Karalayanlar Efe Elmastaş Figen Uğur Dölek Emrah Sağlam İKİYE ON KALA Taner Türker Şeyda Özgür Kızıldağ Demet Aksu Onur Çapkın Sinem İlaslan Pınar K. Üretmen Emrah Ersan
Çizenler Erdem Yalçın
Oturma Odası Neslihan Çalın
Basım Yeri İzmir
Kafamız bulandı bu sayıda, çok. Dışlanmışlığımızla dans ettik, olamayacağa adım atıp, kansız katliamlar gerçekleştirdik. Kimimiz, uyanılmış aydınlanmalarına anlam bulurken, bir diğerimiz fotoğrafları yırttı ortasından. Değişmeli mi hayat ya da sussak gün dediğin daha mı değerli olurdu? O sokağa girmeden bilemezdik. Bizce de yürürken pek düşünürdü insan. Hatta, geçmişten gelip selam söylenmeliydi de gözleriyle konuşanlara. Ayakkabılarımızıysa hiç utanmadan, her gün parlattık. Bizlere bu güzel birliktelikte yandaş olan üstad ve okurlarımıza teşekkürümüzü unutmuyoruz, iyi ki varsınız. Hani olur da dersen ki,’ ben de bu ekip de olmalıyım’ ya da ‘oturma odasına uğrayım’; s.sivadik@gmail.com
Yere uzandım, öylece tavana baktım. Işığın perdeler üzerindeki danslarını, divanın altındaki tozları, çerçevelerin yamukluğunu seyrettim. Komşunun kapıları defalarca açılıp kapandı. Çocuğu hem güldü hem ağladı. Üzerinden iki gece üç gündüz geçti ve kalktım. Bir şeyler atıştırıp koltuğa oturdum. Parçalanmış kotuma, işporta halıma baktım, desenlerinde kayboldum. Bir gün de öyle geçti. Sonra hatırladım, toparlanıp gitmem gereken bir işim vardı, başım ağrıyordu.
avare zamanlar
Kafamda bir sorun olduğunu otobüse binince anladım. Belki durakta da anlayabilirdim ama kimseye rastlamadım. Pantolonum yoktu. Pijamadan bozma şortum, fevkalade bakımsız saçlarımla kalabalığın içindeki ayıplı maldım. Sonra "Herkes maldır" diye geçirdim içimden. En azından bir belediye otobüsüne, sabahın bu saatinde sıkışan herkes... Az da olsa alınıp satılır, işe yaramayınca atılır dedim, kimse duymadı. İyi ki de öyle oldu. Yüzlerine yuva yapmış mutsuzluk işleyebilecekleri cinayetlerin temsili tablosuydu. Neyse ki bond çantamı yanıma almıştım. Boş olsa da beni meşgul biri gibi gösteriyordu. Bir koltuğun başına tüneyip kafamı gömdüm. Böylece daha az yüzün erimesine şahit oluyordum. Görmemek daha yaşanabilir kılıyordu. Bir ara oturan bayanla kesişti gözlerimiz. Onun da yüzü cenaze marşı çalıyordu. Ben de ise sağır sessizliği hâkimdi. Zaman kuraktı. Düşünememeyi düşündüm yol boyunca, uzun zamandır düşünmediğimi fark ettim. Baş ağrımın kaynağına ilerleyişti bu, sesi geliyordu. İnce bir akıntının yanında parçalanan kayalar vardı. Ancak nerede bıraktığımı hatırlasam oyuna geri dönebilirdim, bir kırıntı zaman makinası demekti, telefonumu aradım üzerimde, o da gitmişti. Önümdeki koltukta marş devam ediyordu, ona rağmen bayanı dürttüm.
Ef e Elma s t as.
- Uyandırdıysam kusura bakmayın ama bu koltukta oturmak yerine nerede oturmak isterdiniz? Diye sordum, siniri iki katına çıktı. "Salak mısın sen?" dedi. Doğru soruya parmak basmıştı. "Boşver" deyip bir otobüs dolusu çatık kaşla yolculuma devam ettim. Tanıdık gelen ilk durakta inip gözlerimi kapadım, ellerimi enseme yapıştırıp yürümeye başladım. Her adımda çantam kendini hatırlatıyordu, aynı işim gibi. Sahi nerede olduğu aklıma gelseydi… Hayatımdan kısa bir piyesti sahnelediğim, hiç anlamadığım ama yaşadığım… Her zaman karanlık diye yutturulan şeker kamışı boşluklarımda dedemin bir cümlesini aradım. "Kaybettiklerinin yerine her zaman kendini koy!". Altından kalkması zor ama bir o kadar haklı bir söz. Elbet kaybettiklerim oldu ama koymak için kendimi bulamadım. Belki de hayatıma dair tek sorun buydu. Adımlarım sıklaşırken, göz kapağımdaki kırmızılık kabız olmuş bir gün doğumunu andırıyordu, ağrım dinmişti.
efeelmastas.tumblr.com
Çim kokusu gelir gelmez durdum., soyunup uzandım toprağa. Yorgan diye çimenleri örttüm üzerime. Uykuya dalmadan az önce, "Bitti, buraya kadar" dedim kendime.
