Sıvadık Fanzin 29

Page 1


İzlemek için bir tarama yeter. Serkan Üstündağ, Efe Elmastaş, Mehmet Fatih Balkı’dan edebiyat muhabbeti.


basım yeri izmir

efe

kapak-tasarım

nokta, virgül

serkan üstündağ

çeviri

onur sakarya

görseller

zeynep yıldırım alpin arda bağcık sylvan clownson beyza kocaoğlu efe

karalayanlar

zeynep yıldırım efe erkan katırcı zeynep çolakoğlu oğuzhan kayacan göktürk yaşar mehmet fatih balkı cem yıldız

Anlatılacakların üzerine sünger çekip kapı aralıklarından yok oluşları seyretmek… Dönemin dansı bu hareketler üzerine inşa edildi. Sahnelenen en “yüce” oyun, en büyük tezgâh bu. Bir devin ayakları altındaki fareler gibi kaçışımız da, saklandığımız yerlerden ona yalvarışımız da aynı zaman diliminde gerçekleşiyor. Bu can acıtıcı tabloda ressam sizce kim? Sarkık dudaklara ıslak bir serzenişin yerleştiğine bakmayın. Bunlar tanrıya bir çeşit duadır. İlahi olanla, kadim olanın birleşimi, balçık olup üzerimize sıçradığından beri atılan çarpık adımları keramet saymışız. Utanç, körelmiş bir uzuv gibi aramızdan ayrılmışken erdemliliği seyreltip içki masalarında ezmiş bizler, koca bir insanlık olarak bir virüsten mi korkar olduk? Yapmayın! Ama bu çok komik.


Taxi Driver ya da Fare; saat 12.00 olmadan haber ver! Sanki her şey daha iyi olacak, sanki her şeyin daha iyi olma ihtimali varmış gibi bir başka olasılıktan bahsederdik, bahsederiz, sonra hiç bir şey olmaz. Bunu tünel duvarındaki çelik halatlara yansıyan ışıkları gördüğümde düşündüm. Taksinin içindeydim. Çünkü sabahları gelip geçenlerin görmezden geldiği, köpeklerin dahi durup işemediği, sadece şehir tozu ve beton çamuru bulanmış duvar ve çelik halatların olduğu on metrelik bir yol enstrümanıydı o geçit. Yol enstrümanlarının en fiyakalısı köprü mesela, manzarası

var bir kere. İntiharlarıyla çekinilen bir gizemi de hatta. Şehir sokaklarını dolanan yollar içinde otobüs durakları da bir başka enstrüman, sessiz tanıkları yolculukların. Bir otobüs durağında gazete okuyabilirsin mesela, arkadaşınla buluşursun. Sonra yokuşlar; yol enstrümanlarının en kendini hissettireni. Yokuş yorar, tık nefes bırakır adamı, arada durup dinlenirken bir cumbalı pencereyi farkedebilirsin, belki erguvanlı bir sokağı, ciğerlerinin nefesini zorlayan yangısını ya da... Geceydi oysa. Duvardaki çelik halatlara yansıyan ışıkları gördüğümde bir anlığına iyi bir şeyler varmış ve bu köşeye gizlenmiş de keşfetmişim gibi hissettim. Fotoğrafını çektim ve düşündüm; taksinin arka koltuğunda oturup yolun pencereye yansıyanlarını toplama eğilimi, bu fotoğraf çek-


me merakı da nereden peydah oldu? Sadece bir makinanın yaptırımı mı? Bütün ulaşım araçları benim için “taxi”; bütün şoförler, pilotlar, kaptanlar “taxi driver”. Balkabağı ve farenin az modern versiyonu. Sihir denen şeye hâlâ inanıyorum. Bir periye hiç rastlamadım, elimdeki tükenmez kalemi ise sihirli değnek zannediyorum. Uzak şehirlere gidiyorum zaman zaman. Dilini bilmediğim bir lisanda insana dair keşfedebileceğim bir küçük umut olmalı, başka denen “farklı” görebileceğim şeylere bakıyorum. Bütün aynılığın içinde farklı açılara ihtiyacım olmalı ki kadrajlarımda bunu seçiyorum. Bütün şehirler birbirine benziyor. Trafik lambaları dünyanın neresinde olursa olsun aynı renklerle yanıp sönüyor. Uzaklığın bir anlam olarak mesafesini nasıl ölçebiliriz? Nedense “başka” ve “farklı” olanı görmek için uzaklara gideriz. Yakınımızdaki ya da yanımızdaki “başka” ve “farklı”ları fark edemediğimiz için mi göremeyiz, yoksa gitgide aynılaşma onları da mı mahsur kılmıştır, emin değilim. O günü hatırlıyorum. Kalabalık bir katedralin bahçesinde gençler, çocuklar, sevgililer, aileler dolanmakta; küçük kafelerde sohbete dalmış kimi insanların kadehleri rehavetle güneşin altında parıldamaktaydı. Kimileri taş duvarın üzerine oturmuşken kimileri müzenin giriş kapısında sıra beklemekte. Sanırım o çocuk az evvel ağlamıştı. Çünkü bir şeye ihtiyacı vardı. Tam da o an, anne ihtiyacı belirlediğinde yere çömelip bebeği yatırdılar. Anlamaya çalıştım ve fotoğrafını çektim. Sokak/yer/cadde ve bebek/çocuk/ ihtiyaç sözcüklerini birlikte düşünelim. Fotoğrafta gördüğümüz anne ve babanın yaklaşımı alışık olduğumuzdan farklı.


Anne ve baba yere oturmuş bebeklerinin bezini değiştiriyor. Çünkü bebeğin temizliğe ihtiyacı var. Bu fotoğrafı şehrimden çok uzak bir Avrupa

şehrinde çekmiştim. Fotoğraf karesinin doğallığı, sokak ile insanın çekinmeksizin bütünleşmesi bir o kadar hoşuma gitmişken şehrimdeki yer/ çocuk/şehir/sokak/ ilişkisine dair de düşündürmüştü. Biz çok uzun zamandır insanı odalarda mahsur bıraktık. Odaların kontrol edilebilirliği ve hijyenik kılınabilirliği, güvenli alanlar yarattı hepimiz için. Çocuklarımızı büyütürken onların ayakları yere basan bireyler olmasını diliyoruz. Peki, bunun için de ayağımızı bastığımız “yer”e güvenmemiz gerekmez mi? Güveniyor muyuz? Bir diğer fotoğrafı ise bir Asya şehrinde çekmiştim. Trafik ışıkları dünyanın her yerinde aynı renklerle yanıyor, evet, ancak yolculuk yapma biçimleri farklı olabiliyor. Fotoğrafa ilk baktığınızda gördüğünüz şeyin sizde yansıttığı duyguya dikkat edin. İnsan kendisinde olanı bilir, tanır. Kaygı, tekinsizlik, tehlike, özensizlik mi yoksa güven, sevgi, işbirliği mi görüyorsunuz? İçinizde hangi duygu hâkim bu ikinci fotoğrafı gördüğünüzde? Hayatımızda hâkim olan şeylerin kendilerine ait kapsadıkları bir yeri, alanı ve anlamı var. Bizler yaşadığımız toplum ile ilişki kurarken şeylerin/ nesnelerin, insanların kullanım alanı ve biçimlerini de belirliyoruz. Tuhaf bir biçimde fark ediyorum ki olması gereken şeyler olması gereken yerde değil ise tedirgin oluyoruz, yadırgıyoruz, tepki duyuyoruz; otomatik bir biçimde hem de. Düşünmüyoruz. Sadece gördüğümüz şeyin bize söyledi-


ği cümleyi okumuyoruz. Olması gerekeni arıyor bilinçaltımız. Kapının önünde duran at fotoğrafını Büyükada’da çekmiştim. Bir kapı, tek katlı bir ev ve bir beyaz at. Benim için bir imgenin nesnesini yarattığı an gibiydi. Asla kurgulanamayacak bir nadirlik. Şehirli bir insan olarak kaç kere bir evin kapısı önünde beyaz bir at görebilirsiniz ki? Bu fotoğrafa bakıp adadaki fayton taşımacılığı sorunlarını mı düşünelim, hayvan hakları konusundaki yasal düzenlemeleri mi, yaşama alanı içerisindeki hijyen kurallarını mı? Fotoğrafa ilk baktığınızda gördüğünüz şeyin sizde yansıttığı duyguya dikkat edin. İnsan kendisinde olanı bilir. Ne görüyorsunuz? İçinizde hangi duygu hâkim? Masalını yitirmiş bir toplum, gerçekliğini kavrayamayacak. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Bunu biliyor musun, fare? Bunu bilmelisin,taxi driver; saat 12.00’yi vurduğunda maskenin düşmeyeceği aşikâr. Bu sebeple duvarlarda hayal gücünün arenasına parmakları ile martılar uçuracak küçük avuçlara taşınacak umut olmalı, olacak, olsun.

