kendime açtığım kapıdan geçemiyorum
basım yeri izmir
efe
kapak-tasarım
çizenler
tugay doğrayıcı gamze aydın beyza kocaoğlu tarık yetiş serbest efe zeynep yıldırım
karalayanlar
zeynep yıldırım efe hayri saraç fatih yamantepe gökhan toker muhammet aldemir serkan üstündağ göktürk yaşar aykut akgül
Bir yanlışın peşinden koşuyoruz. Bu zaman, bu yer, bu toprak kimden yana? Anlamak, bilmek her zamankinden zor. Sisli bir yolun yamacında yürürken uçurum hemen yanıbaşımızda. Görüyor muyuz? HAYIR! Hissediyor muyuz? Evelallah! Ölüm sadece kanı fışkıranların anlayabildiği bir durum. Bilmek, biz nefes alanlar için yetersiz. Denemek ise bir akşam gezintisi kadar sıradan. Bir bardak meyve suyu veya bir Sürmene bıçağı kadar habersiz. Bak bu yazım şeklini bir yerden anımsayacaksın çünkü bu cümleleri yazdıran aynı itki, aynı isyan. Kimler geldi, geçti demeyeceğim. Gelen geldi, giden gidiyor ve bizler kalakalmışlığın ağırlığıyla, olası bir kalkışmayı biriktiriyoruz. Daha-daha-daha yaşamak adına kimler yitecek, bu belirsiz. Hükmeden zamansa elbet eller bizleriz AMA... “Ama”dan önceki kelimeler yalan derler. Yalan değil. Sadece sapkın. Alacaklarımız var.
Yaratıcılık, Yetenek, Sanat ve Ekim ayının ortalarında bir haber okuyorum; “Üniversitelere girişte 14 bölümde yetenek sınavı kaldırıldı”. Güzel Sanatlar Fakültelerine yetenek sınavı ile öğrenci alan kimi bölümleri de ilgilendiriyor haber. Şaşırmış değilim ama sosyal medyaya yansıyan tepkiler dikkatimi çekiyor. Sanki o kadar nezih, sahih, gelenekleşmiş bir sanat hayatı var da Türkiye bu nedenle sanat alanındaki gelişimi sekteye uğrayacak gibi bir eda. Oldukça sert açıklamalar peşi sıra geliyor. “Sanat”, “yetenek”, “sınav” yan yana geldiğinde oldukça gerilim yaratıcı bir üçlü olmasına karşın konuya takılıyor zihnim. Üniversitelerin sanat eğitimi vermesi ve bunu bir diploma ile onaması sonucunu düşünüyorum, bizatihi tüm okulları. Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) ve Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerinden derlenen bilgilere göre, Türkiye’de 2017 itibarıyla 15-24 yaş grubunda yaklaşık 13 milyon kişi bulunuyor. Genç nüfusun ihtiyacı bir anlamda eğitim ve iş demek. Öğrenciliğim dâhil öğretmenliğim boyunca, bir okul çatısı altındaki çocuk ve gençleri yıllarca gözlemişliğimin huzursuzluğu ile bir
şeylerin yerinden oynamış kaya parçası gibi olduğunun farkındayım. Sınıflarda çocuklar bilgiyi yaşamsallığa dönüştürememekten sıkılıyor, öğretmenler kendi öğretim metodlarını gerçekleştirme konusunda çekimser, gençler atıl enerjileri ile sıkılıyor, “ders” denen şeyi mecbur oldukları için yaptıkları sürece de öğrenmenin ve keşfetmenin keyfini bir türlü tadamıyorlar. Oysa ne tuhaf bilgisayar oyunları oynarken İngilizce öğrenmiş bir çocuk tanımışlığım var. Eğlenirken öğrenmek, istediği şeyi yaparken ihtiyaç hissederek öğrenmek diye bir gerçek bu. İhtiyaç ne büyülü bir sözcük değil mi? Peki, yetişkinlerin, çocukların, gençlerin ihtiyaçlarını ne belirliyor? Aslında halktan birisinin bunları düşünmesine gerek yok diyor sistem. Çünkü bu işleri düşünüp planlama yapanlar var. Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) açıkladığı istatistiklere göre, Türkiye’de 2017-2018 öğretim yılında üniversitelerde 7 milyon 560 bin 371 öğrenci eğitim alıyor. 51 Devlet Üniversitesi ve 24 Özel Üniversite’de Güzel Sanatlar Eğitimi verilmekte.
Okul Denen Muamma Büyükşehirlerde pek çok sanat merkezi “Güzel Sanatlara Hazırlık Kursları” ile gençleri bu sınavlara hazırlıyor. Ortada çok ciddi bir sektör var bir anlamda. Yetenek sınavlarının kalkması ise Güzel Sanatlara Hazırlık Kursları’nı da işlevsizleştirecek.
Bir atölye çalışmasına katılırsınız. Uzantısında workshopları takip edersiniz. Biraz öğrendikten sonra size “Eğitimcinin Eğitimi” sertifikasını sunarlar. Artık siz de eğitim verip para kazanabilir hâle gelirsiniz. Gerçekten olay bu mu?
Örtüşmeyen bir şeyler var bu denklemde, samimiyetini yitirmiş bir akış. Yetenek sınavlarının kaldırılmasına tepki veren sanat çevreleri yıllardır sanatsal anlamda çoraklaşan plastik sanatlar piyasası hakkında nedense sesini çıkarmadı. Bir biri ardına kapanan sanat galerileri söz konusu iken resim sergilerinin çıtasını salt Bienal, Contemporary ve sanat fuarları çemberine dayamış olduğundan genelde de büyük organizasyonların sunduğunun sanat olduğu gibi bir kanı da yerleşik. Bu açıdan bakınca kültürel değerlerin kendiliğinden gelişimi, yerel unsurların sanat içinde yaşatılması gibi şeylerden söz edebilir miyiz? Alternatif hareket olarak gördüğüm tek organizasyon ise Deniz Beşer’in koordine ettiği “Açık Stüdyo Günleri”ydi bu süreçte.
Pek çok insan o kurs senin, bu kurs benim diyerek etkinlikten etkinliğe koşar hâle gelirken acaba kaç kişi bu eğitimlerden istediği hedefe ulaşabiliyor? Ya da gerçekten hedefi olanlar bu yolu mu izliyor?
Son yıllarda insanları cezbeden bazı sözcükler var; ‘Atölye& Atelier’, ‘Workshop’, ‘Eğitimcinin Eğitimi’... Özünde çok masum gibi görünen bu etkinliklerin çoğulluğu bana şunu düşündürtüyor; eğitim büyük kandırmacalı bir pazar olamaz mı?
