kapak
arif yağlı yiğit efe elmastaş mete altun batuhan ustacan özgür yanargil dolce paganne emrah ersan
basım yeri izmir
batuhan ustacan
çizenler
efe elmastaş saltuk doğan alyehüs ysyb altay kenger oğuzhan kayacan serkan üstündağ efsun etlioğlu ercan gümüş samowski stramedsky umut çanak ceyhan varış emrah ersan
karalayanlar
Uzanamıyorum! Mesafeler yakınlaştıkça artan bu çelik çomak oyununda kollarım yitik. Sanki koca bir sessizliğin ardı sıra gelen yalnızlıkların kovalamacası hakim. Sır bilinen toprak altı mecralarda, kaybolan yolların sürtük, dipsiz yanılgıları... Nereden alıp nereye koyacağım derdine düşmüş solgun benizlilerin kazdığı tünellerden şimdilerde duble yollar geçiyor. Zevaller değmesin. Ama manşetler bildiğiniz gibi, göstergeler zayıf, yüzey sönük. Bayrağı alan köşe diyarlara götürüyor fakat kumaşa kazınmış imzalar sadece göz dolduruyor. Alkış kıyamet bir tribün önünde küçük voltaj sahtelikler paçamızdan tutmuş. Ziyan kıbleler penceremize yağıyor ve biz bu sağanağın altında gülümsüyoruz. Biliyorum dostum, bitmeyecek ama bizsiz de yarım kalacak. O zaman? Neden duralım ki?
Çarpışmaya
2
saniye saniye saniye
Gözümü açtığımda, insanın kalabalığının olduğu bir çarşıya son sürat ilerliyordum. Altımda markasını bilmediğim, yüksek bir araba, insanların elinde ise torbalar vardı. Çevrede yılbaşı veya ona benzer bir şeyin hazırlıkları, dükkân vitrinlerine yapıştırılmış kar tanesi resimleriyle tatlı bir koşuşturma hali hâkimdi. Yolun ortasında kırmızılar içinde çakma bir Noel baba ve üzerlerine doğru hızla gelmekte olan ben. Radyoda Arapça, ilahiye benzer, berbat, iç karartıcı bir müzik çalıyordu ve LCD ekranda cübbeli bir herif el, kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu. Adam oldukça sinirliydi. Bir an kafamı sağa çevirdim. Yanımda mini etekli, göğüs dekolteli bir hatun, bu saçma karenin içinde oluşunu en az benim kadar korkulu gözlerle seyrediyordu. O kısacık andan birbirimize baktık. Ne olduğunu ikimiz de bilmiyorduk Çarpışmaya 2 saniye O an geçmişe dair birkaç kare hatırlıyorum. Çeşme’de, evimizin ilerisinde pas tutmuş bir salıncak, avuç dolusu nar tanesi ve fötr şapkalı, kel bir kodaman. Sonra kalabalık ve ardından tek bir adam. Bıyıklı, tükürükler saçan bir ağız ve yığınla insan. Her kanalda sapır saçma konuşmalar, aba altındaki sopa. Güzel, tatlı dilli bir kız, kesme tahtası üzerindeki kan ve yüzlerce öğrenci. Anne kucağındaki sıcaklık, ellerime bırakılan mavi gözlü bir bebek. Ama bunca kare içinde hep var olan ve susmayan o bıyıklı adam… Biber gazı yanığına rağmen içteki coşku. Kaldırımlarda yatan kanlı yüzler ve sonra uzun bir sessizlik. O an ise arabaya yayılmış idrar kokusu ve kocaman gözbebekleriyle kalabalığa bakan yanımdaki mini etekli kız. Bu absürt tablo içinde ise direksiyonu tutan ellerim ve aklımda sancıyan bir soru. NELER OLUYOR?
İlk olarak Noel Baba kılığındaki adama çarparak üzerimizden attık. Sonra birini ve diğer bir kişiyi… Yükselen çığlıklar ve panik halinde kaçışan insanların üzerine giderek onları teker teker eziyorduk. Nedenini bilmediğim şekilde arabayı kontrol edemiyordum. Ne ayağımı pedaldan çekebiliyor ne de direksiyonu sağa sola kırabiliyordum. Şoför mahallinde olaya tanıklık eden bir seyirciydim sadece. Cama sıçrayan kanları silmek için sileceği bile çalıştıramıyordum, yanımdaki kız kusuyordu. Boğazı yırtılırcasına öğürmeye devam ederken emniyet kemerim de benimkini kesiyordu. Zamanın akış hızı nabızlarımıza senkronize olmuşken garip şekilde, faili olduğumuz cinayetin mağduruyduk. O an, arabanın içinde, ağzımızdan çıkacak bir tek kelime anlam bakımında ölü doğardı. Sebebi olduğumuz yeni ölümler gibi. Güçlü bir sarsıntı ve sonrasında sert bir çarpışma… Kendime geldiğimde ilk gördüğüm şey tuğladan örme duvar oldu. Her taraf cam parçacıklarıyla doluydu, arabanın ön camından eser kalmamıştı. Göğsümdeki feci ayrı ve kasılarak kitlenen boynuma inat, arabadaki o saçma ilahi çalmaya devam ediyordu. Kafamı hafifçe sağa çevirecek gibi oldum ve az evvel yanımda oturan mini etekli kızın duvara yapışmış cesedini gördüm. Kafası tamamen dağılmıştı, belki de hiçbir zaman kimliği teşhis edilemeyecekti. Bir an ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. En azından durumu benden iyiydi. Artık çevredeki çığlıkları daha iyi duyabiliyordum. Belli belirsiz kelimeler seçilebiliyordu ama ne denildiğini anlayamıyordum. Az sonra yanıma biri geldi ve arabayı işaret ederek bağırmaya başladı. Beni yakamdan tuttu ve yabancı bir lisanda beni sarsarak bir şeyler soruyordu. Sinirli bir yüz ifadesiyle, öldürecek gibi. Bense gözümü tuğla örme duvardan ayıramıyordum. Bir an gücümü topladım ve yardım istemek için ne söylemem gerektiğini hatırlamaya çalıştım. HELP ME! Yüksek sesle bunu haykıracakken ağzımdan çıkan şey ALLAHU AKBAR oldu. Sonra bir tane ve bir tane daha… ALLAHU AKBAR. Tam bir Arap aksanıyla. Sustum ve nasıl bir saçmalığın içine düştüğümü, neden kendimi kontrol edemediğimi ve düşünmeye çalıştım ama aklıma gelenler en az yaptıklarım kadar saçmaydı. Çevremde sinirli kalabalık toplanmaya başladı ve arabada çalan o sinir bozucu ilahi hala daha devam ediyordu. Gerçek anlamda hiçbir dine mensup olmamama, okuduğum kutsal kitapların birine bile inanmama rağmen şimdi, o sinirli ve meraklı kalabalık için bir teröristtim. O an dünya üzerinde, ne şekilde olmuş olursa olsun ölmüş tüm insanlara özeniyordum.
