7 minute read
Tevazunun Hünerleri
from Sabah Ülkesi 66
by un-it
Costica Bradatan*
a bilgi – gerçek, ıslah edici bilgi – güç değil de gücün zıddı ise? Düzgün bir insan olmak için güçten kaçabildiğimiz kadar kaçmamız gerekiyorsa mesela? Bu dünyadaki en büyük başarımız aslında radikal bir kendini silmeden, ulaşabileceğimiz en düşük varoluşsal mevkiden neşet ediyorsa?
Advertisement
Tüm yaşam biçimlerinin paylaştığı bir özellik varsa o da benlik davasıdır [self-assertion].1 En basitinden en karmaşığına tüm yaşayan canlılar var oldukları hâli sürdürmek ve üremek ister. Bunu yapmak için de sürekli olarak diğer canlılara, çoğu zaman o canlıları yok etme raddesinde saldırması gerekir. Bu durum yaşamı kozmik ölçüde bir gaddarlık sahnesi kılar. Ne var ki “gaddar” burada yanlış bir kelime seçimidir, zira bu kelime insani yargıyı tanımı itibarıyla her şeyiyle gayri insani olan bir şeye uygular. Yaşam süreci kendini tüm insani kaygıların dışında – kendiliğinden, körü körüne, acımasız bir biçimde – açar. İnsanlar da bu yaşamın içine diğer canlılar gibi kendi iradeleri dışında dâhil olur. Bu süreçte hiçbir söz hakkımız olmadan süreç tarafından kullanılır ve suistimal ediliriz – doğarız, araçsallaştırılız ve bir köşeye atılırız. Âşık olduğumuzu sanırız ama bu yaşamın kendini üretmesi için kullandığı hilelerden biridir. Daha iyi bir araç kurgularız ve yaşamın kendini ortaya koyma [self-assertion] oyununu oynadığımızdan habersiz olarak mutlu mesut bir şekilde kendimizi akıllı zannederiz. Komik bir saçmalık içinde yaşıyor ve buna mutluluk diyoruz.
Benlik davası Homo sapiens’e gelindiğinde hususi bir biçim alır: güç. Özellikle karmaşık canlılar olan bizler sadece temel ihtiyaçlarımızı ve dürtülerimizi tatmin etmekle yetinmeyiz pek. Diğer kişilerin bize itaat etmesine ihtiyaç duyar, güç sahibi olduğumuzu ötekinin alçalmış bakışlarında gördüğümüz zaman anlarız. Güç elde etmek için birçok yol mevcuttur ama bunların en etkilisi diğerlerinin küçük düşürülmesine dayanır. Benlik davasının vahşi bir tezahürü olan güç özü itibarıyla erotiktir: dışarı vurulmadığı ve hissedilmediği, gösterilmediği ve anlaşılmadığı sürece hiçbir şeydir. Diğerlerinin zihinlerinde ve bedenlerinde bir iz bırakmadığı sürece güç gerçekten var olmaz.
Güçle ilgili büyüleyici olan şey, ne kadar yoğun uygulanırsa uygulansın bunun gücü tüketmemesidir – tam aksine daha çok güç uyguladıkça daha fazla güce sahip olursunuz. Bizler, müzmin güç açlığımız içerisinde diğerlerini araçsallaştırır, yönlendirir, küçük düşürür ve aşağılarız, lakin bunlar iştahımızı kabartmaktan başka bir işe yaramaz. Bize “yettiği” zaman değil (ki bu nadiren olur) öteki kesin olarak ezildiği zaman dururuz. O zaman kazanmışızdır, kendimizi göstermişizdir. Ayrıca kendimizi gösterişimiz ne kadar diğerlerinin ezilmesi vasıtasıyla olursa bizim için o kadar tatmin edici olur. Güç arzumuzu artıran şey tam da bu ince erotizmdir. Başkalarını kendi iradene boyun eğdirmek, onları zorlamak ya da zorlamamak, onların senin tasarrufunda olması insanı en yoğun tatminlerden daha fazla dönüştürür. Bu açlık ve bu açlığı doyurmak için yaptıklarımız insanlık hikâyesini en küçük detayına kadar şekillendirir. Küçük ya da büyük tüm insani işlere – kendiliğinden, körü körüne, acımasız bir biçimde – hükmeder.
Büyük oranda kendimizi göstermeye duyduğumuz bu açlık sebebiyledir ki insanlık tarihi bir mezbaha gibi görünür. Fakat Sezarların, Napolyonların ya da Stalinlerin tek oyun alanının güç olduğunu veya gücün uygulanışının sadece savaşlarla, devrimlerle ya da siyasetle sınırlı olduğunu düşünmek yanlış olur. Güç suya benzer: sızabildiği her çatlaktan sızar ve sinsice her şeyi değiştirir. Hükümet ofislerinden şirketlerin yönetim kurullarına, sınıflardan sohbet odalarına kadar her yer bir güç tiyatrosuna dönüşebilir. Homo sapiens’in bir araya gelişleri, bu bir araya gelişlerin amacı ne olursa olsun, kendini gösterme orjisine dönüşür genelde. Güç arzumuz bizim davranış ve muamele ediş tavrımızı, düşünüş biçimimizi ve hissettiklerimizi şekillendirir. Bu süreç içerisinde de bizi – ne kadar küçük ve fark edilmez ve hep tatlı tatlı olsa da – yozlaştırır. Gücün sinsi doğası gereği onun en küçük bir dokunuşu bile kişinin dürüstlüğü için aşırı olabilir. Güç, uzun vadede hayatın kendisi gibi ölümcül bir hastalıktır. Düzgün insan olmak için her ikisiyle de mücadele etmemiz gerekir.