FUD.FAK’tan
Az sonra, dansa çağıracağım üç sözcüğü çok yakından tanıyorsunuz aslında, saçma bulacaksınız belki ama, onlarla ilgili tüm söylenceleri unutmanızı isteyeceğim sizden, yoksa işimiz zor; aynı ritmi tutturamazsak, salınmanın keyfini kaçırır, aksarız, sonrasında bu; ben bir şey anlamadım! sınırına gelir dayanır, dikenli tellere asılı kalırız, sonuç; içinizden yükselemeyen o ağaç, açılmaya hevesli o kanatlar, doğuramayacak o kavruk kadın, size değil bana kızar; “Eşlikçilerin bunlar mı?” bunlar, evet, hatta Maki Hino, yaratı alanına benden önce kurmuş pisti; bayılırım böyle birbirinden habersiz dirsek temaslarına; o, taa Japonya’da, kâğıt üzerinden ne güzel buluştuk; davetlilerse benden önce gelip başköşeye kurulmuş, eksik olan bir şey var mı, diye bakınayım ben, varmış; ağaç, yalnızca kökü, dalı, yaprağı olan bir canlı olarak görülemiyormuş, hâlâ; o, yeri göğü birleştiren, ayıran kutsal hayat ağacı, elma sunucu, yoldan çıkarıcı falan değil, ağaç işte, desem, hadi biraz gayret; yanında yamacındaki kuşlar da öyle çift başlı, kartal gözlü, bilinmeyenlerden haber getiren masal kuşlarından değil, her gün tepemizde uçup duran hayvanlardan ikisi sadece, şans da dağıtmıyorlar; desem, ki, onları doğanın içinde, doğayı onların içinde; damar damar, sarmaş dolaş giyinmiş o dişi, o kadın, önce insan; bu böyle biline...ne... kadar bekleyeceğim, yol uzun, farkındayım, zaman da kısa; ne yapayım, patikacıyım üstelik, çakıllı yolu bilen yürür, derim hep, beklerim ayağı takılanları da, ama üst yol tutkunlarına, taşı, onun nasıl, neden parçalandığını, sonrasında ne olduğunu, taa en başından anlatmaya hiç niyetim yok; hele de, her kırığın, her çatlağın öyküsünü gözünün ucuna takmış insanlarla güle oynaya keçi yollarına düşmek varken... dibi bilen atlar zaten, ne diye çırpınıp durayım?
- Dölek Figen Ugur
kol kola gireceğiz biz, eteklerimize, paçalarımıza ağaçlar takılacak, çamur değil, olanı silkeleyeceğiz, kaç taneymişler, saymayacağız; koru musunuz, orman mı, sormayacağız, bize ne; mevsimsizliklerini seveceğiz; canı isteyince meyve vermesini, kurumuş, dediğin dalların birleşmesini, birleşip güçlenmesini, güçlü avuçların, kuşları, gittiydin, geldiydin demeden ağırlamasını, kuşların da insanlar gibi; selamı, sabahı; vedasızlığı bildiğini, gün gelip de insanın bildiğinden, gördüğünden utandığını, hemen yanı başında hissettiğin bakışların bazen çok uzaklara...
hepsini alıp kabul edeceğiz, dansın tek kuralı bu; bizimle olan, bize ait değildir; döngüye saygı!
t w it t e r / f u di zm i r
...
ilk görüste öpüstük . .
Hava tam kayınbiraderinden hamile kalıp, “Ben bu çocuğu doğurmaya hazır değilim, daha yeni evlendik” diye kocaya ağlamalık. İyi değilim. Kafam karışık, nedenini okudukça da anlamayacaksın. İstersen okuma, sen bilirsin… Züppelerin, serkeşlerin, ibnelerin yok olduğu bir sokakta; elimi uzatsam avunacak ya da okkalı bir tokat yiyecektim. Biri O… çocuğu diye bağıracaktı belki de. Alsancak burası belli mi olur. Meşhur Bornova Sokağı, geçmişliğiniz vardır illa ki. Bu sokakta birinden etkilenmek, hele ki dünya güzeli bir kadına âşık olacağın gelir mi aklına? Hepsi kaldırım taşları arasına sıkışmış su birikintisi…
Tam vazgeçmek üzereyken, benimle yürümeye başlamaz mı? Kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı, aynı hızda adımlarımızı saydım. Sonra ani frenle durdum. Gözlerimin içine baktı, resmen içime düştü. Dudağında uçuk kırmızı ruju, elinde tüttürdüğü sigarası, mavi jean ve gözünde iki damla yaşı ile karşımdaydı. Yırtık kot pantolon birine ancak bu kadar yakışabilir!
Vakit kısıtlı belli ki o da etkilendi benden derken, dudakları dudaklarımdaydı. Yüreğime hükmedemez oldum, her an çıkabilir yerinden. Liseli bir ergen kadar titriyorum. Yıllardır yaşamıyor muydum? Bir anda unutmuştum bütün meselemi, hayat benimleydi, peki ben neredeydim? Sakin ol! Gavat değilim, aşk varsa sevişmek de olacak elbet.
Tuhaf… Hiç duymadığım bir müzik çalıyor kulaklarımda. Valse’yi anımsatıyor. Kapılıp gittiğim, karşımdaki büyüleyici zaman mı, kendim mi bilmiyorum. Bildiğim, bu tadı çok sevdim. Dünyanın dört bir tarafından alkışlara boğulan müzisyenler gelse bile; eminim çözemez bu notaların sırrını. Evgeny Grinko gibi bir adamın Türkiye’de ülkesinden daha çok seviliyor, istisna bir konu. Taşıdığım yetmiş kiloluk et yığını bana ait değildi. Bedenimin orada olması benimle inat ede dursun, orada değilim. O da değildi, masum değiliz hiç birimiz. Kan ter içinde, gecelerce, nefes nefese! Masum değiliz. Seni seviyorum, Sezen! An hiç bitmesin ister ama imkânsızdır… Kasıklarımı okşayan, yolun ortasında beni soytarı eden bu haz bir an önce bitecekti, bitmeliydi. Kordonda canlı müzik yapan bir mekâna oturduk. Kirli sakallı çocuk söylemez mi Mualla’yı… Yüksek kaldırımda gündüz, ulan bunu yapacak adam mıyım ben? Sağa sola baktım, deri ceketimin yakasını düzelttim. Onu yercesine gözlerine baktım, ruhen yemekten
