basım yeri izmir
efe elmastaş
kapak
çizenler
zeynep yıldırım tarık yetiş serbest beyza kocaoğlu mete altun efe elmastaş
efe elmastaş muhammet alpay aysu uzer saltuk doğan serkan üstündağ göktürk yaşar ruhşen doğan nar oğuzhan kayacan hayri saraç
karalayanlar
Bitti derken tekrar başlıyor. Alışılmış kuytularından çıkan yürek, nice yenilikler için başkaldırır halde. Son kurban acaba hangimiz? Sen mi yoksa, ... Saatin çarkları birbirine bilenedursun, yarınla gelen hayat, bize nice sevinci, üzüntüyü, bağlılığı ve ayrılığı getirir. Söz kafidir. Ama yalnızlık, acımasız derece bakidir. Elbet herkes ölecek ve herşey bitecek. Sonlu bir zamanın güzelliği de belki bu. Yok olacağını bile bile anı yaşama inadı. Bu sayı bazı farklılıklar göreceksiniz. Varlıkları ve yokluklarıyla... Ama her bütün kendine has ve derin. Öyleyse daha derine. Hemde İnsana inat!
Kiremit Saçlı Kadın Dikenli tellerin üzerinden atlayarak karşıda görünen direklere doğru ilerledim. Etraf fazlaca sessizdi. Kızıl toprağın üzerinde yavaşça yürüyordum ve her adımımda ayaklarımın biraz daha battığını hissediyordum. Derine girdikçe kalbimdeki sancıma da artıyordu. Hiç bitmeyecek gibi. Yanı başımda olan ağaçlar ve esen rüzgârlarla, yürüyecek gücü buldum kendimde ve devam ettim. Bir ara düştüm ama hemen toparlanıp kalktım. Bir parça toprak girdi ağzıma, tadı kana benziyordu. Çok üzerinde durmadım; keza, son günlerde her şeyde kan tadı alıyordum. “Ne işim var burada” diye sordum kendime. Uzun bir yürüyüşe çıkmıştım. Önce yolları bitirmiştim, sonra patikaları… Ve nihayet buraya varmıştım. Telle çevrilen hiçbir yere girmek gibi bir huyum yoktur ama bu sefer farklıydı. Teller aşılmak için vardı, içine battığım toprak ise bir engel değildi, aşamaydı. Bir kadere sürüklenir gibi gidiyordum. Hâlbuki hiç inanmam ama içinde bulunduğum çıkmazı başka bir türde açıklayamıyorum. İçimde bir ses “her şey olacağına varır” diyor. Evet, haklı belkide! Olacak kötü bile olsa bir yere varıyor. Direklere yakınlaştıkça aslında birer darağacı olduklarını gördüm. Uçlarında sallanan insanlar ve savrulan saçlarıyla bir Santiago Caruso tablosunu andırıyordu. İçim titredi, korktum ama gene de devam ettim. Uzaktan oduncuların sesi geliyordu. Tınıları ve ritimleriyle, sanatsal cinayetlerini icra ediyorlardı. Bense durmadan yürüyordum. Yolda imam tipli bir adamla karşılaştım. Belki de imamdı, bilemiyorum. Elinde arapça bir kitap vardı ve darağaçlarında sallanan bedenlerin altında
bir şeyler okuyordu. Bunu o kadar rahat bir ulvilikle yapıyordu ki; sanki ipteki cansız bedenler birazdan canlanacak ve hayatlarına devam edecek gibiydi. Baskın hava, kızıl toprak, tüm bu idamları açıklayan yegâne bir bileşke yaratsa da, bu anlam bütünü içinde bir şeylerin umudu can yakıyordu. Umut işte, büyük kelime. Bir ara imam tipli adamın gözü bana kaydı ama pek aldırış etmeden işine devam etti. Şakaklarındaki ağırlık, tüm bu zaman akışını donduran bir ifadeye sahipse de, bu uğultulu kasveti dağıtmaya yeterli değildi. Yanında durdum ve sadece o anı yaşadım. Zaten fazla da yapabileceğim bir şey yoktu. Okumasını bitirdi ve bana döndü: - Seni buraya getiren bir kadın mı? - Sanırım - Peki, onda ne gördün? - Görmediğini… Gözbebekleri bembeyazdı. Kafasını yavaşça salladı ve tek nefeste: - Öyle olur - Ben neredeyim? - Hani bir şarkı vardı ve sen bir yerde onu bekliyordun ya. İşte tam da burası. - Tahmin ettiğimden de