karalayanlar efe elmastaş ceyhan varış serkan üstündağ sylvan clownson erkan katırcı eren burhan sarp keskiner muhammet aldemir çizenler melike palaz zeynep yıldırım efe elmastaş şura yılmaz aryen sangha alican özen zarema sinem erdağı şahin argüz deedee vingt yavuz mamaç emrah ersan kapak tilbesu çiçekdağı basım yeri izmir
Diş kamarştıran bir lezzeti vardı gecenin. Hayatının son çeyreğinde dehlizlere düşmüş herkes gibi atılan, bir adım sonrasına kalmadan doyasıya yakılan ve her ne olursa olsun ucu yalnızlığa çarpan bir doğa olayı söz konusuydu. Kullanılan her alet (makas, zımba, mürekkep bile) tüm köklü soyluluğuna rağmen donuk ama katkısızdı. Küçük kıpırdanmalara gebeydi beton yüzlü “big brother”ın çöküşü. Bir ateş gerekiyordu, dumanı yüksek bir isyanın doğumu bu karanlığı yırtabilirdi. Çer çöp topladık ve ilk kıvılcımı çaktık. Biraz daha, biraz daha... Alev büyüdükçe çoğaldık. Karanlık hala karanlık, gece hala gece ama artık o kadar da soğuk değil, gözler ışığı tanıyor. Bir meşhale her an yüksek bir kaleyi tutuşturabilir. Duvarların arkasındaki tahta konak ve onun sadist rahipleri... Bu odunlar sizler için kesiliyor. Kaçın!
Düş a n en kokoreç o t Be Sanırım akşam 10 buçuk civarları falan olmalı. Saatim yok. Onu, bu şehire gelebilmek için köy bakkalının birine, anca bir otobüs bileti fiyatına sattım. Biraz otostop biraz yürüyüş derken kasaba terminaline vardım, otobüse bindim ve nihayet ulaştım. Bir aile aidiyetini kaybedeli çok oldu. Buna sebep olan ben miyim ya da benim payım nedir, tam olarak bilemiyorum ama Sinem’i (ki kendisi bu yolculuğun asıl sebebidir) bir barmenin kucağında bırakıp çıktığım düşünülürse, buna benzer sahiplenme dürtülerimin çoktandır ölmüş olduğunu söyleyebilirim. Başladığım bir işi sonlandırmak gibi dogmalarım olmasa da önüme çıkan, daha önce planlanmamış ve hatta öngörülmemiş her şeye rağmen bitişe ulaştırmak benim için hala bir başarı eşiği. Her neyse; bunları geçip yolculuğumun son durağı olan bu şehrin sokaklarına, onların soğuk kokuşmuşluğuna sebep meydanlarına ve ipe sapa gelmez yol bilmezliğime rağmen ilerlemek istiyordum. Tam olarak neredeyim onu bulmak için elimi arka cebime atınca telefonumu uyuyakaldığım cami avlusunda çaldırdığım aklıma geldi. Lanet olası müminler. Kafamda şehrin üzerine çökmüş karanlığın içinde hayalini kurduğum yerlere gitmek vardı; ama nafile. Tek bir araba bile durmuyordu. Belediye otobüsleri de tek tük geçiyorken belli bir zaman sonra hiç geçmez oldular. Zaten geçse ne olurdu ki? Düşkün rolü yapıp bindiğim bir toplu taşıma aracında ihtimallerden biri binmekse öbürü tekme tokat atılmaktı. Özellikle parasız ve muhtaçsanız karşı taraf daha bir sert vuruyor. Sizin gibi olmaktan korktuklarından mı ya da bu bir çeşit şefkat duygusu mu onu bilemiyorum. Sağıma soluma bakıp yürümeye başladım. Akşam için kafamı sokacak bir yer bulmam şarttı. Çevrede ne bir pansiyon ne de otel, hiç biri yoktu ki; bunun bir önemi de yoktu. Aradığım şey herhangi bir inşaatın sıvası atılmamış odalarından biriydi sadece. Öyle de oldu. İlerdeki benzin istasyonunda umumiyetle biriken ihtiyaçlarımı gördükten sonra hemen arkasındaki inşaata girdim. Bir metre karelik prefabrik kulübeye hapsedilmiş bekçinin televizyon keyfini bozmadan, ağır adımlarla ilerledim. Bir kat yukarıya çıkıp etrafıma bakındım. Şehir ışıkları içeriyi o kadar aydınlatıyordu ki uyumak mümkün değildi. Arka tarafa geçtim, kendime güzel bir yer ayarlamaya çalışırken havada sallanan bir şey gördüm. Çuval gibi bir şeydi. Orada olmasının anlamsızlığını düşünerek elimi cebime attım ama telefon mevzusu aklıma geldi. Şu müminlere bir daha küfrettim.
Ses çıkarmamak için yavaş yavaş ilerlerken iki bacak gördüm. Yanına gittim, kasılmaları ufak ufak, hala devam ediyordu. Lan dedim şansa bak! Bacaklarından tutup havaya kaldırmaya çalıştım; ama nafile. Herif kendini resmen asmıştı. Beni bir koşuşturma sardı. Bekçiye seslenecekken bir anda benim burada neden olduğum sorusu aklıma geldi, durdum. Bir süre öylece kalakaldım. Adamın pantolonu mis gibi kokuyordu. Gözüm gittikçe karanlığa alışıyordu. Ayakkabılarına dikkatlice baktığımda parlak oxfort tipi bir model olduğunu gördüm. Başımı yukarıya kaldırıp elimle yokladım, ceket giymişti. Ceplerini yokladım, bir şeyler vardı. Aceleyle yerde yatan bidonu kaldırıp üzerine çıktım. Baharat kokularının hâkim olduğu bir parfüm sıkmış olan muhteremin ceplerini karıştırmaya başladım. Adama resmen ganimet muamelesi yapıyordum ki benim için o an öyleydi. Gün boyunca otobüs firmasının dağıttığı top kekten başka bir şey yemediğimi düşünürsek açlık, heyecan yaptığım o anda ellerimi titretiyordu. Bir miktar para, tesbih ve kağıtlar vardı, ceketinin iç cebindeyse araba anahtarı... Tespihi fırlatıp attım, anahtarını ise cebinde bıraktım çünkü araba kullanmayı bilmiyordum. Diğer bulduklarımı cebime atıp oradan uzaklaştım. Korkuyla karışık mutluluğumu beş yüz metre ilerideki kokoreççide yatıştırmaya çalışırken oturduğum taburede ganimetlerime bakmaya başladım. Elimdeki para tam tamına beş yüz kırk beş liraydı. Bu benim için birçok şey demekti. İki yarım, üç ayranı gömdükten sonra yoluma devam ettim. Kaldırımda ilerlerken hala daha gerginliğimi üzerimden atamadığım belli oluyordu. Sürekli, engel olamadığım bir arkaya bakma hali vardı üzerimde, tüm uykum kaçmıştı. Gecenin yarısında, açık olan bir markete girdim: - Hayırlı nöbetler! Abi bana oradan bir Cumartesi sarsana sana zahmet. - İçki satmıyoruz yeğenim, 22:30’dan sonra yasak. - E ne şeyine duruyosun o zaman burada? Git yat evine abi sende. Adam baştan aşağı beni kestikten sonra devam etti: - Nerden geldin buraya? Seni daha önce hiç görmedim. - Abi ben gezginim, yolculuk biraz kötü geçti. Ya senden şarap alıcam ya da nöbetçi eczaneyi bulup Pasiflora çakıcam. Sonra şuradaki parkta zıbarıp kaçıcam. Sabaha yolcuyum. Bakkal daha fazla uzatmadan dolaptan bir tane şarap sarıp poşete koydu: - Aman yiğenim, benden almadın. Bu bölgede sıkı kontrol yapıyorlar. Ben de zaten mahalleli müdavimler için açıyorum dükkânı. Hadi yolun açık olsun. Selamlaşıp dükkândan çıktım, az ilerdeki parka gittim. Sotede bir ağaç altı bulup bir güzel yerleştim oraya.