Ölmek, körü körüne inanılan bir ideanın neferi olmaktan her zaman iyidir. Biri anlık gerçekleşir, meydana gelir ve biter. Ama fedayi, ömre yayılan bir ölüm anını yaşar. Söz konusu olan şey hayat değil, çoktan sona ermiş bir yaşam formunun uzun süreçler içinde yitimidir. Bir zombi gibi. Boş ve yoksun. Kalabalığın içinden gelen sert bir yumruk tek vuruşta burnumu kırdı. Başımdan süzülen kan damlalarına inat burnum, bir musluk gibi boşalıyordu. O kadar acıyordu ki; farklı yönlerden gelen birkaç darbeyi hissetmemiştim bile. En azından hangi memlekette olduğumu biliyordum. Etrafımdakiler Fransızca konuşuyordu. Farklı zaman ve şekilde olmak istediğim bu ülke, şimdi beni bir terörist olarak görüyordu. Kadere bak! Kalabalığın arasından sıyrılan dev gibi biri, elindeki rambo bıçağıyla, hem de tek hamlede emniyet kemerimi keserek beni sıkıştığım koltuktan çıkardı. Sağa sola bir şeyler anlatarak ilerlerken beni adeta bir halı gibi omzunda taşıyordu. Polis lafları falan geçiyordu ama ne demek istediklerini anlamıyordum. Biz önde, çevredeki kalabalığın bir kısmı arkamızdan ilerliyordu. Dev adam sordu: -Connaissez-vous notre langue? Sesim çıkmıyordu. O sıra sadece burnumdaki acıya odaklanmıştım ki; konuşabileceğimi de sanmıyordum. Ağzımı oynatmaya uğraşmadım bile. Benim kontrolüm dışında gerçekleşen onca şeyden sonra dilini bilmediğim bir adama, bir şeyler anlatıyor olmak zaten saçma olurdu. Nereye gideceğimizi ve bana ne yapacağı hakkında hiçbir şey bilmiyordum ve sanırım çektiğim acıdan başka önemli olan bir şey yoktu. Değerler, ülküler ve zaman beş para etmez kavramlar olarak uzakta bir yerde beni izliyor olmalıydılar. Onlara el sallayamadım bile. Son hatırladığım şey ise meydanda yakılan büyük bir ateşti. Polis kontrolünde kamerayla çekim yapmak yasaktı ve herkes bu anı bekliyordu. Büyümüş göz bebekleri ve sıkılmış yumruklarla… Bir toplumdan başka bir toplumun ateşine itiliyordum ama içimde korkudan başka bir şey yoktu. Tarih döngüsel bir çelişkiden ibarettir. Yalnız teferruatlar bizi insanileştirir.
efe
arif yağlı
Ufukta beliren turunculuk, Doğacak birazdan kurduğumuz hayallerin üstüne Gece bir an bile düşünmeden atacak kendini kayalıktan; iz kalmasın. Sanırım bu saatlerde uyumalı insan; hissetmediği zamanlarda. Unutmak mı, Unutmamak mı hangisi daha mide bulandırıcı? Hissizlik öyle dört beş cümleyle anlatılabilecek bir hadise değil. Yalnızlık zaman alıyor. Zaman devrim yapmaya çalışıyor. İtaat bakire bir kadın gibi duruyor hayatın tam ortasında. Her şey bir başka şeye gebe kalıyor. Ne zaman inandığın bastı tetiğe o zaman sığmadın odalara, o zaman yıkıldın, sarhoş olup yığıldın, gece üç de bir kadehle... Hissetmek, gökyüzü kadar uzaktı Deniz gökyüzünün maviliğini yansıtmadı Gri gıdım gıdım aktı denize Bütün duyguları yaktı bu şehir. Siz uyuyordunuz, gece henüz intihar etmemişti. Günaydın insan kardeşlerim, Yandık biz
n
a k doğ saltu
Yanında taşıdığı zamanın yalnızlığıyla sarıldı geceye. Herkesin kalabalığından bunalmış, her kullanılışın ısrarcı güleryüzüyle tiksiniyordu kanındaki dolaşan aydınlıktan.Yok etmek isteyen tacizci yalvarışlar, tenindeki dokunuşları kirlettikçe daha da hırsla sövüyor ve dumanını çekiyordu sigaranın.Kalın sarılmış tütünün uyumu dudaklarına doğru yuvarlandıkça “çabuk.git.uyu” emriyle savaşıyordu “iyi geceler” yüzsüzlüğü. İstemsizce baktı aynadaki eşgaline.Saçlarının sarartısı solmuş, sorularla çevrelenmişti gözünün etrafındaki halkalar.İp atlayan o ışıl ışıl yüz geldi sonra aklına. Nasıl da hareliydi gözlerinin yeşili! Kim derdi ki şimdi bu halde ve kin kusan çığlıkta kendini imha edebileceğini! Neyse bir duman vakti daha yaklaştı deyip sokuldu ateşe. Babasının avurtları çökmüş esmerliği karşıladı onu. Sararmış dişlerindeki gülüş niye bu kadar yalandı? Ölüme meyli hep bu genlerin esrarında olsa da, ölüm kadar gerçekti işte bu ayrılık. İpe dizdiği ne kadar acı varsa hep bu lanetin izini sürerdi.Baba susar yahut karanlık ve esrarlı tamamlardı geceyi. Homurtusunun miadı dolmadan sabah olunca da küfürle uyandırdı düşlerimi. “Hassiktir!” diyen sesin sevgisizliğiyle kundaklanınca, Baba derdim usulca. Babaaaaaaa! Duy beni! Coğrafyana ihtiyacım var! Omzundaki hasrete sarılayım nolur! “Kalk ulan kalk orospu” diyen sese hayretle bakıyordu yine. Hayretle bakıyordu aynadaki orospunun sigara içişine.Neyse dedi. Neyse ki geberdi dedi yine.Bak keyfinee! Seviş be hadi! Yanıdaki bakir tenli sessizlikle. Âlyehüs Ysyb
yiÄ&#x;it
