Say覺 12 BM: 1,25 TL
kafaya g繹re yaz覺lar
Karalayanlar Semih Erelvanlı Efe Elmastaş Figen Uğur Dölek Emrah Sağlam Taner Türker İKİYE ON KALA Şeyda Özgür Kızıldağ Demet Aksu Onur Çapkın Sinem İlaslan Zarema Pınar K. Üretmen Emrah Ersan
Çizenler Erdem Yalçın Emrah Ersan
Oturma Odası Hayat Erkeği
Basım Yeri İzmir
Öylesine karalar dururken iş buralara kadar geldi. Büyüdük ve tekrar önünüze serildik. Takipçimiz olan bilir ki; aynı kalemlerin farklı renklerdeki mürekepleriyle donatıp durduk sayfaları... “Ekip, Ekip” diye kafa şişirdik belki ama birlikte olmayı çok sevdik. Zor zamanlarda kaleme alındı metinler. İç ve dış savaşımız birbirine girdi. Kayıplar yaşandı. Bomba, kanser ve virüs... Bu sayı onlarsız bir dünyaya adandı. Bizlere omuz veren, destek olan, okunmamız adına emek harcayan üstad ve okurlara şimdiden çok teşekkürler. Bizleri takip edin. Yazmak, bir tebessümünüzle güzel BM: Basım Maliyeti
Direnişçinin Sudokusu Semih Erelvanlı
Ne kadar mümkünse Bir çelişki yumağıdır insan. Yaptıklarıyla söylediklerini yıktığı, yer yer çizdiği karakterleri parçaladığı koskoca bir ironidir. Yaralamak isterken kirlenir, zarar vermek isterken zarar görür. Kriz anlarında belleğin derinliklerinde gizlenmiş olan "faşist" binlerce yıllık yerinden kalkar ve kelime olup ağızlardan, kemikleşip ellerden çıkar. En aydın kişiler bile otorite yanlısı, bencil, üst kimlik sahibi olurlar. Bahsettiğim durum içgüdüsel hareketlerden ziyade karşındaki kişiyi küçümsemek, kendinden aşağıya itmek adına girişilen o bilindik, fikri saldırılardır. Kadına "elinin hamuruyla erkek işine karışma" diyen, engelli olanlara fiziksel yetersizliklerini yüzüne vuran, azınlıklara kimlikleri üzerinden baskı kuran o yabani insan. Kimdir bu, günlük yaşamımızda yer almayan ama gizli saklı köşelerde yaşayan? Freud bunu id ve ego arasındaki o muazzam nokta olarak açıklar, nedenlerini sıralar ama hafızamıza kazınan bu küçümseyici araçlar hakkında bir şey söylemez. Giriş çıkış zamanlarını pek güzel anlatır ama silahlarımızdan bahsetmez. Aslında bu çok doğaldır. Her toplumun hastalıklı yönleri farklıdır. İçimizdeki faşist toplumumuzun kirli
yanıdır. Kahvede, berberde, otobüste konuşulan hâkim dildir. Onu her lanet gün duyarsınız. Küçük yaşlardaki gençlere özellikle damıtılır "götü yere yakın olandan korkacaksın", "teni kara olana güvenmeyeceksin" gibi tek cümlelik sloganlarla benliğinizi ve bilinçaltınızı kirletirler. Çevremizi ilk algılamaya başladığınız yaşlarda duyduğumuz bu dil o kadar içimize işler ki toplumsal zihnimizi (süper ego) tamamladığımız zamanlarımızda bile o faşist bilindik yerinde nefes alır. Onu zincirleriz ama öldüremeyiz. Geçenlerde oldukça hümanist bir abimizin başına geldi. Öyle biri ki; onun baktığı açıları görüp kendimi çok defa sorguladığım olmuştur. Tuvaletçilik yapan, şeker hastası bir Suriyelinin onu kışkırtması sonucu içindeki zincirler koptu. Bu topraklara savaştan kaçıp gelen birine "beğenmiyorsan dön Suriye'ye" dedi. İş büyüdü, bağrışmalar falan derken olay yatıştı. Arabaya bindik, oldukça sinirliydi. Dediklerinden pişman, başını sağa sola çekiyordu. Kendine bunları söylettirdiği için Suriye vatandaşa durmadan kızıyordu. Eve vardık, balkona geçip bir sigara yaktı.
- O söylediklerim nasıl ağzımdan çıktı hâlâ inanamıyorum. Tartışmayı izleyen biri olsaydım böyle konuşan birini çok yadırgardım ama bugün kötü adam bendim.
vermeyecektir. Bireyin yalnızlaşmasını hep psikolojik nedenlerde ararız ama sebep toplum ve onun ikiyüzlülüğüdür. İnsan neden toplumdan uzaklaşıp yalnızlığı seçer? Çünkü toplumun çoğunluğu fikir suçlusudur. Bu insanlar Ben de bir tane yaktım: her yerdeler. Maskelerinde vicdan, - Kötü olan toplumun çoğunluğu… gerçek yüzlerinde mat faşizm yatan, emYüksek sesle "tabii savaştan kaçıp pati denince yalnız kendisinin gelmişler" deyip arkadaş sohbetlerinde anlaşılmasını isteyen yalancılar. Kapalı "defolsun gitsinler, kendi memleketlerini eş isteyip mini etekli kızlara orospu adam etsinler, bize ne bundan" diyenler. deyip ayarlamak için bin bir takla atanHem de bu cümleleri Suriye'nin bugün ki lar, Almanya'da çatır çatır Türkçe durumuna gelmesinde, üzerimize düşün konuşup pazarda sohbet eden iki Arap her türlü faaliyeti devlet olarak veya Kürt'e yan yan bakanlar ve daha yapmamıza rağmen. Bunlar beynimize saydıkça yarınlara karşı ümidimi kazınıyor ve biz de kontrolümüzü söndürecek bir sürü şey bizi gizlice kirlekaybettiğimiz bir anda egomuza yeniliy- tir. oruz. Bilinçaltı, biriken en can alıcı cümEğer bu toplumda yaşıyorsak leleri çıkartıyor ve bizler yadırgadıklarımıza yeniliyoruz. Böyle bir vicdanımıza sahip çıkmalı, bilinçaltımızı deformasyondan korumalıyız. Kuytu durumda hem kendi vicdanını hem de köşelerimizdeki gizli faşisti öldürmeliyiz. onun kalbini onarmak adına sadece bu sözlerin için özür dileyebilirsin ama çoğu Tabii ne kadar mümkünse... kişi gibi egomuz bu törpülenmeye izin
Bir devrim önce kendi evlatlarını yer, tıpkı masumiyetlerimizi yediğimiz gibi efeelmastas.tumblr.com
Efe Elm astaş