Bir yandan şarap içiyor diğer yandan da çıktığım yolculuğu düşünüyordum. Sinem’i, YGS son sınavından kaçıp yollara düşüşümüzü, otostop maceralarını, ayçiçek tarlalarındaki ilk sevişmemizi, annemi, babamı, bitli pansiyonları ve birçok şeyi, büyük bir merakla geldiğim, yolculuğun son durağında şehrin bana sürprizini… Bir an “aslında burada kalabilirim.” diye düşündüm ama sonra geçti. Cebimi kurcalalarken adamın cebindeki kâğıt birikintilerinin arasında bir mektup çıktı. Cesur bir vazgeçişin son sözleri… Hızlıca açtım. Okudum. Bir süre öylece durdum ve şişenin yarısına geldiğimde tekrar okudum, tekrar ve tekrar. Altıncı okuyuşumdu sanıyorum. Gözyaşları içinde yüzükoyun çimlere yatarak tepinmeye başlamıştım. Böylesi bir tarihi notun, benim gibi birinin ellerinde eriyecek olmasına gönlüm razı olmuyordu. Adam öylesine dokunaklı yazmıştı ki, bir mektup olmasından çok edebi bir eser gibiydi. Kalkıp gitmeye çalıştım ama şarap o kadar çarpmıştı ki başım dönmeye başlamıştı, adeta sürünüyordum. Biraz ilerledikten sonra köşedeki logarın oraya vardım ve kustum. O kadar başım dönüyordu ki mazgalı bile tutturamadım. Sonra bir daha ve bir daha... Başımı kaldırdığımda asfalt bir patlama bölgesini andırıyordu. Alana dağılan kokoreçler tabloyu kusursuzlaştırmıştı. Biraz toparlanmak adına yüzüme iki tane asıldım. Canım yandı ama iyi geldi. Sallana sallana inşaatın oraya vardım ve bir süre pusuya yattım. Etrafı dinledim, gecenin sessizliğinde elektrik tellerinden gelen sesi bile duyabiliyordum. Ortalık aynı bıraktığım gibiydi. Bekçi kulübesinde hala sesler geliyordu. İçeri daldım. Nereden gideceğimi, nereden yukarıya çıkacağımı kestiremiyordum. Bir an geri dönmeyi bile düşündüm ama artık çok geçti. Eğilerek ilerken merdivenlerin başında bir daha kustum, bu sefer midemdekilerin hepsi burnumdan çıkmıştı. Durmamam gerekiyordu, hızlıca yukarı çıktım. Binanın arka tarafına düşen bölüme geçtim ama o, olması gereken yerde yoktu. Evet, adam yerinde değildi. Diğer bölümleri dolaştım, Tekrar tekrar dolandım, bir kat yukarıya baktım ama yoktu. “Ölü değil miydi lan bu adam?”. Onu gördüğümü düşündüğüm yere tekrar gittim, adama ait bir şey aradım. Bir ara emekleyerek tesbihi aradım ama hiçbir iz yoktu. Sabah olduğunda bir amelenin tekmesiyle uyandım, başımda toplananlar sülalemde tanıdım kim varsa sövüp duruyordu. Ustaların hepsi bir koldan yaka paça tutup inşaattan attılar. Düştüğümde baya bir sürüklenmiş olmalıyım ki kaşım yarılmıştı, üstüm kan içindeydi. Şehir sakinlerinin pek misafirperver olmadığını böylece anlamış oldum. Benzin istasyonuna gidip elimi yüzümü yıkadım, havlu kâğıttan kaşıma tampon yaptım. Yürürken fark ettim ki, kargaşa esnasında herifler paramı da çalmıştı. “Ne puştlar var” diye geçirdim içimden. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu ama dün akşamdan mı, düştüğümden mi bilemedim.
efe elmastaş
zyn/2017
‘Gül. Gülmelisin denen o zahmetli başlıyor. Çünkü e buluşturmandan yorgun Kırk beş dakikad buğulu bir ay izliyorum. Kork bir odadan bir geçerken kör vurulur muyum? dallarımla kendim durmadan ve i arkaya cümleler d sokak lambala (Bu ne büyük Soyunuyorum y Karşımda, henüz çiçekler açıyor diyorum, işaret p duruyor. Kendim durmadan. Kırk sebepsiz yere sı sonrası tertemiz b ‘Gül. Gülmelisin. Çünkü yarın denen o zahmetli gerginlik seninle başlıyor. Çünkü ellerini göğsünde buluşturmandan anlaşılıyor yorgunluğun.’
kırk Kırk beş dakikadır sebepsiz yere buğulu bir aynada suratımı izliyorum. Korkuyorum, acaba bir odadan bir başka odaya geçerken kör bir kurşunla vurulur muyum? Kurumuş bütün dallarımla kendime öykünüyorum durmadan ve işte böyle arka arkaya cümleler dizince bileklerim sokak lambalarına özeniyor. (Bu ne büyük uzaklık ama!) Soyunuyorum yoksunluğumdan. Karşımda, henüz bahar gelmeden çiçekler açıyor. Bir bulut diyorum, işaret parmağımda acısı duruyor. Kendime öykünüyorum durmadan. Kırk beş dakikadır sebepsiz yere sırtım üşüyor ve sonrası tertemiz bir mermer tutsaklığı. Bütün eşikler yeşil ışık yakıyor. Yanıyor tahta kapıları yalnızlıkların. Göğe, kuşa ve paslanmasına bazı şeylerin, selam veriyorum. (Siz, adına kapı zillerinde rastladığımız o kör saatler, nasılsınız?) Göz ucuyla geçiyor bir ağıt suskunluğun ortasından.
