karalayanlar efe elmastaş serkan üstündağ göktürk yaşar eren burhan belgin karakuş aslı akyıldız emrah ersan çizenler
kapak tilbesu çiçekdağı basım yeri izmir
aynı suya dalmak umuduyla...
deniz beşer alican özen eren burhan efe elmastaş erdem yalçın emrah ersan oğul arda biçer almıla
2017’de sayı 17 ile çok da tarif etmeye, yol hikayesini anlatmaya gerek duymadık. Sıkı sıkıya takip edeniyle, arada bir eline geçip de göz gezdireniyle; -bilmiyoruz katılır mısınız?- her şey bağıra çağıra göze çarpıyor. Biz keyfe boy verdik,
BAY NORGİF’İN ÇENGELİ efe e l
mas
taş
Güneşli bir sabahta, gene sıradan bir günün başlangıcında kaldırımlar hareketliydi. Yollar vızır vızır işliyordu. Fabrika bacaları ve atölyeler çalışmaya başlamıştı. Bay Norgif hızlıca kasap dükkânına ilerlerken, sabah sevkiyatının gelip gelmediğini, çırağının dükkânı açıp açmadığını düşünüyordu. Merakla ceketinden telefonu çıkartıp aradı. Çırak cevap vermiyordu. Ana caddeden arka sokaklara daldı. Az sonra karşısına çıkacak köpeğin kokusunu alıp bir an irkilse de yoluna devam etti. Hırlayışlarına homurdanmasıyla cevap verirken sertleşmiş kılları yavaşça dikeliyordu. Kafası her ne kadar dümdüz bakıyorsa da gözleri dört ayağı üzerinde durmaya çalışan bu pislik yumağındaydı. Bay Norgif istese elbet onu önüne katıp üç sokak öteye kadar koşturabilir, nefesi kesildiği yerde ağır bir darbeyle yere serip boğazını keskin dişleriyle ısırabilirdi, yapmadı. “Sefil hayvan!” diye mırıldandı, yürüyüp gitti. Her zaman yaptığı gibi köşedeki bayiden gazetesini alırken dükkânın o bilindik kan ve et karışımı kokusunu geliyordu. Kapı önünde kanlı poşetler, kalın koliler vardı. Taştan zemine bastığında bir an kayar gibi oldu. Yere baktı, yeni cilaladığı toynaklarının altında koyu kan birikintisini gördü. Çırağına bağırarak: - Seni işe yaramaz zevzek, her taraf kan olmuş. Çabuk sil şurayı. Müşteriler gelmeye başlar. HAYDİ! Çırak Gormil salağa yatan bir ifadeyle sağa sola bakıp bir domuza has homurtular çıkarmaya başladı. “Geldi gene aşağılık herif ” O kanın orada olduğunu, poşetleri dışarıya çıkartırken aktığını biliyordu. Umursamamıştı. İnsan kanından nefret ediyordu.