soğukmuş. Peki, o buralarda mı? - Gelecek - Peki, onu görebilecek miyim? Donuk bakıyordu, hiçbir şey söylemedi. Sadece eliyle yavaşça sandalyeyi işaret etti ve okumaya başladı. Hâlâ gözlerimle onu arıyordum. Umursadığımı sandığım onca küçük şeyin anlamsızlaştığı bir noktada, bana biçilen rolde yenilmiştim. Onca büyük kelimenin altında ezilen güçlü anlamlar ve kendinden taraf bakışlar… Hepsi bir kıyamet alametinin basit göstergeleriydi. Kendime üzülemiyordum bile. Öylesine sancıyordu kalbim. Sandalyenin üzerine çıktım, derin bir nefes alarak irmiği boynuma geçirdim. İşte tam o an, onu gördüm. Kızıl yapraklar arasında, arkası dönük, kiremit saçlı kadını. Gözümden bir gözyaşı aktı. Yaşanmış ve yaşanacak birçok şey adına. Elimle imam tipli adama işaret ettim. “Gerek yok. Ben böyle şeylere inanmıyorum, benim için yorulma” dedim. Adam yavaşça gülümsedi, elimi tuttu. “Zaten senin için okumuyorum evladım, infazı gerçekleştiren için okuyorum” dedi. O vakit ben de gülümsedim, sancım hafiflemişti. “Desene, artık rahat ölebilirim.” efe
İçinde ayetler kadar endişesiz Dilimin değebileceği bir damak ararken Üzerinde olduğum ik inci el kanepenin bü tün yükü bende şimdilik Şimdilik ocakta dem ini alan çay kadar m ukaddes bu acı Kararan hava Isınan ten Birazdan her şeyi ya kacak olan ve Dilini bile bilmediğim Esmer bir kadın kada r yabancı Saçlarımın hemen al tında , alnımın tam ortasından aşağıya doğru süzülen bu ter Sadece benim duyd uğum ve kaçıncı kez başa aldığımı unuttuğum bu şark ı İkiye bölünen iç orga nlarım ve kan İçeriye izinsiz giren bu rüzgar Sallanan tül perde ve karşı cama yansıyan bu ışık Çıplak ayakların yere yapıştırdığı o detone ses Her şeyin yerinde ol duğu bu yerde Kafamın içinde darm adağın bu his Bu düşünce artığı Banyoda doğamayac ak olan ölü çocuklar Birbiri ardına dökü len saçlar Bir tutam koku Biraz fesleğen Kalbinin kırıldığı en ince yerinden Uzayan ve kısalan bu doku Bir dikişe anlam yü kleyen bu yara Kırık bir Hatıradan ayrılan bu kabuk
muhammet alpay
YASTIK SORUNLARI VE ANLAMLAR Filmin bitmeyeceğine inanılmıştı. Sonsuzluğa yaklaşan uzun bir süre; kahve fincanları ellerinde, eski kanepenin üzerine kendilerini bırakmış, aynı ekrana gözlerini kilitlemiş ve sonsuzluğu tüm varlıklarına açmış vaziyette asla ardı kesilmeyen sahneleri takip ediyorlardı. Yemek hazırlarken veya yemek masasında kibarca yemek yemeye çalışırlarken birbirlerinden gözlerini bu kadar uzun süre ve bu kadar büyük bir teslimiyetle ayırmamış olsalardı belki de dünya durur, ters yöne dönmeye başlar ve zaman da geriye doğru akmaya başlardı. Hatta belki bambaşka bir evdeki başka bir ekranda tüm kozmosun böyle başlamış olduğu rivayet edilirdi. Galaksiler ve gezegenler, hareketleriyle onların ilişkisini etkileyen şeyler değil; onların ilişkisi sayesinde var olabilmiş şeyler olurlardı. Fakat film bitmiyordu ve bitmeyeceğine inanılmıştı. Ekrandan yazılar akmaya başladığı an ekran kapatıldı. Başka bir ani hareketle uyuma kararı verildiği bildirildi. Ertesi gün önemliydi. Ay ışığının yavaş yavaş bulutların arkasına gizlendiği bir macera anlatısında bu cümle, bu anlamın idrakı pek çok anlamı kendisine zincirlemiş ve intihar eden balinalarla kendisini dünyanın göz bebeğine oturtmuş olabilirdi. Fakat yatak, yorgan, çarşaflar, perdeler ve bilumum ev tekstil ürünleri içerisinde gökyüzünü çoktan kaybetmiş ve ayın ışığından bilinçli olarak sakınmışlardı.