zeynep yıldırım


Lesper’e Bunu Yapan Bize Neler Yapmaz

Alımlayıcı ve sanat eseri… Bu ikili etkileşim, günümüzde sanatçıdan bağımsız olarak görünüme soyunan (en azından öyle olduğu söylenen), yer yer anlatım kaygısı bile gütmeden küratörler aracılığıyla sergi alanlarını dolduran nesnelerin iç içe geçtiği bir durum. Eserin “yüce” olgusundan sıyrılarak deneyime açıldığı bu çağda, sergilenenle deneyimleyen arasındaki mesafe hayli kısalmış hatta birebir temasla algının farklı boyutları sınanır hâle gelmiş bulunuyor. E hâliyle bu derece yakınlık bazen kötü sonuçlar da doğurabiliyor. Hele ki buna sebep olan bir sanat eleştirmeniyse…

nız. Parçalandı, un ufak edildi demek istiyorum. Sansasyonel ifadesini kullandım çünkü bu durum Meksika’da ve uluslararası boyutta sanatseverlerin ilgisini çeken bir konu hâline geldi. Lesper’in kim olduğu da burada önem taşıyor çünkü geçtiğimiz günlerde dolaşımda olan “Çağdaş Sanat Bir Kandırmacadan mı İbaret?” videosunda konuşan ta kendisi. Bu sebeple contemporary karşıtı camiada adından çokça söz ediliyor. Öncelikle Gabriel Rico’dan ve eserinden biraz bahsetmek istiyorum. Kırılmadan önceki fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla, büyükçe bir camın içinden geçirilerek sabitlenen futbol topu, bıçak, dal parçası gibi nesnelerin sergilendiği dikey bir heykel bu. Doğa ve insana ait materyallerin bütünleşmesiyle meydana getirdiği bu sürrealist iş, sanatçının sanatsal yaklaşımına dair tipik bir örnek. Daha önce benzer kaynaştırmalara imza atan Meksikalı sanatçı, uluslararası birçok bianelde ve sergide de yer almış birisi. İşte; bu sebepten olay, olduğundan daha geniş bir yankı uyandırdığı da açık.

Geçtiğimiz günlerde Mexico City’de gerçekleşen ve 70.000 kişinin ziyaret ettiği Zona Maco isimli sergide ilginç bir olay yaşandı. Gabriel Rico’ya ait bir enstalasyon çalışması, eleştirmen Avelina Lésper tarafından, sansasyonel şekilde imha edildi. Yanlış okumadı-

Olay kısaca şöyle gerçekleşiyor. Sanat eleştirmeni Avelina Lesper herkes gibi sergi alanını gezerken malum eserin yanına gidip fotoğraf çekmek için hareketleniyor. Elindeki boş soda şişesini eserin bir tarafına mı, çevresinde bir yere mi (bu kısmı karışık) koymasıyla


birlikte cam adeta patlıyor. Büyük şangırtıyla aşağıya inen cama Lesper gözleri faltaşı gibi açılmış şekilde bakıyor, bakıyor ve başladığı işe devam ederek fotoğrafını çekiyor. Olayla ilgili açıklama olarak “İş, yorumumu duymuş ve ne düşündüğümü hissetmiş gibiydi.” ifadesini kullanıyor ve tam bu noktada sanat piyasası devreye girerek galeri, sanatçı, eleştirmen ve diğer görgü tanıkları arasında kaotik bir süreç başlıyor. Çünkü ortada parçalanan bir eser var ve bu işin fiyatı tam 20.000 dolar. Galeri yetkilileri bu eserin parasını eleştirmenden istenebileceğine dair açıklamalarda bulunmasıyla karşılıklı suçlamalar başlıyor. Ne de olsa Lesper’in camiada bir ağırlığı var. Eleştir-

men, eseri tamir ederek yerine aynısını koyabileceğini söylüyor ama bu sergi yetkilileri tarafından kabul görmüyor. Zaten başta sanatçı Gabriel Rico bunu istemiyor. Konu ve etiket fiyatı böylece ortada duran bir sorun hâlini alıyor. Tartışmalar başlıyor. Avelina esere temas etti, etmedi, soda şişesini yok şuraya koydu, yok soda şişesi çarptı vs. Bir ton hikâye. İlgili, ilgisiz, konu dikkatini çeken herkes başlığa hücum ediyor ve yorumda bulunuyor. Konu, kırılan heykel çalışmasına da sıçrayarak “Böyle eser mi olur, bu ne kadar saçma bir iş?” gibi birikmiş contemporary kini de hortladığından ortaya hayli gürültülü bir durum çıkıyor. En nihayetinden 20.000 dolar bu. Bunun


tam olarak ne demek olduğunu anlamak için Meksika’ya da bakmak gerekli. Meksika’da bir kişinin yıllık olarak aldığı asgari ücret 2.125 dolar. Yani asgari ücret ile çalışan bir kişinin yemeden, içmeden, yaşamadan yaklaşık 10 yılda ödeyebileceği bir tutara denk düşüyor. Bu noktadan düşününce Lesper’e taraf olanlara hak vermemek

sanız sanatçı burada istediğini çoktan aldı. Konu, uluslararası sanat arenasına taşındı ve adı binlerce yerde anıldı. Parçalanan işi başta olmak üzere diğer işleriyle de ilgi çekerek internet sitelerinde defalarca tıklandı, birçok sitede haber oldu ve büyük bir alımlayıcı kitle tarafından arandı. Para kısmına gelirsek, bu noktada mağdur ve mağrur bir

mümkün değil.

sanatçı olma fırsatını kaçırmayacağını, eleştirmenden bu tutarı istemeyeceğini düşünüyorum. Şimdi bu olayı okuduktan sonra gel de sergi alanlarındaki eserlere temas et bakalım. “Aaa bu neyden yapılmış” diyerek mıncıkla veya kurcala. Bir eleştirmene bile bunu yapan piyasa sana bana neler yapmaz?Belki de bir işi uzaktan sevmek aşkların en güzeli. Gene de karar sizin.

Bir kısım yorumcular da, benzer tarzdaki çağdaş sanat işlerine ve küratörlere mesafeli duran, yeri geldiğinde ağır eleştiride bulunan Avelina Lesper’in baskı altına alınmak için konunun uzatıldığını dile getiriyor. Olaya nerden bakarsanız bakın marul gibi bir problemle karşı karşıya olunduğu söylenebilir. Şimdilerde gözler sanatçı Gabriel Rico’ya çevrilmiş durumda. Parayı talep edecek mi, etmeyecek mi? Bana sorar-

efe


tugay doğrayıcı zeynep yıldırım


Beykoz’daki Yahudi Konağının Altın Saçlı Yahudi Güzeli “Nasyonal sosyalist”in anlamını 12 yaşında öğrendim, efendiler. O zamanlar hasta anneciğimle ancak ve ancak ikimizin yatay durabildiği derme çatma barınağımızın hemen karşısındaki Yahudi Konağı’nın içindeki bir güzele meyil vermiş bulundum. Konak dediysek hemen gözbebekleriniz büyümesin, efendiler; üç Yahudi ailenin her birine bir kat ayrılmış üç katlı bir gecekondudan söz ediyoruz. O çapraz yapıya ‘Yahudi Konağı’ ismini en iyi arkadaşım -tek arkadaşım- Hayri layık görmüştür. Bedenlerimizin yaşları arasında çeyrek asır fark bulunmasına rağmen akıllarımızınki arasında büyütülecek bir fark yoktu. Hayri İhtiyari, mahalle dediğimiz duvarın kendi içinde oluşturduğu ince çatlaklardan biridir. Annesinden dinini, babasından Tanrı’sını aldığını söylerdi. İstismar dinine mensup olup Alkol Tanrısı’na tapardı. Bu dinin en sadık dindarıydı. Yahudi lafını duyunca kulakları Alman kurdu misali dikilir, gözleri ısıracak dolgun kalça arardı. “Yahudilerin kalçaları dolgun olur.” derdi Hayri İhtiyari, sonra da iliştirirdi “...cepleri gibi”. Hayri İhtiyari’ye Yahudilere karşı sönmek bilmez öfkesinin sebebini sorduğumda, “Bizim semtimizde bizden iyi yaşayan bizden değildir!” demişti. Bir keresinde perdeleri açık yakalamış konağı, söylediğine göre koltuk takımları varmış; hepsi aynı desende. Akabinde yanıma koşup durumu çıtlattıktan sonra “Ulan

ben oturmak için bulunduğum şeyden yatmak için bulunacağım şeye kıçımı kaldırmadan gidiyorum, milletin iki üçlü koltuğu, yetmezmiş gibi iki de tekli koltuğu var. Berjeri var, berjeri!” diye yakındı. “Yatağa nasıl gidiyorsun Hayri? Orayı anlamadım” diye sorduğumda, “çekyatta yatıyorum ben,” demişti. Bir şişe alkolü, rahat bir yatağa tercih edecek bir adamın bu tarz bir şikayette bulunmasına anlam yükleyemedim. Belki de tek hayali bir koltuk takımıydı. Hal böyle olunca altın saçlı, pırlanta gözlü güzeli dillendiremedim Hayri’ye. Ah, dünyanın en kıyak definesi... İlerleyen günlerde aynı eğitim-öğretim çukuruna gitmemizin de etkisiyle iyicene yakınlaştım hazineme. Teneffüslerde buluşuyor, altın saçlarını koklamaya mazeret arıyordum. Yahudi nedir, hangi renktir, neyden yapılır bilmiyordum ama o gördüğüm en güzel kokan Yahudi’ydi. Onlara Yahudi diyor, itip kakıyor, tükürüklerini yetiştirecek menzil arıyorlardı. Fakat onlar aldırış etmemeye çalışıyor, çıkıp gitme fikrine kapılmıyorlardı. Ah be güzelim ve ailesi, değer mi bir koltuk takımı için bu eziyeti göğüslemeye... Beni ilk kez öptüğü günü unutamıyorum efendiler. Son derse girmemiş okulun arka çöplüğünde kaldırımda bulunmayan iki kaldırım taşına oturmuştuk. Burnumu altın saçlarına sokup derince bir nefes alıp verdikten sonra bir iç çekip “bütün Yahudiler böyle güzel mi koku-


