022 FASHIONMUSICARTDESIGN
MAYIS 2012 ÜCRETSİZDİR
DAISY LOWE (126) ALVAR AALTO (24) DIANE PERNET (54) PINAR YOLAÇAN (58) HENRY HOLLAND (106) THE HIVES (150) NICKI MINAJ (160)
www.chanel.com
EDITO 008 NEWS 010 best of 112 I’M Beautıful DAMMITT! 116 daısy lowe 126 music 150 games 166 ESSENTIALS 168 dıvınatıons 177 La Touche Parfaite 184 agenda 196
cover guest daisy lowe photographer carlos lumière hat nova chau top american retro
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Toraman olga@xoxothemag.net Yazı İşleri Müdürü Sarp Dakni sarp@xoxothemag.net Konular Direktörü Sıla Güven sila@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Defne Ayas, Gazali Görüryılmaz, Sedef Kırdök, Dinçer Şirin İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Yavuz Aydın Fotoğraf Editörü Sezer Arıcı, Emir Sarısaç Katkıda Bulunanlar Zeynep Alpaslan, Richard d'Alpert, Mert Altınay, Erkan Altunay, Rafael de Azevedo Antunes, Ali Yavuz Ata, Mahizer Aytaş, Uğur Babürhan, Selin Benlioğlu, Olgaç Bozalp, Oben Budak, Onur Büber, Değer Ceran, Emre Doğan, Murat Ekşi, Gökhan Emre, Güneş Engin, Zeynep Erdem, Elif Filyos, Gökçe Gökçeer, Vehbi Görgülü, Metin Gürsoy, Deniz Harut, Ayşecan İpek, Jeremy Kaplan, Nilay Kaya, Bahar Kongel, Carlos Lumière, Marina Magavhaes, Seda Niğbolu, Deniz Oktay, Refik Özcan, Beren Özel, Barış Selimoğlu, Murat Süyür, Ziya Şanlı, Tuba Şatana, Can Togayhan, Arda Tümer, Ali Tünay, Erman Ata Uncu, Emre Ünal, Nil Yabanlı, Onur Yazıcı, Samra Zeller Reklam zeynep@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane. İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9
cerith wyn evans, in girum imus nocte et consumimur igni, 2006 (edition 6/6) private collection london © künstlers and jay jopling / white cube, london
Things Change Bazen öyle kararlar alırsınız kİ, aldığınız karara -dİğerlerİnİn şaşırmasını umursamadan- dönüp bakma İhtİyacı hİssetmezsİnİz. Sİze bahardan bahsetmİştİm VE kendİnİze bakmaktan... yakında, bakacağınız başka bİr şey sunacağıZ. Çok başka olmayan ama başka olan bİr şey BU. Sır vermeyİ sevmem, bİlecekse herkes bİlsİn, zamanı gelİnce yumurta kırılacak; ÇalıŞıyoruz… Daisy Fields Are Forever Hanİ mutluluğun resmİnİ çİzenler vardır ve hep çİçek tarlalarıyla bezerler YANDAN YEMİŞ resİmlerİnİ. Ama bİr yandan da haksız değİldİrler; İnsan bİr çİçek tarlası gördüğünde, tekrar eden görüntülerİn İçİnde kaybolur. Kaybolmaya mutluluk dİyenler var, oysa ben bulmayı mutluluk olarak nİtelendİrİyorum. Neyse, geçİyorum çene çalmayı, sİze bu ay Daisy Lowe'ı sunuyoruz. Saymadım kaç önemlİ moda evİnİn modelİ olduğunu ya da kaç can alıcı dergİnİn kapağı olduğunu. Bİr türlü de anlayamamıştım Onun neden bu kadar ünlü olduğunu. sİze doğruyu söyleyeyİm mİ? ASLINDA kapaK ÇEKİMİNDEN sonra da cevabı bulmuş değİlİm. Bİldİğİm ve anladığım bİr şey varsa, o da Daisy'den İyİ Türkan Sultan olurmuş. While you're… Gİydİklerİnİzİ değİştİrİn; beyaz olsun, hasır Şapka olsun, şapka olamaz İse hasır Çanta olsun. Bİr de yedİklerİnİzİ değİştİrİn; bol kalorİlİ, az karbonhİdratlı olsun. Gerekİyorsa spor salonunuzu değİştİrİn; İçİnde havuz olsun. Takımınızı ve eşİnİzİ değİştİrmeyİn; sonra yaptıklarınızda pİşmanlık OLMASIN. OLGA TORAMAN
news BEAUTY
Tangerine Tango
Tek Başına Yapılmaz yazı ayşecan ipek
Pantone Universe, geçtiğimiz yaz hummalı bir çalışma ve araştırmanın ardından “2011 sonbahar-kış sezonunun rengi ‘Honeysuckle Pink’ (hanımeli pembesi)” diye buyurduğunda, moda ve tasarım dünyası da hızla cevap verdi: ‘‘Emredersiniz efendim.” Bunda garip bir şey yok. Katalogları ev kirasıyla eş değere satılan, dünyanın en güçlü ve en havalı renk otoritesi yeni sezonun kurallarını belirlediğinde, sektöre ‘eyvallah’ demek düşüyor. Ancak kozmetiğin de bu evcilleştirilmiş grubun içinde yer aldığını bilmiyordum doğrusu. Bu kış ve ilkbaharın geride bırakmaya çalıştığımız ve nedense bir türlü beceremediğimiz pembe/mercan rengi ağırlıklı makyaj koleksiyonlarını şöyle bir gözden geçirecek olursanız, fark edeceksiniz ki siz de ‘Pantone etkisi’ altında kaldınız. O halde küresel ısınmanın zararlarına değinmek zorunda kalmadan, hevesle beklediğimiz yazın rengini açıklayayım: ‘Tangerine Tango’ (mandalina tangosu). Ateşli, kırmızıdan rol çalan, mercana göz kırpan, biraz pembelik de barındıran bir turuncu bu. “Aaaa, bu tam bir yaz rengi” diyen tüm kadınlar, mutluluk, umut ve çapkınlığa boğulabilir, öyle bir etkisi var. Mesafe sıfır, cesaret diz boyu. Sıcak rüzgarlar esmekte. Anladınız siz beni. Pantone Universe, kozmetik dünyası üzerindeki etkisini fark etmiş olacak ki, Fransız devi Sephora ile kafa kafaya vermiş ve 2012 yazının rengi üzerine sınırlı sayıda üretilen bir koleksiyon hazırlamış. Tangerine Tango koleksiyonunda gözlerimi kamaştıran, ellerimi iştahla kaşındıran ürün, hiç kuşkusuz fırça seti; saydam gövdeleri ve tupturuncu fırçalarıyla, bir genç kız edasında salınan bu set, her makyaj çantasını baştan yaratacak güce sahip. Turuncu nüanslar taşıyan ama doğal siyahtan da vazgeçmeyen çılgın takma kirpikler, bir diğer delirme sebebi. Kendi kirpiklerine güvenen ve ‘kirpik postişi’ne ihtiyaç duymayanlar, mandalina rengi
kirpik kıvırıcıyla ilgilenecektir diye tahmin ediyorum. Sephora, bu özel işbirliği dışında hazırladığı sezonluk koleksiyonunda da turuncu ve toprak tonlarına bol bol yer vermiş. “E hani tüm kozmetik dünyasını etkisi altına almıştı, tek bir koleksiyondan bahsettin” diyen kavgacılar! Şimdi hep birlikte dönelim ve Chanel’e bakalım. Peter Philips’in en çok Polonyalı model Jac Jagaciak’a yakıştırdığı ‘Summertime de Chanel’ yine ünlü mandalina etrafında dönüyor. Rouge Coco Shine’ın 447 numarası En Vogue tüm yaz sürülesi bir renk. Onu sürdükten sonra Tango da yapılır, ChaCha da gider hatta Merengue bile denenebilir. Üzerine bir de parlatıcı mı istediniz? Lévres Scintillantes Glossimer Calypso, dore tınılarıyla hareketlenen bir turuncu. Dudağa sürüldüğünde ise taptaze bir mercana dönüşüyor. Hazır böylesi sıcak bir operasyona girişmişken Robert Piguet’nin mandalina, karanfil, gül, paçuli, amber ve süet tınılı, 50’lerden günümüze taşınmış aynı isimli parfümünü de bir deneyin. Siz bu kült parfümeri Fracas ile tanıyorsunuz ama Calypso’ya da bir şans vermek gerek. İzninizle! Chanel koleksiyonunda gözüme ilk kestirdiğim arzu nesnesini yazmayı unuttum. Holiday oje. Turuncu değil, kırmızı değil, benzerleri var ama onun gibi değil. Sanki tırnağınıza ilk katı sürdüğünüzde Madonna yanı başınızda beliriyor ve tüm özgüveniyle şakıyor: “If we took a holiday/ Took some time to celebrate/ Just one day out of life/ It would be, it would be so nice.” Chanel ve Sephora dışında, NARS, Dior, YSL ve Guerlain koleksiyonlarının da turuncuyla yaşadığı tutkulu aşka şahitlik edeceksiniz. Tüm yaza damgasını vuracak mandalinanın aslen bir kış meyvesi olmasını ise bu senenin ironisinden sayalım, şezlonglarımıza boylu boyunca serilip hayallere dalacağımız o tatili iple çekmeye devam edelim.