Muhtemelen insanlık durumumuzun en büyük çelişkilerinden biri düzgün bir insan olmak için – hayatın süreçlerini kavramak, onu “olduğu gibi” görmek, hepsinin boşluğuyla gerçek dışılığının farkına varmak ve bunların üstüne yükselmek için – hayatın kendisine karşı mücadele etmemiz gerekmesidir. İnsanlığımızı (esaretimizi artırmaktan başka bir şey yapmayan) kendimizi göstermekle değil kendimizden feragat aracılığıyla gerçekleştiririz. Aç hayvanlar olduğumuz göz önüne alındığında tek bir şansımız vardır: hayvanı ne kadar aç bırakırsak o kadar insan oluruz. Ama bu biraz bugün biraz yarınla değil sürekli olarak yapılacak bir şey, ömürlük bir projedir. Zira düzgün insan olmak talepkâr bir iştir – bunu bu kadar azımızın başarmasına şaşırmamalıyız. Schopenhauer ancak bir avuç insanın kendini bu yaşam ırmağında boğulmaktan kurtarabildiğini düşünüyordu: birkaç sanatçı, birkaç müşfik ruh ve bazı radikal çileciler/zahitler.
Ne var ki Schopenhauer’in Buda’nın izinden giderek önerdiği radikal kendinden feragate dayalı reçete herkese göre değildir. Riyazet zor bir iştir. Neyse ki bir çare daha vardır. Bu çare azizlik ya da Nirvana kadar gösterişli olmayan ama ulaşılabilir olan tevazu’dur. Tevazu sayesinde geçici süreliğine de olsa kendimizi yaşam koşusundan kurtarabilir, bu koşuya kayıtsızlık, sükûnet ve hatta ironi içinde bir mesafeden bakabiliriz. Bu bizi uzun vadede boğulmaktan kurtarmayabilir ama bize nefes alma alanı yaratır. Tevazu yaşamın maskesini düşürme ve onu olduğu gibi – kanlı bir güç sahnesi olarak – teşhir etme kapasitesi olduğu raddede gücün muntazaman ürettiği aşağılanmanın zıddıdır. Aşağılanma, yırtıcı hayvan rolünü oynayacak kadar vahşi ve her şeyin bir oyun olduğunu anlayacak kadar bilge olmadığınızda elinize geçen şeydir. Öte yandan tevazu bizim o yarışa girmemizi daha en başından engeller. Fakat tevazu adap kurallarından çok daha fazlasıdır. Her şeyden önce görünürlük ve kavrayışla ilgilidir. Iris Murdoch tevazuyu, unutulmaz bir biçimde, “gerçekliğe gösterilen diğerkâm saygı” olarak tanımlamıştı. Bunun bakanı aşağı bir mertebeye koyduğu doğrudur –nihayetinde bu kelime [humility] Latince humus (toprak) kökünden gelen humilitas (alçakta, aşağıda olma anlamında alçaklık, aşağılık) sözcüğünden türemiştir.2 Ama aşağıdan yapılan çekimlerin şaşırtıcı bir biçimde kapsayıcı bir dünya imgelemi ortaya koyduğu ve insanların zihinlerine ve kalplerine dair eşsiz görüler sunduğu Yasujirō Ozu filmlerinde olduğu gibi tevazu da şeylerin gerçekliğine ayrıcalıklı bir giriş sunar. İnsan sadece bir insan olduğunda yukarıdan bakış debdebeli bir aldatmacadan ve bazen de asıl meseleyi ıskalamanın en iyi yolundan başka bir şey değildir.
Tevazunun en büyük armağanı – zira bazen armağanlar verir – tam da bu içten dışa doğru olan bilgidir ki güç sahibi kimseler bu bilginin varlığından bile habersizdir. Bu, İvan Denisoviç’in Sovyet Gulag’ının en düşük yaşam biçimlerine düşürüldüğü zaman edindiği dünyayı ve o dünyanın derin işleyişini kavrayışı türünden bir bilgidir.3 Soljenitsin, sürükleyici sayfalar boyunca Denisoviç’i gerçekten her şeyi anlayan birisi olarak anlatır: her şeyi görür, her şeyi anlar ve her şeyi affeder. Tüm o sınırsız ve ezici gücüne rağmen Stalin bu mütevazı esire kıyasla anlaşılmaya değer hiçbir şey anlamamıştır. “Zira insanlar”, diye yazar Simone Weil, “ezenlerin hiçbir şey hissetmediği bir biçimde yaratılmıştır. Olanları hisseden ezilen kişidir.”