-Şimdi ben âşık olursam…
Emrah Saglam
bahsetmiyorum, lütfen! Sadece o an benim hakkında ne düşündüğünü merak ediyordum. O da beni izliyor, biz susuyoruz ve bakışlarımız konuşuyor:
-Şimdi ben bu adama âşık olabilir miyim? -Bak canım; biz öpüşmedik. Yani sıradan, anlık bir durumdan ibaret değil, anlıyor musun? Yatak odasında sonlanacak bir geceyi de istemiyorum, yatak odasında geçmeyecek bir geceyi de… Bir ömür istiyorum, anlıyor musun? İncir Reçeli’ni izlediniz mi? İZLEMEYİN! Bütün hayatım berbat oldu. Her sahnesini yaşar oldum. Neyse konumuz bu değil. Biliyorsunuz, sevişmeden de aşk oluyor. Olmuyorsa söyleyin, yüksek bir yerden atayım kendimi. Hatta intihar etme şeklini söyleyin, düşünmeden itaat edeyim. Garson, pardon bakar mısın? Yani bakacak mısın? Roman yazdım burada, birazdan çocuğumuz olacak “Amca amca!” diye koşacak arkandan. İnce belli bardakta çay istiyorum dedi… Garsona iş atacak olsa benle oturmazdı diye bir ironi geçti içimden. Kıskandım ulan, evet. Ben, az önce öptüm onu! Ne demek çay istemek! Ben de “kalllın” belli bardakta çay istiyorum diyerek bozdum adamı. Kordon kaldırımlarının uyduruk çizgilerine baktık. Kim yapmış bunu diye düşünmüş olabiliriz. Günün yakamoz’unu izledim. Romantik adamım… İlk adımı karşımdakinden bekleyecek kadar romantik…
Saat epeyce ilerlemişti, sessizliğimden olsa gerek, “Kalkalım artık” dedi. Öyle sıkı sarıldı ki; kaburgalarını kaburgalarımda hissettim. Sıcaktı. Çıktık mekândan ve YILLARDIR BİRLİKTEYMİŞCESİNE KARIŞTIK ŞEHRİN KALABALIĞINA… Sonra ne mi oldu? Belki hiçbir şey olmaz belki de diğer sayıda anlatırım. Zira cesur adamım. Kahve ile…
www.emrahsaglam.com
“Hayatında kaç kişi var, senin gibi bir yazarın seviştiği ne çoktur.” demez mi? “Oradan öyle mi duruyor, hayır yok. Benim hayatımda kimse yok” derken, yalan söylüyorsun diye lafı ağzıma tıktı. Normal, ilk görüşte öpüşmüştük. Bir şey diyemedim, cesaretim de yoktu. Elini uzattı; masanın üzerinde duran elimi tuttu. Ya elimi hiç kimse tutmamıştı bu zamana kadar ya da o diğerlerinden farklıydı. Kalbimin atışı karşı sahile vuracak kadar şiddetliyken, duyduğum huzur paha biçilemeyecek kadar kutsaldı… O konuştukça dinledim. Bir dini yayar gibi konuşuyordu ve inanıyordum.
Somurtkan güneş çoktan farkedildi. kız çantasına uzandı geç kaldığını biliyor şimdi ayna karşısında kırmızı elbisesini üzerine almadan önce... baltası daha keskin bu belki sızı verir ama...işte oldu baltada hiç kan lekesi yok kafasını portmantoya asıyor büyükçe bir kıyım ve kokusuz... kırmızı elbiseli olmak hoşuna gidiyor aynasında tebessüm var ama bu onu sadece popüler kılar yetersiz okşanmadan hoşnut değil ki dışarı çıkıyor güzel insanlara karışıyor, kendi gibi masum olmayan güzel insanlara... daha fazla konuşmakta yarışan kalabalık başsız kırmızı başlıklı kızı sinsice selamlıyor. güneş artık eskisi kadar somurtkan değil gece vücutsuz kurtlar için gerçek bir parti zamanı güzel insanlar yorulmuyor ve düşünmüyor. Hem zaten "lütfen" deme vakti geçti.
Taner Türker Paha biçilemez bir yaşam önerisi İade işlemine gerek kalmadan Uyumak en güzel iken Yüzümü yıkıyorum Su neden bu kadar soğuk Bu kadar neden soğuk ev Neden bu kadar kimse yok Havlumu bulamıyorum Bir proletarya savunucusu; ayna Eşitiz diye kırıyor kendini Saklamıyor lekeleri; Ayna Bir kapı kolu Sürekli eli sıkılan Canı sıkılan bir kaplumbağa hızıyla En uzun yanan ışığa Mutfağa gidiyorum Dökülmüş en acılar ülkesi; Kül tablası Temizlendikçe bir çamaşırın Kirlenmesi gibi. Nasılsa birden Ötüşüyor kuşlar Geliyorum
twitter / tanertrkr
analog - I
Kafa kaldırarak sonsuzluk denen kavrama Tehditler yağdırarak sağa sola Gözümü açıyorum ve Günaydın
Diana Mini - Fuji 400asa
Yağmurları sevmiyor ama benimle yağmurda yürüdü. Hatta yürümezsem ön iki dişim düşsün demişti. Ne yalan söyleyeyim hemen inanmıştım. Büyük yemindi benim için. Bardaktan boşalırcasına yağıyordu en nihayetinde.
avutulan cümleler
Şimdiyse o yok, yağmur ahmakıslatan cinsinden. Şimdiyse kelimelerimde ilerlemeyi güçleştiren bozuk bir tat var, anlaşılmak istemiyorlar gibi. Beni ona anlatmak istemiyorlar gibi. Zorlar ve işimi zorlaştırıyorlar. Hezimete uğramış cümleleri benim ağzımdan duymaya alışık değil o.
Mesela şimdi telefonu açıp, “Kafamın içi, gövdesine milyon tane isim kazınmış bir ağaç kadar kalabalık.” desem, anlar beni. Aşılması gereken şeylerden biri de bu zaten; bunu bilip, bunu yaşayamamak. Etraf bu gerçekle sarılıyken kendimi ikna etmek istediğim her cümle bir fısıltıya dönüşüyor. Biliyorum ve biliyorum ki o da iyi biliyor. Çoğu şeyi gördüm onda, iyiye ve güzele dair. Yağmurun altında nasıl yürüyeceğini biliyorum en başta. Gök gürültüsünden korkan çocuk gözlerimi ve utanmış dudaklarımı, sesleri alabildiğine bastıran sessizliğiyle nasıl saracağını gördüm.
Şeyda.
