karalayanlar efe elmastaş muhammet aldemir simge ünvar ikiye on kala taner türker alişan yılmaz belgin karakuş onur çapkın göktürk yaşar aysu uzer kardelen güler elif şeyda doğan eren burhan zapkinus emrah ersan ve hakan günday çizenler erdem yalçın zarema elmastaş eren burhan alper pek emrah ersan basım yeri izmir
Zamanın çelişkisi ve değişimi üzerine çok laf edilebilir ama sanırım en hissedilir olanı; kendi hayatlarımızda yaşadığımız dönüşümler ve gelişimlerdir. Yola çıktığımızdan bu yana bir çok evre geçirdik ve nicelerini göğüsledikçe büyüyeceğimizi öğrendik. Haritamız yok; ki hiç olmadı. Şimdilerde başka diyarlara açtığımız yelkenlerimiz, dinmeyen arayışımız ve susmayan beynimizle kağıtlar üzerindeki seferimize devam ediyoruz. Yaşadığımız topraklarda ne olursa olsun, kim kimi ısırırsa ısırsın iç devinimi ıslah olmaz bir canlıdır insan ve yazmak buna çare olan en iyi ilaçtır. Bu sayı, Hakan Günday’ı sayfalarımızda ağırlamaktan oldukça mutluyuz. Bizleri kırmadığı için teşekkürü bir borç biliyoruz. Yakın zamanda yeni oluşumlar ve koşuşturmalarla karşınızda olacağız. Desteklerini esirgemeyen güzel insanlarımızla Fanzin Apartmanı’nın katları hızla yükselirken siz de bu ikametten mahrum kalmayın dostlar. FANZİN YÜRÜYOR
Şurada bir kedi var, şurada da kuşa benzer bir şey… Tablonun her tarafına yayılmış gözler, uzay boşluğunu tarif etmekteler. Güzel kuş, birkaç çifte bilinmeyeni gösteriyor, gözler önüne seriyor… Onun gibi bir şey işte. Miro’nun tablosuna bakıp öylece içiyorum. Tozlu bar tezgâhı, ayağı oynayan bir tabure Kamuflaj Bar’daki demlenişime eşlik ediyor. Fıstık ve turşuda ara sıra tırtıklayıp masadaki insanları izliyorum. Barmeni, spot altında parlayan şişeleri bir de karşımda duran resmi... Söylentiye göre; Almanlardan gizlediği yıllarda dünyadan uzaklaşmak için başlamış Takımyıldızı serisine ve bunu yapmış. Ben ne yapıyorum? Viski içiyorum. İşte üstatla aramızdaki fark. Belki o da içerdi ama resim de çizerdi, ben değil.
kamuflaj bar
Şu an ne kabul edilmeyen kitabımın, ne de sona eren iş akdimi düşünüyorum. Aklımda olan tek şey; Nejla. Tam olarak o da değil aslında, hayali. Kızıl saçları, sivri burnu ve ağızı. Gülümseyince çıkan otuz iki dişi, kaşları. Böyle şeyleri düşünürken içerde tarifsiz bir acıyla karışık kıpırdanmalar meydana gelir. Kalpten veya ciğerden mi belli değil. Varoluşa değen, öze nüfuz edip kendinden geçiren bir şey bu. Acaba Sartre’nin bunun hakkında söylediği bir şey var mı? Camdan bakıyorum, yoldan tanklar geçiyor. Hantal ve büyükler, aynı benim gibi. Uzun bir yolculuğa çıkmak, yaşanmış çoğu şeyi arkamda bırakmak ve mümkünse yalnız olmak istiyordum. Sadede geldiğim bir noktada sadeleşmek hatta olmazların çizildiği noktalardan yanlışlara yürümeyi bekliyordum. İçimdeki nice cümlelere bir borç bu. Viskiden bir yudum daha aldığımda barın köşesindeki televizyonda “O an” programındaki herifi gördüm. Bahsi geçen bir SON DAKİKA haberiydi. Gecenin bu saatinde kanal borsa ekranı gibi, alttan üstten yazılar geçiyordu. Uzakta olduğumdan ne olup bittiğini anlayamıyordum.
- Hayrola sen kalkmıyor musun? - Neden kalkayım? - Baksana darbe oluyormuş, yönetime el koymuşlar. - Boşver, koyan koyuyor zaten, kimin umurunda. Şaşkın gözlerle bana bakıyordu. - Ama ben de dükkanı birazdan kapatacağım dostum. - Kapatıp ne yapacaksın peki? - Eee şey, sanırım arka tarafta oturucam. - Tavla oynar mısın? - Bazen. Kepenkleri çekip, kapıyı kilitledik. Biralarımızı aldık ve depodan geçip apartman boşluğundaki sandalyelere yayıldık. Tavlaya başladığımız sırada dışarıda sloganlar duyuluyordu. Barmen meraktan televizyonu arkaya taşıdı, oldukça heyecanlıydı. Bense çok sallamıyordum. Nejla ile Sartre arası bir yerlerdeydim. Sokaktaki seslerin çoğaldığı bir anda silah sesleri duyuldu. Barmen, gözünü televizyondan ayıramıyordu, ona rağmen yeniliyordum. Üçüncü biradan sonra asker de, ben de pes etmiştik. Ne kumarda ne de aşkta kazanıyordum. Turşu gibiydim, bekledikçe çürüyordum. Barmen “bu film bitmiştir!” deyip kanalı çevirdiğinde kolumdaki saat dördü gösteriyordu. Ekranda son gördüğüm şey; yollarda ölen insanlar ve uçan F16lardı. Asfalt kanıyordu, Kamuflaj Bar’ın son ışığı geceye yenilir gibi sönüyordu. Hissetmediğim bir savaşın devrik lideri gibiydim. Ankara’ya bomba yağıyor, çatılar yıkılıyordu. Miro ve ben yıldızları sayıyorduk.