Mistiklerin ve filozofların mütevazı davranmayı sıklıkla bir hakikat tasavvuruyla ilişkilendirmesi boşuna değildir. Clairvauxlu Bernard şöyle yazar: “Yol tevazu, hedef hakikattir. İlki çaba, ikincisi ödüldür.” Vladimir Jankélévitch’e göre “Tevazu hakikatin muadilidir.” André Comte-Sponville tevazuyu zarif bir biçimde, “Hakikati kendinden daha çok sevmek” olarak tanımlamıştır. Tüm eserlerini ve yaşamını derin bir ontolojik tevazunun belirlediği Simone Weil Yerçekimi ve İnayet kitabında Tanrı’nın “sadece benim noktainazarımdan görülen yaratılış açısını sevdiğini” söyler. Fakat kendisinin Tanrı’nın yolunu kestiğini fark eder: “Ben bir
perde görevi görüyorum.” diye yazar. “Ben çekilmeliyim ki o görebilsin.” Weil’in Tanrı’sını bir kenara bırakarak onun kavrayışını daha da genişletebiliriz: biz sürekli “perde görevi görüyoruz”, kendimize karşı bile. Kendimiz kendi yolumuzu kesiyoruz. Öyleyse daha iyi bir bakışa ve kavrayışa sahip olmak için “geri çekilmemiz” gerek. Tevazunun yaptığı da tam olarak bu: bizi resimden çekip çıkarır ki şeyler kendilerini açığa çıkarabilsin. Sadece bundan sonra dünyayı tefekkür ettiğimiz söylenebilir.
Budizm’den Hristiyanlık’a ve İslam’a kadar tüm büyük dinler beklendiği üzere tevazuya önem vermiştir. Aynı şekilde çok sayıda seküler etik yasası da. Gerçekten de bu konuda iyi olan herhangi bir medeniyet bizim kibre ve kendimizi aşırı göstermeye olan meylimizi dizginlemeye çalışır. (Mesela Japonya’da insanların gündelik hayatlarında mütevazı olmak için yaptığı şeyleri düşünelim.) Ama tüm çabalarımıza rağmen bu savaş nihayetinde kaybetmeye yazgılı olduğumuz bir savaştır. Medeniyet zayıf ve kırılgandır, gittikçe güçlenen ve acımasızlaşan yaşamsa daima muzaffer çıkar. Kendini göstermek doğaldır, yükselticidir, erotizm yüklüdür. Kendini silmede ise hiçbiri yoktur bunların. İnsanoğlu, tüm hayvanat içerisinde ehlîleştirmesi en güç olan tür olabilir. Tevazu tam da bundan dolayı bu kadar önem taşır. Tevazu vasıtasıyla kendimizi ve başkalarını hoş görmeyi öğrenebilir, kendimizi daha az menfur kişiler yapabiliriz. Öyle ya da böyle olduğumuz yaratıkları ehlîleştirmek için elimizdeki en iyi araç tevazudur.
Burada şaşırtıcı olan hiçbir şey yok. Aksine felsefi fikirlerin en sıradanlarından – ya da mütevazılarından mı demeliyim? – biridir bu. Buda’dan sufi üstatlarına, Schopenhauer’e, Bergson’a ve Weil’e kadar mistikler ve filozoflar, Doğu ve Batı aslında bundan başka bir şey söylememiştir. Eğer bunu yeniden duymak bizi şaşırtıyorsa bunun tek sebebi bizim belki de daha önceden hiç olmadığımız kadar kör ve erotik bir şekilde bu hayat yarışına bağlanmamız ve görmek için gözlerimizin olduğunu bile unutmamızdır.
*Prof. Dr., Texas Tech Üniversitesi, Honors College. 1 İngilizcedeki self-assertion ifadesi Türkçede “kendini savunma, kendini gösterme, kendini ortaya koyma” ifadeleriyle karşılanıyor. Daha geniş bir dizgede ise böbürlenme, kendini beğenme ve kendine aşırı güvenme anlamlarıyla bir benlik davası anlamını taşıyor. Ben kelimeyi metin içerisinde genel olarak “benlik davası” ifadesiyle karşıladım fakat bu ifadenin Türkçedeki olumsuz içerimlerinin yoğunluğu sebebiyle metin okunurken tüm canlıların paylaştığı paydanın da gözden kaçırılmaması gerekiyor. (ç.n.) 2 Tevazu kelimesi de benzer bir anlam dizgesi taşımaktadır. Tevazu kelimesi Arapçadaki yere koymak anlamına gelen “vaz” kökeninden türetilmiştir. Tevazu kelimesinin eşanlamlısı “alçak gönüllülük” ifadesi de aynı anlamları taşır. (ç.n.) 3 Aleksander Soljenitsin, İvan Denisoviç’in Bir Günü, İletişim Yayınları.