Diğerlerine nazaran daha yapışkan, koyu ve mide bulandırıcı geliyordu. Sırf bu yüzden mesleğini sevmiyordu. İnsan kanı… Bay Norgif tezgâhın arkasına geçip gelen irsaliyeleri incelerken bir yandan da Gormil’i kesiyordu. - Ortalığı hızlıca toparla da kuşbaşılık etlere giriş. Tezgâh bomboş. Gormil elini çabuk tutmaya çalışıyordu. Yerleri sildi, kesim tahtasını hazırladı. Bıçağını bilerken Bay Norgif ’a, onu yağ bağlamış kalın boynuna ve nefes alıp verdikçe büyüyen, kıkırdak yığını burnuna bakıyordu. Derin bir iç geçirdi. Kancadan bir bütün insan indirdi ve koca bir budu parçalamaya girişti. Tezgâhta boylu boyunca yatan, derisi soyulmuş kafa ona sırıtıyordu. İstemsiz biçimde rahatsız oldu, askıdan muşamba bir önlük alıp yüzünü örttü. Bu sırada vitrine bakan, mahalleye yeni taşınan küçük komşusu Tom ilişti gözüne. Askıda duran etlere dikkatlice bakıyordu. Elleri göğüs kafesindeydi, parmakları tüm girintileri hissedercesine kaburgalarında geziniyordu. Gormil’in gördüğü bu sinir bozucu tabloyu kuşkusuz o da görüyordu. Cama tıklayıp eliyle “git git” işareti yaptı, çocuk takmadı. Bıçağı bırakıp hızlıca dışarı çıktı. -Ne duruyorsun dükkânın önünde? Hadi yaylan bakalım ufaklık. -Abi siz ne yapıyorsunuz bunları? Annem onları yediğinizi, hatta beni de yiyebileceğinizi, siz domuzların bir insanı gözleriniz kırpmadan dakikalar içinde parçalara ayırabileceğini söylüyor. Çırak bir an duraksadı: -Bunlar özel çiftliklerde yetiştirilip buraya geliyor. Hem hepsi siyah ırktan… Biz beyaz yemeyiz ve satmayız kardeşim. Buna emin olabilirsin. -Ama annem sizin tam da böyle diyeceğinizi ama aç kalsanız birbirinizi bile yiyebileceğinizi söylüyor. - Siktirtme ananı da seni de, hadi bas git! - İşte annem bunu yapamayacağınızı da söylüyor. Sizin şeyiniz küçük oluyormuş. Sinirden ağzı köpüren Gormil hızla arkasında koşmaya başladı. Tom önde, çırak Gormil arkada bütün mahalleyi turlarken domuzlar, insanlar hatta köpekler bile onları izliyordu. Sıradan bir gün işte. Bu arada Bay Norgif paralarını saymakla meşguldü. Her zamanki gibi. Yazan: Tom
efe e.
noel baba
İNSAN Yine bana sanki yağmur yağacakmış gibi bakmaya başlayan insanlar doluşuyor etrafımda. Anlatmak istedikleri bol şey iki üç cümleye sığamayınca; gözleri yağmuru bekliyor. Sanki yazın ortasındaymışız gibi bir bahane bulsak da serinlesek demek istiyor, şu çetin kışın ortasında! “Evet, haklısınız... Tabii ki öyle olmuştur fakat yine de... Olur mu öyle şey? Kesin bir sebebi vardır... Ben de duymuştum onun hakkında bir şeyler ve hiç de su içmiyormuş bu aralar -sanırım bir şeyleri unutmak istiyor” Kalabalıktan yükselen; biçimsiz, anlamsız, kıyafetsiz, zamanı gelince oldukça kült ve mahrum cümleler yükseliyor etrafımda. Yanımdaki kel kafalı deve bakıyorum, “Bunlar senin hataların. Şu an vicdan hattındasın. Hatalarına kulak vererek normalleştirme onları. Sırt çevir ve ölüme terk et hatalarını” diyor. Sanırım bize anlatılan onca masaldan sonra kafasında kızıl kıvırcık saçları olan, sevecen bir dev canlanamıyor