Geçen günlerde edebiyat dünyasında yaşanmış bir diğer polemik de “yaratıcı yazarlık” polemiğiydi. Hızla yükselen “eğitim verme” eğilimi edebiyat alanında da yükselen bir trend. Çok kısa bir google araması ile bu yelpazenin ne kadar geniş ve ödeme meblağlarının da ne denli kabarık ücretlere tekabül ettiğini görmek mümkün. Ancak genç yazarlardan gelen kimi eleştiriler ile az çok tartışıldı bu konu. Resim, heykel gibi görsel sanatlara nazaran edebiyatın da daha canlı bir dokuda olduğunu düşünüyorum ülkemizde, zira eleştirinin olmadığı bir sanat disiplininde canlılıktan söz etmek mümkün değil. Sanata ilgi duyan, kendi yaratıcılığını geliştirmek isteyen insanın ise yara-
tımını değerlendirme yolunda hangi yolu izleyeceği tam bir muamma. Zira üniversitede herhangi bir sanat dalına dair öğrenim görmüş olsanız dahi aldığınız diploma sizi bir sanatçı yapmayacak. Niteliği yaptığınız işler belirleyecek. Tabii ki sanatsal çalışmalarınızın sanat çevrelerinin onay mekanizmalarınca takdir görmesi ve değer bulması ise engelli koşunun olası handikaplarından biri, hatta bunun için de sihirli bir sözcük var aslında; Networking. İş dünyası için çokça kullanılan bir terim olmasına karşın çağımızda pek çok alanın temelinde etkili network ağınız. İş dünyası demişken bu alanda ilgimi çeken bir kavram var son dönemlerde; “Blind CV”, şöyle açıklanıyor; “Uzmanlara göre standart işe alım prosedürlerinde adaylara görünüş, eğitim, cinsiyet, eğitim, ırk gibi pek çok kriter nedeniyle önyargıyla yaklaşılabiliyor. Bu da yanlış kararların alınmasına neden oluyor. Blind CV adayın gelişim süreci ve yetenekleri dışındaki tüm kriterleri elemek ve sadece bu ikisine odaklanmak anlamına geliyor.” Yayınevlerinin dosya değerlendirmesi yaparken bu yöntemi kullanması hâlinde neler olacağını hayal ettim bir an.
Ya da dergilerin… İki binli yılların dünyasında yapay zekanın, bilgisayar teknolojisinin ve dünyanın her yerinde olan bitene ulaşma imkânlarının geliştiği bu zamanlarda geçmişin algısı ile yargılamak ve düşünmek insanları ne kadar geliştirecek ve ne kadar hedeflerine ulaştıracak bilemiyorum. Dünyanın bir yerlerinde artık aileler çocuklarını “homeschooling/evokulluluk” sistemi ile kendileri yaşayarak eğitiyorlar. Pek çok üniversite araştırmalarını, derslerini internet üzerinden ulaşılabilir kılıyor. Bilgiye ulaşmak için giderek daha az “okul” denen bina/sisteme ihtiyaç duyacağız. Peki, dünyada giderek sivilleşme eğilimli bir bilgi, eğitim, öğrenim trendi varken neden acaba hâlâ sanat alanında kişinin yarattığı ile izleyeni, takip edeni, okuru ve alıcısı arasına kurumlar, onaylayıcılar gibi mekanizmalar yaşatılmak istenir ve bu sanatseverlik adına yapılır anlamış değilim.
zeynep yıldırım
tugay doğrayıcı
Sahipsiz Şişeler Ne Anlatır? Onlar ülkedeki en yaygın, canlı itaatsizlik hareketi. Gecenin karanlığında, sote bir yerde, bazen tek kişi, bazen ikili gruplar hâlinde faaliyetteler. Bir merkezleri yok, dernekleri yok. Hatta toplantıları bile yok. Bildiri, manifesto zaten hak getire. Hemen yanınızda, apartmanınızın altında ya da sokağınızın başında. Onlar her yerde. Şişeciler. Her sabah işe veya okula giderken muhakkak onların protesto sembollerine rastlamışsınızdır. Halbuki gece onları gördüğünüzde yüzüne dikkat etmeyeceğiniz, başınızı çevirip birbirinizi görmemeniz için dua ettiğiniz cinsten kişiler tarafından icra edildiğini bile hatırlamazsınız. Kaldırımlarda, köşelerde dik şekilde bırakılmış bira şişelerinin sahipleri… Bunlarla mahallenizin, gittiğiniz sokakların neredeyse tümünde karşılaşmanız mümkündür. Bazen üstleri soyulmuş ya da tırnaklanmış olabilir. Önemli bir nokta ise Tek ve Dik olmalarıdır. Eylemden arta kalan flama, döviz veya bayraklar gibi çevresinde atılı birkaç sigara izmariti de mevcuttur. Kesinlikle tesadüf değil. Bir direniş ve mücadele anlamı taşır.
Hiç yoktan sade, sessiz bir isyandır. Peki bu şişeler ne mi anlatır? Kuşkusuz içinde yoğunlaşmış bir anlam katmanı mevcuttur. Yalnızlığın ve çaresizliğin garip bir çıktısı oldukları gibi, hayatımızda olmazsa olmaz diyebileceğimiz şeylere sahip olamamanın tuhaf bir yoksunluğunu işaret eder. Sistemin dışlayıcılığını ve kurduğu oyununun kurallarına uymayanları nasıl çiğneyip attığını… Yoksulluğu ve belki de cebindeki son parayla alınan bir şişe biranın; dünyadaki birçok kavramdan, felsefeden, iktidardan, ideolojilerden ve dinlerden daha anlamlı olduğunu. Bugün kendisinin oturduğu o köşe başında yarın senin de oturabileceğin ihtimalini… Kaybetmenin bir tesadüf olmadığını, kaybedenin ise elinden gidenleri yerine koyamadığını... Yok sayıldığı, görmezden gelindiği bu koca dünyada, en azından başı dik duran bir şeylerin ayakta kalabileceği ihtimalinin ümidini anlatır. O şişelere bakıp düşünün. Kazananları, muktedirleri, müesses nizamı ve diğerlerini. Ve eğer isterse diğerlerinin neler yapabileceklerini…
efe
Birkaç haber! Görselde yer alan, güler yüzlü fotoğraflar Kimi dört kardeşiyle yan yana çekilmiş, kimi bir oğlu, bir kızıyla… Bir tanesinde, sahil gezintisinden arta kalan bir anı, diğerindeyse eğlenceli bir akşam muhabbeti. Her ne olursa olsun, yaşamaya değer saatler geçmiş başlarından. Ayakta kalmaya, nefes almaya değecek hatıralar… Şimdiki zamanda vazgeçmenin adı yok. Vazgeçmek, açlık ve borç kadar olası. İşsizlik ve yoksulluk kadar sıradan. Basit bir meyve suyu veya vergiler kadar yakın. Tercih etmek kadar özgür Ölüm kadar sert. Kapıya bırakılan bir not kadar narin Öylesine ki… Anca mahalle bakkalının teşhis edebileceği kadar kimsesiz Komşu tanımazlığı kadar habersiz bir gidiş. Toplu intiharlar kuşağında ülkem, bir nefeslik sıhhat mi bahşeder? Etmez elbet. Etmeyecek Bir şeyler öyle veya böyle bitecek efe
NOT: İntiharlar hâlâ devam ediyor. Her gün bir yenisi daha eklenerek… Basının sesi “özendirmemek” adına gene kısıldı ama vazgeçişler bitmiyor.
Hayri Saraç
Yakın zamanda Bildiğin Gibi Değil-2 Rap fanzini ile dikkatleri üzerine çeken bir iş çıkardı. Biz de ondan bir liste rica ettik. Sağolsun kırmadı. Fanzine ulaşmanız dileğiyle...
