karalayanlar efe elmastaş muhammet aldemir simge ünvar serkan üstündağ taner türker göktürk yaşar zapkinus elif şeyda doğan maktul alişan yılmaz kardelen güler onur çapkın eren burhan remzi nedim karataş ve onur akyıl çizenler tilbesu çiçekdağı emrah ersan
basım yeri izmir
Kaygılara gebe yaşamların ağır seyrine bir tokattı, kağıda dökülen kelimeler. Başlangıçların öncesindeki gelgitlere esir, sahici sarsıntılar... Hatalar, doğum lekesinin kabulünden önemsiz, ayrıntılardı. Aldırmadık. Elimizdeki tek kurşunu, düşünmeden namluya sürdük ve... Olmazsa olmazların içinden, en güçlüsüne sarıldık; Kendimize. Kaçamadığımız, kilometrelerce koşup da saklanamadığımız babavatanımızın, diksiyonu bozuk keselerini doldurduk. Anneler hep şevkatti. Realite hipnozunun panzehiri... Kaldıramadık. Rüyalar bizi tutmaya yetmedi. Bu sayıda Onur Akyıl ile aynı sayfaları paylaşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Varlığı güç verdi. Birlikte, dostlarımızla daha büyüğüz. Muhabbetle... Yürüyoruz...
tırnak
Bana öyle bir bakıyorsun ki yüreğim ağzıma geliyor. İkimizin de elinden bir şey gelmeyeceğini bile bile serinletiyorsun sıcak damarlarımı. Ellerimiz yetişmiyor, kollarımız arkadan bağlı. Sende sarmaşık gülleri, bende bin yıllık zincir, ortamızda güneş kurusu sapsarı bir elma. Ekşi tatlı bir mayhoşluk, sırf bu tadın uğruna devam ediyoruz yaşamaya, belki de bahane arıyoruz hayatta kalma kalkışmamıza. Yalanların anavatanı çaresizlik bile sırıtırken halimize sen “Dinlemiyorsun!” diyorsun, susuyorum. Bilseydin sakinleşemeyen iç sesliliğimi, hissetseydin gri dalgaların yumruklarını, belki de delirirdin güzelim. İster anla, ister anlama! Aklım sabır yollarında kesintiye uğrarken ağızda kesik kesik dağılıyor sözcükler. Bilirsin, anlaşılamamazlık benim ikinci mesleğim. Kristalleri kim koydu diye düşünme, dilimdeki cam kırıkları benim. Çatlak ruh lenslerimin genzimi parçalayarak düşüşüne selam durmuşken marş niyetine bir türkü söylemekteyim. Anlam kayması en derine işleyen bir su sızıntısı gibi. Al işte gene içime damlıyorum, balık olup yüzüyorum, kendime karşı kendimden geçiyorum. Bir sessizliktir alıp başını gidiyor, ünlemlerin noktaları kayıp. Kendini anlat diyorsun bana, her seferinde baştan deniyorum. Olmuyor, tekrar deniyorum. Olmayacak, tekrar… Bilmiyorum. Yalın ayaklar düşün, yazılı metinlere karşı yazılmamış eylemler. Titremez denen gözlerin sönüşü, doğru söyler denen dudakların susuşu… Pusulalar adreslerinde yok. Ya çalınmışlar yada uzun süre önce ayrılmışlar. Sürekli olarak birbirine bakan insanların yüzlerindeki o
görsel - tilbesu çiçekdağı
efe elmastaş - twitter/efe_elmastas
ürkek şaşkınlığın bulaşıcı doğası… Biri şimdi konuşacak diyorsun. Hayır! Kimsenin mecali yok. Yok oluşlardan yok oluş beğeniyoruz. Sevimli egoizm serbest, saldırgan kırılganlıklar yasak. Önümüze konan ne varsa onu yemek zorunluluğu ve midemizi bulandırmışken yanımızdakinin üstüne kusuşumuz. En çok kusan güçlü, en çok kirleten lider. İşimiz gücümüz üretim diyorlar, tebessümlerden imitasyon kahkahalar imal ediyoruz. Sanki ölümsüzüz ama kendimizce haklıyız. Bir milimetre oynamak sakıncalı, bir santimetre terörizm. Ben 1940’larda Berlin sokaklarında hiç yürümedim sevgilim, o ayağıma geldi. Parmak şişti, tırnak düştü, geriye kuru bir “sağlık olsun” avuntusu kaldı. Üşenmedik kavurduk onu da, çiğ yesek midemize otururdu.
Bırak düşsün çiy ağlayışları şehrin, Nehre karışan Dumanları, ölümü soluyan semenderlerin. Ruhların gölgeleri gökyüzünde, Kanatsızlığı Onları takip eden gözlerin. Sonsuzluğa yükselen Dönel merdivenleri koşan Akordeon sundurur yaşlı adam merdivenlerden, Bilirsiniz, Boş sokağın rutubetli kuklaları Kesilmiş ipleriyle ellerinde Yarı ayrık gövdeleri -bitmiyor düşmekle çıktığım kule Uzaklaştıkça belirsizleşen zaman, Şakır her perdesini yeryüzünün Sissiz cam kırıklarında erirken.
buğu
Irmaklar geziyor yuttukları sesler Özünden doğanları yüzdükçe Boşa gidiyor sundurmalar. Nasıl gerçek her aldanış! -Beyaz güller beyaz değiller – Garip hasret dokunulana dönüşmek Dönüşmek şehrin kenarlarından Damlayan alçak yüceliğe -Boğ sessizliği, çıkar gözlerimin içinden yalanlar filizlenen-
Çığlık çığlığa çizilerle, Saydam kartlara hapsedilmiş melekler, Müsekkin bakışlarında kıpırtısız semenderlerin Gökyüzüne bahşedilmekte, suskun izlerle. Kuklaların yüzünde mucizesiz peygamber hüznü. Gece kokan taç, düşer firavundan önce. Ölüm küstahça es geçer ya durağanlığı, Anladım, neden kanarmış şiirler... -Sonra dedim ki Yüzlerce güvercinden Yaşlı adam Al alabildiğini, yanan avuçlarımdan. -
muhammet aldemir - facebook/muhammetaldemirr
Yılgın gülümseyen yanılgılarla Yalnızlık tükürdüğüm sokak, Sonu sayrı karanlık. Zamanın ziftine bulanmış adım, Çöllermiş gül yüzdürdüğüm resifler...