yor?” diye sormuştum. Bembeyaz yanakları nar gibi kızarmış, gülümseyerek yanağıma ıslak bir öpücük kondurmuştu. O an Yahudi olup taşlanmaya hazırdım. Sonrasında o ıslaklığı kurutan sert bir tokat yapıştırıp “Irkçı orospu çocuğu!” diye kükredi. Altın saçlı Yahudi güzeli bir anda altın yeleli acımasız bir aslana dönüşmüştü. Ama ırkçı da ne demekti? Henüz Yahudi’nin ve Hayri’nin kullandığı çoğu terimin anlamını bilmiyorken çözmem gereken bir soru işareti daha mı peydahlandı beynimde? Yine de ona kızamıyor, verdiği oldukça sert tepkiyi kendi içimde bir iltifata çevirmeye çalışıyordum. Belki de, önce öpüp sonra vurmak bir Yahudi geleneğiydi ve ben, bu aileye girmek istiyorsam gelenek ve göreneklere uygun hareket etmeliydim. Bu konuda öyle ısrarcıydım ki yarı yatalak anneciğime yapılan hakareti bile görmezden gelmiştim. “Teşekkür ederim.” diye yanıtladım, karşılaştığım ikilemi. Bulunduğumuz konumda gözlerim görmek isteyeceği son kişiyi gördü, Hayri İhtiyari! İki metre önümüzde acımasız gözlerini bize dikmiş dazlak kafasında elini gezdiriyordu. Ayağa fırlayıp durumu anlatmaya koyuldum ama beni dinlemeye tenezzül bile etmeyip sertçe itince yere kapaklandım. Ağzımın içine giren tozları yutarken gözlerimi açtığımda Hayri’nin Yahudi güzelin bileğindeki altın künyeyi çekip aldığını gördüm. Bunun üzerine Yahudi güzel, altın künyesini geri almaya çalışırken Hayri’nin aşağılık sağ elini yüzünde hissetmesi ile kendini yerde buldu. Birkaç saniye duraksayıp yerdeki güzele

bakan Hayri, ardından arkasına bile bakmadan kaçmaya başladı. Kendimi toparlamayı başarıp ayağa kalktığımda hazinemi gördüm. Yerde hiç hareket etmeden öylece yatıyordu. Fakat altın saçları yavaş yavaş kızıla dönüyordu. Kafasını daha iki dakika önce oturduğumuz kaldırım taşlarına vurmuştu. Ne yapacağımı bilemedim. Daha birkaç saniye öncesine kadar, çatılan kaşlara, tükürüklü bir hakarete ve yanağımda hissettiğim kuvvetli bir titreşime rağmen dünyanın en mutlu Beykoz sakiniydim. Kulaklarımda Hayri İhtiyari’nin sık sık kullandığı bir cümle yankılanıyordu. “Onlar Yahudi ise ben de nasyonal sosyalistim.” Ne demek istediğini sorduysam da anladığım bir cevap alamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, efendiler; nasyonal sosyalist en doyumsuz hırsız demekmiş. Altın da çalarmış, hayat da... Hatta işin ehli olanlar, hayal bile çalıyormuş.

erkan katırcı


Zeynep Çolakoğlu

Birçok fanzinde ve dergide Metal Müzik üzerine yazılar yazan dostumuz Zeynep Çolakoğlu bizleri kırmadı ve Gotik üzerine bir playlist hazırladı. Sayfaların devamında Gotik’in edebiyat, sanat ve müziğe olan etkilerine, tarihsel bir mercekten bakan yazısını okumanızı tavsiye ederiz.

Gotich List

Au Champ Des Morts -Après Le Carnage Fields of the Nephilim - Moonchild Fields Of The Nephilim - And There Will Your Heart Be Also Fields Of The Nephilim - Love Under Will Watain - Waters of Ain The Damned - Life Go es On Bauhaus - Bela Lugosi’ s Dead Opera IX - Bela Lugosi’ s Dead Dreadful Shadows - Ti es Of Time Dreadful shadows - Fa ll Dreadful Shadows- Dus k Siouxsie And The Bans hees - The Passenge The Cure - Killing An Arab Paradise Lost - Forever Failure Paradise Lost - Gothic Joy Division-Love Will Tear Apart Cradle Of Filth- Her Gh ost In The Fog Alice Cooper- Poison HIM-Join Me In Death She Past Away-Kasvetli Kutlama

Playlisti Sıvadık Fanzin Youtube Kanalından da dinleyebilirsin


alpin arda bağcık


Şiirin Barınma Alanı, Devinimi, G ü n c e l H â l i , D e r g i l e r i n v e Yay ı nevlerinin Şiire Bakışı ve Şair Sıfatı Üzerine Şiire, şair sıfatına; eski şiiri okuduktan, bu anlayışları içselleştirdikten, hatta biçimlerine alıştıktan, o şiirleri hissettikten sonra güncel şiire bakış hakkında bir yorum yapmaya çalıştığımda belirsizlikle karşılaşıyorum. Bu konulardaki düşüncelerin genel itibariyle hem okurda hem şairlerde hem de fanzincilerde ve dergicilerde belirsiz ve saçık olduğunu görüyorum. Evet, bir devinim var fakat ne yöne ve ne biçimde, bu belirsiz. Yeni şiir kitaplarına bakıyorum. Eskileri yeniden basanlar haricinde cesur davranıp ilk baskıyı yapacak şiir kitapları basan yayınevi sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Şiiri, basılan kitaplar üzerinden gelişimini gözlemlemek tabu değildir elbette ve bana sorarsanız esas yeri dergiler, fanzinler, bağımsız diğer yayınlar hatta algımızı yıkabilecek diğer üretim nesneleridir. Şu dönemde geçmiş şiir anlayışlarından ayrılan şiirler, şiir serileri vb. üretilmesi gerektiğini düşünüyorum ki zaten fanzinlerde bu girişimlere soyunanlar var. Şiire ulaşma noktasında şiirle orta ölçüde ilgilenip daha kravat-

lı bir gözle bakanların yerine kendimi koyduğumda, popüler dergilerde ve popüler yayınevlerinden çıkan kitaplarda, yeni ve farklı bir şey göremiyorum. Evet, dergilerde şiirlerin içeriğinde mesela iPhone X var ama şiirin biçimi, şiirdeki anlatım tarzı, dizelerin akışı ve şiiri yazan kafa henüz ankesörlüyle ilgileniyor. Kimi dergiler var, on yıllarca varlığını sürdürmüş ve hâlâ sürdürüyor ama çağ atlamamakta ısrar ediyor. Zamanın, kültürün, birikimin yorumunun ve sanatın devinimine karşı kalburüstü kabul edilmiş insanların sabit görüşlerine ısrarla tutunduğu için, şiirleri networkingle ve CV ile seçtiği için varlığını yitirmesinin ya da yitirmemesinin bir anlam ifade etmediğini söyleyebilirim. Şiire bakarken sadece şiire bakmak gerekir fakat ismi okuyanlar çoğunlukta olduğu için CV daha çok iş yapıyor. Kimi edebiyat ve popüler kültür dergileri var. Ünlü isimleri toplayıp (Küçük İskender’in de dediği gibi) şiiri sayfada kalan boşluğu “doldurmak” üzere bir karalama olarak görüyor. Oysa kendisinin edebiyat dergisi olduğunu iddia eden bir dergiyi dolduran da şiirdir çoğu zaman. Çün-


kü değişimi ve deneyselliği şiirde daha net görürsünüz. Gerçeği ham hâliyle ya da en yalın hâliyle görebilirsiniz, şiir yetkindir buna. Sabit kalmış bilinci ve gelenekselciliği de en net şiirde görürsünüz. Bu açıdan şiirin sayfayı dolduracak bir yazı olarak görülmemesi şart; dergiciler tarafından. Bir de “yalnızca şiir” gibi isimlerle yayınlanan bazı dergilerin ilkesinin olması, dik durması şart. Yoksa bir tepkiye kapanıverir, dağılıverir, duman olur. Esas sorun bu değil zaten. İsmi popüler, şiirini kanıtlamış ve mutlaka kitabı olan şairlerin evi olması o dergilerin: İlkeleri ve ilkelerine yönelik oluşmuş bir kadroları olmadığı gibi en geniş kitleye hitap etmekten daha çok, kazanç üzerinden bir amaç birliği içine girmeleri. Para şiiri öldürmez elbette. Şair para kazanabiliyorsa mutlu olmak gerekir hatta. Fakat tek gaye buysa sanatın, şiirin ve edebiyatın yakasını bırakmak ve daha başka üretimlerle ilgilenmek daha makul olacaktır. Kitabı olmak mevzusuna geldiğimiz zaman da yine Küçük İskender’in bir röportajda söylediği “Şair kitap yazmaz ki; şiir yazar, kitap yazanlar nesir düşkünleridir.” sözüne sonuna kadar katılıyorum. Şair şiir yazar. Bir kitap dolusu veya kitaplar dolusu şiir yazmak, şairin şair olmasında rol oynamaz. Şairin şair olduğuna kimin karar verdiği meselesi de hep tartışılıyor; şiire dair temel konuların