aklımda. “Ah, bir görsen şimdi onu... Çok değişmiş diyorlar, neredeymiş belli de değilmiş... Olur böyle şeyler, hayatım. Boş vermesini de bileceksin. Sen de onlar gibi insansın işte... Sanki onların çok da umurundasın ya...” Masamın üzerinde bulunan palyaço kıyafetli iskelet, sürekli sahip olduğu o tiksinç sırıtışıyla bana bakarken; “Neden hâlâ onları dinliyorsun? Kendi oyununu oynasana” diyor. Sanki buraya oyun oynamaya gelmişim bir de kurallarını bilmiyormuşum gibi sırıtmıyor mu? O hakikaten bana mı sırıtıyor? Bu kadar komik miydi oyun dışında kalmak? Çok fazla soru var... Yine birikiyor sorular... “Birkaçının aptalca yorumları işte... Sana daha fazlası feda olsun” Serkan Üstündağ
ARIYOR Bu salonda kim dans ediyor, kim bana akıl veriyor, kim benimle dalga geçiyor; belli değil. Ayakkabılarımı arıyorum salonun içerisinde. Biliyorum salonda olmadıklarını fakat insan arıyor işte... Belki de şu masanın altında yoktur. Belki de televizyonun içinde kalmamıştır. Zaten ayakkabılarım televizyondan daha kalın. Buyurun lütfen, bugün bizde kalın. Nereye gidiyorsunuz hayallerim? Biraz daha ayakkabı arasaydık... Şey, ben size yumurta da kırar, omlet de yaparım. O nasıl söz öyle? Yalnız bu hanımefendinin ciddi sorunları var, iki de bir bana bakıp bakıp kusuyor. Ne demek hangisi? Şu işte! Ne? Hem de benim evimde? Koltuğun üstüne fırlatılmış olan kol saati “tik tak, tik tak” diyor. Anlıyorum; tik tak, tik tak ama bana taktik gerek taktik! Zamanında birisi çıkıp da “Alsana, yavrum... Bu hayatın el kitabı. Bir nevi kullanım kılavuzu. Oku, talimatlara uy ve gerisi kolay” demediğinden midir nedir, şu an kol saati bana “tik tak” diyor. Sus be kol saati, seni be! “Tamam, tamam... Geçecek bir gün... Dert edecek bir şey yok. Ne demişler; suç yok, ceza yok” Her zamanki gibi, yine kolu bacağı olmayan, bir kafasında iki dişiyle dehşet saçan yılanlar kavga etmeye başlıyor. Kavgalarında da hayır yok ki. Yok efendim “Salonda ayakkabı mı olurmuş”, bir diğeri “Sen koyarsan olurmuş” bir ısırık geliyor bu arada. Tıslama sesleri vs... “Ayakkabıyı bulmak için aramıyormuş ve bulsa da ne yapacakmış”... Yine sorular birikiyor... Fakat insan arıyor işte...
Serkan Üstündağ
ÖLDÜRDÜK BE YANNAMESİ lar
nrı or ta y i n e l
lar anlar nler layan ma kalkış ğ a üye b a yür K rına hışı d a n l n ı k a s a d ava arm rım ğım d yak p vuç arala a a c a u l n u a lar er o Uçkur dinleyip alkan ygamb k e a p d u i n lar p am Gecey nleyip be lar marul ansı yapı i r yapan d a l ü ş n d ğ r o ü a r a M mo nd örl klar anako ane kürat r ü Kusmu yeslerde yenle nık örgüs e esth l d k i b e p a ya lar da ip b ters lemek arıştıran lığın uğuna gir k ı e k b / r ç k uyr acak majö halla rme k eriyor ol i p t ı ş t i Yet ı v anır ek ac eğinden k m e l k be irs leri yakalım ünü d s ü g haydi kokpit r ö i kıyoruz hayd kokpitleri ya yosmal ar,mir ler,di koşmad riler an ışı ğın me düzmed ni sıv en küv azlanm etler ış süz şimdi d olusu mesine ne yap a z g ın kıv acağık susuz ı r c ık-azg kalıp ın kıv bana h bir si ırcık