Sıvadık Fanzin 25

Page 1



basım yeri izmir

kapak

efe elmastaş

sultan

çizenler

efe elmastaş beyza kocaoğlu sylvan clownson tarık yetiş serbest zeynep yıldırım

karalayanlar

efe elmastaş mustafa bakır zeynep yıldırım samowski gökhan toker göktürk yaşar black ronin serkan üstündağ aysu uzer

Anlam yüklentisi altında ezilen bir nesiliz. İsteneni verememiş, çağın altından kalkamamış ve en önemlisi de büyük olduğuna inandırılmış bir topluluk. Çevremizden onca yağan bilgi ve kaynağı yönetme derdine girişirken, kendi basiretsizliğini history’lerde geçiştirme derdine tutuşan değersizlikler. Hiçbir şeyi değiştirmeye inancımız yok. Kanıksanmış yüzeyselliklerimizde yeni yeni kavramcıklara tutunarak nefes alma derdindeyiz, hepsi bu. Ama sanırım atladığımız önemli bir nokta var. Özün derinliği. Sessiz bir odada kendini düşünme ve kendinle sohbet etme eksikliği. Şayet bu eksikliği hissediyor ve “tam şu an” diyorsan bu fanzini okuyacak olmanın da bir anlamı yok. Kapat, bir kenara koy ve bu buluşmayı erteleme. Ne de olsa insan eninde sonunda kendine kalıyor. Fakat gene oyuncuklarına sığınacak ve televizyondaki propoganda programlarını izleyeceksen onları da boşver. Gel ve kendi derinliklerimizdeki hayatları gözle. Belki de boşluk ortaktır.


bakan göze dİp not Unutarak yürüyor insan, yitirerek büyüyor. Her kayıp, bir başka sızıyı yenilerine miras bırakırken, suçlanmışlık ve yargılar, kimliği belirsiz haksızlıklarla çoğalıyor. Kişisel tarihime bir not düştüm, en büyük darbeler en yakındakinden gelir. Yavuz hırsızlık, yavuz kendini bilmezlik, yavuz çapsızlık ise günün modası. Herkesin, herhangi bir şey ile itham edilmesi için güzide birkaç yafta yeter de artar bile. Sakin kalmak, durup iki kere düşünmek önemli erdemlerden sayılır oldu. Kafasına estiği gibi konuşan çağın insanı, kelimelerin ağırlıklarını da giderek kaybetti. Sanırım popüler çılgınlık bu olsa gerek. Tek tek her bireyin parlatıldığı, özel olduğu yalanına insanlar, toplumlar inandılar. Bu ürünleri satın aldılar ve sonunda, beklentilerindeki değerlere kavuşamadıklarında isyan eden, bağıran, hücrelere dönüştüler. Bir rastlantısal radikal aranacaksa, bizleri kanser eden bu algının (pazarlama stratejisinin) ortadan kaldırılması

lazım. Çünkü olasılıklar üzerinden pışpışlanan bir nesil böcekleşerek gelmekte. Misal, bir ülkenin ortalamasını almak isterseniz seçtiği yöneticiler üzerinden pekâlâ bir değerlendirme yapabilirsiniz. Sizin gibi olana sahip çıkmak, kollamak ve arka çıkmak, düşünen insanın güdüsüdür. Kendimize çizdiğimiz kalıplara ve sınırlara bağlı kalmaksızın, benzerliklerimizi birleştirmek günümüz yozluğuna önemli bir karşı duruş olacaktır. Kabullenmemek, önümüze konulanlara boyun eğmek yerine elden gelen ne varsa ortaya koymak kadar günümüz “kopyala-yapıştır” dünyasında değerli bir şey var mı? Düşünen, üreten ve bunu marka, isim, unvan kasma derdi olmadan yapan, para etme derdine bulaşmadan üreten herkese bin selam olsun. Bu fanzinin sayfaları sizlere açıktır.

efe



Edebiyat ve Görsel Tasarım Meselesi Meseleye Bakış -1“Gerçeği kabullenelim. Hepimiz tüketiciyiz.” Martin Lindstrom “Buy•Ology” adlı kitabının giriş bölümüne bu cümle ile başlıyor. Nöroloji ve pazarlamayı harmanlayan çağdaş marka gurusunun kitabını okurken sanatsal faaliyetler ve günümüz sanatını da düşünmeden edemedim. Bu cümlenin bir çağrışımı da çağdaş zamanların ekonomik yapısının nasıl görünmez ağlarla yaşantılarımızda rol oynayan; eğitim, kültür, sanat, felsefe, ahlak, estetik gibi olguları da biçimlendirdiği gerçeği. Entelektüel faaliyetlerimizde günlük listelerimizi nasıl oluşturuyoruz, hangi filmi izleyeceğiz, hangi sergiyi görmeliyiz, hangi müzik grubunu dinlesek, hangi kitabı okuyacağız, hangi kitapçıdan alışveriş yapacağız, hangi konular üzerine düşüneceğiz? Listenizi kafanızın içinde nasıl hazırlıyorsunuz, bir düşünün. Günümüz şehirlerinin mimarisinde rol oynayan görsel elemanların biçimi; reklam panoları, büyük mağaza vitrin dizaynları, şehir meydanlarında yayın yapan dev ekranları, elektronik yazı tabelaları, TV’ler, pek çok toplu taşıma aracındaki yayın akta-