FUD.FAK’tan Küçüğüm diye bana büyük geliyormuş her şey; başımı habire yukarıya kaldırışlarım, yüksek yüksek yerlere zıplayışlarım, kollarımı kocaman kocaman açıp hızlı hızlı yürüyüşlerim hep ondanmış; yetişme telaşı! Elimi tutmasınlar diye kaçışlarım da ondandı belki, belki de; ya, çocuk gözlerim zannettiğiniz gibi görmüyorsa, ya, her şey yerli yerindeyse benim için, kaybolmam da ezilmem de, korkmayın! demek istemişimdir, bilmiyorum, o günkü aklım bu kadarına yetmiş işte. Anlattığınız masalların içinde yaşıyorum zaten, hatta yeniden kuruyorum onları, da diyemezdim, haliyle, ama öyleydi; her şeyi masala katardım ben, her şeyi, cüce gibi değil, dev gibi değil, prenses gibi hiç değil, çocuk gibi anlatır dururdum, onca yıl, onca anlattıklarımdan sonra bile bana küçük, küçücük gelen tek şey, O’nun elleriydi; her gördüğümde avcuma yuva yapan iki minik kuş, ürkek iki can... benimki gibiymiş, dokunuşları acemi, okşayışları narin, küçüğüm ben nereden bileceğim, O söyledi, o gün, hamamdan dönerken; çokkk sonraları dedikleri dank edecekti kafama, ama, o gün neşe içinde anlattıklarını dinlemek bile bana yetti, o gün; yedinci hamamın, kırkıncı tasını döktükten sonra, hadi, demişti yaşlı kadın, şimdi herkesin elini öp; nasıl yani, benimkini mi de? olur mu hiç öyle şey, dedi annem; O, gözünün ucuyla bize baktı, usulca kalktı, göğsünde çaprazladı peştamalını, çocuğum, ben bile alamıyorum gözlerimi; yıkananlar, kıskançlığa namus örtüsünü giydirip döndüler sırtlarını, eğdiler bakışlarını yere, bir tek annem, başına geleceklere razı, havada bırakmadı o eli, o uzatınca ben de uzattım; göz göze geldik, diz çöktü önüme, avuç içlerimden öptü beni; işte o kuşlar, o zaman kondu, her yere, bir ben gördüm, bir O bildi. Sarıldı sonra, sırtımda elleri, kanatlandım, uçuyorum; yumdum gözlerimi, bir yasemin koktu, bir daha öptü... arındı ya artık, ağız tadı gelsin istemiş, dolandı yeniden almayacaklarını bile bile, “Buyrun!” dedi, onca insan görmedi, bir biz, yine eğildi, bütün kutuyu önüme koydu, hepsi kızdı, ama ne çok kızdı; annem, şekeri benden önce yedi, “Şekerim,” dedi sonra, üstüne basa basa, mahalleden taşınmayı göze almış, “elalemin bacak arasından çıkmayan gözü su da arıtmaz.” Ne dolansın istedim bin köşe ne de saysın parmaklarını, “Al işte şehrin göbeği, ister yıkan ister... ama kuşları bana sakla,” dedim, “onlarla masal anlatacağım ben.”
"The Bather” (Yıkanan?) (Temizlenen?) (Arınan?) nasıl isterseniz öyle çevirin ama sanırım, Oliver Voss’un bu çalışması için (Binnenalster Gölü, Hamburg, Almanya) ilçe belediye başkanı Markus Schreiber tarafından yumurtlanan bu tanım aklınızın köşesine bile gelmeyecektir; "Sevgili gölü kirleten." Onca kiri pası, o topraklarda bile, topu topu on gün sergilenen bir sanat ürününe bağlayan eril dil... alayınızın...
Figen Uğur Dölek T w itter / f udi zm ir
Leke Dallarından vazgeçip yapraklarına sorsan hepsi isyan edecek. Yeşilinden başlayacak önce ağlamaya ve sarısında tutacak kendini. Tutundukça beyazından kopartacaklar. Acı kimsenin umurunda olmayacak. Olan biten yaşamak ya da yaşamamak için. Falcıya gidecekler; kimisi bakla dökecek ve kimisi savaşın ortasında taşla yaracak gönül taşını. Ortasında çatlayacak kalbim; ölmeler bu kadar çok nereden sarıldı başıma, yazma niyetine… Bir asırda kaç kez sevilebilir ve sevginin üzerine kaç kez sevişilebilir? Yunan tanrıları düşecek gökyüzünden, bu kez beynimin üzerine dökülecek kahvem! Ellerim titreyecek ve tutmayacak dizlerim. Çünkü bunları ne düşünecek ne de yaşayacak durumdayım. Bunları ne düşünecek ne de yaşayacak durumdayız! Gençliğimizi kopardılar dalından. Gözlerimde kaybolan bir dünya var, beynimde her daim bağıran sessizlik. Bakıyorum amma göremiyorum, gitmek istiyorum amma diyemiyorum. Dönüp baktıkça ne kötü dünya! Bin değil, bir şey… Samimiyetini kaybetmeyen bir şey? Ah benim yazdıkça kanayan masalım, gene fena parçalandın. Gül ile gittin; tüfekle geldiler, kırıldı içimdeki şenlik. Susturuldu masalım. Vuruldum! Ölme olgusu silinmiş fıtratımızdan, düpedüz katletmek var. Gün ve gün düğünlerin ortasına savrulduğunu biliyorum bombaların ve şeker yerine mermi kovanları topluyor yoldan çocuklar. Aynı çocuklar, saklambaç oynamayı öğrenmeden evlendiriliyorlar. Ağlamak sana acemice gelebilir. Erkek adam ağlamaz dersen ağzını burnunu kırarım! Şehri tavaf eden tebessümlere hasret, esmer günler! Erdallar öldü, Denizler öldü, Mahirler, Hüseyinler, milyarlarca Mehmet ve ruhen ben, annem, kapı komşum da öldü hatta… Yetmedi! Asker arkadaşım öldü benim, aynı sırayı paylaştığım okul arkadaşım! Madımak’ı bilir misiniz? Keşke bilmeseniz! Sonrasında sakal bıraktı bir adam, saçını sarıya boyattı bir kadın. Değiştiğini söylediler dünyanın. Bu gün dünden çok farklı dediler. Yalan, yerli yerinde her şey. Dağınık tüm evler, kor kor ateş düştü Anadolu’nun köylerine. Bu dünyayı sevmiyorum; en az Fransa’nın Sein nehri kadar. Ne savaşlar bitiyor ne de öldürmeler! Kiremit arasına sıkışmış serçeler, toprağın altında buğday taneleri; asla güneş görmemiş!