tartışıldığı ortamlarda, tabii yuvarlak cevaplarla sonuçlanıyor bu tartışmalar, konu şair sıfatına geldiğinde. Geçenlerde Grunge Poetry’deki bazı şiirlere dair bir eleştiri geldi, biz de birkaç cümle kurduk. Sonrasında “Şair mi oldunuz?” diye bir soru geldi mesela. “Şair mi oldunuz?” sorusuna çok güldüm. Yani şiir yazıyorum ama elbette takdir sizin. Esas mesele bu. Takdir kimin? “Şair” sıfatı tamamen öznel bir bakışla yakıştırılabilir şiir yazan insana. Bu konuda bir otorite yok. Şair, kendine şair diyorsa kendi için şairdir. Onun şiirini okuyup da kendi kafasındaki şiir algısıyla eşleştiren insan da “Evet, bunu yazan bir şair.” diye düşünerek ya da hiçbir şey düşünmeden o şiiri yazanın bir şair olduğunu hissediyorsa, bunu onuyorsa iş bitmiştir. Üçüncü bir kişi “Hayır, bu yazdıkları şiir değil, bunu yazana şair denmez.” diyebilir ama bu noktada Montaigne’in dediği gibi “basmakalıp ölçüler ve sanat bilgisi referans alınarak” yapılan bir yorumsa bu, ancak vasat şiiri bulmanızı sağlar, vasat şiire göredir. Fazlasını kaldırmaz. Bu da yaşadığımız çağdan çok uzak olur. Deneysel şiirlerin sınırı üzerine de tartışmak gerekir bu noktada fakat daha temel olarak Montaigne’in dediği gibi şiir dediğin şeyin vasat olanına bakıp şiir dersin ama daha mühimi vasatı aşıp şiir algını ve bilgini


yıkandır. O eseri üreten kişi üretimine şiir demişse, sen de -şiir algınla eşleşmese dahi- bunu onamışsan yine iş bitmiştir. Bu da üzerinde durulması gereken bir mesele. Şiir algında ne gibi tabular var? Neye şiir demediğine bakarak bunu anlayabilirsin. Mesela Ömer Şişman’ın “Dikenli Zıplak”ını dinlediğim an o algımın yıkıldığı anlardan biriydi. Yine Ah Muhsin Ünlü’nün “Gidiyorum Bu” kitabında şiirdeki anlamı yıkmaya giriştiği “Ha Şini Bakam Gidiyuz Zere” şiirini okurken de öyle. Birkaç tane örneği var yine bu yıkımların bende. Metin Eloğlu’nun “Bir Uyumsuz Rastlaşma”sı mesela. Emre Varışlı’nın Bozuk’ta yayınlanan “Mona Lisalı” şiiri de buna bir örnek yine. Şiirin tanımı olmadığını bir kez daha yüzümüze çarpıyor bu örnekler. Şiirin tanımı yoktur ama sınırı algıda gizlidir; tabuna çarpacak bir şiiri gördüğünde anlarsın bunu. Ama şundan eminim: Şiirin ne olup olmadığı meselesinden ziyade senin algını yıkacak şiiri gördüğün zaman, o yıkıcılığın benzerlerini görebileceğin yeni şiirler arayıp bulduğunda devinime okur olarak dahil olursun. Yani bir tanıma ve kesin bir çerçeveye teorik olarak ulaşmak önemli değil çünkü ne kadar devinirse devinsin şiir özünde hâlâ histir. Bunun yanında; yine 50’lerin Amerikan Şiiri’ni okumak bugüne bile ışık tutuyor. Bob Kaufman’ın Türkçe’de mikro p.’den çıkan Gizem Aktan’ın çevirdiği “Abomu-

nist Manifesto”da “ABOMUNISTS şiirsel nedenlerle şiir karşıtı tükürükler saçar.” dediği şey, işte; bugün çağdaş şiirin Türkiye’de de tek tek zincirlerini kırmaya başladığı, yakın geçmişten günümüze uzanan yolunda savunulacak şeydir. Şairin belki de bunu savunması gelenekselciliği tamamen ayaklar altına alabilmektedir ve alışılagelmiş şiirden kaçmakla olur. Ahmet Güntan’ın “Şiir işgal edilmiştir.” dediği de anladığım kadarıyla buydu. Şiirsellikten kaçmak şarttır. Bizler de buna tanık olduğumuz ya da bunun sanığı olduğumuz bir dönemdeyiz: Kaçış dönemi. Geleneği savunan ya da savunmayan, bilerek ya da bilmeyerek eskiden belki samimi olarak yapılmış o dize kurmaları, o biçimsel çalışmaları, özenle kafiye yaratımlarını yıkmayı da barındırıyor bu. En kolayı anlamı yıkmak fakat bu çok tehlikeli bir iş. O şiirde fikrini ve derdini senden başka en az bir kişiye dahi anlatamadıkça şiirle samimi bağın kopacaktır. Çünkü aslında Burcu Denizci’nin çevirisiyle Türkçesi Sub’dan çıkan David Meltzer’in “Şiir Okulu”nda yazdığı gibi şiir yazarken bildiğin ne varsa tekrar öğrenir tekrar yaşarsın ve kanımca ilk olarak budur, bağlayan şiire şairi. Şiir üzerine konuşmak, şiir üzerine yazmak da yine şarttır. Şiir eleştirmek ne kadar meşakkatliyse de bence bu yükü omuzlayabilecek insanlar var ve bu işe


bir el atmalılar artık. Şiire dair sağlam temellendirilmiş yorumlar görmeyi de özlediğini düşünüyorum şairlerin ve okurların. Piyasa şartlarında kâr elde etmesi oldukça güç olduğu için şiirle ilgilenmemeyi tercih eden yayınevlerinin şiire bir katkıda bulunmasını beklemekten ziyade şiir için ya da sırf bir şeyler yapmak için şiir konusunda üretimlerin artması ve okurun bu üretimlerle ilgilenebileceği alanlar yaratılması büyük önem taşıyor. Bunun için en atik davranabilecekler de fanzinciler ve başka bağımsız yayınlar üretenler. İyi şiire; ödüller, yayınevleri, popüler dergiler karar vermiyor bu dönemde. Bu yarışmaların, yayınevlerinin, dergilerin peşinde koşmak nafile ve yersiz. Yani; şiirle içten bir bağı olanın şiir için uğraş vermesi gerektiği bir dönem bu. Belirsizlikle dolu, gizemli bir dönem.

oğuzhan kayacan


Boğulma Sanatı//Billy Collins Acaba her şey nasıl başladı, bu iş, hayatının gözlerinin önünden geçtiğini görmekle ilgili boğulurken sen, sanki panik ya da suya batma oyunu gibi böyle bir sıkıştırma anından ürkebilirdi, ezilmek, umutsuzluğun mengenesinde on yıllardır, işte son saniyeler Bir vapurdan düştükten veya aceleci dalgalarla süpürüldükten sonra, hiç ummadın mı, daha yavaş bir geçmiş muhasebesi için, görünmez bir el fotoğraf albümünün sayfalarını çeviriyor ve sen midilli üstündesin ya da kafanda kukanla mumları üflüyorsun.

harika bir videosu var

Kısa bir animasyon filmi veya slayt sunumuna ne dersin? Hayatın bir kompozisyonda mı yazıldı yoksa bir vesikalıkla mı ifade edildi? Herhangi bir biçim bu ani parlamadan daha iyi olmaz mıydı? Tüm varlığın yüzünde çoğalıyor hafifçe kaşını yakan bir biyografi patlamasında. Hayal ettiğin gibi hayatın, üç büyük cilt falan değil Kurtulanlar bizi bir parlaklığa inandırdı burada, suyun üzerinde bir miktar hakikat çatallaşıyor tüm ışıklar sönmeden önce nihai bir Işık, tüm megalitik tonajıyla kafana dank ediyor Fakat eğer bir şey sen battığında gözlerinde yanıp sönerse, bu artık bir balık olacak. kavisli gümüşün ani bulanıklığı uzaklaşıyor hayatınla ya da ölümünle ilgili yapacak bir şeyin kalmadı Gelgit seni alacak, ya da göl, dipteki ürkütücü kargaşaya doğru batarken sen, her şeyini kabul edecek çoktan unutmuş olduklarını geride bırakıyorsun ve yüzey, bulutların yüce yolculuğuyla aşılıyor şimdi

