Sıvadık Fanzin 30

Page 1


ucnoktasivadik.com


Yolumuz kaldığı yerden devam ediyor. Adım atmaktan yılmıyoruz.

izmir

basım yeri

efe

kapak-tasarım

cansu ersan

nokta, virgül

çeviri

ruhşen doğan nar göktürk yaşar

musab demirdağ

görseller

zeynep yıldırım beyza kocaoğlu efe

karalayanlar

zeynep yıldırım efe serkan üstündağ belgin karakuş aylin ulaba muhammet aldemir mustafa bakır fatih yamantepe emrah ersan tayfun polat göktürk yaşar mehmet fatih balkı

Yarını beklerken şimdiki zamanda ölüyoruz. Bu eskiden bir retorikti ama bugün gerçek. Hiç olmadığımız kadar çaresiz bir konumda, tıkıldığımız deliklerimizde malum sürecin geçmesini bekliyoruz. Bu bir gezegen çarpması veya atomik patlama değil. Ölüm kudreti ile duvarlarımızı yıkmıyor, bir casus gibi ailemizden, dostumuzdan içimize sızıyor. Kapana kısılan sessizliğin doğurduğu sancılar bu yüzden. Herkes konfor alanında ezberlerini işaretliyorken, yeni olana karşı suskunluk erdemden sayılıyor. Tedirgin ve hissiziz. Avuçlarımızda olduğunu sandığımız hayat artık bileklerimizi kanatıyor. İnsan arayışından asla vazgeçmemeli. Meraklı gözlerde sönen ışık kısa ve sık nefes alışların delilidir.


Kime Kuşak Lazım? Elbet izliyorsunuzdur, günümüzde birçok kişi kuşaklardan bahseder oldu. Gezi süreciyle birlikte başlayan Y Kuşağı pompalaması, yeni oy potansiyeli taşıdığı için üzerindeki ilgiyi Z Kuşağına devrederek saçma analizler eşliğinde cincik cincik edilmekten şimdilik kurtulmuş durumda. Ortam, bahsettiğim kuşak terimleri üzerinden her şeyin tespitini mümkün kılıyor olsa da ciddiyetten uzak. Yapılan tariflerse sokak arası kafelerindeki falcıların takındığı tavırdan pek de farklı değil. Birçok “aydın” tip astrolog tavırlarla nesillerin adeta falına bakıyor ve tümleme yanılgılarını bir bir ipe diziyor. Yok Baby Boomer Kuşağı sadakat ve kanaat duygusu yüksekmiş, Y Kuşağı özgürlüğüne düşkünmüş, X zaten yavrum, vur ensesine al ekmeğiniymiş, Z’ler de reel hayattan kopmuşmuş, kafası atsa babasını tanımazmış... Bir ton tatava sabah akşam tüm medya araçlarında mevcut. Peki bu durum hakikaten böyle mi? Yani belirli tarihlerle dünyaya gelen toplamlar, yerden biten ot gibi, kendiliğinden bir tavır ve davranışla mı dünyaya geliyorlar? Küresel anlamda toptan bir şekil alma ne kadar mümkün ve sahici? Bu tip sorulara şu açıdan bakarsak daha yerinde bir sonuç elde edeceğimizi düşünenlerdenim. Bir topluluk içinde doğan yeni birey her zaman daha fazla özgür olma eğilimindedir. İçinde bulunduğu toplamın açıklarını, zayıflıklarını, açmazlarını ve krizlerini eski bireye göre daha iyi sezinler. Çünkü eski birey, bir noktada bu yaşam alanına uyum sağlayarak katı bir kabullenme içine hapsolmuştur. Duyuları mühürlüdür. Tespit ettiği sınırlar içerisinde kendi hayat döngüsünü kurmaya girişir. Aslında kendisinin “yeni birey” çağında bazı esnetmelerin ve mücadelelerin de galibidir. Ama bir noktada gelip dayandığı nokta onun sınırı olmuştur. Sistem bir yere kadar zorlanmış, tabular yerinden oynatılarak gereken mesafe alınmıştır. İşte bu yeni eşik eski bireye göre olunabilecek en optimum yerdir. Bu noktalardan dışarı atılacak adımlar ise yeter sayıda uzlaşılan dengelerin dağılması anlamına gelecektir.


Bu noktada ifade etmem gereken şeylerden biri de ileri atılan her adımın gelişim olarak algılanmaması gerektiğidir. Tarih sahnesinde meydana gelen her değişim gelişme sağlamayabilir. Mesela ideolojiler modern dünya sahnesinde yer edindiğinde özgürlükler anlamında (taşıdığı iddia tam tersi olsa da) bir kazanım yaratmak bir yana, birçok insanlık dışı uygulamayı tarihsel belleğe kazımıştır. İkinci Dünya Savaşı, sistematik soykırım, tecrit uygulamaları ve toplu kıyımlar modern zamanın göbeğinde meydana gelmiştir. Propagandanın etkin kullanımı ve kitlesel manipülasyonlar da bu zamanın bir mirasıdır desek yanlış olmaz. Toplumdaki yeni bireye dönecek olursak; yer aldığı topluluk içinde önüne konan duvarlar, maddi manevi engeller onun bu yapıyı sorgulamasına yol açar. Kökleşmiş geleneklere karşı meşru arenada bir değişim yaratamasa da illegal yollarla dengeleri zorlar ve gedikler açar. İşte bu gedikler yazılanla gerçekte var olan arasında fark yarattıkça geleneğin yıkılışını, toplum zihninden kopuşunu hazırlar. İşte bu noktada benim savunduğum durum; kuşakların bahsedilen davranışları göstermesi bir zaman bağlamında değil, toplumun özgürlüklere ket vurduğu, bireyin önüne örülen setler üzerinden gelişen bir davranıştır. Yani burada baş aktör alfabetik nesiller değil toplumların sınırlandırıcı, hapsedici tutumlarıdır. Özetle, bana göre, kuşakları bir nesne gibi ele alıp sağına soluna bakarak hakkında yargılarda bulunulmasından önce, dönüp içinde bulundukları toplumda eksik olanın ne olduğuna bakılması yeterlidir. Özellikle son Z kuşağı kehanetleri üzerinden bakıldığında, aynı Y kuşağında olduğu gibi fazlaca bir anlam yüklemek sorunlu bir bakış açısıdır. Her kuşak kendi zamanına karşı pozisyon almakta, kendinden önceki kuşağın döküntülerine tepki geliştirmektedir. Ülke aynı ülke, zaman aynı zaman… Yaşayan, beyniyle düşünen tüm kuşaklar nelerin ters gittiğini görmüyorlar mı? Harikulade ikiyüzlülük tam gaz devam ediyor anlayacağınız. Toplum olarak elimizde bir bayrak dalgalanıyor. Yaşasın şanlı sinizmimiz!

efe


“Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değil” Çok yavaş kuruyorlar kavrulurken. Çok ısınıyor küçük zerrecikler. Kürek niyetine, sıcak irmik kumundan koca bir araziyi, mütemadiyen karıştırıyor tahta kaşık. Allah, Tanrı, God, Teos -ya da hangi dilde nasıl sesleniyorlarsa- böyle mi yapıyor yaşamak denileni? Belgesellerde gördüğüm kum fırtınalarından oluşan dalgalı katmanlardan oluyor kuru ve kavruk irmikler. Yürümek canlanıyor gözümün içinde. Kim yürümüş öyle gözünün, genzinin içinden, en ufacık aralıkların içini dahi kendisi ile doldurabilecek kudretle gücü olan kumun ovasında? Ocağın yanına ne zaman gelsem, işliğe girmiş iş bilmez edasıyla yaklaşmak hoşuma gidiyor raf ve çekmecelerde duran her şeye. Çünkü kendindeki bilgi sınırını ancak böyle aşabilir insan; bu kendi kendime edindiğim inancım. Homojen kehribar bir renkte olsun istiyorum irmikler. Kokusunda kavrulmanın tık ayarı dursun. Tık ayarım “Hey, bir şey mi kavuruyorsunuz?” dedirtecek ama “Hay Allah! Gene tencerenin dibini tutturmuş biri” kadar değil. Oysa bu tıkı aramakla geçen bir zaman kesiti olarak da tanımlayabilirim yürümelerimi, yürümelerimizi. (buna hayat diyorlar) Boyuna kürek çekiyorum o yüzden bu kızgın kumların üzerinde. Fıstıklar, serin yağmurlarla gelişmiş serpilip, çekirdekleşmiş ansızın kendinden başka bir iklime düşmüşler. Bak fıstık, burası orman değil irmik kum ovası. Ama yakıştın sen. Esmer bedeviler olacaksınız birazdan, az daha kavrulun önce. Mütemadiyen ısıyı, nemi, renk değişimindeki eşitliği gözleyip karıştırıyorum. Yaklaşık üç aydır odalar, evler birer koza gibi içinde sırf hayatta kalmak adına. Hayat kadar ölüm de misafir odasında konuk oysa. Her