(…) Sebep olan, kadınlar ve erkekler mutlu uyuyordu. Biz tek başımıza ölüyorduk. Ruhumuzun canı cehenneme! Sadece bu mu dersin? Acının rengi siyah diyorlar ve inanmıyorum. Ruhuma giydiğim rengârenk kıyafetlerim var. Kan lekesini ne çıkarır? Üzerimi yırtmayıp ne yapayım ben, nerede kalayım, nerelere gideyim! Üç günlük dünyada, beş günlük kahırlar yaşanıp; kalan iki kuruş uğruna ölüyor insanlık. Kabul edilmeli ve biran önce çiçeklenmeli! Zira Mehmet Pişkin intihar etti, dünyanın kirinden. Gökkuşağını katledip bir travestiyi öldürdüler ve köpeğini annesine emanet etti. Sevdiği adam yüzünden Ahmet Yıldız’ın canını aldı babası. Yazıktır ki; Hâlâ sokaklarda, salına da salına da gel! Karaköy’de evladını okutmak için gizli gizli orospuluk yapan bir kadının suratına tükürdü oğlu… Yüzündeki makyajı öyle bir aktı ki kadının: Dayanamadım! Şimdilerde anlatmak istediğim çok şey var, anlatmaya başlayıp sildiğim tonlarca satır. Yazdığım tüm kâğıtlarda öfke var. İnsanlığını kaybetmiş, yüreğinde iyilik taşımayan her şeye sitem! Biliyorum susulacak vakit yok. Konuşulacaklar ve gene aynı devam edecek olanlar öyle çok! Gidelim, götür beni. Zira bu dünyaya malulen gönderildim! Yeter. İstemiyorum. Gidelim; insanlığın ve iyiliğin kaybolmadığı; puştluğun icat edilmediği bir yer bulup gidelim. Dönmemek üzere, kahve ile…
Emrah Sağlam www.emrahsaglam.com
Sen Bana Hiç Bakmıyorsun Uzun soluklu bir felç sonrası, Sen gri çalılar arasından bana bakmıyorsun. Ben bir filme, ortasında denk geliyorum. Pas kokan güneş ensenden vururken, Sen bir şarkı mırıldanıyorsun. Sen bana hâlâ bakmıyorsun, Ben seni özlüyorum. Tahta parçaları üzerinde göz kırpıyorum sana. Sen ellerini semaya açıyorsun, Ama dilemiyorsun beni, ne tuhaf! Elimi uzatsam, Ayağımı atsam, Kıyamet kopacak. Kıblem değişecek. Ne sakıncalı iş; sana gelmek. Israrla bana bakmıyorsun, Ben bir paradoksun içine hapsoluyorum. Arabalar geçiyor üzerimden, Mağaraya kapatarak sevdiğin şarkıları. Dur demiyorsun. Bana bakmamaya devam ediyorsun. Bileğimden, saç telime kadar yaralanıyorum. Gözünün önünde eriyorum. Yarım kalıyorum. Kılın dahi kıpırdamıyor. Tüm bunlara rağmen sen bana bakmıyorsun, Ben en sevdiğim fotoğrafı sakladığım yerden bulamıyorum. Telaşlanıyorum. Sen gri çalılar arasından bana bakmıyorsun. Bakmak fiili idama çarptırılıyor. İnan bilmiyorum, hangi asrın intiharı seni sevmek. Benim kafam uçuyor. Sen bana hiç bakmıyorsun. ►Murat Yılmaz Yıldırım- Hüzün Meleği twitter / tanertrkr
Taner Türker
ZAMANI Yaşlı binayla karşılaşıyorum, şaşkınlığı gözbebeklerinde, üzerinden yayılan yaşanmışlık kokuları nevrotik bir canavara dönüşüyor, kendimi toplayıp içeri girmeye yelteniyorum. Kapıda eğilmem gerek, büyüdüğümü unutmuş tozlu masanın üzerinde hâlâ yanan lambalar... Kömürleri yaşlanmış ama inatçılar, gözlerimi asma kata yükselen merdivenlerde gezdirirken sönmüş olduklarını fark ediyorum, aslında hiç yanmamışlar, ne görmek istediğimi düşünüp zihnimin oyun oynadığında karar kılıyorum. Doğru ya, nasıl hâlâ yanıyor olacaklar, onların zamanla teker teker patladıklarını hatırlıyorum. Mutfağın yanındaki odasından çıkıveriyor bir anda oyun arkadaşım. Küçüklüğümün tüm yavan algısı olanca tatlılığıyla bana gülümsüyor. Kendimi hemen salıveriyorum, düşünmek gerekmiyor. Ona doğru atılıyorum ve her şey beyazlıyor, gözlerimi acıyorum bunca yasından sonra canı yanmaya devam eden tahta sinema sandalyesindeyim. Tüm günahlarım parkede yazıyor, dağınık ama küçük punto. Titremeye başlıyorum. Canım acımıyor sanırım bedenimi getirmeye ikna edemedim, "Keşke!"leri hatırlayıp sinirleniyorum o kadar da haksız olmadığımı anlatmam gerek, bu düşünce beni daha da haklı kılmaya başlıyor. Isınıyorum ve güçleniyorum sanırım bedenim kapıdan içeri giriyor. Sevinmiyorum çünkü gitmem gerekecek bedenim günümüze ait ortalama bir ölçüde ve yanında tüm mutsuz dünya gerçekleri. Karga tulumba beni ön bahçeye atıyor. Uyuşuğum, anlamlandırmam gerek sakince tabakadan bir sarma sigara çıkarıyorum ve yakarken köşke arkamı dönüyorum, sigaram yarıya geldiğinde gündelik dışı bir selam çakıyorum eski evrene, derken kayboluyorum yosunlu kaldırımda bana platonik aşk besleyen dünyama artezyen gibi fırlıyorum. "Merhaba solucanlar!"
