektup, polisin, Tom Henehan’ın öldürülmesinin tek bir öfkeli silahlı kişi tarafından işlenen “anlamsız cinayet” olduğu iddiasını desteklemek için basına yanlış bilgi aktardığına dikkat çekiyordu. Bu, polisin, Brooklyn’deki adresi bilinen Sequinot’yu tutuklamayı reddetmesiyle doğrudan bağlantılıydı. Mektupta, polisin Sequinot’yu neden tutuklanmadığını sorduk. Mektupta, polis tarafından geliştirilmiş olan “silahlı tek kişi” teorisinin altını daha fazla oyacak şekilde, Jacques Vielot’nun kalçasından çıkartılmış olan merminin Tom Henehan’ın bedeninden çıkartılanlardan farklı kalibrede olduğu da belirtildi.


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 66

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Kampanya, kömür madencilerinin, otomotiv sanayi işçilerinin, itfaiyecilerin, kamu emekçilerinin, havayolları işçilerinin ve diğer sektörlerdeki yüz binlerce işçinin büyük mücadeleler verdiği koşullarda gelişti ve güç kazandı ki bunlara, sonradan İşçiler Birliği’nin devlet başkanlığı adayı olacak olan Ed Winn’in önemli bir rol oynadığı New York kenti ulaşım işçilerinin grevi de dahildi.

Tom Henehan’ın ölümüne yönelik bir soruşturma yapılması için sürdürülen kampanya, ülkenin dört bir yanındaki işçilerden ve gençlerden, Brooklyn Bölge Savcısı’nın ofisine gönderilen dilekçeleri imzalayan on binleri kapsayan yaygın bir destek gördü. Kampanyaya, ABD’de üç milyon işçiyi temsil eden sendikaların görevlileri de katıldı; bunlar arasında, makine operatörleri, et kesiciler, otomotiv sanayi işçileri, sanatçılar, beyzbol oyuncuları, hastane işçileri, öğretmenler ve çelik işçileri vardı. Kampanya, kömür madencilerinin, otomotiv sanayi işçilerinin, itfaiyecilerin, kamu emekçilerinin, havayolları işçilerinin ve diğer sektörlerdeki yüz binlerce işçinin büyük mücadeleler verdiği koşullarda gelişti ve güç kazandı ki bunlara, sonradan İşçiler Birliği’nin devlet başkanlığı adayı olacak olan Ed Winn’in önemli bir rol oynadığı New York kenti ulaşım işçilerinin grevi de dahildi. Bu destek, şiddet suçuna yönelik genel duyarlılığından vazgeçmiş ve sosyalist bir siyasi eylemcinin Brooklyn’de vurularak öldürülmesi karşısında bütünüyle sessiz kalmış olan New York Times ile New York’un iki magazin gazetesi de dahil, şirketlerin denetimindeki medyanın örtbas etme çabalarına rağmen, işçi sınıfı içinde kazanıldı. En az bunun kadar önemli olan, hatta daha fazla kınanması gereken şey, Komünist Partili Stalinistlerin, Sosyalist İşçi Partisi’nin ve diğer sol eğilimlerin sessizliğiydi. Polis, İşçiler Birli-

ği’nin kampanyasının artan baskısı altında, Tom’un öldürülmesinden neredeyse üç yıl sonra, 15 Ekim 1980’de, Booklyn’de bir otobüste, Angelo Torres’i nihayet tutukladı. Kısa süre içinde, Torres’in bütün bu süre boyunca kendi apartman dairesinde yaşadığı ve saklanmaya kalkışmadığı açığa çıktı. O, tutuklanmaktan ve ceza almaktan kurtulmak için kentten kaçmaya da kalkışmamıştı. Tersine, polis kayıtları, onun Haziran 1979’da, New York kentinde, küçük suçlamalardan dolayı tutuklandıktan sonra, bir parmak izi araştırması onun hakkında cinayetten dolayı öncelikli tutuklama emri olduğunu gösterecekken, serbest bırakıldığını ortaya koydu. Polis, cinayete ikinci bir silahlı kişinin dahil olduğunu uzun süre inkâr ettikten sonra, Aralık 1980’de Edwin Sequinot’yu tutukladı. Torres ile Sequinot cinayet ve öldürmeye teşebbüsle suçlandı. Onlar Brooklyn Yüksek Mahkemesi jürisi tarafından Temmuz 1981’de suçlu bulundular; Tom Henehan’ın öldürülmesinde ve Jacques Vielot’nun yaralanmasında birlikte hareket etmekten uzun sureli hapis cezasına çarptırıldılar. Torres, ikinci derece cinayetten, ikinci derece cinayete teşebbüsten ve silahlı saldırıdan suçlu bulundu. O, ardarda 25 yıl - ömür boyu ve 12,5 - 25 yıl cezaya çarptırıldı. Sequinot, birinci derece kasıtsız adam öldürmeden ve ikinci derece cinayetten ardarda 12,5 - 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bununla birlikte, katillerin hapse atılması, geride, olaya ilişkin birçok yanıtlanmamış soru bıraktı. Tetikçilerden hiçbiri, onu öldürmek için bir araya geldikleri geceden önce Tom Henehan ile karşılaşmamıştı. Öldürücü mermileri sıkan Torres tanınmış bir kiralık katildi. Ponce Social Club’ın üstündeki bir apartman dairesinde yaşayan Rodriguez, Genç Sosyalistler’in orada gerçekleşen ve

63


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 67

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Kanıtların ağırlığı, Tom Henehan’ın, New York kenti yetkilileri tarafından örtbas edilen siyasi nedenli bir cinayetin kurbanı olduğunu göstermektedir. Torres, Sequinot ve Rodriguez yalnızca birer aletti. Bu cinayeti ısmarlayanların kimliği, hala belirsiz olmaya devam ediyor.