Çoğunuz; günümüz toplumunda tesirini birçok yaş grubunda gösteren ve muhteşem bir hızla yayılan amaçsızlık durumunun farkında ve belki de bu grubun içindesinizdir. Bu amaçsızlık; toplumun birçok kesiminde görülmesinden ziyade birçok farklı alanda da kendini gösteriyor. Gerek kültürel gerek siyasi gerek iktisadî bağlamda, bir amaç yoksunluğunun söz konusu olması; bireysel tutumları ve haliyle toplumsal davranışları da etkiliyor. Toplumsal rol modellerinde bir kayma yaşanıyor. Bugün geldiğimiz noktada insan ilişkileri, insan doğasına aykırı bir hale gelmeye başladı. Hayır, abartmıyorum! Bugün herhangi bir gazetenin haber sayfalarında veya televizyondaki haber bültenlerinde cinsel sapkınlıklara, bozulan aile içi ilişkilere, artan cinayet/darp/gasp ve hırsızlık gibi olaylara daha fazla rastlıyoruz. Tüm bunların dışında mantığa aykırı ve örnekleri saymakla bitmeyecek kadar garip ve korkunç duruma şahit oluyoruz. Tüm bunlar neden oluyor? Kültür-sanat dünyasında neden incelikli eserler veremiyoruz? Siyasi olarak niçin karşıt görüşteki bireylere tahammülümüz kalmadı? İktisadî değişimler karşısında neden suskunuz? Neden kızgınız? Neden kırgınız? Neden birilerinin sevdiği şeyleri sevip, birilerinin nefret ettiği şeylerden nefret ediyoruz? Neden bir şeyleri körü-körüne savunabilirken, bir şeyleri mesnetsizce eleştirebiliyoruz? Bu gücü ya da bu güveni nereden alıyoruz? Biz insanların doğası mı değişiyor yoksa doğamıza aykırı mı davranmaya başladık? İnsan doğası, uzun seneler boyunca birçok araştırmacının araştırma konusu olmuştur. Çünkü insan davranışlarının algoritmasını çözümlemek, birçok toplumsal olay ve olgunun daha iyi anlaşılması ve toplumsal sorunların daha etkili bir biçimde çözülmesine olanak sağlayabilen bir yol olarak kabul edilir. Bu konuda en bilinen kuramlardan biri, meşhur psikoloji profesörü Abraham Maslow’un ihtiyaç hiyerarşisi kuramıdır. Maslow; insanın beş basamaklı bir ihtiyaç merdivenini tırmanmakla yetkinliğe ulaştığını savunuyordu. En temelde fizyolojik ihtiyaçların sağlanması, devamında güvenlik ihtiyacının sağlanması, sonra sosyal ihtiyaçların sağlanması, ardından saygınlık ve son olarak kendini gerçekleştirme ihtiyacının sağlanması durumunda in-
sanın varlık olarak tamama ereceğini savunmuştu. Fizyolojik ihtiyaçlardan bahsederken, insanın bu ihtiyaçları karşılamak için zorunlu bir çaba sarf etmesi gerektiğini söylerken; diğer ihtiyaçların bu derece zaruri olmadığını da ekliyordu. Peki, eğer insanlar fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak gibi bir zaruretten arınırlarsa, ne olur? Bu soruya yanıt aramadan evvel farklı bir kuramdan bahsetmek istiyorum: Theodore John Kaczynski’nin Güç Süreci adını verdiği kuram, insanın ihtiyaçlarını tatmin edebilme durumu hakkında farklı bir yaklaşım sunuyor. Güç Süreci Kuramı amaç, çaba, amaca ulaşma ve bağımsızlık adlı dört aşamadan oluşuyor. Kaczynski’ye göre; insanın güçlerini deneyebileceği bir amacı olmak zorunda. İnsan, bir amaç doğrultusunda yaşamak zorunda. İnsanın fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için bir çaba içerisinde bulunması, onun amacıdır. Fakat birey fizyolojik ihtiyaçlarını kendisi karşılamak yerine, bu ihtiyaçlar toplumsal düzen veya buna benzer bir yapı tarafından karşılanırsa; yani birey yaşamak için gerekli temel ihtiyaçlarını karşılamak için çaba sarf etmezse, haliyle bu ihtiyaçların karşılanmasından doğan bir tatmin duygusuna da sahip olamayacaktır. Bu tatminsizlik bireyde sıkıntı ve moral bozukluğuna yol açacaktır. Evet garip bir durum! Yani Maslow’un kuramında bahsettiği fizyolojik ihtiyaçlar karşılandığı halde, bireyde bir tatminsizlik oluşuyor. Çünkü birey bu ihtiyaçların karşılanması için çaba sarf etmiyor. Çünkünün çünküsü, insan bir makine değildir. İnsan tamamen duygularıyla ve aklıyla hareket eden ve yaşamını bunlara göre idame ettiren bir varlıktır. Fizyolojik ihtiyaçların otomatik bir sisteme bağlanması, binlerce yıldır varlık gösteren insan aklının ve hislerinin tam olarak kabul edemediği bir durumdur. En basit ihtiyaçları dahi, birey kendisi karşılamak isteğindedir. Bireyi makineleştirmek, çok doğaldır ki, bireyde sıkıntı ve moral bozukluğu haline yol açacaktır. Peki birey bu halden nasıl kurtulur? Maslow’un ihtiyaçlar kuramına göre fizyolojik ihtiyaçları karşılanan birey bir sonraki aşama olan güvenlik ihtiyacını gidermek ister. Fizyolojik ihtiyaçlarını giderdiği kanalları koruma altına almak ister. Bu ihtiyacın da günümüzde, sistem tarafından karşılandığı göz önüne alınırsa bireyde güvenlik tatmini duygusu da olmayacaktır. Maslow’a göre diğer adım, sosyal ihtiyaçların giderilmesidir. Bu kavram; diğer insanlarla kaynaşma, sevme/sevilme, toplum içine girme gibi durumları kapsıyor. İşte Kaczynski burada devreye girip “güç sürecinin bozulması” durumundan bahsediyor.
