sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
işçi bülteni
2
haziran 2013 /
H metal bürokratları işçileri ve gösterileri sattı
H H
H
4. sayfa
thy grevi: işçiler inisiyatifi kendi ellerine almalı
5. sayfa
standart profil’deki direniş süreci üzerine
6. sayfa
gezi için göstermelik genel grev
8. sayfa
gezi parkı protestoları ve önderlik sorunu P
olis, 15 Haziran Cumartesi günü saat 20.50 sıralarında, Taksim Meydanı’nda toplananlara ve Gezi Parkı’ndaki eylemcilere müdahaleye başladı. Önce TOMA’lar ile su sıkarak meydandakileri uzaklaştıran polis, ardından, biber gazı da kullanarak Gezi Parkı’na girdi. Polis saldırısı sırasında, aralarında çocukların da bulunduğu onlarca insan yaralandı. Polisin müdahalesi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Sincan Pazaryeri’nde düzenlenen “Milli İradeye Saygı Mitingi”nde, “Gezi Parkı’nı boşalttınız boşalttınız yoksa polis gereğini yapmasını bilir” demesinin ardından geldi. Zira Erdoğan, İstanbul’da düzenlenecek olan AKP mitingine zafer kazanmış komutan edasıyla girmek ve oradan, tüm dünyaya “güçlü önder” mesajı göndermek istiyordu. Bununla birlikte, birkaç gün boyunca görece sakin geçen protesto gösterilerinin, Gezi Parkı’na yönelik vahşi polis saldırısı sonrasında yeni-
taksim protestoları ve kesk’in göstermelik grevi KESK
’e bağlı sendikalara üye kamu çalışanlarının 4-5 Haziran günleri gerçekleştirdiği “uyarı grevi” ve DİSK’in “AKP diktatörlüğüne karşı ihtar eylemlerinin yaygınlaştırılması” kararı çerçevesinde 5 Haziran Çarşamba günü iş bırakıp Taksim’e yürümesi, göstermelik birer eylem olarak kaldı. Oysa KESK’in, “Devlet Memurları Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”na karşı daha önce almış olduğu 5 Haziran’da bir gün iş bırakma kararının tüm ülkeye yayılan Taksim protestoları ile çakışması, yalnızca kamu çalışanları için değil; tüm işçi sınıfı için önemli bir fırsattı. Polisin azgın saldırısı sonucunda AKP karşıtı toplumsal öfke patlamasına dönüşen Gezi Parkı eylemleri, işçi sınıfının ona dahil olması durumunda, on yılı aşkın süredir AKP iktidarı eliyle sürdürülen toplumsal karşı-devrimi püskürtebilir, iktidarın işçi düşmanı baskıcı politikalarına “dur!” diyebilirdi. Ancak bu militan kitle hareketi karşısında dehşete kapılan sendika bürokratları, gerçek bir genel grev ilan ederek ona
den canlanması, Erdoğan’ın bu planını bozabilir. İktidarın, İstanbul’un neredeyse bütün semtlerinde on binlerce insanın sokaklara döküldüğü, başta Ankara, İzmir ve Adana olmak üzere, tüm ülkede kitlesel protestoların düzenlendiği bir ortamda, bir kez daha polis terörüne başvurması neredeyse kaçınılmaz. Halkın üzerine polisin sürülmesi ise, hükümet yetkilileri ile Taksim Dayanışma Platformu arasındaki görüşmeler sürecinde bir ölçüde yeniden “çevreci duyarlılık meselesi” haline getirilmeye çalışılmış olan kitlesel protestoları gerçek bir AKP karşıtı halk hareketine dönüştürecektir. AKP’nin son dayanağı: Polis terörü AKP’nin on yılı aşkın süredir uyguladığı ABD’ye yedeklenmiş dış politikasının ve içeride sürdürdüğü toplumsal karşı-devrimin, giderek artan iç ve dış basınçlar karşısında, hızla kritik noktaya yaklaştığını söylemek abartı olmaz. sayfa 2 Ü
Militan kitle hareketi karşısında dehşete kapılan sendika bürokratları, gerçek bir genel grev ilan ederek ona aktif katılım kararı almaları durumunda, bizzat kendi üyeleri üzerindeki denetimlerini yitireceklerinin farkındaydılar.
aktif katılım kararı almaları durumunda, bizzat kendi üyeleri üzerindeki denetimlerini yitireceklerinin farkındaydılar. Onlar, kendi düzenleri tehlikeye düşeceği için, bir yandan tabandan gelen basıncı boşaltırken, aynı zamanda hareketin rejim için zararsız sınırlar içinde kalmasını ve kontrollü tasfiyesini sağlayacak baştan sona göstermelik bir katılımla yetindiler. Burjuva ana muhalefet partisi CHP ile BDP ve onların sözde sosyalist izleyicileri arasında bölünmüş durumda olan KESK’in başka türlü davranması mümkün değildi. Zira işçi sınıfının da katılması durumunda gerçek bir toplumsal isyana dönüşebilecek olan Gezi protestoları, hem Türkiye’deki burjuva düzenin has partisi olan CHP’yi hem de AKP ile PKK arasındaki burjuva barış sürecini ilerletmek için varını yoğunu ortaya koyan BDP’yi fazlasıyla ürküttü. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, kitlelerin kendisini dinlemeyeceğini 2 Haziran günü Taksim’e yaptığı ziyarette görmüştü. O, kitleleri geri çekme işini DİSK ve KESK
bürokrasisi, TMMOB ve sahte sol içindeki uzantılarına devrederek alanı apar topar tek etti. “Barış sürecine zarar vereceği” gerekçesiyle, “ulusalcıların ve darbecilerin olduğu yerde olmam” diyerek protestolara uzak duran BDP’nin, özellikle son bir hafta içinde bu tavrını değiştirdiğine tanık olduk. Ama BDP’nin -muhtemelen Öcalan’dan gelen uyarı sonucunda- aldığı eylemlere destek kararı, harekete geçirdiği kitleden de anlaşıldığı üzere göstermelikti ve o, aynı CHP gibi, protestolara bir an önce son verilmesini istiyordu. CHP ile BDP’nin ve onların DİSK-KESK bürokrasileri içindeki uzantılarının hesapları, iktidarın son bir haftadır attığı adımlar göz önünde bulundurulduğunda, büyük ölçüde tutmuş görülüyor. Ama şimdilik! Yasa tasarısı ne olacak? KESK, 5 Haziran’daki iş bırakma eylemini, AKP’nin Meclis’in gündemine getirdiği ve KESK’in öne sürdüğü taleplerin sayfa 3 Ü
2
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al eş İ t l İ k
Ü “Doğu ile Batı arasında duran Türkiye, her iki dünyanın tüm patlayıcı çelişkilerinin girdabına sürüklenmiş durumda. Türkiye, yoğun kemer sıkma politikaları dayatan Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik peşinde koşarken, aynı zamanda, Suriye’de rejim değişikliği için sürdürülen ABD destekli mezhep savaşına derinlemesine bulaşıyor.”