efe elmastaş - efeelmastas.com
İzleyenlere baktım, yüzleri kireç gibiydi. Aldırmadım, bu memleket bildim bileli böyleydi. Bardağımı barmene uzatıp bir kadeh daha istedim, o sıra müşteriler birer ikişer kalkıyordu. Dışarda ellerinde bayraklarla insanlar vardı. Barmen:
Zamanla fark ettim çehremin değiştiğini. Doğuştan trajedi kanımdaki karanlık. Tetiği çekmek üzere Şakağıma dayanmış korkunç belirsizlik. Felaketiyim renksiz gecenin; Dokunduğumda irkiliveririr duvarlar, ağaçlar. Ölü benizli adamım çoktandır Parmaklarımın ucunda değil artık görkemli dalgalar, Zamanla fark ettim çehremin değiştiğini. Sonsuz savaşlar gölgesi ruhum, Fayda etmez sayısız gözyaşı. Durmadan çalar senfonisi ölümün Sessizce Dünyalar yıkılır, dünyalar kurulur. Durmadan uluyup duran Beyaz ejderha saklanır Siyahlar içinde, Zeminsizliğinde kaybolur
metronom
Zamanın git gide. Mutsuz anılar kampanasıdır her insan, Her insan, yaratır kendi cehennemini adım adım. Ama böyle bitmese, Tükenmese titreyen ellerim Uyumasa menekşelerin gölgesinde yoksul kuşlar, Sussa kıpırtısız yaprak Sussa sanrısı yaşamın Sussanız...
Her yağmurla Nefret fışkırıyor topraklarımdan Ne kadar arınsam Sular korkuyor yanmaktan Dudaklarımda boşluğun azabı, Bilincindeyim ebedi tutsaklığımın. Çoğu insan bir kez ölür. Parçalandı yaralarım tekrar tekrar Benliğim aktı harabe bahçelere Ağlayamadığım kanlarla açtım Yapraklarımı karanlığa... Yaşlı, aksak yüreğim bekler Son kinli kılıç darbesi. Maskelerin huzuru oradadır, Yaklaşır içtenlikle yavaş yavaş... Sonra yalnızlık... Yalnızlık Tanrının ellerinden dökülmüş en güzel mısra, Zamanla fark ettim çehremin değiştiğini...
muhammet aldemir - facebook/muhammetaldemirr
O kadar bulanıyorum karanlığa
belgin karakuş - twitter/belgnkarakus
KAY(!)BOLUŞ
Dik kesişen yüzeylerin birbiri içinde kayboluşunu izlemeyi severim. Zemindeki fayansların düz duvara tırmanacakmışçasına saldırgan çizgilerinin kenarlara çarparak usulca yok oluşunu… Bzzzzzt! Fayans çizgilerini dikine kesen bir kurmalı araba, sabit olmayan hızla, duvar dibine çömen yaşlı kadının basma eteğinin altına giriverdi. Kadın, dizinden güç aldığı sağ koluyla kafasını zor tutuyor, gözleri yarı açık uyukluyordu. Belki de ayaklarından birine çarpan araba uykusunu bölemedi. Babaanneme benziyordu. Olduğum yerde iki kıpırdadım. Alnımdaki teri sildim. Hastane koridorları hep boğucuydu. Sol tarafımda arabası basma eteğin altında kaybolmuş çocuk öylece dikiliyor, umudunu kesmiş görünüyordu. Ses etmedim. Sıranın kendisine geldiğini öğrenen yaşlı amca, perdenin arkasındaki karyolaya sere serpe uzanmak için başında dikildiğim rahatsız sandalyeden hızlıca kalkınca, çocuk beş karış suratla koşarak geldi; ayaklarını minik sandaletlerden kurtardı ve dizlerini karnına doğru çekerek sandalyeye oturdu. Elleri, hemen ayaklarının arkasındaki küçük kara gözleri yolmaya girişti. Gözler neredeyse aynı büyüklükteydi ve oldukları yerden nereye denk gelirse boş boş bakıyordu. Yolunmayı hak ediyordu. Derin bir nefes verdim. Rahatlayamadım. Sensörlü hastane kapısının sesi uyuyan bir ejderha homurtusu gibi tüm koridoru kaplıyordu. Babaannem hastaneleri sevmezdi. Boşuna değil. Kapıdan homurtular eşliğinde yatalak bir hasta girdi. Doktorlarla dikine kesişen hastaların sessizce yok oluşu. Ameliyathanelerde ölüm pornoları çekiliyordu. Aklıma küçük odadaki dikiş makinesinin altında duran bez parçaları geldi. “Bak kızım” demişti babaannem, “ Bu bezler kefen niyetine. Unutma ha!” Bütün çocukluğum o dikiş makinesinin etrafında koşturmakla geçmişti. Hangi ip, hangi kumaşta kullanılır, iğneler nasıl takılır, bilirdim. Kefenin dikiş tutmadığını da. Dikiş kutusunun kapağında bir Çerkez kızı vardı. Babaannem Çerkez türküleri söyler, ben Çerkez kızı olmak isterdim. Türkülerden birini hatırlamaya çalışırken sağ omzumu bir şey dürttü. Dönüp baktım. Kurumuş kahve lekeleriyle çatlakları dolmuş dudaklar tahlil sonuçlarının iki gün sonra çıkacağını söyledi. Boşuna beklemeyeymişim. İyi, dedim, çıktım. Eve girip kapıyı kapatana kadar türküleri hatırlamaya çalıştım. Olmadı. Dikiş makinesinin örtüsünü kaldırıp dikiş kutusuna uzandım. Bezler yerinde durmuyordu. Derin bir nefes aldım. Rahatlayamadım. Çerkez kızını yanıma alıp iki kapaklı aynalı gardırobun karşısındaki yatağa yüzüstü uzandım. Kapakların birleştiği noktalarda görüntü oluşmuyordu. Aynalarla dik kesişen bedenimin huzurla yok oluşu. Kafamı kaldırıp tavandaki çengellere baktım. Şimdi babaannem olsa salıncak kurardı.