XOXO The Mag
11
XOXO The Mag
13
news theatre
THE BOOK OF MORMON
Komedinin Kitabını Yazmak yazı uğur babürhan
‘Birini ağlatmaktansa güldürmek daha zordur’ eskimeyen klişelerden biridir. South Park yayınlandığı günden beri, her milletten büyük hayran kitlesine sahip ve ağıza yapışmış replikleri olan bir çizgi dizi. Dolayısıyla yapımcıları da müzikal yapmaya kalktığında sanırım bundan daha başarılı bir konu bulunamazdı: The Book Of Mormon. Bu prodüksiyon gerçekleşirken, sanatla uğraşan insanların başka bir boyutla iletişim içinde oldukları fikrine kapılmamak çok zor. Yıllar evvel izlerken sandalyeden düşme tehlikesi geçirdiğim Aveneu-Q müzikalinin yaratıcılarından Robert Lopez ile South Park yaratıcıları Trey Parker ve Matt Stone, birbirlerine yakın gelecekteki projelerinden bahsederken olaylar gelişiyor. Ne tuhaftır ki bu üç kafadar neredeyse aynı zamanda aynı projeyi yapmayı düşünüyor ve işe koyuluyor. Beş yıl gibi uzun bir çalışma süresinden sonra da bu büyük komedi çıkıyor ortaya. Şu an ‘önümüzdeki altı ay için bilet bulunması oldukça zor’ bir gişeye sahipler. Dönemsel şöhretin rekabetle ilgisi, her zaman aklımı kurcalayan bir konudur. Bu işi öğrenirken, bizlere tiyatronun dijital versiyonu olan sinemayla tatlı rekabetinin bu kadar açık farkla ayrılacağı söylenmemişti. Yani bilgisayar, sinemanın bu kadar hizmetindeyken, bir canlı performans sanatı olan tiyatroda benzeri imkanların günümüz teknolojisinde bile uygulanmasının zorluğuyla karşılaşacağımızdan pek haberdar olmadık. Belki de sırf bu yüzden, günümüz seyirci profilini şaşırtmak giderek zorlaşıyor. Bu ekibin, bahsettiğimiz şeyi, dalga geçme boyutunun kıldan ince kılıçtan keskince olduğu bir üstadlık seviyesinde (birer komedi virtüözü olarak) becerebilmesi, sıradan bir seyirciyi şaşırmanın ötesine taşıyor. Mel Brooks’un özlenen eski yıllarında sunduğu lezzetli komedisinin, günümüz versiyonu olan bir ziyafetle karşılaşıyoruz sahnede. Bu muhteşem komediyi üretmenin o kadar da kolay olmadığı aşikar. İşin altına imzasını atan toplam on adet prodüktör görüyoruz. İçlerinden biri,
bu güne kadar izlediğimiz bir çok film, tiyatro ve müzikale imzasını atmış. Prodüktör Scott Rudin, The Girl With the Dragon Tattoo, Moneyball, The Social Network, Julie & Julia, Doubt, No Country for Old Men, The Queen, Closer, Sister Act ve The Addams Family gibi projelerin başındaki isim. Bu filmler hem Rudin hem de diğer tüm ekip için bizlere yeterli fikir imkanı tanıyor. Müzikalin bestelerinde yine yapımcıların adlarını görüyoruz. Bir komedi/müzikal yaparken, bazen müziğin lükslerinden faydalanmak gerekir. Hafif tatlı bir ara verme ve böylece nefes alma imkanından yararlanmak mübahtır. Besteyi ve şarkı sözlerini dinlerken gülmekten diğer esprileri kaçıracağım korkusunu çok ender yaşarsınız. The Book Of Mormon, sırf bu korku yüzünden belki de iki kere izlenmeli. Hikayenin kahramanları, iki genç mormon misyoneri. Saf, iyi kalpli ve teorik bilgiler açısından donanımlı bu iki genç, Uganda’nın kuzeyinde zorlu bir savaşın sürdüğü, fakirlik, sefalet ve kıtlığın en yüksek seviyede seyrettiği bir köy halkıyla olan ilişkilerini anlatıyor. Böylece, siyah-beyaz komedinin en güzel örneklerinden biri daha çıkıyor karşımıza. En İyi Müzikal başta olmak üzere sekiz kategoride Tony Ödülü ve En İyi Müzikal Albüm dalında Grammy kazanmalarında kuşkusuz birbirinden yetenekli oyuncuların payı çok büyük. Andrew Rannels’ın yazılan en detaylı sessizliklerden, en kuvvetli notalara kadar bir beyin cerrahı dikkatindeki performansı uzun yıllardan beri sahnede eşine rastlanmamış cinsten. Ters köşede ise yine en az onun kadar yetenekli Brian Tyree Henry’i general rolünde izliyoruz. Özellikle kampa ilk giriş sahnesindeki ‘I Believe’ şarkısı gülmekten göz yaşartma etkisine sahip. 45. Cadde’deki Café Centro’nun zengin menüsündeki yemeklerden yediyseniz, yürüyerek eritmeniz biraz zor olabilir. Ama 49. Cadde’deki Eugene O’Neill Tiyatrosu’nda oynayan The Book Of Mormon’u izlerken atacağınız kahkahalar -eskilerin dediği gibi- kaç kilo pirzolaya eş değer bilinmez.
XOXO The Mag
15
news BOOK
GHOST WORLD
Modern Zamanların Gönülçelen’i yazı gökçe gökçeer
ghost world daniel clowes 80 sayfa, random house
“Bilmemek değil öğrenmemek ayıp...” derler ama bazı şeyleri de zamanında öğrenmek, bilmek gerek. Bunu, Ghost World’ü 37 yaşında okuyunca anladım. Utanç! İleride böyle pişmanlık duymamanız için, yaşınız da henüz benim kadar geçkin değilse, naçizane önerim olsun Ghost World. Bunu hak ediyor çünkü.
Ghost World filmi, kitaptan farklı bir kurguya sahip; serbest uyarlama. Örneğin filmde hayranı olduğumuz Steve Buscemi’nin canlandırdığı Seymour karakteri, kitapta son derece sıradan bir karakter. Ve bazı olayların akışı kitaptaki gibi değil de başaşağı olmuş gibi sanki... Ayrıca “asıl kadın” Enid, kitapta çok daha baskın, karakteristik ve dikkat çekici. Bence.