[1] İki haftayı aşkın süredir yaşananlar, kapitalizmin en derin krizlerinden birinin ortasında, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki yağma hesaplarına gırtlağına kadar batmış ve bütün varlığını toplumsal karşı-devrimin başarısına bağlamış bir iktidar altında “demokrasi”den söz edilemeyeceğini göstermektedir. İktidarın bir zamanlar sahip olduğu ekonomik avantajlar (yabancı sermaye akışı, rant ve özelleştirme gelirleri vb.) hızla ortadan kalkmaktadır. Bu durumda, AKP’nin “huzur ve istikrar” özlemini gerçekleştirmek için sahip olduğu en etkili -belki de tek- güç, on yıllık iktidar dönemi boyunca büyük ölçüde bir özel ordu haline getirdiği polistir. Taksim protestoları, Türkiye’nin, AKP iktidarının ve onun “liberal demokrat” destekleyicilerinin bütün “demokratik” hayallerinin tersine, hızla, “ılımlı İslamcı” bir polis devletine dönüşmekte olduğunu gözler önüne seriyor. İktidarın içeriden ve dışarıdan gelen tepkilere bağlı olarak attığı “mehter adımları” eşliğinde yaşanan bu süreçte son sözü söyleyecek olan, bir kez daha işçi sınıfı olacaktır. İşçi sınıfının, artık bütünüyle AKP karşıtı karakter edinmiş olan bu mücadeleye dahil olması, onun üretimden gelen gücüyle, içerideki toplumsal karşı-devrime son vermek ve Suriye üzerinde oynanan emperyalist oyunlara “dur!” demek üzere harekete geçmesi demektir. Bunun önündeki en önemli engel ise onu birer gardiyan gibi denetim altında tutan mevcut sendikal ve siyasal yapılardır. Sendikalar iktidarın hizmetinde Başta Türk-İş ve Hak-İş olmak üzere, Kamu-Sen, Memur-Sen vb. sendikal örgütler, ilk günden itibaren Taksim protestolarına mesafeli yaklaştılar, hatta açıktan iktidara göz kırpan açıklamalar yaptılar. Bankalar ve şirketler yararına işçi sınıfını ağır bir bürokratik cendere içinde hapsetmiş olan bütün diğer sendikal örgütler, “Gezi Parkı eylemleri” boyunca AKP iktidarının arkasında hizaya geçerken, hareketten nemalanmak isteyen KESK ve DİSK bürokrasileri, ona sahip çıkıyor göründüler. En son, “Gezi Parkı’na müdahale olursa
işçi bülteni
haziran 2013
genel grev ilan ederiz” İşçi sınıfının, artık bütünüyle AKP karşıtı açıklaması yapmış olan bu karakter edinmiş olan bu mücadeleye ikiyüzlü bürokratların, yıl- dahil olması, onun üretimden gelen lardır benzeri onlarca gücüyle, içerideki toplumsal karşıaçıklama yaptıklarını ama iş uygulamaya geldiğinde devrime son vermek ve Suriye üzerinde gerçek bir grev örgütleme- oynanan emperyalist oyunlara “dur!” diklerini çok iyi biliyorduk. demek üzere harekete geçmesi demektir. Bu kez de tam bir fiyasko yaşandı. 17 Haziran’da Dahası, onlar, barikatlarda polisle çatı“genel grev ilan eden DİSK ve KESK’in şan grupların dışlanmasında ve Taksim üyelerinin önemli bir kesimi işyerlerine Dayanışması’nın toplantılarında, bunu gidip çalışmaya devam ettiler. Sendika açıkça ifade ediyorlardı. KESK ve DİSK bürokratlarının bilinçli olarak örgütleme- temsilcileri, Platform’un toplantılarında dikleri bu “grev”le, iktidar karşısında kit- kendilerinden işçileri harekete geçirmelelelerin moralini bozmayı ve onları eve rini isteyenlere, “bizim gündemimizde döndürmeyi hedefledikleri açıktır. böyle bir şey yok” sözleriyle yanıt verdiler. Sendika bürokrasileri, sırtlarını yasladık- Özetle, DİSK ve KESK bürokrasileri, kimi ları sermaye kesimlerinden, siyasi iktidar- meslek odaları ve sahte sol partiler dolalardan ya da göbekten bağlı oldukları yımıyla burjuva muhalefete (CHP ile BDP) burjuva partilerden işaret gelmeden par- yedeklenmiş olan Platform’un önderliği, maklarını bile oynatamazlar. AKP karşıtı kitlesel protesto hareketini eritÖnümüzdeki dönemde işçi sınıfının kitle- mek için, iktidarın bir adım atmasını beksel bir siyasi seferberliğinin gerçekleş- liyordu. mesi, yalnızca bu sendikal ve siyasal Beklenen oldu ve onlar, 13 Haziran Percenderenin kırılmasıyla mümkün olacak- şembe gecesi Başbakan Erdoğan ve kimi tır. bakanlar ile saatler süren bir görüşme Sahte solun yıkıcı rolü yaptılar. Bu toplantıların ardından, 18 Polisin Cumartesi günü Gezi Parkı’nı bar- gündür ülkeyi sarsan kitlesel protestoların barca boşaltmasında, hükümetin bu amacı, açıkça ifade edilmese de “Gezi adımı atabilmesine olanak tanıyan, Tak- Parkı’nın korunması”na indirgendi. Bu sim Dayanışma Platformu’nun önderliği- süre içinde estirilen devlet terörü sürecinde polisin işlediği suçların (cinayetler, nin büyük sorumluluğu vardır. Platform’un önderliği, kitlesel protestola- yaralamalar ve gözaltılar) taleplere ekrın başından bu yana, harekete net bir lenmesi ise zaten kaçınılmazdı. perspektif ve program sunmak yerine, İktidar, toplantının hemen ardından, Platuzun süre kitlelerin peşinde sürüklendik- form ile anlaşmanın sağlandığını ve Gezi ten sonra, iki burjuva muhalefet partisi Parkı’nın -Başbakan’ın istediği gibi- Pazar CHP ve BDP ile onların uzantıları olan gününe kadar boşaltılacağını açıkladı. DİSK ve KESK bürokrasilerinin “önerileri” Dayanışma Platformu önderliği ise, kendi doğrultusunda, hareketi adım adım tas- “resmi” açıklamasını Cumartesi günü fiye yolunu tutmuştu. Bu önderlik, hükü- yaptı. Onun, özünde Gezi Parkı eyleminin met somut hiçbir adım atmamış olduğu adım adım tasfiye edileceğini ilan ederhalde, onunla pazarlık toplantılarına ka- ken, sokaklardaki kitlelere “dik duruyotılmıştı (onlar bunu yaparken, Platform’un ruz” havası veren açıklaması, hükümet daha küçük “radikal-sol” bileşenleri, tarafından farklı okundu. Bunu bir meymeydanda, birbirleriyle bayrak yarıştır- dan okuma olarak algılayan Erdoğan makla meşguldü). polise saldırı emri verirken, AKP Sözcüsü Taksim Dayanışma Platformu’nun sözde Hüseyin Çelik, NTV’ye yaptığı açıkla“solcu” önderleri, gerçekte, hareket ha- mada, “başbakan kendisini aldatılmış lindeki kitlelerin her şeyi altüst edebilecek hissetmiş olabilir” dedi. dinamizmi ile polis terörü arasında ne ya- Platform önderliğini böyle “açık uçlu” bir pacağını bilemez durumdaydı. Bu yüz- açıklamayı yapmaya zorlayan etmenlerden, onlar, AKP iktidarının, polis den biri, kuşkusuz, bütün bileşenlerini terörünün protesto hareketini yaygınlaş- ikna edememiş olmasıydı. Ama Platform tırmaktan başka bir işe yaramadığını gör- önderliğinin, bütün direniş sürecinde, tüm mesinin ardından “yumuşak” bir söylem katılımcıları ikna etmek gibi bir anlayışı geliştirmesini memnuniyetle karşıladılar. olmadığının onlarca örneğini sergilediTaksim Dayanışması’nın önderliğinin, ğini bilenler, bu etmenin pek de önemli kendisini fazlasıyla tedirgin eden barikat- olmadığını anlayabilirler. ların bir an önce kaldırılmasına ve Gezi Platform önderliğinin “solcu”görünümü Parkı’na çekilmeye hiçbir itirazı yoktu. Ü
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