RapList
Ağaçkakan - Herr Neys e (feat. Kutay Soyocak) Ağaçkakan - Betamaks Ağaçkakan - Lüzumsu z Farazi & Kayra - Bir Gü nlük Öldürün Beni Farazi V Kayra - Horoz Dövüşlerinde Kanlı Çi zmeler Ethnique Punch - Ayyu k ft. Miray Ethnique Punch - Hoy rat Fuat Ergin - Üç Dil Raziel Nisroc – Mathild a Sansar Salvo feat. Rahd an - Bu Sandal Batmaz Medusa ft. Rahdan - Su s Kız Saian - Al Sevgilim Ka nser Ol Bununla Saian - Al Sevgilim An ne Ol Bununla Saian – Mübeccel Allame – Yan Allame – Kenar Mahall e Roadsice Picnic – Ex (N octurnal) Ohmhan – Bir Gölge Ka tili Ohmhan & Bilge Kağa n – Günah Ohmhan & Bilge Kağa n – Akıl Morgu
Playlisti Sıvadık Fanzin Youtube Kanalından da dinleyebilirsin
Fanzine ulaşmak için taramak yeter
gamze aydın
dimethyltryptamine Ahen’in mekânından çıktıktan sonra sarhoş bedenimi şehrin çıkışına doğru sürüklemeye karar verdim. Yanımdan geçip giden otomobillerin farlarından suratıma yansıyan ışık canımı o kadar sıkmıştı ki; onlardan birini durdurmak için kendimi önlerine atabilirdim. Asfaltla bütünleşmiş vücudumu karşıdan beklenmedik bir sonla biten bir film gibi izlemek istiyordum. Yaklaşık beş kilometrelik bir yürüyüşün ardından yolun karşısında sol tarafta eski bir yapı gözüme çarptı. Karşıya geçtim ve oraya doğru yürümeye başladım. İyice yaklaştığımda bu yapının biraz da dolunayın yardımıyla eski bir tamirhane olduğunu anladım ve önünde de bir 1980 Mercedes 450sl iskeleti vardı. Sakin adımlarla kapıya yaklaştım ve araladım. Kapının çıkardığı bir saniyelik gıcırtının ardından beynimin sağ tarafına yapıştırılmış bir namlu hissettim. Her ne kadar midemi bayılacak kadar alkolle doldurmuş olsam da vücut fonksiyonlarımı hâlâ kontrol edebiliyordum. Sağ elimle çektiğim silahımı ben de karşımdakinin alnının ortasına doğrulttum. Şimdi kapının önünde iki çift donuk göz, iki dağılmayı arzulayan beyin ve iki ağızlarından çıkacak mermiyi sa-
bırsızlıkla bekleyen namlu birbirine bakıyordu. Birbirimizin namlularının karanlığı ikimizi de esir almıştı. Nefes alışveriş hızlarımız göz önünde bulundurulduğunda ikimizin de hiç bir heyecan belirtisi göstermediği söylenebilirdi. İkimiz de sarhoştuk fakat tetikte bekleyen parmaklarımız bir milim bile titremiyordu. İki heybetli put gibi olacakları bekliyorduk. Karşı karşıya durduğumuz o kısa süre içinde adeta birbirimizin beyin röntgenini çekmiştik. O an gördüklerimizi sıradan bir insan görecek olsaydı kıyamet anından sahneler gördüğüne yemin edebilir ve doğal olarak maruz kaldığı sahneleri kaldıramayacak olan zavallı bünyesi oracıkta çökebilir, en iyi ihtimalle delirebilirdi. Birbirimizin zihinlerine uyguladığımız basınç yer kürede yıkıcı depremler meydana getirebilirdi. Bizim deliliğimiz insan vücudunu ayakta tutan iskelet gibi hayatta tutuyor bizi. Varlığımız dünyaya daha fazla kaos vadediyor. Ares ve Enyo. Kasabanın en hızlı silah çeken kovboyları biziz. *** Motorsikletimi sağa çektim ve motoru durdurdum. Bir süre atmosferdeki azot ve oksijenin ciğerlerime yolculu-
ğuna izin verdim. Alabildiğine düzlük ve alabildiğine gökyüzü, parçalanmış yağmur bulutu kümeleri ve medeniyetin ırzına geçtiği parçalanmış insan zihinleri. Sosyal devletin üzerlerine uyguladığı orantısız şiddete daha fazla dayanamayıp ağrıdan ve acıdan kıvranan, kendi elleriyle inşa ettikleri toplu mezar bozması boğuk şehirlerinde tanrının ruhlarını alacağı günü bekleyen hamam böcekleri… Tüm bunlar beni tiksindirmeye yetiyor. Her gün varlığını hissettiğim insan bedenleri, düşünce ve eylemlerimin etrafını saran solucanlar gibi. Yedi milyar konuşan solucan. Böldükçe canlanıyor, yok ettikçe ürüyorlar. Hiçbiri bir çukurda olduklarının farkında değil. Gün gelecek o çukurun ağzına beton dökeceğim. Zamanla o çukurun içine sığamayacak ve birbirlerini yemeye başlayacaklar iştahla. Lanet edecekler üremeye karar verdikleri o güne. Onları kendi kokuşmuşluklarına mahkûm edeceğim. İnsan dünyada bulunduğu süre içerisinde tüketimi birinci amacı haline getirmiştir. İnsan her şeyi tüketir, insanı bile. Ben Ares. Kafamın içindeki mekanizma kusursuz bir yok etme arzusuyla işliyor ve salt bu amaca hizmet ediyor. Bir şeyler yapmalıyım. Sizin için… Ne pahasına olursa olsun. Yok et ya da yok ol! İkisini de sonuna kadar deneyimleyeceğim.
*** Yalnız kaldığım o ilk gece yaşamdan kendimi yavaş yavaş soyutlamaya başladığım ve soğuktan it gibi titrediğim o gece öğrendim birçok şeyi. Hayatın acı eşiği yoktu. Sen ne kadar en güçlü darbeni vurduğunu zannetsen de o sana misliyle karşılık veriyordu. Sonunda kafatasının içindeki et parçası dâhil tüm vücudun ve duyguların bir kaya kadar sağlam hâle geldiğinde atıyordu seni sokağa. Ben bu işkencenin içinden geliyorum. Kimse beni korkutamaz. Ben hayatın tanrıdan habersiz şeytandan peydahladığı gayrimeşru çocuğuyum. Bu güne kadar meşru hiçbir eylemde bulunmadım. Benim de acı eşiğim yok. Ne kadar fazlaysa o kadar fazla, ne kadar sertse o kadar sert, ne kadar ölümse o kadar ölüm. Ben Enyo. Sıradan algılama yeteneğine sahip bir insanın hiçbir zaman anlayamayacağı hızda işliyor bilincim. Ve zihnim çağınızdan milyarlarca yıl uzakta. *** Dünya üzerinde geçirdiğim her bir gün, suratıma yediğim her yumruk, kırılan her kemiğim kanını bir nehir gibi akıttığım her insan, kanımda dolaşan her gram uyuşturucu ve her litre alkol sonradan kazandığım fakat hiç bırakmak istemediğim şizofreni DNA sar-
mallarına yuvalanmış nefret, her saniye zehir akıtan yıpranmış bir beyin, yorgun bir beden infilakı temellenmiş bir zihin… Her biri benim tanrım oldu. Ben Ares. Bu savaşın müsebbibi benim.Ve ne zaman pes edersem o zaman yok olurum. Ben Enyo. Bu savaşın müsebbibi benim.Ve ne zaman pes edersem o zaman yok olurum. *** Biz ölümün nefesini ensesinde hissedenlerden değiliz. Biz zamanı geldiğinde ölümün boğazını sıkan ve gerektiğinde o boğazı kesenleriz. Tüm mitolojilerin tüm semavi dinlerin ölüm melekleri önümüzde diz çöküyor ve düşünsel kırbaçlarımızın tadına bakıyorlar. Şimdi de tüm yirmi birinci yüzyıl sakinlerini intihara zorluyoruz. Yeryüzünün en vahşisi bu türün doğadan ellerini kendi arzusuyla çekmesi, tarihinin en onurlu davranışı olacaktır. İkimiz de gebermeden önce birlikte dünya tarihinin tek gerçek kitabını yazacağız. Ama satırlarını zihnimizden beyaz kâğıtlara değil, yok ettiğimiz etlerin üzerine kazıyacağız. O etler çürüyecek, toprağa karışacak ve şeytanlara özgü düşüncelerimiz bu gezegen patlayana kadar yaşayacak.