rıcı ekranlar, sosyal medyanın telefon ve saat gibi günlük hayat araç gereçlerine eklemlenmiş olmasına benzer. Gerçeği kabullenelim, müthiş bir görsel etki altındayız. Hatta maruz kalmak boyutunda neredeyse sosyal medyada gün boyu yüzlerce ressamın resmi ile ilintilendirilmiş görseller, kişilerin günlük hezeyanlarına çeşni katarak sundukları birer “gönderi” iken, beri yanda biliyoruz ki pek çok galeri kapanıyor. Resim sanatının gerçeği ile mi ilgiliyiz, illüzyonu ile mi? Dahası “sanat” denen şey, gerçekliği ve illüzyonu diye ikiye mi ayrılıyor? Bir günde kaç fotoğraf çekiyoruz? Bir günde kaç fotoğrafı arkadaşımıza ya da bir yerlere gönderiyoruz? Fotoğraf sanatçısı adı altında kaç instagram hesabı takip ediyoruz, fotoğraf sanatı ne demek, o sanatçı kim, meselesi ne; biliyor muyuz? Görsel anlamda algılarımız mütemadi çalışma durumundayken gidiyoruz sinemaya, tiyatroya. Ya da bir kitapçıya, kitaplara bakmaya ve bir kaçını almaya. Nasıl düşünüyoruz, kalan tortunun nüvesi ne, işte onu merak ediyorum. Bir kaç zamandır aklıma takılan bir şey de illüst-


rasyon; kavram olarak akademi yıllarında (90’lar) desen çalışmalarına getirilen biraz küçük görmeci bir kelime gibiydi. Biri deseninize “İllüstrasyona yakın bir tat var.” derse neredeyse bunalıma girme sebebiydi. Kelime anlamı olarak baktığımızda bir belgenin anlaşılırlığına katkıda bulunmak amaçlı yapılan resimlere verilen bir ad olduğunu söyleyebiliriz. Tarihte bir belgeyi resimlemek oldukça eski bir tavır. Doğu ve Batı kültürlerinde de rastlayacağımız bu çalışmalara, sanat tarihinde en eski duvar resimlerindeki av sahnelerinin çizilmesini örnek verirler (Bir olayı anlatmak ve gelecek kuşağa aktarmak kaygısı.). Kâğıdın keşfi sonrası el yazması olarak hazırlanan manuscript’lerde ise oldukça geniş bir yelpazede bu tavırla yapılmış kitaplar vardır. En gizemlilerinden örnekleyecek olursam; Voynich El Yazması (Bilinmeyen bir yazı ile yazılmış olup hâlen alfabesinin çözülememiş olması ve kitap üzerindeki ilginç çizimleri ile ünlü.) ve Mahmut El Kazvini’nin Acâibü’l-mahlûkat (Acayip ve tuhaf varlıklara dair çizimlerle hazırlanmış kitap, Doğu’nun gerçeküstüne dair imgelem gücünü göstermesi ile önemli.) adlı kitapları, benim ilgi listemde ve görebilmeyi çok istediğim kitaplardan. Biliyoruz ki Orta Çağ’da, Doğu ve Batı’da, bu şekilde (El yazısı ve resmi bir arada kullanarak…) kitaplar vaktiyle pek çok yazıldı. Hele ki tek tanrılı dinlerin dünya üzerindeki yayılışı, bu tekniğin başka bir biçime evrilmesine de sebep oldu. Matbaanın bulunması, ticaret ve Modern Çağ’a gel-

diğimizde ise kanımca değişen metotlar oldu. Ancak eğilim ve güdü hâlâ bir şeyi kelime yanında resmi ile de göstermekten vazgeçmedi. Desen kavramı ise gerçeği etüt etme tavrı Rönesans ile sanat tarihine giren bir tavır. Sanatçının gerçeklik karşısındaki algısı ve biçimi çözümleme kaygısı ile kişisel dünya görüşünü, sancısını, varoluşsal meselelerini görselleştirebilmesine de olanak tanıyan buradaki “gerçeği/biçimi etüt etmek” hâli. Kilisenin/sarayın/güdümün etkisinden sıyrılmaya başlayan “ressam desen” ile çözümlediği gerçekliği çizgi ve renkle yansıtabilme becerisini dünya algısına paralel, kendi sözünü söyleyebilme yetisi ile daha da güçlendiriyor. İllüstrasyonda ise aslen “metin/yazın”a bağlı bir çizgisel eğilim var. İllüstratör, metni zihninde canlandıran kişi adeta… Şimdi, günümüze bakacak olursak, çizgi ve resim için teknolojik imkânları da düşünürsek; bir sanatçı tavrı ile yapılan çizgi işi ile açıklamacı/gösterici/anlatmacı çizim tavrını nasıl ayrıştırıp algılayabiliriz? Algılamalı mıyız? Yoksa illüstratör, ressamca bir tavır alıp duruş mu değiştirmiştir? Ya da bizler ressam/illüstratör/hattat/ nakkaş artık ne varsa hepsini, BİM poşetine koyar gibi mi yapmışızdır? Örnekse güncel popüler sergileme alanlarından Dada Salon Art Gallery, Bant Mag-Bina/Kadıköy mekân ve daha pek


çok galeri bu anlamda ilginç sergileme çalışmalarına imza atarken kavramın parantez içini dolduracak sanatsal tartışmalar ise ne yazık ki yetersiz. Hatta hiç gündeme gelmedi bile. Ancak şu bir gerçek ki, illüstrasyon altın çağını yaşıyor; oldukça talep edilen, görülmekten hoşlanılan bir çizim tarzı. Türkiye’de, edebiyat yayıncılığı içinde zihnimde ressamca bir tavırla illüstrasyon yapmış sanatçıları da anmadan geçemeyeceğim. Defter Dergisi kapakları ve Metis Yayınları’ndan yayınlanan Ursula Le Guin’in Yerdeniz üçlemesi kapak ve iç çizimlerini yapan Deniz Bilgin, Roll Dergisi kapak ressamlarından Arslan Eroğlu, Sait Maden ve Münif Fehim sanatsal duruşları ile hatırı anılacak isimler. Günümüz için ise edebiyatın kendi içinde öyle ya da böyle tartışmaları bol gündemleri olabilirliği hâlen canlı bir dokunun yaşamakta ve kendini bir şekilde dönüştürmeye devam etmekte olmasına karşın, resimsel anlamda sanat camiasında ise derin bir sessizlik hâkim. (En son 90’larda “figüratifçiler ve soyutçular” tartışması vardı, bir sonuca bağlanamadan maalesef öyle kaldı. Bu konu, üzerine detaylı yazmayı gerektiren uzunca bir mevzu.)