Bunu şöyle açıklayayım: İlk iki aşamada herhangi bir şekilde çaba sarf etmediği için tatmin olamayan bireyde bir sıkıntı hali oluşuyor. Bu sıkıntı hali bireyi ya aşırı bunalıma ya da aşırı zevk arayışına itiyor. Bunalım kanalına ilerleyenler içine kapanık, hayal kırıklığına uğramış, sıkılgan, öfkeli, intihara meyilli, amaçsız, çoğu şeyden zevk alamayan, uyku ve beslenme bozuklukları olan ve kendini suçlu bulan veya kendini gereksiz bulan bireylerden oluşuyor. Aşırı zevk kanalına ilerleyen bireyler ise cinsel sapkınlık, aşırı beslenme ve doyumsuz hazcılık gibi durumlar yaşıyor. Buradan sonrası hakkında ayrıntılı bilgiye gerek yok sanırım. Güç sürecinin bozulması durumunda ortaya çıkan davranışlar, yazımın başında bahsettiğim davranışlarla birebir örtüşüyor. Bugün toplumumuzda var olan cinsel sapkınlıkların, beslenme bozukluklarının, uyku problemlerinin ve ayrıca kendine güvenmeyen, endişeli, öfkeli, sıkılgan, beğenmeyen, sevmeyen, üretmeyen bireylerin olması toplumsal güç sürecimizin bozulmasından dolayıdır. Peki güç sürecimiz neden bozuldu? Buna sunulacak birçok farklı gerekçe vardır. Ama ben toplum olarak rahata ve kolaya alıştırılmamızı başlıca sebep olarak görüyorum. İnsanımız yorulmuyor. Herkes yorgunluktan, bıkkınlık ve bungunluktan bahsediyor fakat gerçek manada hiç kimse yorulmuyor. Bugün ihtiyaçlar hiyerarşisinin neredeyse tüm basamaklarını çıktığımız halde, memnun değiliz, tatmin olmuyoruz. Çünkü artık bir şeyleri elde etmek için uğraşmıyoruz bile. Yapay etkinlikler üretmekten bile aciziz. Birçok alanda, mesela edebiyat ve sinema alanında, sadece var olan eserşerin başarısız kopyalarını üretiyoruz. Sonra bunları körü-körüne seviyor veya nefret edip eleştiriyoruz. Kimse daha iyisini yapmak için uğraşmıyor. Kimse kimseyi sevmiyor, çünkü kimse kendini bile sevmiyor. Kimse kimseye güvenmiyor, çünkü kimse kendine bile güvenmiyor. Kimse kimseye saygı duymuyor, çünkü kimsenin kendine bile saygısı yok. Bu durumda herkes yarattığı kendi küçük ve iğrenç dünyasında yaşamaya devam ediyor. Artık sadece küfrediyoruz, alay ediyoruz, aşağılıyoruz, eleştiriyoruz. Üretmiyoruz, türetmiyoruz, yaratmıyoruz, sevmiyoruz, saygı duymuyoruz. Tuhaf bir şekilde artık bunlardan tatmin olmaya başlıyoruz. Neden mi? Eğer tüm bunlar bizi tatmin ediyor olmasaydı, yaşamak için bir gerekçemiz kalmazdı. Ben toplumun nasıl düzeltileceğini veya düzeltilmesi gerektiğini söyleyen biri değilim. Çünkü bu yazı ve elinizde tuttuğunuz bu fanzin bile sizin için önemli veya gerekli değil. Aslında düşüncelerim
yanlış ve bu fanzinden daha iyileri yapılabilir. Tamamen gereksiz ve tesirsiziz size göre. Peki neden daha doğrusunu düşünüp daha iyisini üretmiyorsunuz? Çünkü siz, evet-evet siz, tatmin olmuyorsunuz. Çünkü amacınız yok. Okulu bitirmek, işe girmek, evlenmek, çocuk yapmak, ev almak, torun sahibi olmak gibi basit amaçları kast etmiyorum. Gerçek manada hayata dair hiç ama hiç amacınız yok. Neden nefes aldığınıza dair ayakları yere basan bir savunma yapamazsınız. Sizi bu hale benim bu satırları yazdığım bilgisayarlar, yazımı göndermek için kullandığım internet ağları, 13 saniyede bir kontrol etmeden yaşayamadığınız cep telefonları, evinizdeki televizyonlar, kullandığınız sosyal paylaşım platformları yani saymakla bitiremeyeceğim kadar fazla olan ve teknoloji adı verilen bu şeytan getirdi. Devletler sizi bu hale getirdi. Hükümetler sizi bu hale getirdi. Şirketler sizi bu hale getirdi. Sivil toplum kuruluşları, dernekler, vakıflar, tarikatlar, cemaatler, dinler sizi bu hale getirdi. Ve her şeyden önce sizi, siz bu hale getirdiniz. Ben size bir çözüm var demiyorum, acılı ve kanlı olacak büyük sona doğru giderken en azından hatamızın farkına varalım istiyorum. Bir kez olsun, hatalı olduğumuzu gerçek manada kabul edelim istiyorum. Çünkü kozmosta her ne olduysa ve olacaksa insan elinden oldu ve olacaktır. En ölümcül dileklerimle,