çeviri onur sakarya


belki yok olmanın

anatomideki yeri

Deliliğimin sınırlarını hiçbir zaman belirleyemedim. Nerede başlayıp nerede bittiği konusunda hiçbir fikrim yok. Beyin kıvrımlarında nasıl bir rota izlediğini hayal bile edemiyorum. Ancak bunu öğrenme şansım olsaydı o kıvrımların üzerinde var gücümle peşinden koşardım; bayılana kadar, ayak tabanlarım parçalanana kadar... Onun neye benzediğini görebilseydim doğmadan önce Tanrı’yla bir pazarlık yapardım; kafatasımın içine tam şu an ve şu saate ayarlanmış bir saatli bomba yerleştirmesi konusunda. Kafatasımın içinde bir saatli bomba ile doğsaydım saniyelerin geriye doğru giderken infilakımı haber veren seslerini duymak bana tarifi mümkün olmayan bir mutluluk verirdi. Belki 9. Senfoni’yi Beethoven’dan önce ben bestelerdim; kafamdaki elektronik sayacın çıkardığı seslerle. Aslında türümün tasarımı bunun mümkün olduğunu söylüyor. Sessiz bir gecede herhangi bir kulağınız yastığın üzerine denk gelecek şekilde yatmanız yeterli. Kalp atışlarınızın kulağınıza kadar ulaşan sesleri bunu kanıtlayacaktır. Her gece bilinçaltlarındaki rüyalara ulaşmaya çalışanlar yani sorunsuz bir şekilde uykuya dalanlar bu durumu önemsemeyecektir. Zaten

bunun farkına sadece o kalp atışlarından ritimler yaratmaya ve o ritimlerden kaderlerini inşa etmeye çalışanlar varabilir; o bomba düzeneğinin infilaklarını göze alıp etkisiz hâle getirmeyi her gün düşünenler. Hepimiz göğüs kafesimizin içine, sol tarafımıza yerleştirilmiş bir saatli bombayla doğarız. O bombayla beynimiz arasında anatomik olarak varlığı kanıtlanmamış ve belki de varlığından tasarımcının bile haberdar olmadığı doğrudan bir bağlantı vardır. Yani; bombanın kumandasını yaşamımız boyunca kafamızın içinde taşırız. Bu bağlantıda doğru teli kesmek, bomba ya da kumandasından bir şekilde kurtulmak; ölüm anlamına gelecektir. Sayaç biz doğduğumuz anda çalışmaya başlar ve kesinlikle ileriye doğru gitmez. Her şey eksilir ve sadece rakamlar değişir. Takvimlerdeki rakamların her gün, her ay, her yıl artıyor olması sadece bir göz yanılsamasıdır. Yaşlı olan her şey yok olur ve arkasında mutlaka bir iz bırakır. Bizi yaratan enerji de bir zamanlar uzay boşluğunda doğmuş ve Big Bang ile kendini yok etmiştir. Dünya ve içindekiler o enerjiden arta kalan, sadece birer kalıntıdır.

fatih yamantepe


sylvan clown son


evet, yanlış, duymadınız! unisex de şuna, buna da one size oh, dükkan rahatladı, sal gitsin belkemiksiz güruha her kuşun eti yendi, milyar insan olunca yaşamaya gerek olmadığına kanaat getirdi kanaat önderleri adliye bahçesinde demir ökçe’yi okumuştum ondan sarsıldı herhalde yüce kamu düzeni kamu yararına çalışan vakıflar vardı yani tecavüzler falan, denetimsizlikler falan, islam falan, ölen çocuklar falan yani islam mı aslında tam olarak bilemedim doğrusu i$lam falan memleketçiliği severim, gel hemşehrim, sana bi kıyak hop, o ateş çoktan söndü, biz kaydık öteki tarafa kattık heybemize patlamayan torpillerin can sıkıcılığını kattık heybemize yine iti, uğursuzu telefon hep elimdeydi o anlarda umutsuz instagram çekilişleri ve askıda’dan kazandığım konserlere bakıyordum ferahladım şimdi bak, ilk defa işe yaradı dolu kafam sahte okeyin ortasındaki kalp benim kalbimmiş çok kalbim var instagram’da beğeniye atıyorum, beleş ne de olsa keleşi hiç sevmezdim counter’da, sekerdi hep ama ortaokulda olduğumuz için de sekiyor olabilirdi şimdi şarjörü boşaltabilirim üstüne rüyamda bıçakladığım o insanın freudyen bakarsan alter ego, id falan oğuzhanyen bakarsan it oğlu it falan ortaokul, counter, o zaman kafam sapasağlam ama içi boş şimdi de kafamı vuruyorum betona sürekli ne mimara ne mühendise ne müteahhite sövmüşlüğüm var hâlâ tertemiz kalan taraflarım var, demek bu okuduğum şiirleri de koydum heybeme heybe çalıntı çıktı sahibine götürmüşler hoayda, der demez bir de baktım bitmemiş işlerim hemen işe koyuldum, bırakıp şiiri miiri hep doğru sandınız duyduklarınızı tek bir yaşam var, o da senin kafana uyan evet, yanlıştı, hiçbiriniz duymadınız, ben de duymadım evet, yanlış duymadım n kayaca n a heybeyi çalmadım ama çalana da sessiz kaldım h z u oğ şiiri miiri bırakıyorum şimdi


İÇERİDEN DIŞARIYA GOTİK KÜLTÜRÜ VE SIÇRADIĞI SANAT EVRENLERİ “Istırabımızı özgür kılmak için acı çekmeliyiz.”

“There Will Your Heart Be Also” / Fields of Nephilim

Carl McCoy, hayatınızın bir dönemi karşınıza çıkarak sesini duyurmuşsa eğer, gotik’in zehirli dili zihninize temas etmiş demektir, hem de en savunmasız, en karşı koyulmaz bir yolla; müzikle. Tüm sancıların insan varoluşundaki karanlık kapıları zorladığı, aşkın kara bakışının düştüğü, yüreklerin söküldüğü bir yerden “Fields of Nephilim” aracılığıyla seslenir Carl McCoy. İngiltere’nin Somerset kırsalında iki mahkûmun asıldığı eski bir mahkeme yeri, atmosferinin verdiği ilhamla seçilir ve burada yaratılan Aleister Crowley, Lovecraft gibi referanslarla dolu “The Nephilim” albümü, bir girenin bir daha çıkamayacağı bir evrende ıstırabın en tatlı hâlidir sadece. 80’lerde ruhlara karanlık üflemiş bu gotik ses, Carl McCoy, 21.yy’da bile hem de karanlığın en kanunsuz yerinden, Watain’in “Waters of Ain” albümünden bize fısıldamaktadır. İlhamını Alice Cooper, The Doors, Nick Cave, David Bowie, The Velvet Underground’dan alan gotik rock’ın uyanışı aslında 70’lere kadar uzanır; Siouxsie and the Banshees, Joy Division, Bauhaus ve The Cure ile dramatik aranjmanlar, melankolik melodiler ve estetik bir kara imajla çıkış noktası post-punk

türünden ayrılıp kendi yolunu şiirsel bir kaygı altında bulmuştur. Punk’taki politik öfke, gotik rock’ta yerini aşırılık ve varoluşçu temalara bırakır; ölüm, gizem ve yalnızlık gotik’in ana bileşenleridir. The Cure’un “Killing an Arab” şarkısı; Camus’nun bir adam, bir silah, bir kumsal ve Kuzey Afrika’da sıkıcı bir öğleden sonrası temasını içeren “Yabancı” romanına dayanır. Siouxsie and the Banshees “Candyman” şarkısıyla tacizi anlatır. “Antonin Artaud” adlı parçası ile Fransız yazarın aşırılıklarını yücelten Bauhaus, 79’da çıkardığı “Béla Lugosi’s Dead” parçasıyla hem müzikal hem de liriksel anlamda resmen gotik rock’ı icat edendir. Dracula’yı canlandırarak hafızalara kazınan Macar aktör Béla Lugosi’nin ölümünü anlatan şarkıda, baştaki uzun tekdüze bass partisyonlarıyla yaratılan gıcırtılar, tekrar eden melankolik melodi ve saykodelik hava; dinleyeni Béla’nın tabutunun başına getirir. Çünkü karanlıkların müziğidir gotik, vampir imajını ve mezarlık temasını sahneye taşır, ölüm taşırır dokunduğu yerden. Gotik, aydınlanmayla beraber şeytandan arta kalan boşluğu ölüm ile doldurmaktadır. “Gotik” sözcüğünün kökenine bakıldı-


ğında “Got” adının İS 410’da Roma’ya karşı gelerek ortalığı talan eden İskandinav ve Doğu Avrupa kökenli barbar kabilelere verilen bir isim olduğu karşımıza çıkar. Mimari anlamda gotik sanatı ise Ortaçağ’ın acımasız, uzlaşmaz atmosferi altında Fransa, Almanya ve Kuzey Avrupa’da yükselmiştir. Bu yapılar ağırlıklı olarak gökyüzüne alabildiğince uzanan, süslemeli yapısı ve sivri kuleleri ile insan üzerinde ürkütücü bir his bırakan, tanırının gücüne ve zulmüne gönderme yapan katedraller ve feodal beylerin iktidar sembolleri kalelerdir. Fransa’da “Chartres

şekilde yer almasının aksine bir tarz olarak gotik; müzik, resim ve edebiyatta varoluşun en karanlık ve huzur bozucu bakışına sahiptir. Gotik dille seslenen eserler bilhassa geriye dönük düşüncelerin gücüne odaklanarak geçmişle hesaplaşmayı en çirkin ve en uyumsuz bir şekilde gerçekleştirmekte, insanlığın çürümüşlüğünü ve parçalanmışlığını sereserpe ortaya koymaktadır. Bu konsepte uyumlu olacak şekilde ortaya çıkan gotik imaj da özellikle gotik müzik yapan ve takip edenlerce sahiplenilir. Gotik müzik konserleri, yüzleri ölüm beyazı, gözleri zift

Katedrali”, “Reims Notre-Dame Katedrali”, “Beauvais Katedrali”, Almanya’da “Trier St. Peter Katedrali” ve “Köln Katedrali” en gösterişli gotik yapılardandır. Doğal taş kaynakları kısıtlı olan Kuzey Almanya ile Baltıklar’da görülen, sadece tuğla kullanılarak yapılan “Bremen Belediye Binası” gibi yapılar da gotik mimari açısından dikkat çekici örnekler arasındadır.

siyahı makyajlı, deri, dantel ve siyahın ağır bastığı sıradışı, cesur, fetiş tasarım kıyafetler giyenlerce mezarlıktan kalkıp gelen ölülerin toplandığı bir etkinliği andırır. Toplumu dehşete düşüren bu ölüm estetiği, aykırı bakışa sahip bir kesimin kimliği hâline gelmiştir.