Ancak bilgim şu ki; Bir şeyi deforme etmeniz için öncelikle “form” olan şeye ihtiyacınız var. Bozmak için önce yapmanız lazım yani. Gerçekliğin içindeki yapıyı desen ile etüt etmek, ciddi bir disipline çalışmayı gerektiriyor. Bunu yaptıktan sonra deformasyona gitmek, zaten o zaman kendini bulmak için bir posa atmak anlamına da gelebilir. Ama ilk adım olmadan ikinci adım ne kadar sağlam yürünür? Ve bu, son derece kişisel bir süreçtir. Hemen soruları not alalım; -Kolay olan cazip midir? -Deforme edip yarattığın her biçimin özgünlüğünden söz etmek mümkün müdür? -Edebiyat ile ilgili yayınlara çizim yapmak salt “Resim olsun da ne olursa işte…”ci bir yaklaşım mıdır? -İllüstratör, ressam mıdır? -Edebiyat dergileri için ünlü fotoğraflarına bakarak yapılmış kapak resimleri ne kadar “dergi kapağı”dır? Bir derginin görsel kimliği, sanatçı portrelerinin


kimlikleri ile mi yapılandırılır sadece? -Edebiyatçı bir ekiple çalışan ressam/illüstratör, acaba bu ekiple iletişimi sanatsal düzeyde kurup dergi ya da fanzinlerin kimlik oluşturmasında hiç mi rol sahibi değildirler? Dergiler ve görsel kimlikleri söz konusu olduğunda “Hayalet Gemi” dergilerinin kapak ve iç tasarımları düzleminde iyi bir yayın süreci yaptıklarını söyleyebilirim. Tüm sayıları masaya yaydığınızda, genelde siyah beyaz gravür tadı veren süslemecilikten ya da röprodüksiyon tadından uzak, tutarlı ve kimlikli işler hep çıkartmışlardı. Özellikle edebiyatın öykü, şiir, deneme ve araştırma yazılarını düşündüğümüzde görsel tasarımın edebiyattan rol çalmaması gerekliliği, bir yayıncı ve editörün kaygısı olmalı diye düşünüyorum. Bunu “Hayalet Gemi”de iyi bir dengeye oturtulmuş olarak gözlemlemiştim ki hem çizimlerin vuruculuğu hem de metinlere odaklanmanızı sağlayacak denli sakin bir duruşu vardı. Yine geçmiş dergi yayınlarından “Gergedan” dergisinin gerek logo tasarımı, gerek sayfa içi yazı ile görsel seçimlerinde tutarlı ve kalıcı etki yaratan yayınlardan biri olarak not düşmeliyim.

desen, illüstrasyon, fotoğraf…) fazlasıyla sayfa tasarımında ön plana çıkıyor olması. Oysa mesele edebiyatı okumaksa gözü yazıya taşıyan olmalıdır resmin rolü. Fazlası değil. Kitabevlerinde rafları gezerken bazen rastladığım kitap kapakları ise şaşkınlığımı tedirginliğe doğru sürükleyebiliyor.

Martin Lindstrom’un cümlesine tekrar dönecek olursak, hepimizin bir tüketici olduğunu kabullenmenin bir anlamda şöyle bir faydası olduğunu düşünüyorum: İnsanın kendisine “Ben neyi tüketiyorum?” diye sorabilmesi, belki gerçekliğin farkındalığı ile daha mümkün. Sanatsal anlamda üretiyoruz ama acaba kavramları tüketerek mi yapıyoruz bunu ya da başka bir şeyleri; belki üzerinde oturup tartışmak, düşünmek yazmak, çizmek elzemdir. Sanat üzerine bir şeyler üretirken ürettiğin şeyin kelime anlamına ve kavramına sahip çıkmak, sorumluluğunu almak, ekip olmak, iş üretirken bir yandan öğŞimdilerde, dergilerde en çok beni ra- renmek ve öğretmek sanırım bu güzel hatsız eden görsel elemanların (Çizim, yol. Zeynep Yıldırım


var so hbeti

Yahu Şakirt, seninle ortak bir sevdamız var.

Sen bir savcısın, güpegündüz cinayetler aydınlatı

Ben ise şairi meçhul cinayetler işlerim bu yolda.

Şakirt denen h

ıyar il

e pisu

Sen yanına alır gezdirirsin benim düşlerimi,

Ben ise taşır dururum onları duygu dünyamda.

Hangimiz daha haklı, hangimiz pek,

Ulan Şakirt hangimiz kızıl bir dosyayız bu olayda!

Seninle ortak bir sevdamız var Şakirt,

Ben ki kovalayansam bu sevdayı,

Sen kaçılan ilk yer oluyorsun halihazırda.

Benim taarruzlarım senin müdafaalarını doğurur,

Sonra hiçbir şey olmamış gibi,

Pisuvar sohbetlerinde buluşuruz bir anda.