ağlamak kaliteli bir resflekstir
simge ünvar - simgeunvar@gmail.com
“bekle, sana öyle bir geleceğim ki, reddetmek dünya üzerinden silinecek.” dedim ardından bakarken. kaç vahşete bakabiliyordu ki insan yaşamı boyunca? sırtını gördüğüm zaman besbelli bağırmak istedim. yollarına sokak lambaları koyayım, karanlığın bana çıksın! ellerine dişliler bırakayım tamamlamak istediğinde kapım açık! bak tüm haysiyetiyle küçük bir esnafım, kentsel dönüşümlerde heba etme beni! kıvrılmak için kırılıyorum. koynuna, kanepeye, kaldırıma... başka türlü her şeye de katılıyorum zaten. mesela hiç bilmediğim bir davanın yoluna, mesela sıcağa çıkan her kafileye... sana sesleniyorum damarının yeşil rengi kızarırken “bir damla kan lekesi bu, ne bilinir bir kore gazisi ne bilinmez bir bıçak izi.” gülüyorsun, bu sefer sen de katılıyorsun. katıla katıla sarıyorum yaralı bir izi. suratın öyle ifadesiz ki burnun yok olsa fark etmem diye düşünüyorum sonra. çünkü burun diyorum kendime- bir insanın en gereksiz organıdır. hatta burun diyorum, insana düşen büyük bir dilim lanettir. hayatta kalma refleksidir. ama bak, sesli de söylüyorum sana, burnun olmasa onu bile fark etmem. nabzını yokluyorsun burnun olduğundan emin olmak için. kalbinin turnikeleri açılıyor, kan çıkıyor göğüs uçlarına. işte şimdi bir yanınla güzelsin, diyorum. yanını kesiyorsun. “çirkin kalmak da acımın refleksi.” diyerek. bak diyorum seni sarsarak ama hırpalamayarak- derzlerim tırnak geçmeyecek kadar dolu, faya denk gelen vücut hatlarım buz mavisi. yangına boyanmış bir yangın merdiveni kadar asgariyim. sonra hiç sarsılmıyorsun ama hırpalanıyorsun benden yana.
serkan üstündağ - facebook/seusf
- Yazmaya devam et... Yazmaya devam... Tebessümünü hatırlasana, bu güzel bir şiir olacak. Güzel bir yokluğun resmi... “Var mıydım yoksa yok mu bilemedim/ Karanlığından şüphe etmedim/ Pek aydınlıktı yeryüzü/ Akıl denen ine giremedim” - Gayet güzel gidiyoruz... Bak, baksana! Şu ağaçlar... Hemen şuradaki! Ne hatırlatıyor sana? Anlat ki şiirimiz güzelleşsin! “Bir kök var, bu bedeni besleyen iki yola uzanmış/ Bir yanı güneşi emer, diğeri toprağı/ Ah, istediğini buldukça ne tatlı meyve verir/ Kimisi koklar geçer, kimisi ise beslenir” - Neydi o cümle? Hep söylerdin hani... Bir olmak ile ilgili. Bir de “sanat şey” derdin sen... Sanat “şey”dir... O “şey” nedir? Devam et... “Hareket yok ise anlamı da yok var olmanın/ Bir olanın durağanlık hâli yok/ Bir sanattır bu hareket, benzetemeyeceğimiz ‘şey’dir/ Aslı bir türlü kanıtlanamayan” - Bir müzikti bizimkisi, sana caiz olamayan... Mırıldan biraz. Şu ritme göre söyle! “Kaptı kapan kapacağını da vurdum duymaz sol yanım... Süzülmesin bir damla yaş, kuru toprağı çatlatır. Kim nereye vardı da, kurdum kurda nazlanır? Çek beni ve al götür bu sonsuz dipte yerlere” - Ve sahne kapanır. Bu sıcakta iyi haşlanır... Uyu biraz, uyu... Yazarsın bunları bir ara...
şiir geldi aklıma
“Şu an, bir sebepten hatırladım onu. Hayallerimi tatlı bir suya çeviren ve ‘anı’ denen zehre bulanmış pis bir kapta bu tatlı suyu bana içireni... O günlerden beridir hiç ıslatmadım dudaklarımı, onun gibilerini öpmek için”
uyumuyorum ama uyanık da değilim
Uyumuyorum ama uyanık da değilim. Bir şiir yazmak düşüyor aklıma, aklımı kaçırıyorum. Bir öyküye tutunuyorum; öykü dikenli bir tel. İntihar ederken dinleyeceğim şarkıların listesini çıkarırken elektrikler gidiyor. İntihara teşebbüs edemeden intiharla aram bozuluyor. Ne çok şey oluyor-muş değil mi? Değil. Ne çok şey olmuyor-muş aslında. Annem, üstüme danteller örmekten bitkin düşüyor, tutamıyorum. Anne, her dantel bir ömür ama her dantel bir ömür değil. Çok oldu annemin evinden ayrılalı, çok oldu huzurun ellerini bırakalı, çok oldu ben kendimden gideli... Özledim, çok özledim, çok özlüyorum ama ölen diriliyor mu? Hava pek soğuk. Bak anne; bir kazak bir insan demek. Yürüyorum, yürümek yorucu bir fiil. Önüme annem değil, sen değil, bakkal çıkıyor. Bakkala da eyvallah ama annemin yeri ayrı. Seni sırtıma bağlayıp yokuş çıkıyorum. Annem de hayatı boyunca yokuş çıktı. Tepeden manzarayı izleyemeden yoruldu. Sen yorulma. Sigaranı içimde söndür. Annem sigara içmezdi ama çok yandı ciğeri. Senin yanmasın. Uyuyorum ama uyanığım, bir şiir yazmayı deniyorum. Kalemim kırılıyor, bir keresinde bileğim kırılmıştı, bir keresinde de kalbim, bir keresinde de hevesim. Ne çok kırılmışım öyle değil mi? Evet, ne çok kırılmışız öyle.
taner türker - twitter/tanertrkr
Bir ışık bazen sadece bir ışık değildir. Bir ışık sadece bazen bir ışık değildir. Bir ışık bazen bir ışık değildir. Bir ışık sadece bir ışık değildir. Bir ışık bir ışık değildir. Bir ışık bazen sadece bir ışıktır. Bir ışık sadece bazen bir ışıktır. Bir ışık bazen bir ışıktır. Bir ışık sadece bir ışıktır. Bir ışık bir ışıktır.