Günlerden yaz, mevsimlerden cumartesi. Bugün yirmisi mi, yirmi ikisi mi, bilmiyorum. Ayakkabılar yürürlüğe giren ilk gerçek oluyor. Çok gezen bilir diyenler ve karşıt görüşlüler tartışıyor, kırk beş dakikadır onları izliyorum. Dikkat edin, kan çıkabilir bu kargaşadan! İğne ve iplik diyorum, diyorum ya işte böyle bir sevimsizlikle dudaklarımı dikiyorlar. On ikiyi beş geçiyor askeri törenlerle, silahsızlar üstelik bir buna seviniyorum, yapacak bir şey bulamıyorum. Kendime öykünüyorum durmadan. Düşerim diye ve kanar diye dizlerim uzak duruyorum kaldırımlardan ve onlara inanmıyorum. Kaldırımların insanlara iliklediği o acemi yükseklik, yaşamın iplerinin kimin elinde olduğunu gösteriyor. ‘Gül. Gülmelisin. Çünkü yarın denen o zahmetli gerginlik bu yüzden seninle başlıyor.’
n.gerginlik Çünkü seninle yarın ellerinianlaşılıyor göğsünde nluğun.’ dır sebepsiz yere ynada suratımı kuyorum, acaba r bir başkakurşunla odaya ? Kurumuş bütün me öykünüyorum işte böyle arka dizince bileklerim arına özeniyor. uzaklık ama!) yoksunluğumdan. bahar gelmeden r. Bir bulut parmağımda acısı me öykünüyorum kırtım beş üşüyor dakikadır ve bir mermer tutsa Şarkılar, şiirler ve rütbeli kuşlar geçiyor. Bu cenaze marşını bir yerden hatırlıyorum. Kırk beş dakika sürüyor. Rüzgârlı bir istasyonda betimsiz trenler bekliyorum. Trenler ki ilk düdüklerinde ciğerimi parçalıyor. Makas atıyor ruhum durmadan. Bir acı ne kadar çok olabilirse o kadar ısınıyor ellerim, ellerimden tutuyorum. Korkuyorum, acaba bir sonraki istasyonda kör bir kurşunla vurulur muyum? Vurulursam şarkılardan, şiirlerden ve kuşlardan kanarım ancak. Faili geciken trenler olur.
beş
Kendime öykünüyorum durmadan, böyle diyorum. Hızlı adımlarla kendine öykünen ve hesabını ayaklarından soran insanlar görüyorum. Ayakkabılar yürürlüğe giren ilk gerçek oluyor. (Yükümüz, ay ışığında kurulan çilingir sofralarıdır beyler, bayanlar. Yükümüz, edilgenliğin varılan, lacivert ormanlarıdır.) Sonra eskiyen ne varsa restore ediyorum. Eskimek bütün filmlerde boy gösteriyor. Boy veriyorum bu sararan güz kırıntılarında. Mevsimlerden cumartesi üstelik saat on iki kalbim kapanıyor. Kepenklerini indiren, aynı anda incitmeyi başaran bir çok rüzgar tanıyorum. İncitiyorum bütün yollarını sokak şarkılarının. Yükümüz git gide irileşiyor, irileşiyor ve ben iyileşemiyorum. Kırk beş dakikadır sebepsiz yere buğulu bir aynada suratımı izliyorum. Korkuyorum, acaba bir odadan bir başka odaya geçerken kör bir kurşunla vurulur muyum? Bilmiyorum. Durmadan duvarlara resimler çiziyorum ve karakalemli yapraklar düşüyor halının üzerine. Halıda yüz binlerce ölü bulut duruyor. Acısı şuramda hala sürüyor, bunu kesilen yağmurlardan biliyorum. Göğe, kuşa ve paslanmasına bazı şeylerin ve yitirilmesine bir gece vakti acıyı heceleyerek, selam veriyorum. (Siz, adına kapı zillerinde rastladığımız o kör saatler, neden yoksunuz?) ‘Gül. Gül. Gülmelisin. Çünkü yarın denen o zahmetli gerginlik bir şiirde duruyor.’
ceyhan varış
efe e.
Eren Burhan
kontrolü
öfke
Senin, benim kadar bir adamcağızdı. Ağzı ufak... Pek söz dökülmez dilinden. Susup oturur sabahlara kadar. Beyninin içerisine dönüp duran binlerce dünya var. Binlerce gezegen... Tıpkı yaşadığımız evren gibi... Bir evren de bu Kont’un beyninin içinde var! Oldukça soylu biri. Kont dememek ayıp olur. Fakat biraz daha derinden incelersek, doğru tahmin ettin, bu sadece adamın rolü... Öfkesini bu soyluluk rolü ile gizliyor bizlerden. Gözlerimizin göremediği, kulaklarımızın duyamadığı ve dilimizin tadamadığı acılara sahip bu adam. Çırpınışlarına baktığımızda, onu dans ediyor sanıyoruz. Mutlu, sakin ve asil bir hata sahip. Bize sergilediği hayat bu. Beyninin içerisindeki evrene giriyoruz tekrar. Gezegenler bir düzende dönüp duruyor. Bazılarının üstü dolu. O gezegenlerde hayat var. Hayat olan gezegenlere ziyaret ediyor bu adam. Sayısız öyküsü var bu adamın. Nice farklı duygu barındırıyor zihninde. Fakat her zaman dolaşamıyor bu dünyalarda. Kendi yaşadığı dünyayı hepten unutamıyor. Bak, Kont yemek yiyor. Çünkü zaman akıp gidiyor. Kont asaletini kaybetmeden yemeğini yiyor. Doyduğu vakit, yaşadığı bu dünya ile olan bağını koparacak fırsat buluyor. Uçuyor zihnindeki evrende ve yeni bir dünyaya konuyor. Kimi zaman âşık oluyor, kimi zaman katil... Bir sürü rolü var bu evrende. Karnı tok bir hayalperest oluyor. Zihninde oluşturduğu evrende, oldukça kudretli birisi sayılıyor. Ortak realiteye dönünce ise; ne bir yerden bir yere uçabiliyor, ne seveceği birini buluyor ne de, canı istediğine işkenceler uygulayıp o haysiyetsizlerin derilerini kazıyabiliyor. Adam, tam bir kont fakat bu soylu yaşamdan sıkılmış. Bu dünyaya döndükçe öfkeleniyor. Zaman akıp gidiyor. Adam acıkıyor. Yemek yok sofrada. Kimseye karşılıksız yemek yok, soylu bir adamın damak tadına göre... Adam çalışıyor. Yemek yiyor. Karnı tok hayallere dalıyor. “Bizimle ilgilen” diyor, bedeninin sıkışmış olduğu