Ayaklarının sırılsıklam olmasını, açmak için bu mevsimi bekleyen bir çiçeğin incinmesinden daha çok önemsemezdi, biliyorum. Bizden sonra ilk giren kişi bu sokağa, asla bilemeyecek neleri yok ettiğimizi. Zamanın tortularını kaldırımlara tüküren sokak; çocukları ve umutsuz kedi patileri bizden söz etmeyecek. Ben o sokaktan yalnız geçmeye kendimi ikna edemeyeceğim ve o bu şehre yolu düşen hiçbir trenin vagonuna yerleşmeyecek.
Biliyorum çil çil koşuşan insanlar arasında bir biz dik durmuştuk ve ilk ben bırakmadım elini. Özgürlüğe ve mutluluğa doğru atılan adımların kesinliğine taparken, ilk sağdan ben sapmadım. Islanmayı sevdim ve sonra kurumayı yalancı güneşin alnında. Başımı çevirdiğimde yanımda o vardı ve ben hep başımı ona doğru çevirdim. Hiç arkamı dönmedim. Biliyorum ve o da biliyor; yağmurda açılan şemsiyenin bulutlara ağız dolusu bir küfür olduğunu. Bilmediği şey, Ağustos böceği gibi uyuşuk halimin, onu nasıl doludizgin ve bir çırpıda sevebildiği…
Hikâyemiz yer yer parçalı bulutlu, yağmurlu bir günün açtığı hançer yarasında noktalandı. Arta kalan; buluşmak üzere terk edilmiş kalabalık bir apartman girişi. Denizin yırtılan dalgaları altında kavuşmuş avuç içlerinin birbirine sinmiş kokusu.
twitter / cosmicseyler
Ne demiştim; Yağmurları sevmiyor ama yağmurda benimle yürüdü. Olayı dramatize etmek istemem ama ön iki dişine ne olduğu içimde sonsuz merak konusu oldu.
gerçek hakkında birkaç dakika
Yaşım yirmi sekiz. Elimdeki poşetin içinde bir kutu kulak temizleme çöpü ve iki şişe birayla marketten çıkıyorum. Bu yaşıma kadar hiç alkol almadım ve temizliğine özen gösteren biri de sayılmam. Ama bazı şeyleri, bir şeyleri değiştirmeyi düşündüğüm o öğleden sonrası, okunan ezanı dinlerken aklımda dönüp duran şey tam da buydu. Yaşım yirmi sekiz, mesleki kaygıları olan sıradan bir tipim. Yüzümün etrafında dağılımını saçma sapan yapan sakallarım ve güldüğüm ender zamanlarda gözlerimin kıyılarına üşüşen kaz sürülerim var. Bugün hafta sonu, iş yok. Arayıp buluşabileceğim bir arkadaşım, attığı tripleri sineye çekebileceğim bir kız arkadaşım yok. Ne yapıyorum, yavaş adımlarla eve doğru yürüyorum. Havada yağmur kokusunun telaşsız dinginliği, caddedeki dükkânlara girip çıkan insanlara bakıyorum. Bahar değil, seyran değil, nedir bu radikal değişim içimde. Eve geliyorum. Kulak temizleme çöpünü banyoya, biraları dolaba koyup salona geçiyorum.
Yaşım yirmi sekiz. Hani başkalarının kullandıklarında çarpıldığı ilaçları kullanan ama zerre etkisini görmeyen, göremeyen insanlar vardır... İşte onlardan biri olmak isterdim, ama değilim. İçtiği soğuk bir bardak suyun dâhi vücudunda hesabını veren, açıkta kalmaya tek gece de olsa direnemeyen sefil tipin tekiyim. Ya sürekli burnum akar ya da olmadık yerlerimde hiç olmadık yaralar çıkardı. Sanki Yaradan'ın yeryüzüne saldığı deneme sürümlerinden biri gibiydim.Bu şekilde bile ara sıra sevmeye çalışıyordum kendimi ama olmuyordu. Sizin için öyle olabilir ama ben bitip tükenmek bilmeyen baş ağıları ve kırıp bir kalple aranızdayım, yaşım yirmi sekiz. Muhtemelen otuzlarımı göremeden öleceğim. Okul biteli dört yıl olmuş, iş bulamamıştım. Birkaç yere girip çıktım ama hiçbiri beklediğim gibi değildi. Eskiden olsa kendime karamsar demeyi seçerdim ama şimdi sadece gerçekçiyim. Saçlarımı düzeltip dışarı çıkıyorum. Yaptığım ilk şey bir sigara yakmak. Sigaraya da eski sevgilim alıştırdı. Giderken beni dumanlı bırakmayı düşünüyordu anlaşılan. İstediği oldu s.rtüğün. Ama ciğerlerimle bir anlaşmamız var. Hastalığımdan önce öldürmeyecekler beni. Elimi cebime atıyorum. Birkaç bozukluktan başka çokça boşa harcanan zaman doluyor avuçlarıma. İzmariti mazgalın karanlığına yolluyorum. Tıpkı sevdiğim herkesin bana yaptığı gibi.
Evden çıkmam gerek, yeniden iş aramam, yeniden âşık olmam ve yakışan bir sonu hak etmem.
Özgür Kızıldağ ozgurkizildagg@gmail.com
Ama hiçbir şeyin bir önemi yok. Kirasına yüz yetmiş beş lira verdiğim rutubetli dairemde oturmuş televizyon izliyorum. Oturduğum odanın bir penceresi yok. Diğer iki oda için de aynı şey geçerli. Niye, çünkü burası eksi birinci kat oluyor. Hani zeminin altındaki kuyu... Ev arayana dek böyle yerlerin olduğundan haberim bile yoktu. Ama şimdi dağınık yatağımın üstünde oturmuş, ne anlattıklarını ve dillerini dâhi bilmediğim bir uydu kanalındaki realite programını izliyorum. Saçma sapan bir şey. Ama halimden çok değil... Hayatta hiçbir şeyin bir önemi yok. Bu sözü kaç kez duyduğunuzu belki unutmuşsunuzdur ama ben, kirasına yüz yetmiş beş lira ödediğim rutubetli dairemde uyandığım her berbat sabahta içimden bunu tekrarlıyorum. İyi mi geliyor, hayır. Sadece hiçbir şey olamayışıma alışmaya çalışıyorum. Böyle avutuyorum kendimi ve zamanında kurduğum ucuz hayallerimi. Sahi bilir misiniz nedir ucuz hayaller? Meselâ benimki yüz elli lira kirası olan, şehirden uzak bir barakaydı. Bu bile yeterdi her şeyin güzel olacağına inanmam için. Ama kendimi mesai bitiminde dükkânların önlerine bırakılan şehrin çöp poşetleri gibi hissediyorum.