alper pek
Mesela; “Hiç olmaz” dediklerin, kuyruk kuyruk sokulacak hayatına. Tanımak bile istemeyeceğin lavuklar, tam da ortasında soluklanacak ciğerinin. sevinirken daha çok kere işiyecekler tepesinden Ve bir gece kalp ritmin tavan yaptığında kusacaksın çarşaf çarşaf, ki zihnine yatmış
İKİYE ON KALA
olucam. Hani hiç kayırmadın ya beni, sabahında yavşakça gülen bir kemikli surat gördüğünde ona soracaksın her şeyi. Orgazm olmuş simyacının teki, ne senden haberi olacak ne de benden.
ikiyeonkala.tumblr.com
Sen yeniden başladığın kumdan kalene
taner türker - twitter/tanertrkr
Bir kelime boğazımda kalıyor Bir kelime bir kelime üstüne Kusamıyorum Kussam Patlayan parmak ucumu bulacağım Bildiğim yol en kısa yol Bitmek bilmiyor seninle uyarı levhaları Seninle bilmiyor ben gülmek Gülmek bilmiyor ben seninle Tabakta son kalan zeytini yine alamıyorum Çırpındı kokum yol üzerinde Güldü yüzün içimin duvarları yıkıldı Soğuktan buz tutan su boruları ellerim Dokunsan yaz gelecek belki Belki bir hüzün güneşi doğacak elma ağacına Unuttuğum bir şey-ler Vücudunun bilmem neresinde Dudaklarında gençliğim belki Saçlarında geleceğim Bilmiyorum Ama eksik bir şey-ler Biliyorum İçime dönüp rüya atsan maziye İnanası gelmez insanın Dökülse eşarplardan bir kaç tutam inanç Dinlerim annemi bu sefer uyumadan Bir yol çizebilirim elbet Trenden uçaklara kadar.
kör yol
Bir görsel üzerinde karıncalanma Bir ses üzerinde kesiklik Yüzümü koltuğumun altında taşıyorum Ayaklarım altında bir acıya basıyorum Patlıyoruz bir ağaç dibinde
Benim küçük evim, uyumsuz koltuklarım, çay lekeli masa örtülerim, içeriye güneş ışığı almayı reddeden hatta şahsına hakaret olarak gören, kornişlere yarım yamalak bağlı perdelerim. İşte benim dünyam ve karşıma mıh gibi dikilmiş büyük yalnızlığım.
şahsım adına özür dilerim
‘’Yinelerle’’ başlayan sabahlarımdan birindeydim. Kapı, borç tahsili kıvamında çalındı. Önce, yorganı üzerimden attım, üç günlük yaşam enerjim bu aşamada terk etti bedenimi. Kaval kemiklerim terlemişti, daha doğrusu üzerindeki deri. Kapıyı yataktan açacak bir yol bulmalıydım. Uyku arası kapı açmak en çok zorlandığım şeylerden biriydi. Bütün kilitleri tek tek çevirip kapıyı açtım. Yine o gelmişti. Esmer ve komik kadın. Daha önceki dört buluşmamızda da sormama rağmen adının Firuze olduğunu söylemişti. İnsanların isminin olmasını anlayamıyorum, araba mıyız biz, plakamız olsun değil mi? Elini uzattı, gülümsüyordu ama bunu ağzıyla yaptığını söylemek oldukça zordu. Büyük ellerimle küçük ellerini avuçladım. İçeri girdi. Ben daha kapıyı kapatmadan masanın üzerini toplamaya başlamıştı bile. Bu kadar enerjiyi nerden bulduğunu merak ettim. Bunun için bir istasyon falan varsa gidip parası neyse vereyim, bana da enjekte etsinlerdi. Yıllardır bataryam bomboştu. Üşüyünce kapıyı kapattım. Odaya geçtim, sarhoş gecelerimde yatak olarak kullandığım tekli koltuğuma kendimi bıraktım. Firuze teker teker perdeleri açtı, her açışında bir toz bombası eve yayıldı. Bu evi gerçekten götüren bir şeyler vardı, adına bok denilen. Annemden kalma eski dolapları karıştırmaya başladı. Hala annemle babamın çeyizlik porselen tabakları sergileniyordu orda. Çekmecelerden birini çekti, içine bakıp gülümsedi. “Bunlar ney böyle?” “Kravat iğnesi işte bilmiyor musun?” Bu sefer kahkaha attı. “Biliyorum da ne yapıyorsun bu kadar çok kravat iğnesiyle?” “Kravat iğnesi koleksiyonu yapıyorum.” Bütün nesneleri belirten bir cümle kurmuştum, en sevdiğimden. “Peki, neden hepsi aynı, benim bildiğim; koleksiyonlarda farklı farklı şeyler olur, yani aynı şeyin farklıları.”