dünyadaki embesiller. İlgi yoksa yemek yok. Yemek yoksa tokluk yok. Tokluk yoksa hayal yok. Bir mecburiyet sarıyor adamı. “İlgileniyorum” diyor adam, öfkesi giderek artıyor. Zihnindeki evrende dolaşmak istiyor. Embesiller var her bir tarafında. Kont, rolünü iyi biliyor. Öfke varsa ilgi yok. İlgi yoksa hayal yok. Öfkesini saklıyor. Adam şaşırmaya başlıyor. Şimdi ayırt edemiyor, hangi dünyada olduğunu. Karnını tok tutması gereken dünyada mı şu an, yoksa sevdiğini haykırması gereken dünyada mı? Köşe başında dikilen garip şapkalı adam bir ajan mı, arkasındaki teyze adamın ağzına siyanür çalar mı? Hangi düşmanı kılık değiştirip markette ona selam verdi? Bu dünyada uçabiliyor muydu? Sokağa çıkıp kaos mu oluşturmalıydı, iş yerine gidip evrak mı toplamalı? “Neredesin, Kont? Neredesin şu an?” Öfke, nihilizme yöneltti Kont’u. Kont sakin. Hep asil. Sabahlara kadar konuşmadan oturur. Bir şeyler yer, iyi adamdır ama pek muhabbet etmez. Ne dediğini pek anlayamaz insan. Garip adamdır, Kont. Selam verir bir arkadaşı ve anlar öfkenin kont rolünü. Yanaşmaz fazla. Böyleleri gereksiz parlar etrafa...
serkan üstündağ
alican özen nx etkisel geçişi kısım 1 siyah kapşonumu kafama geçirmiş elleri cepte adamım. belirsiz bekleyişim yarattığım tedirginlik, soğukta gelmeyen otobüsün öfkesine yoldaş... bana bakıyor (belki ellerim soğuk çeliği okşuyor. belki benim ellerimle dökülmüştür kaldırım taşının arasından süzülüp yola bulaşmış akşamın karanlığında süzülen kan.) belki kötülük damarlarımda gezinen ...kan... belki damarlarımdan dökülen. 9217 / s
sylvan clownson
zarema
sinem erdağı
En arka masadaki çifti görüyor musunuz? Evet, şu gözlüklü güzel Asyalı ve çirkin yobazdan bahsediyorum. Haftada en az iki kere, bu kafeye gelip kavga ederler. Adamın, kadına sürekli kısıtlayıcı emirler vermesi benim bile dengemi bozuyor. İnsanları anlamamak için insan olmaya gerek yok. Ve o aciz egoları yok mu, sadist olasım geliyor! Övündüğünüz şeylerin size ait olmamasından nasıl rahatsızlık duymuyorsunuz? Bu büyük bir çaba ister sanırım. Aman Tanrım! İşte geldi. Maria… Kendisi bir kedidir. Hayır, o, herhangi bir türden daha fazlasıdır. Ah Maria! Ne? Bizim sevemediğimizi mi sanıyordunuz? Yoksa sevginin, insanın yaratılışıyla mı ortaya çıktığını düşünüyordunuz? Siktirin ordan! Sevgi, ilk canlı türüyle birlikte ortaya çıkmıştır, her şeyi sahiplenmeyi bırakın artık! Kendi türüm adına konuşmak gerekirse, biz, kediler, Pliyosen Çağ’ından beri bu ekosistem üzerindeyiz. Ve 4-5 milyon yıllık tarihimizde, sevgisine ihanet eden hiçbir kedi bulamazsınız. Fakat sizin en eski tarihiniz 200 bin yıl öncesine dayanıyor ve varolduğunuzdan beri her şeyi bok ettiniz. Dediğim gibi, “Sevgi, ilk canlı türüyle birlikte ortaya çıkmıştır” ve sizinle birlikte ‘sevgiye gasp etmek’ moda oldu. Sizinle birlikte, ne kadar boktan şey varsa moda oldu. Dünyayı zehirleyip, normali buymuş gibi göstermeye çalışıyorsunuz. ‘Alışmak’ dediğiniz olaya bağımlı olmuşsunuz. İnsanlığa karşı, sitem dolu ve daha yaratıcı hakaretlerde bulunmak isterdim fakat Maria’ya kendimi göstermem gerekiyor.
Ah Maria, kuyruğundan boynuna doğru eğik bir çizgide yol almak isterdim! Ah Maria, seninle bir Tom Waits şarkısında birbirimize karışmak isterdim! Tamam, kabul ediyorum. İnsanlığın güzel yanları da yok değil. Tom Waits’in çatallı ses tonu, Johnny Cash’in Tanrıya şikayetleri, Bob Dylan’ın kafa karışıklığının bir yansıması olan saçları, Scarlett Johansson’ın göğü… Pardon! Kafamı daha fazla meşgul edecek şeylerle doldurmadan Maria’nın yanına gitmem gerekiyor. “Hey, Maria! Biraz yalaşmak ister misin?” Çok ani gelişmesini beklediğim bir olayı daha da hızlandırmak istemem biraz patavatsızca mı oldu sizce? “Üzgünüm Şanssız, sevgi beslediğim biri var!” Bana bu adı kimin verdiğini hatırlamıyorum fakat durumu çok güzel özetliyor. Ona fazlasıyla duygusal bağlılık duysam da, sevgisine saygı duymam gerekiyor. “Peki Maria. Fakat şunu unutma, sen tam bir sürtüksün! Ulan daha dün sevdiğin birinden ayrılmadın mı sen? Sevgi sürtüğü! Her ay başka biriyle birlikte olup “Sevgi beslediğim biri var” mı diyorsun yani? Sevgi beslediğin bir grup var Maria! Ve o grubu her açıdan çok güzel besliyorsun, tebrik ederim.” Hakaret edip ardından yüzümde 3 tane çizik olmasına yol açan bir hareket yapıp gitti. Maria’lar hep böyle sanırım. Ah, engel olamadığım, içimde kıvranıp duran o sinsi duygu! Senden nefret ediyorum. Ben gidiyorum insanlık, bira içeceğim. Aptallar!