ikiyeonkala.tumblr.com
BİN DOZ GECE Çok hızlı cereyan eden bir olay gibiydi, tam 2 saniye sarılı kaldı birbirine kollarımız. 03.09, günün ilk saatlerinden bildiriyorum. Masanın başındayım. Sağıma kırmızı kaplı defterimi, soluma turuncu fincanımı koydum. Saatlerdir o iki saniyeyi düşünüyorum. Olmayacak şeyler kuruyorum aklımda. Her şeyi mor sevdiğim gecelerden birinde saatler önce birbirine değip uzaklaşan ellerimiz hakkında saatlerce konuşabilirim. Herkesten ve her şeyden fazla, bunu hissetmek istiyorum. Ayık kalabilmek adına kaçıncı fincan kahve önümdeki sayamıyorum. Seninle, hiç değilse senin fikrinle bu masanın başında havanın açık ve her şeyin normal olduğu bir sabahı bekliyorum. Tanıdın beni. Elimin uzanamayacağı yerlere, ruhum uzanmayı iyi biliyor. "Hiçbir zaman olmak istediğim yerde olamamama rağmen.." Hayır hayır, bu cümleyi telaffuz etmek istemiyorum. Biledim zihnimi. Çünkü burası da fena sayılmaz şimdilik. Bin dozluk bir gecede, hayallerle beynimi uyuşturup, etkisinden çıkınca gerçeğin tokadıyla kendime geleceğim. Denize nazır değil fakat hayale müsait bu oda. 03.17, yolların tekrar nasıl birleşeceğini bilmiyorum, yoksa ayrı mı kalmalıydı? Birleşmeli mi? Böyle mi iyi? Cevap yok. Zaman geriye geriye aksa bile bu yol bir daha kesişmez. 03.49, yollar ayrı fakat birleşebilir. Birleşmeli. Gözlerini kırpmalısın karşımda ve cesurca nefes almalısın.
04.39, absürt fikirlerimiz vardı, sessiz gecede gelecek planı yapmak veya bir trene binip rastgele gidebilmek gibi. Neden kalakaldım "az önce"lerde? Sol kulağımdan içeri, dilimin ucuna takılan bir şarkı sızdı. Bir yudum kahve fincandan ağzıma, oradan mideme kadar iniyor. Duraksız, durmaksızın. Seyahat ediyor içimde. 05.21 başımı kaldırıyorum. Gece sökülmüş, el atmış güne. Güneşi yama ediyor gökyüzüne. İlkinde olmasa da ikincisinde kabul ediyorum iki saatimin burada hiçbir sonuca ulaşmayan soruları tekrarlamakla geçti. Hava aydınlandı, otoban sıcağını hissederek başlayıp güne, karışacağım kalabalığa. Bahsi geçen şu iki saniye var ya, şöyle son buldu: "Görüşürüz o zaman ya da belki, hoşça kal." , "iyi geceler". Kurulmuş yarım cümleleri derinleştirmemek için ne kadar aşağı çekilebilirse ses tonu ve ne kadar titretilmezse, o kadar uğraştım. Önemli olan çok şeyi geride bırakmış ama ileriye de gidemiyormuşçasına, gereken bu dedim. O yol bir kez ayrıldı.
twitter / cosmicseyler
Şeyda.
14
Her İnsan Hatırladığı Kadar
gün kalmıştı, neye olduğunu şimdi söyleyemem. Hava gerçekten çok soğuk ve yalnızdı. İnsanlar yine de bir yerden bir yerlere gitmeye devam ediyorlar, zamanın böylesi değerli olabileceğini tahmin dahi edemiyorlardı. 13 gün kalmıştı, ne kadar acı vereceğini şimdi söyleyemem. Dün yaptığımız planlarımız ya da dönülmez kararlarımız yoktu artık. Her şey hem çok yakın hem de eskisinden çok uzak geliyordu sisli zihinlerimize. Dağılmaya, dağıtmaya yakın bir sis… Herkesin yüzünde o tanıdık ifadeyi bulabilirdin. Farkındaydık olan bitenin ama buna alışmaya, bununla belki de hâlâ yaşamaya çalışıyorduk. 12 gün kalmıştı. Günler sadece takvimlerden koparılan birer sayfa olmaktan çıkmıştı. İki parmağımız arasındaki o pürüzlü kâğıtlar, yaşanmamış hayatlar… Eminim güneşin batmasını ya da doğmasını da kimse istemezdi. Mümkün olsaydı da asılı kalsaydı öylece yukarıda. Evlerimizin önünde birer yabancıydık, sokaklarımızda o eski çocuk oyunları yoktu. Çaresizliğimiz birbirimizeydi ama bir kendimizin çaresi değildik artık. 11 gün kalmıştı. Ben mesela bir sonraki mevsimi merak ederdim. Mümkün olsaydı acaba nasıl dururdu gökyüzünde rüzgârın göğsü. Bulutlar nasıl yeşerirdi insanların hayal güçlerinde. Yeşil bir dünyanın ya da karlı yolların resimlerini görebilir miydik? Evlerin çatılarında kuşlar kendi dünyalarını yaşıyor olurlar mıydı? Sıcak odalarımızda dışarıda yağmur varken gülüşür müydük? Kim bilir belki evet. En tuhafı da kimsenin birbirinden farkı kalmamıştı ve herkesin yüzünde aynı felaketin yorgun endişesi taşınıyordu. İtiraf edemediğimiz bir gerçek, insanoğlunun bir mirası daha... 10 gün kalmış, yollar her zamankinden kalabalık, evler ise bir o kadar sessizdi. Herkes son kez de olsa gitmek istediği yerlere yapıyordu yolculuklarını. Kısa adımlarla bile aşılabileceğine inanılan bir yeryüzünü kim bırakıp gitmek ister ki. Ama birbirimize ne tahammülümüz ne de yetecek sevgimiz vardı. 9 gün kalmıştı, insanlar neden bu zamana kadar fazladan günleri, ayları ve yüzyılları olduğuna inanıyorlardı ki zaten. Buna inanıp neden hiç bitmeyecekmiş gibi sarılıyorlardı birbirlerine. Yeni elbiselerinin içinde nasıl göründüklerinin bir önemi yok. Son model arabalarının bir önemi kalmadı. Son günlerde yapılan tek şey saymak. Evet insanlar sadece geri sayıyorlardı. Ama yine de baktığı denizde yeni dizeler yaşatan birileri yok muydu uzaklarda. Yeni bir şiir yazamaz mıydı bir başkası. Ne kadar rengi varsa bir tuvalin, üstünde yaşayamaz mıydı biri tüm yaratıcılığını. Ancak karanlığın rengi kirli bir beyazdan fazlası değil.