Gotik mimarinin, gücün simgesi bir

Gotik’in fırtınalı tarihi dönem dönem uyanışlara tanık olsa da değişmeyen şey, bulunduğu status quo’ya yabancılaşarak başkaldırıya hatta inadına


uçlarda yaşamaya olan öykünmedir. Aydınlanmanın insanı merkeze alan, bilime, akla duyduğu güvene karşıt; gotik eserler insanın karanlık yüzüne odaklanmış, anti-hümanist, karamsar ve iktidarla çarpışan kaotik bir çizgide ilerlemiştir. Gotik yazın içinde yer alan Edgar Alan Poe ve Faulkner gibi yazarlar, öykülerinde duygusal çöküntünün dehlizlerinde gezinip zihnin güvenilmez kapılarını aralarken Sade aşırlıklarla dolu karakterlere can vermiştir. Gotik romanda önemli bir kilometre taşı olan Horace Walpole’un “Otranto Şatosu” romanında ise yazar, baronlara özgü efendilik ve erkeksilikle dalga geçerek iktidarı alaya almıştır. Gotik edebiyatı, tüm değerlerin alaşağı edilmesinin yanında alaya alınmasını da içermektedir. “Otranto Şatosu” romanının merkezinde gotik tarzı yansıtacak şekilde insanlar değil; cansız bir nesne olup canlıymış gibi davranan “Strawberry Hill” kalesi yer alır. Kaleye kimin sahip olduğu tartışmasıyla başlayan romanda zamanla kalenin, efendilerini denetlediğini görürüz. Bu sırada kalede yaşayan çenebaz, güvenilmez hizmetkârlar da kalenin varisi Manfred’i sık sık komik duruma düşürerek otoritesini tartışmalı hâle getirirler. Klasik yazında güvenli bir sığınak olarak varlık bulan ev olgusu, bir gotik roman olan “Otranto Şatosu”nda tekinsiz, dehşet veren ve içerdiği hayal gücü öğeleriyle anlam sınırlarını bulanıklaştıran kaygı verici bir yerdir artık. Yine gotik korkunun bir başka

özelliği olarak güç istenciyle yanıp tutuşan karakterler de itaatsizlikle karşılaşarak çaresizce duygusal çöküntüye sürüklenirler. Gotik romana dair yerel örnekler arasında Suat Derviş’in “Buhran Gecesi” öne çıkar. Toplumsal cinsiyet rollerinin sorgulandığı romanda, haşin rüzgârlar, uğultularla köşkü doldururken geçmişten sıçrayan kanlı bir aşk hikâyesi de adım adım kendini gösterir. Mekânların artık bir sığınak olmaktan çıktığı ve korkunun üretildiği bir yer olarak alan “Karanlıktaki Kadınlar” antolojisi, dokuz kadın yazarın gotik korkunun geleneksel öykülerden psikanalize, toplumsal cinsiyetten ahlak yargılarına dair farklı konseptler altında kaleme alındığı, İstanbul’un çeşitli yerlerinde geçen dokuz mekân öyküsünü içeren bir başka yerel eserdir. Ürkünçlük, ölüm iç güdüsü ve korku üçlemesi yıllar boyu gotik’i beslemeye devam etmiştir. İspanyol ressam Francisco de Goya, tablolarında romantik imgelemin kararak vahşileşen ifadesini yansıtmıştır. Faulkner ve Sade gibi Goya da eserlerinde gotik unsurlar kullarak gotik olmadan da gotik’e katkıda bulunanlardandır. Goya, “Los Caprichos” adında 80 parçalık eser serisinden 43 no’lu “Aklın uyuması canavarlar yaratır” adlı eserinde resmettiği kabûslarla 18.yy İspanya toplumunu, cahillik, ahlaksızlık ve yozlaşmışlıkla kıyasıya eleştirir. Batıl inançlar, hiyerarşi, aptallık ve asalaklığı; kilise, devlet ve toplumun üzerinden hayaletler,


canavarlar ve cadıları kullanarak karabasana özgü bir sembolizmle anlatır. Toplumsal eleştirinin fantezi figürleriyle anlatılması, karşıtlıkların birlikte yer aldığı, çizgileri bulanıklaştırarak yeni bir ifade yöntemi geliştiren gotik sanata iyi bir örnektir. Goya’nın İspanyol Bağımsızlık Savaşı sırasında yaptığı 39 numaralı “Savaşın Felaketleri” tablosu ise savaşın getirdiği yıkım, parçalanmışlık ve işkenceyi anlatır. 20.yy’da Champman Kardeşler; manken, peruk ve sahte kan kullanılarak bu eserin yerleştirmesini yapmışlardır. İtalyan ressam Salvator Rosa ise insanın doğa karşısındaki zayıflığını gösteren manzara resimleriyle gotik kültürü beslemiş, bilhassa Ann Radcliffe gibi gotik yazarlara ilham vermiştir. Çökmüş binalar, yıkılmış burçları olan kale-

ler ve ölü ağaçlar ile ıssızlığı, yalnızlığı, dehşetin çekiciliğiyle yansıtmıştır. En bilinen eseri “Scene of Witchcraft (Kötü Niyetlilerin Sahnesi)” ile insanın içindeki kötülüğü anlatmış, ölümün ve çürümenin ressamı olarak tarihe kazınmıştır. Gotik bakışa göre; insanın sonsuz çeşitlilikteki maskesinin altında mutlaka bir kötülük gizlenmektedir. Alt konumda gibi görünen karakterlerin, güçlülerin iktidarını alaya alarak sarsması, baştan çıkarmanın baştan çıkarıldığı, arzunun karanlık sarmallarında insanı yerle bir eden gotik dehşet, bizzat kendisi bir tür ters yüz etme olarak pek çok sanat dalında var olmuştur.

Müzikle Başlayan Müzikle Biter

Melodilerle başlayan bir yazı evreni elbet melodilerle kapanacaktır. Gotik, 70’lerde “Béla Lugosi ölümsüzdür!” çığlıkları ile başlamış, 80’lerde “Orada kalbin de olacak!” diye tehditler savurmuştu, 90’lara gelindiğinde ise heavy metalle yollarını kesiştirdiğinde gotik metal, ardından dark wave, ambient ve elektronik alt türleriyle birleşerek yeni müzikal açılımlara sahne olmuştur. Gotik metalin tartışmasız en önemli ismi Paradise Lost’tur. Grubun ikonik albümü “Draconian Times” içinde barındırdığı açgözlü bir ıssızlık, yalnızlık ve gençlik sıkıntısının müzikal bir yüzü olarak tüyleri diken diken eden bir eserdir. Doom/death türünün gotikle yolunu kesiştiren ilklerden olan


bu albüm, sık sık nostalji duygusunu depreştirmesi ve ön planda tuttuğu kasvetli klavyeleriyle keşfetmekten zevk alacağınız bir hüzün bataklığıdır. Gotik edebiyattan beslenerek bir tür korku müziği inşa eden kara romantikler arasında Empyrium’dan tanıdı-

ğımız Marcus Stock’un grubu The Vision Bleak, özellikle vampirizm teması üzerinden müzik yapan Theatres des Vampires ve buna kurt adamı da ekleyen Moonspell ile Romantik Dönem İngiliz Edebiyatı’na dayanan şairene sözleri olan ve ilham aldığı gotik kültürünü video kliplere, kısa filme ve de kitaba taşıyan Cradle Of Filth sayılabilir. Gotik metalle dark wave türünü birleştiren Dreadful Shadows ise “Beyond The Maze” ve “Buried Again” albümleriyle melankolinin dizelerde kol gezdiği, ölümü arzulayan bir bakış düşürür üzerinize. Eros’la Thanatos’u bir araya getiren bir başka grup da kara aşk şarkılarıyla meşhur HIM’dir. Türün son örneklerinden biri olarak, post-punk köklerinden gelen, gotik imajlı, karanlık, mutsuz ve tuhaf dans figürerini

teşvik edici dancefloor türüne öncülük yapan, Bursa’dan çıkıp uluslararası arenada da sesini duyuran She Past Away karşımıza çıkar. “Kasvetli Kutlama” albümü ile Türkçe sözleri gotik müziğe adapte eden ikili, 2019’da çıkan albümleri “Disko Anksiyete” ile kara varlığını korumaya hâlen devam ediyor. İnsan, mutluluğu ve başarıyı genellendiğinde, korkuyu def edip arzuyu dizginlediğinde; gotik, kinik bir sırıtışla kapı deliğinden sabırla izlemektedir âdeta. En ufak bir şüphe sızıntısında içeriye dolup ele geçirecektir. Modern Çağ’da insanların korkudan korktuğu bir yerde, gotik sanata gönül vermiş olanlar bu sıradışı kara sanatları neredeyse damardan alma tutkusu taşırlar. Gotik, akıllara tutunan, dilde çözülen bir kültürel birikim olarak pek çok sanat dalını etkilemeye devam edecek. Takipçileri içinse yatayda çoğalarak yoğunlaşacak. Şimdi nefesimizi tutup dalıyoruz aşırılıklar okyanusuna. Tutunmak için ellerimizi attığımız yerde sadece kuru dallara rastlıyoruz. Çünkü gotik, insanı doğaçlama bir terk edilmişler sahnesinde sürekli yeni performans sergileyen bir ölümlü olarak görür. Asla kesin bir çizgi takip etmez. Başkaldırının en siyahı, hâkim her herhangi bir otoriteye yöneltilen en keskin ve alaycı dildir. Varoluş sancısı tüm hücreleri sarmıştır artık, tek kurtuluş ölümdür.