Dedim ya ortak diye sevdamız,

Sen işemeyi seviyorum diye içersin,

Ben içmeyi sevdiğimden işerim,

Sen bana şunu şöyle Şakirt,

Sonunda birbirimizi vuracak mıyız helada?

Yahu Şakirt, kısa sözün uzunu,

Daha uzununun kısasıdır aslında.

Yine de kısanın kısasını söylersem sana,

Sen benimle sidik yarıştırma bu yolda.

Siktir git şimdi şakirt, Baksana

Sidik kalmadı torbanda.

Samowski

rsın,


tarÄąk yetiĹ&#x; serbest


Gökhan Toker bu sayıda bizler için 90’lı yıllardan bir playlist derledi. Ne güzel de yaptı. Bilenlerin tazelendiği, bilmeyenlerin öğrendiği kısa bir müzik turu.

90’lar Türk R

ock Seçkisi

1- Pentagram- Anatolia 2- Mavi Sakal- Ne Kadar 3- Diken-Öğret Bana 4- Şebnem Ferah- Vazgeç tim Dünyadan 5- Dr. Skull-rulesforthefo ols 6- Akbaba-Devil 7- Athena-Bazil 8- Objektif- Mutsuz Ölüm 9- Özlem Tekin- Herkes Şa nslı Doğmuyor 10- Kargo-Yüzleşm e 11- Bulutsuzluk Özle mi-Sözlerimi Geri Alam am 12- Kramp-Tek Ba şına 13- Grizu- Bütün Bu nlar Düş 14- Erkin Koray- Ak rebin Gözleri 15- Sibel Tüzün-Hay at Buysa Ben Yokum Bu Yolda 16- Erdal KızılçayKöprüaltı 17- Orhan AtasoyGemiler 18- Teoman-Papaty a 19- Acil Servis-Yusu f Yusuf

Playliti Sıvadık Fanzin Youtube Kanalından da dinleyebilirsin



Mizahın,

Felsefe Psikolojisi Üzerindeki Etkisi

Bu etkileşimi incelemeden önce, beynimizin işlem ve analiz mekanizması hakkında küçük bir bilgiyi tazelememiz gerekmektedir. Daha önceden analiz ederek ulaşamadığımız ve tamamen bizim mantığımıza uyumlu olan gerçeklere ya da gerçekle mantıksal bağlamda ilişkisi bulunmayan durumlara gülme eğilimindeyiz. Gülme refleksimiz gerçekleşirken, beynimiz ise karşılaştığı bu durumlar için çözülmesi gereken yeni problemler oluşturur ve gündelik çalışma performansının üzerine çıkarak daha detaylı bir inceleme/analiz işlemi başlatır. Bilinç/ zihin çalışma sistemini daha kaliteli çalıştırmak için mizaha ihtiyacımız vardır. Felsefe gibi apriori verilerle ilerlenen bir disiplinde, verinin kendisini mantıksal düzeyde tutabilmek için, mizah oldukça sağlam bir yardımcıdır. Pratik eylemlere geçmeden önce mizahın tadına bakmamış tezler, bizlere oldukça büyük anlamlandırma hataları sunabilir. Bu durumu, birbiri ile iç içe geçmiş düşünce akımları ve eylemleriyle örneklendirmek gerekirse; Eğer zamanında Friedrich Nietzsche’nin übermensch (üstinsan) tezini duyan birisi “Ne yani, u-a-a-a şarkısını söyleyen maymunlar insan olamadı da doğaya odaklananlar mı oldu?” sorusunu herkesin içerisinde sorsaydı, bu teze inanmaktan önce üzerine mantıksal boşlukların doldurulması sağlansaydı, “inanca kapılan insanlar”ın evrime engel olduğu inancını benimsemeseydi Adolf Hitler (Din ya da evrim adına işlenmiş katliamlar arasında hiçbir fark yok)... Belki yine de pratikte uygulanan bir eylem olurdu ancak bu pratik, insanları yok etmek yerine, “sanat”ı yok etmek adına yapılabilirdi. Bir önceki paragrafta sunulan varsayımların yaşanamadığı, üstinsana ulaşma amacında ilerleyen kampların içerisinde bulunan kişilerden bir tanesi, başka bir apriori veriyi mizaha bulandırmaktaydı. Viktor Emil Frankl, intihar eden arkadaşının elinde F. Nietzsche’nin kitabını


görerek zaten kendi mizahının içine düşmüştü. Tüm bunları bir yana koyarak ilerlersek, gündelik hayatta normal insanlara ayak uyduramama sorunlarını tanımlamada Sigmund Freud gibi ilerlemek yerine, bu konuda da mizahını konuşturdu. Freud’un nevrotikler üzerine yaptığı yorumlar su götürmez gerçekler olarak kabul edilseydi; eczaneden bir kutu anti-depresan alan kişi ne çok utanırdı, kim bilir… “Pikniğe gidelim mi, babacığım?” “Öksürük nöbetlerin geçmedi, Dora. Oralar esintilidir, daha da kötü olmanı istemem.” “Küçük Hans gibi atları bahane etmediğin için teşekkürler, babacığım.” -“Dora Vakası” ve “Küçük Hans” konularını ayrıca inceleyebilirsiniz…