şeye çok yakın olmakla ve çok uzak olmak da. Allah, Tanrı, God, Teos tüm malzemeyi temin edip “e yap hadi bakalım” diyeninden mi? Yani istese hepimiz mükemmel helvalar mı olacağız, bizi “hap” diye mi yutuverecek ? “Ah benim lezziz kullarım” mı diyecek? Diyelim bizler kavrulmuş fıstıklar kadar bedevi tanrının midesine indiğimizde cennete düştük mü sanacağız, cehenneme mi? Malzemeler verili olduğunda zihinlerin içinde çakan fikir, “e yapayım o zaman” meselesinde Nenem çok yapardı öyle şeyler, “e yap hadi bakalım” cıydı. “Bir kahve yapsanız da içiversek” derdi bazen. Hepimiz, tüm torunlar, anlayamadan onun neşeli istençlerine dahil olmayı pek severdik. Gönüllü kulları oluverirdik. Tanıdığım en sevimli ihtiyar kadınlardandı. Yani kaç kadın aynaya bakmadan kırmızı ruj sürer ki? Sanırım evet. Allah, Tanrı, God, Teos böyle yapıyor. Al sana tencere, yağ, irmik ve fıstık. Al bakalım ateşi de yaktım, bu senin ömrün. Yap bakalım ne yapıyorsun? Oysa zerrecikler yavaş kuruyor. Çok ısınıyorlar. Bu kadar küçücük şeyin bu kadar çok ısıya tahammül edişini tahayyül bile edemiyorum. Parmağımın ucu, en küçük bir noktamı uzatıp ısısına bakacak olduğumda kavrulmuş bir kum havuzuna düşmüşüm gibi. Birden cehennemi anımsıyorum. Okuduğum en yakıcı tasvirini; Backford’un “Vathek”inde ‘Kalbin cehennem koridorlarında bir kor olarak bedeninde taşımaya mahkûm edilenin öyküsü’ sanki duyumsadığım. Ocağın ateşleme düğmesinin açma kapama mekanizmasının çalışıyor oluşuna, tahta kaşık/ küreği çevirecek denli kolumu kullanabiliyor oluşuma şükredeceğim neredeyse. Ocağa, mutfağın o binbir ihtimal kombinasyonlar yapabilme şansı veren yanına sığınmış, tatlı mı tatlı kavrulmakta olan helvaya bakıyorum. (Bu arada helva çok acayip bir yiyecek. Hem ölüm, hem doğum, hem kutlama, hem adaklar, hem şölenler için yapılmış.)


Misafir odamda hayat ve ölüm, koltuğuma sere serpe yerleşmiş benim koşturmalarım arasında “bir bardak daha” diyor. Koşturup çay servisi yapıyorum. Hayat ne zaman bir yudum alsa, yaşamak için bir sebebim var diyerek tadına varıyorum o anın. Ölüm ne zaman bir yudum alsa, burnumun kıyısında kokuyu silen bir şey oluyor. Damağımdaki tat bir başka şeye dönüşüyor; değişiyorum, değişiyoruz. Her şeye rağmen tüm insanlığın yaşından bile daha uzun zamandır süren dostluklarına gıpta ediyorum Ölüm ile Hayat’ın. Allah,Tanrı,God,Teos -ya da hangi dilde nasıl sesleniyorlarsa- böyle mi yapıyor yaşamak denileni?

zeynep yıldırım


…Bitmemiş, kalıntı olarak kalmış aşk, Bir veba gibi keser, böler aklı… Şimdi de her vakitte olduğu gibi aynıdır bu… …Ve işte burası dünyanın arka arazisidir. O kadının gözleri istila eder ruhunun içini. Merhaba, yüreğimin Kolhis krallığı! Merhabalar, yabancı insanlar topluluğu! …Öldürülen kahverengidir. Öldürülen yeşildir. Ve ölümcül şekilde yaralanan kırmızıdır…

Karşımda Yabancı bulutlar, uzanmışlar Kafkasya’nın erişilmez tahtlarında Bana bakıp poz veriyorlar uğursuz biçimde. Burada muhtemelen devlerin Ruhlarını toplamışlar, Ne zaman olduğu bilinmez, Kâfirlerin dönemini başlatmışlar. …Bir sarsıntı ile aşağı düşen tekerleklerin Raporlarını bildiriyorlar bana… Nerede o kartlamış olan kutsal sözcükler, Kimler anlamlarını bilir Eş zamanlı olarak Hoş geldin’in Ve Elveda’nın?(!)

Bulgarca aslından çeviren: Göktürk Yaşar

…Acaba sadık kalabilecek miyim Sevgilim ile o hayalleri yapmaya?...

ŞİİR: Lyubomir Levçev

BİTMEYEN ŞİİR

Bir hüzün içinde uçtum renkli bulutların civarında. Sonra şeffaf olan bir vadiye indim yavaşça. Aşağıda alevler içinde yanan denizi gördüm…


Sosyal Psikolojik Bağlamda Biyopsikososyal bir varlık olarak insan ve dolayımından geçen her şey yaşamı şekillendirir. Bu yüzden dünü, bugünü, yarını anlamak için yönümüz insana çevrilir, insanı anlamak için ise yine düne ve bugüne odaklanılır. Çoğu savaşlardan oluşan tarih dersleri, çoğu düşmanlık, kin barındıran insanlık “suçları”yla dolu gündem insan hakkında akıllarda dolaşan pek çok soru açısından irdelenebilmektedir. Sosyal psikolojik açıdan insanın dünü ve bugününü temel olarak grup dinamikleri ile ele almak mümkündür. Evrimsel bakış açısıyla bakılacak olursa insanlık tarihi başından beri sosyalizasyonu odağında barındırır. Çünkü insanın birincil hedefi sağ kalımdır ve bu ancak örgütlü şekilde güvenli ve kolay hale getirilebilir. Beslenme, barınma ve güvenlik ihtiyacı insanları temelde bir araya getiren şeydir. İlk insanlardan günümüze insanın eli pek çok şeye değmiş ve etki alanı genişledikçe sosyalizasyon yani dâhil olunan grupların sayısı artmıştır. İnsan “ben” demenin yanı sıra “biz” demeyi öğrenmiş ve “öteki” kavramı her grubun karşısında kaçınılmaz şekilde yerini almıştır. Bugün “biz” ve “öteki” kavramlarının kişide tetiklediği üçer duygu sayılmaya kalkışıldığında şüphesiz birinin olumlu diğerinin olumsuz bir algı yarattığı görülür. Böyle bir yapılanma da beraberinde -temelde sağ kalımı barındırmaya devam etmekle birlikte- farklı bağlamlarda ama benzer mekanizmayla “biz”

ve “öteki”nin çarpışmasını getirir. Sosyal psikolojik düzlemde “biz” ve “öteki” iç grup ve dış grup olarak adlandırılır ve grup süreçleri bu iki grup arasındaki ilişkileri, dolayısıyla odak noktamız çatışmaları ele alır [1]. Bu süreçleri incelemeye en temel kuramlardan biri olan Bilişsel Çelişki Kuramı [2] ile başlamak mümkündür. Bu kurama göre kişinin dâhil olduğu grubu yani iç grubunu her halükarda dış gruptan üstün görme eğiliminde olması beklenir. Çünkü kişi kendini dâhil olduğu grupla özdeşleştirdiğinden (“biz”lik duygusu) iç grubun kötülenmesi kişide bilişsel çelişki yaratır ve kendi benlik değerinde bir düşüşe sebep olur. Bu düşüşü engellemek ve bilişsel çelişkiyi ortadan kaldırmak için kişi daima bir telafi çabasında olur. Bu telafi üç farklı şekilde gerçekleşir. Kişi ya bu kötülenme durumunu inkâr eder ya iç grubunu terk eder ya da iç grubunun daha iyi olabilmesi için gerekli çabayı gösterir [3]. Etnik gruplaşmalar, milliyet, din, aile gibi terk edildiği çok görülmeyen iç grup örneklerine bakıldığında bunlarda daha çok iç gruba bağlılık ve yüceltme çabasının olduğu söylenebilir. Bunu şu şekilde desteklemek mümkündür ki, kişi genelde iç grubunun olumlu yanlarını, dış grupların ise olumsuz yanlarını görmeye meyillidir. Bu da gruplar arası çatışmanın temelini oluşturan gruplar arası önyargıyı doğurmaktadır. Önyargı bir kaygı doğurur ve grupların birbiriyle daha az temas etmesine ya da hiç temas etmemesine ve