ölü kaktüs ve kusamama seasnsları
Ranzanın demiri paslanmış. Elimdeki şişe beni kaybedemiyor! Bozulmuş plak gibiyim, aklımdakileri kusamıyorum. Saksımdaki küçük kaktüs çürümüş. Dikenleri bana kaldı…
Bugün kaktüse bir veda töreni düzenledim. Akşam yediğim tavuğun kalıntıları ile aynı poşete koydum ve kediye verdim. Kedi pek memnun kalmadı. Öksürdü, aksırdı bir şey anlamadım. Sonra yaşamaya devam ettim. YİNE! Yine akşam oldu ve ben yine kusamıyorum!
Boş kalan üç beş saksı yarattım kafamda. İçlerine yumurta ekmeyi deneyeceğim. Hiç olmak çok zor. Bir daha da limon emmeyeceğim! Adsız dolaşmayı düşünüyorum şu sıralar. İsmim sanki ırkçı bir faşisti andırıyor! İnsanların kötülüklerini düşündükçe kozmosda var olmak canımı daha da çok yakıyor. Bir sırt çantam ve yağmurluğum var. Geceleri de tek sigara tüketiyorum. – Bu cümle biraz kapitalistçe oldu ama sorun etmiyorum.- Dalgalı saçlarım artık hiç uzamıyor, sakalımsa içine kapandı, kesilmeyi bekliyor. Ben… Kül… Hiç… Daha sonraları soracağım sorular beynimi şimdiden kemirmeye başladı. Miyavlamayı deniyorum, olmuyor. Susmayı deniyorum, olmuyor. Kusmayı bile denedim, olmadı! Denize hep küllerim düşüyor…
göktürk yaşar - twitter/yasargokturk
zapkinus - twitter/nmadenus
muntazaman rastlantı
Cilbablar içinde kavruk bir adam da olabilirim, Tutankamon da Ortasında uçsuz kaldığım bir çölde, Biner yıl arayla patlayan volkanlardan Suretleri dökülen Tanrı’nın Dilsiz tanıklığında, Matlaşmış taşlara dönüşerek ceplerimde, Ezelden beridir unuttuğum Ebediyete kadar hatırlanmak için Var olan dünya Ateş, su, tüf, taş… Som altından firavun cesetleri ve Kaynayan kumun altında Görkemle bedenim Taze bir buğuyu ince ince sızdırırken hala Aramaktan vazgeçmeden bulunamayan O muntazaman rastlantıya Şahitlik ederim ki ordaydım Yıllardır bacaklarını kutsal sularla Yıkayan bir adam, İçimde o zamana kadar tamamlanmamış Ritüellerin huzursuzluğundan, Nil’de gün batımlarında ezan sesleriyle karıştırılan Bir mitte diretmekle arındırabiliyorsa beni Baldırlarıma kadar sıyrılan içliğim, Fellukasında abdest alan Afrikalı bir adam da olabilirim, Tutankamon da Belleğimde peçeli bir kadının Işıyan gözlerini aralamakla.
sokak dili
Şehre dikilmiş çarpık kaldırımlarım, renksiz yollarım, binlerce yıldır yolun iki yanında dikilen ağaçlarım var. Ve bitişiğine kurulmuş evlerimin bıraktığı aralıktan içeri sızan gökyüzüm ile bu koca yeryüzünde minicik bir noktayım. Çok “ah”lara maruz kalmışımdır. Çok dertlere. Bir de ağız dolusu kahkahalara. Karıştım böylelikle. Zamanım oyulmuştur. Gözlerim var, kocaman. İçime sığan kimselerin içine sığmaz soluğum. Beli bükük kaldım belki bu yüzden hep. Alışıldık kıyasların dışında kalan yaşanmışlıkları tam şuramda taşımanın verdiği bir yorgunluk vardı. Bahşedilmiş hakların üzerinde hiç düşünülmemişti burada. Kimi insanlar vardı ki parkelerde yansıyan yüzüne tükürür öyle silerdi yerleri. Kimileri de vardı ki mahalleliyi fenalaştıran bir koku yayılırdı evlerinden çünkü fayansa ya da parkeye tükürmeye değer bir yansıması bile yoktu. Sıcağının kaldığı koltuğa dönüp bakmaya cesaret edecek hali de yoktu. Dört duvar arasında hakim bu aşağılık düzen, belli belirsiz çekingenliklerle ağızdan ağıza dolanıyordu. Az gelişmiş insalıkları buna mahal vermişti bir kere. Park bekçileri bir katılmıştı buna, ilk çimler o zaman ezilmiş, ilk yapraklar o zaman dökülmüştü. İşin içine imam falan girdiyse hele, eyvah! Siz düşünün gerisini. Güneş ensemden ayrıldığı an, herkesi yuvasında görünce köşeme çekilirim. Dalgınlığıma gelip koca gözlerimden kaçan bir şey olur mu diye bir sürü ışık bitti sağda, solda. Evlerden uyku kokusu ciğerlerime dolduğunda, onun sıcaklığıyla evsizlerime sarılırım. Kedilerime, çöp tenekelerime, doğru yolu göstermeyen yön tabelalarıma... Kollarım uzun, çok uzun. Kaç metre mutsuzluğu sarabilir kollarım? Dünyada mutsuzluğa yer kalmayacak yerlere kadar uzanır mı kollarım? Sabahın ilk sıcak ekmek kuyruğuna doluşan insanımın birdenbire doldurduğu yoluma bakmayın. Aslında büyüğüm ben, Tanrı’nın yaratma hevesi kadar büyük. Bir annenin çocuğuna bakarken şurasına dolan umudu kadar büyük. Camlardan sızan ürkek bakışların gözlediği yolda beklenenin ayak sesi duyulana kadar uyumam. Kırmızı yaz gecelerinde, yağmurun habercisi griliklerde, turuncu gün doğumlarında, mora çalan gün batımı bulutlarında, gözümü kırpmam. Kapılar çaresizlikle çarpıldığında betonlarım soğur. Çiçeklerim kurur. Toprağım çatlar. Sonra balkonlardan sarkan çocuklar, babalarının ters ışığın silüetleştirdiği bedenlerini ve uzun yoldan dönen ağır valizini tanıdığında, yere değmeyen küçük ayaklarını yerle kavuşturup bağırır: “Anne! Koş, babam geldi!” O zaman, gece nöbetini sokak lambalarına devredip iç rahatlığıyla uyurum. Meydanımın şahit olduğu esnaf çekişmeleri, kahvemin aksi ihtiyarlarının hakaret olarak addettiği anarşistlerin rengarenk boyadığı duvarlarım kadar sert. Dört mevsimin üçünü yaşar,