şahin argüz
deedee vingt
MİNİMAL MİNİMALİST MİLİSLER MANİFESTOSU Hamdü Senalar ve Aslılar kendi kendilerini elektrik direklerine astılar* Kedisi cumhuriyet olan çivil ve barok tabanları Deneysellik piç kuruları kemik klozet kapaklarınızda Kafanızın hiç çalışmadığı yerler acılar sokaklarının ayyaş halüsinasyonları Kocaman sert ve damarlı atıflarım Davalarınıza batın Okullarda büyütülen bilgisizliğin yetmiş bilmem kaçıncı çocuk frekansları Hayalarınıza batın Çünkü penisler ve vajinalar bilgisizliğin ve benim kalyonel travmam Protez protestlere batın Gazeteler ve diş gıcırdatan ranza medyatikleri P u t l a r Bu ülkede yaşayan tüm duvarlar biraz okunmamıştır* Griye saplatan menekşelerde vardır elbet Sonara hizmet edip kelimenin hazne bölgesine yatırılan Ölüm denilen karartı kamışını bilmiyorsunuz Tek bir kontra bas ile devlet ile kuş ile Huş ile siber tanrılarınız ile Puşt ile Zalimler ve okul müdürlerinin soy ağaçlarında anaları eksiktir* Cebrin ve saltanatın limoni salatası Kalenderi yapışkan bir çift maydanozu alıp tependen Toprağın içinde pişmez tükürük-tependen İlla ki Trajikomediye Tabut kavimleri bu yüzyılda başlayacaklardır Sayılgısını yapmaktan çok Buraya üç oktav basın Son olarak serenatı eksilen sonat müdavimleri* Hangi ağlamda yaşıyorsunuz?
Eren Burhan
İn Baba İnelim, Yık Baba Sarp Kes Yıkalım kiner Bostanlı’mızın son saat tamircisi, geçenlerde dükkânın vitrinine keçeli kalemle ibareyi kondurmuş: “İzmir’e indim, üç saate gelebilirim”. Öğle vakti, moto guzzinin teki peynirciye roka indiriyor, ki rokalar çıtıra kesmiş. Yoldan geçen dedenin gözü rokalara takıyor; ihtimâlen bize doğru mırıldanıyor dede veya rüzgâr üflüyor sözlerini bize doğru: “Akşama rakı alayım ben”. Kadıköylüler, Beykozlular veya Pendikliler; siz de eskiden İstanbul’a inerdiniz, değil mi? Bahsettiğim mahallede, ben çocukken taze yosun kokar bir pazar yeri var idi. Ayyaş balıkçıların çubuk tüttürüp, boş arsalardan topladıkları tahta parçalarından çattığı arabalarla kerevizi, pırasayı, domatı, demet demet tere otu ile maydanozu on paraya evimize kadar taşıdığı, çığırtkansız ve Çin mallarından azade bir pazara ev sahipliği yapar idi buralar, erken 80’lerde. Balıkçı ve bostancı ahalinin en zengine çekinmeden güneşli merhabalar çaktığı yerdi Bostanlı. Mahalle şimdi bir arafta debeleniyor, dineliyor ve direniyor. Pantaloncu Mustafa, Tadım Börek, camcı, tabldotçu nispeten yenice sayılsa da çocukluğumdan bugünlere kalan yufkacı, biloycu, sıhhi tesisatçı ve karanlık dükkanı ile gizemini koruyan nalbur noir; zamana dirençli çıkmış görünüyor. Dirençliler ve farkındalar ki, mahalleyi dükkânı satmak; geçmiş ömrü umarsıza yeniye domaltmak anlamına geliyor. Müteahit umursamaz; diker apartımanı. Sonra da “arabanı da git Gode Cengiz’in oralara bir yerlere koy” der, ipi kuşağına denk yeni yetmenin biri. İlkbaharın şeker gibi tatlı öğlen güneşinde bostancı Arnavut dedenin üç beş kalas çakarak çattığı yük arabasının tepesine tüneyip lahana yaprağı geveleyerek gerine gerine gezindiğim bu serin gölgeli sokaklardan çok uzaklara kaçtı pazaryeri. Tenteler, betonarmeler ve dökme iç çamaşırı dünyasının içine sıkıştı o bir zamanların türlü tazelik sunan lezzet cenneti. Mandalin, iğde ve muz ağaçlarının gölgesinde ev yapımı limonata ile serinlediğimiz pazara böylece veda ettik. Neymiş, zamanlar değişmişmiş; canına işediğim zamanlar... Ellerimde sıcaktan pörsümüş yeşillikler ile dolu naylonlar; bize benzersiz bir cehennem sıcağı sağlayan betonarme çatıların altından kurtulmak için milleti dirsekleye dirsekleye yol açmaya çalışırken aklımdan bunlar esip geçiyor. Mahallen ölünce çocukluğunu, ergenliğini ve tüm bunlara nakşolmuş gün batımları ile imbatları da peşinden sürükleyip götürüyor ölüme.