Enid ve Rebecca, liseden mezun olmuş, “hayata tavırlı” iki genç kız. Rebecca güzellikte, Enid ise muhaliflikte diğerinden üstün. Kafalar başka türlü çalışıyor. Aslında tipik, bunalımlı ergen halleri gibi görünse de, zeka pırıltıları onları farklı kılıyor. Zeka pırıltılarının asıl sahibi Daniel Clowes. 1993-1997 arasında Eightball adı altında yarattığı çizgi serisi 1998’de kitaplaştı. Aynı seri Ghost World olarak 2000 yılından itibaren tüm dünyanın tanıdığı kült bir kitaba dönüştü. Bundan nefis bir Amerikan bağımsız filmi çıkacağı öngörüsüyle yola koyulan Terry Zwigoff, Daniel Clowes ile birlikte senaryoya el atarak kitabı beyazperdeye aktardı. Bu ona Akademi’den En İyi Uyarlama Senaryo adaylığı getirecekti. Başrollerde Scarlett Johansson ve Thora Birch’ün oynadığı Ghost World, Johansson’u genç kız rolüyle başrolde izlediğimiz ilk film olarak kayıtlara geçti. Johansson, film çekilirken, tıpkı başarıyla rolünü kotardığı Rebecca gibi, gerçekten 17 yaşındaydı.
Biraz araştırma yaptım ve gördüğüm kadarıyla, Ghost World için “modern zamanların Gönülçelen’i” deniyor. İlginç. Böyle bir karşılaştırmaya neden gerek duyulduğunu düşünüyorum; sebebi bazı küçük benzerlikler olsa gerek; ergen bunalımları, anti-kahramanlar... Bunlar bizi Daniel Clowes ile J. D. Salinger karşılaştırması yapmaya götürmek için yeterli mi? Daniel Clowes, 90’lar sonrası gençliği anlatan en iyi kitaplardan birine imzasını atıp adını çizgi roman dünyasına altın harflerle kazıdı. Adı olmayan (ne önemi var?) bir Amerikan kasabasında, iki ergen kızın her şeyi hafife alışına tanıklık etmek eğlenceliydi. Bu kitabı çok daha gençken okuyup, bu yazıyı heyecandan ellerim titrerken yazabilmeyi isterdim. Şu aşamada, bu yaşta, Enid’le bir konuda, hâlâ aynı fikirde olmak beni rahatlatmalı mı endişelendirmeli mi bilemedim: “Everyone’s too stupid!” Sözüm meclisten dışarı!
XOXO The Mag
17
news MAGAZINE
Treats!
Bir İhtimal Daha Var
Bugün “Bir moda dergisine kimin ihtiyacı var?’’ diye sormak lazım aslında. “Derginin dijital mi yoksa basılı hali mi form olarak kullanılacak?’’ demektense, bugün yayın nasıl bir şey, bunu düşünerek konuya başlamak daha anlamlı. Bu iki büyük sorunun müsebbibi ise Treats! Magazine. Kaliteli baskı, içerikte yazılı malzeme ile görüntünün, imaj üretiminin dengeli uyumu diyebiliriz. Fazlasıyla klişe bir giriş oluyor değil mi? Oysa gönlümüzden dergi yapmanın adabına dair şeyler söylemek geçiyor. Aslına bakacak olursanız, yaptığınız işi ne kadar sorguladığınız işinizin ahlakını da belirliyor. Bugün hep sorularla başlıyoruz: En ünlü fotoğrafçıya ulaşmak, en çok konuşulan modeli çekmek, kapağa acayip bir ismi yerleştirmek mi, yoksa içeride dikkat dağınıklığı ve endişe arasındaki ince çizgide tüm dikkatini akan ve oradan oraya sıçrayan göstergelere kaptıran okuyucuların bile okuyabileceği metinler mi yapılması gereken? İlki bugün için o kadar da zor değil. Zira fotoğrafçıların da içine düştükleri açmaz tam olarak burada. Sadece üretimini değil, dilini, seni hızlıca tüketen, bir mola alıp, bir iki master programı geçip, zihnini tazelemeni gerektiren bir sektörden bahsediyoruz. Moda haftalarına gitmek, tanınmış simalarla networklediğini zannedip dirsek temasında bulunmak, kısacası beraber balona binmek gibi tehlikeli maceralara atılma hikayesi bu. Mühim olan;
yere inebilmek. Ama bu noktada da önemli olan, yere kiminle indiğin belki de. Zaman bu kadar kötüyken ana akım moda dergilerine alternatif olacak, form olarak daha niş görünen bir dergi yapmak Treats!’in emeli belli ki. ‘Etrafta bu kadar fazla, piyasada ucube olana da yer açmak gibi bir lütufta bulunan, kendi bitmişliğini ‘başka içerikler’ ile taze kana dönüştürmek isteyen yayınlar varken bu dergiye gerek var mı?’ dediğinizi duyar gibiyiz. Ama Treats! onlarla da yarışmıyor. Banyoya, salonda koltuğun yanına düşen yayınlarla yan yana durabilecek ama metin olarak da merak uyandıran bir yayından bahsediyoruz. Tabii ki nişliğin kuralı olarak, onlar da yılda iki kere çıkıyorlar. Şu an elimizde İlkbahar 2012 sayısını tutuyoruz. Yeni sezon modayı göstermek için California çölüne iniyor (dil bu kadar sadeleşirken, böyle klişe büyük prodüksiyonlara da girişmişler), sanatçı Jennifer West ile filmleri üzerine söyleşiyor, Sidone–Gabrielle Collete gibi bir kadın örneği üzerinden ilk modern kadının araştırmasına girişiyor, modernlik üzerine de kalem oynatıyorlar. İşte bu açıdan dergi; böyle büyük meseleleri, kültürü, giyinme biçimlerini, kumaşta dokuya, özne-toplum arasında gelişen meseleleri de çalışarak ana-akım dergilerden ayrılıyor. Bu da, günümüzde üretilen moda dergisi görüntülerinden sıkılmış okurlar için, Treats!’e bakma sebebi olabilir.