fatih yamantepe
Miss Hangover
En sadık dostuma, etil alkole…
Muhteşem felaketlerde, bitmez gecelerde gel, Miss Hangover! Kör baykuşun çılgın uçuşu peygamber devesi böceği sükûneti arası kaybolmuş olabilirim, -parmaklarım karıncalanıyor/ıslak ormanı adımlıyor ayaklarım kanımı kaynatan ucuz parfüm kokusu/damarlarıma hücum eden boşvermişlikbul beni. Sözcüklerin pırıl pırıl parladığı bu saatlerde yalnızca birkaç cümlemiz göğe uzanacak. Politiğin teki, tüm çıplaklığıyla kurşuna diziliyor, kapat gözlerimi, şehir keşmekeş, baş dönmesi. Şşşşşşt! Hayat uzun, hayat güzel, Miss Hangover, hışırtılı elbiselerle yatağıma gel, bitmesin müziğin, rüyalarıma gir, sustur düşüncelerimi. Dans ettik, yorulduk, tavandaki pervanenin dönüşünü dünyanın dönüşünü izledik, başka dünyanın hayaliyle seviştik sonra güldük sonra sustuk sonra bir şişe daha aradık, hâlâ çok ayıktık, senin anlayacağın. Öyle bir yanılgıdayım, öyle bir yenilgideyim, öyle bir mide bulantısı bu dünya, Miss Hangover! Diyeceğiz ki, ıslak ormanlardan düzlüğe ter içinde koşarken soğuk şelalelere atlarken keşfedeceğimiz şeyler için yüzerken son biramızı içerken yani gerçekliğe ufacık kalmışken kıyamete ufacık kalmışken hayranlıkla göğe bakacağız, sen ve ben diyeceğiz ki, sonuna kadar çok eğlendik!
muhammet aldemir
Kristalizasyon Meselesi Kristalizasyon meselesi; o veya bu şekilde, yani; istemli ya da istemsiz şekilde gerçekleşen ve ortaya çıkan, esere şekil veren bir meseledir. Bu prosesin en basit anlatımı şu şekilde yapılabilir: Dış ya da iç bilinçte oluşan bir fikrin, başkaları tarafından algılanabilecek bir forma sokularak ortaya çıkacak eserin nihai hâlini alması durumudur. Kısacası; “kristalizasyon meselesi” dediğimiz şey, bütün sanat dallarını içeren ve ortaya konan eserlerin tümünü kapsamaktadır.
men fizik bilimlerinden destek alıyor ve şu açıklamayı sunuyoruz:
Böylesi hızlı girişler yapınca “Ya, bende mi bir sorun var yoksa yazar kişisi yine havadan havaya laflar mı atıp tutuyor?” gibi yorumlara maruz kalma ihtimalimizi göz önüne alıp, olayı biraz daha evvelinden anlatarak başlatmaya karar verebiliriz.
“Beyaz ışık” adını verdiğimiz bu fikirlerin herkeste bulunduğunu fakat herkesçe farklı renklere dönüştürülemediğini biliyoruz. Neden mi? Çünkü ortaya gerçek anlamda duyguya sahip fikirler çıkarabilen kişilerin sayısı oldukça az ve bu niteliklere sahip kişilere de “sanatçı” diyoruz... Herkes yapabilseydi, kimse kimseye sanaçtı demezdi.
Öncelikle, “kristal” benzetmesinin neden yapıldığını açıklamak gerek. He-
Beyaz ışık (bilinçsiz düzeyde bulunan fikir) belirli bir açıyla ışık prizmasına (ortaya çıkan eser) denk geldiğinde karşı taraftan farklı renklere sahip ışıklar (Buradaki renklerin her birinin farklı bir his/duygu olduğunu düşünelim ve “duyguya sahip fikir” adını da verebileceğimiz “katarsis” tanımlamasını sunalım.) hâlinde yolculuğuna devam eder.
Peki, neden bazı insanlar beyaz ışığı, renkli ışıklara çeviremezler? Cevabı çok basit. Herkesin ortaya koyduğu, beyan ettiği ya da ileri sürdüğü görsel, işitsel veya başka formlarda bulunan bildirileri olabilir fakat bu bildiriler o kadar koyu, o kadar şekilsiz ya da o kadar olmaması gereken şeyler olabiliyor ki; bırakın beyaz ışığı renkli ışıklara çevirmeyi, gerisin geri yansıttığı ve insanların karşısına hiç çıkaramadığı oluyor. Demek ki neymiş? Işık prizması dediğimiz “eser”in belirli bir kristal yapısı ve belirli bir şekle sahip olması gerekiyormuş... Şimdi de lafı çok uzatmadan, ilk paragrafta bahsi geçen ve ilk defasında pek de anlam verilemeyen “kristalizasyon meselesi”ne getirelim. Işık prizmamızın iç yapısı öyle bir hâl almalı ki; ne camdaki gibi amorf bir yapı olsun ve aldığı ışığı olduğu gibi iletsin, ne de ışık geçirmeyen yoğun bir iç yapıya sahip olsun da ışık prizmasının (ortaya çıkan eserin) arkası karanlık kalsın. Eğer cam gibi amorf bir yapıda eser elde edersek karşımızdakilere edebiyat dışı, duygudan uzak, bilimsel bir makale sunmuş oluruz ve evet, karşımızdakilere en azından bir bilgi sunmuş oluruz. Eğer bir metal gibi ışığı iletmeyen malzemeden ışık prizması oluşturursak eserimize bakanlar karanlıkta kalır ve “Ne dedi la bu?” gibi tepkiler, eleştiriler, bir takım terbiyesizlikler ve hakaretler sunabilir.
