karalayanlar efe elmastaş ceyhan varış enes kalem yiğit ünsay muhammet aldemir feyza aslan mert aydın emrah ersan çizenler zeynep yıldırım efe elmastaş güneş cihan gelerli aryen sangha mete altun suketoku nüwart merve halal septian rahman emrah ersan kapak nüwart basım yeri izmir
Bir çift göz üzerimizde. Keskin hatlar ve gittikçe sivrileşen ifadeler. Başlarken nedenler yoktu, ki zaten hiç olmadı. Alt tarafı bir fotokopiydi işte. Ortaya atıp geri çekilelim derken gittikçe derine itildik. Elbet gönülsüz değildik, amaçlar yoksunluktu. Duvarlar örüldü Duvarlar dağıldı Sıcak yüzler eridi, yumuşak sözler deli-ce(i)-leşti belki ama görmezden gelinemez basınç, kuvvetini yitirmedi. Bu ne bir baş, ne de bir son. Kendi yolunda bir su sadece. Kaygısız yamaçtan aşağı dökülenler. Bu sayıda da bizler için değerli, bir çok dostla birlikte karaladık, çizdik. 20 sayıya gelmenin tebessümü ve inadıyla.
Popüler Püre ve Kültür Edim Kaosu Karşımızda duran dünyanın genel geçerliği bilinen bir olgu. Dönemsel ünlülük, günün en çok tıklanan videosu olmak ve politik çerçeve içinde en çok paylaşılan tweeti atmak, derinlikli bir şey gerçekleştiriyor olmaktan daha amaç edinilen bir durum. Bahsettiğim tablo, meşhur tüketim kültürü ve yarattığı tüketim toplumunun bir sonucu. Soğuk Savaş zamanından başlayarak, Sovyetler Birliği’nin pasifize olmasıyla başka bir boyuta evrilen, Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme… Ayrıştırılmış sınıfsal yapılar ve statü ayrımları yok sayılarak, bireysel tüketim tarzlarına dönen çağda, modernizmi aşan yeni bir kültür meydana ge(tiri) lir, Postmodernizm. Aslında karşımızda yeni bir ideoloji yoktur. Olsa olsa kapitalizmin döngüsel anlamda hızlanması, yaratılan algı dolayısıyla bireyin mutlu olmasının tüketimle özdeştirilmesi vardır. Sürekli sahip olma istenci üzerinden, talepkar bir kitleye pazarlanıp piyasaya sürülen ürünlerden ibarettir. İşte bu noktada temas ettiği her şeyi, hızlı bir şekilde kapsamış ve ürünleştirmiştir. Buna günümüz edebiyatı, müziği ve sanat anlayışı da dâhil. Elbet sanat,
geleneksel anlamda ekonomik değer üzerinden kendini ileriye taşıyan bir olgu. Geçmişten bu yana değişen şey ise, ortaya çıkan eserin ekonomik değere dönüşesinden ziyade, ekonomik değere dönüşebilecek veya daha baştan bir değer için üretilen eserin sanatçı tarafından meydana getirilmesi. Tam da bu noktada “neden sanatta bir akım meydana gelmiyor?” sorusunun cevabı da burada saklıdır. Metalaşma amacıyla kendini var eden ve “oyunu kuralına göre oynayan” sanatçı, üretimini değişimden yana kullanamaz, içsel kaynamayı karşı duruşa dönüştüremez. Dönüştürse bile bireysel tepkimeleri, mikro boyuttaki atakları aşamaz. Kimseyi ürkütmek istemez, “işine bakar”. Bahsi geçen, bu toplu uysallığın nedenini iki başlık altında toplayabiliriz: Genel kapsayıcılık ve eleştirinin yitimi Popüler Kültürün attığı en büyük kazık, genleştiği alanda bir karmaşa yaratması ve içine katıp püre yaptığı olguları, cicili bicili ambalajlara sarıp genel alıcıya hitap eden bir ürün haline getirmesi. Türkiye’de ilk olarak basılı medyada temeli atılan bu püreleri artık elimizi attığımız her alanda görmek mümkün.
Yayın ilkesi denen şeyin “daha çok satış” anlamına geldiği, kelli felli markalar ve meydana getirdikleri toplumsal akıl bulanıklığının yarattığı “ne gösterilirse onu kabullenme” durumu, bahsi geçen tablonun bir sonucu. Al-Tüket-Yenisine Geç Devamlı, yeni aktörlerle yenilenen ve meydana getirdikleri artı değer bittikten sonra köşeye bırakıldığı bir ortamda, daha eskisinin ne olduğu sindirilmeden, bir yenisinin ortaya çık(arıl) masının getirdiği hız, kuşkusuz toplumu neyi, neden aldığını, onda ne bulacağını bilmeden tüketen hücreler haline getiriyor. Tabii gerisinde bıraktığı enkaz yığını ve ürün kirliliği de ortada. “On Adımda Başarının Sırları” ile kişisel gelişim alanında başlayan sıralama hastalığı bugün, aynı amaçla edebiyat ve kültür alanında da kendini göstermekte. Hap şeklinde sunulmuş, Popüler Dergi kapaklarında gördüğü, bilmem ne kitabından alıntılarını okuduğu yazara hayran olup hakkında duyduğu başka bir şey dolayısıyla nefret eden bir kitlenin kolaycı, temelsiz ama hızlı kültür edim kaosuyla karşı karşıyayız. Kuşku yok ki; burada bahsi geçen pürenin ve eleştiri temelinden yoksun ortamın payı büyük.
