Balkon Fanzin
"Bir fanzin editörü olabilmek için insanın tek ihtiyacı olan, kendi düşüncelerini ve fikirlerini ifade etme dürtüsüne sahip olması ve ucuz bir fotokopi makinasına ulaşabilmesidir."
- Craig O'Hara
Farkımız yok kimseden. "Öl" diyorlar ölüyoruz, "izle" diyorlar izliyoruz. İzlerken ölüyoruz... Kediler misali camlarda, çatılarda ve balkonlardayız. Pek istenmeyiz. İsteniriz belki de, İstenir miyiz?
Bir Zamanlar, Ben şu devletin duvarlarını yıkmaya çalışanlardandım. Elini gökyüzüne doğru yumruk yapan, kalbi camdan ve dikenli. Bir ekmeği yüz parçaya ayıranlardan, Herkesi doyurmak isteyenlerdendim.
Ayı bölecektim peygamber gibi, Dağıtacaktım yoksullara, Ve güneşten bir parça koparacaktım, Sigarasını yaksın diye işçi baba.
Barış Umut
Sevme Sanatı Sevmek onun sanatıydı. Dokunuşları fırçası, insanlar tuvali, ilhamı aşk… Hayat, büyük ve ışıklı sahneler hazırlamamıştı ona, pahalı kostümlere parası yetmiyordu belki. Fırçası sert, tuvalleri kirliydi. Aslında onu alkışlamak için bekleyen izleyiciler ve hayranları da yoktu. Bugüne kadar yaptığı resimleri birkaç insan görmüştü, onlar da beğenmemişlerdi. Yine de o, gözleri olmayan insanların resim yapabildiği bir dünyada, kalbi olmayan birinin bile sevebileceğine inanıyor ve kim bilir belki de sanatına hayran kalacak kör bir adamı bekliyordu. O, güzel cümleler kurmayı bilmezdi, severken rol yapmazdı. Bedeni esnek de değildi. Tek bildiği sevmekti, duru ve sade. Olduğu gibi sevebilmekti onunki. Sevmeye aç insanları, doyurmayı beklemekti. Sevilmeye ihtiyacı yoktu ya da kadın böyle düşünüyordu. Kadın yıllarca sevmeye devam etti. Kirli tuvallere, kalitesiz boyalardan anılar çizdi. İnce işti bu sevgi. Fırçanı tuvaline göre seçecektin bir kere. Boyayı tutumlu kullanmak gerekliydi. İnsanlar geldi, insanlar gitti. İnsanlar birbirine aşık oldu. Bazen ara sokaklarda yalnız kadınlar ağlıyordu. Bazen bir erkek, dudaklarını ucuz şaraplarla boyuyordu. Sevmek kolaydı, peki ya aşk. O nasıldı? Kadının tüm günleri, haftaları ve ayları geçti. Denizin gökyüzüne aşkından ilham alıyordu resimlerinde. Deniz, tüm nehirler ve dereler, gökyüzünün aşkıyla yanıyor, ona ulaşmak için yükseliyordu. Yağmur, toprağa aşıktı ki ona karışmak istiyordu her defasında. Ay, dünyaya aşıktı umutsuzca. Belki biraz yaklaşsa ya da uzaklaşsa olacakları biliyor, hep aynı mesafeden, dört bir yana dönüyordu dünyanın etrafında. Ve dünya ve tüm denizler, çiçekler ve hatta her birimiz güneşe aşıktık. Onu özlüyor, ona koşuyor, onu arıyor, ona bu kadar bağlıyken ondan delicesine korkuyorduk. Hatta ona bakmak bile bizi incitiyordu. En çaresiz aşktı bizimkisi, en acınası bağlanışlar güneşeydi. Böyle anladı kadın aşkın ne olduğunu. Seni önce semalarında saracağını
ve sonra hiçbir şey olmamış gibi toprağa atacağını bile bile ona ulaşmaya çalışmaktı aşk. Şüphesiz “ay”ın aşkı en fedakar olanıydı. Değer vermekti aşk, aşık olduğun oranda kendini tüketmek, ona karışmayı istemekti. Bizi yakacağını bile bile onu özlemekti aşk. Aşk, güneşti… Kadın fırçasını eline aldı ve olmayan bir tuvali resmetmeye başladı. Sonunda aşkı bulmuştu. Acı verse de tüm güzelliklerdi aşk. Hayali, ılık ve güzeldi. Onun denizi aşktı, limanı sevgi. Ömrü boyunca denize açılmaya, suya girmeye cesaret edemeden uzaktan izledi onu. Bazen durgundu aşk, bazen ise dalgalı...