oturma odası Hayallerin itinayla harcandığı dönemin çocuklarıydık. Çok önemliymişiz gibi muamele görmek ister, içten içe yok olmak için yalvarırdık. Sevgilerimiz yüzeysel acılarımız ise derindi. Bir de gece gündüz hiç dinmeyen tuhaf bir beklenti… Değişim isteğinin sancıları, her an bir şeyler değişebilir inancı… Belki de beklediğimiz kurtarıcı hayatımızdaydı da biz güvenmeyi bilemiyorduk. Bunlar günlük Kadıköy Beşiktaş seyahatlerimin vazgeçilmez gündem konularıydı. Kalabalıkla birlikte telaşla vapurun içine koşturur, biner binmez herkes gibi bir köşeye oturur kendi yalnızlığıma dalardım. Tam olarak ne zaman oldu bilmiyorum. Kolektif bir hareket değildi hatırladığım. Bir sabah uyandım ve bir önceki günden farklıydım. Konuşamıyordum. Söylenecek o kadar çok şey vardı ki. Telaşlı biriydim. Ağzımdan çıkanları sıraya bile koyamazdım. Hiç susmayacakmışım gibi gelirdi, ama sustum. Üstelik zorlanmadım da. Önce konuşulanlar anlamını yitirdi sonra konuşanlar. Ses olmayan sözcükler eridi gitti. Saksıdaki toprak kadar sessizleştim.
susanlar
Asıl garip olan günlerce kimse fark etmedi. Kalabalıklar arasına girdim. Sohbetlere katıldım. Karşıdaki kim olursa olsun onaylanmaktan başka bir beklentimiz olmadığını ilk o zaman anladım. Belki geçici bir durumdur diye beklerken, olayların gidişatının ciddiyetini görmek şaşkınlık vericiydi. Etrafımda susanların sayısı arttı. Önce birkaç kişiydi sonra sokaklar bizlerle dolmaya başladı. İlk kez haberlere konu olduğumuzda heyecanlandım. On binlerce insandan bahsediliyordu. On binlerce susan insan. Birileri endişelenmiş olacak ki şehirde adeta seferberlik ilan edildi. Metroda, sokaklarda, televizyonlarda büyük reklam kampanyalarıyla konuşmanın güzelliklerinden bahsedilmeye başlandı. Eskiden susturulmaya çalışılan toplum komik şekilde artık konuşmaya teşvik ediliyordu. Yetişkinlere
N es li h an Ça lın
özel ücretsiz konuşma kursları ise tam bir fiyaskoydu. Konuşan insanlara yönelik yapılacak devlet yardımı güzel bir çözüm gibi gelmişti ama olmuyordu, sebebi yoktu ama konuşamıyordum. Polis baskı yapmaya başladı. Sokaklarda susan insanlar tutuklanmaya başladı. Bir restoranda ya da otobüs durağında bekleyen sessiz kalabalıklar görüldüğü anda konuşup konuşmadığına bakılmaksızın toplanıyordu. Hepsini izliyordum, sessizce izliyordum.
Vapur iskeleye yanaşmış olmalıydı. Ufak bir sarsıntı ile olduğum yerde sıçradım. Yanımdaki yaşlı bayan elini omuzuma koyarak bana baktı. Sunum kâğıtlarımı toparladım ve telaşla yerimden kalktım. Sunum sırasında çenem yine düşecek diye korkuyordum. Telaşlı biriydim. Ağzımdan çıkanları sıraya bile koyamazdım. Hele bir konuşmaya başlarsam hiç susmayacakmışım gibi gelirdi. Bu sözler tanıdık mıydı? Bir rüya görmüştüm; çok güzeldi. Zamanım olsaydı sanki hatırlayacak gibiydim. Beni uyandıran teyze birkaç kişi önümde merdivenlerden aşağı iniyordu. Göz göze geldik ve birbirimize gülümsedik. Böyle insanlar bir gün güzel şeyler yaşayacağımızın kanıtı gibiydiler. Her şeyin değişeceğinin.
neslihan.c.kara@gmail.com
Evimde oturmuş akşam yemeğini yerken, olayların iyice içinden çıkılmaz hale geldiğini yorumlayan spikerin, yorumunu yaparken sustuğunu görmek çok keyiflendirmişti beni. Tam o sırada kapı ısrarla çalmaya başladı. Üniformalarını gördüğümde beni de götüreceklerini anlamıştım. Komşu şikayetleri, takipler, hastane/psikolog kayıtları... Zaten beni bulacaklarını biliyordum. Beni bindirdikleri polis otobüsünde yol alırken bu yaşananları ne kadar olağan şekilde kabullendiğimi düşünüyordum ki uyuya kalmışım. Motorun susmasıyla uyandım. Ortamın ne kadar sessiz olduğunu o zaman fark ettim. İnsanlar, makineler soluduğumuz hava bile sessizdi. Arabadan indim ve güneşe doğru yürüyen kalabalığa katıldım. Olmam gerektiği yerdeydim. İçim huzurla doluydu.