XOXO The Mag
19
news GOSSIP
JOAN RIVERS
Bir Günah Keçisi yazı sıla güven
Ajda Pekkan’ın kaç estetik ameliyat geçirdiğini biliyor musunuz? Peki ya rol aldığı reklam filmiyle Michael Jackson’la bütünleştirilen Bülent Ersoy’un? Artık ‘saf basın’ haline gelen magazin haberlerinde çıkan bu estetik mevzusu sizi de geriyor, biliyoruz. Haberleri okumasanız bile sadece görmek nasıl hissettiriyor? Hiç yaşlanmayacaklarını düşünen kadınlar, içlerinde bulundukları sonsuzluk egosuyla düzenin mükemmel bir parçası, çarkın dişlilerinden biri haline geliyorlar. Bahsettiğim bu düzen elbette, global bir işleyişin parçası. İşte bu sebeple yazının başında saydığım bir iki isimle içine girdiğiniz o ‘Türk kafası’ndan çıkın, hemen ve şimdi. ‘Bizimkiler zaten böyle!’ ya da ‘Bizimkiler neden böyle?’ gibi o bayıldığınız sohbet klişelerini de rafa kaldırın. Eğer ortalama bir grup içinde yer alan Amerikalılar olsaydık bile, alt metnimizin yine aynı, bahsi geçenlerin ise farklı olacağını hatırlayın. Hemen sıralayalım: Kırmızı halıda Rooney Mara’yı görmeyi siz de özlemediniz mi? Cher kaçıncı estetik ameliyatını geçirdi? Nicole Kidman, botokslu alnı ve olmayan mimikleriyle, iyi bir oyuncu olup olmadığını tartışmamız için gerekli olan tüm malzemeyi vermiyor mu? Ve Tom Cruise... O hala aynı derecede sinir bozucu ve bir o kadar da harika; sanki hiç ölmeyecekmiş gibi. Devamlı olarak garip ve -haddimizi aşarak- aptal olduklarını dile getirdiğimiz Amerikalılardan bahsetmeye devam edelim: Joan Rivers’ı bilir misiniz? Bayan Rivers, dedikodu sitelerinin ve Gawker medyadaki makalelerin sevdiği ama zaman zaman da haber doldurmak için abandığı konulardan biridir (belki de aynı bizim şu an yaptığımız gibi). 79 yaşındaki bu estetik harikası televizyon karakteri kadın
uzun yıllardır ‘piyasada’. 1960’larda, stand up show’larıyla zamanının nadir komik dişilerinden biri oluyor, sonrasında ise sonunu hala göremediğimiz uzun bir yol gibi olan kariyeri, tek kişilik gösteriler dışında, televizyon yapımlarına kayıyor. Özel hayatındaki iniş çıkışlar, kariyerine de yansıyor zaman zaman. Fakat bahsettiğimiz bu kariyer ciddi sayılamayacak bir takım işlerin toplamından oluştuğu için; hiç bir zaman ‘Joan Rivers da nereye kayboldu?’ soruları havada uçuşmuyor. Yıllar içinde Joan Rivers adı geçtiğinde akıllardaki cümleler, kadının zor bir hayatı olduğundan, intihar eden ikinci kocasından, çocuk istemeyen ilkinden, intihara meyilli oluşundan ve alkol bağımlılığından ileriye gitmiyor. Bizim bildiğimiz estetik harikası Joan Rivers ise, ilk kez 2003 yılında karşımıza çıkıyor. E! ile yaptığı üç yıllık sözleşmeyle kırmızı halının kötü kalpli cadısı oluyor. Sekiz milyon dolarlık bir kontratın hakkını verebilmek de, terbiyesizlik derecesinde edepsiz olmayı gerektiriyor elbette. Ama Rivers’ın komik kadın kılıfı, Amerikalıların her türlü garipliği tolare edebilmelerine imkan sağlayan cahillikleriyle destekleniyor. Ettiği küfürleri, canlı yayında bong’dan hint keneviri içmesini, kırmızı halıda söylemek istediklerimizi ve kibarlığımızdan ya da gerek olmadığını düşündüğümüz için dile getirmediğimiz yorumları dillendirmesi, onu bu yazının konusu yapıyor. Aslında konumuz olan Rivers, bizim tanıdığımız yerli malı ünlülerden pek de farklı değil. Peki, eleştirmeye ve konuşmaya bayılan bizler? Gossip sayfamızın bu ayki estetikli güzeli -affedin anneannesi- Joan Rivers, hayatımızda bir değişikliğe ya da bir renge sebebiyet veriyor mu? Hayır. Bu yazının alt metinleri aklınıza yerleşti mi? Umarım cevabınız ‘evet’tir. Konuyu bağlamak istediğimiz nokta da tam olarak bu.
XOXO The Mag
21
news BEAUTY
SUMMERTIME DE CHANEL
and the Livin’ is Easy
Günlerden bir gün, posta kutumuza pudra pembesi bir kitap düştü. Kapağını açtığımızda yüzümüze doğru büyük bir ışık huzmesi yayıldı. Tamam, belki her şey tam olarak da böyle olmadı. Ama içimizi ısıtan, yaz mutluluğumuza mutluluk katan bu harika kitabın üzerinde, kesinlikle ve elbette şöyle yazıyordu; Summertime de Chanel.
SABLE-ÉMOUVANT
HOLIDAY, DELIGHT, ISLAND
Buğulu gözlerin güneşle buluşmasına şahit oluyoruz SableÉmouvant ikilisiyle. Natürel bej ve çarpıcı kahve tonunu biraraya getiren Summertime de Chanel, gündüz gecenin buğusunu, gece ise sabahın erken saatlerindeki sakinliği ve naifliği gözlerinize taşıyarak etkileyici bakışların yaratıcısı oluyor.
Kısa bir süre önce jean’in farklı tonlarını ellerimize taşımıştı Chanel. Bu defa Holiday, Delight ve Island serisiyle, mükemmel bronzluktaki ellerinizle harika bir uyum içinde flört ediyor. Yumuşak bejler, tatlı bronzluk, bakır efekti ve canlı turuncu, bu zarif oje serisiyle, yaz döneminin farklı aksanlarını taşıyor.
SIROCCO VE CALYPSO
SABLE ROSE VE SABLE BEIGE
Bu iki transparan rujun tek bir amacı var, o da dudaklarınızın doğal şeklini vurgulamak. Fakat bunu yaparken içlerinde barındırdıkları inci partikülleriyle, yakamozun ışıltısını da getiriyorlar beraberlerinde. Bej ve turuncunun cazibesine Sirocco ve Calypso ile kulak verin.
Harikulade feminen bir ritüele imza atmaya hazır mısınız? Sable Rose ve Sable Beige bu törenin başrol oyuncuları. Rose’nin satenimsi pembesiyle kumsalların sıcaklığı yanaklarımıza işleniyor. Beige ise içindeki altın tozuyla, güneş sonrası bronzuluğunun etkisini Chanel şıklığı ile buluşturuyor. XOXO The Mag
23
news DESIGN
ALVAR AALTO
Kamusal Alanın Sıcaklığı yazı sedef kırdök
Farklı coğrafyalar ve iklimlerin ruh hallerimize nasıl yansıdığını hiç düşündünüz mü? Hepimiz muhtemelen bunun farkında olmadan yaşıyoruz. Bir yıla dört mevsim, bir güne ise gece ve gündüzü sığdırıyoruz. Kuzey’e doğru yola çıktığımızda durumun biraz daha farklı olduğunu söylemek gerek. Soğuk ve oldukça donuk enerjili bir atmosferde yaşayan insanların davranışları da birer ayna gibi bunu yansıtıyor. Yine de ilginç bir ayrıntı dikkat çekiyor. Bahsettiğimiz bu ‘soğukluk hali’ sahip oldukları mimari anlayışa ve ev hayatlarına hemen hiç yansımıyor. Doğada yaşayamadıkları sıcaklığı iç mekanlarında yaşatmaya çalışıyorlar. Böylece genele baktığımızda en sıcak ve insani hislere sahip bina ve mobilya tasarımlarının Kuzey’e ait olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu giriş bölümü, yazının kahramanı Alvar Aalto’ya daha objektif bir gözle bakabilmeniz için yazıldı. Finlandiyalı Aalto, hümanist mimarinin babası olarak biliniyor. Hatta yerel form ve malzemeleri tasarımlarına doğru bir estetikle yansıtmayı başarabilen ender isimlerden olduğu söylenebilir. Aalto, Bauhaus’un katı kurallarına isyan edip, mimariyi insanlaştıran modern bir akımın öncüsü haline gelmişti. Soğuk bir ülkenin kendi gibi soğuk insanlarına inat, özlemini kurduğu sıcaklığı anlattı tasarımlarında… Helsinki Teknik Üniversitesi’nde tamamladığı eğitiminden sonra kariyerine küçük boyutlu mimari projeler ve mobilya tasarımları ile başlasa da, 30’ların ortalarından sonra daha büyük projeler için çalıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yorgun ve harap düşmüş ülkesinin kalkınma planı dahilinde kurulan mimari komisyona başkanlık yaparken bir yandan da üzerine adeta yağmur gibi yağan uluslararası ödüllerinin koleksiyonunu yapıyordu. Aalto’yu saf bir fonksiyonalist olarak adlandıranlar da yok değil. Yine de onu bu şekilde tanımlamanın bir haksızlık olduğunu düşünmeden edemiyorum. Organik mimariyi bu derece iyi kullanırken diğer yandan form, fonksiyon ve malzemeyi bu