Şevval Kaplan
ilk yazısını yazacak kadar canı yanmış bir kadının, o gün parmaklarında asılı bir silah, dudaklarında bir ceset vardı. ve tüm sokaklar sağırdı.
size boşlukta süzülürken hiçbir şey hissetmediğimi açıklayamam. çünkü, tamamen bom-boş. intihar, insanların geldiği en yüksek ya da son nokta mıdır, yoksa en alçak, en çaresiz mi... belki de, ölümün açık kapı olduğunu sandım. bitecek gibi. belki bitecekti, ama hiçbir zaman daha değildi. çatı kenarlarında seksek oynadım bazen. birden kayıp düşerdim belki. ya da bir kuş konardı üstüme, ve dengemi kaybederdim. iliklerime kadar öyle yanmıştı ki canım, derim alev alırdı. ondandı bu izler. yanıklar. peki acaba, benden sonra kalan üç gün ölü doğmuş olabilir mi ki? ölgünler üç çeşitmiş zaten. sabahtan ölenler, öğlen ölenler, bir de eceliyle varmış. fakat balıkların günleri dolmadan ölümleri gibi tuvalette akla gelirlermiş. sonrası da iyilik güzellik olurmuş. ama bu sefer olmamış. morfin basılmış ruhum, anti-depresan boşaltılıp uyuşturulmuş kafamdan geriye kalan tek şey bedenim kalmış. ona da dokunsan ağlayacak zaten. öyle şeyler gezmiş ki bu derimin üzerinde, izlerinden kurtulmak için anca beton dökülmeliymiş damarlarıma. ama hakikaten vurmuşlar beni. ben size itirazların itiraflara dönüştüğü uykulardan bir iki kabus getirdim. biraz kaynar suyla çitiledim elbet. ve ben o gün damla sakızına dönüştüm. her şey sonra çok karıştı. ama hep düz kaldı. aynı. tamam. ağlayalım mı mona. bak. herkes hikayemi biliyormuş gibi çıplak bırakıyor beni. sanki göğüs kafesimde on binlerce ejderha yaşıyor. ve ciğerlerime su yetiştiremiyorum. mona, çok yorgunum artık. her sokak başında kayboluyorum. ve görüyorum. giyindikçe güzelleşen adamlar ve giyindikçe belirginleşen kadınlar. bunların ortasında ben öylece çıplak kalıyorum ve öyle utanıyorum ki. ama hayır. çok fazla yüküm var. bu giysileri, bu karakterleri, bu ruhları, bu maskeleri de sırtlayamam. taşıyamaz ve devrilirim. böyle olmalı. üzerimde bir koku var. ama hayır. değil. naftalin kokamayacak kadar gencim. çok şey yaşamış ve çok yaşlanmış gibi konuşan 11 yaşındaki çok bilmiş kız çocuklarından beni ayıran tek şey büyümeye çalışmamam. istemiyorum. işte bu yüzden tüm saatler imha edilsindi. artık sadece uyurken değil, sokakta yürürken de parmağımı emiyordum. kimse farketmezken ben sizin saçlarınızda ki tek bir beyaz teli bile görebiliyordum. görmediğim
şey yüzlerinizdi. yüzleriniz beni alakadar etmiyordu. her kimseniz. her ne yaşamışsanız. ellerinizde pankartlarla öylece bağırınıyordunuz fakat neye karşı olduğunuzu, neyi istediğinizi bilmiyordunuz. uykusuzluklarınızı ve ağlamalarınızı gizlemek için bir ton makyaj yapıyor, yaşınız yüzünden kırışan ciltlerinden kurtulmak ya da dökülen saçlarınızı gizlemek için estetik olup duruyordunuz. ama belki de küçükken ateşimiz çıksın diye yuttuğumuz tebeşirler boyadı bu benliklerimizi. yalanlara sığınmayı öğrendik, maskelere büründük. basitlikleri zorlaştırıp, bundan her saniye şikayet ettik. eğer merdivenin ikinci basamağında durmuşsak, o an aslında sadece ikinci basamakta duruyorduk. ve biz zaten şu zamana kadar her şeyin karşısında öylece durmadık mı hep. -ama bilmelisiniz. asıl nokta şu ki; yaşanmışlıklarını gizlemeye çalışan insanların yüzleri katiyen beni alakadar etmez.