altay kenger
efe
kedi ölüyor sokak boğazlıyor her akşamki seçimimden daha karanlık tarafa yöneldim. botların ifrit edici gıcırtısı kulak yoruyordu. ne yapıyordum ben, bilemiyorum. geceydi, ve ledlerden kaçıyordum. reklamlardan, tanıtımlardan, afişlerden ve tasarımlardan... özenle seçtiğim sessiz karanlık sokakta duyduğum kedi boğazlanması sesi müziği kesmeme neden olamadı yürüdüm sağlam adımlarla hayata isyan eden şarkıların eşliğinde hayattan sokağa kalan örneklere bakmadan... toplumda yerim yoktu yürürken kedi ölmüş, sokak bitmişti ben insanların anlamlandırdığı kişi değildim gizemlerin gölgesinden güneşin ortasına çıkmaya niyetim de yoktu tiksinç ledler ortalığı berbat ederken...
oğuzhan kayacan
efe
bir çikolata molası “Çok tatlı, değil mi? Ya, bu saatte, buncacık yaştaki çocuğun sokakta ne işi var?” Genç adam, sevdiceğinin bu konuşmalarının bir yere varacağını ve belki de biraz sonra, o çocuğa para ya da başka şeyler vermek zorunda hissedeceğinden emindi. Bu kısır döngüyü bozarak, henüz sevdiceğinin sorusunu yanıtlamadan, koşar adım çocuğa gitti ve akşamleyin sevdiceği ile paylaşmayı düşündüğü ballı çikolatayı çocuğa verdi. Çocuk afalladı ancak kahkahalar atıp uzaklaşması da çok zaman almadı. Teşekkür bile etmeden kaçtı! “Kesin, yine pahalı bir şeyler buldu bu çocuk! Yoksa; kikirdeyerek girmezdi bu eve!” Çocuğun babası, fazlaca içmiş ama bir müptezel tanrı bile ona denk gelmemişti. Adamcağız, yaşadığı hayatı sorgulama dönemini bitirmiş ve sövme faslına da çoktan başlamıştı. Çocuğu da kikirdeyerek içeri girince, yine pahalı eşyalarla geldiğini düşünmüştü. Geçen sefer getirdiği ayakkabıları altmış liradan satıp da içki parasını denkleştirdiğini hatırlayınca, keyfi biraz olsun yerine geldi. “Gel, oğlum. Neler getirdin bakalım?” Çocuk, çoktan yarısını yemiş olduğu ballı çikolatayı babasına uzattı.
“Ne verdin ona? Nasıl da neşe saçarak koşuyordu, gördün mü? Ya, ben çocukları çok seviyorum!” Evet, adamın sevdiceği gerçekten de çocukları çok seviyordu ama genç adam biraz şakalaşmak için muziplik yapsa “ÇOCUKLUK YAPMASANA, ÖKÜZ!” diye çığlıklar atmasını da iyi biliyordu. Onun gözündeki çocuk; ufak boyutlardaki insan bedenine sahip olan, dünyayı umursamaz tavırlara sahip, birilerine muhtaç, küçümsesen bile sana şükredecek, aptal fakat zararsız türden takıntıları olacak canlılar türüydü. Genç adam da bu kıza, “Yahu, beden gelişiyor, büyüyoruz ama ruhumuzu sınıflandırmaya çalışmak yerine istediğimiz gibi davransak, çocuklaşma, diyorsun. Ben çocuklaşmıyorum ki... Dans mı etmek istiyorum, al, ettim gitti. Utanılacak bir şey yok! Ama sen, dış görüntüye önem verip iç yaşantıyı kırabilen-
lerdensin!” diyemiyordu. Zaten bu genç adam da çok zeki biri değildi. Zaten bugüne kadar yaşadıkları tartışmalardaki en uzun cümlesi: “Sana halamın kuzenine gittik diyorum, orada eklemiş, ne yapayım, benim peşimi bırak diye haykırsa mıydım, kızım, evli lan o, ha, buna mı takıldın şimdi, “kızım” dedim diye ben kim oluyorum, öyle mi, kapat haydi kapat, dur, kapatma, kapattı orospu...” “NEDEN YİYORSUN LAN, NEDEN?!” Babası, çocuğunu döverken tam olarak böyle bağırıyordu. Tabii ki çocuğa “Oğlum, ben bunu satar, en azından bir cilalık çekerdim, neden yedin, yavrum?” diyemezdi. Bu sebepten dolayı; sokakta gördüğü yabancılardan bir şey aldığı zaman kendisine danışmadan onu yememesini çünkü belediyenin kendilerini zehirlemek için vatandaş kılığında zabıtalar kiralamış olabileceklerini anlattı. Ama en çok da “Neden yiyorsun lan, bana sormadan!” şeklinde haykırdı ve hayatının tüm yükünü bu dayak esnasında üzerinden atmaya çalıştı...