derece başarıyla buluşturan birini böyle bir kalıba sokmak ciddi bir hata olabilir. O sadece hissettiğini çiziyordu. Bir akım oluşturmak hatta onun lideri olarak anılmak ya da ünlü olmak gibi bir kaygısı asla yoktu. İçinden geldiği gibi yarattı ve bu samimiyet başarının kapılarının ona açılmasına sebep oldu. Eserlerindeki yumuşak geçişler bir yana, en ufak detaylarına kadar tasarlanılıp düşünülmüş olmaları ve eskizlerinin sessiz ahengi hayranlık uyandırıcı. Beni onunla buluşturan hikaye ise şöyleydi: Seneler önce Aalto’nun eskizlerini görmek için heyecanla Beylerbeyi Sarayı’na gittiğimde üniversiteden mezun olmama sayılı zaman kalmıştı. İşte o gün bu eskizleri birkaç yıl önce görmüş olmayı diledim. Zira çizimlerimi onun gibi hissederek yapabilmiş olsaydım çok daha iyi bir öğrenci olabilirdim. O gün ilk kez karşılaştığım Finlandiya Pavyonu’nun eskizini incelediğimde bana hissettirdiği şeyleri yorumlamakta güçlük çekmiş, hatta dönüp dönüp ona yeniden bakmıştım. Bu çizimlerle aramda, onlara neden bu kadar yakın olduğumu asla ifade edemediğim duygusal bir bağ oluşmuştu. Şimdi düşündüğümde, o gün hissettiklerimi tarif edemiyor olma halimi normal karşılıyorum. Sadece içime sindirmeye çalışmış ve değerlendirme sürecini sonraya bırakmıştım. Bu da onlarda eleştirecek bir yan bulamamış olmaktan kaynaklanıyor sanırım. Aalto’nun Finlandiya Pavyonu ile anlatmak istediklerine gelince… Pavyon için tasarladığı iç cephelerle dünya çapında bir ikona dönüşmüş olması son derece normal. Ülkesinin dünya coğrafyasındaki yeri, topografisi ve toplum yapısını burada tüm samimiyeti ile yansıttı. Sergilenen objelerin düzenlenmesi ve kurgusu sayesinde Finlandiya’yı diğer ülkelerden ayırdı bu başarı ile de yarattığı sıcaklığı kamusal alanlarda da devam ettirip mimari bir ikon oldu. Sadece ülkesi için değil tüm dünya için. Tasarladığı mobilyaları Artek ile ölümsüzleştirdikten sonra da sessiz sedasız aramızdan ayrıldı Bay Hugo Alvar Henrik Aalto…
XOXO The Mag
25
news PERFUME
EAU DES MERVEILLES
Au Bal Des Etoiles
Çok klasik, hatta uzun zamandır çoğumuz için sıkıcı sayılabilecek bir cümle olabilir bu; ‘Zaman nasıl da su gibi akıp geçiyor’. Kabul edin, tespit doğru. Zaman parmaklarımızın arasından su gibi kaymaya devam ediyor. Ama tüm bu devinim sırasında değişmeyen, zarar görmeyen, her zaman ilk günkü gibi ışıldayabilen şeyler de yok değil. Keşke bizler de öyle kalabilseydik… Yine de bu yazının bahis konusu olan efsanevi parfümle vaktinde tanışmış olanlar, tıpkı onun gibi zamanın akıp gidişine karşı koymayı başardılar. Hermès’nin güneşin pırıl pırıl ışığını yansıtan altın kumlarla süslü bir tepside önümüze sunduğu, Eau des Merveilles ile ilk kez buluşmamızın üzerinden neredeyse sekiz yıl geçmiş. Kadınsı bir çizgiden ödün vermeden ‘androjen’ bir havaya sahip olması sayesinde 90’larda verdikleri mücadele ile ‘Boy Toy’ olmaktan tamamen kurtulan, güçlü, maceraperest, seksi ama aynı derecede zarif kadınlar, onun kendilerini temsil etmesinden oldukça memnundu. Eau des Merveilles, belki de en çok bu özelliği ile hafızalara çıkmamacasına kazındı. Yaratıcıları Ralf Schwieger ve Nathalie Feisthauer, elde ettikleri sonuçtan fazlasıyla memnunlardı. Ralf’ın küçük yaşlardan beri etkisinden kurtulamadığı, ona her seferinde ‘Aziz Jonah ve balina’ öyküsünü hatırlatan, yıllardır vazgeçemediği amber tutkusu bu parfümle birlikte yeni bir boyut kazanacaktı. Kadınsı ve erkeksi olmak arasındaki kalın çizgiyi adeta belirsizleştiren, onu şeffaflaştırıp iki tarafı da baştan çıkaran dokunuşuyla Eau des Merveilles belki de parfüm tarihinin en farklı ve özel kokularından biri olarak hafızalardaki yerini aldı.
Bugün kurulduğu tahttan hala indirilebilmiş değil. Ancak yeniliğe ve değişikliğe her zaman açık olan bu yaratıcı ekip, zaman zaman kafa kafaya vererek takipçilerine bazı yeni sürprizler de yapıyorlar. Bu yıl ‘limited edition’ olduğunu belirterek sundukları ‘Eau des Merveilles Au Bal Des Etoiles’ serinin dördüncü parfümü olarak huzurlarımızda. 2006’daki Elixir des Merveilles ve 2010 tarihli Eau Claire des Merveilles’den sonra yeni bir hamle bekliyorduk doğrusu. Parfümün şişesi klasik formunu koruyor. Ancak müthiş illüstratör Alice Chabrin imzalı ‘peri’ silüeti zaten içinde saklı tuttuğu ‘sihirli’ koku hakkında az ya da çok ipucu veriyor. Bir parfümün sizin için ne kadar özel olduğunu ancak koklayarak anlayabilirsiniz. Ama yine de formülünde neler barındırdığına değinmeden geçmeyelim. Meşe ağacı’nın gücü, amber’in mucizevi soluğu, Peru balzamının maskülenliği, Siyam aselbent ve Sevil portakalının tutkusuyla ortaya çıkan bu kokuyu biraz hayal etmeye çalışın. 50 ve 100 ml olmak üzere iki farklı boyutta üretilen Eau des Merveilles Au Bal Des Etoiles ailenin önceki bireylerini tanıyanlar için yeterince heyecan verici, diğer yandan Merveilles büyüsü ile ilk kez tanışacak olanlar için de harika bir başlangıç olacağı şüphe götürmez. Bundan sekiz yıl sonra serinin yeni parfümlerini de muhtemelen aynı heyecanla konuşuyor ve kullanıyor olacağız. Zaman su gibi akmaya devam edecek ama Eau des Merveilles, Oscar Wilde’ın bizlere armağanı olan Dorian Gray misali hep genç, güçlü, hızlı ve seksi kalacak. Madem Dorian Gray’e kadar uzandık bu yazıya bir Oscar Wilde alıntısı ile son verelim; “Her kadın asidir…’’
XOXO The Mag
27
XOXO The Mag
29
news art
Rebekah Bogard
Aşk Bahçeleri
yazı zeynep alpaslan fotoğraflar flesh+bone series, sanatçının izniyle