çünkü ben sizin yara izlerinizi, geçmişinizi ve kâbuslarınızı sevdikçe, benden gittiniz. yaralarımı çiğneyerek. zaafları ve insanların acılarını kullanmaya alışık olduğunuzdan beni de kendiniz gibi sandınız. öylesine acımasız ve insaniyetsiz. hayır, ben kesinlikle bu değilim. ama siz asla bilmeyeceksiniz ki konuşsam birkaç kişiyi aynı saniyede öldürebilirdim. ama ben konuşmak yerine kendimi döktüm ortaya.
“sevgisizlik kanserden farksızdır her zaman. ve ben sevgisizlik kanserinden öleceğim. bu sokaklardaki ayyaşlardan daha ayık ve aynı zamanda daha sarhoşum. adım için bağışlayın. kurtarabileceğim hiçbir şey yok. bu bir yangın sayılır. yardım edin.” desem, yine sağırlaşacaksınız biliyorum. öksürük. midem. rengarenk. biraz öpüşelim mi. bakın. tüm bu kayıp yaratıklar var. tüm hüznün gücü ki, tüm ruh için renkli bir
sokakların hapsettiği umutlarımızdan beslenen kadınlar kılıçlarına kuşanmış. bu öyle bir kötü ruhları yok edebilir. ve sonra her bir ölü kelebek uçurulur.
bu kadınlardan biri bana bir gün kırmızı bir şehrin hikayesini anlatmıştı. sokaklarda pembe kediler dolaşır ve yeşil iguanalar dans edermiş. şarkılar kesilmezmiş ve tüm kadınlar birer periymiş. turuncuya çalan kanatları varmış. ve yeni doğan kız çocuklarına sihirli değnekleriyle dokunur, vücutlarına birer yara bırakırlarmış. ileride bir gün birbirlerini yaralarından bulsun ve onları sarsınlar diye.
bir şehre yağan yağmur, bir diğerinin hüznüdür. şimdi boşver tüm bunları. ve dans et. topukların, parmak uçların ve dudakların parçalanıncaya dek. kâbuslar leş gibi kokuyor. tanrının ağzı da. ve şimdi ağla. bir kalpte kilitli kalan aşklar için ilk yardım olsun kadınların elleri. öpüşmeler uzun yalnızlıkların çıkış yolu sayılsın. dört öpüşme bir penaltı etsin en yakın stadyumda. ve kuşlar özgürlük taşısın. ama hayır. ben o sihirli dans pistinde yere düştüm. zemini yaladım sadece. meğersem büyülü ayakkabılar bana bir numara büyükmüş. çıkışı ararken hep aynı yerde adımlarımı saymışım meğer. ve bam. koca bir ölüm tam çıkışı ararken gözlerimi açmamı sağlamış. her birimiz bağırıyoruz oysa. ama ne bu sessizlik. ama çığlıklar. nasıl duyulmuyor. bileklerimizi kesmiş umutsuzluk. üstüne tuz basmışlar. hangi acı kimin unutmuşuz. öyle çoğuz ki. öyle yoğun. ama unutmuşuz. yaşam canımızı nasıl acıttıysa, o kadar öpücük değmiş kalbimize. ama boşvermişiz. mezarlar dolusu aşklar vardı. ve ben, bir cesetle seviştim. dolunayın göründüğü her gecede şimdi, ağzımın içinde pis küfürler dolanıyor, alıp sarıyorum gecenin pis döngülerine. parmaklarımda resmen mermi işaretleri. her biri, bir ölüm.