Dolayısıyla anlam çıkartmak -anlamsızdı. Uyumak için yapılması gereken minimum eylemlerin listelenmesi yardımcı olabilirdi. Işığı kapatmak (ampul olan), yatağa yatmak, yorganı çekmek, başını yastığa koymak… Tam da burada biraz yastıktan bahsetmek gerekirse, misafir olunan evin çift kişilik yatağının bir yarısını kaplayacak tek kişiye 1 (bir) adet, diğer yarım kısmını kaplayacak tek kişiye başka 1 (bir) adet yastık gerekir diyebiliriz. Ya da, ev sahibi olduğu iddia edilen kişinin bunun kendisinden beklenebileceğini tahmin etmesi gerekirdi cümlesi geçerlilik kazanabilir. Bir başka açıdan bakılacak olursa, ertesi gün işi olduğunu iddia eden ev sahibi erkenden (yani sonsuzluk ve bir film ardından) uyuması gerektiğini söylemiş ve uykusuz misafirini de ay ışığını ve yıldızları kovan nevresim takımının arasına çekmişse, uykusuzluk çeken o misafirin, duvarların arasında katılaşmış gerilimin farkına varamaması ve/veya varmak istememesiyle yastığına sarılmış hâlde koyun ve kuzuların arasına karışmış olmasının ardından en az yarım saat geçmesi gerekir ki sırasıyla; -ev sahibinin yastıksız uyuduğunu fark etsin -ev sahibinin aslında uyumadığını fark etsin -ev sahibine sorup evde tek yastık olduğu gerçeğini fark etsin Ve sonrasında ev sahibinin bir kibarlık yaparak yastığı kendisine bıraktığını -ancak- idrak etsin. Burada bir başka parantez açarak kibarlık kavramının mevcut olay örneğinde incelemesinin yapılması gerekirse, yan yana
uyuyan/uyuyabilen bir çift insanın ‘kibarlık’ olarak adlandıracağı şey aslında somut bir biçimde tek yastığın bağışlanması mıdır yoksa günlük hayat içerisinde sayılamayacak kadar faydası bulunan fakat uyurken bir anda işlevsizleşen kol, omuz, boyun, gövde ya da bel gibi insan bedeninin nadide uzuvlarının, çift kişilik nevresim takımının artan yastık kılıfının eksilten samimiyetini tamamlamak gayesiyle sunulması mı gerekirdi? Eğer hissedilen ‘yastık’ ihtiyacı tam olarak bu sunumla giderilmeyecekse, çift kişilik bir yatağın ve çift kişilik bir nevresim takımının içerisinde tek yastıkla uyumaya ikna olmuş bir çift insanın tam olarak o konum içerisinde olması, yani aynı yatakta uyumayı denemeleri doğru mudur? Bütün anlamları reddetme, anlamayı gizleme, fark etmemiş olma ve fark edememeyi seçme durumlarının arasında; bir gerilim, istek, hızlanan nefes alışlar arasında katılaşabilen tüm insanı tutkularla yırtılma anında ise vücutlardan birinin harekete en elverişli uzvu olan elini diğer vücudun başka bir uzvu olan bacağının üzerine getirerek, avuç içerisindeki tüm sıcaklığını diğer bedene aktarması ve uzun uzadıya okşamaya başlamasıyla aslında tüm soru işaretlerini toz parçacıklarına ayırarak gerilimi görünür kılabilir miydi? Ya da asıl soru, her zaman orada olmayan yastığın boşluğunda daimi mi kalacaktı? Tek bir yastık, bir çift insan tarafından nasıl bölüşülür? Nasıl bölüşülmelidir? Bölüşülmesi gereken yastık mıdır?