Bizler ve İktidar düşmanlığa yol açar. Düşmanlık reddetme ve ayrımcılığa, ayrımcılık da şiddet ile birlikte ortadan kaldırma, yok etme, soykırıma kadar varabilmektedir [4]. Bu kuramsal çerçeveden bakıldığında akıllarda bilindik, insanlık tarihini derinden etkileyen olayların canlanması mümkündür. Pek çok etnosentrik vaka, temelinde bu mekanizmayı barındırarak vuku bulmuştur. Bu bağlamda değinilmesi mümkün bir ilişkili kavram iktidardır. 2. Dünya Savaşı sonrası büyük tartışma konusu olan Adolf Eichmann örneği Hannah Arendt ile birlikte “kötülüğün sıradanlığı” şeklinde yorumlanmış ve insanlık kendi iç muhakemesini yapmaya başlamıştır. Burada inceleme yaptığımız perspektif üzerinden bakıldığında üzerinde durulması gereken noktanın her insanın kötülük yapabileceği olmadığının altını çizmek gerekir. Kötülükten ziyade vurgulanan nokta grup dinamikleridir. Şüphesiz bu da savaşın sonunda psikoloji kürsülerinde büyük yankılanmalara sebep olmuştur. 1971 yılında Stanford Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde Prof. Dr. Philip Zimbardo liderliğinde tüm zamanların en çok konuşulan deneylerinden biri yapılmıştır. [5] Stanford Hapishane Deneyi ile birlikte kötülüğün psikolojisi hakkında bilgi edinmek amaçlanmış ve üniversite öğrencilerinden oluşturulan bir grup gardiyan ve bir grup mahkûm ile yapay bir hapishane kurulmuştur. Mahkûmların evlerinden

polis araçlarıyla tutuklanmasından hapishane şartlarına kadar her şey en ince ayrıntısıyla düşünülerek deney koşulları gerçekliğe en uygun şekle getirilmiştir. Deneyin seyrini büyük oranda etkileyen, gardiyanlara verilen mahkûmların benliklerini yok etme, fiziksel şiddet harici koşulsuz itaat ettirme gücü, deney boyunca iki grup arasındaki uçurumu giderek açmıştır. Mahkûmların ara ara gösterdikleri başkaldırmalara rağmen genel olarak kendilerini isimleri ile değil mahkûm numaralarıyla tanımlamaları, gardiyanların inanılmaz Nazi dönemi toplama kampı cezalandırmalarına itaat etmeleri, akıllara durgunluk verecek bir tablo çizmiştir. Bu sebeple deney planlanan bitiş tarihinden önce sonlandırılmak zorunda kalmıştır. Deney detaylı şekilde incelendiğinde “kötülük, iktidar, itaat” üzerinden kısmi bireysel değerlendirmelerin de yapılabileceği notunu düşerek konu bağlamında iktidarı grup dinamiği yönünden değerlendirelim. Daha deneyin ikinci gününde mahkûmların isyan ettiği göz önüne alındığında gruplar arası eşit statünün olmayışının, mahkûmları benlik değerlerini korumak adına bu eyleme yönelttiği söylenebilir. Deneye yapılan bazı etik itirazlar dolayısıyla 2001 yılında BBC tarafından bir replikasyonu yapılmıştır ki asıl üzerinde durulması gereken nokta burasıdır. Replikasyonda yapılan bazı değişiklikler ile gardiyanlar isyanlara karşı birlik içerisinde hareket etmemişlerdir.[6] Bunun sonucunda mahkûmların psikolojik baskıları ve iç grup birliktelikleri gardiyan-


Kaynakça [1], [4] Tajfel, H., Turner, J. C., Austin, W. G., & Worchel, S. (1979). An integrative theory of intergroup conflict. Organizational identity: A reader, 56, 65. [2], [3] Festinger, L. (1962). A theory of cognitive dissonance (Vol. 2). Stanford university press. [5] Zimbardo, P. G. (2011). Lucifer effect. The Encyclopedia of Peace Psychology. [6] www.bbcprisonstudy.org

ların kendi gruplarını feshetmelerine ve parmaklıkları açıp grup değiştirmelerine sebep olmuştur. Böylelikle komünal bir düzen oluşturulmuş, güç deneye dâhil tüm katılımcılar arasında eşit paylaştırılmıştır. Bu, komünal bir yaşantının o kadar da ideada kalmayabileceği düşüncesi ile akılları çeldirmemelidir. Çünkü çok vakit geçmeden hapishanede komünal düzen içerisinden sivrilen eski mahkûmlardan birinin liderliğinde bir darbe yapılarak yeniden gardiyan mahkûm düzenine geçilmiştir. Deneyin bu seyirde ilerlemesi şaşırtıcı değildir elbette. Üzerinde durduğumuz kuramsal çerçevede gruplaşmak, var olan kaynaklardan daha fazla faydalanmak adına makul olandır. Fakat tüm bu tablo insanlığa dair toptan olumsuz bir yorumlama olarak görülmemelidir. Tarihte ABD’nin kuruluşunda olduğu gibi ortak kimlik yaratılarak hâlâ “ayrışmadan ama farklılıklarımızla barış içinde yaşayabilir miyiz?” sorusu tartışılmakta ve sosyal psikolojik açıdan çözümlenmeye çalışılmaktadır. Bu elbette ütopik bir çözüm bulma arzusu değil, insanlık tarihine ciddi darbeler vurabilecek, gruplar arası çatışmanın, son noktası soykırım gibi, katliam noktasına gelmesini engelleme arzusudur.

akuş belgin kar


efe



Tayfun Polat “Şu günlerde müzisyen olmak çok zor oluğu için, müzikle iştigal edenlere hazırladım bu listeyi. Biraz dertleşme, biraz motivasyon olsun diye”

EMPATİ

Sir Joe Quarterman & Soul Fire – The Way Th ey Do My Life The Temptations – Ball of Confusion (That’s W hat The World Is Toda Fela Kuti – Everything y) Scatter Marijata – No Conditi on is Permanent The Upsetters – In Thes e Times Oneness of Juju – Get Your Head Together Marvin Gaye – What’s Happening Brother Curtis Mayfield – (Don ’t Worry) If There’s Hell Below We’re All Gonn Cymande – Loosing Gr a Go ound Thundercat – Them Ch anges Neal Francis – Change s, Pts. 1 & 2 The Meters – You’ve go t to Change (You’ve go t to Reform) Roy Ayers – Evolution Charles Bradley – Chan ge for the World Primal Scream – Give Out But Don’t Give Up Ben Harper & Charlie Musselwhite – Get Up ! Stevie Wonder – Keep on Running Hudson People – Trip to Your Mind Soul Searchers – We th e People Godfrey Odili – Let’s D o More Music

Playlisti Sıvadık Fanzin Youtube Kanalından da dinleyebilirsin


)

Elestirmenligin Kıyıları ve , Saygıda Kusur Günümüzün sönmeye yüz tutan en önemli konularından birine denk geliyoruz; eleştirmenlik, hem kültürel hem de sistematik açıdan silikleşmeye başlayan bir konu. “Konu” kelimesini seçmemdeki ısrarcılık da şuradan geliyor; “olgu” kelimesini seçseydik “konu” açılmazdan evvel “olgu”yu yorumladığımız için sarf ettiğimiz her cümle önyargılı olacaktı. Kim böyle bir hususa dikkat ederdi ve beni eleştirirdi ki? Hiç… Biz, eleştirmenliği derinlemesine irdeleyip de bunu sistematik olarak değerlendirmeyelim, işinin ehli ve yılların deneyimini kazanmış kişilere dolaylı ya da dolaysız yoldan sataşmış olmayalım. Şu an için tek derdimiz, eleştirmenliğin kıyılarında kalan notların (incelemelerin) ne kadar kırılgan yapıda oldukları ve ne kadar hızlı unutuldukları. Kıyıya denk gelen tek dalgada silinip giden yorumlardan bahsediyorum. Zaten hayatı yaşamak değil de tüketmek üzerine değerlendiren zihinlerin karşısına çıkıp bir eleştiri yaptığınızda bir sonuç sunabilmekten çok, daha çok sorunla karşılaşıyorsunuz. İnternet tarayıcıları ve arama motorları, bazı insanların “bilgi” ile “deneyim” arasındaki farkı bilmemesinden kay-

naklanan, insanlara “Her şeyi anlayabilirim.” hissiyatı sunmaya devam ediyor; illa ki bir şeyler anlıyorlar ancak teorik ve pratik sonuçlar arası kıyası tam yapamayan kişiler, benim gibi mizahı seven kişileri bile güldürmüyor. Yine “konu”yu tam betimlemeden yorumlamalara mı başladık? Pek güzel, ben de konuyu kaçırmak istesem kaçırırdım çünkü etrafımdaki toplumun büyük çoğunluğu “Saygıda kusur etmemek lazım.” gibi düşüncelerle donatılmış durumda; üstelik, bu bilgi birikimlerini öyle bir kullanıyorlar ki eleştirmen kişi “Şimdi yukarı tükürsem bıyık, aşağı sakal…” düşünceleriyle tek dalgada silinmelik bir yoruma imza atmaya hazırlanıyor. Saygı neydi, düşünce sunma frenlemesi mi? Saygı, daha çok, edinilmiş bir hak olarak görünüyor ve bu hak ediş de tamamen şans eseri geliyor. Belirli bir yıl yaşayan insanlara, nasıl yaşadıkları önemsiz, itin önde gideni olsalar da “yaşlı” sıfatını kaptıktan sonra “saygınlık” kazanıyorlar, ne bileyim, tercih ettikleri meslek, gerçekleştirdikleri sosyal projeler, ortaya koydukları bir iki düşünce sonrası kazanılabilen saygınlıktan bahsediyoruz. Günümüzün interaktifliğine ulaşamayan ya da ye-