Postmodernist çağın meydana getirdiği türler arası birleşik yapılar ve sanat anlayışı, görece bir özgürlük alanı ortaya koyduğu gibi, kültürel zemindeki tüm şekil pratiklerini aşındırdı. Artık neyin, neye göre değerlendirileceği kısmında oluşan boşluk kadar, eleştiri yöneltenin omuzlarındaki yük bir hayli ağır. Bir şekil çerçevesi belirlenmeli mi? Bana sorarsanız hayır, ihtiyaç duyulan şey, artı değer beklentisinin geri plana iten, hatta hiç olmayan, ne yapmak istediğini bilen bir duruş. Edebiyat açısından söylemem gerekirse, metnin yazar kimliğinden, arkasındaki yayınevi ve sponsorlarından, aldığı ödüllerden ayrı tutularak bir değerlendirme yapılabiliyor olması lazım. Büyük yayınevlerinin şerrinden korkup fısıltı yoluyla oynana kulaktan kulağa oyununun bir son bulması ve eleştiri boyutunun internet sözlüklerinden taşarak, belli karşıt duruşlar ve iskeleti olan yapılar çevresinde bir araya gelmesi gerekli. Kültür edim kaosuna direnç noktası olacak birliktelikler artmalı. Belki bu yolla, devam eden serseri seyir, bütünlüklü bir tarih algısıyla kendi geniş zeminini inşa edebilir. Düzen içi, ortaya çıkan çözümlerin akışı gene, düzen içine geri dönecektir.
efe elmastaş
zeynep yıldırım
efe
bazen tekrarlıyorum
Saatimi öylesine kurdum. Çarkı çevirdikçe kalbimde hızlanan bu zaman kaybı, sanki dünyanın bir yerinde hayatının son demlerini yaşayan kimsesizliğime koşuyordu. Saatimi kurdum ve sırtımı soğuk balkon duvarına yasladım. Durduğum yerden şehir, neredeyse kendini boşluğa bırakacak gibiydi. Şehir yorgundu ve bunu bir tek ben görüyordum. Kulağımda durmadan çınlayan kapı zilleri günden güne beni bıktıracak şekilde artıyordu ve ben karşımda duran adama hiçbir şey söylemiyordum. ’Bu büyük bir yıkım, bu büyük bir kaybediş!’ diye söyleniyordum her gün. Kül tablasında, uçuşmasın diye ıslattığım küller, simurg kanatlarıyla tenimde sahipsiz yaralar açıyordu. Gözlerim kızarıyor, perdeler sararıyor ve gördüğüm her şey kederin ve acının son rengiymiş gibi kendini tamamlıyordu. Karşımda duran adam sanki akşamdan kalma bir günahı taşır gibi, suratında istemsizce beliren bir gülümsemeye sahipti. ‘Bazı zamanlar gülmek, kederle sevginin üzerine kurulmuş, Tanrı’yla iletişim halidir.’ diye bir ses, üstelik kimin olduğunu bilmediğim sahipsiz bir ses duyuldu. Sesin şiddetinden içimdeki bütün pencereler bir hışımla titredi ve sonra durdular. Kalbim, ‘kendine bir şehir çiz, daha yapacak çok işimiz var!’ dedi. Kalbimi dinlemeye henüz saymadığım bir yaşta, kuru yük gemileri ve birkaç karınca çizerek başladım. Ardından, şöyle manzaraya gerilip kollarımı uzatacağım bir gök ve onunla aynı acıyı taşıyan sabırlı ama rahat bir deniz çizdim. Ufuk görünmüyordu. Çarkı çevirdikçe hızlanan bu zaman kaybı, yerini bir hafta sonu tiyatrosuna bırakıyordu. Birinci perde, birinci sahnede kuşlar, çizdiğim resmi masamdan alıp bana getirdiler. Bir uçuş süresince resmedilmiş saat sözcükleri kurdum. “Her zamanki gibi berbat, boktan bir gündü. Gece saatleri yorardı, biliyordum. Sanki her şey yolundaymış gibi kalkıp bir çay yapar, kitaplara dokunup mutlu olurdum. Bu ‘her şey yolundaymış’ imajının en zararsız nefes alma çabasıydı. Bütün yorgunluğumu düşündüm, neler yaptığımı, kaç kere küfür ettiğimi, az ileride sevmenin daha iyi bir fikir olabileceğini düşünen kadınların ojelerinden dökülen doğruları düşündüm. Bu ‘şimdilik düşünebilmenin sorumluluğu’ imajını güçlü kılan bir eylemdi. Üstelik her eylemde ablukaya alınan yalnızca ellerim değildi. Sanki her şey akreple yelkovanın çocuklarıymış gibi sürekli cebimdeydi. ‘Bugün kör bıçaklarla yaralanmalar günü, bugün ateşli silahlarla çiçekli namlular günü’ dedim kalbime. Ki kalbim, olmayan bir mevsimde göç yolları gibiydi.”. Bu sahneye, sararan perdeler alkış tuttular.