Verdiğim örnekler, mizaha hizmet etmiyor gibi gelebilir. Ancak, ortaya konulan tezlerin kusurlu olduğuna ihtimal vermeksizin hareket etmek; yukarıda verdiğim örneklerden daha mizahi durmaktadır. Dünya’nın düz/yuvarlak oluşu kavgaları da bir mizah konusudur. Mizah yaşanmakta olduğu esnada kan dökebilir ama ileri bir tarihte bizlere en azından tebessüm sunacaktır. Evrim ya da psikanaliz hakkında konuşurken biraz kikirdemek faydalıdır çünkü bizleri mantıksal açıklıkları kapamaya yöneltecektir. Kısacası; felsefe psikolojisi karşısında gerçekleştirilebilinecek iki eylem vardır: 1. Karşımıza konulan tezi ciddiye almak ve sunulduğu hâliyle onu kabul etmek (ona inanmak). 2. Karşımıza konulan tezi tiye almak ve sunulduğu hâliyle onu kabul etmeyip mantık hatalarını ortaya çıkararak daha akla uygun hâle getirilmesinde yardımcı olmak.

serkan üstü ndağ



LEE MİLLER Size Lee Miller’dan bahsetmek istiyorum. Güzelliği, yaşamı ve fotoğrafçılık tarihine kattıklarının ardından her şeyden elini ayağını çekip ailesiyle sürdüğü yaşamı ve ölümünün ardından canlanan tarihi… Kimileri vardır; tarih sahnesinde öyle bir rol alır ki ardında bıraktığı izler onu bulmamıza yardımcı olur. Her şeyden önce cesur bir kadınla karşı karşıyayız. Korkusuz ve duru… 1907 yılında New York’ta dünyaya gelen Miller’ın babası fotoğrafçıdır ve erkek kardeşiyle birlikte onu fotoğraf dünyasıyla erken yaşta tanıştırır. Yedi yaşında, bir aile dostlarının evinde tecavüze uğraması sonrasında (Bakın yedi yaşında bir kız çocuğundan bahsediyorum.) belsoğukluğu hastalığına yakalandı ve bu sırrını kimseyle paylaşmadı. Bu olaydan bir yıl sonra babası Theodore, Miller Lee’yi çıplak olarak fotoğraflamaya başladı ve yirmi yaşına kadar da bu çekimler devam etti. Garip olan, fotoğraflar bir ebeveyn tarafından çekilebilecek pozların ötesinde, rahatsız edici kareler olmasıydı. Bu konu hâlâ tartışılan bir mevzu…

1925 yılında sanat eğitimi almak için Paris’e gittiyse de babası tarafından kısa süre sonra New York’a geri çağırıldı ve eğitimine orada devam etti. Ama Lee, Avrupa’nın kokusunu bir kere almıştı. Tekrar gidecekti. 19 yaşında önüne atladığı araba ve onu kurtaran Conde Nast, hayatında bir dönüm noktası oldu. Nast, bildiğimiz Vogue dergisinin yayıncısı. Ancak filmlerde rastlayacağımız bu tanışıklık onu Vogue dergisinde kapak olmaya kadar götürdü. 1927 yılında gerçekleşen bu lanse ediş, onu New York’taki en iyi modelleri arasına soktu. Sonrasında bu modellik ortamından sıkıldı ve kokusunu aldığı Avrupa’ya gitmek istiyordu, öyle de yaptı. 1929 yılında sürrealist fotoğraf sanatçısı Man Ray’in yanına gitti, onun öğrencisi olmak istedi. Aslında Man Ray öğretmenlik yapan biri değildi. Sadece sanatını icra etmek istiyordu ve usta çırak ilişkilerine yanaşmıyordu. Bunun üzerine Lee, meşhur cazibesini kullanarak Man Ray’in kalbini kazandı ve onu bu yolla ikna etti. Onun sevgilisi ve ilham kaynağı oldu.


Onun Man Ray ile olan bu bağı, Paris’in sanat çevresine girme imkânı verdi ve Picasso, Max Ernst gibi ünlü sanatçıların da olduğu bu cemiyete dâhil oldu. Hatta 1929 yılında Cocteau’nun “Le Sang d’un Poète” isimli filmde de rol aldı ama 1934 yılında Max Ray ile ayrılmasından sonra New York’a geri döndü, kendi stüdyosunu açtı. Fotoğraflarındaki teknik yaklaşımı, onun “sürrealist” olarak nitelendirilmesindeki en büyük nedendir. Savaş yıllarına kadar çalkantılı ilişkiler ve başından bir evlilik geçiren Lee Miller’ın en radikal kararı ise kuşkusuz, 1942 yılında Amerika’nın savaşa girmesiyle savaş muhabiri olarak 83. Piyade Taburu ile Normandiya’ya gitmesi

oldu. Amerika’nın Berlin’e kadar olan yürüyüşünde, savaşın tüm vahşetini gözler önüne seren karelerin altında hep onun imzası vardı. Başka bir fotoğrafı ise dünya basınında geniş yer bulmuştu. Hitler savaşın bitimine doğru sığınağında saklanırken o, Führer’in terk ettiği evini bularak banyosunda yıkanırken poz vermişti. Bugün 2. Dünya Savaşı’nın bitimini simgeleyen nadir fotoğraflardan biridir. Savaş sonrasında boşanan ve Roland Penrose’dan 40 yaşında hamile kalan Lee, evlendi ve tabiri caizse evinin kadını oldu. 70 yaşında hayata gözlerini yumana kadar, ne oğlu Antony ne de Farley’deki yakın çevresi onun bu

efe


geçmişinden haberdardı. Tüm çalışmaları, tavan arasında saklı 60.000 adet negatif olarak gün yüzüne çıktı ve çalkantılı hayatına dair onca bilinmez olay da bu kutudakilerle aydınlandı. Savaş sonrası depresyonları ve alkole olan düşkünlüğü sebebiyle her ne kadar iyi bir ebeveyn olarak anılmasa da onun izlerini takip edip araştırdıkça onu daha iyi anlama imkânına sahip oluyoruz. Oğlu Antony’nin dünyaya tekrardan hatırlattığı Lee Miller’ın eserlerini görmek için www.leemiller.co.uk adresi iyi bir başlangıç olabilir.