Romantizmin, aşk acısının ve aşkın verdiği saf mutluluğun alay konusu olduğu bir dönemde, her türlü duygusallığın rüküşlük, bayağılık ve zayıflık olarak görülmesi de kaçınılmaz. Yalnızca insan ilişkileri için değil, sanat eserleriyle izleyici arasındaki ilişki için de geçerli bu. Anlam duygunun önüne geçmiş, hatta duyguyu tamamen ortadan kaldırmış durumda. Bu yüzden içinde ironi barındırmayan, dalgacı ya da cool bir tavır sergilemeyen, kendisini ve izleyicisini alaya almayan eserler üreten romantik sanatçıların, bağırarak konuşan ve birbirlerini iğnelerken bile yalnızca kendilerinden söz eden dişli bir topluluğun içinde seslerini duyurabilmeleri zor. Utangaçlık, kırılganlık ve nostalji (vintage nesnelere değil, eski güzel günlere dair bir nostalji), zayıflık belirtisi sayılan diğer bütün eski moda duygular gibi rafa kaldırılmış durumda. Yırtıcı olanın güçlü, güçlü olanın revaçta olduğu böyle bir dünyada kimse ‘mutluluğun resmi’ni yapmanın peşinde değilmiş gibi görünüyor. Derken birisi çıkıyor ve çağdaşlarının yüzeyselliklerine inat, alay edilmekten korkmadan, bütün bu utanç verici duyguları
kucaklayarak, yalnızca bir kaçış değil, aynı zamanda bir çözüm de vadeden renkli, çocuksu, büyülü bir dünya yaratıyor. Wyoming doğumlu heykel sanatçısı ve akademisyen Rebekah Bogard doğadan, bilimden, hayvanlardan, Japon kawaii kültüründen, masallardan, Disney’den ve başlı başına cazibeli, yaldızlı, vaatlerle dolu, yapay bir dünya olan genç kız odasından ilham alan duygu yüklü, seramik bahçeler inşa ederek, sanatın -eski güzel günlerde olduğu gibi- mutluluk da verebileceğini tüm dünyaya kanıtlıyor. Bogard’ın evreninde vahşi orman mistik bir bahçeye, yırtıcı orman hayvanları düşsel yaratıklara dönüşüyor. Pastel renklere boyanmış cennet bahçelerinin sakinleri, mutluluk içinde kendilerinden geçerken dondurulmuş, taş kesilmiş ve bu sayede büyüleyici heykellere dönüşmüş gibiler. Bogard’ın sivri dişli, kuyruklu, kanatlı, cinsiyetsiz hayvanları, doğadan -kendi doğalarından- artık geri dönemeyecekleri kadar uzaklaşmış insanların belki de hiçbir zaman erişemeyecekleri bir özgürlük, mutluluk ve sosyalleşme hali içinde, kendi varlıklarını şölenlerle -çığlıklar ve
XOXO The Mag
Bu temaların özellikle yoğun olarak karşımıza çıktığı 2007-2008 tarihli Twilight (Alacakaranlık) serisi, görünüşte aşk acısı çeken ve kendi kendine avunmaya çalışan kırık kalplerin oyununu sahneliyor olsa da, aslında yeni başlangıçları müjdeleyerek yüreklere su serpen umut dolu bir hikaye anlatıyor. Rebekah Bogard’ın cennet bahçelerinin temelini çocukluğundan gelen hayvan sevgisi ve doğaya duyduğu dinmek bilmeyen merak oluşturuyor. Bogard bu merakının doğal bir sonucu olarak karanlık bir şeyle karşılaşmış da, çocukluğunda edindiği bu gizli bilgiyi bütün insanlıkla paylaşmak istiyor sanki. Genç kızlara atfedilen renk yelpazesinden seçilen tatlı renklere boyanmış bu romantik heykeller, aynı zamanda özgür aşkın ancak ve ancak iki hayvanın çiftleşmesinde bulunabileceğini ima ediyor ve bu aşkı toz pembelerle, morlarla, uçuk mavilerle bezeyip göklere çıkarıyor. Burada tekinsiz olan şey, insanlara özgü pozlar takınmış bu zarif masal yaratıklarının son derece gerçekçi bir biçimde, gerçek hayvanlar gibi çiftleşmeleri. Ancak burada Bogard güzelliği, masumiyeti, sevimliliği çürütmek üzerinden sözde popüler kültür eleştirisi yapan cool çağdaşlarından ayrılıyor. Hello Kitty’i eroin bağımlısına çeviren, Disney karakterlerini S&M mizansenlerin içine yerleştiren, karakter tasarımı işini ünlü figürleri zombileştirme işlemine indirgeyen içi boş, alaycı bir mizah yok burada. Bogard’ın dünyası çok daha farklı ve özgün; cinsiyetlerin birbirine eşitlendiği, cinsel rollerin silikleşerek en sonunda tamamen ortadan kalktığı, doğumu, yeni bir yaşamı ve yaşam döngüsünü temsil eden tohumların kutsandığı, yalnızca duyguların ve dürtülerin yönettiği bir dünya bu. Egzotik çiçeklerle ve etrafını saran bir sürü minik kanatlı yaratıkla taçlanan aşk yuvasında yan gelip yatan, sarmaş dolaş oturup yıldızları seyreden, bulutların üzerinde öpüşen, birbirleriyle bütünleşmiş, mutlulukla kendilerinden geçen hayvanlar ve bitkiler, tam da Bogard’ın amaçladığı gibi nostaljik, yaldızlı defter kabı ya da kokulu silgi gibi çağrışımlarla dolu, eski ve yabancı, hatta zaman zaman -müstehcenlikleri sebebiyle- tedirgin edici bir duyguyu tetikliyorlar. Kim ne derse desin bunun rüküşlükle, bayağılıkla ya da zayıflıkla hiçbir ilgisi yok; hatta bu duygu, üzerine düşüldüğü takdirde, bambaşka bir bilinç seviyesine ulaşmanın anahtarı bile olabilir.
mırıltılarla- kutluyorlar. Sanatçının 2006 yılında yapmış olduğu bir dizi heykelden oluşan Love & Leisure (Aşk ve Aylaklık) ve 20082009 tarihli flesh+bone (et ve kemik) serilerindeki yerleştirmelerde, Bogard’ın ‘yerinde duramama hali’yle değil de durağanlık, yavaşlık ve sükunetle işlemeyi tercih ettiği şölen temasının en güzel örneklerini bulmak mümkün. Canlı renklerin hakim olduğu Love & Leisure güneşli bir yaz gününde kendini doğaya teslim etmenin mutluluğu üzerine kurulmuşken, belki de sanatçının en melankolik ve ‘zamansız’ çalışması olan flesh+bone yerleştirmesinde hayvanları ve doğayı aynı renge boyayan soluk pembe, bahçeyi, orada kolaylıkla kamufle olabilecekken bu yaratıkların kendilerini ve aralarındaki romantizmi insanlara sergilemeyi yeğledikleri bir tiyatro sahnesine dönüştürüyor. Süsten ve renkten mümkün olduğunca arındırılmış bu mekan, beyaz, boş zemini ve duvarları sayesinde, hayvanların hareketsiz gösterisini izleyenlerin istedikleri gibi doldurabilecekleri -insan müdahalesine açık, dolayısıyla zarar görmeye de müsait- boş bir levha haline geliyor. İlk bakışta zararsız ve sevimli görünen, ancak daha yakından bakıldığında cinselliklerini özgürce yaşayan vahşi yırtıcılar oldukları anlaşılan bu hayvanlar doğadan uzakta, kendi uydurdukları kurallara uyarak yaşayan insanları kaçmaya, kendileriyle barışmaya, mutlu olmaya davet ediyor gibiler. İyi ve kötü, masum ve baştan çıkarıcı, sevimli ve karanlık gibi karşıtlıkların olmadığı bir doğal yaşam alanının sakinleri onlar. Onların cenneti yalnızca bir mekan değil, bir haletiruhiye aynı zamanda: Saf, yoğun, cinsel arzu ve melankoli yüklü, kırılgan, güçlü, özgür... Yaşamın kaynağında, ‘düşünce’den arınmış bir bilinç seviyesinde. Tarih yeryüzünde cenneti yaşamanın imkansız olduğunu söylemiş olsa da, olabilecek en renkli ütopyaları inşa etmeyi sürdüren Bogard hala iyimser. Eserlerinin izleyiciye meydan okuduğunu, onları aşka, huzura ve hayattan zevk almaya davet ettiğini söylüyor. Bilinç dışına çıkma arayışları, şehir merkezine yakın yapay bahçeler, ateşin yanına kurulmuş kamp çadırındaki gölgeler, tembel yaz geceleri, kayan yıldızlar, kamp yaşamının mutluluk imgeleri... Bir hippi komününün özgür aşk özlemi, başarısızlıkla sonuçlanmış ‘açık havada yaşam’ deneyleri, geride bırakılan mezuniyet gecesi hatıraları... 31
news BRAND
Issey Miyake
L’Eau d’Issey Pour Homme Sport yazı oben budak