Çünkü yıkılan her apartman, senin çocukluk hatıralarını göğüs arasında itina ile saklayan sokakların fotoğrafını gittikçe un ufak ederken her yeni inşaat, eski rüzgârların da yönünü bir daha geri gelmemecesine değiştiriyor. Püfür püfür esen balkonun, bir bakmışsın ki o yaz her niyeyse sahra kesiliyor. Rüzgâra binip gün boyu tel tel gezinen sokağına özgü kokular da böylece senden çekip giderken, beraberinde geçmiş gitmiş zamanın geriye kalan son iplikçiklerini de koparıp götürüyor peşinden. Hani öyle hep dendiği gibi “buralar eskiden dutluk idi” tonunda tınlamayacaksa eğer, eski adı Papaz olan mahallemin kıyıları ben ufakken balıkçı koylarıyla bezeli idi. Denizin dalgalarının çıplak apartman duvarlarında patladığı bir yerden bahis ediyorum ki, nice med cezirlerde hayatını kaybetmiş ölü kedilerin leşleri arasından seke seke ilkokuluna gitmiş kişiyim; koy boyunca adım adım. Bir de bataklığın üzerine kazıksız dikildiği için birbirine yaslanarak batmaya devam etmiş, altı yedi katlı eğri apartımanları meşhur benim mahallemin. Dört meşhur apartıman bunlar. Komodinler ve sehpalar yüzde yedi eğik yatıyor salonlarda. Derken, o koyları doldurup otopark yaptılar, sahile de altı şeritli bir otoban çektiler. Ufakken balkondan baktığımda vatozların resmi geçitler düzenlediği sokağa sıfır denizin üzerinde şimdi nargilecilerin ateşçileri fink atıyor; sabah birlere kadar da mobiletini Harley’ini kapan, Nos’lu Şahin’lerle kapışıyor. Buradan taşındım ama hâlâ her türlü alışverişimi adı Çeşme Durağı diye geçen bu mahâlden yapıyorum. Israrla. AVM’ler ve makro marketler yıkılsa batsa umrumda bile olmaz ama esnaf bir kaybolursa mahallemin hepten biteceğini biliyorum. Kaldı ki, diyelim elim dolu; alışveriş malzemesi ile dolu filemi H&M’e mi bırakacağım? Oysa Serdar Kırtasiye’ye atarım fileyi; muhabbet ısınırken bir de çay çekerim ağzıma. Şimdilerde İstanbul’da handiyse bir çiçeğin açma hızına denk düşen bir hızla süregiden sitecilik ve kentsel dönüşüm projeleri sonucunda mahalle kültürü tamamen ortadan kaybolduğunda ortamlar neye benzer; görüyor, gözlüyor ve biliyorum. Uydu kentlerde sıfır gürültülü, süper steril hayatlar; tek tatil Pazar gününün tamamını sikko bir AVM’nin dört çatı altı kapançlığında sinemalarında, zincir mağazalarında, çakma yerel tadlar saçan zincir lokantalarında geçirip gün batarken çıkıp eve dönmeceler. Çocuğun elinde iki saat sonra bir kenara fırlatıp atacağı bir yeni oyuncak; D&R’dan alınmış dergiler eşliğinde maç izleyerek uyuyakalmalar ve Pazartesi ekranda döneduracak dizilerde ne olur ne biter derken yatak faslı... Oysa kimi eski Pazar günlerinde ve hattâ; nevbahardan sonbahara uzanan tüm güneşli Cumartesilerde millet, Karşıyaka sahilinde kilometrede bir düzen tutmuş “bomfrit”çilere uğrar, kızarmış patates dilimlerine bol ketçap, kimyon ve tuz iliştirip turlardı da turlardı. O yıllarda patates kızartmasına bomfrit deniyordu, hele “cips” lafı zaten mevzu bahis bile değilken “anne patatesi” gibi abuk bir terim tümden ortada yok idi. Zira sadece anneler değil, her yaştan herkes hakkı ile patates kızartmayı biliyordu.
Sonra ne oldu? O büfeler ranttı, ruhsattı derken yok edildi ve yirmi yıl sonra şimdi, bankta pinekleyenlere bırak boyozu gevreği; bayat poğaça ile zift gibi çay, ışın kılıcı, elekaltı yer fıstığı satan seyyarlardan ibaret bir silsileye mahkûm edildi Karşıyaka milleti. Kendini sevmeyenin ne şehir sevgisi, ne de yaşama müjdesi oluyor. Yeri gelmişken, eskiden anlamakta müthiş sıkıntılar çektiğim çepere kondurulmuş uydu kentlerde yaşamanın nasıl birşey olduğunu artık apaçık anlıyorum; çünkü bu formatta yaşayacaksan zaten gelip de şehrin ortasına inşa edilmiş mega sitelerde yaşamanın bir alemi yok. Zira, haydi şehri geçtim; burada yaşayan çoğunluğun şehri hakkı ile kullanmaya ve tanımaya zaten ne niyeti, ne de zamanı var. Bununla beraber, ben de artık öyle bir sitede yaşıyorum ve ev ararken eski mahallemde yer bulamadığım için zorunlu olarak buradayım. Çünkü mahalle sakinleri, en azından şimdilik, bir ömür verdikleri evlerini terk etmeye hiç mi hiç niyetli değil. Boş ev falan yok. Gerçi olur da çıkarsa onun da asimetrisine doyum yok; zamanın Laz müteahitleri sağolsun, konsolu koysan salon kapısı kapanmıyor. Mevzuya İzmir penceresinden bakmaya devam edecek olursak, artık tamamen köhnemiş ve yaşamsal arterleri kilitlenmiş, altyapı sistemi işlevini yitirmiş kimi eski gecekondu bölgeleri haricinde (ki bunlar yeni açıklananan ulusal kentsel dönüşüm hamlesinde yıkımı öncelikli semtler olarak geçiyor), İzmirli ne mahallesini terk etmekten hoşlanıyor, ne de neredeyse yarım asırlık apartımanlarından veya yağ tenekelerinde büyüttüğü sardunyalarından vazgeçmeye niyetli. Deprem tehlikesi veya toplu ulaşım sistemine getirdiği sıkıntılar babında bu gidişat iyi midir, kötü müdür; ben onu bilemem ama İstanbul’daki dehşet verici dönüşüm örneklerine tanık oldukça bu direncin lokal yaşam kültürünün devamı adına beni mutlu ettiğini söylemek isterim: Sözde Selçuklu mimarisine atıfta bulunan ve ne idüğü belirsiz kamu binaları, krom balkon korkulukları ile sırıtan yavru ağzı renkli tek düze apartımanlar veya karton koli estetiğine sahip TOKİ siteleri... Ve mutlaka; halk oyalansın diye pek yakına kondurulmuş bir AVM ve görkemli bir camii... Bunları el faresi ile kes yapıştır yaparak çoğalttığında pek modern bir şehir yaratıldığına dair umuntular, sanrılar, küçük taşra kafalı gönenmeler... Memleketteki apartımanını mozaik taşla baştan aşağıya kaplatmış muktedirin avanesi, başka birşey görmemiş ki. Ve bu mikro mahallelerin içinde kasnaktaki sincap gibi takla atarak dolaşan ahali. Derdimi en iyi Kalamışlılar, Modalılar, Kuzguncuklular, Hisarlılar, Feriköylüler, Tophaneliler veya Büyükdereliler anlar. Zamanında bundan ötürü Sulukule, Bomonti ve Tarlabaşı için kargalar gibi çığırdık, çırpındık durduk ama kuşun beynine laf edip kendi beynimizi matah addettiğimiz şu alemde, ottan ev edip mutlu mesut gezinen kuşların bile bizden daha arî bir hayat sürdüğünü yine unuttuk. Durmak yok, diziye ve düzüye devam.