a y y a m geti gara p r a e k n e ler tinin underg üzerin round d e y a y z a a zanlar nlar,p ırklar islik ı şahl yazanl andıra basıyo ar,öd n şehv rum pa yazanl et bey rmakla ar a n n a m rımla e l e r i yaza bu haş n l i ar n gömüyo yarığa ruz şi mdi me metal tal yı yığını ğınını gömüyo ruz de re boş luğuna ağlatm ayalım s o n ra bab ibrik alarda sinile n doğr rle su bordo ulanla n u l u yor de ilk si rı vşirme yahtır siğill bordol er,cır ara tlakla r,soğu klar ten okpit
ses
Eren Bur
han
Eren Burhan
GASEYA
N
Bir sağduyu çağrısı beni uyarıyor... Aklımda kurmaca bir dünya var ve ben bunu içimde yaşatıyorum! Telaffuz aksilikleri kovalıyor böylelikle anlaşılamamakta ısrar ediyorum. Devrik cümlelerden bir yakınma: “GASEYAN, GASEYAN, GASEYAN! “ Çekimsiz veya yarı, eş çekimli fiillerden oluştum. Herkes gibi bende bana verilen rolü oynadım, oynadım ama unutuldum. Kimliksiz bir sokak satıcısıydım, sevgi verene elimi uzattım. Bir selamı bana çok görenlere yazıyorum bu yazıyı. GASEYAN!... İrkildim ve ağladım. İrkildim ve ağladım. Dört duvarın arasında dilim dilim doğranırken ben, insanlar bu yakınmayı duymadı. Nefes alıyor olmamı yaşamaya, gülüşlerimi de mutluluğa benzettiler... Kerpiç evlerin duvarı gibi oldum bazı zamanlar, ne tamamen mutlu ettim beni, ne de tamamen mahvoldum. Su taşıdım çoğu zaman aslında. Evet, sadece su taşıdım. Yanan bütün hayatı sadece bir poşet ıslak küle tercih ettim. Sırtlarını döndüler acıdan yana ve yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler… Zarlı bir oyundu aslında her şey, oynadım. Sandalyemi çaldılar, ses çıkarmadım. En sonunda evrenin rahmine düştüm. Dünyanın yağlı urganına daha çocukken geçirildim, deneyimlerimden sonra anladım ki; bu dünyada yaşamak için yaratılmamıştım. Denizde boğuldum, acıyı duyumsadım... Kimse görmedi! Kimse görmedi! Koinos kosmos da her şey normal gibi görünse de, idios kosmos da her şey tarumar. Çocukluktan gençliğe, gençlikten yaşlılığa ve ölüme. Bir familya sürüsü içinden adım adım ayrışmaya… Seyirci olarak bakıyorum artık bütün evrene. Ait olduğum ne bir şehir ne bir ülke var. En az bir psikotik hasta kadar yabancıyım, ölüyüm. Yitiklikten ve bayatlıktan başka bir şey değil hayat. Bunu ilk defa yattığım kadından duymuştum. Ağır ağır hem de yalınayak olmak üzere, üstüne basa basa: “GASEYAN!” Ten kafesinden kurtuluyordum. Az kalmıştı, çok az. Sonra beni yakaladılar, hücreye attılar. Dört odalı evdi aslında yaşam. Çorap söküğü gibi geri geliyordu aksilikler. Durduramadım! İşte, zayıflığın özü: Her vakitte yararsızlığa ve bayağılığın yararına kullanılır. Zayıf bir ruh, bana ancak yaşamadan nefes almayı öğretti. Ama erdemli olma savı da sadece bu