Eskiler yaz mevsiminin gelişini denize karpuz kabuğu düşmesiyle ilişkilendirirler. Biz de yaz parfümlerinin piyasaya sürülmesiyle aynı hissi yakalayabiliyoruz artık. Yaz versiyonlarının genelde adı da ‘sport’ ibaresiyle birleştiriliyor. Neden derseniz, bütün erkeklerin ortak noktasının ‘spordan’ geçtiğini söyleyebilirim. İlla futbol olması gerekmiyor; kimi tenisten, kimi yüzmeden, kimi de sadece fantezi amacıyla güreşten hoşlanıyor. Ama öyle ya da böyle, spor denince bir noktada kesişiyoruz işte. Bu yüzden de önceden piyasayı ayağa kaldıran bir parfümün yeni modeli piyasaya sürülürken de sonuna ‘sport’ ekleniyor ve olay tamam! Issey Miyake’nin kendi kadar ünlü L’Eau d’Issey Pour Homme’unu duymayan bir kaç kişi de olsa vardır diyerek, yazıma başlıyorum. Mesela parfüm öyle ünlü ki, Issey Miyake’nin sadece parfüm üreten bir marka olduğunu düşünenler bile olabilir. Öte yandan, markanın ardındaki kişi Miyake’nin 1938 Hiroşima doğumlu olması, yedi yaşında küçük bir çocukken ülkesine düşen bombayla annesini kaybetmesi, Tokyo Tama Art Univercity’de grafik-dizayn okuyup gittiği Paris’te 1973’ten beri koleksiyon hazırlaması gibi derin mevzuları da var. Şöyle diyebiliriz: Tasarımcının bu derinliği parfümüne de yansımış olacak ki, L’Eau d’Issey Pour Homme’u 1994 senesinde çıkarmasına
rağmen, o hala en çok satan parfümler listesinde yer alıyor. Herhangi bir indirime girdiği zaman bağımlılarının birbirine haber verdiği ikonik bir parfümdür o. Aynı evlilikleri sürdüremeyenler gibi, bir parfümle birkaç aydan fazla süre geçiremeyenler de olduğu için Issey Miyake denince duraksayan bir kitle de vardır. İşte bu yenilik düşkünleri için L’Eau d’Issey Pour Homme Sport bu ay itibariyle piyasada. Parfümün içinde neler var derseniz, son dönemde hit olan bütün parfümlerin içindeki vetiver burada da karşımızda. Vetiverin bağımlılık yaratan gizemli kokusu herkesi etkiliyor doğal olarak. Ama bu parfümün asıl gizli silahı hindistan cevizi notaları. Hindistan cevizi başınızı döndürürken alttan gelen bergamot enerjinizi üst seviyeye ulaştırmak için hain bir plan kuruyor sanki. Uzaktan uzağa gelen sedir kokusuyla da yaza dair deniz, kumsal, rüzgar ne varsa hissetmeye başlıyorsunuz. Hem yaz kadar hafif hem de taze meyveler kadar fresh! Hani deniz kenarındaki akşamüstü partilerinde tatlı tatlı esen rüzgar var ya; L’Eau d’Issey Pour Homme’ın bir tarafına da o iliştirilmiş sanki; yaşayan bir şeyler var bu parfümde. Parfümü sürüp test için dışarıya çıktığımda Babylon’da bir konserde karşılaştığım arkadaşımdan “Çok fresh’sin bebeğim, nedir bu koku” tepkisini almak iyi geldi. Yaz gelmezse de biz ona gideriz!
XOXO The Mag
33
news WHATEVER
Beklİyorum
Herkesin İşine Yarayacak Bir Hata ibrahim müteferrika’nın ilk baskılarından
yazı ali tünay
Sizleri bilmiyorum ama çevremde olan biten olayların sağlıklı bir şekilde ilerleyerek, genel faydaya yönelik bir sonuç yaratacağına olan inancım gittikçe azalıyor. Evet, ben kötümser bir adamım. Bir de tüm bunların üstüne, en büyük popüler kültür olaylarına bile kolay kolay heyecanlanamıyorum. Red Hot Chili Peppers’ın Türkiye’ye gelmesi güzel bir şey ama günün sonunda gelecekler ve gidecekler. Bizler de birbirimizin yüzüne bakmaya devam edeceğiz. Her gün yeni parfümler çıkıyor; çıksın zaten. Temizlik, güzel kokan insanlar gün içerisinde içimizi açar ancak bunun etkisi de sınırlı. Yani bana, dünyamı değiştirecek kadar ilham vermiyor. Güzel ayakkabı giyen kadınları da severim ancak bu konuda da saatlerce konuşamam veya yazamam. Benim bir tek ümidim kaldı, o da sistemin kendi iyiliği için bir karar alırken toplumun iyiliğine yol açacak bir hata yapması. Neden mi böyle düşünüyorum? Açıklayayım: Geçen ay elinizde tuttuğunuz dergide gün geçtikçe daha da popülerleşen yeni bir sosyal ağ sitesi olan Pinterest konu edildi. Makalede Pinterest’in görsel merkezli olmasından dolayı sevildiğine dair ufak da bir yorum vardı. Birden, “Nereden nereye geldik” diye düşündüm… Matbaanın bulunmasından bilgisayara, internete, o hepinizin ezbere bildiği gelişimi düşündüm. Tam bunu düşünürken de bu kez Nisan ayı içerisinde Amerikan Adalet Bakanlığı’nın Apple ile birlikte Hachatte, HarperCollins, Macmillan, Simon and Schuster ve Penguin gibi dev kitabevlerine e-kitapların fiyatlandırılması konusunda dava açtığını öğrendim. Hachette, HarperCollins ve Simon&Schuster bakanlıkla uzlaştı ancak Apple MacMillan ve Penguin hakkındaki davanın ileri götürülmesine karar verildi. Can Yayınları’nın sahibi Can Öz bu durumu twitter üzerinden “e-kitapta sınırları tayin edecek 100 yıl savaşları” şeklinde yorumladı. Açılan davanın içeriği, e-kitap fiyatlarındaki rekabeti geri getireceği için genel olarak bizlerin çıkarınaymış gibi görünüyor. Yani sistem zaman
zaman kendi içindeki düzeni kurarken toplumun faydasına işler de yapabiliyor! Özellikle de konu artık ertelenemez, görmezden gelinemez hale geldiğinde veya en basit biçimde güç dengeleri değiştiğinde. Sistemin bazen bilinçli, bazen de ‘yanlışlıkla’ toplumun faydasına çalışmasının bizim tarihimizde de örnekleri var. Elektronik kitaplardan Osmanlı İmparatorluğu’na, kitabın ilk defa basıldığı tarihlere gitmek istiyorum. Bildiğiniz üzere Gutenberg’in matbaası ile Osmanlı’daki ilk basımevini açan İbrahim Müteferrika arasında 270 seneyi aşan ufak bir fark var! Müteferrika eğer Şeyhülislam’dan sadece din dışı kitaplar basma iznini alarak ilk basımevini 1727 yılında açmasaydı bu fark belki daha da fazla olabilirdi. Bu konuyla ilgili ünlü sosyolog Niyazi Berkes’in bir makalesini okurken konuya daha da çarpıcı bir yorum getirdiğini gördüm. Berkes’e göre Şeyhülislam Abdullah Efendi bu fetvayı verirken belki de Osmanlı ve Türk aydınlaması için ne kadar önemli bir adım attığının farkında bile değildi. Bu izinle dolaylı yoldan din dışı alanların varlığını kabul ediyor ve bu dünyasal alanın kendi otoritesinin dışında kaldığını kabul ediyordu. Bunların da ötesinde ileride Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde vücut bulacak dini merkez almayan eğitim kurumların açılmasının ilk adımını atıyordu. Kendisi bu fetvayı verirken sonuçlarının bu şekilde olacağını ne kadar tahmin etti, bilemeyiz. Ancak kuvvetle muhtemel, bu kararının içinde yaşadığı düzeni uzun vadede değiştirecek ve dolaylı yoldan yıkılmasına giden etkenlerden biri olduğunu hiç düşünmemiştir. İşte ben bugün, akşamüstü kendi kendime düşündüğümde yine böyle bir hata olmasını bekliyorum. Belki öğrencilerimize dağıtılacak tablet bilgisayarlar ve sınıflarına yerleştirecek akıllı tahtalar böyle bir değişimin önünü açar. Belki çocuklarımız tablet bilgisayarlarından Pinterest’e bir takım görseller yerleştirirken, birkaç küçük akademik araştırma da yaparlar. Belki başka şeyler olur. Bilemiyorum. Sadece bekliyorum.