haziran 2013 Ü kurtarmaya çalıştığı açıklamasının ardında, asıl olarak, onun AKP iktidarına olan güvensizliği yatıyordu -ki bunda haksız sayılmazlar. Onları her şeyden çok ürküten gelişme, iktidarın, “yasadışı” ve “marjinal” gruplar söylemi ile Sosyalist Demokrasi Partisi’ne (SDP) yönelik polis baskınıydı. Onlar, basında hakkında “ayaklanmaya kalkışma”, “isyana teşvik” vb. ağır suçlamalarla dava açılacağı yönünde haberler çıkan SDP gibi kovuşturmaya uğrama ve yargılanma tehditini üzerlerinde hissediyorlardı. Artık tüm ülkede hükümet karşıtı protestolara dönüşmüş olan kitlesel hareket, mevcut sendikal ya da siyasal önderliklerin, iktidarı tehdit etme potansiyeli taşıyan kitlesel protestolara önderlik etme becerisine ve niyetine sahip olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Bu sahte solcu önderlikler, Yunanistan’da SYRİZA’nın, Tunus’ta Tunus Emekçileri Partisi’nin, Mısır’da Devrimci Sosyalistler’in izinde gitmekte ve işçi sınıfının seferber edilmesiyle bir rejim değişikliğine yol açabilecek her türlü kitle hareketini boğmada burjuvazinin hizmetine koşmaktadırlar. Türkiye yol ayrımında Polisin Gezi Parkı’na vahşice saldırmasının ve orayı boşaltmasının ardından yeniden canlanan kitlesel protestolar, hükümetin yıllardır sürdürdüğü siyasi baskının yanı sıra, Avrupa’yı kasıp kavuran ekonomik krizin ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki yağmacı müdahalelerinin yol açtığı gerilimlerin bu ülkedeki yansımasıdır. ABD’nin, Esad yönetiminin kimyasal silah kullandığına ilişkin açıklamasının ardından Suriye’ye yönelik doğrudan askeri müdahalenin gündeme geldiği bir ortamda, fazlasıyla kırılgan durumdaki ekonomisiyle ve Suriye’deki savaşa gırtlağına kadar batmış durumuyla Türkiye, bu tür kitlesel halk hareketleriyle önümüzdeki dönemde sıkça karşılaşacaktır. “Taksim protestoları” bir şekilde sona erse bile, herhangi bir nedenle yeniden patlayacak olan kitlesel hareketlerinin başarıya ulaşmasının tek koşulu, sendikal cendereyi parçalamış ve yeni türde kitlesel örgütlenmelerini yaratmış bir işçi sınıfının mücadelenin önderliğini almasıdır. Bu da, işçi sınıfının sosyalist bir perspektife ve devrimci bir programa sahip enternasyonalist sosyalist partisinin inşasını gerektirmektedir. HHHH [1] Türkiye yol ayrımında, Bill Van Auken http://toplumsalesitlik.org/tr/perspektif/turkiyeyol-ayriminda
işçi bülteni
toplums al eş İ t l İ k
3
taksim protestoları ve kesk’in göstermelik grevi Ü 1. sayfadan devam hemen hiçbirini barındırmayan yasa tasarısına karşı örgütlemişti. Ama kamu çalışanlarının çalışma koşullarını daha da geriye götürecek adımların atıldığı o süreçte, ortada gerçek bir mücadele programı yoktu. KESK bürokrasisinin “mücadele programı” dediği şey, 5 Haziran’daki “uyarı grevi”nden ibaretti. Hiçbir ön hazırlığı yapılmamış olan bu “uyarı grevi”nin, AKP iktidarına geri adım attırmak şöyle dursun, kamu emekçilerinin biriken öfkesinin bir kez daha heba edilmesiyle sonuçlanacağı en baştan belliydi. AKP iktidarı, emekçilere yönelik saldırılarını daha önce pek çok kez yaptığı gibi, bir anda değil, adım adım gerçekleştirmekte, sermaye için yaratmak istediği dikensiz gül bahçesinin taşlarını tek tek döşemektedir. AKP’nin yeni yasa tasarısı, kamu emekçilerinin kazanılmış haklarına yönelik saldırının bir parçasıdır. Başarılı bir mücadele için 5 Haziran “uyarı grevi”nin, büyük toplumsal protestolara denk düşmesi, gerçekte, kamu çalışanları için büyük bir fırsattı. Onlar, sendikal önderliklerin denetimi dışında oluşturacakları taban komiteleri dolayımıyla militan bir mücadeleye soyunmaları ve Türkiye’nin dört bir yanındaki alanları ve caddeleri doldurmuş olan muhalefet hareketinin
Kamu çalışanlarının elde kalan hak kırıntılarını korumasının ve geliştirmesinin tek yolu, onların sendikal cendereden kurtulması, taban komitelerinde bir araya gelmesidir. desteğini almaları durumunda, iktidarın saldırılarını geri püskürtüp gerçek kazanımlar elde edebilirlerdi. Ama bu fırsat kaçırılmıştır. Bu durum, sözde “sol” siyasi ya da sendikal önderliklerin onlarca yıllık ihanet politikalarının kamu emekçileri içinde yol açtığı yılgınlığın ve perspektifsizliğin kaçınılmaz sonucudur. Bütün diğer sendikalar gibi, KESK’in de bugüne kadarki bütün pratiği, sendikacılığın ideolojik, siyasi ve örgütsel iflasını gözler önüne sermektedir. Kamu çalışanlarının elde kalan hak kırıntılarını korumasının ve geliştirmesinin tek yolu, onların sendikal cendereden kurtulması, taban komitelerinde bir araya gelmesidir. Her bakımdan iflas etmiş olan bu örgütlerin yerine, yeni türde kitlesel örgütlenmelerin geçirilmesi için uzun vadeli bir mücadele programının oluşturulması gerekiyor. Bu program, doğası gereği kapitalizm karşıtı, enternasyonalist ve sosyalist olmak zorundadır. HHHH
4
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al eş İ t l İ k
işçi bülteni
metal bürokratları işçileri ve kitle gösterilerini sattı M
etal işkolundaki 2012-2014 grup toplu iş sözleşmesi süreci, Türk Metal, Çelik-İş ve Birleşik Metal-İş sendikalarının birbiri ardına imzaladıkları satış sözleşmeleriyle sona erdi. Anlaşmaya ilk varan sendika Türk Metal oldu. Türk Metal, 30 Mayıs gecesi imzaladığı sözleşmeyi bir “zafer” gibi yansıttı. Sendika, “Yıllık bazda yüzde 14.5 ila yüzde 24 arasında değişen oranlarda bir gelir artışı sağlanmış” olmasıyla övünedursun, imzalanan sözleşme, gerçekte, tam bir satış sözleşmesidir. Türk Metal’in övündüğü şey, daha önce önemli bir çoğunluğu 4,64 TL / saat ücretin altında çalışan işçilerin ücretlerinin 4.64 TL / saate yükseltilmesi, ücretleri 6.31 TL / saatin altında olanların ücretlerine de, bu rakamı aşmamak koşuluyla 20 kuruş eklenmesidir. Bu son derece bu yetersiz ücret zammından başarıymış gibi söz eden Türk Metal bürokratları, üyelerinin geçtiğimiz yıllar içinde -birçok durumda sıfır zam ile uğramış olduğu devasa ücret kaybına, işten çıkarmalara ve sektördeki yaygın taşeronlaştırmaya hiç değinmiyorlar. Türk Metal’in açtığı yoldan ilerleyen sözde solcu rakibi Birleşik Metal-İş bürokrasisi de, 11 Haziran günü, Türk Metal’inki ile hemen hemen aynı koşullarla, 7 işyerini kapsayan bir sözleşmeye imza attı.; onları, Çelik-İş bürokrasisi izledi. Metal işkolunda bu dönem sürdürülen görüşmeler, öncekilere göre oldukça büyük bir önem taşıyordu. Bu süreç, işçilerin sosyal ve ekonomik hak gasplarını püskürtmeleri için bir fırsattı. Zira metal işkolundaki sendikaların “grev” kararı aldıkları süreçte Türkiye tarihinin en büyük kitlesel gösterilerinden biri patlamıştı ve bu gösteriler grevdeki işçilerin katılımıyla, sermayeye ve iktidara karşı gerçek kazanımlar elde edebilirdi. Sendikacılar, tam da metal işçilerinin böylesi bir süreçte greve çıkmalarının kitle gösterilerine işçi sınıfı damgasını vurabileceği ihtimalini gördükleri için, birbiri ardına bu satış sözleşmelerini imzaladılar. Sektördeki en büyük sendika olan Türk Metal’in yöneticileri, sözleşmeyi imzalamadan önce grev kararı almış fakat grevin tarihini hiçbir zaman açıklamamışlardı. Onlar üyelerinin bulundukları
haziran 2013
Belirlenen tarihte greve çıkmak yerine MESS ile görüşmeleri sürdürüp bir hafta sonra Türk Metal ile aynı sözleşmeyi imzalayan Birleşik Metal-İş bürokratları, sermayenin ve devletin yardımına koşma görevlerini yerine getirmişlerdir.