‘Susun!’ dedim ve odam birden karardı. Bazen tekrarlıyorum ve sorular soruyorum durmadan. ‘Saatimi öylesine kurdum’ diyorum yetiyor. Bazen tek bir ayna bile yetiyor insanın kendini kandırmasına. Aynada tarifi imkansız bir ‘ben’ görüyorum –akşamdan kalma.İkinci perdede bembeyaz bir düş kurma hayalimi kiminle paylaşsam ve nasıl anlatsam diye düşündüm. Bir mumu perdelere tutup bütün odayı yakmak istedim. Perdeler bu eyleme karşı çıktılar. Radyoda sanat müziğinden bazı eserler demleniyordu. ‘Alkolsüz mutluluklar yeğdir.’ dedi kalbim. Gidip çoktandır uyuşmuş ayaklarımla bir fincan çay koydum. İkinci perdeye henüz giriş yapamadım diye ‘tiyatrodan anlamıyorsun!’ dedim dört kere kendime. Evet tiyatrodan anlamıyordum. Bıraktım perdelerle dans etmeyi. Yeniden balkona çıktım. Şehir intiharın eşiğindeydi. Öyle görünüyordu. Sanki yıldızlar bu intiharın kilit karakterleriydi. Sanki sokak lambaları ve karıncalar olmasa bunu kimse bilmeyecekti. Düşündüm. Düşünerek daha iyi olur dedim. Buna inanmıştım. Tiyatrodan anlamadığımı görünce içimdeki bütün pencereler ilk önce bir fırtınaya tutuldu, sonra pencere kenarlıklarında duran birkaç ses açığa çıktı ve bana dedi ki; ‘Bir yanlışlık var.’ ‘Nasıl?’ dedim. ‘Bir yanlışlık var.’,’Mevsim geçişin bu atmosfere uymuyor, yanılıyorsun.’ dedi. Evet yanılıyordum. Çünkü güneş artık ısıtmıyordu bedenimi ve ben de ardı ardına dizilmiş cümlelerden kaçamıyordum. Saatimi bir hiç uğruna, damarlarımın en genişlediği vakitlerde kurdum. Şimdi yirmi dört saatlik periyotlarla kanıyorum. Birinci perde, birinci sahnede, sahne hakimiyeti olmayan sevimsizlikler oynuyordu. ‘’Her zamanki gibi berbat, boktan bir gündü. Sabah sesleri kucağımda nice çiçekli bahçeler sunmamıştı bana uzun zamandır. Biliyordum. Sanki her şey yolundaymış gibi biraz domates keser, yüzümü buruşturur, saçlarımı tarar ve küfrederdim.’’ dedim kalbime. Perdeler bu can çekişmeli kapanış cümlesine kayıtsız kaldılar. Oysa bir hareket beklerdim. Tiyatrodan anlamıyorum diyorum. –Şehir canımı sıkıyor.Bazen tekrarlıyorum. Bazen tekrarlıyorum, biliyorum, yoksa hep eksik kalıyor.
ceyhan varış
güneş
Eren cihaBurhan n gele
rli
HÜ
R
RÜ
Ben ki Kendine O ben-ki-ben diyen bendim? Bıkkıntı mahfilinde evi olan her Takıktım kibrimin aksa yol vermeyen Kusrumun döl okunmayan şakırtısına Yetseydim Sâyeme düş değmez deyip te geçerdim Onulmayan bildim onunla rehne koy tuttuğum döş Böyle öpüşmeden sevdim böyle kanterdim Topalladıkça yine en başa ve yine kaynak Hatırlamıyorum neyeydi bilmeden ah düşüverdim Ne kadar basît ne denli kıraç bu ne manyakça Usa kusursuz ur kısan şol arsız pençe Ikınan kamçıyı suya hayâ bilmeden Omuzlarından akan karanlığa tarak diye serdim Gümüş yemişler ayırtarak yanaklarına safir goncalar Kalbimi tüm cüretimle dünyaya katmak isterdim Siyah yerde hüznümü karnına yaklaştırmak Ya takmadan taşırmak ummanı topuklarına yatak Sonra bulanma Sonra kin sonra su veyahut safra Hakkaten bu nevi tağşişsiz ve essahtan eşyaya Yemin edebilirim: -Ne yapacağımı hiç, sdsd
ŞE
Enes Kalem
YM
E
ME
Tİ
H
tüm zaman soka Mis, bir dündür artık. Her balkondan akıyor salyaların. Ruhunun mukusu. Bir elimle diğerini tutuyorum. Yalnız, yürüyorum yalnızca. Karanlık bir mevsimdir artık. Duvarlar sıcak, kirli ve yaşamsız birer şair yanağı. Hiçbir ışık gizleyemez kırdığın, ezdiğin gözyaşlarını. Cin atına binemem, üç harfli ayaklarım. Kırdın ya, tersler. Bir adımımla diğerine basıyorum anca. Pencerelerde perdelere gizlenmiş mahalle kargaları. Ağızda eğrilik, bir ağıttır artık. Daha çocukken, adamken, kadınken, insanken ben. Dişlerle kaplandı rüzgarlar. Keskin dalgalı fırtınalar içimi dışıma çıkardı. Ellerin rezil renkte, ruhunun tüm adımları cehennem. Senin içinde ne var, ne işin var içinde? Çatılarda ölü anaların kuraklıkları. Göğe bakan tüm limanlarda hıçkıran sessizlik. Kendi feryatlarına nöbet tutan cep kahramanları. Haydi, bir kilittir artık. Göğsümün üzerinde oturan ve deli bir maymunun elinde. Ağır ve çıkmaz saatli. Tüylü teriyle karnım delik deşik. Omuzlarım havada iki kancaya özeniyor. Takılıp uçarcasına balonlara. Tüm Zaman Sokağı’nda başı