ardıcının dallarında yanyana oturmuş çocuklar sapanla kuş vurur. Sıkılmış olacaklar. Kızmadım, çocuktur dedim ilk önce. Sonra dalı kırdılar. Kızdım. Düştüler, dizleri kanadı, kendime kızdım. Ne var böyle sert olacak dedim toprağıma, iyi davran çocuklara. Ve nihayet İlkbahar geldiğinde yolun başındaki binanın ikinci katında oturan genç kız ile az ötede oturan oğlan aynı ağacın altında mutlu bir tesadüf eseri karşılaşır. İşte bilindik yanak kızarmaları, yer yer kekelemeler, eli ayağı nereye koyacağını bilememek... İlk buluşma tesadüfi çarpışan iki minik tebessüm ile son bulur. İkinci buluşmaya sıkı bir sarılma, üçüncüye utangaç bir öpücük ayrılır. Bu ağaç neler görmedi be! Neyse, ağacımı daha fazla övmeyeceğim, mevzuya dönelim. İki mevsim, altı ay geçti. Yerin kuruluğu, göğün suları ile buluşunca pantolon paçaları, ayakkabı kenarları battı. Birkaç zamandır tutulan eller, bakın bunu insanlık tarihi henüz çözemedi, bu ağlak havalarda ayrılır. Öğrendiler. En çok trafik lambalarından. Durmak, hazırlanmak, gitmek. Yüzlerce insanım aynı anda evinin içinde sindiği köşesinde aynı anda kıpırdadığı için huysuzlanırım bu havalarda. Çirkefleşirim. Yoldan geçen tekerler olurum, su birikintisine dalar, kaldırımda yürüyen şu ikisini sırılsıklam ederim. Sonra güneşi arkama alır, telafi ederim. Sonuna geldiğimde her şeyin, en sonuna, elimde olmayan sebeplerden ötürü bana sığınmış tüm canlar ile yaşama yükümlülüğündeyim.
elif şeyda doğan - twitter/cosmicseyler
görsel - tilbesu çiçekdağı
birinde gülümserim. Siyah bir kedi çöpten fırlayıp iki kardeşi korkuttuğunda kıs kıs güldüm, yalan yok. Sonra burnuma bir koku geldi. Pastel boya ile boyanmış resim defterinin ilk sayfası kokusu. Çocuklar sınıflara dolduğunda diner sokağın uğultusu. Sessizlikte Eylül ayı konaklar. Okul çıkışı eğri gövdeli, yaşlı sabin
klinik bulgular vol. 1
Gelmeyecek. Kim; ne kadar uzakta? Eşyalarda güneş. İrili ufaklı sessizlikler. Huzursuz. Yaz; çıldırtan. Yalnız bırakan yaz. Ara sıra bir şey; hayata dair bir şey ara sıra; basit, sıradan bir şey. Başkası var gibi evin içinde. Arka odalarda yaşayan, görünmeyen, duyulmayan ama evin içinde, arka odalarda yaşayan biri.. Bir sabah belki koridorda birden karşısına çıkıverecek. Konuşacaklar. Şaşırmadan. ‘Biliyordum.’ diyecek, ‘Bu evde benimle yaşadığını biliyordum; farkındaydım bunun.”. O en acımasız anlarında yalnızlığın; insanın yokluğu başka bir şey zannettiği, güneşin dindiği, değiştiği mevsimin. Şeylerin vahşileştiği akşamüstlerinde, insanın ellerini saçlarına götürüp başka başka hayatlar yaşadığı, köreldiği, dirildiği, kendiyle seviştiği, uyuya kaldığı, uyanamadığı; boşlukta, bomboş bir boşlukta hem de anladığı, anlayıverdiği… Boşlukta, bomboş bir boşlukta. Yaralı, aksayarak yürüyen… Gelmeyecek. Her şey olup biterken, arkada odalarda yaşayan, görülmeyen, duyulmayan biri…
Gelmeyecek. Yığınla telaş. Yararsız telaşlar, yığınla. Maddenin anlamsızlığı; sabahlar ve öğlenler; dışarıda, evin dışında koşanlar. Kimsenin haberi yok. İnsanlar kapatılmış gibiler bir açıklığa. Sonsuz sanılan bir açıklığa kapatılmış insanlar. Kapalı kapıların ardında daha özgürler. Tuhaf. Açıkta tutsak. Şimdi dışarıya bakmak; hangi dışarıya, hangi anın içinde; kalkıp uzandığı yerden. Olanağı yok. Bir şey düşünüyor gibi de değil aslında; akıyor. Kurtulamıyor bu akan şeyden. Akan akan akan bir şey. Çalınan haberler. Hiç mi bir şey olmuyor dünyada? Dünyada bir şey olmuyor mu hiç? Haberler çalınmış. Başka şeyler de çalındı belki; belki her şey çalındı. Çalınmayan bir şey yok; gövdeler, gövdesi, onda ama o da çalınmış. Üstündekiler çalmış gövdesini; elbiseler, ayakkabılar ve dahası. Gövdesini çaldırmış.