fabrikaları teker teker gezerek şov yapmış ve işçilerin tabanda oluşabilecek öfkesini yatıştırmaya çalışmışlardı. Türk Metal yönetimi, satış sözleşmesini, tam da Gezi Parkı eylemlerinin tüm ülkeye yayılmaya başladığı bir günde imzaladılar. Birçok sahte solcu grubun açıkça desteklediği Birleşik Metal sendikası ise, Türk Metal’in grev kararının ardından, kendi grev tarihini 3 Haziran olarak belirlemiş ve Türk Metal’in sözleşmeyi imzalamasını yerden yere vurmuştu. 3 Haziran, Gezi Parkı gösterilerinin ülke geneline yayıldığı, Taksim Meydanı’nın kazanıldığı ve sokaklardaki yüz binlerin işçi sınıfının örgütlü ve militan desteğine en çok ihtiyaç duyduğu günlerden biriydi. Belirlenen tarihte greve çıkmak yerine MESS ile görüşmeleri sürdürüp bir hafta sonra Türk Metal ile aynı sözleşmeyi imzalayan Birleşik Metal-İş bürokratları, sermayenin ve devletin yardımına koşma görevlerini yerine getirmişlerdir. 2010 TİS sürecinin ardından da Türk Metal’le aynı sözleşmeye imza atmasına rağmen birçok “sol” grup tarafından zafer kazandığı iddia edilen Birleşik Metal, bu tavrıyla, gerçekte Türk Metal’in “sol” maskeli kardeşi olduğunu bir kez daha kanıtladı. 2012’inin Aralık ayında, Renault’daki fabrika işgalini değerlendirdiğimiz bir yazıda, Metal işçilerinin, “bir kez daha sermayenin gardiyanlığını başarıyla üstlenen sağ ve ‘sol’ sendika bürokratlarının ve onların ‘solcu’ koltuk değneklerinin kıskacı altında” olduğunu vurgulamıştık [1] Metal işçilerinin bu kıskaçtan kurtulamamış olması, işçi sınıfının, sermayenin saldırılarına karşı mücadelede önemli fırsatlardan birisinin kaçmasına yol açtı. Zira sorun, sendikacıların enflasyon oranında bir ücret zammını başarı olarak sunması değil; metal işçilerinin geçtiğimiz yıllar boyunca uğradıkları zararları gidermeye yönelik siyasi taleplerle kitle gösterilerine katılmasının ve bu gösterilere damga vurması ihtimalinin engellenmiş olmasıdır. Metal işçilerinin bu TİS sürecindeki deneyimi, işçilerin gerçek kazanımlar elde etmesinin tek yolunun sendikal yapılanmayı aşmak olduğunu göstermektedir. Bültenimizin, henüz kitle gösterileri patlamadan
yayımlanmış olan Mayıs sayısında, grevin satışa uğramaması için işçileri harekete geçmeye ve taban komitelerinde birleşmeye çağırmıştık: “Yıllardır yitirilmiş olan hakların yeniden elde etmesi için, sendikaların formalite gereği ilan ettiği grevi gerçek bir direnişe dönüştürmek gerekiyor. Bunun için, sektördeki bütün fabrikalarda, sendika ya da sendikalı-sendikasız ayrımı yapılmaksızın, birbirleriyle sürekli bağlantı halinde grev komiteleri seçilmeli; grevin önderliği bizzat işçilerin eline geçmelidir. Aksi durumda, grev, hükümetin müdahalesiyle etkisizleştirilme ya da sendika bürokratları eliyle hiçbir ciddi kazanım elde edilemeden sonlandırılma tehlikesiyle karşıya kalacaktır.” [2] Bu tehlike, daha grev başlamadan gerçekleşmiş ve işçi sınıfının öncü güçlerinden metal işçilerine yapılan ihanet bir bütün olarak işçi sınıfına ve kitle hareketine bir ihanete dönüşmüştür. Yaşadığımız süreç, metal işçileri ve bir bütün olarak işçi sınıfı için tarihsel dersler taşıyor. Sendikalara güvenmeyi öğütleyen ve sözde sınıf sendikacılığını canlandırma hayalini yayan tüm sahte sol politikalar bir kez daha iflas etmiştir. “Sınıf sendikacılığı”, sendikaların şirket yönetimleriyle ve siyasi iktidarlarla tamamen bütünleştiği günümüzde tamamen temelsizdir ve işçileri her durumda sendika bürokrasilerinin gardiyanlığına teslim etmektedir. İşçiler, sendika bürokrasileri arasında özde hiçbir fark olmadığını; kendi taban komitelerini kurarak mücadeleye girişmedikçe, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek şöyle dursun, mevcut loşulları bile koruyamayacaklarını görmek zorundalar. Başta metal işçileri olmak üzere işçi sınıfının yeni türde taban örgütlenmelerini yaratması mücadelesi, aynı zamanda, sendika bürokrasilerinden bağımsız enternasyonalist devrimci bir işçi sınıfı partisinin inşasına paralel bir süreç olacaktır.