terli parası bulunmayan kişilerin (malı ya da mülkü yoktur bunların) yaşlılığı beklemesi gerekmekte. Onları duyan kulak ya da gören göz olmak zorunda değiliz, değil mi, yaşlansınlar hele bir, yaz tatili için bir yerlere arabamızla giderken soluklanmak için bir köye gider de kıraathanesine girersek güler yüz gösteririz, sevinirler vs… Diyorum ya; eleştiri kültürünün kendisi, saygıda kusur olarak görülmeye başlanmış… Ben şimdi hangi insanı hangi koşullarda ve hangi düzeyde eleştirebilirim ki? Onu da geçelim; “tanınmış” olmanın verdiği saygınlığa ne demeli? Venedik’te çeşme olsa içine bozukluk atmayacağınız insanların eserlerini (!) hangi yapıcılıkla eleştireceksiniz? Parayı basanın edebiyata, sanata, ticarete, zanaatkârlığa, sağlığa, eğitime, felsefeye, siyasal bilimlere, uzaya yolculuklara, evrimciliğe, ahlaka, toplumsal ya da bireysel örgütlenmelere, sözüm ona açık fikirliliklere el attığı bu dönemden bahsediyorum; eleştirmenlik sönmesin de ben mi söneyim? Diğer taraftan, eleştirilme hevesiyle dolup taşanlarımız da yok değil; tabii ki onlar da karşılarında genellikle bir eleştirmen bulamadıkları için konuya vakıf olmayanların yorumlarına muhtaç kalıyorlar. Şöyle bir örnek verelim, bir doktorun babası ne doktor ne de istatistikçi, gidiyor babasına ve “Baba,

bu hafta girdiğim 8 ameliyatta 6 hayat kurtardım ve geçen hafta ise bu sayı 14’te 8 idi. Sence ben iyi bir doktor muyum?” diye sormasına benziyor, babası da televizyonu yeni kapatmış, aklında binlerce saldırgan uyaran var, stresli ama kime ya da neye kızdığını bile unutmuş, çocuğu da güya doktor ama aptal aptal şeyler soruyor, yine de onun babası olduğu bilincinde ve büyük bir sabırla “Evet, kızım. Şu an iyisin, ileride daha da iyisi olacaksın.” diyerek cevaplıyor ve bu sohbetin sonucunda da tek anladığımız şey, doktorun kadın olduğu mu oluyor? Cevap evet ise; medyadan biraz uzaklaşma vaktiniz gelmiş çünkü bu yorum sizden değil, programlanmak istenen tepkilerinizden geliyor. Son olarak da ufak bir soru kalıyor akıllarda: “Madem tepkiler programlanabilir şeyler, (ki öyleler, işletim sisteminiz sizin kazandığınız deneyimlerle şekillenen düşünme tarzları ile konuları inceliyor…) neden bir konu hakkında yorum yaptığımda bu yorumu sadece ben yapabilecekmişim gibi hissediyorum?”

serkan üstündağ


YABANCILAŞMA -- YABANCILAŞMA Ayırıcı olarak düşündüğümüzde insan, tekil bir doğa varlığıdır, dinamik bir organizmadır, diğer tekillerin dışındadır, onlarla arasında organik ve kültürel bir sınır vardır. Birleştirici olarak düşündüğümüzde ise insan toplumsal bir varlıktır. Toplu yaşam için diğer tekilliklerin içine doğru hissetmek ve düşünmek, sınırların akıcılığını sağlamak, kültürel köprüler kurmak zorundadır. Hem empati hem de işbirliği süreçlerinde yaşamın temel tonu, değişik birlikte oluş ve hissediş köprüleri kurarak giderilmeye çalışılan tekil yalnızlıktır, tek başına olma hissinin yarattığı hüznü, birlikte olmanın sevincine dönüştürme çabasıdır. Tekil insan varlığı, yalnızlığını ve tek başınalığını da, hüznünü ve sevincini de topluluk içinde yaşar ve anlamlandırır. İnsanın bir ‘zôon politikon’ bir topluluk varlığı olduğu Aristoteles’ten beri dile getirilmektedir. Tekil insan varlığı çevresindeki diğer insan varlıklarının duygu ve düşüncelerinden, acılarından, hüzün ve sevinçlerinden haberdar olduğu ve onları doğrudan veya dolaylı olarak paylaştığı için, topluluk bireyi olarak hiçbir zaman tam olarak yalnız kalamaz, tam olarak yalnız değildir. Anlaşılmak isteyenler için anlaşılmamak, kavuşmak isteyenler için kavuşamamak, anlatmak isteyenler için dinlenmemek, değiştirmek isteyenler için de değiştirememek,

sevinenler için hüzünlenememek, hüzünlenenler için sevinememek bir bakıma yalnızlaşmaya veya tek başınalaşmaya başlama duygusu olabilir. Ancak tek başınalık ve yalnızlık farklı şeylerdir. Tek başınalık duygusu ilişki yoksunluğundan değil, ilişkilerden duyulan hoşnutsuzluktan kaynaklanan bağlantısızlık duygusudur diyebiliriz. İnsan, ilişkiler içinde dikkate alınmadığını, kabul edilmediğini, kendine gereksinim duyulmadığını, dışlandığını derinden hissederse, kendini tek başına kalmış hisseder. Bu bağlamda tek başınalık, beynin ödül merkezini hareketlendirmeyen, acı veren bir durumdur. Yalnızlık ise başkalarının varlığında, ilişkiler içinde deneyimlenen bir duygudur; gençler ve yaşlılar, köylüler ve kentliler, merkezdekiler ve çevredekiler veya aile içindeki bireyler açısından farklı beklentiler nedeniyle farklı boyut ve yoğunlukla yaşanabilir. Yalnız kalmayı isteme, yüksek zihinsellik ve eğitimlilikten kaynaklanan duygusal bir olgunluk belirtisi olarak, ilişkiler içinde ayrı durabilme yeteneğini, bir tercihi de ifade edebilir. Erken ölüm riskini artıran yalnızlaşma bir ‘kaybetme deneyimi’, tek başınalık ise bir ‘vazgeçme deneyimi’dir. İnsan yalnızlaşmaya katlanmak zorundadır, tek başınalaşma ise aranır ve istenir olabilir diyebiliriz. Di-


-- YABANCILAŞMA -- YABANCILAŞMA ğer yandan insanın toplumsal bir varlık olduğunu düşündüğümüzde tek başınalaşma; toplumun yakınlıktan, tanıdıklıktan ve güven vericilikten uzaklaşması şeklindeki bireysel yabancılaşma deneyimidir, sonuçta toplumsal bir varlık olduğu unutturulan insanın ‘kendine yabancılaşması’dır. Filozof Gadamer’e göre Marx, insanın kendi emeğine yabancılaşmasını «kapitalist iktisat biçimi»ndeki üretim ilişkilerinin yapaylığına, paranın fetiş karakterine ve insan emeğinin meta karakterine dayandırarak eleştirel olarak açıklamaktadır. (1) Biraz daha açalım: Üretim araçları, iş sağlama olanakları başkasındadır. Başkası işi kendi kazançları için verir, insan başkası adına çalışmaya ve düşünmeye zorlanmaktadır. Bedensel, zihinsel ve duygusal emek, çalışanın işverenle ‘ücret’ karşılığında mübadele ettiği ve işverenin kendi kârı için tükettiği veya sattığı bir metaya dönüşmektedir. Çalışanın yaşam gereksinimleri ve giderleri genellikle en alt düzeyde tutulmaya çalışıldığından, insan başkası için kendi zararına çalışmaya zorlanmaktadır. Emek harcayarak yaratma süreçleri; çalışanın kendi yetenek potansiyelini tanıma ve kendini gerçekleştirme amacından, yaşamı sürdürmek için koşulları dışarıdan belirlenen

bir para kazanma aracına dönüşmektedir. Para peşinde koşma, kendi başına bir amaç haline; insanlar para ve mülkü ile ölçülen insanlar haline gelmekte, her şey parayla ölçüldüğü için paranın kendisi adeta tapınılan büyülü bir nesneye, bir fetişe dönüşmektedir. Sonuçta insanlar adil olmayan bir gereksinim belirleme, verme-alma, satma-satın alma ilişkileri yumağında, toplumsal kurum ve yapılara, iş ilişkilerine, sosyal ilişkilere, inançlarına, duygularına, düşüncelerine, kendi emek ürünlerine, üretici yaşam etkinliklerine, kendi özsel özelliklerine ve birbirlerine yabancılaşmaya zorlanmakta ve yabancılaşmaktadır. (2) Günümüz modern toplumlarında deneyimlediğimiz diğer zorlanmalar ve bireysel yabancılaşma deneyimlerimiz de tek başınalık duygumuzu arttırabilmektedir. Üretimde teknolojileştirilen, düşüncede ve yaşamı yürütme tarzında rasyonelleştirilen, salt akla dayandığını varsayan bir toplumsal düzende, duygusal becerilerimizin veya duygusal zekâmızın yeterli önemi yoktur; özel becerilerimiz, uzmanlık alanımız, mesleğimiz nedeniyle toplum için vazgeçilmez özel bir değerimiz yoktur. Herkes değiştirilebilir, başka birisi her zaman yerimizi doldurabilir. Herhangi bir kişi veya sıradan olmaya zorlanma, kendilik değerimizi sıradan-