64

mahallede yaygın bir şekilde tanıtımı yapılmış olan etkinliğinin siyasi karakterinin kesinlikle farkındaydı. Üç saldırganın hepsi polisle -açıklanmamış ve fazlasıyla kuşkulu- ilişkilere sahipti. Cinayet sırasında, Sequinot, cezaevinde mahkûm çalışma izninde ve polis gözetimi altındaydı. O, ifadeye çağırılmış, tanıklar tarafından tespit edilmiş, ardından da serbest bırakılmıştı. O, bir cinayet zanlısı olmasına rağmen, üç ay sonra, New York eyaleti tarafından şartlı tahliye edilmişti. Sequinot, cinayete katıldığı ve öldürmeye teşebbüs ettiği tanıklar tarafından tespit edilmiş olmasına rağmen, sonraki üç yıl boyunca, adresini değiştirmesini gerektirecek kadar bile rahatsız edilmeden Brooklyn’de yaşamıştı. Torres, Haziran 1979’da, NYPD tarafından tutuklanmış, ardından serbest bırakılmıştı. Mahkemede, Yargıç Sybil Kooper, savcılığın, Torres’in kaçmaya kalkışmış olmasını onun suçunun farkında olduğunun kanıtı olarak sunamayacağına hükmetti. Kooper, onu tutuklama yönünde herhangi bir girişim olmadığını kabul ederek, hiçbir kaçma belirtisinin olmadığını söyledi. Rodriguez, Torres tutuklandığı sırada başka suçlamalardan dolayı hapiste olduğu halde, davada hiç suçlanmadı, tanık olarak bile çağırılmadı. Torres ile Sequinot’nun yargılanması boyunca, Bölge Başsavcı Yardımcısı Barbara Newman’ın açılış konuşmasından başlayarak, [cinayete] tam katılımı ayrıntılı biçimde açıklanmış olmasına rağmen, Rodriguez, bu suçtaki rolünden dolayı suçlanmadı. Mahkeme ifadesi, Torres silahını çekmeden önce yumrukla saldırırken Rodriguez’in bir bilardo ıstakası kullanarak Vielot’yu darp etmiş oldu-

ğunu doğruladı. Rodriguez, üçlünün bir parçası olarak sahneden kaçtı. Yargıç Kooper tarafından jüriye açıklanan ve saldırıda “hep birlikte” davrananların yapılan her şeyden bireysel olarak suçlu olduklarını belirten hukuk kuralına göre, Rodriguez cinayetten ve cinayete teşebbüsten suçluydu. Rodrigues’in uzun suç listesinin ayrıntıları, onun bir polis muhbiri olabileceği düşüncesini uyandırıyor. O, Torres ile Sequinot’un yargılanmasından önceki sekiz yıl içinde on kez tutuklanmış ve Torres’in tutuklanmasının üzerinden iki ay geçmeden, 9 Aralık 1980’de şartlı tahliye edilmişti. Rodriguez, büyük jüriye Sequinot’yu suçlayan ifade vermişti. Ama mahkemede ne sanık ne de tanık olarak görüldü. Polis, olayın fiziksel kanıtlarıyla ilgilenirken ihmal suçu işlemiş ya da açıkça örtbas etmiştir. Cerrahlar tarafından 16 Ekim 1977’de Jacques Vielot’nun kalçasından çıkartılan mermi çekirdeği, Kasım 1980’e, Torres’in tutuklanmasından sonraya kadar alınmamıştır. Mahkemedeki bir polis tanık, bir duvarın (anlaşılan, polisin “kapsamlı” inceleme olduğunu iddia ettiği şey için fazlasıyla büyük bir engel) arkasında olduğu için hiçbir zaman ortaya çıkarılmamış dördüncü bir mermi çekirdeğinin olduğunu doğruladı. Kanıtların ağırlığı, Tom Henehan’ın, New York kenti yetkilileri tarafından örtbas edilen siyasi nedenli bir cinayetin kurbanı olduğunu göstermektedir. Torres, Sequinot ve Rodriguez yalnızca birer aletti. Bu cinayeti ısmarlayanların kimliği, hala belirsiz olmaya devam ediyor.

HHHH


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:45 Page 68

“Sovyet iktidarı, sömürücülerin ve onların suç ortaklarının 'özgürlüğünü' kaldırır; bunları sömürme 'özgürlüğünden', başkalarının açlığı sayesinde zenginleşme 'özgürlüğünden', sermayenin egemenliğini yeniden kurmak için savaşma 'özgürlüğünden', kendi ülkelerinin işçilerine ve köylülerine karşı yabancı burjuvazi ile anlaşmaya girme 'özgürlüğünden' yoksun bırakır.” Lenin, Komünist Enternasyonal ve tarihteki yeri, 1919 sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k


9-Kasım2012_Layout 1 06.11.2012 19:44 Page 1

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

t op lu m s a l e ş İ t l İ k

fiyatı 5 tl


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.