adsız duygu
Bana çiçekten elbiseler yapacağına inanmadığım bir aşkın peşinden gidiyormuşum. Durduruldum. Önümü görmeden koşarken "sana sadece gel demiştim" dedi. Koşarken fark edememişim, gel deyince sadece gidileceğini. Suçlayıcı olmak hafifletmeyecekti yükümü. Her insan doğruydu, sadece birbirlerine doğru olanlar yaşıyordu petunya kokulu evlerde. ... Saatin oldukça geç olduğunun farkına vardığımda güneş misafir olmak üzereydi odama. Oldukça erkendi, benim geç kalmışlığıma... Bir şeyleri geride bırakmanın tam zamanıydı. Kalkıp duş almalı, kahve yapmalı, perdeyi sonuna kadar açıp çığlık atmalı ya da hiçbir şey yapmadan yatmalı. Ne zaman toparlanacaktım, ne zaman dün gibi olacaktım? Yarın, sonraki, bir sonraki gün... Cevabı belli olmayan sorular katlanarak büyüyecekti, sorgulamayı bırakmalıydım. Sadece sesimdeki boşluğa daldım. "İnsan kaybetmeyi göze alabildiğine aşık olur" diyordu. ... Yeniden toparlanmalı, önce soluk suratımı boyamalı sonrasında rengi içe akıtmalı. Her gün biraz daha hafiflemeli, durmam gerektiği yerde soluklanıp geriye bakmalı. Uzun ya da kısa, dar ya da sisli fark etmez. Sesimdeki boşluk ne kadar geride kalmışsa, o kadar derinden nefes almalı. Hem ne demişti koskoca Nazım; … 'Seni asarlarsa seni kaybedersem; diyorsun; 'yaşıyamam! ' Yaşarsın karıcığım, kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin kızıl saçlı bacısı en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı... ...
Duş aldım, kahve yapıp sigara yaktım. Bugün işe de gitmemeli. Telefonu kapatmalı. Rüzgarda hatıra dağıtmalı, kendime soru sormaktan kaçınmalıyım. Sadece beklemeliyim. Neyimi? Kaybetmeyi göze almayı... Beklemeliyim. Beklemekteyim. Bana çiçekli elbiseler yapacağına inandığım adsız duyguyu...
E l i n d e k i a d r e s e b a ka r a k i l e r l e d i . Soğukkanlı görünmeye çalışsa da, gözlerinden belliydi çaresizliği.
inziva
Sokağa girince duraksadı. Geriye dönüp bir, iki adım attı. Tekrar döndü. Kağıt avucunda ıslanmıştı. Buruşturup attı. Adresi belliydi artık. Kapının önüne oturdu, sırtını kapıya yasladı. Zamansız bekleyecekti, olsundu.
www.demmode.com
isterdim
fotoğraf: enes erkut
Susmak isterdim konuşmak yerine. Öylece durmak isterdim bir şeyler yapmak yerine. Gözlerin anlatsın isterdim dilin yerine. Kağıt olmak isterdim kalem olmak yerine Hep yazılan olmak isterdim yazan yerine.
Neden bu kadar zor? Uçurumun kenarındasın ve Bir adım daha atsan, son bulacak hayatın. Ölmek neden zor? Yaşamayı mı seviyorsun? Yoksa sadece korku mudur bu? Neden zor? Yazmak yerine sevmek seni ve söyleyememek sevdiğini? Bir intihar gibi.
Yanından geçen yaşlı teyzenin akşam evde ne yapacağını, evine ekmek götürme telaşında olan babayı, sınavından düşük not alan oğlanın vereceği cevabı, ütüsüz önlüğün utancını, genç bir erkeğin sevgilisi ile nerede buluşacağını ve aynı erkeğin o güzel kızın hayallerindeki erkek olup olmadığını! Telefondan başını kaldırmayanları, duyarsızları, dilenenleri, işportacıları, sıkışan trafiği, iş çıkışlarını görürsün. Gideceği yeri bilmeyenlerin ya da karıştıranların arasında kalırsın. Trafik ışıklarında yeşil yanmadan karşıya geçmeye çalışanların telaşını görür içinden “sabırsız” diye bağırırsın. Ve oradaki herkesin de senin kadar bağırdığını bilirsin. Ve telefon çalar. -AloĞ Nerdesin, geç kaldın! ‘Ben geç kalmadım, herkesin acelesi vardı.’ Diyemezsin.
twitter / OnurCapkin
uzun yol yürüyücüleri
fotoğraf: enes erkut
Yıllar, yollarla geçer ve yolların bir anlamı olmalı. Nereye gittiğinden ziyade ne için gittiğin önemli olan. Belki arkadaşınla buluşacaksın ya da sıradan biriyle. ( Gittiğin yer, sevdiğin kızın sokağı ise…) Uzun ve kısa olmak üzere iki yol var. Bir de taksi… Arada ben de kullanıyorum. Fakirim ama gururlu muyum? Bilemedim… Onca olumsuzluğu düşünürken, iyi şeyler gelmiyor insanın aklına. En iyisi yürümek diyenler için yazıyorum bu yazıyı. Uzun yol yürüyücüleri; evden çıktığında kafasında gideceği yeri ve yolu izi belli olanlar için yazıyorum. Yürürken ne düşünüyorum biliyor musunuz? Neden yürürken düşündüğümü. Herkes benim gibi gideceği yere kadar türlü türlü şeyler düşünür mü? Bazıları kulaklığındaki müziği dinleyip, etrafındaki güzellikleri kaçırıyor olsa da; bol bol düşünmeye vakti olur uzun yol yürüyücülerinin. Öncelikle bir çok şey öğrenirsin yürürken.
Onur Çapkın
‘Ben geç kalmadım, herkesin acelesi vardı.’
sappho’ya esas durus.
Hemcinsine durmadan yazı yazmasını salık veren kadınlar benim için her zaman özel olmuştur. Yaşadığı döneme ışık tutan Sappho(Safo)’ya hayranlığım bu yüzdendir. Kadının yok sayıldığı bir toplumda, kaleme ve kağıda nefes olmuş ve bir kadının başka bir kadını nasıl güzel sevebileceğini göstermiştir. Kadının vücudunu özümseyebilen ve bu müthiş mistiği ölümsüzleştiren lirik şiirleriyle yine o ortamda yapabileceklerini ebedileştirmiştir. Kadınlardan oluşan bir rahibe okulunun başında olan Sappho, yine inandığı için kadınların genel kültür, edebiyat, dans, konuşma, heykel alanında eğitilmesini sağlamıştır.