HHHH [1] Oyak-Renault’daki işgal ve sendikaların çürümüşlüğü, Servet Kazancı, Toplumsal Eşitlik dergisi, 10. Sayı / Aralık 2012 [2] Toplumsal Eşitlik İşçi Bülteni, 1. Sayı / Mayıs 2013
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
haziran 2013
işçi bülteni
thy grevi:
işçiler inisiyatifi kendi ellerine almalı 15
Mayıs 2013’te başlayan Hava-İş üyesi Türk Hava Yolları (THY) çalışanlarının grevi birinci ayını geride bıraktı. Daha başlamadan, büyük sermaye medyasının da açık desteğiyle, THY’nin ve hükümetin ortak saldırısına uğrayan grev, Gezi Parkı eylemlerinin ülke gündemine oturmasıyla gölgede kaldı. Grevin gölgede kalmasında en az kitle gösterileri kadar önemli olan etmen, greve katılım oranının düşüklüğü ve grevin geleceğinin belirsizliğidir. Grevin örgütlenmesindeki eksikliklerin, son derece sınırlı olan katılımın ve sürmekte olan belirsizliklerin başlıca sorumlusu, kuşkusuz, onu örgütleyen Hava-İş sendikasıdır. Grevdeki mevcut durumu değerlendirmek için, Toplumsal Eşitlik İşçi Bülteni’nin 1. sayısında (Mayıs) ve THY Grevi Bülteni’nde vurgulamaya çalıştığımız kimi noktaları yinelemekte yarar var. Yüzde 90 nerede? Öncelikle sorgulanması gereken olgu, 15 bini aşkın çalışanın bulunduğu THY’de, yine Hava-İş sendikasının açıklamalarına göre 14 binden fazla üyesi bulunan sendikanın, greve çalışanların yüzde 10’undan azını katmış olmasıdır. Bu durum, tek başına “şirketin baskısı”, “bir kesim medyanın grevin başarısızlığı yönündeki yoğun propagandası” gibi gerekçelerle açıklanamaz. Bunlar elbette önemli etkenlerdir fakat durumu anlamak için yetersizdir. Eğer sendika üyelerinin yüzde 90’dan fazlası -her işyerinde karşılaşılan- “şirket baskısı” ya da “karşı propaganda” nedeniyle greve katılmamışsa, ortada, sendika yönetiminin açıklama getirmesi gereken ciddi bir sorun var demektir. Yaygın ilgisizlik Hava-İş sendikasının 14 binden fazla üyesinin ezici çoğunluğu, sendika yöneticilerinin ne yaptığını bilmediği, bununla pek de ilgilenmediği ortada. Tam da bu ilgisizlikten dolayı, taslak hazırlanırken onlara danışılmış olup olmaması da bütün anlamını yitirmektedir. Öyle görünüyor ki, Hava-İş sendikası üyelerinin onunla ilişkisi, aynı diğer sendikalardaki işçilerin çoğunluğu gibi, maaşlarından otomatik olarak kesilen aidat
toplums al eş İ t l İ k
5
Havayolu çalışanları, bölüm, şirket vb. ayrımı olmaksızın, bütünüyle kendi denetimlerinde olacak taban komitelerinde örgütlenmeli; uluslararası düzeyde faaliyet gösteren şirketlerin karşısına uluslararası düzeyde örgütlenmiş bir güç olarak çıkmalıdır.
ödemeleri ile sınırlıdır. Sendika bürokrasisi ise üye için maddi külfet oluşturmayan ama toplamda önemli bir miktar oluşturduğu için önem taşıyan bu aidatları almakla yetinmekte ve üyelerinin işlere “burunlarını sokmamalarını”, yani sendikada neler olup bittiğiyle ilgilenmemelerini memnuniyetle karşılamaktadırlar. Güvensizlik THY çalışanlarının ezici çoğunluğu sendikaya zerre kadar güven duymamaktadır. Onlar, sendika ile şirket arasındaki mücadelede yüzlerini şirket yönetimine dönüp ondan medet umma noktasına gelmiştir. Hava-İş sendikası üyelerinin sendikaya olan derin güvensizlikleri, şirketin karşıpropagandasıyla ya da baskısıyla açıklanamaz. Bu, doğrudan doğruya sendika bürokratlarının onlarca yıllık şirket yanlısı pratiğinin sonucudur. Unutmayalım ki Hava-İş, geçtiğimiz yılki 29 Mayıs direnişinin ardından, çalışanların bireysel inisiyatifleriyle eyleme çıktıklarını açıklamış ve işten atılanların geri alınması için kararlı ve militan bir mücadele örgütlemek yerine, onlara bireysel olarak hukuki yollara başvurmalarını söylemekle yetinmişti. Buna karşılık, greve katılan işçiler, hem işten atılan 305 arkadaşlarına sahip çıkmak, hem de TİS, örgütlenme ve kazanılmış haklarını korumak için mücadele ediyorlar. İpleri ele almak gerekiyor Sendika bürokrasisinin tüm oyunlarına rağmen greve ve geleceklerine sahip çıkanlar, şirketin havayolu çalışanlarına yönelik saldırısının püskürtülmesinde de öncü bir rol oynamak durumundadırlar. Bunu başarabilmek için, öncelikle, THY çalışanlarının ezici çoğunluğunun sendikaya duyduğu derin güvensizliğin ardında yatan etmenin öznel olmadığının kavranması gerekiyor. Bu, sendika yönetiminin değiştirilmesi meselesi değildir; dolayısıyla, sendikaların reformu yoluyla çözülemez. Grevci işçiler, kendi denetimlerinde taban komitelerini oluşturmaz ve greve katılmayarak fiilen grev kırıcı rol oynayan arkadaşlarını da onlara dahil ederek örgütlü güçlerini genişletmezlerse, şirketin bir
sonraki saldırısı çok daha ağır olacaktır. Yeni türde kitlesel örgütler Toplumsal Eşitlik İşçi Bülteni’nin önceki sayısında, havayolu sektöründe süren saldırının uluslararası karakterini vurgulamış; THY’dekine benzer saldırıların tüm dünyada sürdüğünü ve sendikaların her durumda şirket yönetimleri ile birlikte çalıştığını örnekleriyle anlatmıştık. Avrupa’daki havayolu çalışanlarının, THY’deki grevden çok daha yüksek katılımlarla gerçekleşen ve çok daha etkili olan grevleri bile, sendikaların denetiminde kaldıkları için, ardı ardına yenilgiyle sonuçlanıyor. Sendikalar eliyle verilen mücadelelerin yenilgisinin ardında küreselleşme adını verdiğimiz uluslararası ekonomik süreçler yatmaktadır ve bu yapısal bir sorundur. Sendikalar, küreselleşme sürecinin gereksinimlerine yanıt veremiyor ve bunun, önderliklerin siyasi ya da ideolojik duruşlarıyla ilgisi yoktur. Üretimin ulusal ölçekte ve ulusal piyasa için gerçekleştiği dönemin kitlesel örgütlenmeleri olarak sermaye ile girdikleri mücadelede, “hakem” rolü oynayan hükümetlerin gözetiminde kimi haklar elde edebilen sendikalar, artık, şirketlerin ve onların emrindeki hükümetler için gardiyanlık yapan örgütlere dönüşmüştür. Bu yüzden, küresel şirketlerin ve piyasaların egemen olduğu günümüzde, onların yerini, işçi sınıfının taleplerine yanıt verecek yeni türde kitlesel örgütlenmeler almalıdır. Havayolu çalışanları, bölüm, şirket vb. ayrımı olmaksızın, bütünüyle kendi denetimlerinde olacak taban komitelerinde örgütlenmeli; uluslararası düzeyde faaliyet gösteren şirketlerin karşısına uluslararası düzeyde örgütlenmiş bir güç olarak çıkmalıdır. Aksi takdirde, sendikalar eliyle onlara dayatılan ulus, sektör ya da şirket bazında parçalanmışlık sürecek; havayolu çalışanları, küresel şirketler arasında keskinleşen rekabetin de etkisiyle giderek kötüleşen koşullarda güvencesiz çalıştırılmaya ve önceki dönemde kazanılmış bütün haklarını yitirmeye devam edeceklerdir. HHHH