Gelmeyecek. Elektriğin aniden gittiği bir hafta sonu sabahı. Ortasında yazın bir yağmur, bir yağmur taklidi; yağmura benzeyen bir şey. Güzel loşluk. Erken. ‘Eski’ için hayata karışma fırsatı; ‘eski’nin önce güne sonra bütün bir geleceğe yayılacağı bir müjde anı. Elektrikler yok. Herkesin ölmesi gibi bir şey bu. Başka kötü bir şey… Ne olabilir başka; daha başka ne olabilir? Hayat çok ama çok uzun. Gelmeyecek. Şimdi biriyle konuşuyor; dokunuyor ona, iyilikle dokunuyor. Çaresizlik. Beni düşünmüyor; aklından geçmiyorum. Fazlasıyla kırgınlık. Bazen koşuyor zihninde. Gece koşuyor. Bırakıyor kendini. Ne var? Aralarında. Sıkışıyor gövdeleri. Çocukça, aptalca, hızlı. Yalnızlık, benim için. Kontrollü bir susma. Susmanın kontrolü evet; tam olarak böyle bir şey. Bir sözcük patlıyor: facia. Facia. Karanlıkta öylece oturuyorum. Yüzyıl. Olmayan bir şeyi hesaplamak zor.
İzin yok. Peşimdeler ve kouşuyorlar. Benimle ya da bir köşemde; içimde, bir köşede bekliyorlar. Onlara söylediklerimi, onlardan kaçtığımı… Boşluk. Boşluk. Boşluk ve kelebek. Sıkı bir bıçak ağzı; kesmemiş; hiç kesmemiş, hiçbir yerde kesmemiş. Belediye boktanlığı ve yeryüzüne armağan, benden armağan bir kaos. Ben tanrısıyım yokun; kaos benim düşündüklerimdir. Gelmeyecek. Beni asla bulamayacak. Beni hiç aramayacak.
onur akyıl
Ben yokun tanrısıyım. Konuşmayı bile beceremeyen şairlerin arasında… Ölümle baştan sona… Bütün ölenlerden yorgun. Kolayca harcıyorum günleri, acıları. Oysa bir kahramanlığı olmalı acının… Hayat; insan hayatı. Korkunç bir konuşma yeni çarmıh için. O dağınık şimdi; o şimdi şehirde. Bütünlükler için yara çalışmaları. Vurulup düşmek; vurulup dargınlaşmak. Kırarak: gecenin bir yerinde, arkadaşa sevgililerinden dilenen merhamet. Beni de öpün, bana da sarılın. Benimle yaşayamazsınız ne de olsa. Kırmızıya kim renk demiş? Kırmızı renk değildir. Belki bir travesti koynu sonra; en az benim kadar terli, en az benim kadar sevmiş, unutmuş, ayrılmış şeylerden.
yersiz edebiyat ölümü hızlandırır
Yeni bir sayfaya dokunan bir şair gibi kendini çöle sürmek midir kaderi bir bedevinin ya da battaniyesine sarılan yıldız tozudur haliyle. Gezgin kum tepelerinin ardında bir vaha, kutlamaların ve mevsimlik işçilerin malikanesinde; yön bulmayı bile aklından geçirmeyen bir deveyim ben. Nedir benim şu bin kez yok olamayışım? Varlıktan aciz hakikatim, ölüme susamış gibiyim; kalemimden eksik etmiyorum üç noktaları.
maktul
Mevsimini beklemeden esen rüzgar ve ayaza aldırış etmeden açan bir çiçek misali ömür ve bir diğer taraftan da ölüm.
tilbesu çiçekdağı - tilbesucicekdagi@gmail.com
şahsım adına ömür dilerim bölüm iki
“Tekrar geleceğim.” demişti. Eğer bunu söylemeseydi ertesi sabah uyanmak için bir nedenim olmazdı. Aslında nefes almak için bile bir sebebim yoktu benim. Hayatımı anlamlı kılan şeylerin başında Firuze geliyordu. Hayatımı anlamlı kılan şeylerin sonunda da Firuze geliyordu. Açıkçası hayatımı anlamlı kılan tek şey oydu. Ertesi sabah oldu, saatin kaç olduğunu bilmiyordum çünkü bana saatin kaç olduğunu gösterecek herhangi bir alet yoktu evimde. Midem açlıktan acıyana kadar yataktan çıkmadım. Kör olası zilin çalmasını bekliyordum. Uyusam her şey çözülecekti aslında; uyuyacaktım, zaman geçecekti, zil çalacaktı ve o gelecekti. İşte benim ihtiyacım olan tek denklem buydu. Ama ne ben uyuyabildim, ne zaman geçebildi, ne de kapı çalabildi. Hiçbir şey olmuyordu, sessizlik olanca yoğunluğuyla ter kokan odamın içinde karşımda dikiliyordu. Neredeydi bu kadın böyle? “Geleceğim.” demişti. Beni umutlandırıp sonra da bu şekilde işkence etme hakkını kendinde nasıl bulabiliyordu? Yataktan kalkıp mutfağa gittim. Bir elmanın yarısını yedim. Dolapta bulabildiğim tek şey buydu. Zaten karnım aç değildi, sadece midemdeki acıyı bir nebze dindirmeye çalışıyordum. Gözlerim sürekli kapıdaydı, kulağım sürekli zilde. Gaipten sesler duyuyor, kapıya koşuyor, delikten bakıyor, kimseyi görmesem de belki yanlış görmüşümdür diye kendi gözümü sınayıp dışarı göz atıyordum. Ama yoktu işte. Yoktu, terk etmişti beni. Kadınlara asla güvenmemeliydim. Ben de bol olan iki şeyden biri zaman, diğeri umuttu. Elinde hiçbir şey yok gibi gözükenlerin genelde son bir kozu kalırdı. O da zayıflamış bir umut. Dalları kırık bir inanç. İkinci günün sabahında ya da dördüncü günün gecesinde kapı çaldı. Hızlıca ve şiddetli. Mutluluk gökten yağmur gibi yağdı üzerime. Sicim gibi boşandı tüm bedenime, sonunda gelmişti işte. Hemen koşup kapıyı açtım. Firuze karşımdaydı. Ama bambaşkaydı. Dudaklarında kan kırmızı bir ruj, gözlerinin altı çirkince boyanmış, kirpikleri kılıç gibi dikilmiş. Tam anlamıyla bir anti kahraman duruyordu evimin girişinde. Firuze, dağların buzlu tepesi kadar keskin. Firuze sokak çocuklarının burnunda kurumuş sümükler
kadar temiz, Firuze bir kış sabahı, dişler birbirine çarpa çarpa yapılan kahvaltılar gibisin. Belki de neden bu halde olduğunu sormalıydım. Belki de niye günlerdir gelmediğini sormalıydım. Belki de kötü davranmalı, bağırmalı hatta hayatımda değerli olan tek varlık olduğu için onu azarlamalıydım. Ama ben, bir şeye kızar, kalbi kırılır veya saç tellerinden yalnızca bir tanesi incinirdir de kalkıp gider korkusuyla hiç bir şey söylemeden doğruca yatağıma götürdüm onu.