Sanatçı adını verdiğimiz kişiler de tam bu noktada devreye girer ve kristalizasyon meselesini uygularlar. Ne sahip oldukları bilgiyi bodoslama açığa çıkarır ne de karşısındakilerden bu bilgiyi tamamen saklarlar. En uygun kristalize edilmiş ve şekli düzenlenmiş eserlere bakanlar şöyle der: “Vay be! Emeğinize sağlık...” Her bir birey, kendi kristalizyon prosesini oluşturabileceği gibi başkalarının önceden hazırlamış olduğu kristalizasyon işlemlerini de kullanabilir. Zaten bu kristalizasyon meselesi oldukça tartışmaya açık bir konudur. Senaristlik kursları, çizim kursları, güzel sanatlar fakülteleri, yaratıcı yazarlık atölyeleri ve biraz şunlar ve biraz da bunlar... İstediğimiz kadar sıralamaya devam edelim, bunların hiçbiri bize “beyaz ışığı” vermez, sadece bize sunum hakkında fikirlerini sunarlar. Yani; 10 yıllık kristalizasyon prosesi eğitimi almış bir kişi beyaz ışığa denk gelmediyse sunduğu eser bomboştur ve aynı zamanda da hiç eğitim almayan ve ışık prizmasını koyu/mat bir malzemeden seçen beyaz ışığa sahip kişiden de hayır gelmez. İnsanların tartışmalarına bakacak olursak; “Sanat, sanat için midir?” gibi altında destek bulunmayan, yanıltıcı, tatava, gereksiz soruların havalarda dolaştığı dönemlerde kimsenin bayrağı eline alıp da “Siz henüz sanat denen şeyin tanımını tam olarak yapamamış-
sınız. Neyi tartışıyorsunuz?” demediğini göreceğiz. Ve evet, zamanında bir kafede sahne alıp açık oturum yapan ben, “Sanat Şey” adını vererek bir şeyler anlatmaya çalıştıysam da yeterince kendimi ifade edemedim... Belki de bu tartışmalardan uzak durmak en iyisi... “Hayatımı anlatsam roman olur.” “Ben her şeyi açıkça belirttim ama görüyorum ki halk bu bilgilere hazır değil.” “Sende benim eserimi anlayacak kapasite yok.” Bu cümleler içten ya da dıştan sürsün gitsin, biz kendi işimize bakalım ve bir üst paragrafta verilen tırnak içindeki üç farklı cümlenin ne kadar saçma olduğuna kanaat getirelim. Kimse sizin beyaz ışığınızı görmek zorunda değil. Renk elde etmek istiyorsanız ışık prizmanıza çekidüzen verin. Ve diğer taraftan, eğer sizde beyaz ışık yoksa bunun
farkına varın ve fazla da zorlamayın. Fikirlerimizi ortaya koyduk ve kimi eleştirdiğimiz belli değil çünkü “popüler kültür”ün yaygınlaştığı ve iletişim ağının genişlediği bir çağda yaşıyoruz. Günlük tüketim eserlerini pohpohluyor fakat zamana meydan okuyan eserleri ise pek bir görmezden geliyoruz. İşte eleştirinin en parlak kısmı da buradan sonra karşımıza çıkıyor: “Bir anda tüketilip unutulan eserler, beyaz ışığın temas etmediği eserlerdir. Bizim eleştirimiz tüketicilere değil, sanatçılara ve popüler kültürü destekleyen yayımcılaradır.”
ğ stünda ü n a k r se
aoğlu c o k a z bey
Rimaldas Vikšraitis’in Dünyası Bir yerden başlamak, kendi dünyanı anlatmak adına ilk harekettir. Nerede olursan ol; şayet anlatılmaya değen bir şeyler varsa, gerçeğin kendisi tüm çelişik hâliyle, anın içinden çekip çıkarılmayı bekliyorsa basit bir fotoğraf makinesi bile yeter. Litvanya kırsalında yaşayan Rimaldas Vikšraitis de benzer bir yol izleyerek belgesel tarihi bakımından ilginç fotoğraflar imza attı ve zamanın dilini gözler önüne seren biri haline geldi. Her ne kadar Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasındaki fotoğrafları ön plana çıkıyor olsa da 1971’den bu yana önemli bir foto arşivi oluşturdu. Çekime başladığı ilk yıllarda Sovyetler yapımı, Smena marka basit bir makineyle işe koyulan Rimaldas, aynı zamanda köyde kendine bir karanlık oda kurarak fotoğrafçılık üzerine uzmanlaştı. İşin ilginç yanıysa alışılmış köy sakinlerinden beklenilmeyecek karelerin objektife yansımış olması ve bu tür resimlerin çekilebilmesi. Sizler de fotoğraflara baktığınızda görebilirsiniz ki; bu pozları bizim köylerimizde çekmeye kalksanız en iyi ihtimalle ölü bulunacağınızı söylesem yanlış olmaz. Aşırı alkol kullanımının rahatça gözlemlenebileceği fotoğraflarda çıplaklık, yoksulluk, hayvan uzuvlarından parçalarla bütünleşik bir kirlilik vurgusu hâkim. Doğal yaşantı içinde çekilenler
kadar, kompoze edilerek oluşturulan kurgular da mevcut. Hayatın içindeki insanlardan gerçeküstü çıkarımlar yapılabilecek sahneler. Rimaldas’ın bunu nasıl başardığını soracak olursanız onun hayatına biraz eğilmek gerekecek. Kendisi sıkça ikametini değiştiren biri. Öylesine ki, doğduğu günden beri on iki, kendi başına yaşamaya başladığı günden bu yana ise altı kere adresini değiştirmiş. Çoğunlukla başka köylere göç eden ve orada yaşayarak kendisine model olacak insanların hayatlarına giren Rimaldas, bir bakıma onlarla kurduğu ilişkiler sayesinde bu akla gelmeyecek kareleri çekebiliyordu.
Elbet zaman tüm hızıyla aktı. Şimdi geriye dönüp bakıldığında o köylerde yaşayan birçok insan artık hayatta değil ve bu sıradan yaşamları ölümsüz kılan fotoğraflar sergi salonlarını dol-
dursa da Rimaldas’ın tatlı hatıraları olmalarının yanında ona üzüntü veren bir durum. Çünkü bu insanlar birer fotoğraf karesinin ötesinde onun arkadaşı, gülüp eğlendiği insanlar. Kendisiyle yapılan bir röportajda en çok bundan yakınıyor ve şimdilerde bu gibi fotoğrafları çekmenin hayli zor olduğunu dile getirirken, insanların artık fotoğraflanmaya ihtiyaç duymadığını ve bu gibi doğal kareleri yakalamanın çeşitli sıkıntıları da beraberinde getirdiğine değiniyor. Şöyle bir baktığınızda neden önemli olsun ki? Herkesin cebinde bir cep telefonu ve dijital zemine kazınan binlerce kare… Teknolojinin sunduğu bolluk, sınırsıza dayanan saklama kapasitesinin bizleri getirdiği bu nokta, ana yoğunlaşamama ve geri dönülebilirliğin sunduğu rahatlık sayesinde “üretilenin vasatlığı” olarak kendini gösterdi. Mental, nesnel hazırlığın yerini rastlantısallık ve fotoğrafa doğrudan müdahale edebilme imkânları aldı. Böyle veryansın ettiğime bakmayın, bu bahsettiğim mevzu çağımızın direnç gösteremediğimiz hastalığı. Her birimiz hastayız. Özümsemeden ve kendimize konsantreden yoksun, tüketmeye odaklı yaratıklarız.