aysu uzer
rÄąk ta
tiĹ&#x; ye
t es rb se
tım Anlaltım An alAn a-tım Lise edebiyat derslerinde kalıplaşmış bir deyiş vardır. Eser-yazar,yazar-mekan,mekan-zaman ilişkisi gibi... (Lise okumamış varsa aramızda sadece okusun) hah işte o ilişkiyi kur şimdi monami. Teller gökyüzünün altında, gökyüzü her şeyin üstünde. Bir insanın kendisi hakkında bir yargıya varması ne de zor bir durumdur. Her köşemden farklı bir ses. Her gölgem de farklı bir ben. Kalbimin yaban kalmış kıvrımlarından hiç tanımadığım düşünceler, tespitler. Belki bu yüzden birazda tembelliğimizden kaçıyoruz kendimizden. Tembelliği bırakıp düşünmeye başladım. Önümde aşılmaz bir dünya, arkamda aşılmaz bir dünya. Sahilde kumdan kaleleri yaptığımızda, dalgaların yıkmasını beklerdik. Hatta hangi dalganın yıkacağını bilirdim. Bu durumu gerçek hayata geçirince çok başarılı olduğum söylenemez ama monami. Fakat hayatla benzerlik gösterdiği konusunda hem fikir olduğumuzu düşünüyorum. Küçük bir not düşeceksek de ‘ Denizin başladığı ye, aynı zaman da sahilin bittiği yer.’ Dedim ya sana monami. Tanımadığım, anlamlaştıramadığım düşünceler çıkıyor karşıma. Hadi şimdi sıkıcı şeyleri geçelim, bunları yokluğa bırakalım, geçmişe bakalım güneşli günlere. Bugüne gölge veren geçmişimize. Eski defterleri çok karıştırmadan, günümüzden kaybolmadan, bir önceki cümlede imge olarak bulanan ‘güneşin’ ait olduğu gökyüzüne gerçek olana geçelim monami. İnsanlar yok olmadan duralım ama yukardan onları seyredelim. Nasıl alel acele hayat telaşı içinde kaybolduklarını gözlemleyelim. Sonra da onlardan biri olduğumuza üzülelim. Mendil getirmişindir umarım yanında monami. Halimize bakacak olursak. Büyük bir dalga insanoğlunun üzerine geliyor ! Sıkıp suyumu çıkardın Şimdi de bekletiyorsun Anlamadım ki hayat Şarap mı yapmak istiyorsun!
saltuk doğan
efe
efe
Bueren DAĞI “Merdivenlerden düşenini çok gördüm…” “Güzel düşüyor, değil mi?” “Evet… Of of of… Boynu falan kırılmasın bunun?” Bueren Dağı’na uzanan 374 basamaklı merdivenlerden tanımadığınız birisi yuvarlanmaya başladığında fazla bir tepki vermezsiniz. Yanınızda bir başka turist, sizin gibi, kollarını göğüs hizasında kıstırmış, olayın gidişatını izlemektedir. Düşen adam, hangi dilde konuştuğu bile belli değildir çünkü turistik bir bölgedesinizdir, düşerken “Hık! Ah! Hög! Ih!” gibi sesler çıkardığı için hangi milletten olduğunu tahmin edemezsiniz. Hoş, bunun fazla bir önemi yoktur çünkü o esnada düşen kişi bir bireydir, daha fazlası değil. “Bu telefon da ışığı yakalayınca güzel çekim yapıyor… Bak, adama zoom yapıyorum, sanki yanımızda düşermiş gibi oluyor.” “Zeiss lens kullanıyorlar sanırım. Gerçekten de güzel çekiyor. Adam da güzel sekti…” Kusursuz insan olmadığımızı