an sylv

son n w clo


ZIRTAPOZLUKLAR SERİSİ 1 KİBİR

Savaş, hastalık ve kaos bunlar insanoğlunun geçmişte korktuğu ve yenmeye çalıştığı evrensel sorunlardı. Salgın hastalıklar, savaştan ve bir ayaklanmadan daha fazla can alıyor ve bilimsel olarak yetkin olmayan insan bu hastalıkların önüne uzun bir zaman geçemiyordu. Hal böyle olunca küçük bir grip çeşidi bile milyonların ölümüne neden oluyordu. Günümüzde bu durum biraz daha kontrol altında görünüyor. Biyolojik problemlerimiz için daha hızlı bir örgütleniş biçimimiz ve teknolojimiz mevcut. Kitle iletişim araçlarından tutun bir ecza şirketinin teknolojik donanımı söz konusu salgını yenmek için hızlı ve etkili. Bir insanın ticaret yapması, seyahat etmesi, yakınlarıyla günlük iletişim kurması daha kolay. Doğaya bakış açısı; ondan korkmak yerine onu şekillendirmek ve ona sahip olmak. İşte tam burada bu yazı bilimsel bir makale gibi yazını sürdürmeyi bırakacak ve size insanlığın bekası için yaptığımız bütün zırtapozlukları samimi bir şekilde önünüze serecek…

Hümanizm… evet kısa anlamıyla ‘insanı sevmek’, ‘insani olmak’ veya ‘insancıl olmak’ olmak gibi günümüz padişahlarının, krallarının, beylerinin, bütün büyük başların aslında insanlığa yaptıkları en büyük komplonun perde arkası… İnsanı sevmek, beraber yaşamak için diğerini düşünmek, bütün insan medeniyetini bütün olumsuzluklara karşı ayakta tutmak. Duygu ve zekâ dolayısıyla, bütün canlılardan üstün bu varlığın bekasını sağlamak için insan olmayı sevmek. Bu durum bilim ve dini bir araya getiren ve uzlaştıran en büyük düşünce çünkü her ikisi de, insanın diğer bütün her şeyin insan için yaratıldığından yola çıkarak öğretilerini ortaya koyarlar. Ve çoğu liberal, muhafazakâr, komünist, sosyalist vs. insan grupları bu bakış açısıyla hareket eder. Kozmosun içindeki en tehlikeli varlık kendi içinde verdiği iktidar savaşını kozmos içinde vermektedir. İşin kötüsü başarılı olmakta ve bir dağ kabilesi gibi vahşi ve hoyratça her yeri fethetmekte. Buradaki Ali Cengiz oyunu ise; insanların kendi içindeki efendi-


nin efendisi olma çabasıdır. Efendinin efendisi olma çabası nedir? Bu kozmosun sahibi olma yolundaki bu tek adayın, yani ‘insanlığın’ bir efendisi olmak ki; insanlığa ‘sen bu kozmosun efendisisin’ diyen yine insanlığın efendisi olmak isteyenlerin bir Truva atıdır. İnsan denen yaratığa kendini diğer canlılar karşısında özel hissettirmek ve insanların kozmosu kontrol altına almasını sağlamak ve kolektif kontrol sahiplerini ekonomik, siyasi, dini vs. bütün aygıtlar ile kendine bağlamak. Böylelikle insanlık kozmosun sahibi efendinin efendisi ise sahibin sahibi olmaktadır. Yani kendini efendi zanneden avam veya işçi takımının kendi ayağına sıktığı kibir kurşunudur. Hümanizm bir bakış açısı olarak edebiyat, psikoloji, sosyoloji, fizik, biyoloji, kimya, çoğu disiplinde bir akım değil sanki o disiplinleri doğuran ana gibidir. Çünkü bu disiplinlerde kozmosu anlamak değil de onu ele geçirmek için gibi değil mi? Her şey insana dair ve insan için. Bir canlı topluluğu kendini teker teker veya toplu olarak bulunduğu yerin efendisi ilan ederse oradaki bütün her şey onun kölesi olmaya başlar bu ona yetmez bu sefer kendi içinde de efendi köleler yaratır. Ve sonunda efendinin

efendisi… Bu bilinçaltı ürünümüz bütün uğraşlarımızda, bütün yaşamımızda bize bir statüko bilinci yaratmaktadır. Bir yerde bir efendi bir de köle varsa orada üretim ve sosyal aygıtların sahibi de ortaya çıkar ve bulunduğun yerin mülkiyeti ona ait olur. İşte bu durum sanatta, edebiyatta bile böyledir. Tekelleşme ve imtiyaz sahibi olma durumu ile bu işler edebiyatta ve sanatta yürütülür. Bir kitabın daha edebi, bir heykelin daha sanatsal ve güzel olduğunu belirleyen bir avuç sahip vardır. Ve burada kendini doğanın, hayvanların, canlı veya cansız bütün varlıkların kozmos içinde ne varsa kendisi için yaratılmış veya oluşmuş olduğunu düşünen bizler nasıl bir zırtapozluğun içindeyiz biraz düşünün derim? YUKARIDA ANLATILAN ZIRTAPOZLUKLAR SADECE DEVENİN BİR TÜYÜ… SEVGİLER SAYIN “EFENDİ” (!)