laştırmakta; bizi benliğimize, yetenek potansiyelimize ve emeğimize yabancılaştırmaktadır. Diğer bir ‘zorlanma deneyimi’ ise, daha iyi nasıl yapılacağını bildiğimiz şeyleri, dirensek de sonuçta mutlaka istenildiği gibi veya herkes gibi yapmaya zorlanmadır. Değişik yaşam alanlarında bizi biçimselleştirerek ve tek tipleştirerek öznelliğimizi, kişiselliğimizi ve yaratıcılığımızı ve dolayısıyla ‘biricikliğimizi’ hissetmemizi engelleyen dışarıdan zorlanma deneyimleridir. Bu tür deneyimler bizi kendimize ve diğer insanlara yabancılaştırmakta, sosyal çevremizle alışılmış bağları zayıflatabilmekte ve bir ‘kaybetme deneyimi’ olarak yalnızlaşmaya veya kendilik/benlik aykırılığının farkına vardıran bir ‘kazanma deneyimi’ olarak tek başınalaşmaya yol açabilmektedir. ‘Tüketime zorlanma’ ve ‘düşünceye zorlanma’ diğer temel zorlanma veya mecbur kılınma deneyimleridir. Günümüzde yüksek bir içsel özgüllüğü ve özgürlüğü olmayan herkes iktisadi sistemin örgütlü gereksinim üretme mekanizmasının dışına çıkamamakta ve dışarıdan gereksinim olarak tanımlanan her şeyi tüketmeye yönlendirilmektedir. Yine aynı şekilde doğrudan yüz yüze konuşmalar yerine yaygın olarak medya yoluyla gerçekleştirilen bilgilendirilme politikaları üzerinden belirli aynı tip düşünceleri oluşturmaya zorlanmaktayız. Marx

buna içselleştirdiğimiz, alıştığımız ve sonunda ‘doğal’ kabul ederek sorgulamadığımız, egemen ideolojileri taşıyan düşünme biçimleri anlamında ‘nesnel düşünme biçimleri’ diyor. Sonuçta insan kendisini duyumsayamamakta, ‘kendi özeli’ne çekildiğini sansa da, toplumun dışına çıkamamakta, bıkkınlık ve yorgunlukla kendisini belirleyen bağımlılıkları görmek istememekte, bağımlılıkları kendi biricikliğiymiş gibi içselleştirerek özsel gelişimini köreltici, stresli bir ‘rahatlama’ ve vazgeçme sürecini denemektedir. Biraz daha açalım: Geleneksel topluluk yaşamıyla karşılaştırıldığında ‘para ekonomisi’ne dayalı modern toplumsal yaşam ‘öznel kültür’ün ‘nesnel kültür’ olarak başkalaşımından doğan bir ‘kültür huzursuzluğu’ yaratmaktadır. ‘Formel bir eşitliğin acımasız bir sertlikle kol kola gittiği’ para ekonomisinin aklı ve mantığı, insanların duygularına yönelik değildir, konuların ‘rasyonel’ olarak anlamlandırılması ve yönetilmesiyle ilgilidir. Bu nedenle ‘hesaplayıcı bir varlık’a dönüşen büyük kent insanı, kişisel ilişki ve özelliklere değil; kişilerin ne ortaya koyduğuna, başarımlarına bakar. Çünkü ‘modern büyük kent, neredeyse tamamen piyasa için üretimden, üreticilerin hiç yüz yüze gelmediği alıcılardan’ beslenir (Tönnies, Simmel, Freud). Büyük kent insanlarının zihinlerini ve sosyal ilişkilerini sarmalayan rasyonelliği, idealsizliği, bıkkınlığı, duygusal körelmişliği


ve sosyal mesafeliliği (Simmel) dostluk ve arkadaşlık bağlarıyla yumuşatarak rahatlamak; yabancılaşma, tek başınalaşma ve yalnızlıktan kaçışın pratik bir seçeneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle de arkadaşlığın ve dostluğun ne demek olduğu, modern toplumlarda uzun süredir tartışılan bir konu haline gelmiştir. Dostluk ve arkadaşlığın bizi sistemin ‘rasyonel zorunluluklar’ yüklü ‘çelikten kafes’inin ‘yorgunluk toplumu’ndan (Han) bir kaçış yolu olarak karşımıza çıkabilmektedir. Fakat… Başka birine kızdıkları için değil de, bizi sevdikleri için bizimle olan; gönülleri kendi üstünlüğü ya da bizim kötülüğümüzle beslenmeyen; çekememezliği önlemek için ara sıra özveriye katlanan, pek önem vermedikleri birkaç işte bize bile bile yenilen, alt olan; öç alacakları zaman, bize zarar vermekten çok bizi pişman etmek istedikleri için bizim durumu önceden bilmemizi isteyen (3) dostlar ve arkadaşlar bulabilirsek.. ve kaçabilirsek

aba aylin ul

Dipnotlar: (1) Marx’ın ‘yabancılaşma’ ve ‘fetişizm’ anlayışı için bkz: Edinsel, K. (2014), s. 272-284. (2) Toplumsal yapıların yarattığı çalışma ve yaşam koşullarının neden olduğu varsayılan ve antropoloji, felsefe, psikoloji, psikanaliz, sosyoloji ve estetiğin konusu olan yabancılaşma, genel anlamıyla bir insanın (öznenin) kendisine, ilişkili olduğu bir şeye; bir diğer insana (özneye), bir ilişkiye veya yapıya yabancılaşması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda yabancılaşma, insani gelişime ilişkin kuramsal olarak betimlenen eksiksiz/ideal bir durumla gözlemlenen veya ölçülebilen mevcut eksik durum arasındaki niteliksel farkı ifade eden bir kavramdır. Yabancılaşma algısının veya farkındalığının, farklı yaşam, çalışma, uğraş koşul ve olanaklarına sahip bireylerde nasıl farklılaştığı, yabancılaştığı varsayılan özneler tarafından öznel olarak ne ölçüde hissedildiği ve görgül olarak nasıl saptanabileceği ise, ayrı bir tartışma konusudur. (3) F. Bacon. Denemeler. Yararlanılan Kaynaklar: Bacon, F. Denemeler. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1998. Çeviren: Akşit Göktürk. Edinsel, K. (2014). Sosyolojik Düşünme ve Çözümleme. İstanbul: Kabalcı. Holt-Lunstad, (2015). http://t24.com.tr/haber/yalnizlik-salgini-olduruyor,419352.


zeynep yıldırım


TURABDİN

Yaşam her zaman kusurluydu. Yorgo dinine mensup keşişin manastırında Bir yabani ot olma ayrıcalığı Kimseye verilmedi. Piave hiçbir zaman kendini gösteremedi Ve sırf bu yüzden annem Kuzey İtalya’da boğuldu, Sadece hatıratı kaldı bana. Yosun bir cümle girişi, Bir yaşam izi; “Doğum her zaman ilk günahtır!” Tuvalde var olan babam, -ki nefrettir peygamberi. Daha ilk gün, kendini kurban etti en parlak suya. Vasiyeti şuydu; “Kan hepimizden her zaman daha temizdi!”

göktürk yaşar


Mark Perry Danny Baker RÖP’ü İngiltere’de çıkan efsane fanzin Sniffin’ Glue’nin kurucularının Aralık 2019 tarihinde Guardian’a verdiği röportajı sizler için çevirdik. Sıkı bir hatırat.

Mark Perry 1974’de okuldan ayrıldım ve banka memuru olarak işe girdim. O zamanlar, NME satın alırdım ve Ramones, Patti Smith, Television gibi New York punkı hakkında okurdum. Ramones’in ilk albümü çıktığında, kulağa o kadar yeni ve heyecan verici geliyordu ki. Uçmuştum. Benim gibi bir çocuk, hayatta müzik işlerinin kendisi için olacağını düşünemezdi ama Ramones’i duyduğumda şöyle düşündüm: “Bunu yapabilirim.” Müzisyen olmamama rağmen işin içine dâhil olmak istedim. Fanzinler vardı ancak Blues ve Country müzikleri gibi marjinal müzikler içindiler. Ramones’in “Now I Wanna Sniff Some Glue” şarkısından esinlenerek, bir punk fanzini hazırlamanın harika olacağını düşündüm. Yılbaşında hediye aldığım eski bir çocuk daktilosu vardı ve onu kullandım. Gerektiğinde dolma kalemle karalıyordum ve başlıklar için keçeli kalem kullanıyordum. Çok basitti. Geriye baktığımda, bir tür DIY - Kendin Yap tarzındaydı ama o noktada punk için estetik bir şablon yoktu. Elimden gelenin en iyisini, elimde ne varsa onunla yapmaya çalıştım.

İlk sayı çok sayfalı değildi ve hiç fotoğraf yoktu. Ana konu Ramones incelemesiydi. Asla kendim konserlerde elden satmadım. Tembeldim, bu yüzden Rough Trade, Virgin müzik mağazaları aracılığıyla satıyordum. Onların dağıtım ağlarını kullanarak, ülkedeki hemen hemen tüm mağazalara ulaşılabiliyordu. Punk patlayan bir bomba gibiydi. Hayatımı değiştirdi. Sniffin Glue’ya başlayalı birkaç ay olmuşken işimi bıraktım. Dördüncü sayıya doğru, müzik piyasasını ele geçirmeyi konuşuyorduk. Talep büyüyordu ve müzik mağazaları daha fazla kopya basmamız için bize avans veriyordu. Matbaada fanzini basmaya başladık ve kısa zamanda birçok mükemmel fotoğrafçı destek vermeye başladı. Müzik dergilerinden farklı bir duruş oluşturmuştuk. Müzik grupları hakkında şöyle şeyler yazabiliyorduk: “Gidin ve onları görün. Hayatınızı değiştirecekler. Saçınızı kesip, işinizi bırakıp bir müzik grubu kuracaksınız.”