Kadınların toplumun dışında tutulduğu, erkek egemen bir çağda yaşayan Sappho’nun yapmaya çalıştığı şey için bile günümüzde savaş verdiğimizi düşününce onun bu çabasını alkışlamamak elde değil.
Aphrodite’e Yakarış şiirinde bir kadına olan tutkusunu şöyle dile getirmiştir Sappho;
‘’ Ey tahtı ışıl ışıl Aphrodite, Ulu Zeus’un düzenci kızı, Yardımıma gel gene, hani eskiden Sesimi duyunca nasıl çıkıp babanın sarayından kanat çırpan kuşların çektiği yaldızlı arabana biner Yeryüzüne inerdin, bulutsuz mavilikten. Ölümsüz dudağında o aydınlık gülüşle sorardın ‘’Gene nen var?’’ derdin, nedir gene deli gönlünü çelen? Tılsımımla kimi/baştan çıkarıp yollamam gerekiyor koynuna? Söyle, Sappho, kim seni üzen? Kaçıyorsa kaçsın bırak, Yakında o senin ardına düşecek. Bugün almıyorsa verdiklerini Yarın o sana armağanlar verecek, Seni sevmiyorsa, istemese de er geç sevecek.’’ Yunan sanatının her dalında amaç gerçek hayatın imitasyonunu yakalamak olmuştur. Bu yüzden edebiyatında da bu yalınlığı görebiliyoruz. Özellikle Antik Çağ Yunan heykellerinde kadının vücudunun gizeminin
. Sinem Ilaslan
saatlerce izlenebilecek mükemmel sanat eserlerine dönüştüğünü görebilirsiniz. Süsten ve abartıdan uzak, kadının kıvrımlarının korkusuzca sergilendiği mükemmel eserlerden bahsediyorum. Sappho’nun hemcinsine duyduğu bu tutkuya ya aşk ya da başka bir şey diyelim, yine de döneminde yapmaya çalıştığı şey gerçekten takdiri hak ediyordu. Aşkın cinsiyetten ve bedenden çok öte bir duygu olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden bir kadına şiir
Ağlayan bir kadının umutları diz çökmüş fotoğrafta. Kadının yüzü sonbahar. Fotoğrafı elime alıp, saçını okşuyorum sonra. Yanağındaki çukur bütün anılarını yutmuş kara delik gibi. Bu şehrin sokakları ona küfrediyormuş o yollara her bastığında. Bu sokaklar bile ona küs, yani o öyle sanmış. Sehpanın üstünde birkaç sönmüş sigara… İzmaritin ucunda o güzeal dudaklarının izi var. Ona da zehir gibi akıtmış ağzının içindeki yalanları… Saklandığı duvarların altında kalmış, ruhunu eriten sonbaharda. Saçlarına hayal kırıklarını takmış. Yutuyorum… Daha çok yutuyorum suratını. Parmak izimi bırakıyorum birkaç yerine fotoğrafın. Tozlu sehpanın üstüne bırakıyorum usulca onu. Terk etmenin verdiği haz ile gülümsüyorum. Ben kazandım.
twitter / sinemyomama
yazabilmek zordur, hele de uğruna şiir yazılacak bir ruha sahipsen. İçinde doğduğu toplumdan sıyrılarak, kendi bilincine ve yaşayış biçimine uygun biçimde yazması onun en büyük özelliğidir. Benim istediğim de tam olarak kadınların toplum içinde birey olduklarının farkına varmaları ve tabulardan sıyrılmalarıdır. Etrafındakilerin baskısına aldırmadan, güçlü kadın olabilmenin zor olmadığını yine eskiler gösteriyor. O zaman hepsine selam olsun.
Taner Türker Pardon, üstünüze basarak geçiyorum Sayın halılar Uçacağız, bir gün. Bir karadelik güzellemesi Göz atıyorum Bir gazete ne işe yarar Bir gazete neden kaplar bir kutuyu Bir gazetenin neden kullanım kılavuzu olmaz Tek gözlü kapıyı, Kapatıyorum üzerinize Uzun koridorlar üzerinde Öten kuşları öldürüyorlar 3. sayfa haberlerini yırtarak Yığılıyorum kanepeye
►
Current 93 - As Real As Rainbows
Diana Mini - Fuji 400asa
twitter / tanertrkr
analog - II
Bir kutu; armağan giydirilmiş Bir kutudan sesleniyor mutluluk Bir saniye Mutluluk; ayağı kırık Mutluluk; yatalak Kimin aklına gelir Bir mutluluk paramparça Ne çok Ölmekle bitmiyorum
bir yol öyküsü
Üç gün sürdü yol. Üç gün doğumu zaman. Beni ve Fatime`yi iki doru atın çektiği bir arabaya koydular. Babam yanda, yağız atında. Yol sarı. Yol toz. Hava boz. İçtiğimiz su bile… sarı, bulanık, yapışkan. Tülbent bağlıyorlar ağzımıza. Gözümüze kadar çekiyoruz. Sıcak. Bir de üstümüzü örtüyorlar. Başlarımız örtünün altında. Çocuk bedenlerimiz silme toz. Silme ter. Silme korku. Ses etmeyin dedi babam yola çıkarken. Biz de sesimizi yuttuk. Gözlerimizle konuşuyoruz. Ben çok korkunca, biliyor Fatime. Anlıyor gözlerimden. Hemencecik tutuyor elimi. Fatime büyük benden. Üç yaş. Onun memeleri bile çıktı. Şalvarının altındaki kalçaları anam gibi dolgun. Sopa gibisin sen deyip gülerdi bana. Artık gülemiyor. Büyüdü o, kadın oldu. Çünkü gülmesi yasak. Kadın olduğunda…gülmek yasak olur. Öyle olur…bizim oralarda. Arada köyler var. Ama bizim köyden çok farklı. Evler tek kat. Tek oda. Kerpiç. Hep yoksul. Hep kalabalık. Gene de buyur ediyorlar bizi. Geceleri evlerde saklanıyoruz. Bazen sessizliği yırtan silah sesleri. Onun dışında hiç ses yok. Kuş bile yok buralarda. Bir tek köpek bile. Biz sesimizi…yuttuk zaten. Babam bazen konuşuyor onlarla. Biz hiç anlamıyoruz. Bildiğimiz sözcükler değil buraların sözleri. Sesler hep kısa. Hep acı ve öfke yüklü. Hep yabancı. İkinci gece dayanamayıp sokuluyorum Fatime`nin koynuna, usulca “Fatime” diyorum “anam nerde?” Üçüncü güneşle varıyoruz suya. Su dediysem sanki çağlayan. Güldür güldür akıyor. Temiz. Berrak. Sarı değil. Dayanamıyorum, gülüyorum kocaman. Fatime gülmüyor. O kadın. Ona gülmek yasak. Ama, Fatime neden ağlıyor? Boynundan muskasını çıkarıyor, anamın verdiği, benim boynuma takıyor. Usulca yıkıyoruz elimizi, ağzımızı, yüreklerimizi, korkularımızı, acılarımızı, öfkemizi, kinimizi… Yeniden doğuyoruz.