6
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al eş İ t l İ k
işçi bülteni
standart profil’deki direniş süreci üzerine M
anisa Organize Sanayi Bölgesi’nde (MOSB) Renault, Ford, FIAT, Volkswagen gibi dünyanın önde gelen küresel şirketlere sızdırmazlık profilleri üretimi yapan Standart Profil fabrikasında çalışan işçiler, 13 Mayıs 2013 tarihinden itibaren yasal haklarını kullanarak Petrol-İş sendikasında örgütlenmek için fabrika önünde direniyorlar. Standart Profil işçileri, dünyanın dört bir yanındaki işçi ve emekçilerin işyerlerinde karşılaştıkları sorunlara benzer şekilde, işyerinde baskı, mobbing uygulamaları, sürekli performans dayatması, düşük ücretlerde çalıştırma, işten çıkarılma gibi nedenlerden dolayı, direnişten 6 ay önce sendikal örgütlenme mücadelesi yürütmeye başlamışlardı. Standart Profil patronu, sadece bu 6 aylık zaman zarfında, 1.200 işçiyi işten çıkardı; işçiler, sürekli bir şekilde, fabrika yöneticileri ile üretim şeflerinin korkutma, yıldırma ve işten çıkarma tehditleriyle karşı karşıya kaldılar. Petrol-İş sendikası önderliği altındaki direnişin başlamasının ardından, ilk 15 gün içerisinde 200 işçinin işten çıkarıldığı Standart Profil’de tam bir işçi kıyımı yaşanmaktadır. Direniş, Petrol-İş sendikası yöneticilerinin daha yeterli üye çoğunluğuna ulaşmadan aldığı kararla, SP1 ve SP2 fabrikalarındaki 11:00-07:00 vardiyasında çalışan 100 dolayında işçi ile fabrikadan dışında ve üretimden kopuk bir şekilde başladı; direnişe başlayan işçilerin işten çıkarılmasının ardından da, sadece onlarla sınırlı kaldı. 1.000’in üzerinde işçinin çalıştığı iki fabrikada, sendikaya üye olan işçi sayısı 500’ün üzerindeydi ama Petrol-İş Sendikası, diğer vardiyalardaki üyelerinin direnişe katılmasına “gerek görmemiş”; yani direnişi, bilinçli olarak sınırlamıştı. Petrol-İş’in bu akıl dışı tavrı nedeniyle 200 işçi ile sınırlı kalan direniş, sendika bürokrasisinin sessiz onayıyla, fabrikanın dışına itildi. Fabrika içinde “kamelya” adı verilen yerde toplanan işçiler, patronun savcılığa suç duyurusunda bulunması üzerine gelen çevik kuvvet polisleri tarafından çember altına alınarak fabrika dışına çıkarıldı. SP2 fabrika kapısı önünde bekleyerek başlayan direniş, halen, SP1 fabrika ka-
haziran 2013
Son derece kısmi bir ücret artışıyla ve işçilerin yeni taşeron şirketlerde istihdam edilmesiyle sonuçlanan bu direnişin kazanım olarak kabul edilmesi gereken tek yanı, işçisi, öğrencisi ve akademisyeni ile bütün üniversite bileşenlerinin üniversite yönetimine karşı aynı cephede, militanca yer almasıydı.
pısı önünde çadır kurarak devam etmektedir. İşçiler fabrika kapısı önünde direnişlerini sürdürürken, Standart Profil yöneticileri, öncü ve 1 yıla yakın kıdemi olan işçileri dalga dalga işten çıkarıyorlar. Onlar, işçileri işten atmadan önce ücretli izine çıkarmakta, üretimde çalışan sendikalı işçileri “ikna odaları”nda psikolojik baskı altında tutarak sendika üyeliğinden vazgeçirmeye çalışmakta, sendikaya üye olmamak koşuluyla yeni işçi alımları yapmaktadır. “Biz Türkiye’nin güçlü sendikalarından biriyiz” diyen Petrol-İş bürokratları, direnişteki işçilerin bir kısmına “isterseniz iş bulmakta yardımcı olabiliriz”, diğer bir kısmına “kendinize iş bulabilirsiniz” gibi “öneri”lerde bulunuyor! Standart Profil yöneticileri sendikanın fabrikada yetki kazanmaması için elinden geleni yaparken, sendika yöneticilerinin, somut ve kazanım getirici herhangi bir mücadele örgütlememesi ve direnişi göstermelik bir eyleme dönüştürmesi, direnişteki işçileri kendi başlarının çaresine bakmaya itti. Onlar, kendi toplantılarını düzenlemeye ve neler yapabileceklerini tartışmaya başladılar. Bu inisiyatif, yaşanılanlardan yola çıkarak üyesi oldukları sendikayı sorgulamaya başlayan işçilerin kendilerine olan güvenini arttırmaya başladı. Direnişin geleceğinin Petrol-İş’in insiyatifine bırakılmaması gerektiğinin farkına varan işçiler, sendikaya toplantı kararı aldırdılar. Onlar, bu toplantıda, başta Standart Profil’in Düzce’deki bulunan ve Petrol-İş’in örgütlü olduğu fabrikasında çalışan işçilerin dayanışma eylemleri düzenlemesini ve sendikanın bu direniş için tüm maddi olanaklarını kullanmasını istediler. Petrol-İş bürokratları, “Düzce’deki fabrikada sürmekte olan toplu iş sözleşmesinin sekteye uğramaması için”, işçilerin bu talebini “kabul edilemez” buldu. Toplantıya katılan sendika yetkilileri, direnişe maddi destek sağlanması konusunda ise, sendikanın ay sonunda yapılacak Merkez Yönetim Kurulu’ndan çıkacak karara göre erzak yardımı yapılabileceğini söylediler. Şu ana kadar sendika yöneticleri tarafından atılan tek somut adım, işten çıkarılan
işçilerin “işe iade” davası açmalarında yardımcı olmasıdır. Oysa direnişteki işçilerin en büyük sıkıntısı, yaşamış oldukları ekonomik sorunlardır. Bu nedenle, onların bir kısmı direnişten kopmakta ve mücadeleden uzaklaşmaktadırlar. İşçiler sendikanın ekonomik destei konusunda ısrar etmeli ama bürokratlara güvenmeyip, kendi denetimlerinde bir fon oluşturmalıdırlar. İşyerinde yeterli çoğunluk sağlanamadığı için, Petrol-İş sendikası, Çalışma Bakanlığı’na herhangi bir yetki başvurusunda bulunmuş değil. Öncü işçiler ise, direnişi sonuna kadar devam ettirmek ve sendikanın yetki alabilmesi için yeni işe başlayan işçileri de sendikaya üye yapmaya çalışıyorlar. Sendika bürokratlarının hiç de gönüllü olmadığı görünen bu çabanın başarıya ulaşması durumunda, şirket ile sendika arasında hukuksal mücadele başlayacak; direnişçileri yıldırmak amacıyla, süreci uzatmaya yönelik adımlar atılacaktır. İşçiler, bu süreçte uyanık davranmalı, sendika bürokratlarının kapalı kapılar ardında pazarlıklar yapmasına izin vermemeli ve şirket ile sendika arasındaki görüşmelerde yaşananların bütün ayrıntılarıyla işçilere aktarılmasını sağlamalıdır. Bunun yolu, sendika bürokrasisinin denetimi dışında bir taban örgütlenmesinin yaratılmasından geçer. Bu örgütlenme, adı -fabrika komitesi, işçi meclisi, direniş komitesi vb.- ne olursa olsun, doğrudan işçiler tarafından seçilmiş savunma, iaşe, örgütlenme vb. birimlerini oluşturmalıdır. Mücadelenin başarısının biricik güvencesi budur. İşçiler, bu örgütlenmelerini geliştirip güçlendirmek için, mevcut taleplerini, işten atılmaların durdurulması, işten atılanların işe geri alınması ve tüm işçiler için insanca çalışma ve yaşama koşulları uğruna talepler geliştirmeli; hem Standart Profil’deki hem de havzadaki diğer işyerlerindeki kardeşlerini mücadeleye kazanmalıdırlar. Direniş sanayi havzasına yayılmalı Standart Profil’in Düzce’deki fabrikasında yetkili olan sendikanın Manisa’daki fabrikada örgütlenmesinin engellenmesi, bütün şirketlerin üzerinde anlaştığı stratejik bir tavırdır. Bunun birinci nedeni, Stan-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