bilir ve kusurlarımızla barışık bir şekilde yaşarız. Örneğin; tüm hayatımızı işimize adamışızdır, saatlerce ve kör olurcasına çalışırız. Sonra biraz paramızın birikmiş olduğunu fark eder ve bir tatile ihtiyacımızın olduğunu düşünürüz. Belçika’ya bir bilet alıp Bueren Dağı’na çıkmaya karar veririz. Basamaklar bitmek bilmez, tatilde de yorulmuş oluruz. O esnada birisi omzumuzu dürter ve attığımız çığlık kadar sert bir yumruğu arkamızdaki insana indiririz. O insan canlısı da merdivenlerden yuvarlanmaya başlar. “Hayat da böyledir;” diye düşünürüz o esnada, “Kimileri ayakta durmayı başaramaz ve düşerler.” “Merdivenlerden düşenini çok gördüm…” der yanınızdaki kişi. Bu cümle hem muhabbet olsun diyedir hem de kendi içerisinde bir kibir barındırır. Sanki size “Farkındayım böyle şeylerin. Olur
yani. Canı da acıyordur. Bilirim böyle şeyleri…” dayatmasını sunacak ve mis gibi tatilinizi zehir edecektir. Sonra siz düşen adamı video kayıt almaya başladığınızda samimi olmak için kayıt kalitesini gösterirsiniz. O da yine bilmiş bilmiş, “Zeiss lens kullanıyorlar sanırım.” der. Bardağı taşıran son damladır bu. Adama çelme takıp sırtından da aşağı doğru itersiniz. Bir önceki adam gibi o da düşmeye başlar. “Hık! Ah! Hög! Ih!” gibi sesler çıkardığı için artık ukalalık yapamaz vaziyettedir ve siz de onun düşüşünü kayıt edersiniz. Optik zoom özelliğine güvendiğiniz kadar hafıza kartınıza güvenemezsiniz ve “Kim bilir daha nasıl ilginç şeyler göreceğim…” diye düşünerek adam henüz son basamağa ulaşmadan kaydı durdurursunuz. Merdivenler bitince arkanızı dönüp fotoğraf çekersiniz çünkü bunun için gelmişsinizdir. Tertemiz havasını içinize çeker ve bir fotoğraf daha çekersiniz. “Çekilecek çile mi bu?” diye düşünürsünüz o an. Kaç kilometrelik yolu sadece birkaç fotoğraf için mi geldiğinizi sorgularsınız. Merdivenlere boylu boyunca bakar, gözünüzle tartar ve kendinizi merdivenlere bırakmak istersiniz. Ancak; bunu genelde yapmazsınız çünkü sizden önce düşen insanların nasıl da acılar içerisinde haykırdıkları aklınıza gelir. Bir ambulans gelmektedir merdivenlerin dibine doğru. Birkaç da polis arabası henüz sirenlerini susturmuş ve polisler de arabadan inmektedir. Polislerden iki tanesi, biri tam sağdan diğeri de tam soldan, ellerindeki silahları size doğrultmuş şekilde basamakları teker teker çıkar. Siz de kaldıracak başka bir şey bulamadığınızdan dolayı ellerinizi kaldırırsınız. Sanki genetik olarak kodlanmıştır bu hareket. “Ben zararsızım. Valla bak, bir pislik yapmayacağım.” anlamına gelen iki elini kaldırma hareketinden sonra polisler size daha hızlı yaklaşır çünkü kendini teslim edenleri avlamak daha kolaydır. Disiplin karşısında korku, diz çökmeye mecburdur.