Pınar K. Üretmen
Üçüncü güneşle yeni bir hayata doğuyoruz. Fatime`yi alıyor babam ve gidiyorlar. Fatime bana hoşçakal bile demiyor. Yoksa ben uykuya yenik düşünce mi gidiyor onlar ve Fatime beni kocaman sarıyor gitmeden? Mehmet Emmi neden benim yanımda? Mehmet Emmi kim? kaç kişiyiz biz? neredeyiz? kimiz? Fatime sesini yuttuğu için mi seslenmiyor bana? Sesimi yuttum ben. Dilim yok. Soramıyorum. Ama sayıyorum. Kaç gündür yolda olduğumu doğan güneşi sayıp biliyorum. Sekiz bin üç yüz altı gün oldu Fatime`nin gittiğinin üzerine. Ben hep yoldayım. Sarı, tozlu, bulanık, korkulu yol…hiç bimiyor. Sular hep yapışkan. Her gün doğumunu Fatime dönecek diye sayıyorum. Onun adını hiç unutmuyorum. Ama kendi adımı… hiç hatırlamıyorum. Gülmek nasıl bir şeydi? Anam niye gelmedi? Bir daha gülmediğime göre ben de Fatime`nin gittiği gün kadın oldum galiba. Anamın niye gelmediğini bana hiç demiyor. Fatime sarı bulanık toz akıtarak ağlıyor. Fatime`nin kokusu anam gibi…burnumdan gitmiyor.
Aklımda bir ev. Hayal meyal. Bulutlar arasında. Bahçesinde gülmek…yasak değil. Sesimi yutmamışım. Adımı unutmamışım. Fatime gitmemiş. Ben terk edilmemişim. Yol bile yokmuş. Hiç uyumamışım ya da hiç uyanmamışım…
instagram / blondesponge
Sahi, benim adım neydi?
Takım elbisem, saçma bir gurur veriyor bana. Evden tam sekizde çıkmam gerekiyor, saatime bakıyorum yedi kırk beş. Çantamı son bir kez daha kontrol etmeliyim. Unuttuğum hiç olmamıştır ama eksik bir şey, beni bitirebilir. Rutini severim, kalbe iyi gelir. Kapının önüne geliyorum; ayakkabılarımı parlatmadan, dışarı adım atamam, temiz olmalı rugan dediğin. Neredeyse yetmiş yaşına basan bir apartmanda oturuyorsan, ağır ağır inmelisin dönen merdivenleri. Arabaya, yalnızca duygusuz insanlar araç der, sahiplenmesini bilemez onlar, hissedemezler dokundukları yeri.
rutin
Bir şehri iyi bilmenin birçok faydası vardır. Çok sürmüyor gideceğim adres. Büyük bir kapı olmasına rağmen, heybeti daha da yaşlandırmış, dikkatli geçmezsen çıkamayabilirsin de. Cebimdeki kâğıdı çıkarıyorum, kapı numarası altı olmalı, kafamı kaldırıyorum yedi. Tamam, doğru yerdeyim. Çok yormuyor yaşlı kilit. İçerideki toza bakılırsa, uzun zaman olmuş girilmeyeli, bu sabah şanslı uyanmışım. Çantamı masanın üzerinde açıyorum, parçaları teker teker birleştiriyorum, biraz üşümüşler ama metal dediğin soğuktur sen ısıtmadıkça. Balkonlu mekânları seçtiklerinde seviniyorum, ipi bağlarken büyük kolaylık, neyse ki korkuluklar sağlam.
Derin bir nefes alıyorum… Güzel, ellerim titremiyor. Balkona doğru koşuyorum, son bir adım, halat bağlı olmasa, ah şu boşluk; cana can katıyor o an. Bedenim alt katın camından içeri girerken, ben de kaç kişi olduğunu hesaplıyorum. Sağ tarafımda iki adam, solumdaysa tek. Çaprazda kalmamam lazım, önce solumdakini vuruyorum daha yere düşmeden, tek atış. Sağımdakiler düşündüğümden daha atik. Sabit kalmamalıyım, tetiği okşuyorum, yuvarlanıyorum odanın diğer tarafına. Kesinlikle bugün şanslı günüm, kaldı bir. Bazen şaşırıyorum, bu kadar zeki adamlar böylesi aptallarla nasıl çalışabiliyor, şarjörü koltuğa boşaltıyor. Ben, fırlıyorum yaklaşmasına izin vermeden, yine tek atış. Banyodan su sesi geliyor. Eminim kendinin tehlikeli olduğunu düşünüyor; sadece üç adam ya da birazdan; düşünüyordu demeli. Kapıyı yavaşça aralıyorum, tir tir titriyor, soğuktan olmadığı kesin. Bir an istemsiz düşünüyorum, bu yağ tabakasından geçer mi diye, başını hedef alıyorum... Üst kata çıkıyorum, çantamı toplamak uzun sürmez. Yolum uzun olmasa da günü bitiriyorum.
erdem
yalçın