et m am uh m de al ir m
_ B Y KA EDEN
Beni aradığında kütüphanede inceleme yazısıyla uğraşıyordum. Kafamda Amerikan tarihi, beyazlar, zenciler, beyaz zenciler tepişiyordu. Çıktım, telefonu açtım. Yarın akşam gelecek miymişim, geleceksem, eksik olan şeyler varmış, onları almalıymış, onu öğrenmek istiyormuş. Gelmemi istiyor musun, diye sordum. Kaçamak yanıt verdi. Eğer gelmemi istiyorsan, gelirim dedim. Dolambaçlı oyun onu yormuştu, beni davet etti. Kabul ettim. Bir şey daha var, dedi. Bu akşamdan gelebilme imkânım var mıymış, bilmek istiyordu. Tamam dedim, olur. Sesinde bir kedi hırıltısı vardı. İşlerin kötü gittiğini anladım. Zaten benim de kafa dağıtmaya ihtiyacım vardı. Telefonu kapattım. Yayıncıyı arayıp yazının ileriki tarihe ertelenmesi gerektiğini söyledim. Sorun olmayacağını söyledi. Hazırlandım, çıktım. Yol uzun sürdü. Daha önce şehrin o tarafına hiç gitmemiştim. Neyse ki otobüs evin yakınında duruyordu. Buna rağmen evi bulmam biraz zaman aldı. Apartmanın elektriklerini kesmişlerdi. Merdivenleri telefonun ışığıyla çıktım. Kapıyı çaldım; açtı, sarıldı bana. İçeri geçtim. Ev büyüktü. Ev arkadaşı vardı ama söylediğine göre sevgilisiyle kalmayı tercih ediyordu. Burada yalnızdı. Odasına girdik. Oda sadeydi, onun gibi birine göre. Aşırı uç şeyler beklemiyor değildim, ona şaşırdığımı söyledim. İstanbul’daki evlerindeki odasının her yanının siyahla kaplanmış olduğunu söyledi, işte bu inanılacak şeydi. Sandalyeye oturdum. Yatağına oturabileceğimi söyledi; oraya geçtim. Problemin ne olduğu sordum; beni buraya çağırışı yardım çığlığıydı, bu açıktı. Önemsiz şeyler olduğunu söyledi. Üstelemedim. Sigara bitmişti, gittim aldım. O anlattı ben dinledim o anlattı ben dinledim o anlattı ben dinledim. İnsanlar sürekli konuşmak istiyordu. Aslında insana bir şeyler anlatmakla saksıya bir şeyler anlatmak arasında fark yoktu. İnsanlar önemsendiğini görmek istiyordu, ilgili gözler istiyordu. Kimse dinlemek istemiyordu, kimse soru sormuyordu; sadece soru sorulsun istiyordu. Dinledim. Sustum. Ben bu işin tanrısıydım.
Şarap açtık. Ailesinden bahsetti. Neden o kadar sene vermiştim, sordu, taş atmıştı. Problemlerim olduğundan bahsettim, büyük problemler, ayrıntı vermedim, konuyu onun istediği noktaya getirdim; ya o neden böyle yapmıştı? Babasından bahsetmeye başladı. Ona göre bir hiç uğruna ölmüştü; öldürülmüştü. Bu ona dokunuyordu; onu mahvediyor, yavaşça tüketiyordu; görüyordum. Dinledim. Sorunları vardı, tedavi görüyordu. Geceleri uyuyamıyordu. Annesiyle arası berbattı. Bu felaketin yaralarıyla uğraşıyorlardı, birbirlerini görebilecek noktada değillerdi; güven problemleri, kopuk iletişim. Adım adım farklı yönlere savruluyorlardı. Bitirdiğinde bana döndü. Elbette senin acıların kadar derin değildir tabii, dedi. Oysa ben acıları ululaştırmazdım, onlarla savaşmayı çoktan bırakmıştım ve kapattığım sandıkların yanık mühür kokusunu her ne kadar arada duysam da bunu umursamazdım. Ben bir bok değildim, kimse bir bok değildi, acılar da bir bok değildi. Bu hayatta sürünüp ölüp gidecektik işte. Evet, dedim zaman sonra. Seninkiler kadar büyük değil. Onu oldukça kibirli buluyordum, oldukça küstah. Çok zeki olduğunu düşünüyordu, her birey gibi, özel. Tanıştığın en zeki kadın olduğuma eminim, dedi. Cevap vermedim. Ağzından dökülen narsist cümleler onu alıp duvara pislik gibi yapıştırmam için kışkırtıyordu. Sanırım şaraptan, zaman sonra pek siklemedim. Yakınlaştık. Ellerine dokundum. Güzel eller bana müthiş haz verirdi. Ekvatoral ormanda gezinmek gibiydi elleri; toprak yumuşak, hava sürekli yağmurlu. Yavaşça yanına sokuldum. Bacaklarını bacaklarımın üstünden atıp dibine girdim. Konuştuk. Zaman sonra acıkmıştık, bir şeyler söyledik, yedik. Arkadaşları aradı; onu çağırdılar. Benimle olduğunu söyledi onlara. Beni de alıp gelmesini söylediler; bana baktı. Yüzümde oluşmuş küfrü gördü ki bunu reddetti. Sordum. Arkadaşları onun genelde erkeklerden sıkılıp bir süre sonra dışarı çıktığını bilmiyor değillerdi. O yüzden böyle bir teklif yapmışlardı. Ya ben? Ben ona göre, farklıydım. Yüzümü ekşittim, bu iyi değildi. Konuları değiştirdim. Başıma gelen aptalca olaylardan bahsettim. Güldü, suratına biraz renk gelmişti işte. Telefon çaldı. Konuşmak için içeri gitti. Arayan, eski erkek arkadaşım, hala ayrılığı atlamadı, dedi. Suratında acı ifadeyi gördüm. Gözleri tehlike saçıyordu. Umursamadım. Müzik açtı. Birkaç mum, birkaç bardak şarap. Sonra müziğin sesini sonuna kadar yükseltti. Odanın ortasında tepinmeye başladı. Anlamlandıramadığımı görünce açıkladı; aşağıdaki orospu çocukları son ses porno film açıp geceleri uyku uyuyamayan ona müthiş rahatsızlık veriyordu. Şimdi o intikam alıyordu. Zıplıyor, bağıra çağıra şarkıya eşlik ediyor, arada bardağından şarap yudumluyor, dans edip gülüyordu. Saate baktım, üç gibi bir şeydi, otobüs seferleri bitmiş olmalıydı, kaçış yoktu: Bu gece manyağın tekiyleydim. Yanıma geldi. Beraber yatıp yatamayacağımızı sordum. Dert etmeyeceğini söyledi. Bir elim kalçasındaydı. Elimin neden orada olduğunu sorguladı,