serkan üstündağ
serkan üstündağ
efe
etiket-leme Günaha çağrı ve suç. Kim bir masumu sevmek ister ki diyordu okuduğum bir yazar. Biz günahkârları seveceğiz. Başka bir beden, biraz hırçın, biraz asi ve hatta sürtük belki biraz. Günah ve sevabın ince çizgisini burnundan çekerken umarsızca. Başka bir ruh. Ruhsuz. Kadın ya da erkek farketmez. Yatağında saçları yastığa dağılmış bir beden. Her sabah bir fincan pişmanlık. Uykuyu açmak lazım gerek. Yalnız, yalın. Kendi halinde kalmaktan daha büyük bir lütuf varsa suçlu olmak kabulüm olsun. Başım kılıcın altında. Saklı kalmak ne kadar kolaysa o kadar acı. Açılmak lazım sanki. Deniz mi? Saçmalama! Boğulacaksan okyanusta boğul. İki kıta arası kadar taraf tutmak. Hissizlik peki, ona ne demeli. Ne kadar güzel olurdu şimdi. Yanından geçip gittiğim şehir manzarası. Boğulmak zor bu kadar ışık varken. Söndürün lambaları, bu da bizim eylemsizliğimizin tadı. Diyorum ki his peki! Nerede kaybettim onu. Hangi ruhsuza satıp derin bir uyku çektim. Keşke sabah olsa. Bir tabelanın önünde beklemek zorunda kalmasam. Her şey kolay ve ağrısız. Eskisi gibi his dolu. Anlamak için yabancı bir dudağa dokunmak zorunda kalmadan. Normal bir günün normal bir sabahı gibi derin bir uyku ve aldanmadan uyansam. Etiketlenmek yok, etiketin bini bir para. Işığın boynunu yalaması belki bir erkek parfümü belki fincanda ruj izi. İkisi de sana ait değil. Haz almak haz vermekten daha güçlü. Kim söyleyebilir bunun bencilliğini. Fark? Sıfır. Risk? Hiç bu kadar tatlı olmamıştı. Hangi taraf daha ağır şimdi. Tatmak istediğin en saklı zevk. Tarafını seçmek mi gerek illa şimdi. Yoksa tarafsız olmanın pervasızlığını içmek mi? Hangi cephede seviştiğin de savaştığın kadar önemli mi? Kişilik aldatıcı ve sinsi. “Kendini Tanı” mavrası palavra. Tanımak değerli, tanımamak özgür. Değişken bir heves. Oynak bir arzu. Tatlı, sıcak. Dudaklar. Dökülen kelimelerin anlamı eskiyor. Tadı aynı hala. Her biri aynı, her biri eşsiz. Etiket! Hadi ordan! Tarafını seç! Geçicilik ve heves. Sürtüklüğe bahane. Günaha davet. Belli işte nedeni. Bu etiket başka. Bu etiket özel. İncelikle işlenmiş. Özene bezene bulmuş kurban olduğum! Bir de yağmur damlalarına çarpan güneş ışığını örtmüş üstüne. Sevinin hadi! Bu beden, bu ruh hediye bir etiket size.
efsun etlioğlu
kanonik bir hayal perdesi sözcükler uçan kuşlar gibi süzülüyor lapa lapa
halk otobüsleri tıslayarak serüvenine dalıveriyor bir sonraki durağa kadar
sonra her zamanki gibi geçiyor zaman sonra bir hastane bir yeri bir avm bir kiriş verir dizgenin temeline bir kütüphane bir şehre erişmez çevrimdışı kültür gibi sonra bilinç yerle bir dünya, inç inç ümitsizlik edinir üstün başın reklam kokar çeşitli iş ilanları, Billboardlar bir memur bir kimlik sorar biçimsel ve küresel şekli sende seni nice tanıyamazsın zaten sonra yerini
linç
muallak
bırakırsın,
kanonik bir hayal perdesine -özgürlüğün kudreti gözlerime damladı evdekiler bayram etti, ağladı yüzümün anlamı şiirin içinde kurudu, yandısonra birçok şey unutuldu yaşamın eklemlerinde
vitrinlerde
insan bırakıldı öylece bir kül bulutu sadece.
ercan gümüş
mete altun
batuhan ustacan
sıradışı sıradan notlar 3
...Ben de ona şöyle dedim: “ Nuit, güzelim, asıl keramet 64 model Gibson’da değil, asıl keramet bu harikulade duyguları icraate döken insan beynindedir.” Çok da şaşırılası bir söylemde bulunmamıştım aslında. O da zaten beni pek umursuyor gibi gözükmüyordu. “Neyse” dedim, “eve gitmeliyim.” Garipsenebilinecek bir alışkanlığım vardı. Kendi evimden başka yerde sıçamıyordum. Kırk beş dakikalık otobüs yolculuğundan sonra eve vardım. Büyük bir arzuyla kapıyı açtım, tuvalete doğru koştum sonra. 20 dakikadır tuvaletteyken Nuit’i aradım, “Benim eve gel.” dedim, “Sohbet ederiz.” Tamam deyip kapattı. Pantolonumu toplayıp kemeri en son deliğine iliştirdim. Tuvaletten çıkar çıkmaz zil çaldı. Karşı dairede oturan teyze kısır yapıp getirmiş. “Eyvallah.” dedim aldım. Yeriz birazdan Niut ile dedim, içimden. Yemeyeceğimizden emin bir tavırla... Beklerken ne konuşsak diye düşünüp durdum. Sonra Niut kapıyı çalmadı. Çünkü ben teyzeden kısır aldıktan sonra kapıyı kapatmamışım, üstelik düşünme işine de kapının önünde, teyzeden kısırı aldıktan sonra başlamışım. Ne bileyim, fark etmedim, Nuit de yargılamadı beni. Karşımda beklemiş bir süre. İçeri davet ettim onu, girdi yayıldı hemen odaya. “Neden bu kadar sıra dışı bir halde sıradansın?” diye sordu. Cevap vermedim. Duvarda asılı 64 lük Gibson’u kucağıma indirdim. Jag ile amfiye bağladım. Sonra ona döndüm. “Burada olmayı seçtiysen o kadar da kötü değilimdir.” Heyecan yoktu, bayağılık hakimdi ortama. Nuit tatlı kızdı. Bir şeyler bilmeyi seviyor ve bana değer veriyor gibi görünmeye özen gösteriyordu. Zaten insan ilişkileri bu şekilde yaşanıyor her yerde. Lakin Nuit’i benim için özel kılan, özen gösterdiği mevcut durumda başarısız oluyor olmasıydı, hep. Acaba demektense bilmek iyidir; ne ben onu, ne de o beni umursuyordu. Gibson kucağımda dans etmiyordu bugün. Ona slow blues çaldım, “The sky is crying”. “Hey Stramedsky” dedi. “ Kucağındaki Gibson efsane bir şey.” Ben de ona şöyle dedim “ Nuit, güzelim, asıl keramet 64 model Gibson’da değil, asıl keramet bu harika duyguları icraate döken insan beynindedir.”