Doğru zamanda, doğru yerdeydim. Şimdi efsanevi bir fanzin olarak görülebilir ama o zamanlar öyle gözükmüyordu. Yıllar sonra, ardından gelen


fanzinler üstünde yarattığı etkiden dolayı gururluyum: London’s Burning, 48 Thrills, Ripped and Torn gibi diğer punk fanzinleri ve bununla beraber i-D ve The Face; DIY - kendin yap ruhu ve güçlü biçimsel kimliği konusunda o ilk dönem fanzinlere çok şey borçlular. Benim için punk, Clash 1977’de CBS ile anlaştığı gün öldü. O zamanlar bunu yazdım. 1977 yılının ortasına doğru, Step Forward Records’ta yetenek avcısı işim vardı ve kendi müzik grubumu Alternative TV’yi kurmuştum. Üçünü bir arada yapmak çok zordu. Ayrıca, fanzinin etkisinin zayıfladığını fark ettim. Bu yüzden şöyle düşündüm: “12 sayı ve sonra boş ver.” Ve tam olarak bunu yaptık. Son sayıyı 20.000 bastık ve yanında Alternative TV’nin ilk single’ını flexi-disc olarak hediye ettik. Sniffin’ Glue söylemesi gerektiğini söyledi ve layıkıyla bitirdi. Danny Baker Ben fanzinin ortasına doğru ekibe dâhil oldum. Fanzine başladığında Mark’ın deli olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Oxford Sokağı arkasındaki rezil bir binada fanzinleri hazır-

lardık. Police’in davulcusu Stewart Copeland, oradaki ofisini bize vermişti. Bir masanın üstünde o sayının her bir sayfası için binlerce kâğıtlık yığınlar dizili olurdu. Roxy’de gece takılmasından sonra gelir, biraz Speed (kristal meth) çeker ve tüm gece her bir yığından bir sayfa alarak masanın etrafında dolaşırdık. Sona gelir, zımbalar ve yeniden başlardın. Sabah olduğunda 10.000 Sniffin’ Glues hazır olurdu. Mark fanzini sona erdirmeye karar verdiğinde çok şaşırdım ve şöyle dedi: “Bu tam punkça yapılması gereken bir şey. Punk, şimdi Top of the Pops programında. Punk, büyük plak şirketlerinde. Hadi, bu işi bitirelim.” Bankada

90 poundumuz vardı ki hepsini son sayıdaki hediye için harcadık.

Mark alması gereken övgünün yarısını dahi alamadı. Malcolm McLarens’iniz var, Bernie Rhodes’unuz var ama Mark gerçek bir efsane - bir sosyal konut çocuğunun kendi yayınını başlatması. Bana göre, bu onun için Aya uçmak gibi bir şey.

çeviri: ruhSen , doğan nar


Zaman Zaman ellerimden tutan, ayağa kaldıran, koşmayı öğreten… Şimdi yıkım ve telaşın ortasında tek yaptığım aralıksız koşmak; nefesim tükeninceye, ciğerlerim çatlayıncaya, kaslarım yırtılıncaya kadar. Tüm içimdeki sokaklara ufak bir bakış dahi atmadan, kendi hatıratlarıma dokunmadan, yenilgilerimi okşamadan, elde ettiklerimi hiç umursamazcasına koşmak… Zaman ki ellerimin güzel olduğunu söyleyen kadın. Sen şimdi sahilde yürüyorsun, güneş batmak üzere, rüzgâr kırık saç uçlarına dokunuyor. Geçmişi neredeyse unutmuşsun. Hayatın ufak telaşlarını büyütmek gibi küçük hazları işliyor zihnin yıllar sonra. Sen, yavaşlıyorsun. Dalgaları duyduğunda her şey silinip gidiyor, ufak taşların dalgalarla yuvarlanışına takılıyor gözlerin. Şeylerin ismini hatırlamaya çalışıyorsun, müzik notaları gibi isimler gelip geçiyor aklından ama ismimi hatırlayamıyorsun. Zaman ki bırakıp gittiklerimdi benim. Arkaya bakmadan. Bakmaya korkmaktan mı yoksa takılıp kalmaktan mı? Korkularım rüzgâr gibi saç uçlarından saç uçlarına. Bir el elimi tutuyor, bırakıyor, başka bir el elim yere düşmeden onu kaldırıyor. İsimler gelip geçiyor. Peki, insanlar neden duruyor? Büyülü basit cümleler fısıldamak isterdim, sıradanı sıradan şekilde anlatmak. Anlaşılmak değildi derdim, sadece sustuklarımı konuşmak. Konuşmak yerine gitmeyi öğrendim. Zaman ki yarım bıraktığım hikâyelerdi. Bitmemişliğin yorgunluğu vardı aslında içimde. Neyi kazanmıştım, neyi kaybetmiştim? İnsanı yıpratan karmaşık döngü, birkaç hücreme hayat verdi, diğerlerini benden aldı. Bitişin olmadığını çok sonra fark ettim. Geçmişi geri getiremezsin M. Işık, dokunduğu yerde kırılır; ses, çarpacağı boşluk buluncaya kadar yayılır. Ağacın filizden serpilmesi bu hayat dedikleri, belki bir gün göğe ulaşılır. Koş nefesin tükeninceye, ciğerlerin çatlayıncaya, aklındakileri unutuncaya, silinip kayboluncaya kadar…

aldemir t e m m muha


.. . . EUKLEIDES (OKLID) DEPRESYONDA.... Bilim ve felsefeyi birbirinden ayırdığımızdan beri burnumuz boktan çıkmadı. Son bin yıldır bütün her şey buradan patlak veriyor. Farkında değiliz. Kendi yöntemlerini bulan bilimler felsefeden bilmem kaç yılında, bilmem kim tarafından bağımsızlığını kazanmıştır. Sizce gerçekten KAZANMIŞ mıdır? Gelinen son noktada çocuklarımıza öğrettiğimiz bilimler dayanaksız ve içi boş sadece birtakım bulmaca dizini değil mi? Hayatımızın mesleğini kazandığımız ‘Üniversite Sınavında’ sorulan soruların gazete bulmacasından farkı ne? Daha zor olması mı? Bomba yapmak için ya da kapital dünyada daha dayanıklı ev aletleri, plastikler, nano kumaşlar yapmak için kimya bilimini öğrenmiyor mu gençlerimiz? Ya da şimdilerde meşhur biyolojik savaşlarda kullanmak için mi biyoloji öğreniyoruz? Ya da ilaç sanayisinde milyon satan ilaçlarımız olsun diye mi biyokimya üzerine yüksek lisans, doktora yapıyoruz? Evet. Matematiği, fiziği de aynı nedenlerden dolayı öğreniyoruz. ÖĞRENİYORUZ dediğime bakmayın sembol, kurallar ve konu özelliklerini beynimize tıkıştırıp onları bir yapboz gibi birleştirerek ilgili alanda kullanıyoruz o kadar. “E bunu yapmayalım mı?” diyeniniz olacak içinizden. Evet, herkes bir bilim dalında yeni çığırlar açacak, hep yeniyi bulacak

diye bir şey yok tabi ki. Bir de bunu uygulayanlar olacak. Fakat elinizdeki pimi çekilmiş bomba değil ki patlasın ve sadece olduğu yerde zarar versin. Daha tehlikeli bir şey. Bilim... “Aaa sen de sıktın!” diyeceksiniz; bilimden ne zarar gelir insana? Öyle ya! Bilimden ne zarar gelir insana? Bilim sadece düzenli bir maaş için yapılırsa zarar verir insana. Bir gün maaşı verenler sizden atomu bir de bomba yapımı için incele derse zarar verirsiniz. Daha dayanıklı ve büyük domatesler için bir göz atarsanız, genetik bilimine çağlar boyunca temizleyecek genetik sorunlar bırakırsınız. Dedim ya; pimi çekilmiş bomba değil ki bu. Tek seferlik kısırlaştırlmış tohumlar üretirseniz bir süre sonra doğurganlığını yitirmiş bitkilerin soyunun tükeneceğini göz önüne alırsak tehlikeli değil mi sizce? Aslında bilimin hiçbir tehlikesi yok. Her şey gibi amacının dışında kullanıldığında tehlikeli. Bir diş fırçasıyla ağız yıkamak yerine sürtünme kuvvetini kullanıp, sivri hale getirerek insan öldürdüğünüzde ya da onu bir silah olarak kullanıp insanları esir ettiğinizde amacının dışında kullanmış olursunuz. Diyeceksiniz ki sadece ahlaki sorumluluklar yüzünden mi felsefe ile bilimi birleştirelim? Hayır. Sadece düşünsel olarak anlamak ve iyileştirmek için yapılan bir uğraşın kendi içinde bu kadar çelişik olmasını


önlemek için. Yani doğru ve ilk amacına uygun şekilde düşünsel kurallara yani mantığa aykırı hareket etmemesi için. Ve en önemlisi yaratıcı özelliğini yitirmeden devam etmesi için. Bu son dediğim neden önemli biliyor musunuz? Bize semboller ve kurallar ile öğretilen bu mefhum, bir robota kodlama yapar gibi öğretilirse; düşünsel, onursal, duygusal birtakım durumlardan arındırılarak belleğimize bir bulmaca dizini olarak yüklenirse, bir de üstüne sonunda zengin olacağımız aşılanırsa, bizden sadece; güçlü, görevlerini eksiksiz yerine getiren robotlar olur. Etrafınıza bakın en zeki dediğiniz bilim insanları, benzetme yerindeyse, başkasının bulduğu tahtadan sandalye yapan, bir zaman sonra masa yapan insanlar. Bu iş ilk başladığında tahtanın yerine demiri bulmak için başladı. Bilimde yaratıcılık, pratik marangoz mantığı ile hareket etmez. Bilim insanının bulduğu şeyleri -hani dedik ya- ‘bir de bunu uygulayanlar olacak’ diye; mesela mühendisler bulunan yeni şeye şekil vermek onların işidir ve zahmetli bir iş olup gayet önemlidir. Bilim adamı onlar şekil verirken arkadan onlara başka yeni bilgiler üretir ve bunu onlara sunar.