ruhlar için geçerliydi. Benim için en elzem olanı daha ilk fırsatta çöpe attım. Susayınca kıymet bilmeye ve yakınmalara başladım. Uyuşturucular, halüsinasyonlar hiçbir zaman gerçeği göstermediler. Onlar sadece beni Ren geyikleri ile dans ettirdiler. Bu anlattıklarımı anlayamayacaksınız. Çünkü; temiz değilsiniz ki… Ne çok yalanlarla yaşıyoruz, ne çok sahtelikle. Zaten yaşamak temiz bir canlı için en başından beri olanaksızdı! Kirlisin, kirliyim, kirliyiz… Kendimi sakınmayı düşünmüyorum, keşkelere de muhtaç değilim. Nasıl olsa mahvolmuş ve ölmüş bir adamım. Size kahreden bir şey daha söyleyeyim mi? Ölüm döşeğine düştüğünüz vakit bunları ve bundan öncelerini hatta ilk günah saatinizi tekrar yaşayacaksınız. Ve bunun acısını sizden birikmiş faizleriyle alacaklar. Size bir şeyler anlatmak istedim. Anlayamayacağınız şeyler… Ya hiç dinlemediniz ya da anlamadınız! Bekledim. Bekledim ama gelmediniz. Bir evin vitrinindeki kırılgan, eski bardak gibi kullanılmayı bekledim zamanında. Artık hiçbir şey istemiyorum. Her şeyi alabilirsiniz… Yittim yahut yeniden doğdum şimdi. Yürüyorum. Küllerin ve kara asfaltın üzerinden, dehlizlerden ve kara perçemlerden, bir kitabın önsözünden, denizlerden boğulup geliyorum. Durma, ödülümü hazırla! Ödülümü hazırla! …
ar
rk
gö
ü kt
ş ya
SUS-PUS-KUS
Saat 03.00. Histerik telefon ala rmı rüyalara değişik hazlar katıyor. Karalar basıyor. Uy anamıyorum. Gözlerin dönüp dolaşıp takıldığı yer koskoca kara bir kutunun ne var ne yok olabilen kırmızı ışığı. Bo yutlara sığamamanın çaresiz çılgınlığı… Korkuyorum. Doğru zamanlamayla kırpışan gözler kırmızı ışığı yok etmeyi başarıyor. Nefesim duyuluyo r. Isınıyorum. Fazla gayrete lüz um yok. Dudaklar var, aralıyo rum. Yapış yapış. Lastikli çar şafa sürünerek yarı yükselen bir bacak beliriyor, ardından diğeri. Ateş gibi yanan avuçla rın hatrına battaniyenin dışına atıveriyorum kolları. Gözler kapan(m)ıyor. Susuşumu fırsat bilip üstüme çullanmaya çalışıyorsun. Elimden gelse ben sana çullanacağım asıl. Tepene çıkıp sarkıtacağım saçlarımı üstüne. Soluyacağ ım. Boğuk ve soğuk ve soluk. Saat hiç. Histerik telefon ala rmı insanı katılaştırıyor. Ne uyuyabiliyor ne de uyanabiliy orum. Gözler dönüp dolaşamıyor, yatak başlığını görebildi ğinde fark ediyorum. Tersine oturduğum yatakta kamburum u bile çıkaramıyorum. Ne var ne de yok olabilen bilincimin peşi sıra ağırlaşıp hafifleşen kafa sallanmaya başlıyor; öne arkaya öne arkaya öne arkaya öne ark… İçime sızmaya çalışıyorsun. Bir bacaksız gibi pervasız, bir kulaksız gibi fütursuz. Felç edi yorsun, kurnaz! Kurum kurum kuruluyorsun. Yeter! Saat kırılıp atıldı... Gözler kap alı… nefesler huzurlu. Bok huzurlu! Sankikırıkparçalariçinekaçmışg ibiçınlıyorkulak. Zehir zıkkım olmuş uykular. Beyin hava kaçırıyor. El ku lağa hükmetmeye çalışıyor, memesine takılıyor. Üst üst e binmiş iki yumrudan çıkarıyor hıncını. Yukarıya bükülmüş bacakları gevşetiyorum. Yumr ulardan birine tırnak batıyor. Kasılıyor sidik torbası. Hışım la banyoya atılıyorum. Gözle r kendine takılıyor. Yutkunuyor um. Havalandırmadan gelen zamansız uğultu çınlamayı kes meye yetmiyor. Suyum çekiliyor. Oyuluyor içim kurak ve sıcak ve çatlak. Kurbağaları kulağımdan kusm ak istiyorum patlak ve patlak ve patlak. Artık fayanslar bile kurtaramaz beni.
BELGİN
KARAK U
Ş
oğul1
oğul arda biçer
oÄ&#x;ul2
deniz beĹ&#x;er
efe e.