8 gün kalmıştı. Ben de herkes gibi her sabah sokağa çıkıyor, karşılaştığım insanların yüzlerinden kalan zamanımızı okuyordum. Geceleri uyumadan önce, daha önce gitmediğim yerleri düşünsem de yine aynı sokakları dolaşıyor, eskiden dinlediğim şarkıları dinleyip geçmişe dair ne varsa düşünmeye çalışıyordum. 7 gün kalmıştı. Bütün bu olan bitenden habersiz insanlar varsa eğer, onlardan biri olabilmek için geri kalan bütün günleri verebilirdim. Çünkü bilmek, artık kimsenin önemsediği bir erdem değil. 6 gün kalmıştı. Son günlerde diye başlayan cümleler gerçekten karşılığını buluyordu değersiz hayatlarımızda. Ama eminim böyle olmasını kimse istemezdi. Evet, böyle umuyorum. Evlerimizden saatleri atmıştık mesela, tanıdığım kimse artık kolunda yelkovan telaşı taşımıyordu. 5 gün kalmıştı. Dün yine de evimin bahçesine bir fidan ektim ve kalan 4 günde onu sulamayı düşünüyorum. 4 gün kalmıştı. Herkesin cümleleri gibi benim de cümlelerim kısalıyor. Herkes kendi kendiyle konuşur bir halde pişmanlıklarıyla baş başadır diye düşünüyorum. Dışarıdaki kızgın yağmur altında ezilen küçük fidanı izlerken aklıma hep bunlar, pişmanlıklar ve yersiz acılar doluyordu. Bugün her zamankinden daha kısa bir güne uyandığımı hatırlıyorum, hiç yataktan çıkmadan sadece düşündüm. 3 gün kalmıştı. Eminim herkes 3 deyince aklına bir adaya düşünce yanına almak istediği 3 şeyin gelmesini ister, 3 günde neler yapılabileceği değil. 2 gün kalmıştı. Ve ben daha yazacak onlarca şeyle önümdeki o 1 günü de yaşamak için son kez bahçemdeki fidana su verip yatağıma gittim. Uyandığım o son sabahı hatırlıyorum. O sabah nedense diğer günlerden faklı hissediyor ve sanki bir geri sayımın içinde de olmadığıma inanıyordum. Ne olmuştu? Kimi kaybettim anne?
ozgurkizildagg@gmail.com
Özgür Kızıldağ
Yılgın Rüzgâr Yorgunluk kokan kazağımı çıkarıp fırlattım. Kerem’in odasında bilgisayar başında uyuyakaldığını görmek şaşırtmadı beni. Son zamanlarda ne oğluma zaman ayırır oldum ne de evime. Zorla da olsa yatağına yatırıp kısa bir süre saçlarını okşadım. Öperken belki de af dilemek istedim şefkat bekleyen yanaklarından. Kapısını aralık bırakıp mutfağa yöneldim. Dolabı açınca öğrencilik yıllarım geldi aklıma. Yiyecek birşeylerin olmaması ne kadar da acı. Hafta sonu ilk işim mutfağa alışveriş yapmak olmalı. Salona geçince de hafta sonu ikinci önemli görevimin temizlik yapmak olduğu kanısına vardım. Kerem evi tam anlamıyla savaş alanına çevirmiş. Salonun halini gördükten sonra öğrencilik yıllarımdaki kendime haksızlık ettiğimi düşündüm. Yarı açık perdeyi biraz daha aralayarak başımı duvara yasladım. Evin önündeki ağaç yorgunluktan yapraklarını salıyordu, benim kadar yorgun olabilir miydi? Binanın bacasına kırılıp dökülmekte olduğunu gördüm, en az benim kadar kırgın hayata. Karşı binanın boyasıysa yılların mücadelesini bırakmış olmalı çoktan, ben bırakmamalıyım. Kerem var! Kerem’in anneye ihtiyacı var. Ya hüzünlü bakan sokak lambası kim bilir derdi ne? Çok karışık bu yaşam, en az aklım kadar. Dişlerimi fırçalarken kırışıklıklarımın derinliklerini anlamaya çalıştım. Eksilen günler kadar hızlı artan derinlikler… Yatağıma uzanıp huzurlu uyuyacağım günlerin ümidiyle koydum yastığa başımı. Yıllar öncesinde uykumun gelmesi için yastığımla birlikte yatağın tüm köşelerini gezerdim. Uykusuz kalsam da gençlik enerjisi kapatıyordu tembellikleri. Şimdiyse yastığımdan tek istediğim şey beni kısa ama rahat bir uykuda tutması. Sabah uyandığımda geceden farklı olan tek şey güneşin odama misafir olmasıydı. Bir gün misafirimi uyurken ağırlayabilme lüksüne sahip olabilecek miydim? Yataktan kalkıp yüzümü yıkamam fazla zamanımı almadı. Kerem ilgisiz annesiyle karşılaşmamak için çoktan kapıda servisini beklemeye koyulmuştu. Bu düşünceyle yüzleşmek beni hareketsiz bırakmaya yetiyordu. Bir an olsun beni bırakmayan dalgın düşüncelerimle gardırobun önüne geldim. Gözüme kestirdiğim ilk kazağı üzerime geçirdim. Bugün de yorgunluk kokma sırası ondaydı.
Sancı Bir derin boşluk benimkisi. Tarafsız bir savaş, güçlü bir düşman. Oluruna bırakmak diye birşey yok hayatımda, herşeyi boşluğa bırakmak var. Boşluk; yaralar, kırar, döker, öldürür... Boşluk; gürültüdür, sessizliktir, hiçtir, ölümdür...
Derin bir boşluğun sancısı benimkisi. Renkli bir dünyanın siyahı, Serinliğin öfkesi. Boşluk; Hiçliğin sesi, karartının gölgesi, sessizliğin çukuru, ölümün sancısı... Boşluk; sert rüzgar, lekeli beyaz, güneşsiz kış, ölümün ta kendisi...