efe
Viksraitis
R E F L E K T İ F OTO M AT I N
SAHİBİNİ SAĞALTMA
ÇABALARI
Dokuma tezgâhında küçük bir erkek çocuğu büyütüyorum. Zaman aştıkça kendini bellekte olanı görüyor, Böylelikle daha da büyüleniyor. Ya makine ya aşk! -Belki de son arzu? Kıyaslanamaz diyor Sevgi uğruna beş vagon yürüyen kişide! Her haz anında sende eksik kalanı görüyorum. Alkışlarla sarhoş yatağında hissettiğin o Kör olası gözlerinde başkalarını büyütme isteği bu. Berkeley’e yolculuk öyküleri yazmak isterdim. Tünelleri çok karanlık olmasaydı… Unutma diyorum çocuğa; Günahlarımız bizim varoluş sebebimizdir! Merak ediyor… Bir dağ vaziyetine gelmiş histerik beyinlerle oynaşıyor, Düşünüyor, yorum yapıyor, Yiyor, içiyor, geğiriyor, O Rönesans döneminin romantizminde kalmış kadınlara Mezmurdan ilahiler söylüyor… Zeni öğrenmek için Terk ettiği sırtına Yine otuz gün otuz gece sonra harap olmuş biçimde Ruhunun meleklerle birlikte olduğunu söyleyen Bir sincapla geri dönüyor. Bir hayat yaşıyoruz onunla O dine karşı dürüst olmayı deniyor, Bense dünyaya karşı. … Biçim verdim sana, Bir yol çizdik seninle ve yaşadık Ölü doğan bir sevginin Değilmiş bu pislik! Acıya giden karmaşanın köklerinde Senin ve benim İhtişamla inleyen Zehirli hayallerimizmiş Yalnızca!
göktürk yaşar
sesl
seslerden çatılara
her denklemin çabasına ve henüz hareket etme laneti bağışlanmamış bütün vedalara
er ç
adını değiştirdim bu gecenin ve şimdi taşkın bir kaç tılsımlı suretin sanrısıyla dayanışma içinde retinam oysa elimden gelenin en zoruyla ısrar ediyordum bir zamanlar zamana bizi yükseliyorum bulanmaya hazır mıyız benim besberrak mâzimin içine aktıkça yerleşen tek istikrarlı katranım
kılık değiştiriyor birbirine eş değer bir çift zıtlık bazı yörelerde rivayet edilir ki yaşamak, fotoğrafların lafı uzatılmış haliymiş hiçbir hikaye efsanesiyle bilinmez ve hiçbir masalın portresi caiz değilmiş seslerden çatılar varmış ateşten doğan güvercinler geri geldim çünkü elimin yazısını alnımın yazısına değişiyorum sana defterimi uzatırsam bil erişemediğim bütün küskünlüklerimin daha en başından seni affediyorum şiirin burasına kemik kırılma sesini ekleyelim omuzlarıma dadanan alakalı alakasız her konuya şahit inatçı melekler ve çoktandır silmeye dilim varmıyordu huzuruna konuşmayı konuşuyordum iki yakamda da iki yakan sırılsıklam kenetlenmiş
rden çatı la
tuhaf bir cinayeti gözümün bir yerden ısırması gibi gereksiz ve o cinayeti bu vaktin içine hatırlatarak dağıtan sesi tiz sessizliğim onlar duvarlara vurarak yazıyorlar diyorum ben şehirlere vurarak kırıp parçalayıp havaya zerrelerini kavuşturarak bir şeyleri düşseymişsin zaten ıslaktın ne demeye yükseldin ki sen bak şu haline hayır anlayamıyorum ne var ki kurumuyorsun da artık hangi kağıdın ortasında vazgeçtiysem doğrulamaktan gebermeyi işte o kağıtlar kadar dar ve uzun bir boğazdan yutarak içime doğru yürütüyorumdur seni seni dedim seni tamamen yanmış bir bina nasıl havaya uçardı hadi biraz tarif etsene o zamanlardaki karşında duran beni içimde koskocaman bir kalabalığa kilometrelerce dağılacak minnacık bir yalnızlık var ve tanrım ben tamamım ama şimdi sen affedebilecek misin benden dolayı binlerce insanın üzerine sıçramış onsuzluğun lanetini
ra
tanrım bir şey söyle eğer hareket etmez isem lanetim ilerlemez değil mi
aykut akgül
SANAT ---------------Aslolarak bir mücadelenin içindeyiz. Her birimiz kendi hatlarında benzer savaşımları veriyoruz ve gösterdiğimiz çabalar dâhilinde önümüze çizilen birçok sınırı zorluyoruz. Karamsarlık, maliyet meseleleri ve “yapacağız da ne olacak” gibi sözlerin yankıları hep kulaklarımızda. Hepimiz kâğıtlar üzerinden okura ulaşma derdindeyken, kimimiz de çeşitli formatlarda ve sosyal ağlar aracılıyla okura sesleniyor olsa da her defasında üretimlere sahip çıkanlar aynı kişiler. Sizinle aynı yolu yürüyen, sizlerle aynı sıkıntıları paylaşan ve yeni sayıları bekleyenlerin fanzinci dostlar olduğunu görebilmek zor değil. Söylenegelen o “devasa” okur toplamıyla, konargöçer temasları hepimiz, bir şekilde sağlıyor olsak da, saf bir aidiyetle fanzinleri benimseyenler gene üreten kesimin kendisi. Bana sorarsanız bildiğimiz anlamda hayata tesir eden edebiyat öldü. Piyasanın tüm kirliliği buralardaki mecrayı da dağıtarak, okurun odağını ortadan kaldırdı. Süzgeç görevi gören tüm yayınlar ve platformlar, reklam baskısı altında içerik yitimine maruz kalırken, okurla kurduğu bağı kopardı. Artık okur denen o belirsiz çoğunluk yazım
seçimini metinler üzerinden değil yazan kişinin profili aracılıyla gerçekleştirmekte. Medyatik bir olay veya ülkenin çarpık siyasal dişlileri arasındaki bir ezilme durumu, alımlamayı tetikleyen en önemli faktör. Kitap fuarları da ayrı bir mesela zaten. Yıldan yıla artan kitap satışları olmasına karşın edebiyatın azalan yeri gözler önünde. Eskilerle avunan ağlak suratlar ve bir halta yarıyormuş gibi imza gününü koleksiyon meselesine indirgenmiş onlarca insan. Bunlar aslında hepimizin bildiği şeyler. Günden güne deneyimlediğimiz, gözlemlediğimiz durumlar. İlişkiler ağı ile tutundurulan, dergilerle parlatılan seçilimlerin elden ele gezdiği sayfalarda hep bir görünme gayreti hâkim. İki elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki yazarın dolaşıp durduğu yayınlar ve arkasına takılan onlarca kalem. Artık kimseyi yadırgamıyorum. Bu düzene başkaldıran da var, yerli yerine kurulan da… Ama bahsi geçen tüm çekişmeler hep yazan kişiler arasında. Okurun bulaşmadığı, alımlama konusunda tepki göstermediği hiçbir kültürel alan gelişmediği gibi bireyin “okur olma” farkındalığının oluşmadığı toplumlar da devinim sağlanamamakta. O zaman şunu kabullenelim. “Okur ölü bir şeyse