Begüm Yalı
Birkaç Cümlede Hiçbir Şey “Şiirin önemli olduğunu düşünüyorum, yeter ki üzerine çok fazla düşme, yıldızlar ve yapaylıkla doldurma” der Bukowski. Bu cümleyi edebiyatın ve hatta sanatın ,bana kalırsa, tüm alanlarına uygulayabiliriz. Şöyle anlatayım: Yataktan kalkarken, kendimi adeta yıllarca süren bir savaşın en hararetli anında, kendisini o savaş alanının tam da orta yerinde, kurşunların, bağrışmaların, kanların ve çığlıkların arasında umarsız, umutsuz ve korku dolu gözlerle annesini arayan küçük bir kız çocuğu gibi telaşlı ve hayretler içinde bulmuştum. Başucumdaki sigara paketine uzanırken ellerimin, Antik Yunan’ın o günümüze kalmış eşsiz ve benzersiz yıkıntılarının altında kalmışçasına ağırlaşmış olduğunu fark ettim. O insanın içini ürperten, adeta fırtınalı bir akşamdan kalma sokak kedilerinin çaresizliğini hatırlamamı sağlayacak olan sigara dumanını içime çekerken, kendimi adeta ruhunun zifiri karanlığında var oluş amacını olumlamaya çalışan, kana susamış, yaşlı, yorgun ve çaresiz bir canavar gibi hissettim. Artık yataktan kalkmam gerektiğini düşünmeme rağmen, beynimin ıssız bölgelerinde kendini çürümeye, yaşlanmaya ve yıpranmaya bırakmış olan yaşama arzumun, yeni bir güne daha başlamak istemeyişini kafamın içinde adeta ölmekte olan birinin son çırpınışları gibi bir edayla haykırmasıyla birlikte bir anlığına bu düşüncemden vazgeçmiş olsam da, bu amaçsız ve bir o kadar da incitici arzunun kaynağının aslında ben olmadığımı kendi kendime ispatlamaya çalışırcasına zorlanarak, kendi kendime itaat etmeyi reddederek, beni tekrar hayata döndürecek olan o iksirin yanı başımda olmasını dileyerek, adeta zorlu bir yolculuğun sonuna gelmişçesine kalan o son gücümü toparlayıp, ağır kayıplar vermiş olsa da sonunda savaşı kazanmış bir komutanın, arkasına dönüp kaybettiği askerlere bakarak, kendisinin hala hayatta olmasından utanç duyarcasına onlardan af dileyerek, bayrağını o kuşatılmış topraklara, zafer kazanmışlığın o kahredici gururuna rağmen son kalan gücüyle saplaması gibi aniden ve birden bire ayağa kalkabildim. 15 saattir uyuyordum. Yataktan kalktığımda her yerim ağrıyordu. Sigara paketine uzanırken kolumun uyuştuğunu hissettim. Yine tüm gece kolumun üstüne yatmıştım. Günün ilk sigarasının ilk dumanını içime çektim. Ayağa kalktım. Yukarıdaki aynı durumu anlatan iki metin de aslında temel olarak hiçbir şey anlatmıyor. Fakat bana kalırsa ilki, daha da hiçbir şey anlatmıyor. Söyleyeceklerim bu kadar.
Batuhan Eryiğit
1. Ulussuz, sınırsız, sürgünsüz Ve bir şair olamayacak kadar ünsüz. 2. Sen hiç ? 3. Baker, Baker, Baker... Körotonomedya'da, Yüzeybilim Fragmanlar çeken adam. Sahi Milena sen hiç Sen hiç Beyin Ekran'ında, Beyin Ekran'ında Aşındırma Denemeleri yaptın mı? Asidik bir çiçekle bir kalemle, Beynini yaktın mı? 4. Ben bir şair olamaz, Olamaz dedim ablam son nefesini alıp da vermeyince. Verse de sen anlasan bunu Milena.. Beni değil ablamı tanısak önce, İçim ferahlasa.. 5. Faytona bindik mi seninle hiç Paris'te ? Binmediysek bu büyük bir eksiklik. Yahu seninle biz şu kısacık ömrümüzde, Önümüzde koca bir tiyatro dururken O duru kentte hiç mi nal izi bırakmadık ? Oysa sana ben Londra üzerinde Okuyacaktım bildiğim tüm tiratları.