Samowski Stramedsky
Özgür yanargil
Yıllardır toprak altındayım. Ölünce cennet veya cehenneme gideceğimi umuyordum. Sadece iki ihtimal vardı: ya iyi olacaktı ya da kötü. Ne yazık ki ikisi de olmadı. Arafta kaldım sanırım. Öldüğümden beri ne gelen var ne giden, ne arayan var ne soran. Yok yani, yerimden de kalkamıyorum. Hem tabut dar hem de kefeni sıkıca sarmışlar vücuduma, kıpırdayamıyorum. Yoksa yerimden kalkıp hesap soracağım: “Ölmediysem beni neden gömdünüz!” diyerek. Geçmişi hatırlıyorum bazen, geçmişteki güzel günleri. Mutlu oluyorum ve gülümsemek istiyorum ama gülümsedikçe dağılıyor yüzüm, kendime kıyamıyorum. Nasıl öldüğümü bilmiyorum. Aklımda bununla ilgili en ufak detay bile yok. Yıllar geçtikçe daha da çürüyor bedenim ve kefen. Artık az da olsa hareket edebiliyorum. Yüzüstü ve sırtüstü yatabiliyorum tabutta. Aman ne konfor! Her kalp atışımda yavaş yavaş küle dönüşüyor bedenim. Ölmüş olmama rağmen kalbimin atmasına şaşırıyorum. Rüzgar beni savurup dağıtmasın diye yeryüzüne çıkmaya korkuyorum. Kimileri bilmez beni, belki de bilmek istemez. Kimileri adımı çoktan unuttu. Öldükten sonra onlara bıraktığım mirası yemekle meşgul hayatları. Gerek yok zaten. İstemiyorum tek bir kişiyi bile mezarımın etrafında. Yalandan ağlayıp gözlerinden düşen yaşlar mezarımdaki bitkileri kurutuyor. O derece leşler! Kendi kendime konuşmaya başladığımdan beri iletişim kurmak için kimseye ihtiyacım olmadığını fark ettim. Sürüngenler ve böcekler eşlik ediyor yalnızlığıma. Bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıkıyorlar. Hoşuma da gidiyor aslında, bir şey diyemiyorum.
umut çanak
Dolce Paganne
bir yazım yanlışlığı
Anlatamıyorum. Gün batıyor, ellerimi göğe uzatıyorum, canım sıkılıyor. Anlatamıyorum sanırım, kaçıncı kadere bırakışımız yarın dediğimiz olayları. Hayır! Kabul etmiyorum. Kaçıncı kadehte başlar bir ömür ya da biter öylesine sorumsuzca, cevaplamıyorum. Aklım sürüyor kalbimin topraklarını. Bu kez kararlıyım çekip gidiyorum bu şehirden. Yüzümü çevirdiğim her anlam çıkmaz bir sokağa dönüyor. Gün batıyor, ellerimi göğe uzatıyorum, canım sıkılıyor. Yitip gidiyorum öylece. Ülkesiz birkaç cümle ve şehir meydanları ciğerime doluyor. Bir bulut düşse kan ağlıyor çocuklar. Cenin pozisyonunda bir yalnızlıkta ölmeyi bekliyorum. Elbette ölmeyi öğrenmektir bir bulutun yere düşmesi bunu bir şiirden biliyorum. Anlatamıyorum, kan tutuyor coğrafyalarını gecekondulu evlerin. Dumanlı pencerelerde bir ülke teslim oluyor. Her bir basamakta gerillacılık oynuyoruz sanki, vuruluyoruz. Hayır, bu savruk çaresizliği kabul etmiyorum! Kaçıncı kadehte başlar bir ömür ya da biter öylesine sorumsuzca, cevaplamıyorum. Biraz daha ölmek diyorum, gök savruluyor sorumsuzca. Anlatamıyorum. Gün batıyor yine. Her gün sürüp gidiyor bu işkence. Acı dişlerimle düşlerim arasında bir yerde sıkışıyor. Hangi yöne gitsem bir denizde boğuluyorum. Hayır! Bu yarım kalmışlığı kabul etmiyorum. Hangi şiirde başlar ya da biter bir ömür saymıyorum. Geriye kalan her şey parmak hesabı kalıyor dilimin ucunda. Sonra cenin pozisyonunda bir yalnızlıkta ölmeyi bekliyorum. Elbette ölmek genç yaşta en sarsak betimlemedir. Bunu aynalarda görüp durduğum yüzümün yansımasından biliyorum. Anlatamıyorum. Canım sıkılıyor. Şarapnelli cümleler yitiyor dilimin ucunda. Son düzlüğe bir şeyler katıp kabartmak istiyorum günahlarımın yazdığı defteri. Ülkesiz birkaç cümle ciğerime doluyor. Toplamakta zorlanıyorum dikişlerini dudaklarımın. Bir karanfil solar gibi her şey yarım kalıyor. 'Ben bir peygamberim Bir bulut yere düşüyor, bunu çarmıha gerilen ellerimden biliyorum. Ben acemi bir peygamberim Tanrının yollarına bir sonbahar oluyorum. Kristal bardaklar kesiyor bileklerimi Sonra üniversiteli yalnızlıklar dolduruyor yaşlarını kuruttuğum gözbebeklerimi. Her bir kadehte kadere küfrediyorum. Bu kez kararlıyım, çekip gidiyorum bu şehirden.' Anlatamıyorum. Gün batıyor, ellerimi göğe uzatıyorum, canım sıkılıyor.