Demet Aksu www.demmode.com
BİR PESİMİSTİN GÖZYAŞLARI Keşke yeteneğim olsa da şu sayfaya bir resim çizebilsem. En azından yazım güzel olsa, her yazınının başında bırakasım gelmese ya da yazmamayı becerebilsem. Yıllarımın geçtiği odamdan yazıyorum. Kışın en çetin geçtiği günlerden birinde, pencere kenarındaki yatmaktan yayları gevşemiş, belimi ağrıtan yatağımdan, karın yağışını seyrediyorum. Elektrikli sobamın tek çubuğu yanık ve enteresan bir şekilde olan bir gece lambam ile yalnızlığımı paylaşıyorum. Neden yazıyorum? Olur da bir gün çok büyük bir kişilik olursam bu adam zamanında ne yaşamış diye merak edenler olur diye. Bir de bir laf var “Söz uçar, yazı kalır.” Beni kimse dinleyecek mi o da meçhul ya. Arka sayfası dolu bir kâğıda yazıyorum. İsraf olmasın; belki de söz israfı yapacağım. En azından bir yerden kurtarayım dedim. İnsan düşünerek mi yazmalı ya da gelişigüzel yazıp sonra mı düşünmeli, bilemedim. Çok düşündüğüm için yazamadığım çok oldu. Aklımdaki uçup gidiyor sonra ‘’ne düşünüyordum?’’ diyebiliyordum. Bir süre düşündüm. Yazdıklarımı okudum. Bu yazıda yazar ‘İnsanın içindeki karamsarlığın onu yalnızlığa ittiğini ve ne kadar yazarsa yazsın bu halinden kurtulamayacağını söylüyor.’ Sahiden ne olacak ki? Bir gün bu yazdıklarımı kitap haline mi getireceğim? Hayır hepi topu beş-on sayfa yazmışımdır. Bundan hariç. Hadi bir de birkaç işe yarar şiirlerimi eklesem yirmi sayfayı geçmez. Ayrıca bu adamın hikâyesinden size ne! Çok mu egoist oldu? Tam da böyle istemiştim. Çünkü egoist olacaksın. Hele ki yalnız ve karamsarsan, olmalısın. Mütevazi ve sempatik görünmek neye yarar ki. İnsan da hep olduğu şeyi eleştirirmiş. Olmadığına özenirmiş kötü de olsa. Bu tespiti yapmak için deney yapmadım zaten tespit yapmak benim haddime değil. Tespit değil de bir düşünce diyelim buna. Kendimden yola çıkıyorum. Çünkü bir türlü sempatik, sevecen, mütevazı görüntümden kurtulamadım. Yazının başında da dediğim gibi keşkeler içine girdim. Değişemiyorum arkadaş. Değişmek istediğimi de bilmiyordum; bu yazıda öğrendim. Bilinçaltımın bir oyunumu yoksa bunlar. Sagopa Kajmer (Yunus Özyavuz)’in dediği gibi; BİR PESİMİSTİN GÖZYAŞLARI bunlar.. O da popüler kültürün edebiyatçısı sonuçta.
onurcapkin.tumblr.com
Onur Çapkın
oturma odası Başkent Ankara beni Ankara'da sevsene. mesela o soğuk beton binaların herhangi birinde ya da ağaçsız, gri caddelerin üzerinde, çıt çıkarmadan, sessizce, öylesine sev işte.
siyah takım elbiseli fazla ciddi insanlarla dolu semtlerden bak bana. tebessümün adeta yasak olduğu sokaklarında gülümse bana. hatta herkesin içinde gizlice sev..
mesela beni, sadece hafta sonları yaşamın var olduğu şehirlerin başkentinde sev, sanki, sanki kaçıp gidecekmişim gibi kork benden ve sen hafta sonları burada yapayalnız kalmak istemiyormuşsun gibi sımsıkı tut elimden.
Ankara’da herkesten habersizce, kendi kendimize sev beni. bakışmak için kimsenin bize bakmadığı anları fırsat kolla. el ele tutuşmak için kuytu bir köşe bulamayalım, ellerimiz üşüsün. sonra biz üşüyelim. çok üşürsek herhangi bir binanın asansöründe sakince öp beni, beraber ısınalım. beni Ankara’da sevsene.
hayaterkegi.blogspot.com.tr
Hayat Erkeği
Ortak Metin Kaldırımları arşınlıyorum, sokak çocuğundan farksızım. Düşlerimle üşüyorum karanlığın içinde. İlk kez geçmedim bu yoldan, ama bu sefer ellerim cebimde. Kâğıt parçalarıdır avuçlarımda eriyen. Sakladığım yerden çıkarsam sanki her şey aydınlanacak gibi. Bencilim, kendime saklıyorum gerçeğimi. Taşın, toprağın altına bakıyorum, kapı zilinin sesine; hangi kedi koynuna almış, hangi kilit içine, bilmiyorum, kör saklambaç, kör sobe! Hani kaldırsam başımı, biliyorum güneşin ta kendisi olsa, nafile. Cebim, cebimdeki... O kâğıtlar geliyor aklıma. aklımdan geçenleri duymamak adına sokağı dinliyorum. Çoğu zaman kafayı yediğim fakat bazen gülümsediğim kaldırımlarda yanımdan gelip geçenlerin yüzü o kadar ayıp ki, temiz kalan birkaç yanım da kirleniyor. Dayanamıyorum, bu kez onlardan kaçmak için elimi cebimden o kâğıt parçasıyla birlikte çıkarıyorum. Nihayet, kararlıyım. Dinle diyorum ağaca, dinle sen de dinle kaldırım taşı. Bencilliğimi bırakıyorum size, saklamıyorum artık gerçeğimi. Kâğıt aydınlanacak sonunda ya da utancından kararacak. Belki biraz kalırım ya da giderim, bilmiyorum. Senin için herhangi bir yerde ölebilirim. Kaldırımlar diyor şair amma akşamlarından düştüm ben senin; dizlerinin kanadığı çocukluğundan. Ter oldum başından düştüm ve geceleri kasıklarından düştüm. Senden düştüm, yara almadım. Sadece dinleyen ağaçlar değil senin adını söylediğim bahçelerim vardı benim. Hey gidi kuşlar… Bağırdın ve ben en çok sustuğum yerde kalktım ayaklarımın üzerine. Bize geceden bahset ya da hiç görmediğimiz gündüzden. Konuş, dümdüz ben! Ne acı. Seni yazdığım kâğıtlarda artık başkaları var! Ah, ne çok söylenmemiş cümle bıraktın bana. Yutamadığım, boyumdan büyük... Dar sokaklarında kayboldum, bastığım asfalt bile küsmüş, bana öyle dediler. Ne kadar zor biliyor musun? Hiç büyütemeden bıçaklamak, boğazımda düğümlediğim ismini..