Çok mu pahalıdır denizlerarası tren fiyatları? 6. Şimdi sen beni eğer karşılamayacaksan, Yangından kalma bir tren garında. Söyler misin ne anlamı var ki ? Karşılaşamayacaksa çizmeler şiirler gözler, İki kaldırım arasında.. Ayakta durmasının bu koca Dünya'nın? 7. Bugün okula gittim.Defterimde yangın çıkarttım. Artık sen bir yangın gülüsün. Kendimi sana sığdıramıyorum. 8. Özlemi pişirip senliyorum. 9. Oysa bir manası yok sana yazdığım tüm bu aşk şiirlerinin. Ama yani şimdi sen söyle, Her bir sen hak etmez mi bir Lavinia. Bir Pera, bir Vida, bir Roza, Hatta bir Milena olmayı? Hayır bayan, tüm bunları hafife almayın. Şiir yüktür bizde, büyüktür. Söyler misin Milena, Denli bu yüreğini neyle büyüttün?
Ömer Faruk Sargın
Tren Rayları “...şu durmadan kurulup dağılan evrende, bir nefestir alacağın, o da boştur boş.”
Derin, karanlık bir tünelin içindeyim. Yürüyorum.. Sebepsizce, karşıma ne çıkacağını bilmeden yürüyorum. Önüme bir ışık çıkıyor. Bir ışık, belki tünelden gün aydınlığına çıkışın ışığı. Özgürlüğümün, kurtuluşumun ışığı. Bir ışık, belki de üstüme hızla gelmekte olan bir trenin ışığı. Ölümümün, sonumun ışığı. Aldırış etmiyorum, yürümeye devam ediyorum. Bir an duraksıyorum, ve önümdeki ihtimalleri değerlendirmeye başlıyorum. Şayet üstüme gelmekte olan bir trenin ışığıysa hiç kurtuluşum yok. Ölüyorum.. Düşünüyorum ölümü, ölümümü. Yok oluşumun o vahim halini düşünüyorum. Ve diyorum ki kendi kendime : Geberip gidersem yaktırın bedenimi. Küllerimi bir genelevin bacasından aşağıya serpin. Serpin ki her bir orgazmda şad olsun ruhum. Diyorum ki: Geberip gidersem vibratörlerinize ismimi verin. Verin ki her bir inlemede ismim yankılansın dört bir tarafta. Diyorum ki: Geberip gidersem beni bir deli, aklını kaybetmiş bir deli olarak hatırlayın. Hatırlayın ki, sizin gibi akıllıların bulunduğu bir dünyada farkındalık yaratabileyim. Deliliğim beni sizden soyutlayıp ruhumu özgürleştirsin. Geçin karşıma, ayıplayan gözlerle bana bakın. Dikkatlice inceleyin beni. Ve benim gibi olmadığınız için her gün halinize şükredin. Sizin için bir mutluluk kaynağı olayım. Alışıksınız zaten bu duruma, çok alışıksınız hem de. Hayatınız boyunca
karşıdakinin acınası durumunu görüp öyle olmadığınız için şükrettiniz. Hem de defalarca, hiç sıkılmadan... Ve bu riyanız sizi ölesiye mutlu etti. Ancak sanırım ben, hiçbir zaman o karşısına geçtiğiniz ve ayıplayan gözlerle baktığınız insan olamadım. Ve sanırım ben en büyük korkumu, sizin gibi olma korkusunu defalarca yaşadım. Bir an duraksıyorum ve bardağın dolu tarafını düşünmeye başlıyorum. Ya gördüğüm ışık tünelin çıkışıysa? Kurtuldum, yaşıyorum. Bir kağıt uğruna çocukların katledildiği bir dünyada yaşıyorum. İnsanların açlıktan öldüğü, düşene bir tekme vurmak için heyecanla bekleyenlerin var olduğu bir dünyada ben, sırtımı depresanlara yaslamış, düşünmekten