alişan yılmaz - twitter/alisanlmaz
Gerçekten bu kadar çok şey demek zorunda mıydı acaba? Çirkin sözcükler kulağımı tırmalıyordu. Bıyık gibi. Cevap vermedim, o da zaten cevap beklemiyordu. Üst raflara doğru uzandı. Bu sırada gömleği de yukarı kalktı beli gözüktü. Bir kadının en çekici yeri. Kemerinin üzerinde parlayan bir rozet vardı ve diğer yanında olanca soğukluğuyla bir silah. Bu kadın ne iş yapıyordu acaba? “Silaha neden kıyafet giydiriyorsun?” diye son derece ciddi bir soru sordum. Bunu duyunca bana döndü, yüzünde hem neşeli hem de şaşkın bir ifade vardı. “O kıyafet değil, silahın kılıfı.” “Her neyse, üşüdüğü için mi onu giydiriyorsun, nedense silahlar bana üşümüş gözükür hep.” Gülerek çınlattı kulaklarımı. Onu bunu “boş ver” havasında karşıma geçti. Sandalyeyi altına çekip ters oturdu, sanki ata biniyordu haspa. Bu kadın neden evdeki eşyalara düzgün davranmıyordu? “Artık sadede gelelim, geçen gün sorduğum soruyu tekrar soruyorum, cinayet saatinde nerdeydin?” “Evdeydim, cinayet filmi seyrediyordum.” “Peki, evde olduğunu bilen bir şahit var mı?” “Evet, var: Komşum Fatma Teyze gelmişti, benden bir şey istedi.” “Ne istedi?” “Onluk.” Anlamamıştı. “Nasıl yani?” dedi, cevap vermedim. Komşu başka ne isteyebilirdi ki? Hem kimdi bu kadın. Benim evimde bu saate ne arıyordu? Böyle durumlarda aranan bir kurum vardı neydi o? Evine bir yabancı girince aranan bir kurum, sanırım bu işlerle onlar uğraşıyordu. Kadına sordum, çünkü başka soracak bir kadın yoktu,erkek de yoktu ama ben erkeklere soru sormam. “Yabancı biri eve girince kimi arıyorduk?” dedim, çıkarıp kartını verdi. Ya delirmiştim, ya da delirmek üzereydim. Ne yapmak istiyordu bu böyle? Uflayarak ayağa kalktı. Yemek masasına doğru yürüdü. Masanın üzerinde kâğıt ve kalem vardı eline aldı, okumaya başladı. Tekrar gülümsedi. Dönüp yanıma geldi. Kâğıdı burnuma dayadı, “Bu ne?” dedi. Kağıtta “Fakat Firuze” başlıklı bir yazı vardı. Bazı şeyleri hatırlamaya başladım. Gözlerine bakıp cevap verdim. “Pardon, yalnızlıkla yazmışım.”
*'semtimizin bir taneseydi suzan
dorian solucan deliğini kirli paltosuyla kapattı. bir belediyeden daha duyarlıydı işte. son model tofaş’ına binip kelebek camından aşağı antifrizler soludu. ah yaşlanmaz bilinci keşke sarıkamış’ta askerlik yapmasaydı. kapısını açıp ilk adımını muson’a attı. elleriyle arka cebini yokladı, yoktu. kollarını kaskatı hareketlerle sallayarak geçiyordu sokakları. yakışığı ona yakışmadığındandı. mahalleyi kendine vurdu, içi de biraz buruldu. her delikanlı gibi o da açık mavi kot, siyah kösele ayakkabı ve deri ceket giyiyordu. saçlar icabı kadar taralı… manifaturacının önünde durdu. “kollarını öyle açtığında sarılmak mı istiyorsun yoksa iş maksadı mı seçemiyorum ferhan abi.” “bak işine, sabah sabah benle uğraşma.” “e aylak bakkal taşaklarını tartarmış abi, ya ne yapayım?” dedi. yine de arlanmadı, güldü topuklarına doğru düzeltirken paçalarını. sırasıyla kirli sarıları ve işenerek ağartılmış mavileri geçti. kehribar tespihin sallanışını bozdu karadut yiyenler ve bizatihi karadut. suzan’ı görmek semtin en radikal sorunuydu zaten. radikal mi?, dedi. kendine güldü. radika, radyasyon, rasyonel, rastık, resulullah, ra, of be! yalnızken eser miktarda kedileri, kelimeleri ve kenevirleri düşünürdü. lordlarla rakı tokuşturduğu günlerin tortularını genzine çekti, ama tükürmedi. beyefendiliğe zeval gelmesin…
kapılarda kızıla dönen bıyıklarından akıtıp tükürüklerle hırçın bir hayvanı tasvir ediyordu. sinirden çocuklaşıyordu. bütün dişlerini döküyordu düşerken. ve kalkarken kavgasını giyiyordu sıyrılan kollarına. suzan’ı kıyametlerle aldı siyah camekanlardan ve gönlünün en darbesiz zeminine bıraktı. döndü suzan’a. emsalinin olmadığına emin olacak kadar baktığı gözlerinden yaşları sildi. “hadi eve gidelim.” dedi. suzan ikiletmedi. yalnız ayakları acıyınca durduğu birkaç dakika için “hadisene kızım gidelim eve az kaldı zaten, dinlenirsin.” ikazını duydu. eski apartmanın üçüncü katına tırmandılar. dorian suzan’ın bacaklarına bile bakmadı. eve girince suzan’ı oturtup bir bardak su verdi. kavrulmasa suzan’a, hayatta yapmazdı. suzan teşekkür edebildi. “uyuyalım mı?” “sen yat, ben gelirim sonra.” “peki ama geç kalma, sarılmak istiyorum.” “tamam be kızım geleceğim birazdan.” dedi dorian. birazdan dedi çünkü ayık kafayla suzan’la baş edemiyordu. zihnini bulandırdı birkaç dakika içinde. yanına gitti, saçlarını öpecek gibi oldu ama öpmedi. suzan göğsünde yer buldu, bacaklarının arasına sokuldu. mahrem nedeniyle susturdular birbirlerini. ve suzan son gece için unutulmayacak kelamını etti. “dayak ilmi üzerine yaşadın, mezar üstlerinde uyudun. çünkü bazen kendini bende buldun. ikâmetin hâlâ yerleşmeyi sevdiğin bir yerim.”
simge ünvar - simgeunvar@gmail.com
suzan’ın gözlerini aklına getirdi. gözleri suzan oldu. suzan’ı göz oldu, göz göz oldu, kurşun döktü, kan utanmadan buyurdu. dorian gençliğine ağıtlar yaktığında hangi aynalara herlik katıyordu hesaplarken, suzan hangiliğin her tonunu saçlarıyla ve yırtmacından sarkan dikiş izleriyle boyuyordu. boyanan her şey kadar protest oluyordu suzanın saçları. mavi pullarıyla elbisesi karadutuna bulaşıyordu hayallerde. dorian hayallerini
ya ve da
hakan günday
Hiçbir dünyalı bu dünyaya dayanamaz ya da katlanamaz ya da yalan söyler ya da küfreder ya da ölür ya da bölünür ya da kopar ya da tapar ya da kusar ya da susar ya da kaçar ya da kırar ya da kalır ya da ayırır ya da okur ya da korur ya da doğurur ya da boğulur ya da dağılır ya da bağırır ya da sarhoş olur ya da aşık olur ya da koşar ya da yürür ya da durur ve kurur ve solar ve sorar ve kazar ve yorar ve dolar ve boşalır ve kasılır ve kalır ve yaratır ve inanır ve yaratılır ve savaşır ve yaralanır ve dener ve yanılır ve dener ve yanılır ve dener ve yanılır ve dener ve yanılır ve dener ve yanılır ve dener ve yanılır ve dener ve yanılır ve dener ve yanılır ve yazar ve dayanır.