bakır mustafa


efe


kayboluş Yağan yağmurun altında koşmaya çalışıyordu. Hızlandırmaya çalıştığı adımlarına güvenemiyordu. O her zaman düşerdi, sokak lambalarından ve kulaklarındaki çığlıklardan kaçmaya çalışırken, düşmemeliydi. Bu sefer istemiyordu, her zaman düşerdi, her zaman hataları, her zaman düşüşleri, tekrar tekrar ve tekrar eden, sonsuz bir döngü. Bitmeyen yanlışları, kulaklarındaki çığlıklar, yüzünü döven yağmur damlaları, bitmeyen yanlışları... Yanlış bir adım, su dolu gölcüğün içindeki sokak lambası, kendi göz bebeklerinin içine bakışı, tanımlanamayan kısa süreler, çizmelerini sıvayan mezarlık toprağı, çamur, balçık... Her adımda biraz daha kaymaya yakın, her zaman olduğu gibi her adımında biraz daha düşmeye yakın, sırılsıklam ayakları, dalgalanan su yüzeyi. Üzerine yapışmış sırılsıklam cübbesi, siyah kumaşın sardığı bacakları her açıldığında damla damla süzüldüğü görüle kan damlaları, sokak lambalarından kaçamadı geceler boyu sokaklar. O sokaklar boyunca uzakta, sabaha asla ulaşamayacak arayışları. Sesler kesilmişti, her adımında kas katı kesilen bedeni, ciğerlerinden, omurgalarının içinden gelen bir titreyiş, morarmış parmaklarının arasında muhafaza etmesi gereken alev parçacığı, ve her adımında daha da kaldırım taşlarına yapıştığı çamurlu çizmeleri. Mezarlık çamuru, balçık.. Sesler kesilmişi, koşuyordu hala koşuyordu. Göz göze geldiği tanımadığı yüzler, nereye varacağını bilmediği akışkan sokaklar, sokakların içinde akan


adımları. Nereye gideceğini bilmediği bilgisiyle yüzünü damgalayan turuncu yağmur damlalarının yüzüne düşüşü, bütün hücrelerinin tek tek soğuması, kaçmaya çalıştığı, aradığı, bulamadığı, Kulaklarını tırmalayan çığlıklar, kulaklarını tırmalayan tırnaklar, dizginlenmeyen, tutam tutam saçlara sarılmış öbek öbek parmaklar. Hangi apartman, içinden ışık gelen çerçevelerden biri mi yoksa çoktan karanlığa gömülenlerden mi? Boşluğunu dolduracağı tabloyu nasıl bulacağını bilmeden göğsünde muhafaza etmeye çalıştığı gaz lambası, damlalara karşı damla damla direnen tek ışığı. Ulaşmaya çalıştığı yeri biliyorken, ulaşmaya çalıştığı yerin nerede olduğunu bilmiyordu. Kapılardaki sayıları okumaya çalışmak ve harfleri birleştirmeye, Alevin ucu seslerinin ortasında yanarken, göğsündeki kalabalıkta korkan kapılar, birer birer geriye çekilmeye başlayan kapılar. Açılmayan. Sıcak bir fincanın içerisinde bulabileceğine inandığı bütün kavramları düşündüğü anda unuttu, kulağındaki ses, kulaklarından kanlar akıtan ses, fışkırma, göğsündeki gürültüden korkan ses, kapıları uzaklaştıran ses. Bilinmeyen adreslerin çamur kaplı anahtarları, alevlerin göz kamaştırması, titreyen numaralar, bulanık harfler, okunmayan. Avuçlarında tutam tutam saçlar. Turuncu sokak lambaları arasında kayboluş.

aysu uzer



1 7. Y ÜZY IL DA YAŞAYAN U H R EV İ H AYATA YÖNELMİŞ P UR İ TANCI B İR PA PA Z IN MAR TAVALL ARI

I

“Dünya yok olacak, Sen tek kalacaksın!” Bir yağmur damlası Minimal yaklaşım içinde, Fırın kadar sıcak toprakta, Bir ölüye hayat veriyor. Daha doğurgan, daha sağlıklı, daha uzun ömürlü olsun diye Sırf bu yüzden tüm acıları, Sentetik tanklara koyuyor.

II

“Şehrin ışıklarını kestiklerinde Kendisiyle kalması insanın…” …Çağdaş yaşam içinde önemsiz olduğunu anlaması demek. Durmadan sekteriz bir görüşle ve Kocaman elleriyle ve çenesiyle ve diliyle ve gözleriyle ve En önemlisi günün tüm sesleriyle birlikte, Ayakkabısında gizlediği kiri göğe payda etmesi insanın…


III

Bu değişmezlik içinde eylül geçti. Sıkıcı bir eylül, Saldırgan bir eylül…

IV

Bir çocuk daha vurulmadan Büyüsün artık içinde akan zehir. Sarsın dar vakitleri Ve Shakespeare’i!

V

“Yıkım düzenle gelir, Gerisi hep laga luga!” Çıkarın siz de üzerinizden kirlenmiş olan şu sabahlığınızı Yaşadıkça göreceksiniz, Bir insan nasıl yok olur!

VI

VII

“Seni azınlıktan daha küçük bir azınlığa itecek olgu Yine hiçlikten başkası değil!” Pörsümüş etinle izliyorsun beni Ötenazi meraklısı baykuşla birlikte. Çatlaklar üzerinde bir şehir inşa ediyorsun, Suyu gelen hamile kadın gibi. Kriptolu mesajlar içinde, Kimseye fark ettirmeden Ayna ile sevişiyorsun.