zeynep çolakoğlu


zeynep yıldırım


KORKUNUN HATIRLANMAYA FAYDASI YOK Unutulmak… Ne büyük işkence. Özellikle de bir kere kitleciklerle sarmaş dolaş olup da, tadını aldıysa... İçsel dürtü esir alır, daima gözler bir yerlerde “kendi adını” arar. Hatırlanmak ve konuşulmak istemek... Kimin bahsi açtığı önemli değil, iyi veya kötü adının geçmesi beklenir. Sosyal mecra ise bu tarz görünürlük turların yapıldığı en popüler alan. Zaten bu kadar kişiyi bir yere toplayıp durmak imkânsız. Buna karşın bir şeylerin elimizin altında olmasının onu değersiz kıldığı da açık. Bu değersizlikte olaya anlam yitimi üzerinden yaklaşmak istiyorum. Bir şeyleri yapmış olmak için yapmanın, insanları getirdiği o gülünç durumun altını çizmek niyetindeyim. Üretim denen şey “eğer gerçekten bir şeyler ortaya koyma kaygısı barındırıyorsa” zorlu ve meşakkatli bir süreçtir. Dönüp tekrar tekrar yaptığınız işe bakmanız gerekir. Üretici, dışarıdan bir gözle bakıp sürekli bir algı eşiği kurgular; bahsi geçen inşa, kişinin uykularının kaçtığı bir döngü içine sürükler. Kim ne derse desin; ortaya konan işin örtük veya açık bir algılanma çabası

olduğu düşüncesini paylaşanlardanım. Yoksa niye bunca zahmete girer ki insan? Açar film izler, kitap okur, gezer tozar. Madem siparişler dönemi de bitti, çağdaş sanatın “Yaptığım sanattır.” serbestliği peyda oldu zamana, e o zaman? Bunca koşuşturma niye? Üreticinin ortaya koyduğu her iş tepkiye açık davettir. Kuşkusuz, beklentisi de seslendiği perdeden kendisine yönelen, sorgulayan, izlerini takip eden kişilerle etkileşime geçmektir. Alacağı eleştirinin de tam bu eşikten gerçekleşeceğini ümit eder. Bazı zamanlar yazar takımının, sanat


camiasından kişilerin iletilerinin altında kopan kıyametlere bakıyorum ve gülüyorum. Bir ton laf kalabalığı altından yüzeysel bakışlarını öylesine rahat, sorgusuz ve saldırgan şekillerde ortaya koyabiliyorlar ki yorumlara şahitlik eden çoğu kişinin de iştirakiyle bir hakaret sarmalı baş gösteriyor. Sinik ironiyi bir kenara ayırıyorum. Orada söylenmeye çalışılan şeyin farklı olduğu düşüncesindeyim fakat çelişkiye işaret etme fonksiyonundan başka bir şeye de yaramadığını düşünüyorum. Yani; fazlası hiçbir önerme bulundurmadığı için sinir bozucu hâller de uyandırabiliyor. Öyle veya böyle; bu düşünmeden, sorgulamadan yapılan eleştiriye soyunan kişilerin benzer isimler olması, bende de aynı yerli yersiz ileti bombardımanına soyunan kişilerde olduğu gibi athazagoraphobia belirtileri gösterdiklerini aklıma getiriyor. Unutulma fobisi çoğunlukla ünlenmiş kişilerde baş gösteren bir korkudur ve bu kişiler yüzü, işleri, adı unutulsun istemezler. Elbet bunu kimse istemez. Ortaya koyduğumuz her yazı, her resim veya plastik iş tam da bunun için değil mi? Yarına küçük bir çentik kazıma... İnsan böyle bir duygu içinde olduğunu söylemeyi kendine yakıştıramasa da şunu biliyoruz ki; ortaya konan en küçük

bir şeyi sizden başka birine gösterme çabasına girişiyorsanız, korkarım kendinizi yalanlıyorsunuz demektir. Mesele zaten bu değil; mesele, bu kişinin işiyle hatırlanma yoluyla değil, içinde bulunduğu kısırlığın agresifliğiyle sağa sola atlaması yoluyla kendinden söz ettirmeye çalışmasında. Bizler fabrika değiliz, söz biteceği yerde biter. Şayet; devinim yoksa ve yeni işler çıkmıyorsa bu, gerçek anlamda üretimi dert edinen insanlar için bir problem değildir. İki ayaklı şirketler tabii sözlerime alınmasın. Onların PR’ına sözüm yok, istedikleri gibi reklam kassın veya kastırsınlar. Her hâliyle bir şey söyleme derdinden önce bir şey söylemiş olma telaşına girişen, ota boka vicdan kasan tiplerin durumu; içine düştükleri bu korkudur. Her trend topic’te, olaya bir yerinden bağlanmaya çalışanları da, ilgili ilgisiz her konuya atlayanları da bu hastalığa dâhil etmek yerinde olabilir. Onlara tavsiyem, samimiyetsiz ve yersiz laf ebeliklerini bir kenara bırakarak gerçekten ne hissettiklerini irdelemeleri ve söyleyeceklerinin sessizliği bozmaya değip değmediğini düşünmeleridir. Hayat kısa ve boktan… Gündelik hesaplarda eriyerek gidiyor zaman.

efe


Bir kusur harcı ten Eski insan sevmelerinde

AZİZ NEDELYA KİLİSESİ ÖNÜNDE BİR KADINI DÜŞLERKEN

Sonuçta bir Yerüşalim kralı değildim, Bu yüzden önce kendimi öldürdüm! Lastik parmaklarına baktıkça insanların Çatlak pervazların dilinde oluşan devedikenlerini Oradan düşleri ölü doğan ve yaşamının tüy diktiği sokaklara Bir maymun kafatasını andıran Karşımdaki budalanın zihninde hissettiğim Tepeleri ele geçirme çabalarını görerek, Bunu bilerek Doğu Avrupa’da Aziz Nedelya Kilisesi önünde bir kadını düşlüyorum. Toprağa gömülmüş mezar taşları dâhil herkes çabalıyordu! Gittikçe alıştığım çan sesi çabalıyordu, biçimli çenelerinin üstünde taşıdıkları kafataslarında insanlara karşı diktikleri kötücül kökler soyu çabalıyordu, boğulmuş yaşamını inatla sürdüren ve ayakta zor duran sarhoş Vladmir çabalıyordu, önümdeki meydandan geçen tüm canlılar çabalıyordu, tırpan salladığını hayal ettiğim eski Macar kralı bile çabalıyordu! Orada sıktım kendimi Uzun yağmurlardan sonra. Çırpınıp uyuyakalan eski bir gölün Durgun ölülüğünden sıyrılıp seslere karşı Kabuklaşıp yumuşamadan, zaman kuyruğumu yemeden Karşımda gördüğüm sis bataklığına baktım ve Sırtımı verdiğim Aziz Nedelya Kilisesi önünde bir kadını düşledim… Öldürebilirsen öldür! Köpeklerin hışmından, deliksiz dostluklardan, yavrulayan sevgilinden, çöp tenekelerine atılmış kolu – bacağı kesilmiş kadından ve haberlerde gördüğün yakın tüfek kurşunundan ölen askerden, birden beliriveren hâlâ kurtulamadığın benliğinden… İyi deri çıkar, her gece dönen dünyanın tepesinde uluyanlara.