Gel gelelim bugün biz bilim insanı diye hâlihazırdakine şekil verenlere sanki yeni bir şey bulmuş gibi davranıyoruz. Zaten gerçekten bir şey bulan da bir zaman sonra tüccar oluveriyor. (Tabi günümüzde de şu dediklerimi azınlıkta olsa da yapmayan bilim insanı mevcuttur mutlaka.) Çünkü faydacı akıl bize bunu aşılıyor. Her fırsatta işimize yarayanın en iyisi olduğunu ve onun gelinen en son nokta olduğunu empoze ediyor. Velhasıl, felsefe ve bilimi birbirinden ayırmak bir zamanlar gereklilik arz etmiş olabilir fakat bu kadar bir birinden uzaklaşacağını bilselerdi ayırırlar mıydı? Eukleides, Galileo, Newton... Bunlar tahtayı sandalye yapan değil demiri bulan adamlar ve aynı zamanda piyasaya yeni bir ürün ile çıkıp, zengin olmaya çalışan ekonomi kurnazı değiller. Sizce bu insanlar felsefe ile bilimin birbirinden ayrımını bilim kapitalizmin elinde oyuncak olsun diye mi yaptılar? Ya da sadece, bilinen şeyleri iyi kullanan, ustalaşmış elemanlara bilim insanı desinler diye mi yaptılar?

mustafa bakır


efe

zeynep yıldırım


.

.

)

.

.

IBLISLERIN BUGULU GÖZLERI Tam karın boşluğuma denk gelen bir tekmeyle uyandım. Gece şehrin boğazını sıkmaya yeni başlıyordu. -Kalk, gidiyoruz. Önce yüzümde nikotin ve bira kokan bir nefes hissettim. Ardından sarhoş olduğunu tahmin ettiğim bu nefesin sahibinin ağır bir şekilde uzaklaşan ayak sesleri geldi kulağıma. Yattığım yerde doğruldum. Sırtımı duvara yasladım, dizlerimi karnıma çekip iki kolumu üzerlerine kilitleyip etrafı izlemeye başladım. Akşamüzeri yaktığımız ateşten eser kalmamıştı. Altında oturduğum pencerenin karşısındaki barın tabelasının yanıp sönen ışıkları içeriyi az da olsa aydınlatıyordu. Oda bir saniyeliğine kırmızıya boyanıyor ardından tekrar karanlık oluyordu. Bir an matadorların elinde tutuğu kırmızı örtü geldi aklıma. Üzerine gelen boğayı kızdıran hareketleri… Matadorun boğayla, kırmızının ölümle dansı… Birkaç dakikalığına aklımda gezinen bu düşünceler, karşımdan üzerime doğru hızla gelen bira şişesinin suratıma vereceği hasardan korunmak için eğilmemle birlikte dağıldı. Şişeyle bana gönderilmiş mesajı çok iyi anladım ve yerimden kalktım. Dışarıdan gelen insan sesleri bizi oraya davet ediyordu.

Yere dağılmış cam parçalarına basmamaya özen göstererek aşağıya indim. Ayaklarım yıpranmış kaldırım taşlarıyla buluşur buluşmaz uyandığımı hissettim. Yanında yürüdüğüm adama dönüp; -Daha iyi bir uyandırma şekli düşünülemezdi. * Küçük bir çocukken doğduğum şehrin sokakları bana bir dünya gibi gelirdi. Bazı sokaklar keşfedilmeyi bekleyen bir gezegen gibiydi, bazılarıysa etki alanı içerisine giren her canlıyı yutan bir kara delik. Bu sokaklar kan, ter, lağım ve barut kokardı. İşte ben hayata karşı emeklemeyi ve yürümeyi bu tür sokaklarda öğrendim. Bir süre sonra kara delikler beni değil ben kara delikleri yutar oldum. Bu yüzden ruhum bir bataklığa, zihnim bir labirente ve vücudumsa kadavraya döndü. * Sokak lambalarının giderek azaldığı sokaklarda ilerliyoruz. Önümüz, birkaç apartman dairesinin ışıkları hariç tamamen karanlık. Dar bir sokağa sapıyor ve tamamen karanlığa batmış bir binanın bodrum katından aşağı iniyoruz. Mermer merdivenlerden inerken duvarlara sprey boyayla çizilmiş resimlere ve ya-


zılan kısa yazılara belki yüzüncü kez bakıyorum. Hatta aralarında benim de yazdıklarım var. Şöyle yazmıştım, bir gece içtiğim kalitesiz şarabın etkisinde ve yine aynı gece sokakta tanıştığım yaşlı bir komünist sahafın dükkânına uğradığım zamanlar okuduğum birkaç şiirden etkilenerek: ‘Ölüm bizi kurtaracak’ Bir başkası ‘Vaat edilen cennetleri yağmalamaya geliyoruz.’ Pek şiirsel şeyler değil bunlar. * Merdivenlerin gösterdiği yolu takip edip Dalton kardeşleri içeri tıkmış olmanın verdiği gurur sigarasına kadar yansıyan iki Red Kit gibi kapıdan içeriye girdik. Kirli sarı ampullerden yayılan ışık her şeyin üstünü belirsizce aydınlatıyordu. Girer girmez orta masaların birinde Black Sabbath’ın Heaven and Hell albüm kapağıyla karşılaştık. Masada üç kadın feminizme bulaşmış parmaklarında tuttukları sigaraları içiyor, cennetin egoist meleklerinin ağzından şampanyalarını yudumluyorlar. Bir tek kanatları eksik. Biz ise dünya halklarını cehenneme ulaştıracak yollara asfalt döküyoruz. Düzenbaz din adamlarına özgü sükûnetle yanlarından geçip yandaki binanın çıplak tuğlalı duvarlarına açılan pencerenin önündeki masaya oturduk. Hemen arkamızda Marcel, 1 Ekim 1939 tarihli, sayfaları sararmış,

yer yer parçalanmış Der GeistDeutschlands gazetesini büyük bir dikkatle okuyor. Bu kısa boylu, şişman, saçları ve kirli sakalları beyazlamış ve gözlerinin altı katman katman torbalarla kaplı Alman’ı geçen yıl oyuncak bir tabancayla barı soymaya geldiği günden beri tanıyoruz. Kimsenin onunla ilgilenmediğini fark edince, silahını bir istihbarat teşkilatı mensubu gibi sakince beline sokmuş, büyük bir ciddiyetle şu an oturduğu masaya oturup üç bira ve dört küçük boy barbekü soslu pizza söylemiş, bir daha da yerinden kalkmamıştı. Yemeğini yedikten ve içkisini içtikten sonra cebinden çıkardığı piposuna tütün doldururken bize kısa hikâyesini anlatmıştı. Savaş sürerken, bir gece üniformasını yakıp ülkesini terk eden bir askerdi. -Onun beyin aktivitelerinin dünyaya yaydığı enerji ve insanlık tarihinde bıraktığı hasar bir süpernova patlamasının uzaya yaydığı enerji ve bıraktığı hasardan katbekat daha fazlaydı. Şahit olduğum olayları öldükten sonra mezarımda bile unutamayacağım. Buranın sahibi, babası boğa tarafından paramparça edilmiş bir matador olan Leo adında bir İspanyol. Ertesi yıl babasını öldüren boğayı tüfekle vurup seyircilerin şaşkın ve meraklı bakışları arasında kafasını kesmiş. Onu burada


sergiliyor. Boğanın ağzına kırmızı bir gül sıkıştırarak postmodern bir sanat eseri oluşturmaya çalışmış. Leo, İsa’yı çarmıhtan indirmenin verdiği yorgunlukla masamızın tek boş sandalyesine oturdu. -Tanrı ve oğluyla arana mesafe koyduğunu zannediyordum. -Aralarındaki akrabalık ilişkileri umurumda bile değil. Bunu yaparken samimi değilim. Sadece zaman öldürüyorum o kadar. Bir gün yaktığım mumların etkisiyle halüsinasyonlar görmüştüm. Yeniden olacak mı diye merak ediyorum doğrusu. -Diğerlerinin de yaşadığı şeyin bir halüsinasyondan farkı yok aslında. Onlarınki kontrol edilebilir ve hayatları boyu sürüyor. Mumları çaldığın kiliseyi değiştirmelisin. Leo barın diğer sakini garsona üç böğürtlenli milkshake getirmesini söyledi. Gecenin bu saatinde ilginç bir içecek seçimiydi. Orta masada oturan kadınlar hesabı ödeyip çıktı. Gözüm onlardan kalan çeyrek şişe şampanyadaydı ki siparişlerimiz geldi. İlk yudumlarımızı aldıktan sonra Leo’ya neredeyse her ay düzenli olarak sorduğum ve her seferinde başka bir cevap aldığım o soruyu tekrar sordum. Böyle bir adamın nasıl öleceği ya da ölmek