eğik apartmanlar, bodrum katları. Gizli uykuların yanaklardan makas alıyor, kalemi kırılıyor şairlerin. Uzanmıyorum, yerdeyim. Köleliğin kulaklarımdan akıyor, içime doluyor. Ama ben içimde değilim. Gözkapağımın perdesi kapalı sımsıkı. İnce dilimli bir ışık, kızıl şeytan havada dans ediyor kendi içine kapalı. Daha çocukken, adamken, kadınken, insanken ben. İhtimaller paramparça yüzler, duvara beş geçe asılı. Koştum, durdum, kapaklandım, kazıdım kendimi dünyadan. Dört yanım kör ayna, kulpsuz kılıksız kapılar. Ensemdeki nefese açılan umutsuz, yabancı kanatlar. Uçtum, süründüm ağır ağır yağmurlara. Sönsün diye bu salyalı güneş. Binlerce el, bin-
ağı çocukları lerce dil, binlerce dudak. Yumruk dolu duman, demir lokma ter. Başımın üzerine adımı kazıyan ateş karıncaları. Bir şey yok işte sizde. İşte öyle bir şey yok ki, son şarkıyı seçmek gibi. Yok, sizde gözünüzü kapatmak belki. Sarılmış parmaklarla birbirine, bir aptallığın içinde dönmek yok. Hiç bilinmeyecek bir rengin peşinden göndermek yok gökkuşağı cücelerini. Ölümlü sevgiliye ölmeden ağlamak yok. Yok ağacın içine girmek hiç ya da alt dudağında erimek nafile uzayın. Varsa yoksa, cehennetli bir ölüm. Toprak korkulu bir çürük elma sapkınlığı. Varsa yoksa, elinden geleni öl demenin kolaylığı. Sakal ucunun değdiği günah hastalığı. Sonundan düştüm ben bu yolun. Bir benzin çöldeyim, yalnız. Beklemek sağanaklı. Sürüngen yalanının kıvrımları yanıyor. Acınızı görüyorum. Affetmeyen kollarımla kırıyorum kemiklerinizi. Her nefesimde omuriliğinizdeyim açgözlü kıymıklar. Havanız o kadar ince ki, uçamazsınız. Başına dönüyorum her şeyin. Başım dönüyor içe dönük bir fosil gibi. İçinize giriyorum, delip geçiyorum. Başımda bir taç, aklımdan büyük. İçinde saz, söz. Dinliyorum; izinizden eser yok. Adımınız, adınız yok. Omuzlarınızda bir ceset ağırlığı. Öyle. Biliyorum. Avuçlarınızda nafile dualar. Hem de öyle bir. Gözleriniz içe batan bıçaklar. Hem de öyle bir ki. Karnınızda karanlık kuyular. Hem de öyle bir yoksunuz. Yoksunuz ki hem de öyle bir. Dirilmiyor bu sokakta çocuklar.
yiğit ün sa y
ltun mete a
t nĂźwar
KAYBEDEN II
İnsanlar sürekli sarhoş gezmenin zor olup olmadığını soruyorlardı. Kimse ayık gezmenin daha zor olduğunun farkında değildi. Oysa biz alkolle dünyaya karşı kutsal ittifak kurmuştuk. Onların değerlerinin yeri yoktu ittifakımızda. Bira şişesinin üzerine içmekten dişleri çürümüş adam resmi yerleştirebilir, bira alırken siyah poşette yağlı karaciğer verebilirlerdi. Ehemmiyeti yoktu, biçimci değildim, dostumu bırakmazdım, asla. Kayalıklardan kalktım, elimdeki şişenin dibindeki son damlaları yudumladım ve şişeyi var gücümle denize fırlattım. Şansım varsa günün birinde cam parçaları soyu tükenmekte olan bir balinanın ciğerlerine saplanır, mavi deniz kızıla dönerdi. Çevreciler, evrenin mübarek koruyucuları, soytarılar! Sahil boyunca yürümeye başladım. Az insan, çok yalnızlık, öylesi daha çekilebilirdi. Rüzgâr sertçe esmeye başlayınca paltoma sarındım. Dalga sesinden başka, aklımda sözcükler dolanıp duruyordu. Hayat, ben tutkuyla sevişmek isterken götünü dönmüş uyuyordu. Vasattım, sözcükler elimde sürünür, başladığım öyküler yarım kalırdı. Uzun zamandır bir yerde yayımlanmış yazım yoktu. Yıllarca karalamaya çalıştıklarım iflas bayrağını çekmiş, yüksek alkolden komaya girmişlerdi. Ben de boşvermiş, bir şişe kapıp yanlarına kıvrılıp ölümü beklemeye başlamıştım. Böyle iyiydik. Sahilden doğruca eve ulaştım. Kapı kilidi uzun süredir kırıktı. Gıcırdayarak açıldı. Ev arkadaşımın sırıtan suratıyla karşılaştım. Dörtgöz. Ona böyle seslenirdim. Kendisi paleontolojistti, diğer deyişle neredeyse işsiz. Müzede az bir ücrete çalışıyordu. Aylar önce ev kirasını ödeyemediğimden sokak lambalarına, duvarlara yapıştırdığım sararmış, yırtılmış, çoktan unuttuğum ev arkadaşı aranıyor ilanıyla çıkagelmişti. Geldiğinde içerisi dumanaltıydı. Öksürük nöbetine tutulmuş, gözlükleri buğulanmıştı. Dumanın içinden sıyrılıp geldiğimde korkudan götü çıkmıştı. Kiranın yarısını ödeyecekti, elektrik, su onun üzerine olacaktı, her ay iki kasa bira almak zorundaydı; Carlsberg, tenekelerden.