- İstersen markete gidip sana pahalı şeyler alabilirim. Bu teklifime önce şaşırdı, ardından tebessüm etti. Cevap vermeye tenezzül etmedi. Son derece ciddi olmama rağmen, o benim ruh halimi anlayamamış gibi gülmeye devam etti. Onun bu hali için kahrolsam da, içimden boğazıma kadar gelen kelimelere engel olamadım. Nefesimle birlikte onları da hayatın akışına bıraktım. - Firuze, ben seni çok bekledim. Hatta biraz da özledim. Bana gelmediğin her dakika için sana ayrı ayrı kırıldım. Öğleden sonraları için başka kırıldım, akşam üstleri için daha başka kırıldım, sabaha karşılar için teessüflerimi biriktirdim. Ben konuşurken ağlamaklı gözlerle bana bakıyordu. Sol gözünden çıkan yaş, suratına sürdüğü boyanın rengini alıp dudaklarına doğru akmaya başladı.Sağ gözündeki geç kalmadı, o da diğerine yetişti. Suratı yan olduğu için damlalar yatağıma da akıyordu. İçimden buna şükrettim. Tekrar gitme demek için yanıp tutuşuyor ama bana engel olan bir his yüzünden söyleyemiyordum. Eve girdiğinden beri ilk kez konuştu. - Bana sarılır mısın? Gecede miydik, gündüzde miydik ya da bir zamanda mıydık bilmiyordum. Ama biz sarılmış uyuyorduk. Güneş odanın içine doğsa dahi uyanmak istemiyorduk.
alişan yılmaz - twitter/alisanlmaz
Günlerin terini bünyesinde taşıyan yatak eskimiş insan kokuyordu. Ama bu Firuze’nin umurunda değildi. Kendi sağına yatıp dizlerine karnına yaklaştırdı. Gerildikçe incelen çorabından diz kapakları görülüyordu. Onun için çok endişelenmiştim, iyi olması için bir şeyler yapmak istedim.
“Sen eskiden Converse falan giyerdin. N’oldu?” dedi. “Kadın olmaya mı karar verdin?” “Hayır” dedim ama içimden. Böyle taa en içimden. “Gerekiyordu artık.” 25 yaşındaydım. O an kurabileceğim tek mantıklı cümle buydu. Ben de kurdum. “Artık topuklu takılıyorsun yani?” Topuklu takılmak? Tamam, Türkçesi hiçbir zaman iyi değildi zaten ama topuklu takılmak diyecek kadar kötüleşeceğini hiç ummazdım. Neyse, sorunun cevabını vermem gerekiyordu. Hayır. İş görüşmem var o yüzden bu haldeyim. Diyemedim. Tabii ki diyemedim. “Evet artık böyle.”
tanıdık
Geçen birkaç yıl onun Türkçesini bozmuştu; ben ise cümle kurma yeteneğimi kaybetmiş gibiydim. “Ben,” dedi, aaa üzerinde en sevdiğim tişörtü vardı. Şu an fark ediyordum. Bana baktı, gülümsedi. Dişleri hala çok güzeldi. Hayatında hiç kahve içmemişçesine bembeyazdı. “Duydun mu?” Tabii ki duymadım. Çünkü hiçbir maydanozun cüret edip yerleşemeyeceği kadar güzel dişlerini inceliyordum. “Şey, dikkatim dağılmış bir an. Ne dedin?” “Ben, dedim, böyle olmasını istemezdim.” Nasıl? Yani tam olarak nasıl olmasını? Mesela, hayır yani örnek veriyorum; beni terk edip gitmeyi mi? Ya da o sonbahar ayında yeşil gözlerine hiç de uymayan kahverengi ceketini giyip “Ben kendimi yanlış anlamışım. Çok da hazır değilmişim.” demeni mi? Kendini yanlış anlayan sadece ben varım zannederdim. O gün öğrenmiştim yalnız olmadığımı. Evet, tam da terk edildiğim gün yalnız olmadığım fikrini susuzluğumu gidermek adına kana kana içmiştim. Bunlar tabii ki hep içimden geçti. Dışımdan ise dudaklarımı yaladım ve sonra ısırdım. Ağlamamak için dudak ısırmak çok etkiliymiş. Bunu da o gün öğrenmiştim. Ben gardımı alıp toparlanamadan ünlü boksörümüzden bir sağ kroşe daha geldi. “Hatırlıyor musun?Beraber uğur böceği beslemiştik.” “Evet.” Ama ne yapabilirim? Hatırlıyorum ve verecek daha güzel bir cevabım yok. “İlk gün bu hayvan ne yer ne içer bilememiştik. Ama sonra alışmıştık. O yiyecek bir şey bulurdu. Önemsememiştik.” Yoo, ben önemsemiştim. Sen olmadığın zamanlar ona marul verirdim. Bazenleri nane. Yemezdi ama ben verirdim. “Evet bir şey yedirememiştik.” “Annen nasıl?” Ama yeter be güzel abicim. Eskiden giydiklerimi hatırlattın, bir şey demedim. Araya bozuk Türkçeni soktun. Yine bir
şey demedim. Pişman olduğunu üstü kapalı da olsa dile getirdin. Sesim çıkmadı. O çok sevdiğim uğur böceği bizi bırakıp gidince iki gün bir şey yiyememiştim. Sen onu da hatırlattın. Hadi ona da eyvallah. Ama annem nerden çıktı şimdi? Annem neden çıktı?