istediğini merak ediyordum. -Peki, ölümle ilgili planların nedir? Paket lastiğiyle arkadan tutturduğu yer yer beyazlamış saçlarını açtı, iki eliyle dağınık saç kümesini arkaya doğru attı. Bu hareketi rahatladığı zamanlar yapardı. Arkasına yaslandı ve birbirine geçirdiği parmaklarını biradan şişmiş göbeğinin üstüne koyup cevap verdi. -Bir insan yüzü daha görmemek için kör olmayı seçeceklerin ölümle ilgili planları diğerlerinden biraz farklıdır. Bilinçlerindeki tüm renkler birleşir ve karanlık, siyah bir çarşaf gibi dünyayla aralarına bir set çeker. Bunlar hem peygamberlerin nefeslerini ciğerlerinde hisseden hem de onları gördükleri yerde bıçaklayanlardır. Bu cümleler sanki kutsal bir kitaptan ezberlenmiş cümlelerdi. Karşımda dünya durmuşçasına sakin konuşan adam, medeni insanın çenesini kıran bir yangın tüpü etkisi yaratıyordu üzerimde. Arkamızdan bir bıçağın tahtaya sürtünme sesleri geldi. Marcel, cebinden çıkardığı İsviçre malı çakısıyla önündeki masaya kazımakta olduğu mini portrelerinden birini yapıyordu. Çakıyı masaya bıraktı piposunu ateşledi ve konuşmaya başladı. -Frienrich’in Torino’da göğe yüksel-


diği gün ben de oradaydım. Kafelerin birinde oturmuş espresso içiyordum. Önceki gece alkolü fazla kaçırmıştım. Kendini yere atıp ağladığı o anı gördüğümde yerimden kalkıp yanına gitmek ve onu dudaklarından öpüp sakinleştirmek istedim. Ama yapamadım. Orada bir zavallı gibi yenildiğini izlemek ve bir espresso daha söylemek daha cazip geldi. Sanırım önceki akşam biraz fazla kaçırmıştım. Bize her gece farklı bir anısını anlatıyor. -Karl Marx, Diderot, Helvetius ve Holbach ile poker oynayıp kaybettiği bir geceden sonra Kapital’i yazmaya karar veriyor. Tüm gece onlara içki servisinde bulunmuştum. Yukarıda bir Harley Davidson’ın sesi duyuldu. Az sonra içeriye elinde bir bijon anahtarıyla Fazıl girdi. Elindeki metalden yere kanlar damlıyordu. Tahammül sınırlarını aşan bir ya da birkaç kişiye kendi üslubuna uygun bir şekilde cevap vermiş olmalıydı. Fazıl yaklaşık otuz yıl önce faaliyet gösteren, kırk tekerlekten oluşan Otoban Fahişeleri adlı motor kulübünün lideriydi. Otoban Fahişeleri çeşitli kazalar, kavgalar, cinayetler ve tutuklamalarda kaybettiği üyelerinin ardından sadece üç kişi kalmıştı. Gruplara

ayrılıp otobanlarda camı açık ilerleyen her türlü aracın açık camından içeriye kendi geliştirdikleri el bombalarından atıyorlardı. -İnsanlar arabalarının içine düşen şeyin önce ölü bir kuş olduğunu zannediyor, dört saniye sonra ardında gökkuşağının tüm renklerini bırakıp infilak eden el bombasıyla tanışıyorlardı. Ancak şanslı olanlar bunun ardında gökkuşağının tüm renklerini bırakıp infilak eden bir el bombası olduğunu anlıyordu. Bazen eğlenmek için arabaların yanına yanaşıyor ve sürücünün görebileceği bir şekilde hazırladığımız maket el bombalarını kucaklarına fırlatıyorduk. Böylece panik olan neredeyse her sürücünün kaza yapmasını sağlıyorduk. Bence ismimizin hakkını fazlasıyla veriyorduk. Yüzle giden bir arabada havaya uçmak ya da kendini dışarıya atmak seçeneklerine sahipken yaşadığınız hazzı size dünyanın en profesyonel fahişe ordusu bile yaşatamaz.

fatih yamantepe


beyza kocaoğlu


.

AÇ BIR ADAMIN SAN

ATI

İnsan büyüdükçe, daha doğrusu hayatının içerisinde ilerledikçe birçok şeye karşı algısı genişliyor. Bu çoğu zaman çevremizden ve tabi ki ilgi alanlarımızdan kaynaklı bir durum. Çevremdeki insanlar değiştikçe ve yeni insanlarla tanışıp onların fikirlerini, tecrübelerini öğrendikçe benim de sanata karşı bakış açım değişti. Okumalar yaptım, bir şeyler öğrendim. Yazınsal ve sinema üzerindeki sanat anlayışım, yağlı boya tablolara ve plastik sanatlara kadar genişledi. Haklarında birçok şey öğrenip, sergilerde farklı anlayışları gözlemleme şansına eriştim. Geçtiğimiz günlerde babama “Sanat” kelimesinin onun için ne ifade ettiğini sormak gibi bir şerefe nail oldum. Başta ne demek istediğimi anlamadı. Üzerine birkaç cümle kurarak tam olarak ne sorduğumu anlatmaya çalıştım. Basitçe “Neye baktığında veya neyi duyduğunda sende farklı hisler uyandırıyor? Bir tabloya baktığında mı? Sokakta gördüğün grafiteler mi? Dinlediğin müzik mi?” diye sordum. İlk verdiği cevap: “Ben pek müzik dinlemem biliyorsun.” oldu. Daha sonra ben bunu düşüneyim diyerek o gün telefonu kapattık. Ertesi gün tekrar aradığımda konu sorduğum soruya geldi. “Vallahi oğlum şimdi ne dersem yalan olacak ama sorduğun sorulara şöyle yanıt vereyim; ben

SANAT

dışarıda pek kafamı kaldırıp yürümem, çocukluktan gelen bir şey herhalde, genelde hep yere bakarak yürürüm. Bundan dolayı etrafımda bir tablo veya dediğin duvar boyamalarından pek sık görmem. Benim için sanat ne diye sorarsan eğer, evim derim. Ben 30 yıldır her gün işe gitmek için evden çıktığımda sonraki saatler bu eve geri geleyim diye geçiyor.” Sanat üzerine aldığım en dürüst cevaplardan biri buydu sanırım. Gördüğünü söyleyen, yorumlara yorum katmadan, tek ve düz bir cevap. Bir çobanın sanatı sürüsüdür. Bir çiftçinin sanatı ektiği, biçtiği tarlasıdır ve o tarla ki sene boyunca ailesini tok tutacak. Bu ihtiyaç duyduğu tek sanat. Bir tarladan çıkan kırmızıyı yakalamak için Ömür üstüne ömür çürüttüm Nasıl olur? Nasıl yaparım? Derken kendime geldim Ben hiç o kırmızıya muhtaç kalmadım Ben hiç aç kalmadım. Bugün binlerce sanat atölyesinde veya sergi salonlarında -siz adına her ne demek isterseniz- yapılan konuşmaların mutlaka bir yerinde kapitalist düzen vardır. Hepsi kendilerince ona karşı durduğunu, ondan kopmaları gerektiğini söy-


ler. Sanatı kapitalist düzen yönetmemeli gibi büyüklenmeli cümleler kurulur. Aslında bu durum şahsi düşüncelerime göre bir tiyatrodur. Herkes aylarca ya da yıllarca ezberlediği cümleleri yüksek perdeden söylemekten mutluluk duyuyor sadece. Dertleri ise seslerini seyircilere duyurmak. Sanatı, oyunu, oyunculuğu öyle uçlara götürdüler ki, şimdilerde kendileri bile uzanamıyor. Tüm bunlardan nasıl kurtulabiliriz bilmiyorum ama bir şeyleri basite indirgemek gerektiğini düşünüyorum. Tıpkı vakti zamanında sanatın bir derdi olduğu gibi sanatçının da bir derdi olması gerek ve o dert para olmamalı. Para kazanmadığı için veya eserleri satmadığı için başkaları suçlanmamalı. Devrim hakkında konuşarak devrimci olamazsın. Sokağa çıkman gerek, süslü bir kadeh içerisinde yarım ağız ile kapitalist düzenden şikâyet etmek değil. Ticari kaygın sanat değil. Oscar Wilde şöyle diyor: “Vicdan ile korkaklık aslında tümüyle aynı şeylerdir, vicdan daha ticari bir isimdir, hepsi bu.” Tüm kaygılarınızı ve sanat anlayışınızı sizin vicdanınıza bırakıyorum.

mehmet fatih balkı


BAKI ŞIN A ÇISI


YENİ ÇIKANLAR-YENİ FANZİNLER-YENİ FANKİTLER-YENİ GELENLER-YERİ GELENLER

LAGARİ FANZİN SAYI 6

KİRLİ GÖZLÜK SAYI 3

ARAFTA DANS AYLİN ULABA

SERT SOĞUK GRİ FATİH YAMANTEPE


musab demirdaÄ&#x;



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.