Gündoğumu en güzel denize karşı izlenir. Hafif bir esinti ardından dalga sesleri… Sanki milyonlarca yıl uzaklaşmışsın. Sen gitmeye korkarsın ama o seni alır götürür. Saatin bir an durmuş olduğunu hissettim. Kendimden o kadar çok şey bekledim ki artık beklemiyorum. Akdeniz’e bırakıyorum akıntıya karışıp Ege’ye oradan Marmara’ya ve tüm dünyaya yayılıyorum. Ve gece oluyor. Karanlığın ortasında upuzun bir deniz. Akdeniz! Yıldızlar parlatıyor düşlerimi ve yeniden özlüyorum. Özlemek de sevdaya dâhil. En uzak yıldızı arıyorum. Nerede? Yine sessizlik… Herkes uykuda, yalnızlığım gibi derin
onur çapkın - twitter/onurcapkin
özlemek de sevdaya dahil
Sessizlik tüm gemilerin gelme vaktini andırıyordu. Gök rengi deniz beni çağırıyor. Dalga yok... Bir deniz boğabilir ama asla kandırmaz. Hissedersin çok uzaklara götürebilir seni. Bugün de gidemedim...
II Bu şiiri burada yarım bırakıyorum gidenler için... Aynada ağlayan bir palyaço sezinledim Belki de gülmeyi bilmiyordur Ya da gülmeyi öğretmemişlerdir ona. Kim bilir... III Yine mi geç kaldım? Her seferinde böyle oluyor. Defterimde çok kurumuş anı birikti Toplayıp atamıyorum hiç birini Unutmak istiyorum Sylvia. Günleri, geceleri... Acıyı kabul etmeden yapamıyorum Yaşamak işini.
kısa mesafe kaybetmeler
göktürk yaşar - twitter/yasargokturk
I Çok mu geç oldu? Yoksa ben mi çok geç kaldım? Her seferinde böyle oluyor Sylvia. Acı çekmeden unutamıyorum insanları. O insanlar ki bir zamanlar ben kendi içimde dilim dilim doğranırken, Ay’a ilk ayak basanlar. Yüzlerinde şımarık bir çocuk gülüşleri. Sade ama dokunaklı gidişleri.
sahiller, kediler ve bazı korku filmleri
Yüzüne ılık bir rüzgâr çarptı. Gözlerini açtı. Çimenlerin üzerinde, nemli toprağın ve kocaman ışıl ışıl ayın altında oturuyorlardı. Biraz daha rüzgâr, gözlerini onun yüzüne çevirdi, ay ışığıyla parlayan gözlerine. Bir elinde sigara bir elinde plastik bardağın içindeki ucuz şarap. O şarabın kokusu, sigaranın dumanı, arada gözlerini kaçırmaları, kaçan gözlerini takip etmesi, dalgaların sesi. Dalgaların sesi. Olabileceği tek yerin burası olduğuna inanmak ve diğer tüm ihtimalleri silmek. Yok oluşunu başlangıcı ve bir sürü insan… Nemli çimenlerin üzerinde oturan, dalgaların sesine, ayın ışığına teslim olmuş bedenler. Akıllar bedeni çoktan terk etmiş. Bambaşka boyutlar keşfedilmiş. Tüm varoluş geçiyor aklından, uzaklığını tahayyül edemediği Ay, dizilmiş kocaman kayalar, rüzgâr, ılık rüzgâr ve içinde köpüren dalgalar. Hayatın tezatları karşısında şaşkınlığını koruyamadan gitmek istediğinin farkına vardı o an. Dalgaları teker teker aşıp gitmek, yeni bir “uzak” tanımı bulmak. Fakat ait olduğu başka bir yer yok. Sadece orası var, olması gerektiğine inandığı yer. İkisinin beraber aklını yitirdiği o sahil. Yüzlerce insanla beraber. Kalabalık. Bütün o insanlar teker teker kalkıyor, Japon filmlerindeki hayaletler gibi yürüyor, örümcekler gibi, hızla yanına geliyorlar, üzerine tırmanmaya başlıyorlar, küçük küçük insanlar bluzunu çekiyor, ince kol tüylerine saçlarına asılıyor ve boynundan yukarı tırmanıyor. Bazıları kocaman tırnaklarıyla tırmalayarak göz kapaklarını açıyor, yavaşça içeri süzülüyor göz kapağından içeriye bir sinek gibi, bazıları kulağının içine atlıyor ve hepsi toplanıp toparlanıp kafatasının içini dolduruyor. Tıklım tıklım bir kafatası, ezilen sıkışan bir beyin ve gelmeye devam ediyorlar. Bağırıyor “Hadi gelin! Hepiniz toplanıp kafama doluşun..!” Ve tabi bağırışını kimse duymuyor. Derinleştirdiği bazı anlamlara.
Tekrar dönüyor, kirpiklerinin kıvrımlarına bakıyor, burnunun şekline, sakallarına. Yanında otururken sakallarını karıştırmasına ve kulaklarına gelen o uğultulu sesin derinleştirdiği bazı anlamlara.