---------- ÇIKMAZI yazar ölü doğumdur” dostlar. Yokluğu başta kabullenmek ve hitap ettiğimiz bir avuç insan için yazdığımızı bilmek daha içten işlerin sağaltımına aracı olacaktır. Boş ego sıçmalarının, yazar tribine girerek kasılmanın yeri yok. Sanat, edebiyatın toplum için üretildiği varsayımının üzerine toprak atılalı çok oldu. Neden mi? Çünkü artık toplum bu kanalardan beslenmiyor. Açıyor bilmem ne TV’yi veya facebook zaman tünelini, siyasilerin birbirlerine laf koyuşlarını izliyor. Siyaset ne yazık ki bir pinpon maçı gibi sürüp gitmekte. Herkes kendi cenahından ve toplamından diğerine bağırır hâlde. O sebeple, sanatsal bazda ortaya konan bir üretim ne yazık ki ses getirmez durumda. Çünkü buralardan güdülenen, beslenen çoğunluklar yitirildi. O sebeple genel bir refleks olarak üretenlerin kendi içlerine döndüğünü ve kendileri gibi olan kişilerle durduğunu gözlemliyorum. Sanatçıya görev biçmek yerine dönüp, herkes bir kendine baksa. Sosyal medyadaki PAYLAŞ butonundan öteye gitmediklerini göreceklerdir. “Daha ne yapabilirim ki?” sorusunun cevabını sanatçı ortaya koyar. Sen önce sahip çıkmayı, korumayı ve değer ver-
efe
meyi bil. Sorgula, yeri gelince eleştir. Tabii düşünerek…
Jasmor Ne Dinliyor Merhaba Arkadaşlar, Malumunuz 26 yılı ardında bırakmış bir müzisyenim ve bir müzisyenin hayatı müzik üretmekle ve buna paralel olarak müzik dinlemekle geçer. İşte ben de tam bu noktadan bahsedeceğim sizlere, dinleyici olarak aslında oldukça geniş bir yelpazeye sahibim. 2019 yılının artık sonlarındayız ve bu yılı müzik dünyası açısından kısaca bir değerlendirmiş de olacağım bu vesile ile. Bu yılın benim için en özel albümü sevgili Taci Uslu’nun Uslu Şarkılar isimli albümü diyebilirim. Kendisi vakti zamanında Grup Yorum’un efsane kadrosunda yer almış, grubun efsane olan ilk iki albümünde çalmış ve daha sonra ayrılıp ilk solo albümünü yayınlamıştı. Piraye isimli şarkısıyla yıllarca namı yürümüş bu büyük bir usta, geçirdi-
reme Metal grupları beni benden almakta. Hellsodomy, Sarinvomit, Persecutory, Horrocious, Engulfed, Forgotten, Black Omen sürekli dinlemeyi tercih ettiğim ve sert müzikseverlere de şiddetle tavsiye edeceğim isimlerdir. “Abi bunlardan çok daha sert Heavy Metal parçalar var mı?” derseniz onlara da Razor Inc tavsiye ederim. Grubun ilk albümü The Road, özellikle Metallica’nın Load dönemlerini seven Hard Rock severler için oldukça ideal ve bence çok iyi bir albüm, Yerli Rock piyasamıza gelecek olursak, artık genel anlamda büyük bir yozluk ve kirliliğin hâkim olduğu aşikâr ama bu günümüzde gerçekten rock yapan grup ve isimler de var tabii. Takip ettiklerim arasında bu yıl ADAMLAR grubu var. Fena kafayı takmış durumdayım. Onun dışında Erkin Koray’ın bas gitaristi ve birçok
ği hastalık sonucu sesini kaybetti ve yıllar sonra yeni albümünde sanatçı dostları, adeta onun sesi oldu
önemli şarkısında imzası bulunan büyük usta Ünal Vani dehşet bir şarkı yayınladı. Yoruldum isim-
ve bu güzel eserlerini seslendirdi. Bu özel çalışmayı herkese tavsiye ederim. Onun dışında sağlam bir metal dinleyicisiyim. Özellikle Ext-
li şarkı rock müziğin eşsiz ruhunu bizlere fazlasıyla hissettiriyor. Rock piyasasında yeni isimler de var takip ettiğim. Naz Cimilli, Omark,
Uzay Zaman Yolcusu, Murat Özel, onun dışında Dil Tengri, Aşık Sinem Bacı, Ahmet Aslan gibi daha etnik, folk türde isimleri de severek dinli-
laklarımızın pasını silen Opeth ve Tool albümlerini de eklerim elbette. Hakkını yemeyeyim, Azam Ali’nin son albümünü de çok sevdim. Bir
yorum ve sizlere de tavsiye ediyorum. Yerli piyasamızın yeni grup ve müzisyenleri artarak çoğalıyor ve birçoğu inanılmaz güzel işlere imza atıyor. Bu isimleri keşfettikçe yazarlık yaptığım her platformda sizlerle paylaşmaya, her zaman olduğu gibi devam edeceğim. Yabancı piyasaya gelecek olursak oradaki en büyük alanım elbette metal. Hem de her tarzdan… Bu yıl ise beni benden alan isimler ve şu sırada albümlerini sık sık dinlediğim gruplar, Deus Mortem, Mayhem, Darkthrone, Isole, Ereb Altor ve Rotting Christ diyebilirim. Bu grupların hepsi Black Metal konusunda kült olmuş isimler, özellikle Mayhem son albümüyle tüm fanlarını kendinden geçirdi. Black Metal fanları zaten bu yazıyı okuyunca ne demek istediğimi çok çok iyi anlayacaklardır. Onun dışında bir de vazgeçemediğimiz eskiler var tabii… Örneğin; Iron Maiden, Bathory, Nekropsi, Dr.Skull, Pentagram,Hazy Hill, Slayer ve Pink Floyd dinlemeden duramam. Bunlara son albümleri ile yeniden ku-
de geçtiğimiz yıl grubumla yayınladığımız son albümümüz Karanlığın Fısıltılarını çok dinliyorum. Bu albümde yaptığımız Zindan, Sır, Zahiri ve Zaman gibi şarkılar kanımca SİS tarihinin en etkili ve yaşadığımız çağı en iyi özetleyen şarkılardan biri olduğunu düşünüyorum. Evet arkadaşlar, hayatımın hiçbir dönemi fonumda bir müzik çalmadan, müzik üretmeden geçmedi. Eğer dinlediklerimi merak eder ve “biz de bir dinleyelim” derseniz emin olun asla pişman olmazsınız. Gelişen çağda müzik çok daha iyi şartlarda üretiliyor ve her gün binlerce albüm bizlere ulaşıyor olsa da; yeniler ne kadar güzel olursa olsun, eski şarkıların yeri bir başka dostlar. Bir sonraki yazımda da sizleri 90’lara götürüp o yıllarda rock, pop ve metal müzik örneklerinden bahsetmek istiyorum. Bir sonraki yazıya kadar kendinize iyi davranın ve asla müziksiz kalmayın. Şimdilik Rockçakalın
gökhan toker
t tarık yetiş serbes
saltuk doğan