tüm kadınlara karşı böyle miymişim? Hayır, dedim. Yalan değildi. Çoğunlukla beni sıkarlardı; belki güzeldiler ama biraz beyin gerekiyordu, biraz da iddia ve kadınsılık. Ondan her ne kadar nefret etsem de ona dokunmak müthiş hoşuma gidiyordu, hepsi buydu. Bunu ona söyledim. Ciddiye almaya gerek yoktu. Hak verdi. Serinkanlı kadındı. Ölmüş, yıllardır mezarını arayan ceset gibi yorgundum. Son günlerde deli gibi çalışıyordum, yolculuk ve şarap da bunların üstüne beni tüketmişti. Saat beşti. Ona sarılmış uyukluyordum. Yağmur başlamıştı. Cama çarpıyordu. Oda karanlıktı. İlaç içmesi gerekiyordu ama benimle içki içmek pahasına ilacını almamıştı. Bu yüzden uyuyamıyordu. Ona bir süre eşlik ettim. Karanlıkta gözlerini fark ettim, ne kadar güzel olduğunu. Kendine has masumiyeti, şaşkın bir hali vardı. Göz kapaklarım kendiliğinden kapanıyordu. Arada sırada beni uyandırdı, tekrar uyudum. Söylediğine göre aynı yatakta daha önce sadece erkek arkadaşıyla uyuyabilmişti, biri odadayken hiçbir şekilde uyuyamıyordu. Uyandığımda koynumda uyukladığını gördüm. Sesimi çıkarmadım, bıraktım uyusun. Ben de uyumaya çalıştım. Kalktığımızda saat 2 gibiydi. Kapıyı çaldılar. Odanın kapısını kapatıp oraya gitti. Ev arkadaşı, sevgilisiyle elbiseler için uğramıştı, umursayacağından değil ama rahatsız hissettireceğinden kapatmıştı kapıyı, öyle dedi. Yatağa geldi. Onu koynuma aldım ve daha önce söylediklerini hatırlattım. Kendimi neden bu kadar özelleştirdiğimi sordu. Bunu yapmamalısın dedi. Hak verdim. Sırtımı kavradı, sırtım çizik çizikti, derin katmanlar vardı. Neden böyle olduğunu sordu. Spordan dedim, hızlı boy atmaktan; inandı. Sonra her şeyi bıraktık. Parmak uçlarımı sırtında dolaştırmaya başladım. Teni pürüzsüzdü. Huylanıyordu; hoşuma gidiyordu. Dakikalarca onunla oynadım. Kedi gibi nefes alıp veriyordu. Gözleri kapalıydı. Ellerimi gezdirmeye, vücudunu okşamaya başladım. Üstüme çıktı. Kalçalarından tutup kendime bastırdım, hafifçe ileri geri götürdüm. Suratında pis bir sırıtış belirdi. Yapma, dedi. Kafayı yiyordu. Koynuma aldım. Göğüslerini okşamaya başladım, yumuşacıktılar. Uçlarını emdim, oynadım. Kamışıma dokunması için yardım ettim. Hamile kalmaktan korktuğunu, uzak tutmamı istediğini söyledi. Kadınlar ne kadar hamile kalmaktan korkuyorsa, erkekler de o kadar hamile bırakmaktan korkuyordu; ben de dâhildim. Uzak durdum. Boşaldı, bir süre uzandı koynumda. Sonra hızlıca yataktan kalktı. Lavaboya gitti. Akşamdan beri pantolonumla yatıyordum. Çıkardım, yatağa yattım. İçeri girdi. Onu tutup kendime çektim, elimden kurtulup bir sigara yaktı. Sesi soluğu çıkmadı. Sigarayı bitirdikten sonra karnının acıktığını söyledi. Pantolonumu giyip gelmemi istedi. Ben de kalkıp mutfağa geçtim. Ekmek arasına salam peynir koyup yemeğe başladık. Ayıp olmazsa senden bir şey isteyebilir miyim, diye sordu. Onayladım. Yemeğini yedikten sonra kalkıp gider misin, rahatsız hissediyorum da, dedi. Olur dedim. Ekmeği
yedim. İçeri geçip giyindim. Mutfağın eşiğine geldim. Orada öylece oturmuştu. Gurur yapıp kapıyı vurup giden tiplerden değildim, umursamadım. Yanına gittim. Ayağa kalktı. Vedalaştık. Sarıldı, üzgünüm, dedi. İnsanlar yalan söyleyemiyorlardı. Sorun değil, dedim. Çıktım. Yağmur yağmaya devam ediyordu, akşam çökmüştü. Alkol kokuyordum, fazla nikotin. Kısa sürede ıslandım. Desperado’dan farksızdım, sadece içi silah dolu gitar çantam eksikti; iyi olabilirdi, şu an birkaç kişiyi vurmak hiç fena fikir değildi. 3. Sayfa Haberi! Vasat inceleme yazarı, insanları öldürmeye çalışırken kendini vurdu! İşte bu bana yakışan bir ölüm olurdu. Saçlarım yüzümü örtmüştü yağmurdan, tel tel olmuştu. Cebimde beş kuruş yoktu. Allah’ın unuttuğu bir yerdeydim. Kartta para vardı ama ATM gözükmüyordu yakınlarda. Mecbur, devlet otobüsünü bekledim. Soğuk içime işledi. Götüm donmuştu. Dakikalarca bekledikten sonra siktir edip ilk otobüse atladım. Alsancak tarafına geçtim. Biraz para çekip soluğu Kovan’da aldım. İçtim. Kimseden bir şey beklemiyordum. Onlar böyleydiler işte; diğerlerine yaptıkları gibi sizden bir parça koparır, diğerlerinin yanına koyarlardı: Büyük koleksiyonerler. İçtim. Ben çoktan vazgeçmiştim. Çünkü her vazgeçiş, kendinden vazgeçişti biraz da. Savaşların sonunda her zaman yeni savaşlar başlardı; yorgundum, kazanmak onlar için bir dertse bırakırdım kazansınlar. İçtim. İçmek tek dostumdu, bana hiç ihanet etmedi. Hesabı ödeyip çıktım. Midem bulanıyordu. Saat kaçtı, bilmiyordum. Sokakta tek tük insan vardı. Saat Kulesi’ne doğru yürüdüm. Çişim geldi. Cebimde bozukluk yoktu. Konak vergi dairesi duvarının dibine gidip işedim. Açık tekel bayii bulma umuduyla sağa sola bakındım; yoktu. Sırtımı bir duvara yasladım. Önümden şen şakrak insanlar geçiyordu. Yüzleri gülüyordu, ne soğuk hava ne şiddetli yağmur onların umurlarında değildi. Siktiğimin yerinde hepsi mutluydu, hepsi. Kustum. Nasıl olsa, her şey yitip gidecekti sokaklarda. Eve doğru seğirttim.