Ki Lordlar böyledir işte; onlar her zaman şarap hakkında konuşurlar. -Ve belki o sahilde insanlar her şeye şarap diyordur. Ama çoğunlukla orada görünmelerine rağmen orada olmamayı seçerler. Ve eğer siz bir Lordun yanındaysanız, yalnız savaşırsınız tüm insanlıkla ve dalgalarla. Sonra yavru bir kedi fark etti; ağacın altında onu izleyen, kedi heyecanlı iki sıçrayışla şişelerin durduğu poşete atladı, elini uzatıp minik tüylü bedeni tutup kucağına aldı. Sonunda Lordun ilgisini çekecek. Ona burada olmayı seçtirecek bir şey olmuştu ki Lordun uzanıp kediyi aldı. Ve ondan kocaman bir ısırık aldı. Lordlar böyledir işte. Şekerden yapılmış minik kedileri severler. Ve ısırıkların incitişine aldırmadan onları kendilerine katarlar, hücrelerine. Ve bazen eğer bir Lordun yanındaysanız, Ve tüm savaşlarınız yeni bitmişse, o ısırıkların size ne kadar dokunabildiğini fark etmeden şekerden bir kediyi sizden koparır, Ve siz, o kedinin bakışlarını ömrünüz boyunca unutamazsınız. Ve sahilde esen her ılık rüzgâr, o kedinin incinişini anımsatacaktır artık size. Şekerden yavru kedinizin. Ve Lord, kedinin gözlerinden birini ağzına götürürken tüm huzur gösterilerine karşı, unuttuğunuz başka bir hayatınızda uyanmayı arzu edeceksiniz.
aysu uzer - twitter/uzeraysu
Omuzlarından aşağı dökülen simsiyah saçlarına. Gotik bir Lord. Siyahlarla kaplı, kendi kendine sönen sigaralar. Dumanlar. Dalgalar. Ve Lord, bir kere bile dönüp ona bakmamıştı, ki o içine dolan ve boğan tüm dalgaları boşaltmış sahili kaplayan tüm insanları, içinden bastırıp çatlatmaya çalıştıklarını kafatasından kovmuş ve tüm bu zaferlerin yanında bir sigaranın en hüzünlü ölümünün sorumlusu olmuştu.
deliler kanunu
Deli olduğumun o gün farkına varmıştım. Kitaplardaki tasvirlere inat, bir deli olarak boş gözlerle hiç bakmazdım. Herkes gözlerimin ve bakışlarımdaki derinliğin güzelliğinden bahsederdi. Bu şehir hangisiydi? Yanımdaki adam kimdi? Elini tuttuğum, öpüştüğüm, saçlarıma dokunmasına izin verdiğim adam kimdi? Yıllardır hayalini kurduğum insan değildi belki de. Hiç unutmam; bir gece dermatolojik olarak test edilmediğim için ağlamıştım. Ama bunun benim deliliğimle alakası yoktu. Kendime bahaneler yaratıp ağlamayı severdim. Hala severim. Bir sabah canım jakuzide uzanırken çeşmeden çikolata akmasını istemişti. Onun yerine kalktım bulaşık yıkadım. Nazan Öncel dinledim ve “Gidelim buralardan, dayanamıyorum.” derken ona hak verdim. Neyse ne diyordum? Deli olduğumun farkına varmış ve tüm bilim insanlarını hayal kırıklığına uğratmıştım. Hani deliler bunun farkına varamazdı? Bakın, ben vardım. Hayattaki tek başarım buydu belki de. Bana saygı duyulmalıydı. Herkes öyle kafasına estiği zaman deliremezdi neticede. Bu aydınlanmadan sonra aklıma bunu anneme nasıl söyleyeceğim geldi. Kafamda senaryolar oluşturdum. -Anneeee ben delirdim! -Ne zaman akıllıydın ki? -Anne, bu sefer sahiden delirdim. İşler ciddi. Doktor çağıralım. -Şu yemeği bi karıştırıver. -Delirmekle meşgulüm bırak şimdi yemeği. Olmadı, söyleyemedim. Zaten inanmazdı. Acaba babama mı söyleseydim? -Babaaaa ben delirdim! -Kızım para isteyeceksen adam gibi istesene! Adam mı? Deliydim ama cinsiyetçi söylemleri anlamayacak kadar değil. -Ya yok, para falan istemiyorum. Delirdim sahiden. Kuşları bile sevmeye başladım. Normal mi yani bunlar? O da inanmazdı. Kimse delirdiğime neden inanmıyordu? İyilik ve delilik arasında bir seçim yapmam gerekiyordu. Ben de deliliği seçtim. Hayattan korkan her insan gibi bu hakkı kendime verdim. İllegal iş yapmamıştım neticede.
kardelen güler - twitter/ birceneige
“Deliler Kanunu” var. Var dimi? Bu zamana kadar yanlış ata oynamıştım. Ama bu sefer atı yanıma alıp koşuyordum. Yanlış yapmam ihtimaller çerçevesinde bile değildi. Deli olduğumun o gün farkına varmıştım. Annem belki sorardı, nasıl fark ettin diye. -Kısa cümleler kurup her şeyi anlattığımı sanıyorum. Bazen de uzun uzun konuşup hiçbir şey anlatmıyormuşum gibi geliyor. -Kızım böyle delirmek olmaz. -Ama anne hani insanlar sarhoş olunca birilerini ararlar ya. -Ee? -İşte ben birilerini aramak için sarhoş oluyorum. Bu delirmek bence. -Kızım sen ters bir insansın zaten. İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar yapabilirmiş. Kimin sözüydü bilmem. Ama böyle feleğin çemberinden geçmiş sözleri severim. -Deli olduğumun… -Anladık kızım farkına varmışsın. -Ama o gün.