Çabuk kolay ikna olmuştu. Diğer odayı ona verdim. Sessiz, kendi halinde, garip adamdı. Sonra sapıtmaya başladı. Normal bir adam da beni bulmuyordu zaten. Anatomi araştırmaları için fakülteden ödünç aldığı iskeleti çıkıp getirip odanın ortasına koymuştu. “Bu Jack”, dedi kırk yıllık ahbabından söz eder gibi. Afallamıştım. Sırıtan iskelet, laubaliliğin sınırlarını zorluyordu. Nereye dönsem karanlık gözlerini üzerimde hissediyordum. Sonra başka başka parçalar da eve yerleşmeye başlamıştı. Sanki sadece kemikler değil de onların ağırlığını taşıyan ruhlar da eve doluşuyordu. On sekizinci yüzyılın gotik havası eve sinmiş, arkadaşımın açtığı Joseph Haydn, bira ve ot kokusuyla birleşmiş, garip hal almıştı. Bazen yanımda Goethe ot çekiyor gibi hissediyordum. Öyle an geldi ki bunun son gelmesi gerektiğini fark ettim. Rüyamda uyumaya çalıştığımı görüyordum, tiz, hırıltılı bir nefes vardı sanki ensemde. Sonra dibime sokulmuş bu her neyse ansızın taşaklarımı mengene gibi avcunun içine almış, hınç alıyor gibi sıkıyordu. Döndüğümde Jack’le karşılaştım; pis pis sırıtan yüzüyle. Korkunç çığlıkla uyandım. Kontrol ettim, yerindeydiler, rahatladım; ama sinirim geçmemişti. Yataktan boxerla fırlayıp Jack’i kolundan tutup arkadaşımın odasına hışımla girdim. “Yarına kadar burada kalmış her kemiksi şeyi götüne sokacağım!” İskeleti ona doğru savurdum. Kapıyı sertçe kapattım. Akşamına eve geldiğimde evi tertemiz bulmuştum. Kapıyı kapatıp çıktı. Ev boştu, bomboş. Eşyaların üzerinde o fırtınalı günlerin garip tortusu kalmıştı yalnızca. Parmaklarımın ucuyla onlara dokunarak odayı dolaştım. Her yere sinmiş hatıralar belleğimde canlanıyor, biraz hüzün biraz mutlulukla içime hücum ediyorlardı. Kendimi çalışma masasına attım. Tuşlara dokunurken bu sefer ne yapılmasını bilen bir maestro gibi ilk kelimeyi buldum. Sonra ilk cümle geldi. Cümleler birbirini kovalamaya başlamıştı. Yıllarca yerinde durmuş, paslanmaya ramak kalmış lokomotifin hareket edişi gibi, yavaş yavaş... Onlarla uzun sefere çıkmış atlılar gibiydik. Sanki yüzyıllardır bu savaşı bekliyormuşuz gibi hissediyorduk; sanki fethedilecek
toprakların arzusu içinde kıvranan, yerinde duramayan kılıcını çekmiş şövalyeler... Hepsi gözlerime bakıyor, o gençlik dolu heyecanla emirlerimi bekliyorlardı. Durmuyorduk. Sevinç içinde kağıttan kağıda atlıyorduk. Parmaklarıma dolanan o eski zamanların gücünü hissediyordum. Sigaraların biri sönüp biri yanıyordu. Büyülü bir şelalenin altında bulmuştum kendimi. O sözcük yağmuruyla tüm çirkinliklerimden arınıyordum, geçmişimden arınıyordum, ihanetlerden arınıyordum. Saf çıplaklığım ve ben oturmuş birbirimizi anlıyorduk. Geri dönmüştüm… Sayfalarca yazıyı kenara kaldırmış, mutluluk ve huzurla kendimi koltuğa bırakmıştım ki Dörtgöz çıkageldi. Beni rahatsız etmekten imtina eden adımlarla kendi odasına doğru ilerliyordu. Bu zararsız çocuğa sert davrandığımı düşünüyor ve kötü hissediyordum son zamanlarda. Mahsun hali çok canımı sıkıyordu. Yazdığım yazının da mutluluğu içinde bir adım atmaya karar verdim ansızın. Seslendim ona. Korkuyla geri döndü. Bira içmeyi teklif ettim, gel otur dedim. Ne yapacağına karar veremedi, gülümsediğimi görünce yüzünü korkunç bir ifade bürüdü. Mal mal bakıp öylece durmaya devam edince bağırdım, o zaman gelip koltuğa kuruldu. Her ay getirdiği biralardan bir tane çıkarıp fırlattım. Elinde eğreti duran birayı gördükçe kahkaha atasım geliyordu. Hiç içtin mi, diye sordum. İçmemişti. Birayı açıp sohbet etmeye başlamışken masadaki fanzinleri gördü. Uzanıp …Sıvadık Fanzin’i aldı. Rasgele çevirdiği sayfalardan Jon Snow’a benzeyen herifin yazısına denk geldi. “Bu kim?” “Aa… O mu? Aldemir… Tanrım! Adam tam bir umutsuz vaka… Şu sıralar iki sayıda bir yazıyor. Dört beş sayfayı işgal ediyor. Fanzin Apartmanı’ndaki son inceleme yazısını okumalısın, facia... Kaliteyi düşürüyor. Adamı ne diye orada tutuyorlar anlamıyorum. Efe’nin mantığına akıl sır ermiyor doğrusu. Herkes yazmamalı, anlıyorsun değil mi?” “Oo, peki. Evet, anladım.” Masaya fanzini bırakınca konuşmaya devam ettik. Üçüncü bira-