Travma Kültürü Üzerine Travma kültüründe insanlar birbirinden, hislerinden ve kendilerine yönelik empatiden o denli uzaklaştırılmışlardır ki; eylemlerinin başkaları üzerindeki tesirini hakikaten de hissetmez, hatta fark etmez. Günlerini hissizce geçirir, başkalarına verdikleri acıyı idrak etmezler. Gerek çocuklarını başka çocuklar tarafından dikilen kumaşlarla giydiren varlıklı kentli kadın, gerekse kaldırabileceğinden fazlasıyla cebelleşen karısının önünde eli boş yürüyen yoksullaştırılmış köylü adam olsun, travma kültürlerinde insanlar, kültürlerinin kendilerine üzerlerinde iktidar verdiği kişileri maruz bıraktıkları travmaya karşı duyarsızlardır. Travma kültürünün temelinde korku vardır. Dehşet, travma kültürünün uzantısı ve sebebidir. Travma kültürü altında yaşayan insanlar hep korku içindelerdir ve sürekli başka insanları korkutan şeyler yaparlar. Sandra Bloom ve Michael Reichert, “Şiddet neredeyse her ilişkiye sızar ve davranışı, gelişimi ve ilerlemeyi etkileyen yıkıcı bir varlık gösterir.” der. Nihayet, Ignacio Martin-Baro’nu yazdığı gibi, “İnsanlar şiddet
sorununa tek çözümün yine şiddet olduğuna inanmaya başlar.” Travma yaşamış insanlar, sık sık hissizlik ve aşırı uyarılma, deneyimler ki ikisi de korkuya verilen tepkilerdir. Bu ikisi travma kültüründe de birlikte var olur veya nöbetleşe sahne alır. Aşırı uyarılma travma kültüründe farklı şekiller alır. Bazen en alışıldık biçimi, yani bastırılmış travmanın hatırlatıcılarına aşırı hassasiyet şeklini almakla birlikte –insanların görünüşte ufak hakaretler üzerine galeyana geldiği sayısız olaydaki gibi- vatanseverlik ve tüketim gibi avuntulara çılgınca bağlılık biçiminde bürünebilir. Hissizlik; yalnızca kendi hislerine aldırışsızlığı değil, acil durumlar karşısında donakalma eğilimini de içerir. Yeteri kadar olmasa da bazı araştırmacılar giderek ayyuka çıkan çok vahim tehlike karşısında neden eyleme geçmediğimiz sorusunu sormuştur. Kimileri insanların iklim değişikliğini anlamadığı, bu yüzden bu konuda ne yapacaklarını bilmediği vurgusuna ulaşmıştır. Diğerleriyse kişinin kendi çıkarlarını önememesinin, insanları yeteri kadar kişinin onlara katılacağına
inanana dek kendi davranışlarını değiştirmekten alıkoyduğunu öne sürer. … Cemaatler ve bireyler olarak aynı anda hem aşırı uyarılmış hâldeyiz hem de yeteri kadar aktif değiliz. Birbirini tamamlayan bu zorluklar bazen aynı davranışta ifade buluyor; örneğin, çılgınca para kazanıp harcamanın anlamlı eylemlilik ihtimalinin önüne geçmesinde. Bu hâl, travma kültürünün yankılarından sadece biridir. Antonius Robben’ın Arjantin hakkında yazdığı gibi “Saldırıya uğrayan toplumlar yönlerini şaşırır, idrak kabiliyetleri düşer ve kayıpların ağır yüküyle baş etmekte başarısız olur.” İnsanlar yirmi bin yıl önce görece huzur içinde yaşıyor gibi görünse de, birkaç kurak bölgede başlayan şiddetin işgallerle tüm dünyaya yayılması sonucu, son beş bin yılımız hiyerarşilerin, savaşların ve başka travma biçimlerinin izlerini taşır. ... Saldırganla Özdeşme Sigmun Freud’un istismara uğrayan ve kendisi de bir psikanalist olan kızı Anna Freud, “saldırganla özdeşleşme” adını verdiği bir savunma mekanizmasından bahseder. Bu
süreçte incitilen ya da başkalarının incitildiğini gören çocuk, saldırganın iktidarını paylaşmak için onunla bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde ittifak kurar. Çaresizlik hissinin bu anlaşılabilir panzehiri, kaydedilmiş insan tarihinin büyük kısmının lokomotifi oldu. Bir yanardağ patlamasından sağ kalanlar, felaketi öfkeli bir tanrının işi olarak algılayıp kendilerini o ilahın yanında konumlandırır. Öfkeli tanrının takipçileri, onun adına başka cemaatleri işgal eder. Bu tanrının kendi barışçıl ilahlarından güçlü olduğunu düşünen işgal altındaki insanlar onu evlerine alır, onun adına çocuklarını döver ve kadın akrabalarının kendilerini bu tanrının dünyadaki temsilcileri olarak tanımasında ısrar eder. Bu yazı Pattrice Jones’un Artçı Şok kitabından alıntıdır.
Eyüp Mankeni
zeynep yıldırım
. . . . Izmir’deki Son Faaliyetler Geçtiğim günlerde İzmir’de, fanzin üzerine bir takım hareketliliklere imza attık ve yenileri için enerji biriktirdiğimiz bir döneme girdik. İsterseniz biraz olanlardan bahsedeyim. Bu yazı hem bir durum raporu, hem de duygu düşüncelerin aktarıldığı bir metin olarak kayda geçsin. Fanzin Muhabbetleri Toplanmaları’nı başlattık ve ilk buluşmayı 27 Ekim’de gerçekleştirdik. Tilki Sanat’ta bundan sonra her ayın son pazar günü gerçekleştirme iradesini koyduğumuz ve şimdiden 2 toplanmamızı geride bıraktığımız bu birlikteliklerde yeni yeni dostlar edindik, çetin konular tartıştık, yeni çıkan fanzinleri kritiğini yaptık. Özellikle şehir dışından bizleri ziyarete gelen Hayri Saraç ve Göktürk Yaşar’ı da aramızda görmek bizleri ayrıca mutlu etti. Fanzin okurları dâhil olmak üzere, şehrimizde çıkmakta olan fanzinlerle bir arada olduk. Kirli Gözlük, Faraş, Aigai ve yeni çıkacak olan Farkında Fanzin ekipleriyle güzel zamanlar geçirdik. Bizlere mekânlarını sonuna kadar açan, dostluklarını esirgemeyen Tilki Sanat ailesine de ayrıca teşekkürler. Kitap & Fanzin Buluşması 17 Kasım’da gerçekleştirdiğimiz farklı toplanma başlıklarımızdan bir tanesi oldu. Özellikle Hipder’in açtığı kitap masası katılanlar tarafından yoğun ilgi gördü. Fanzincilerin ve yazan kişilerin de bir araya geldiği etkinlik Kırkmerdiven’de gerçekleştirdiğimiz hoş etkinliklerden biri olarak tarihimize geçti. İstanbul’dan kalkıp gelen Serkan Üstündağ’ın da ayrıca ayaklarına sağlık. Kült Kafe Fanzin Rafı açıldı. Birkaç ay önce açılan ve yaklaşımı, mekân bakış açısıyla Alsancak’taki grupların toplanma alanları sıkıntısı konusundaki bir boşluğu dolduran bu yerde artık bir fanzin rafımız var. Özellikle okuma gruplarına ev sahipliği yapan mekandan bir okur olarak faydalanmak mümkün.
YENİ ÇIKANLAR-YENİ FANZİNLER-YENİ FANKİTLER-YENİ GELENLER-YERİ GELENLER
PARANTEZ İÇİ FANZİN SAYI 8
PALYAÇO FANZİN SAYI 21
DOG JUICE SAYI 2
DERVİŞ MODA’DAN YOLA ÇIKAR SERKAN ÜSTÜNDAĞ
zaman hĂźkmedenden yana