sarsıntı
Seksen dört saat, yirmi üç dakika... Gözünü sevdiğim duvar saati. Yeniden öğreniyorum onunla yaşamayı. Sabahları ekmek yerine akrebe, geceleri uyumak yerine yelkovana bakmak. Umutsuzluğu, içimde sönen ışıklardan tanırım. Karanlığa bürünmemek için aklımın duvarlarını boyadığım beyaz, bir candı içimde. Ayaklar altında hayatımız. Hava, kış desen değil. Bulaşıcı bir hastalık gibi doluyor insanın ciğerine. Kan kokuyor hava. Kulağım kapıda. Gözüm saatte. Seksen beş saat. Kapıda bir hareketlilik. Anahtar deliğinde ancak bir sarhoşun ya da körün çıkaracağı biçimde, anahtarı deliğe yerleştirememe sesi. Uzun zaman beklenenin, artık beklemeyi bıraktığında ansızın çıka gelmesiyle uyuşan damarların hissizliğiyle kapıya nasıl gittim, anlamadım bile. Yığıldı önüme, bin yaşında bedeniyle. Dişlerini tükürdü, “Niye ölmedim?” diye bozulmuş. Seksen yedinci saat. Az çok kendine geldi. “Şurama saplanan sancı,” dedi haylaz bir çocuğun göz devirişiyle, “Eski zamanlardan kalma kelimelerin yarattığı anlamsızlıkla ya da derinin binlerce gözeneklerinden içeri sızan keskin ayaz hissiyle ilgisi olmaması gerek. Bu toprakların kederli kahpeliğinin ellerinde, son nefesini verirken içinde yanan ateşi söndürmemiş bir devrimcinin kasılmış mimiklerini canlı tutmak için, rezilce, sinsice, en korkak sloganlarla arşınlanan meydanlarında, sıkılan bir yumruk gibi, dimdik, iflah olmaz, uslanmaz gözlerdeki parlayan arsız yıldızların değdiği çehreme yediğim sert tokat, sömürülen tüm halklara değerdi. Şurama sıkılan kurşun, tüm umutların felaketlerle vuruştuğu adımlarda, iç sesimin tüm “Dur!” ihtarlarına rağmen, kirsiz, passız, kansız günlere koştuğum için sıkıldı. Sevda ile ekilen çiçeklerin, sürülen toprakların, yedi iklimin kardeşliğiyle meyve vermiş ağaçların vefasıyla bereketlenmiş toprakların üzerinde kin ördük. Terkedilmiş
Tedirgin ve meraklı, korkmuş ama inançlıydı. “Nihayet.” diyebildim. “Olanlar oldu Tanrım,” kabullenişiyle statüsünden aldığı cesaret ile iğrenç bir sırıtmanın aşağıladığı tüm ezilmişlerin çaresiz bakışları arasında kalmıştı tüm bunları söylerken. Volkan gibi püskürttüğü öfkesi, şahdamarının belirgin atışlarından seziliyordu. “Yeni bir dünya için kardeşler!” diye yükseltilen seslerin artık yankılanmadığı sokaklarda zorla sürüdüğü ayaklarıyla kıpırdamaya derman kalmadan duruyordu karşımda. Hayasızca “Nihayet!” dedim, içimden tabii, duysa üzülürdü halime. Ve devam ettim: “Emniyeti açık silahların arasında aldığı her nefes bir hançer gibi saplanırken göğsüme, üç gün dört gece, dördüncü gecenin sabahında, nihayet karşımda!” Çividen mürekkebe süregelen zamanda tek bir kelimenin anlamını özümseyememiş halkın diz çöktüğü zindanlarda onun hızla atan kalbine yer yoktu, emindim. Sözlerine devam etmesine lüzum yoktu. Çığlık çığlık bakıyordu gözleri. Olanlar oldu. Hep daha fazlasını istediler.
elif şeyda doğan - twitter/cosmicseyler
bir evin toz kokusunda boğuldu gençliğimiz. Doğanın yeşil yüreğinde kuruyan tüm ağaç gövdelerinin filizinde yeniden yeşeren yarında kalan umut, bir çınlama gibi kulaklarımda.” Ve son olarak dedi ki: “Sahipsiziz, yeryüzü bu, depremlere alışık, kimsenin üstlenmediği ölümlere değil.” Şimdi gözleri, haylaz bir çocuğun suçunu kabullenen üzüntüsüyle kapandı.
ciddiyet merhaba
Atletik bir provadan alkışlanıyor baldırların Belki benim nane çiğnemelerim/içmem burada başlıyor Fakirliğim tınlamazlığım ve politik bağnazlığım Daha sonra çomak sokacak olursak yılan deliğine-irinle Ki çocukluğumuzun bir numaralı haytalığı Itır ıtır bir erkek gelir elime Her şeyin annesi gibi Mesela kadının Kadın anneden ne zaman gelse Pula bular sofrayı Sen kambur yanaklı çocuk Ölürsen bir gün bir kazada Unutulmayacaksın Şairliğin ünlenecek Eğer kurtulursan-kahraman olacaksın Şairliğin ünlenecek Mintanın kanlanmış Gömleğini ilikle Uzanmış kuma beni yaratandan konuşurken Yalnız beni, seni değil Ferahi bir açlık tenezzül etti Sol elimin ilk silahına Neden böyle oldu bilmiyorum Daha kemiklerimi tuza yatıracaktım Daha sevdanla birleşip Tavşanlara çıkacaktık –kardelenlere Bu şiir işi bir topaç oyunudur Yani sen anladın Ciddiyet merhaba, gömleğini ilikle!