yı açmıştı. Ağzından kelimeler peltekçe çıkıyor, kekeliyor, hikâyeden hikâyeye atlıyordu. Uzunca süre ne dediğini anlamaya çalıştım. Canım sıkılmaya başlamıştı ki hikâyeyi bütünleştirebildim. Anne babası otoriter, takıntılı insanlardı. Dörtgöz, küçükken sevgi alamamış ve onların kişilikleri altında ezilmişti. Küçük kız kardeşi, onun aksine daha fazla ilgi görmüş, yaptığı en ufak başarı takdir edilmişti. Dörtgöz ne yapsa kız kardeşinin üstesinden gelemiyordu. Araları bozulmaya başladığında tüm tepkileri üstüne çekmişti. Oysa onun bir şey yaptığı yoktu; ancak kız kardeşi yetinmiyor, Dörtgözün üzerine oynuyordu. Tabii, her seferinde nasıl oynanacağını öğrenememiş kardeşini yerden yere vuruyordu. Zamanla ailesi tarafından yokmuş gibi davranılmaya başlanmıştı ona karşı. Kendine güvenemeyen, başarısız, ezilmiş adamdan başka bir şey çıkması beklenemezdi böyle olunca. Üniversite zamanında sessizce, hayalet gibi bavullarını toplayıp çekip gitmişti evden. Üniversite yaşamı da dostlar edinememekle geçmişti. Mutluluk saçan, sağa sola heyecanla koşuşturan insanların arasında, aile yaşantısında olduğu gibi onları uzaktan seyrederek zaman öldürmüştü. Sonra, bir kızla tanışmıştı. “Gülümseyişi beni başka bir dünyanın varlığına inandırmıştı.” diyordu Dörtgöz onun için. Onun gibi silik karakteri vardı, ama anlaşmışlardı işte. Bu evrenden kaçıp kendi dünyalarını kurmaları için biraraya gelmiş gibiydiler sanki. Mutlulukları öylesine büyüktü ki üniversitede evlenmeye karar vermişlerdi. Başlangıçta her şey iyiymiş; sanki yaşanabilecek sonsuz yaşamların en güzeli. Sonra kavgalar, yetersizlikler, tartışmalar… Kız eve geç gelmeye başlamış. “Biliyordum,” diyordu dörtgöz, “bir gün hiç gelmeyecekti.” Öyle de olmuş. Günler sonra boşanma kâğıdı eve ulaşmış. Onu birkaç ay sonra kantinde başka biriyle görmüş. Geriye kala kala borçlar kalmış. Kendini derslere vermekte bulmuş çareyi, yarı zamanlı çalışmaya. Üniversite bitince beş parasızmış. Müze işini bulması çok zor olmuş. O yüzden benim yanıma taşınmaktan başka çaresi yok-
muş. Hayatı burada düzene girmeye başlamışken kız kardeşinin ölüm haberini ona iletmişler. Ailesinin ona aldığı arabayla kaza yapmış. Aile yas içindeymiş. Onunla konuşmak istemişler. Bu, Dörtgöz’e ağır gelmiş. O zaman kendine iskeletleri incelemekle, kemiklerin yapısını anlamaya çalışarak çıkış yolu açabilmiş. Ev o yüzden öyle bir hal almış. Hangimiz kaçmıyorduk ki? Ensemizde soluyan, bizi takip eden geçmiş, düşmemizi bekliyordu. Ondan uzaklaşmak için, yenilgilerden ve zayıflıklarımızdan, kimimiz içkiye veriyordu kendini, kimimiz sözcüklerin sonsuz dünyasına; kavramlara ve anlam çıkarılabilecek bir ritme. Kimimiz garsonluk yapıyor, tüm günlerini orada geçiriyordu; her şeyi unutmak, acıyı unutmak, başarısızlığını ve sevgisizliğini unutmak için. “Artık kalkmalıyım, yarın… İş.” Ayakta zor duruyordu. “Odaya kusarsan sıçarım ağzına, git lavaboda işini hallet.” Başını aşağı yukarı salladı. “Peki, peki.” İçeri yollandı. Çıktığında biraz daha iyi gibiydi. İçeri girecekken geri döndü: “Ne kadar aksi görünsen de sen iyi bir adamsın.” Bir anda sinirlerim had safhaya çıkmış, kan beynime sıçramıştı. Ayağa kalkıp yarı boş tenekelerden birini ona doğru fırlattım. Teneke bira göğsüne çarpıp üzerine dökülüp ziyan oldu. Daha sonra bu dökülenler için hayıflanacaktım. “ Siktir oradan! Sen git içerde tavşanların kamışlarının boyutunu ölç!” Yüzünde sırıtış belirdi. Arsızlaşmıştı. Bu adama bu kadar içirmemeliydi. Kahkaha atıp kapıyı kapattı. Ben de sinirle yatağa uzandım. “İyi adammış! Göt!” Sinirim uzun süre geçmedi. Tüm olanları düşünüyordum ki bir yerden sonra uyku bastırdı. Tüm bu saçmalıkları, her şeyi siktir edip gözlerimi kapattım. Fena çocuk değildi şu Dörtgöz.
muhammet aldemir
DINLE: Saturnus-All Alone Sen dinlediğinsin dinliyorum seni ve biraz ötede ışığa benzer bir şeyler var bulanık netleştiremediğim güzel bir ışık huzmesi zaten netleşemeden var olan bir ansın sen dinlendiğim bir anda karşımdaki camda selamlaştığım yüzüm ve bütün yansımaların suratına inen koca bir el bütün sarsıntıların belleğinde açtığı sohbetler acısı dinmiş tırnak izleri üzerinde gezdirdiğin ıslak parmaklar güzel bitecek sandığın gece masaları kafaları susturamayan adamlar ilk kez ağlarken görülen adamın yaktığı sigara iki karıştan az, buğulu bir camdan veda ettiğin demir kilitli kapılar ardında bırakılmış kadının bakışı hapsolmaya mecbur misafir ruhlar olmayacaklar hiç olmamışlar gece yarısı sessizce kapattığın kapı ezbere bildiğin karanlık dönüşler şu gün doğumunun ödünç gibiliği sen sabaha karşı bitirdiğin kitap okuduğun son cümleden sonra her yanını saran çaresizliksin gözünü diktiğinde gözüne nasıl çözebilirsin kır aynayı kes zihnini kurtar kendini bu bataklıktan kurtar ve öl damla bırakma bardakta gez biraz pislikte ve unut karanlık hastane odalarını ve unut hastane odalarını ve unut! o da eskimiş bir ağıt sen bir hiçsin hiçliğine aşık bir piç siliksin, zedelenmiş parmaklarının başka işi kalmamış dudaklarında tırnaklar leşsin belki bizden temiz yalnızlığına kazınmış kelimeler var kazıyoruz, bir hiç olana dek kazıyoruz onu bütün kusurlarının altında bir haz var duyuyor musun? odandaki izlerin seslerini dinleyen kaç kişinin sessizliği bu ve kaç kişi ölmüş tek bedende eprimiş bir çoraptan farkın yok varsın mecburiyetten n de feyzaasla atılacaksın.