serkan üstündağ
KEith Haring ve
yıllar sonra gün yüzüne çıkan eseri
Haziran ayının sonlarına doğru Amsterdam’da, bir depolama tesisinin dış cephe sökümündeyiz. Soğuk, gri alüminyum paneller vinç yardımıyla yerlerinden çıkartılırken arkasında bir duvar resmi gün yüzüne çıkıyor. Eee ne var bunda? Tamam Amsterdam! Keşke biraz daha duyarlı olsalardı tabii ama bizim ülkemizde nicelerinin itinayla üzerini örtmeyi görev bilen tipler var dediğinizi duyar gibi oluyorum. Elbet haklısınız ama bu eserin bir tarihsel geçmişi de var. Tam tamına 40 metre uzunluğundaki duvar resmi 1986’da Keith Haring tarafından yapıldı ve 1989 yılına kadar açık alanda seğire açıktı. Bilen var, bilmeyen var. İsterseniz Keith Haring’i daha yakından tanıyalım. Şöyle bir olay anlatarak başlayım. Yıl 1980. Haring, New York’ta Görsel Sanatla Okulunda öğrenciyken, her gün gidip geldiği metro istasyonunda, mat siyah kağıtlarla kaplı reklam panolarını fark eder. O sıralar, çeşitli alanlarda deneysel çalışmalar yapmaktadır ve özellikle, sanat-toplum kavramları üzerinde fazlaca kafa yormaktadır. Sanatçının bağımsızlığını, kamusal varlığıyla birleştirme derdindedir ve bu reklam panoları ona istediği iletişim alanı sunabilecektir. Haring tam beş yıl boyunca, New York’taki metro istasyonlarında, tebeşirle çizimler yapmaya başlar. Bazı günler kırk adeti bulan, yaptığı bu ritmik çizimler, yolcularda göz aşinalığı oluşturduğu gibi metroda çalışan görevlilerde de, zamanla bir kabul oluşturmuş ki; artık onu çalışırken rahatsız bile etmiyorlardı. Tabii Haring’in bu ısrarı ona ülkede olduğu kadar uluslararası boyutta da bir ün getirdi ve özellikle dünyanın birçok yerinde, sokak sanatıyla bir bilinirliğe ulaştı. 82-89 yılları arasında dünyanın dört bir yanında 50’den fazla kamusal sanat eserine imza atmıştır. Aralarında yetimhaneler, hayır kurumları, kreşler ve hastaneler de vardır. 900 çocukla çalıştığı 1986’da Özgürlük Heykeli’nin 100. yıldönümü için yaratılmış bir duvar resmi; 1987 yılında Paris’teki Necker Çocuk Hastanesi’nin dış cephesinde bir duvar resmi; Berlin Duvarı’nın batı tarafında düşmeden üç yıl önce bir duvar resmi de vardır. Haring ayrıca New York, Amsterdam, Londra, Tokyo ve Bordeaux’daki okullarda ve müzelerde, çocuklara yönelik düzenlediği atölyelerle
de ve birçok okuryazarlık programı ve diğer kamu hizmeti kampanyaları için de birçok ürün verdi. Böylesi çalışmalara imza atan birinin, özellikle Avrupa’daki sergilerde “bir sokak sanatçısı” olarak anılması ve bu yolla elit sanat çevresi tarafından sergilere katılımının tartışma yaratması ise işin ayrı bir ironisi. Eserlerinde popüler imgeler sıklıkla yer veren, markalara da içerik üretimi yaparak, çeşitli reklam kampanyalarına katılması ve Pop Art sanatının öncüsü Andy Warhol ile yakınlığı sebebiyle de Geç Dönem Pop Art sanatçısı olarak tarif edilen Haring’in, kuşkusuz; Soho’da açtığı Pop Shop dükkânın da, bu tanımlama içerisinde yeri vardır. Nisan 1986 yıllarında kapılarını açan bu dükkânda t-shirt, poster, oyuncak, kitap vb. ürünleri cüzi fiyatlara almak mümkündü. 1989 yılında Haring AIDS’e yakalandı ve aynı yıl Keith Haring Vakfı’nı kurdu. Görevi AIDS organizasyonlarına ve çocuk programlarına fon sağlamak ve sergiler, yayınlar ve onun ruhsatları aracılığıyla Haring’in çalışmalarına yönelik izleyiciyi genişletmek. Haring, hayatının son yıllarında kendi hastalığından bahsederek, basında yer sıklıkla yer aldı, aktivist çalışmalarıyla AIDS hastalığı üzerine toplumda bir farkındalık inşasına girişti. Kısa ömrüne rağmen sayısız çalışmaya imza atan Kaith Haring 16 Şubat 1990’da 31 yaşındayken öldü. Görünenler ve bilinenler haricinde bizlere hala daha bir şeyler anlatmakta olan ve geride bıraktıklarıyla bizleri şaşırtan Haring’in Amsterdam’daki bu eseri, tam 30 yıl sonra tekrardan gün yüzüne çıktı.
2018
1986
efe
VAROLUŞ NİNNİSİ: DÜŞ, KENDİNİ TİFLİS’TE PENCEREDEN ATTI!