bitap düşmüş gözlerle sizleri izliyorum. Her gün suratınızdaki o anlamsız, yapmacık tebessümü görmek için yaşıyorum. Hatta sizinle birlikteyim. Her sabah sizlerle aynı durakta bekleyip, aynı otobüslere biniyoruz. Aynı işyerlerinde çalışıp, aynı tip evlerde yaşıyoruz. Aynı yemekleri yiyoruz, aynı içecekleri içiyoruz. Hemen hemen her şeyimiz aynıyken işin trajik yanı ne biliyor musunuz ? Hepimiz birbirimizden nefret ediyoruz. Ve bunu saklamak içinse var gücümüzle uğraşıyoruz. Tekrar duraksıyorum ve bir an için hayatımın şu ana kadar olan kısmını değerlendirmeye başlıyorum. Geçmişi başarılarla dolu insanların içinde ben megaloman bir salağım. Size gösterebilecek plaketlerim, ödüllerim, rozetlerim, diplomalarım yok. Zengin de değilim. Ne maddi anlamda ne de manevi anlamda. Ne pahalı tablolara sahibim, ne de nihai bir amacın peşinden gidiyorum. Ne lüks arabalarım var ne de uğruna savaşacağım bir bayrak. Sanırım benim gibilerin yaşamaktan anladığı sadece nefes alabilmekti... Ardından kafamın içinde dönüp dolaşan bütün bu düşünceleri bir yana bırakıp yürümeye devam ediyorum. Arkama hiç bakmadan, önümdeki ışığın ne olduğunu bilmeden yürüyorum. Sebepsizce, korkuyla ve en önemlisi büyük bir merakla...
Utku Körk
Tanrı'nın Arka Bahçesi Güvenin binlerce yıldır var olmadığı insanların önüne duvar ördüğü bir bahçe. tanrının arka bahçesindeki böcekler sallanan kız çocukları ve açmamış tomurcuklarıyla elma ağaçları ağaçları. Kesik ayaklarım, kırmızı ve sulu cennet elması gibisin sevgilim cehenneme taşı beni. Çok insan tanıdım bahçede gölgede uyurken yanıma uzanmış. nemli toprağın altında ölü aradım cennet ve cehenneme nefretimden. yorgunluktan kapattım gözlerimi unut yeşili, maviyi cennet bahçesinin tüm renklerini kırmızı tuğlalı duvarı tanrının kapı ardındaki odalarını. tırnakların batıyor sevgilim gözlerim kapalı bile hissediyorum. duyuyorum ruhundaki bakımsız geçmişi. cennetteki kız çocuğu duvar ardındaki seni arıyor. bu yüzden elma çiçeklerinin dökülmesini bekliyor. bir günahkarın tırnaklarına dayanmak için kapatıp gözlerini kırmızı tuğlalarla örülmüş duvara vuruyor
Tanrı duymasın sesimizi katlanamaz, daha fazla utanamaz yarattığı nesilden. ikinci bir Adem ve Havva'yı istemez. Bilmiyor çünkü sus. Biz onların çocuklarıyız. Sebepsiz, yersiz hatta gereksiz severiz. Bu yüzden cennetimden çıkıp sana gelirsem cehennemini unut. Dünya bizimdi. Savaşlarıyla, soykırımlarıyla, en mükemmel, en ucuz aşklarıyla. Dünya bizdik. Elma çiçekleri solacak bir mevsim sonra. Berlin duvarını yıktığımız gibi kırmızı duvarı da yıkarız biz.
Tuğçe Güneş
Editör: Utku Körk Sayfa Düzenleme: Semetey Albuz
Yazarlar: Barış Umut - Şevval Kaplan - Batuhan Eryiğit - Utku Körk Ömer Faruk Sargın - Semetey Albuz - T. Kayra Güneş - Begüm Yalı
Temmuz ortası, 2014
Her hakkı tarafımızca saklanmıştır, bulursanız çoğaltın.