Konuş hadi, konuş! Ve hâlâ dümdüz ben… Bana affetmekten bahset, seni hiç bağışlamazken. Seni içime atmıştım. Hiç inanmasalar da bana, seni ben yapmıştım. Seni yazdığım kâğıtlar… Ellerim yanıyor. Ruhum. Kalbim. Belki biraz yaşar ya da biraz ölebilirim. Senin için deli olabilirim. Düşüyorum düşlerime. Dizlerim kanıyor. Düşlüyorum. Ellerim kanıyor. Küçük bir çocuğum bu gece. Ve her yer… gece. En acı olan ne biliyor musun? Sığamadığım sisli sabahlarda sana sığınışım. Tekrar tekrar işlediğim, en vazgeçilmez günahımdın sen. Yollarına soyunduğum kanlı bir nefes... Kimse gelmedi kayboluşlarımın ardından, sarmaşıkların ölümü yazdığı dikenleri budayan da olmadı. Sadece aşk vardı yankılarımın içine kusan... Ekşi bir kırmızıydın sen bacaklarımdan sonsuzluğa akan. Nehirlerim doğdu kanattığın her bir yaramdan. Şimdi o kollar yeni yaşamları hiçliğe itilirken yitirdiğim çocuklarım ağlıyor. Sancım ruhumun seyridir, ben bitkin seyrüsefer... Bunun adı yok, konmayacak; dokunuşu olmayacak, öpüşü; sezersen ne âlâ, örtersin belki üstümüze; sarılmalardan öte, kucaklaşmalardan; candan içeri, o kadar. Bütün hiştt’ler, benden önce. Sense... Var olmasan yok olduğun gibi. Ben görebileceğim her anı kovalarken, elimde bana bıraktığın keskinlik olsa ve dolansa boynunda; ince bir kırmızı aksa boynundan aşağıya, Su katılmamış ve en derinden kırmızısıyla öpsem boynunun aynı yerinden, inan hiç şikayet etmem. Tırnaklarımla tırmanır mutluluğun zirvesine sonra hızla düşerim. Ezberlediğim düşüşlerden biri sanıyorken bozulur ezberim çünkü parmak uçlarımla bulandım içine düştüğüm bu en dengesiz arafa. Acınası bir yalnızlık manifestosudur bu. Artık ne söylesem afaki, kulaklarından içeri sızsın istiyorum, avuç içimden, çok içime işlemiş şu... Ruhum acıyor. Kalbim çok keyifsiz, son günlerini yaşıyor. Sessizlik var içimde, konuşmam gerek. Yalnızlığımı çığlığımla bölmem ve sonra da yeniden boynuna, dudaklarımla dokunmam gerek. Neye yarar değil mi? Çok içime işlemişken… Küllerinden yazıyorum. İçim, içine düştüğüm bir yer. Hangi ara boğulmak istesem sana yüzerim ben! Sesine seranad yapacak gitarın tellerinde tüm öfkem! Artık konuşma ve çal beni. Tut ki seni bulduğum nidalarda kesildi bileklerim: Sana öldüysem; cennet bilirim! Öpüşlerine geldim. Dudakların adımla ıslatılmışken artık gidemem! Düştüğüm o en derin çukurun başında beni bekler mi acaba gözlerin? Mühim değil. Gölgeni gölgeme yapıştırdım ben, siluetini sırtımda taşıyorum. Yine de iyileşmeyen bir şeyler var. Adını sen koy. Dedim ya sokak çocuğundan farksızım. Ürkek, utangaç. Kızgın, kırgın. Damarlarımda soru işaretleri kalbime batan. Kalbimde diş izlerin, kanayan... Üşüyorum düşlerimde. Düşüyorum... Sana, hep sana. Elimi açıyorum ve kar beyaz sayfayı geceye... Hoşçakal en masum günahım, seni sana bırakıyorum.
Aden Bahçesi Babanın özsuyu annenin rahminde yolculuk yapar. Adını bile senden habersiz koyarlar. Belki istemediğin bir süreci yaşamak zorunda kalırsın. Yaşamı anlamlandırmaya çalışırken eylemin ta kendisini de yitirdiğin olur. Doğumun senin için nasıl belirsizse, ölümün de öyle olur işte. Bu süreç boyunca insanlar, canlı kalabilen yerinin çoğu zaman farkına varamaz. Çünkü her yaptıkları eylemin amacı ölümden kaçıştır. Gecikmeyen tek şey ölümdür ve bu fikir bana her zaman mükemmel gelir. İnsanoğlu, birbirlerinin günahına ortak olan Âdem ile Havva kadar cesur olabilse yeter aslında. Attığın her adımın bir bedeli olacak elbet. Aden bahçesinden kovulacağını bile bile o elmayı yiyeceksin mesela. Etrafını sahici yalancılar saracak. Yaşamını anlamlı kılabilecek tek şeyin sevgi olduğunu keşfetmen çok zaman almayacak. Ağızlarınızın içinden birbirinizi tüketene kadar bu böyle devam edecek. Sonra kendi yoluna devam etmen gerektiğini söyleyeceksin. Yapabildiklerin kadar olup, yapabileceklerin için adeta kanının son damlasına kadar savaşacaksın. Sonra çok yüksekten düşeceksin. Yükseklere çıkmak için verdiğin çabanın bin katını battığın çukurdan çıkmak için harcayacaksın. Çünkü ölüm hissi yakanı hiç bırakmayacak. Kendi mezarını hayal edeceksin bir süre sonra. Yaşamın boyunca varoluşuna bir anlam yüklemeye çalışacaksın ve bu his seni yiyip bitiren bir kanser kadar yorgun düşürecek. Solucanların göz yuvalarında kımıldayışını hayal etmek garip bir haz verecek sana. Yaşamı yok eden ölümün kudreti seni büyüleyecek. Yaşarken ölümün geleceğini bilen insanlara imreneceksin. Hayatta gerçekleştirdiklerini, yaşanmışlıklarını, bitişlerini de kendinle birlikte toprağa gömeceksin. Bedeninin üzerine Tanrı'nın bereketi yağacak sonra. Bir tohum olarak toprağa düşeceksin yine. Başlangıcından sonuna, sonundan başlangıcına doğru...
Havva'dan Adem'e. Bütün günahlarımızı boynumuza astık. Belki ağırdı ama pişman olmadık Bir ip yumağının iki farklı ucuyduk. Birbirimize doğru yuvarlanmamız gerekiyordu. Birden düğümlendik, düğümler karıştıkça çözmeye çalışmak zorlaştı. Bir oyun yazdık, sahneye koyanı da seyircisi de bizdik. Bazen sadece sen seyirciydin. Her an oyunun sonunu beklemeden çıkıp gidebileceğini düşünen o küstah seyircilerden. Her an çıkıp gidebileceğini düşünmen yanılsamadan başka bir şey değil, sevgilim. Kendi yazdığın oyunda bile özgür değilsin. Yine de hep yoğun yaşayacaksın. Ruhunun magmasına ulaştığında patlayacaktı fay hatların. Bu yüzden yaşamın hep çarpık hep yamuk kalacaktı. Birlikte sevinçli acılar çekeceğiz. Hüzünlü sevinçleri arkamızda bırakırken, zamanı da öldürüp intihar süsü vereceğiz sevgilim.