Onlar cehennemden geldiler. İnsanın kafasını ve kollarını ve bacaklarını parçaladılar. Sonra kaldırım taşları arasında yok oldular. Endüstriyel çalışmalarla kuşatıldım. Yeni vizyon artık Çin, Amerika nehre döküldü… Kendimden geçtiğim ve farkına bile varamadığım Sallanıp, hayatın düş, bendeki kâbus zamanlarında gece yarısı setlerini, barikatlarını yıkıp huzura ermek istiyorum. Bu son yirmi yılda gökyüzünden sadece benim için ışık boşalıyor. Dağılıyor, ses frekansı gibi! Tımarhanelerde eğitilen umutsuzların Düzinelercesi sokakta. Hâlbuki hiçbiri beynine elektroşok yemedi! Son yirmi yılım hayvani çılgınlıklarla dolu geçti: İntihar girişimleri, EKT, HA Madde bağımlılığı, YA TTA Mastürbasyon! SAD Halüsinasyon! EC HA E İNS Doğum, YA LET ANLA Seks, LER R K ÖLÜ ALIY Aşk, RK OR, Ölüm, EN ! Cinayet! Zemin altımdan çekilene dek bu böyle devam edecek. Son şişenin, son damlasına dek! Yeniden mum ararken yere kapaklanacağım, Yeniden haykırarak sevişeceğim, Yeniden korkunç seslerden –titrek insan bedeni yığınlarındankaçacağım, Yeniden salt delirmiş olmanın haklı gururunu göğsümü gererek yaşayacağım, Yeniden Kızılderililere üzüleceğim, Yeniden kirin saflığını hatırlayıp, en taze ruhu arayacağım. Yeniden doyumsuzca, pamuk ipliğine bağlı hevesimle yeni işler bulacağım kendime…
göktürk
yaşar
efe
beyza kocaoğlu
Cebinde Akrep Yok Sağ avucunun içinde tuttuğun şeyi düşündükçe, tükürük bezlerin iştahla çalışıyordu. Eve varmadan onu yiyemezdin, ağzında biriken tükürüğü boyuna yutuyordun. Rahmetli annen küçüklüğünde sıkı sıkı tembihlerdi: “Sakın dışarıda yeme evladım, alan var alamayan var. Eve getir, evde ye!” Meyveleri, özellikle muzu veya yazın dondurmayı sokakta göstere göstere yiyemezdin. Yetişkin olmuştun; ama yine aynı şeyi yapıyordun, yiyeceğin şeyi eve götürüyordun. Sabırsız miden sana hızlı olmanı emrediyordu; beyne gönderdiği mesajlarla koşar adım yürümene sebep oluyordu. Cebindekini içine almak, eritmek, özümsemek istiyordu. Yürürken aklına hastanedeki kara kuru erkek hemşire geldi. Tükürük dolu dilinin ucuna bir küfür geldi; ama söylenmeden geri gitti. Üzerindeki bembeyaz önlük ile kapkara yüzü arasında inanılmaz bir tezat vardı. Ama seni asıl rahatsız eden bu göz yoran tezat değil, laubali hareketleriydi. Hele şu sözleri: “Allah Allah, onu ne yapacaksın kardeşim, turşusunu mu kuracaksın? Doktor bey vereyim mi, yoksa her zamanki gibi çöpe mi atayım? Vereyim mi, tamam doktor bey. Al buyur, hayrını gör.” Aklına geldikçe sinir oluyordun. Her şeye rağmen alabilmiştin ama. Eve varmana çok az kalmıştı. Beş dakika sonra evindeydin. Tükürük bezlerin delicesine tükürük üretiyordu. Miden yuttuğun tükürüklerle dolmuştu. Apartmanın önüne geldiğinde, merdivenleri koşarak geçmeye karar vermiştin. Ancak bir ses seni engelledi: “Komşu, naaabeeer? Hayırdır canişkom, sabah sabah nereden geliyorsun böyle koşaraktan? Tabakhane olayı mı... Hahahaha... Ay, hiç güleceğim yoktu.”