eren burhan - erenburhan614@gmail.com
Dün yeni bir şairle tanıştım Gelibolu rüzgârında Yani pek emin değilim ama Kuzeyden esiyordu rüzgâr Merhaba şair merhaba Senin sakalların kaç gram
Zapkinus - twitter/nmadenus
Onunla geçmiş zamanların birinde, istiap haddini çoktan aşmış bir kentin, tekinsiz çığlıklar misali göğe tırmanan gözetim kulelerine giden son otobüsünde tanıştık. Takım elbiseli, siyah büyük boy sırt çantalı, terden beyazı sararmış ölgün yakalı adamlar, ekşi ekşi bakan kadınlar, mutsuzluk... Kulelerin tepesine yerleştirilen kuşbakışı kameraların hayatlarının yirmi dört saatlik benzeşmez karaltısını deşifre ettiğinden habersiz, demirlerinden tutunuyorlar düşmemek için her an tetiklerin. Temasta uçucu hareketlerle kapı ağzına yöneldiler. Bizse önemli günlerde, okul pencerelerinden bayrakları indiren bir tim hassasiyetiyle, apartmanların tüm zillerine basıp kaçtık. Ağzının yağına buladığı pembe kâğıdı bıyıklarına yapışmış kalıntılarından habersiz (uyarmıyorum) arkasında buruşmuş deliller bırakmamak adına yırtıyor. Takındığı umursamazlığın ardında her fırsatta bıyıklarından çekiştiren sıkıntılı bir telaşın yatıyor oluşu, beni kimselere açmadığı bir sırrına vakıf olmuşçasına gönendirir. Zihnimde dinlendirici etki yaratan sıkıntı emarelerini takip ederek yatıştırıyorum kendimi. İşte! yine sigara paketinin ambalajını kanırtırken bir taraftan da masadaki yağdanlığın tıpasına taktırıyor tırnağını. Konuşmadan önce neye neden olacağını tartabilmek için zaman kazanmaya çalışıyor gibi: Ekmek kırıntılarını sigara paketi yardımıyla avucuna aktarıp hızla küllüğe silkeliyor. Kürdanlarda dolaşıyor parmakları bir müddet ve biz bundan memnunmuşuz gibi susuyoruz. Kestirilemeyen bir suskunluk; kavanozun içine başka bir kavanozun içinden bakmak gibi, saatlerdir sarı siyah bir bezle silinen 6 masada 2 kişi kalmak gibi. Biliyorum, bizi bu saatten sonra ancak yangın tatbikatı neşelendirebilir.
sarı siyah
Bazı şeylerin, yalnızca bazı insanlar için bir aleniyet halesi içerisinde belirmesinin tanıdıklığına tutunarak, aynı kaldırımda sendeliyoruz. Burnumuzun ucunu görmeye yüksündüğümüzün adiliğini duyumsayarak büzüşen iç cebimize dürülü bir bulantıyı yokluyoruz, emin olmak için orda olduğundan. Ve neden sonra, yan yana yalpa vurduğumuz kaldırımdan sabaha karşı açık bir çorbacıya çekiliyoruz. Baskın sirke kokusunu dağıtan sabah serine aralanıyor kapılarımız.
işke-ğle-nce
Bugün günlerden perşembe, hayır hayır aydaki gün; yirmi altısı mı? Değil bence, saat gecenin gün devrinde, neden şimdi yirmi yedi? Olsun, günü kutlamalı. Sorma, hep benden mi öğreneceksin? Neyse, dinle o zaman güzel kardeşim. Bugünü sapır saçma fikirlerin göbek deliği olarak bilebiliriz, etrafımızda bulunma gafletine düşenleri çıldırtacağımız yegâne diğer günlerin püf olanı da. Hiç karışmasın kafan, iyi değil, hayır hayır, berbat, boktan, pislik, sıçık. Bozdurma ağzımı, dağılıyor. Şu ilk dakikalarını yaşadığımız anlam ve öneme dönersek; en son ne zaman baş ağrıttın? Ciddi soruyorum bak -öyle böyle değil- duvarda kıvılcım çıkartanından. Bulamadın mı? Artık böyle bir yetin olduğuna şüphe ediyorum. Bak aslında bu da beceri; arayamamak. Aferin lan, sonunda sen olan bir şeyi yeniden inşa edebiliriz. Dur biraz, neydi derdimiz? Hah! Bugün. Sen de sessiz bir adamsın, sen sen, sen de sessizsin diyorum. Konuşmadan dinliyorsun, gözümden kaçmıyor zannetme. İnsanlar kendi boşluklarıyla dolduruyor beynini. Dayanamıyorsun çoğu zaman, kapatıyorsun kapılarını. Dinlenmediğini fark eden, arsızca, üstelik tekme tokat dalıyor kapına. Kinin gülümsemesini takınıyorsun. Zil sesin küfürden ibaret. Ama üzme kendini, işte bugüne geliyoruz. Rol bazlı hayatlarımızda bir değiş tokuş günü. Düşünki yüzlerce kelepçen var ve her biri takılabilir birilerine rezerve. İster ellerine, ister ayaklarına, dillerine takamazsın da, ona da bir çözüm var. Kimse zevkten mahrum kalamaz. Hadi, eğlenelim biraz.
yanında iyi gider X Ambassadors - Renegades
emrah ersan - twitter/hemrahersan
Kim duymaz seni? Her anındaymış gibi kim duymaz? Al şu sandalyeyi, oturt bir bakalım. Sıkıca bağla, canı da yansın, korkma ölmez. Alt tarafı, birkaç çığlık, zevk de alabilir, bilemezsin. Adı ne demiştin, tamam dur dur, gerekmiyor. Aç günah defterini; yani ne anlatır, neleri zırvalar bilinçaltına. Güzel, sağlamlardan seçmişsin. İlk kuralımız; saçmalayacaksın. Gerekirse o kulaklara tecavüz edeceksin, ama gözleri kapanana kadar dinleyecek seni. Sanma ki güçlüler bayılmaz, denedim; zor değil. Şimdi, sen ağzına o altına sıçana kadar bağıracaksın. Konu sorma, yok öyle bir şey, yok dedim işte, serbest bırak kendini. Topla bütün monotonluklarını, bir çuval dolusu, belki bir dünya ya da bir yıl; bağla ağzını, vur kafasına ver coşkuyu. Bak gözleri yaşardı bile. Dur daha, hıçkıra hıçkıra ağlayacak, annesini sayıklayana kadar, kendine türlü tanrılar yaratıncaya kadar. Acımak yok, yok acımak falan. Lan yufka, sen değil misin her günü bin zehre bedel, hem de bu şaftsız yüzünden. Korkmayacaksın, altı ıslanan bir o olacak, sen hükmedeceksin, küfredeceksin. Şimdi bitir işini; bütün hayal kırıklıklarını daya boğazına ve tıkabildiğin kadar, bütün deliklerinden fışkırana kadar tıka. Daha sırada bekleyenler var.