haziran 2013 dart Profil’in SP2 fabrikasının Bursa’daki yüksek işgücü maliyetinden kaçıp, hükümetin hazırladığı teşvik paketinde 3. bölgede yer alan Manisa’daki ucuz işgücü, vergi indirimi, sigorta teşviki gibi avantajlardan yararlanma hesabıdır. İkinci ve en az bunun kadar önemli olan neden ise, işçilerin direnerek sendikalarda örgütlenmesi durumunda, direnişin MOSB’de yer alan ve işçilerin sendikasız çalıştırıldığı VESTEL, Çukurova Kimya, DYO, Yonca Gıda gibi büyük fabrikalara sıçrama ihtimalidir. Yıllardır Manisalı işçileri düşük ücretlerde, sigortasız, 10-12 saat çalıştırarak acımasızca sömüren şirketler, bu direnişin kazanımla sonuçlanmaması için Standart Profil patronuna destek vermekte ve birlikte hareket etmektedir. Kendi işkolundaki büyük şirketlerin başka
toplums al eş İ t l İ k
işçi bülteni yerlerdeki fabrikalarında örgütlü olan Petrol-İş’in Manisa’daki direnişe sahip çıkmamasının ardında da, onunla şirket yönetimleri arasında varolan işbirliği yatmaktadır. Bu nedenledir ki, Standart Profil işçileri sadece Standart Profil patronuna karşı değil, aynı zamanda Manisa’nın güçlü patronlarına ve sendika bürokrasisine karşı karşı da direnmektedir. Yaklaşık 40 bin işçinin çalıştığı MOSB’deki bütün fabrikalarda çalışan işçilerin gözü kulağı Standart Profil’deki direniştedir. Bu direniş, uzun zamandır böyle kararlı ve anlamlı bir direnişe tanık olmayan Manisalı işçilerin gelecekte girişecekleri mücadele açısından son derece önemlidir. Bu direniş, kazanımla sonuçlananması durumunda, Manisalı işçiler için bir kıvılcım olacak; patronların ve
oKur meKTuBu Manisa Organize Sanayi’de bulunan Standard Profil fabrikasında çalışmaktaydım. 13 Mayıs 2013 tarihinde fabrika içerisinde yüz kişiye yakın arkadaşla birlikte; sendikal haklarımız ve sürekli olarak devam eden işten çıkarmalara karşı koymak için katıldığım eylemlerden dolayı birçok arkadaşım gibi işten atıldım. Direniş, 13 Mayıs'tan bu yana tüm baskılara rağmen Standard Profil'in birinci ve ikinci fabrikalarının kapıları önünde devam etmektedir. Halen içerde çalışan arkadaşlarımız üyesi olduğumuz Petrol-İş Sendikası'ndan çeşitli yöntemlerle fabrika yönetimi tarafından üyelikten vazgeçirtilerek, işten atılmaya maruz kalmaktadırlar. Fabrika yönetimi, işten atılan arkadaşlarımıza “fabrika malına zarar verme, özel mülkiyeti işgal” gibi olmayan sebepler öne sürerek hiçbir tazminat ödememiştir. Buradaki amaç dışarıda direnişte bulunan arkadaşları maddi açıdan zor durumda bırakarak direnişe son verdirmektir. Bununla beraber içerde halen çalışan arkadaşlarımıza da gözdağı vermektir ki zaten çalışan arkadaşlara, hemen hemen hergün fabrika müdürleri tarafından yemekhanelerde toplatılarak çeşitli şekillerde tehdide varırcasına telkinlerde bulunulmaktadır. Direnişin başından bu yana işçi sınıfına yakın bir iki basın mensubunun haberleri dışında basın -Manisa'nın yerel gazeteleri de dahil- hiçbir şekilde bize sayfalarında yer vermediler. Tabii ki ulusal basının işçinin yanında yer almayacağını bilirdik de, en azından Manisa yerel gazetelerinde çalışan birkaç muhabirin geleceğini tahmin ediyorduk. Manisa basınına sormak istiyorum; çarşaf çarşaf verdiğiniz Manisaspor'un haberleri yetiyor mu? Yapılan bu direniş her ne kadar basın tarafından gösterilmese de sanayi bölgesinde bulunan birçok fabrika çalışanına sesimizi bir şekilde ileterek, en azından işçiler olarak bir kıvılcım yakabilmeyi başardık ki burada asıl
7
sendika bürokrasilerinin başarısı durumunda ise ister istemez bir moral bozukluğuna ve mücadele kararlılığının zayıflatmasına yol açacaktır. Unutmamalıyız ki, sınıf kardeşlerimizin başlatmış olduğu bu direnişin zaferle sonuçlanması bizlerin elinde. Standart Profil işçilerinin desteğe ve direnişlerinin büyütülmesine ihtiyacı var. Sendikalı-sendikasız ayrımı yapılmaksızın işyerlerimizde taban örgütlülüğünü sağlayarak kuracağımız fabrika komiteleriyle, direnişi sanayi havzasına yaymalıyız. Ancak ortak bir örgütlenme mücadelesi etrafında üretimden gelen gücümüzü kullanarak geleceğimizi patronların ipoteğinden kurtarabiliriz. HHHH
yapılması gereken de esasında bu olmalıdır. Manisa gibi işçi ücretlerinin az olduğu, buna karşın çalışma saatlerinin 12 saat olduğu, iş güvenliği açısından zayıf ve işçinin her an işten çıkarılma tehlikesiyle karşı karşıya olması dayanışmayı esas kılmalıdır. Çünkü ancak işçi sınıfı kendi iradesini kararlılıkla ortaya koyarsa, sahip olması gereken özlük haklarına sahip olur. Standard Profil de başlattığımız bu süreç, ancak sınıf mücadelesinin kararlılığıyla fabrika yönetimini masaya oturtacak ve insani koşullarda bir çalışma ortamı yaratacaktır. Bunu yaparken de bağlı oldumuz sendikaya bunu hissettirerek, sendikanın değil, işçilerin gerçek taleplerini olanca sesimizle gür bir şekilde haykırmalıyız. Zira işçi sınıfı tarihinde malesef sendikaların patron kirveliğine soyunması sıkça yaşanmıştır. Bu durumu göz önünde bulundurularak sendikaların maşası olmamalıyız. Bunun için de taleplerimizi açık ve net bir şekilde iletmeli, bunları denetlemek ve ilerletmek için işçiler olarak tabanda örgütlenmeliyiz. Direniş, basın, sınıf mücadelesi, sendika gibi olguları tartışmak ve sınıf bilincimizi geliştirmek için sık sık işçiler olarak bir araya gelmeli; haftalık, on beş günlük ve aylık programlar belirleyerek somut eylemler yapmalıyız. Yapmış olduğumuz direniş sebebiyle işten çıkarılan arkadaşlarımıza maddi ve manevi olarak destekler yaratmalıyız. Özellikle maddi açılardan zarar gören arkadaşlarımız için fonlar kurarak dayanışmayı üst seviyede tutmalıyız. Sonuç olarak: Anlatılan bizim hikayemizdir, bu hikayede ne kadar kararlı ve dirençli durursak, ne kadar kendi gücümüze güvenir ve geleceğimizi ellerimize alırsak bu süreç o denli kısa zamanda başarıya ulaşacaktır.