Twitter / sinemyomama
Sinem İlaslan
SU KADAR AZİZ OL EVLADIM Masal anlatma bu gece bana. Sıkıldım yalanlardan. Maskelerden. O masallar ki, rüyalarımın en gizli geçitlerden fırlayarak önüme… her gece tırnaklarını geçirip ruhuma, etime… çocukluğumdan beri bir kukla oynatıcısı gibi tutarak iplerimden… bu kadın olmama neden. Duymak istemiyorum bu gece en masum günahları. En gizli arzularıma tutunup kulağıma hiç durmadan fısıldayan masal kadınları. Saatler on ikiyi vurduğunda her şey dönerken özüne, eski püskü haline. Gece yarısını çoktan geçmesine rağmen camdan ve şeffaf ve çekici kalan tek şey bir ayakkabı iken. Ayaklarının dibinde eğildiğini görmek için avının. Camdan ayakkabısını atarak bir olta zerafetinde merdivenlere… Ya da KIRMIZI şapkası ile orman yolunda cezbederken en vahşi adamı, adresini verirken hiç çekinmeden arsızca. Bana öğretirken yürümem gereken yolları. Kurtlara soracağım cilveli soruları. Sebep olurken yaşlı bir kadının çiğ çiğ yenmesine… Dünyanın en güzeli olduğunu haykırırken tüm dünyaya. Hem de ancak -kadınolduktan sonra bunu fark edebilen bir ayna sayesinde. O aynanın hayranlığını çalarak üvey annesinden. Böylece öz olmamanın cezasını keserek. Yedi cücesinin aynı anda onu sevmesini fırsat bilerek. Ve tüm sevenlerini aynı anda idare ederek. Mutlu mesut sığınan saf duygular kulübesine. Karşı koyamayıp zehirli –cennetten kovulmamıza neden- elmaya, dalarken derin ve dipsiz uykulara. Yakışıklı ve zengin prensi öptüğü anda silerken hayatından iyi kalpli cücelerini.
Uykulu düşlere düşerken Alice. Ve küçülüp büyürken hayat durmadan önünde… Bu küçük, sevimli, masum şırfıntılardan daha fazlası olmalıyım. Daha yükseklerde, hepsinin üstünde… Masallarla işimiz yok. Fahişelerin ezeli ve ebedi Tanrıçası olmak var sırada. “Su” olacağım bu gece. Varlığımla hayat bulacak her aşk. Yokluğum, ölüm olacak. Bir göl kılığında çıkacağım karşına. Sakin bir huzuru taşıyarak ruhumda. Sessiz ve damla damla. Bakarken gözlerime, kendini bulacaksın. Bozmamak için görüntünü nefes bile alamayacaksın. Suyun içindeki ateş olacaksın… Benim içimde arınırken, seni sana anlatacağım. Görüntünü var kılacağım. Ben sen olacağım. Seni sana sunacağım. Eksik parçanı bulacaksın bende. Gidersen hep yarım kalacaksın… Ve en eski aşk oyununun içine hapsedeceğim seni; tutkuya, şehvete… seni sana aşık kılacağım… mavi olacak öpüşlerin ölüm olacak vaz geçişlerin…
Pınar K . Üretm
en instag ram.c om/ blond espon ge
Ye n i D ü n y a D ü z e n s i z l i ğ i Herhangi bir gün. Hayat, belki. Belirsizlik. -Ne düşünüyorum biliyor musun? -? -‘’Bayramlarda çocuklara dağıtılan harçlıkların, kapitalist nesiller yetiştirdiğini’ ’dedi Kera. Metalaşan dünya hakkında ciltler dolusu ansiklopediler yazabilirdim. Ama şimdi ne çocuklar umurumdaydı nede insanlık. İlerde yüzlerce insanın ölümüne sebep olacak komutanları veyahut tüm insanlığın kemirecek olan yamyamları düşünüyordu hala ne garip. Hiç oralı olmadım. O an ellerimin oldukça değiştiğini fark ettim. Tanıyabildiğim tek uzvum da artık özünü terk ediyordu. Korkmadım, en iyi bildiğim yerden başladım. Acıdan. Bu hayatta ki ilk adımımı uçuruma attığım adan itibaren tüm vücudumu kaplayan acıdan. Kibritin kanaması. Buruşturulup atlan sigara paketinin düşüşü. -Buradan çıkarsak Acı Çekme Sanatı adında kitap yazacağım. Diye böldü düşüncelerimi Kera. -Çıkış kapısı ölüme açılıyor biliyorsun. -‘’Ölüm geliyor aklıma birden ölüm. Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.’’ Demiş zamanında Süreya. Gözlerimi Keraya çevirdim. Kera defalarca okuduğu kitaptan saçlarından gözükmeyen kafasını kaldırıp gözlerini bana dikti. Süreya ne güzel adamdı. Bunu ona hatırlatmadım. ...
Gemide- Soundtrack twitter / tanertrkr
Taner Türker
Bana “Çeşme” deseydin nereden mi başlardım? Herhalde cırcır böceklerin o ritmik seslerinden veya terastaki rengârenk çiçeklerin hafif kokusundan... Belki de lodos zamanı yazlığımızın duvarına vuran begonvil dallarından ya da sahilimizin irili ufaklı, keskin taşlarından... Fazla mı poetik oldu dersin? O zaman güneşin yakıcı sıcağında, lüks villa inşaatlarında ekmek parası için çalışan insanlardan bahsederdim ve üstü açık arabalarda dolaşan ötekilerden. … Memleketinden bavulsuz gelen ve kendini ifade etmeyi bile beceremeyen garson çocukları anlatırdım sana, turistler için ayrı fiyat uygulayan uyanık esnafları… Aklımdan hiç çıkmaz sıcak çayın yanında damla sakız kurabiyesi, soğuk ama pırıl pırıl denizi , havada iyot kokusu, eski çamlarda sevişen kumrular, marinanın balık restoranları ve sisli havada bile karşıdan parıldayan Sakız adası... Ama hangisi senin Çeşme’n diye sorsaydın ananemle onbir kahvesi derdim... Ben buraya aitim.
Zarema
ERDEM YALÇIN Kendi arzusunda yabancılaşmanın öfkesi,sadistçe kesilmiş bir başın kucakta belirmesiyle karşımıza çıkar. Durum bildiğimiz freudyen bir huzursuzluk da değildir. Figürler,uygarlığa olduğu kadar dünyaya da yabancı;adeta dünyaya yeni düşmenin anlamsızlığının öfkesiyle çıldırmış gibidirler.