Septian Rahman
yeşil
Hasan Sabbah’ın bir müridiyim ben. Onun için her şeyi yaparım; yeri gelir onun için ölürüm, yeri gelir onun için öldürürüm. Bazen kalenin dışında, bazen ise kalenin içindeyim… Ama her daim onunlayım. Kalbim onunla, bedenim onunla ve ruhum tabii ki onunla. O ki bize cenneti getiren, cenneti iliklerimizde hissettiren ve her istediğimizde tüm güzellikleri ayağımızın altına seren! Şüphesiz ki her daim ona inanacağım ve bu uğurda her şeyimi feda edeceğim. Söylediklerim, su götürmez bir gerçektir. Alamut Kalesi’nin anlamı çok büyüktür. Bir başkaldırış, bir çözüm noktasıdır. Bunu dahi anlayamayan kendini bilmezler, efendimizi mütemadiyen suçlarlar ama onunla cenk edemeyecek kadar da acizdirler. Bu böyle biline ki, bu cesaretsiz mahluklar bizim inancımızdan ve yapacaklarımızdan bir köpek gibi korkmaktadırlar. Sahip oldukları aşağılık düşünceler, tıpkı veba gibi bu coğrafyayı kirletmekte ve bir an önce yok edilmeleri gerekmektedir. İşte böyle bir ortamda Hasan Sabbah tek kurtuluştur! Size bunları anlattığım mekanın yaratıcısı, gerçek sahibi olan Hasan Sabbah! Peki ben nerdeyim? Büyük bir avludayım. İzin verin size etrafı izah edeyim; size buraların havasını içinize çekme, bu güzellikleri zihninizde yaşama fırsatı vereyim. Paylaşmak, büyük bir erdemdir nihayetinde. Ağaçlarla çevrili bir avludayım. Papatyalardan, ortancalara, kasımpatılara… Bir sürü ama bir sürü çiçek var burada. Renk cümbüşü içerisindeyim. Kokuların şahaneliği burna bayram ettirir cinsten. Ağaçların gölgesi, esen ılık rüzgar ve her rüzgarda biraz daha benliğimize karışan harika kokular... Yaratıcıya minnet ettirircesine güzeller. Doyasıya koklanası, doyasıya bakılası… Peki sadece çiçekler mi var burada? Hayır! Gözlerini bana dikmiş siyah saçlı bir hatundan söz etmek isterim! Yeşil gözlü, beyaz tenli bir afetten. Çıkık elmacık kemikleri, muhteşem dudakları, tanrının bir milimetre bile yanlış çizmediği burnu olan bir afetten. Seyrederken sadece gözlerine odaklanıyorum ama bir yandan da gözün yaradılışına aykırı bir şekilde her yerini olabildiğince incelemeye çalışıyorum. Olmuyor ama deniyorum işte. Bakışlarında ölüyorum. Tekrar doğuyorum. Bakışlarında boğulurken aldığım keyfi anlayabilir misiniz? İnsan boğulurken keyif alır mı? Alıyormuş işte. Ben alıyorum. Ona ba-
karken yeniden doğuşu tadıyorum; ara sıra da kayboluşu. Bir insana bunu yaşattıran ne olabilir? Aşk mı, inanç mı, sevgi mi! Bilmiyorum fakat yaşamaktan keyif alıyorum. Bu duyguyu seviyorum! Sokrates’in bir öğrencisiyim ben. Her daim dinlerim, kendime dersler çıkarır, ona özenirim. Boşvermişliğine, kendisini ifade ediş biçimine hayranlık duyarım. Hayatı ele alış biçimine imrenir, ertesi gün para için yapmayacağım şey olmadığını fark edince kendimden nefret ederim. Lakin yine de giderim pazar yerine Sokrates’i dinlemeye. Mermer kaplı Atina sokaklarında çıplak ayakla yürüyüp paspal bir şekilde bir orada bir burada anlatan, erdemlik tohumlarını cömertçe etrafa serpmekte bir beis görmeyen bu adamı dinlemeye giden her genç gibi ona sorular sormaktan geri durmam. Her seferinde açık bir şekilde yanıtlar sorularımı. Sakalını okşarken diker bakışlarını bana, aşağılamaz. Zira aşağılarsa bu erdemlik olmaz. Bazen büyütür gözlerini, bazen dalar uzaklara. Ama her zaman bir cevabı olur. İzin verin size anlık bilgiler vereyim. İşte yine sıcak bir Atina gününde pazar yerindeyim. Sokrates’in nerede olduğunu kestirmek hiç güç değil burada. Zira etrafındaki gençleri gördüğünüz anda anlıyorsunuz kendisinin görkemli varlığını, devasa düşünce bulutunun hacmini... Bir hayli popüler, bir hayli etkin Atina sokaklarında. Karısı ve çocukları pek hoşnut değil bu durumdan. Ama onun için düşünmek, hayat demek. “Ne pahasına olursa olsun, evlenin. karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz, yok fena çıkarsa o zamanda filozof olursunuz.” sözünden anlayabildiğimiz kadarıyla Sokrates’in sokaklardaki yaşamı, evdekinin pek bir üstünde. Burada bu sözün bir numaralı öznesi olan Xanthippe’den söz etmeyeceğim. Kendisini suçlamıyorum; şüphesiz ki onsuz Sokrates, bildiğimiz Sokrates olmazdı. İnsanlar, ilişkiler, anılardır bizi bizler yapan. Deneyimsiz, anısız ve macerasız bizler, boş bir levhadan farksızız. Sokrates’in etrafını çevreleyen gençlerin arasına karışıyorum. Sokrates’in tam çaprazında! Yine o! İnanabiliyor musunuz? Burada da o var. Yeşil gözlü, beyaz tenli. Bu sefer kızıl saçlı. Tıpkı Hypatia gibi. Durun durun; kesinlikle Hypatia bu. Ama bu imkansız. Hypatia değil; Hypatia olamaz! Her yerde karşıma çıkıyor. Bu kez bana değil, Sokrates’e bakıyor. Olabildiğince Sokrates’e yoğunlaştırıyor bakışlarını. Sokrates’i ölesiye kıskanıyorum. Sokrates’i öldürmek istiyorum. Hasan Sabbah’ın Sokrates’i öldürme emri vermesini diliyorum. “Sokrates ölmeli!” diyorum sessiz haykırışlarla. Platon’u,