Onu öpmeme izin veren tok ses, artık gitmemiz gerektiğini söylüyordu. Tabii ki gidebilirdik. Annemi uyandırmaya çalıştım ama uykusu her zamanki gibi çok ağırdı. Uyanmadı. “Off anne hep böyle yapıyorsun, bari bu sefer uyan!” dedim. Uyanmadı. “Anne bak ben gidiyorum.” Dedim. Uyanmadı. “Anne ben sigara içiyorum.” dedim. Bu sefer kesin uyanır diye beklerken yine uyanmadı. Görevli kolumdan tuttu. “Hadi bakalım, gelin çıkalım beraber.” dedi. “Yemek yedirdiniz mi ona?” diye sordum. “O aç değildir merak etmeyin.” dedi. Bana dedi. Merak etmeyin dedi. Ama o benim annem. “Annem mi? Çok iyi. Emekli oldu işte. Bahçe işleriyle uğraşıyor.” “Yaa, çok sevindim iyi olmasına. Çok selam söyle olur mu?” “Tabii, söylerim.”
kardelen güler - twitter/ birceneige
Biliyor musun? Artık annem yok. Kim bilmiyorum ama birisi onu benden aldı. Morga götürmüşler. Morg komik bir kelime. “Ölülerin konulduğu yer” dense daha iyi olur bence. En azından benim için. Canından bir parçanın öldüğünü kabul etmeyenler için yani. Soğuk bir yer. Kutuplar gibi. Sanırım sıcaklık eksinin altında. Neden bu kadar soğuk diye sormuştum. Ölüler kokmasın diyeymiş. İyi de benim annem kokmaz ki. Parfümle alakası yok, anneler hiçbir zaman kötü kokmaz ki. Annemi ordan çıkarıp eve götürmek istedim. Ordaki görevli kabul etmedi. “Olur mu öyle şey?” dedi. Bence yapılacak en olur hareket oydu. Ama öpmeme izin verdi. Böyle üstünde beyaz bir örtü vardı. “Açsam üşür mü sizce?” dedim. “Hayır üşümez, açabilirsiniz.” dedi. Sevindim. Açtım hemen. Öptüm. Biraz kilo almıştı sanki son gördüğümden bu yana. Şişmişti vücudu. Çok tuhaf çünkü o yemek bile yemezdi doğru düzgün. Dudakları kurumuştu. Onu anlayabilirdim. Su içmiyordu çoğu zaman. Hep çay ve sigara içerdi. O sobanın başına oturur bir şeyler düşüne düşüne sigara içerdi. Her “Nasılsın?” diye sorduğumda “Seni gördüm çok daha iyi oldum.” derdi. Ben bazen ona bağırırdım. Acaba orda öylece yatarken o bağırışlarımı hatırlıyor mudur? Umarım hatırlamaz. İçimden gelerek bağırmıyordum ki sonuçta. Ağzımdan kaçıyordu ara sıra.
Kırık bir tondayım. Sesim havada parçalanıyor kesik kesik. Öyleyse beni kulaklarına dinlet. Beni sadece sen anlarsın. Keşke Sadece beni anlasan. Yüzüm buruşuk, gözler karanlık. Oysa daha dün hatırlamayacaktım; Bitmişti yalnızlık.
kırık bir ton
En son ne zaman görmüştün bu yüzü Tanıdık gelmiyor artık hüzün, Sözün. Bir kuş ve bir gökyüzü İnan bana özgürüz! Gece, gündüz.
onur çapkın - twitter/onurcapkin
Kırık bir tondayım. Dağıldım. Yazıldım bir kaderin sınırlarına. Çarpışmaya hazır bir askerin , nöbette uykulu gözleri... “Vatan sağolsun” der birileri İyileri hep kaybettim. Hiçbir şey kalmadı. Yanına geliyorum. Çünkü hiçbir şey de bitiyor. Sesim havada parçalandı Kesik kesik...
eren burhan - erenburhan614@gmail.com
fabrika
Suratıma tüküren adam Kramp’ı vücuduma yamayan adam Kalbini çıkarıp yerine Ölü bir politiğin kalbini sokan adam Benim kravat yalamış babam Bilmiyor gül koklamayı Bilmiyor neden kaçtığımı, niçin yandığımı Hangi göğsümde hangi dağın saklandığını Benim gri bacalı-siyatik bacaklı Filtresiz fabrikam Rızkını Allah değil, terini içtiğin Devlet veriyor Asitli, iyotlu, mikroplu Ben bir kapitalistin oğluyum Eğitmek istemiyorum daha eğilmemiş boynumu Ben meta değilim Terim saçları yakaza çocuğumun teridir Yabancı bir ağaçtan yansıyan yaprak Ellerim pas, ellerim diken Siyah değmemiş başıma dökülüyor Nisan Köklerim bile bağırıyor İSYAN İSYAN İSYAN!
mutsuzluğun hükmü yok artık
Seninle bir kahvede oturmuştuk, hatırlıyor musun? Kırmızı sandalyeleri vardı, kırmızı pencereleri vardı, masamızda duran pembe saksı dışında her şey kırmızıydı. Kara kuru bir garsonu vardı oranın. Başlarda soğuk biri olduğunu düşünmüştük. Zamanla sevmiştik onu da.