SEYİR
alican özen
O sırtını dönüp gittiğin günün hemen ardından büyüye n uçurumlara tükürülen tek soluklu yardım çağrıları türetirken, kaygısına sığındığın nice gelecek sancısına okkalı bir pislik sıvadım. Gerek yoktu ama yaptım. Yapmak zorunluluğu ve şehvetiyle zamana uyanmıştım. Fısıldadığın onca sihire benzeyen ama bir boka yaramayan kelimeler, sakince akıttığım, yeşil, kaygan cerahatlerim oldu. Bundan fevkalade memunum çünkü yaşamaya anlamlı bir sebep buldum.
erdem yalçın
erdem yalçın
aslı akyıldız
Daha farklısını yapmamı sağlayacak imkanlar dahilinde, yüksekten düştüm. Farkındalığın farkındalığı, fark ettirmeden, farklılaştırdı düzlemini yaşamın. Seyre daldı manzaranın manzarasızlığına düşkünleri gösterişin. Renklerin ihtişamına kapılan meraklı gözler tuvalin arkasındaki intihar sahnesine şapka çıkardı. Ve ben, bir cinayete perdenin arkasından tanık oldum. Tüm bu olanları anlatmamam için peşime düştü katil. Her ulaşmaya çalıştığında bana, başka bir kan izi bıraktı adımlarında. Seyirciler alkış tuttu, tüm eller beni gösterdi. Bir gün beni yakalayacak biliyorum. Anı gözetiyor, sade görünümlü süslü bir ölüm senaryosu biçiyor şerefine bitişinin hayatımın. Mezar taşı seçmek ile küle dönmem arasında fırsatlar sunuyor iyi niyetliliği. Ne ben vazgeçtim kaçmaktan, ne o soluklandı koşmaktan. Şimdi bana katilin ne/kim olduğunu sormayın. Çünkü sorarsanız bilemez, bilirseniz soramazsınız.
hadi
itiraf edelim
Şu an kanepende kıçını yaymış, sana ait olmayan hayatlara özeniyorsun. Bununla da kalmıyor, sanki yaşıyormuşçasına bürünüyorsun. Atılan kazıklar, edilen küfürler sana ve sen, olmayan aşkına tapınıyorsun. Bir iki saat geçiyor, hala kıçın o kanepede, güvendesin. Yaşanamamışlar tüketildiğince siliniyor belleğinden, için geceye dolanıyor, mutsuzsun, boğuk, korkaksın, korkak! Hiç zoruna gitmesin, azıcık üzerine alınmadıysan bil ki daha başlarındasın. O kalkan burnunu da indir biraz, sıradan olmak bu kadar yakın. Daha birkaç gün öncesine kadar, saydırdığın bütün zührevi kelimeler sana yöneliyor şu an, gözlerini yumuyorsun, kulakların tıkalı. Tamam olur, hay hay, bırakalım akışına, kimseler bize söylenmesin, biz kimselere dokunmayalım. Gün doğsun, saatleri kovalayalım nefretimizi pekiştirerek, sokaklar kararsın biz eve koşalım, sıcak, sessiz, doluluğuna boş. Biliyorum istemeyeceksin de, bir dürtü orada dursun; ara durakta inip bir şeyler içmek için ya da yapabilmek. Yok, olmaz değil mi, evde sürüsüyle iş var, yarın yapılsa dünya batar, en çok da sana... Hem kafanda bin tilki; kurtulsam... İnemedin değil mi o durakta. Senenin bilmem kaç yüz günü olduğu gibi yine ve yeniden inemedin. Doğru inemezsin. Durak kaçar sen trende, otobüste… Elbet bir şeylere gebe, dersin. Birini görürsün yüzü güzel, istersin kalbi de öyle olsun. Elini tutsam, tutsa bırakmasa; tenimde sıcaklığı hissetmeyeli o kadar oldu ki! Belki bir şeyler yeriz, hiç yoktan birer kahve ya da bira... Ben geçen seneleri anlatırım o da bana; yakın olmayanlar, masum kalanları. Saatler geçer göz göze, diz dizeyken... Kapanan kapıların sesiyle kendine gelirsin. Gördüğün güzel gitmiş, sen hayalinde kalmışsındır. Olur böyle şeyler, her gün, dahası her an. N’oldu şimdi? Korkacak mısın ya da ağlayacak?
emrahersan.tumblr.com