“Bu dediklerimi Bir tansığa yazdım.” Partiküllerle, derimin dışına çıkmadan, -Gözün şahitliğinin yittiği durumlar dâhilBoş bir eylül gününde...

göktürk yaşar


su l ta n


Kendimle röportajım orum.) (Kendime tanık oluy enin Cinnet kendi sermay . ür üd ün ür t ke şir r Bunalım bi likle öyle. ket ürünüdür? -kesin şir lım na bu ek m de -ne rmutte sunulan yaşam fo ke pa r bi li an nj ja ze Bunalım bi den biliyonın aşınmasıdır. Nere ışı çd lin bi lım na Bu dur. ümolarak bir bunalım m if kt le ko er eğ n; da rum? Şura sasından elem biricik olduğu ya ki ek m de se iy ild ab ol kün n iştir fakat çok az insa ilm ab ol a od M r. tü üş uzağa düşm ir. Sabrın ve gerçek bir tepkid et nn Ci r. ri çi ge et cinn Ahn doğan bir patlama. da ın as ışm sık ı ır aş metanetin r patlama. nye görevi gördüğü bi fü n ni ri le ci yi le tik te lak angi bir kalorifer deliğine herh un uz om id lib ise Bunalım . -radikal patretiyle alınan gazdır su ak m tır ba rı ta ah an un olacağından libidomuz ci ri ve r ra za ı ar çl nu lamanın so şam sürenizi i değil mi? -aslında ya iy ha da ak m al nı zı ga kçe de yaşanabilirlik gitti in iç a am , et Ev . iz in uzatabilirs nnet yaşanılyaşamasan da olur. Ci yı la do n de ün üğ şt dü şir. Bu madığı için radikalle la kı n kü üm m ni ke ması gere zaman geimci olmayabilir. Çoğu vr de p he e şm lle ka di ra ık etse rıp çirkin yüzünü aç kı ri le ke as m de ne ricidir. Yi bir alana terartık süper simulatif ve n ne de ek rç ge de ştirme yatı ihlal ederek, iyile ha en lin bi bu an ol kedilmiş lunur. niyetiyle patlamada bu nlış “Ruhun kuzeyi için ya , k’i ac Bl rin le n’ ni Ro Ben yani yöndesin” diyorum. ayemiz olacak Cinnet kendi serm



beyza kocaoğlu


Durdum ve sana öylece baktım

Gözbebeklerin beyazdı.

Bazı kelimeler anlamlarını karşılamaz. Anlam öylesine kuvvetlidir ki, ona biçtiğimiz kostümler her zaman dar gelir. Anlam kapsayandır, bütün kaosları içinde barındıran, karşıt döngüleriyle koca bir devrandır. Kelimeler ise acizliğimizdir. Onu bir kalıba koymak isteriz ama bunu çoğu zaman gerçekleştiremeyiz. Seninle geldiğimiz noktada, içinde bulunduğumuz durumu, her seferinde anlamlandırmaya çalıştın. Kuşkusuz kendin içindi ama bunu yaparken yeni boşluklar açtın. Çünkü kullandığın kelimelerin anlamları yüklüydü. Hep, en ağırlarını seçtin. Her defasında daha büyük taşlar... Ve nihayetinde kayalar.

Hatta öylesine ki, onu yaralandığının, organlarını parçaladığının farkına varmıyorsun. Kan giderek teşvik ediyor, kurban ölüyor. Ben ise hep kendimi yiyorum. Benim acım bana tatlı geliyor. Aptalca bir döngü bu. Çığlıksız, sessiz bir ölüm. Son geldiğimiz noktada, bu iki köpekbalığı karşı karşıya geldi ve o muazzam dişler göründü. Biri diğerini tanıyordu ama o diğeri yalnızca tanıdığını sanıyordu. Bu yüzden anlam denizinde kayalar büyüdü ve her boşa çıkan yargıda taşlar daha da devleşerek atıldı. Senin korkun buydu. Tanıdığını sandığını tanımama gerçeği. Benim korkum ise bu güçlü dişlerin parçalayıcı kuvvetiydi.

Bu bir yapı meselesi ve korku ema- Halbuki güç nedir ki? Bir kaç ev mi? residir. Korku, korkularımız... Bizi Banka hesabındaki para mı? Emeklikontrolsüzlüğe iter, aklımızı kilitler, lik maaşı mı, araba mı? Hayır! Güç, kiminin ise ağızını düğümler. Se- söz konusu kendin olduğunda başninle bir noktada çok benzeşiyoruz. kasından vazgeçme kudretidir. Gereİkimizde köpekbalığı gibiyiz. Hare- kirse, tüm yaşanmışlıkları bir hesap ket edemezse ölen, saldırgan, etçil kitaba döküp adice bir yargılamayla bir hayvan. Kıvrak bir vücut sistemi, kendini haklı çıkarabilme yetisidir. keskin, parçalayıcı dişler. Bunca ortak Eşitlikçi insanlar bunları yapamazlar noktamıza karşın bir yerde ayrılıyo- ama güçlüler, kendini her şeyden ve ruz ama sen nedenleri hep karşıda herkesten üstün tutanlar (zannedenarıyor ve istediğini buluncaya kadar ler) bunu yapabilir. O sebeple bu dünonu kemirmekten çekinmiyorsun. ya güçlülerin gezegenidir. efe


YENİ ÇIKAN FANKİTLER YENİ ÇIKAN FANKİTLER YENİ ÇIKAN FANKİTLER YENİ ÇIKAN

KIRILGAN ŞARKI

TUĞRUL SULTANZADE LAGARİ BİLİMKURGU

ÖFKE

EFSUN

SANAT TARIHI MI? SANAT TAZICI MI? EFSUN

NUGO

RONİN BLACK


TV’ni KIR



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.