Xenophon’u ve diğerlerini… Sokrates’ten başlayarak öldürmeliyim. Baldıran zehiriyle, belki de bir buz baltasıyla. Ama hepsini! Zihnimdeki parçalar kayıyor. Çukurun içinde yuvarlanıyorum. İşte sonunda bana bakıyor ama bilincimi yitirmek üzereyim. Dayanamıyorum. Yeşil gözlerine tutunmaya çalışıyorum. “Tut beni.” diyorum. Duymuyor, duymadığına eminim. Sokrates bağırarak konuşuyor; sesini bastıramıyorum. “Ah lanet olası ihtiyar!” diyorum. Stefan Zweig’in iyi bir okuyucusuyum ben. Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız hissediyorum. Nietzsche’yi anlattığında bir başka seviyorum onu. Dehasının parıltılarını her kitabında bir ışık buklesi şeklinde bizlere sunarken verdiği ilhamı kelimelerle anlatamıyorum. Gözlerim yarı kapalı. Neresi burası? Komidinin üstündeki eşyalardan, odanın kasvetli havasından anlıyorum; Rua Gonçalves Dias 34, Petrópolis, Rio de Janeiro burası. Bunaltıcı odayı izlemeye dalmışken yeni fark ediyorum kollarımın arasındaki beyaz tenli yeşil gözlü kadını. Yine o! Gözleri yarı açık yarı kapalı. Bana bakıyor; ne olduğu çözemiyor. Arka planda Sokrates’in sesi yankılanıyor. “Hayattan uzaklaştığımız ölçüde gerçeğe yaklaşırız!” diye haykırıyor. Ben ise gerçekliğimden her geçen saniye hızlıca uzaklaşıyorum. Hakikatin esiri olmak üzere yol alıyorum; farkındayım ama durduramıyorum. Teslim oluyorum yavaşça, en azından yeşil gözlerinde boğularak yapıyorum bunu. Göz kapaklarımın her saniye mikro santim boyutlarında kapandığını hissedebiliyorum. Bir şeylerin ters gittiğini anlıyor; görüyorum. Tam olarak bana bakıyor, üzgün bakışlar atıyor, ne olduğunu çözmeye çalışıyor ama çözemiyor. Onun üzülmesini gönlüm el vermiyor; ah dayanamıyorum. Son enerjimle ellerini tutuyorum; kaşlarını çatıyor, bilincim kapanıyor, yeşil... Boğuluyorum. İnsan boğulurken keyif alır mı? Alıyormuş işte!
mert aydın
aralık
Anlatılacakların biriktiğini susarken anlarmış insan. Sabah, kalkmış olmak için kalkar, karnı doysun diye atıştırır. Bir çift göz ona baksın diye, geçer aynanın karşısına. Gözleri dillendikten sonra, gönül katlanamazsa kaşlara bakar, dudaklara; yılları görür de sahiplenemez bir türlü. Kendini aşmak lazımdır her şeyden önce, bilemez baş başa kalmayan. Düşündükçe saplanırsın, yorulur, usanır.. Soğuk suyu çalarsın yüzüne, üstüne çeki düzen verirsin sanki bekler gibi. Kimi zaman dayanamazsın gözlerin ayakkabılara gider. Adını sen koy, senden başka nedir engel olan? Rahatlatır belki sıcak bir şeyler akarken boğazından, kokusu açsın istersin daraltını. Kahve sarar etrafını, aralarsın perdelerini, bulutlara karışırsın her yudumunda. Anılar sinside bekler, canlanıverir, yudumun boğazında düğümlenir, soğur kahven, sıcak basar her yanını, ayakkabılarına ulaşırsın. Kapı sessizce kapanır ardından, yabacısındır amaçsızlığa. Oysa arzunun, içinde bir yerlerde saklandığını göremez, kendine güvenemezsin o an. Benliğini hızlı adımlarına bırakmışsındır. Tanıdık birilerini görmek ister insan, yüzlere bakar, bakar da bulamaz. Mekânlar yetişir, çok eskiden gittiğin yerler; adını bildiğin, adının bilindiği. Bir bir dolaşırsın önlerinde, zamana dayanabileni ararsın. Bulduğunda, havanın soğukluğunu unutursun, bilirsin ki ısınacaktır için. Ne var ki yıllardır boşladığın masan bir başkasınındır artık, tek başına siyah beyaz bir sen oturuyordur orada. Önce başınla selam verirsin sessiz sedasız. Bakışları hissedersin gözlerine dönük, gariptir ve rahatsız olursun aynayı hatırlayarak. ‘Boş mu?’ diye sorarsın karşısındaki sandalyeyi göstererek. “Neden sordun?” diye yanıtlar, amacı anlamsızlığı yitirebilmektir. ‘Oturabilir miyim?’. Tuhaflık her ne kadar baki kalsa da kafasıyla onaylar seni, sessizce oturursun. Garsonların adınla seslendiğini duyduğunuzda gariplik şaşkınlığına, şaşkınlığı rahatlığına terk eder yerini, aynılık aynaya yansır.
aralÄąk