Ben zamanla her şeyi sevmiştim, insan etmiştin sen beni. Sonra sen oralet severdin, bense demli bir çay söylemiştim. Akordeon çalan çocuklar geçerdi sürekli yanımızdan. Sen küçük, siyah saçlı çocuğu çok severdin, şaşırırdın sonra “Bu boyuyla nasıl çalabilir bunu?” diye. Biz oradaysak ilk bizim yanımıza gelir, utangaç kelimelerle seninle bir iki kelam ederdi. Bazen bilindik bir melodi çalarlardı, beraber eşlik ederdik onlara. Bazen şimdiye kadar hiç duymadığımız bir melodi yayılırdı daracık sokağa, biz, sanki o şarkının ne olduğunu çıkaracakmışız gibi düşünür, birbirimize bakardık. Bulamaz, gülümserdik. Seninle birlikte keşfederdim ben bazı şeyleri; bilmediğim bir melodiyi, hayatı, dar sokakları, en çok da gülümsemeyi... Çaylarımız gelirdi sonra, kış günü içimiz ısınırdık, sıcak oraleti içince senin yanakların kıpkırmızı olurdu. İçin ısınınca bir gülümseme belirirdi yüzünde. Yanı başımızdaki kaldırımda sigara izmaritleri olur, sen kaldırımdaki izmaritleri mutsuzluğa yorar bakıp iç çekerdin. Mutluydun bir zamanlar, mutsuzlara üzülürdün. Biliyor musun? Seni sevince yaşam var dedim bu dünyada. Hayat güzel dedim. Seni tanıdım, ölümden daha çok korktum. Ölmemek istedim, sonra söz verdim kendime; sen olduğun sürece ben de olayım diye. Şimdi sen her yanı beyaz bir hastane odasında benim konuştuklarımı duymadan yatıyorsun. Benim burada olduğumu hissediyor musun? Bak, ellerini tutuyorum şimdi. Bak, burada, senin yanındayım. Kendime verdiğim sözden bahsetmiş miydim hiç sana? Sen nerede isen ben de orada olacağım.
Ben tüm bunları düşünürken gözlerini benden saklayan gözkapaklarına biraz sitem büyük bir dikkatle bakıyor, bizi tekrar o sandalyelerde hayal ediyorum. Sonra sen gözlerini açıyorsun. Gözlerinin güzelliğini hatırlatıyorsun bana. Kurumuş dudaklarını biraz aralayıp bana bakıyor ve “Akordeon çalan çocuk ne yapıyor acaba?” diyorsun. Gülümsüyorum, “Bizi bekliyordur kaldırımda.” diyorum. Sonra o daracık sokağa iniyorum tek başıma. Garson beni görünce mutlu oluyor, seni soruyor bana. “Gelecek!” diyorum. Bir çay daha söylüyorum. Birazdan, çocuk neredeyse kendisiyle aynı boydaki akordeonuyla beliriyor sokağın başında. Senin en sevdiğin şarkıyı çalıyor, beni görünce kesiyor çalmayı, yanıma koşuyor. Yüzünde merak, seni soruyor. Alıp, yanına getiriyorum. “En sevdiğini biliyor musun?” diye soruyorum. “Bilmem mi?” diyor. Daha odana gelmeden çalmaya başlıyor. Yüzünde bu kez yokluğunun telaşı değil, seni görecek olmanın mutluluğu beliriyor. Nasıl da aynıyız onunla! Sen odandan akordeon seslerini duymaya başlıyorsun şimdiden, merak ediyorsun dışarıda olup biteni. Bu sesi bir yerden tanıyor gibisin. Yanına geliyorum ve ikimizin de bildiği ama yine de göz göze olmak istediğimiz bir melodi odayı dolduruyor. Senin melodin, sanki o da farkına varmış gibi seni görünce güzelleşiyor. Garson, sana bir oralet, bana da demli bir çay getiriyor. Gülümsüyorsun. Ve kaldırımdaki izmaritler yok oluyor birden. Dünyamda mutsuzluk hükmünü yitiriyor.
remzi nedim karataş - twitter/remzinedim
Odada ne kırmızı bir şey var ne de yanakların kırmızı. Oturduğumuz kırmızı sandalyeler boş, bizi bekliyordur belki. Siyah saçlı çocuk bizi görememiştir, meraklanmıştır şimdi. En sevdiğin melodi boşlukta dalgalanıyordur, kimse ona eşlik etmiyordur. Kim biliri o melodi sensiz güzel bile değildir belki! Garsona kimse oralet söylemiyordur. Soğuk suratına rağmen, kimse onu sevmiyordur.
yazı başlığı
yazan adı - sosyal adresi
Metin
yazı başlığı
Metin
yazan adı - sosyal adresi
fanzinapartmani.com
Oturduğumuz yerden duvarlara sövebilir, üzerimize biçilen kostümleri kabullenerek kalemimiz mühürleyebilirdik. Nede olsa yerlere atılıyorduk, kitabevlerinin gözünde kişisel broşürlerden, edebiyat zırvası para etmeyen kâğıtlardık. Kimimiz için harçlık veya fatura fedakarlığı kadar hayati bir şeydi. Zımba, mürekkep ve kağıt çiziğiydi. Sokak sokak dolaşıp bir köşeye iliştirme telaşıydı sırf ulaşabilme adına. “Çok satanlar” reyonundaki kitapların arasına sokuşturduğu öyküler, ufak ufak kesip sıkıştırdığı mısralardı. Bir yardım çağrısıydı kalabalıklar arasında. Fanzin kimi zaman çok şey demekti, kimi için her şey. Sahip çıkmalıydık, Arka çıkmalıydık, Bir apartmanda toplandık. Fanzin Apartmanı kendi gibi, metinlerini sokağa savurma erdemini gösteren, kar amacı gütmeyen, alelade bir okur muhabbetini, binlerle telaffuz edilen tiraj rakamların üzerinde gören fanzinlerin meydana getirdiği bir birlikteliktir. İzmir’de ilk adımlarını attığımız, zamanla diğer şehirlere yayılarak takas yoluyla ulaştığımız, hiç gitmediğimiz şehirlere, sesimizi duyumsattığımız gönüllülük esası köklerine işlemiş bir harekettir. Fanzin Yürüyor! facebook.com/groups/fanzinapartmani