H bize yazın
info@toplumsalesitlik.org
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al eş İ t l İ k
işçi bülteni
gezi parkı için göstermelik “genel grev” G
ezi Parkı’na yönelik son polis saldırısı, sendika bürokratlarına, kitlesel hareketi bir bütün olarak geriye çekmek için bekledikleri fırsatı verdi. DİSK ve KESK bürokratları 16 Haziran Pazar günü yaptıkları toplantının ardından (TMMOB, TTB, TDB ile birlikte), 17 Haziran Pazartesi günü için bir günlük “genel grev” kararı aldıklarını açıkladılar. Hiçbir örgütlenme ve hazırlık yapılmadan ilan edilen “genel grev”, gerçekte, işçi sınıfının en fazla yüzde ikisini harekete geçirebilecek olan bu örgütlerin önderlerinin, başta neredeyse üç haftadır sokaklarda iktidar karşıtı gösteriler düzenleyen halk kitlesi olmak üzere, mücadele etmek isteyenlerin moralini bozmaya ve onları “evlerine sokmaya” yönelik bilinçli bir hareketiydi. DİSK ve KESK üyelerinin önemli bir bölümü işyerlerine gittiler ve çalıştılar, bürokratlar tarafından belirlenen yerlerdeki eylemlere ise onların yalnızca küçük bir kısmı katıldı. DİSK üyesi sendikaların örgütlü olduğu fabrikalarda, bir ikisi hariç, grev yoktu. Oralarda üretim devam etti. DİSK’e bağlı sendikalardan eyleme tek gerçek katılım, CHP’nin elindeki belediyelerde gerçekleşti (elbette, belediye başkanlarının desteğiyle). KESK ise, “eylem” yerlerini son ana kadar duyurmayarak, üyelerinin katılımını engelledi. “Solcu” meslek odalarına üye meslek sahiplerinin nasıl “genel grev” yaptıkları ise soru işareti. Özetle, sendikacılar, kendi ilan ettikleri grevi kendileri kırdılar. İstanbul’da, KESK İstiklal Caddesi’nin sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplumsal eşİtlİk işçi bülteni haziran 2013 /
2
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Halil Çelik Yönetim Yeri Hasanpaşa Mh. Ahmet Rasim Sk. No. 21, D. 12 / Kadıköy - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 www.toplumsalesitlik.org Basım yeri Karon Fotokopi ve Ozalit, Ankara Cad. 9/A D.1, Cağaloğlu / Fatih - İstanbul Tel./faks: (212) 513 91 90
haziran 2013 Bu “genel grevler”, sendikaların, bir genel grev yoluyla hükümeti geriletme amacına ve bunu gerçekleştirebilecek güce sahip olmadığının en son kanıtıdır. Bunun bilincine varmak ve mevcut durumu olduğu gibi görmek gerekiyor:
diğer ucundaki Tünel’de, DİSK ise Şişli’de toplandı. Fakat her iki yerde de, toplanan birkaç bin kişilik kitlenin içinde, sendika üyelerinin sayısı “genel grev”i destekleyenlerden daha azdı. Üyelerini bilinçli olarak sokağa çıkarmamış olan sendika bürokratları, her iki yerde de, polisle yaptıkları pazarlıkların ardından birer basın açıklaması okuyup eylemlerini sonlandırdılar. DİSK ve KESK bürokratları, Cumartesi akşamı AKP hükümetinin Taksim Gezi Parkı’na polisi sürmesi ve kentte azgın bir terör estirmesinin ardından yeniden canlanma işareti veren kitle hareketini sönümlendirmek için harekete geçmiş durumdalar. Onların Pazar akşamı aldıkları “genel grev” kararı, neredeyse üç haftadır tüm ülkeyi saran kitlesel eylemlerin başından beri sergiledikleri “grev kırıcı” tutumlarını gizlemekle sınırlı değildir.Onlar, aynı zamanda, üyelerinin seferber olmasını engelleyecek şekilde örgütledikleri bu “genel grev”in tek etkisinin, günlerdir AKP karşıtı gösteriler düzenleyen kitlelerin moralini bozmak ve onların “eve dönmelerini” hızlandırmak olacağını biliyorlardı. Oysa, 31 Mayıs’taki direnişle ülkenin dört bir yanına yayılan kitle protestolarında sokağa dökülenler, bunu ne siyasi partilerin ne de sendikaların çağrısıyla yapmıştı. Gezi protestoları, bir yalan dünyasında yaşayan başbakanın ve hükümetin dışında herkesin hemfikir olduğu üzere, kendiliğinden patlayan eylemlerdi. Sağcısıyla, sahte solcusuyla, tüm sendika bürokratlarının seyirci kaldığı ve gerçekte büyük bir korkuya kapılarak bir an önce bitmesini bekledikleri kitle gösterilerine, birçok sendikalı emekçi de, sendikasına rağmen katılmıştı. Geçtiğimiz haftalarda sessiz kalan sendikal önderlikler, şimdi, kitle hareketini sonlandırma görevini yerine getiriyorlar. Kitlelerin geri çekilmeyen ve giderek büyüyen direnişi sayesinde Taksim’in açılmasından sonra, KESK 4-5 Haziran’da, DİSK de 5 Haziran’da, herkesin bildiği gibi, göstermelik bir grev gerçekleştirmişti. Sendika bürokratlarının hem 4-5 Haziran günlerinde hem de bugün örgütledikleri göstermelik “genel grev”ler, insanların kafasında “genel grev bile yapıldı ama hiçbir şey olmadı, en iyisi eve dönmek” düşün-
cesi egemen kılmaya hizmet etmektedir. Onlar, bu yolla, bir kez daha burjuvazinin ve onun hükümetinin hizmetine koştular. Bu “genel grevler”, sendikaların, bir genel grev yoluyla hükümeti geriletme amacına ve bunu gerçekleştirebilecek güce sahip olmadığının en son kanıtıdır. Bunun bilincine varmak ve mevcut durumu olduğu gibi görmek gerekiyor: Sendikalar, kendi denetimleri dışında patlayan ve siyasi iktidarı / rejimi tehdit eden her türlü kitlesel hareketin ve işçi sınıfı mücadelesinin önündeki başlıca engellerden biridir. Bizler, eğer gerçekten bir genel grev örgütlemek ya da genel grevin hakkını vermek istiyorsak, önce sendikaları aşmalıyız. Gezi protestoları gibi, kendiliğinden patlayan kitlesel hareketlere işçi sınıfının örgütlü ve militan bir şekilde katılması ve önderliği almasını istiyorsak, sendikaları aşıp işyeri/fabrika komitelerini kurmak üzere harekete geçmeliyiz. Kitle gösterilerini ilerletmenin tek yolu, işçi sınıfının yalnızca yüzde 5’ini temsil eden (onları da cendereye hapseden) ve bir bütün olarak işçi sınıfının çıkarlarına yanıt vermeyen sendikal örgütlenmelerin aşılmasıdır. Öncü işçilerin işyerlerinde ve fabrikalarda taban komitelerini örgütlemek üzere harekete geçmesi, bugünkü kitle hareketi geri çekilse bile, önümüzdeki daha büyük mücadeleler için elzemdir. DİSK’in ve KESK’in işçi sınıfı içinde oynadığı ve bizim yıllardır vurguladığımız yıkıcı rol, bugün tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır. Onların bu yıkıcı rolü oynayabilmesinin başlıca sorumlusu, bu örgütlenmeleri “işçi sınıfının kitlesel mücade araçları” gibi gösterip onları destekleyen sahte soldur. Son birkaç hafta boyunca yaşananlar, sendikaların ve onların sahte solcu destekçilerinin kitle hareketlerini ileriye taşımalarının mümkün olmadığını; onlardan bunu beklemenin yalnızca hayal kırıklığıyla sonuçlanacağını bir kez daha gösteriyor. İşçi sınıfı ve gençlik, önümüzdeki dönemde patlayacak daha büyük mücadelelerin başarısı için, sermayeden, siyasi iktidardan ve sendikalardan bağımsız yeni türde kitlesel taban örgütlenmelerini yaratmak zorundadır. Bu da, yalnızca enternasyonalist sosyalist bir perspektif ve program temelinde gerçekleşebilir. HHHH