. Sırf omurgamı alıp bir türbe yapsınlar diye öylece durdum Bunu yaparken Güney Bulgaristan’ı uçtan uca gezdim ve hâlâ Kurtarılmamış ellerimi cebime koyup Aziz Nedelya Kilisesi önünde bir kadını düşlüyorum! Şehir aynalarla doluyor. Şehir aynalarla doyuyor! Her şey daha belli Kapital gözlerde Gördükçe daha ağır hissediyorum Çelik pres gibi başıma vuran Baş döndürücü doyumsuzluğun açığa vuruluşunu… Batıcı bir Mısırlı ile tanışıyorum. İtilmiş, durduk yere bana Abbasî zamanından kalma doğum lekesini gösteriyor. Lekenin Abbasî zamanından kalma olduğuna inandırmak için kaba aksanı ile bana direniyor. Ona bakmıyorum bile…

Neyim ben? Burada apaçık, olabildiğince dalgın bir boşlukta süzülen İri olan mı, zayıf olan mı? Şeklim ne? Diyerek dokunmak öteye…

Şu arabalardan öteye, şu yollardan öteye, şu ağaçlardan öteye, şu billboardlardan öteye Duvarın ve kilisenin içinden geçerek Havada kirli bir leke olsam ve Zürih’te bir evde Bir anlık duruversem. Kıpırtısız. Görmüş gibi olurum Aziz Nedelya Kilisesi önünde düşlediğim kadını… göktürk

yaşar


beyza kocaoğlu


KEKEME Hayatınız boyunca sadece tek şarkı dinlemek zorunda kalsaydınız bu hangisi olurdu? Aslında cevabı çok da önemli olmayan bir soru. Vakit geçirmek için üretilmiş, sıkılan birkaç aptalın işi sadece. Ama evet, cümleye “ama” ile başlıyorum. Bu soru benim için önemliydi. Dokuz yaşıma geldiğimde konuşmamda ve yürüyüşümde biraz sorun vardı. Sanırım birazdan daha fazlası olabilir, Latince isimler verip hastalığımı havalı yapmak isterdim fakat dümdüz “kekeme ve yürüme özürlü” demek hem benim için hem de başkaları için yeterli oluyor. Dokuz yaşıma geldiğimde, diyorum çünkü o güne kadar annem ve babam hocalara götürmekten sıkılmamıştı. Üzerimde kurşun dökmeler, kertenkele yakalayıp boynuma asmalar, bu arada yemin ederim bunu neden yaptıkları hakkında gram fikrim yok. Tüm bu saçmalıklardan sıkıldıkları an bir hastaneye gitmeye karar verdik. Gittiğimiz ilk doktorun fikrine göre beynim belirli bir ritmi yakalayamadığı için yürümeye çalışırken adımlarım karışıyordu ve aynı sebepten konuşamıyordum. “Tedavisi ne?” diye sorulduğunda buna ne o doktor ne gezdiğimiz diğer doktorlar cevap verebildi. Yaklaşık ya da tam olarak elli altı doktor gezdik. Bunların içinde nöroloji uzmanları, pediatri uzmanları, psikolog, psikiyatr ve bir

takım saçmalıklar ama favorim kulak burun boğazdı. Adam da durumun aptalca olduğunu biliyordu. Benimle göz göze gelmemek için baya uğraşmıştı. Herkesin hayatında biri olur ya, o hayatına girer ve bambaşka olursun. Şanslıysan bu insan karın olur. Şansın daha az olursa herhangi bir şey, ne olduğu gerçekten umurumda değildi. Bu kişi benim psikoloğumdu. Karım olamazdı çünkü evliydi; aslında evli olmasından daha büyük bir sorun erkek olması ama bu gibi durumlarında değişebileceğini o zaman pek bilmiyordum. Hayatımın değişmesine inanılmaz tesadüfi bir sebeple tanık olan doktorumun en büyük şansı odasındayken çalan şarkıya ayağımla ritim tuttuğumu fark etmesiydi. Çalan şarkıyla yürüyüşümü kontrol etti. Benimle konuşmaya başladı. Sanırım kekelemediğimi 7-8 dakika sonra fark ettim. Sonra şarkıyı değiştirdi eski hâlime ışık hızında bir dönüş yaşadım. Nedense sadece tek bir şarkıda konuşmam ve yürüyüşüm normale dönüyordu. Doktor buna bir sendrom ismi ararken ben kulaklığımı takmış hayatımı yoluna koymaya çalışıyordum. Uzun bir zaman tedavim devam etti. Daha


doğrusu doktorum üzerimden kitap yazarken ben onun deney parçasından ibarettim. Her seans da başka bir şarkı deneyip sonuçlarını yazıyordu. Birkaç sene sonra kitabını yayınladı, Nobel falan alamadı, makaleleri birkaç dergide yayınlandı o kadar ama sikik kitabı deli gibi sattı. Kitabından telif almasaydım sinir bozucu olabilirdi ama bir şekilde idare ettim. Şarkının sahibi bana ulaşıp benimle bir klip çekti. Forrest Gumb’dan bir farkım yoktu. Klip boyunca beyinsiz gibi oradan oraya koşturdular. Geri zekalı yapacağı diğer şarkılarda başka hastalıklara yoğunlaşacağını söylemese belki kariyeri için daha iyi olabilirdi. Şu an ne yapıyor, herhangi bir fikrim yok ama kariyerinin bok gibi olduğunu garanti edebilirim. Bunca aptallığın içinde yaşamaya çalışıyordum ve inanın bu çok zordu, hele ki normal bir yaşam sürmek için aptal olduğunu düşündüğünüz birinin şarkısını dinlemek zorundaysanız. Kulaklığım kulağımdan hiç çıkmıyordu; birkaç şirket benim için özel kulaklıklar üretti. Cidden bu süre boyunca aldığım en iyi hediye bunlardı. Üzerime yazılan kitap, makaleler ve kliplerde boy göstermemden olacak ki müzik dünyasında tuhaf bir ünüm vardı. Sanatçılar yeni çıkan albümlerini imzalı bir şekilde sürekli bana gönderiyorlardı. Bir süre sonra bir blog açtım, gelen albümler için kendimce değerlendirme yazıyordum. Dediğim gibi;

kendimce başlayan bu durum ciddi anlamda büyüdü, siteye günde binlerce insan girmeye başladı ve bir anda bu iş mesleğim hâline geldi. Ki yemin ederim; değerlendirme yazdığım albümlerin yarısının ambalajını bile açmadım. Eleştirmen olarak devam ettiğim kariyerimde herhangi bir düşüş yaşamadım. Menajerim tüm bunların bir fırsat olduğunu ve bir kitap yazmamı söyledi. Tabii ki bunun aptalca olduğunu söyledim ama “Yapmam” demedim. Bu arada; evet, menajerim var. Tahmini kazancımı söylediğinde kimsenin benden daha iyi kitap yazabileceğine inanmıyordum. Düşünsenize ; yazdığım koca kitaptaki en mantıklı şey “Hayatınız boyunca sadece tek şarkı dinlemek zorunda kalsanız bu hangisi olurdu?” sorusu. İnanmayacaksınız ama Dostoyevski’den daha çok kazandım ve bundan gram utanmıyorum. Bu arada; kumar borcum falan da yok. Paramı bir hayır kurumuna bağışlamayı kesinlikle düşünmüyorum. Çok uzatmadan size bir aptal olarak icat ettiğim ve üzerinden milyonlar kazandığım sorunun cevabını vermek isterim. Ajdar - Çikita Muz Bence milyonları hak ettim. Aksini söyleyen, şarkıyı yüz kere arka arkaya dinlesin. Bunu başarıp zihni kirlenmeden bir de üzerine para kazanabilirse bana hesap numarasını ulaştırsın.

mehmet fatih balkı


İNTİHAR KARNAVALLARI Ben bir rüya gezginiyim. Bir kadın, yatıyor küvetin içinde, ince bilekleri ve mor gözaltlarıyla duruyor karşımda. Elinde parlak bir jilet tutuyor, kesiyor koyu renkli damarlarını. O anda etrafa saçılıyor çiçekler, boyanıyor beyaz fayanslar kırmızıya… Güller düşüyor bileklerinden, pembeleştiriyor suyu nar çiçekleri, cansız dudaklarının arasından çıkıp gidiyor son nefesi. Üst katta bir adam yaşıyor, gece gündüz ağlıyor. Kesilmeyen hıçkırıkları, asla bitmeyen kederi... Saçlarının arasında elleri, düşünüyor, ağlıyor. Aklına düşüyor şeytanca bir şey, ayağa kalkıp yangın merdivenine doğru gidiyor. Yapışık yaz havası cılız bedenini yalıyor, kuruyan cildi nemleniyor. Kısa bir süreliğine kendini kuş sanıyor ve bırakıyor kendini boşluğa. Süzülüyor beyaz kâğıt gibi önce, yere çakılıyor ağır bir taş gibi sonra… Dağılıyor etrafa renkli şekerler, kimi kırmızı, bazıları sarı, kimi mavi… Patlayan şekerler, alın birini ağzınıza! Çiçekler ve şekerler… Çiçekler dolduruyor banyoyu, silin aynadaki buharı ve daha net görün, benim gördüğüm gibi… Şekerler, hâlâ sekiyor yolda, kaldırımlarda bazıları. Yakalayın! Ah şu balığa da bakın, çıkıp gelmiş sudan. Ağzını açıp kapattıkça kabarcıklar yükseliyor göğe. Baloncuklar, patlatın birini ve öğrenin ne dediğini. Yolun karşısındaki pencereden bir adam izliyor her şeyi, elinde revolveri, içi dolu mermi… Bam sesi! Uçuyor tüm kuşlar dallardan, balık kaçıyor sokaktan… Patlıyor kafası adamın, konfetiler uçuşuyor havada, cama yapışıyor bazıları. Bir rüya gezginiyim ben ve bu gece dolaştım tüm intihar karnavallarını...

cem yıldız


YENİ ÇIKANLAR-YENİ FANZİNLER-YENİ FANKİTLER-YENİ GELENLER-YERİ GELENLER

LAGARİ FANZİN SAYI 5

SAMAN KÖPÜĞÜ FANZİN

Y KUŞAĞI SANCISI DEPRESYON

KİRKE FANZİN SAYI 4




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.