Mahmut, alt komşun. Geceleri pavyonda çalışır; sabahın köründe gelir. Öğle vakti uyur, işe gitmeden bir saat önce uyanır. Hoş sohbet biridir; sık sık sana gelir. Ara ara sen de ona gidersin. Tek kötü yanı, fazla meraklı olmasıdır. “İyidir, teşekkür ederim Mahmut. Hastaneden geliyorum.” “Hayırdır bebeğim, hasta mı oldun?” “Yok, ciddi bir şey değil. Kulak burun boğaza gittim. Kulaklarımı temizlettim.” “Ahhhh öyle mi, iyi iyi canım benim. Geçmiş olsun. Bana gelsene kuzum, çay hazırladım, birlikte içelim.” Sol elinin küçük parmağıyla kulağını kaşırken “Tamam, olur. Beş dakikaya gelirim,” diyordun. Eve girip kapıyı kapattıktan sonra yaptığın ilk iş, sağ elini cebinden çıkarmak oluyordu. Yumruk yaptığın elini açıyordun ve işte, kavuşma anı! Beyaz sargı bezini özenle açtığında, onu görüyordun. Kırmızıya yakın rengi seni çıldırtıyordu. Dayanamayıp ağzına atıyordun. Acımsı tadını almak için biraz ağzında bekletiyordun. Isırıp ezdiğinde asıl muhteşem tadı ağzına geliyordu. Zevkin doruklarındaydın, gözlerin istemsizce kapanıyordu. Yutuyordun. Mahmut’a gitmeden önce aynadan dişlerine bakıyordun. Dişlerinin arasına giren parça yoktu. Hepsi midende, zevkten dört köşe olmuş midendeydi. Kulağını kaşıyarak evden çıkıyordun. Yüzünde çikolata reklamlarındakine benzer şehvetli bir gülümseme. Merdivenleri inerken, “Üstüne demli çay da ne güzel gider,” diye düşünüyordun.
ruhşen doğan nar
Günahın Cebin
dekiler
bir rüzgar esti geçti gün batarken alıp gidemedi tozu dumanı çevre ıssız, ruhum öksüz ve derdim bu kez başkasının derdi gördüm onun gözünden dünyayı tutunacak bir dal yok sarılacak bir yılan zorunlu gayesizliğin cehenneminde kimseye kin güdemeden kayıp bir hayata mahkum bu ruh aşktan meşkten uzak dertten elemden kudurmuş bir hissiyat bugün benim derdim başkasına sokaklar sigaralar dayanmıyor bu kedere bir anlamsızca savruluş var düzende ve boşluğa itilenler ben bugün boşluğa itildim sayın ağaç sararmış gökyüzünden bir çağrı bekleyeceğim fakat tanrıya yalanlarım aklıma geliyor sokaklar, bugün bu dert yalnızca benim derdim değil bu üzerimdeki yükün sorumlusu hepimiziz ancak yine de ateş düştüğü yeri yakmakla meşgul bin yağmur altında temizlenmeyecek kadar büyük günahımız ses çıkarmadıklarımız yüzümüze tükürecek kirler akacak şakaklarımızdan... günah hepimizin günahı bu dert hepimizin derdi şimdi efendiler devam edin yaşamınıza...
Günahın Cebindekiler oğuzhan ka yacan
beyza kocaoğlu
ve Geçtiğimiz günlerde Eskişehir’e giden arkadaşlarımız Efsun taSerkan, Hayri Saraç tarafından feci şekilde bağlandılar. Görgü de resim a nıklarının ifadelerine göre, bir kafede gerçekleşen olayd Şimdi gördüğünüz bu talihsiz ve tarifsiz resimler basına yansıdı. ruz. izninizle, olayın perde arkasını Hayri Saraç’a sormak istiyo Evet Hayri! O gün neler yaşandı, olay nasıl bu raddeye geldi? Eskişehir’e gelen, resimdeki arkadaşlar, seni bu derece kızdıracak, çığırından çıkartacak ne yaptıla r?
Aslında onlarla ilgili bir şey değil, geçenlerde Mars Fanzin’den Adem Ölmez Eskişehir’e geldi, bize haber vermedi. Dedim ulan biz dost değil miyiz, niye haber vermedi? Sonra Fevzi’yi aradım, Adem’i bulalım diye. Bulduk ve bağladık. Sonra bir gelenek haline geldi. Serkan sağolsun beni kırmadı. Ama Efsun’un ağzını bantlamamız gerekiyordu. Sürekli bize laf sokuyordu, bir nevi intikam aldım Efsun’dan. Pişman değilim! Gene Eskişehir’e bir dostum gelirse bağlarım.
ri eline sağlık Hay
bir yazım yanlışlığı