ceyhan varış
BEN Gözlerimi açmak istiyordum. Karanlık öylesine kaplamıştı ki etrafımı, beni ben yapan cesaretim götüme kaçmıştı. Gözlerimi açamamak aklıma hiç gelmemişti o zamana kadar. Vücudumun her zerresi sızlıyordu. Biliyordum, dahası iliklerime kadar hissediyordum. Son gayretim gözlerimi araladığında, etrafımda koşturan beyaz önlüklüler ve arkalarında dikilen siyah takımlılar vardı. Hep uzunca bir uykunun ardına sığınmayı istemişimdir. Günlerce aralıksız, tertemiz. Her bir anını rüyalar doldursun, gerçeklikten her ayrılışı ise sahip olamadıklarım. Mesela güneşli bir güne uyanayım, yanımda bana sıkı sıkı sarılmış güzel eşim, aramızda ise kendine bizden kale yapmış küçük, kıvırcık, çenebaz kızım olsun. Kahveyle başlayayım güne. Rüzgar, yeşilliklere bakan balkonunda yüzüme dokunsun. Ev olsun, sevdiklerim, huzur onlarla olur zaten. Bilmez miyim rüyalar madam eder adamı! Sen sanırsın ki uyku uzadıkça, gerçekten kaçınca daha çok dinlenir insan. Olmaz o öyle, baş ağrısı yapar önce, kasların gevşer giderek, hafızan bulanır da sen hiç birini fark etmezsin. Bütün eziyetleri uyanmanı bekler ve ben günleri umarken, seneler sonra tüm birikmişliğiyle komadan ayıldım.
KORKMUYORUM!
korkmak mı lazım? - 2
Tam iki sene, deliksiz mi demeliyim yoksa ölümüne bilemedim.. Derbeder pezevenginin peşindeydim. Başkanın ‘Bir Numara’sı. Adamın götünü bu kadar kaldırırsan böyle olur işte, en sonunda verir kazığı eline sen bakakalırsın. Haraç parselini toplayıp sırra kadem basmıştı. Çılgına dönmüştü Başkan. Belli ki haraç o kadar sikinde değildi ama onu kudurtan bağlanmışlığıydı. Elbette ki ödül konmuştu ve Derbeder daha fazla nefes almayacaktı. Kabul ediyorum hafife almışım yavşağı. Köşedeydi, sıkıştırmıştım. Bana gelene kadar dört adamı harcamıştı. Bense yumruklarımla ezmiştim herifi. Ağzı burnu yer değiştirmiş olmasına rağmen hala hırıldıyordu, bitirmelikti. O halini iki bira biraz çerezle izlemek vardı ama Başkan’ın nefreti sağ omzumdaydı. Yerden silahı almaya bir anlığına arkamı dönmüştüm. Neden boğmadım ya da kafasını vura vura patlamadım sanki! Doğrulduğumda kafamda sıcak metalin zoraki misafirliğini hissettim. Göt herif işini iyi biliyordu. Şimdi düşünüyorum da iki sene o kurşun için fazlasıyla kısa bir uykuydu. Yine de vücudumun kendisini tekrardan sahiplenmesi bundan daha uzun sürdü. Her günü tek bir adamı ezmeye and içmiş, her anı onu bulmadan huzura eremeyeceğini bilerek.. Başkan geri döndüğümde beni akıllanmamış içtenliğiyle sağına koydu. Eski polis bozması bir şişkoyu verdi yanıma. İkimizin bilip bilmediği bir arada, kendini saklayabildiğini sanan Derbeder’e ulaşmak kolay olmadı. Elimde bir mahalle adı, kendim kadar güvendiğim makinem ve değersiz Şişko vardı. Bir gün boyunca mahalleyi gözlemledik. İyice sabırsızlanmıştım, hissediyordum buradaydı ama burnunu çıkarmıyordu. Dayanamadım sordum soruşturdum etraftan, bakkalına, manavına, meyhanesine kadar… Güya kimseler tanımıyordu. Suratları ise onu onlardan daha iyi tanıyordu. Her endişe belirtisi beni sokağına kadar götürdü. Bekledim ben de. Rengi gökyüzü kadar açık yeşile çalan mavi Hacı Murat’ımda bekledim. Oradaydı, sokağın başında, akşamın karanlığına saklanmış, yuvasından yeni ayrılmış tavşan gibi ürkek ama kendi ayaklarıyla geliyordu. Fark etmesi uzun sürmedi. Tavşan dediğin kaçabilen hayvan, kapıyı açtığımda gibi evine koştu pezevenk. Yüklendik kapıya. Şişko tecrübesiz, önden girdi, kilosuna aldırmadan tırmandı ahşap merdivenleri. Bu Derbeder bubi tuzağı gibi. Nereye pustuğunu Şişko’nun beyin parçalarıyla anladım. Sıkmaya başladığımda göz göze geldik. Tavşan ışığı görmüştü. Haddinden uzun sürmüştü bu anı beklemek. Pis burun fotoğrafını çıkartıyordum tetiğe her basışımda.