XOXO The Mag
35
news THE MAN BEHIND
Rolex Sky Dweller
Gökyüzünde Bir Sakin yazı refik özcan
İktisat okumuş her insan bilir, öyle ya da böyle ekonomiyi takip edenler ve bir parçası olanlar daha da iyi bilir, aslında özünde ekonomiye ilgisi olmayanlar -sebep/sonuç ilişkisini çok iyi kurmadan- da bilir; ihracat ithalatı dövmelidir. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin vazgeçilmez hedeflerinden, gelişmesini tamamlamış ülkelerin ise korumaya çalıştıkları güçlerinden nihai mal ihracatı en çok tercih edilenidir. Malum ara mal ihraç etmek final malı ihraç etmekten daha az karlıdır ve sürekliliği olmayabilir. Neyse, konuyu İsviçre’ye getireceğim. BaselWorld 2012’ye bakışımı etkilemeye çalışan “Falanca Markanın Şu Kadar Milyon Dolarlık Saati Görücüye Çıkıyor” başlıklı haberinden gözlerimi ayırdığımda, gördüğüm, çok daha içerik zengini olduğunu düşündüğüm bir haberden yola çıkacağım. İsviçre, var olan tüm kriz borazanlarına nazire yaparcasına lüks tüketimin başatlarından saat ve mücevher alanında bir tahta iyice yerleşmiş olacak ki, 2011’de 21.4 Milyar dolarlık saat ihracatı yaparak ‘All Times Record’u kırmış. Eh, haliyle bu rekoru saat alanındaki monopolüne borçlu: Kaale alınacak bütün lüks saat markalarının iç aksamı İsviçre’den çıkıyor, çıkmak zorunda. Tevekkeli değil, BaselWorld Mart ayında 40. kez düzenlendi ve dünyanın en önemli markaları, ister statü sembolü olsun ister olmasın bu fuarda yeni modelleriyle ya da yenilenmiş modelleriyle 2012 planlarını açığa vurdu. Rolex de bu markalardan biriydi... İşte bu düzlemde, size markanın büyük alkış alan yeni oyuncağından bahsedeceğim: Sky Dweller. 42 mm’lik bu yeni model, ilk başta 3 farklı materyal ve tasarımla sunuluyor. Tam bu noktada öznel bir yorum yapayım; bence White Gold modeli, Everose Gold ve Yellow Gold modellerini gölgede bırakıyor. Sky Dweller’in genel özelliklerine dönersek, bu modelde hem yıllık takvim hem de çift zaman dilimi bulunuyor. Yıllık takvimin Sky Dweller’daki kullanım
metodu, artıkyıllar dışında herhangi bir ayara ihtiyaç duymaması anlamına geliyor. Ayrıca 8 rakamının rengi, ayların göstergesi ile ilgili çok zekice tasarlanmış bir durumu ortaya çıkarıyor. Çünkü bu mavi renk, Ağustos’u işaret ediyor. Çift zaman dilimi konusuna geri dönelim. Bu mekanizmayı uygulayan başka saat markaları da yok değil ama Sky Dweller’ın iç kısmındaki halka, yerel zamanı takip etmek için düşünülmüş. Bu arada biraz fazla teknik kaçabileceğinden korkmadan, size Sky Dweller’ın beni etkileyen bir özelliğinden daha bahsetmek isterim. Malum, bir çok model gibi bu yeni model de su geçirmezliğini 100 metreye çekti. Buna şaşırmayabilirsiniz elbette ama 100% Rolex üretimi 9001 kalibrelik saat makinesi, manyetik alanlara ve kuvvetlere karşı ‘parachrome’ yay düzeneğiyle şok emici parafleks sistem ile donatılmış. O ne mi oluyor yani? Kırılmaz olduğunu farz ettiğimiz safir camı kırılmazsa, evde manyetik alan oluşturduğunuz bir eğlence aktivitesinde (çılgın bir profesör olduğunuzu varsayıyorum), herkesin saati ‘bıngıldarken’ sizin Sky Dweller’ınız dimdik ayakta kalma gücüne sahip. Neyse bir de bu modelin sınıfsal durumuna dokunup sizi alışverişe davet edeyim; Türkiye’ye çok yakında getirilecek olan Sky Dweller, Rolex’in en ‘à la mode’ ürünlerinden biri olmayı şimdiden uluslararası düzlemde garantilemiş durumda. Zira uzun süredir konuşulsa da ortaya çıkması biraz gecikince heyecan derecesi bazı forumlarda saçma bir düzeye çıkmıştı. Bunu takiben ürün lanse edildiğinde o zaman anlam veremediğimiz bir kutlama ruhuna girdiler. Tabi ‘sebebi belliymiş diyoruz’ artık... Konuyu bağlayalım; 380 parçalık bu yeni arzu nesnesinin ‘casual’ görüntüsü -vurgulamak istediğimiz yuvarlak hatları- sadece özel zamanlar için değil, günlük kullanım için de önünüzü açıyor. Eh önünüz açıldığında da siz ne yapacağınızı biliyorsunuz; gökyüzüne sığının!
XOXO The Mag
news PEOPLE
121st Night
artıkhiçbirşeyeskisigibiolmayacak röportaj dinçer şirin
İstanbul gece hayatı sürekli sınıfta kalıyor derken, şehre 121st Night adında bir gemi çarptı. Üstelik bu çok ani oldu, öyle ki kimse ne olduğunu anlamadı. Doğanın insanoğluna verdiği mimetik bir cevap gibiydi. Aklı sanata düşmüşlerin, gözü sanat olmuşların yakından tanıyacağı isimlerden Dominique Gonzalez-Foerster ve genç küratör Tristan Bera, Protocinema ile gerçekleştirdikleri 121st Night adındaki partileriyle kısa ama öz bir tavrın altına imzasını attı. Kişisel gerekçelerini bir performansa dönüştüren Gonzalez-Foerster ve Bera, bir partiye yüklenebilecek içeriğin, dans üzerinden nasıl başka bir enerjiye evrildiğinden bahsediyor. Parti anlayışınız, sadece gecenin sonunda eve dönmek zorunda olduğunuz eğlence değil, dans dediğimiz ‘aşkın olana’ uzanmak ve gecenin sonunda aynı insan olmamaksa, büyük bir partiyi kaçırdınız. Biz ise gecenin sonunda artık biliyorduk; hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
XOXO The Mag
yönetmek, hatta sinefil bir hazza daha yakın görüyorum. Burada insanları yönetmek, onları bir film yıldızına dönüştürmek, rolleri ile ilgili bazı temel şeylerden bahsetmek, sanki bir filmde oynayacaklarmış gibi bir teklifle gitmek gibi şeylerle uğraşıyorsun. Birkaç yıl önce bir parfüm reklamı çekiminde bunu yeterince deneyimleme şansım olmuştu. Ortamda yaklaşık 300 kişi vardı ve gece bir partide eğlenmemiz bekleniyordu. Yönetmen Joe Wright insanlara direktifler veriyordu. Bana “Unutma, çok zengin birisin. Bu kızla flört ediyorsun ama kız aslında başka bir adamdan hoşlanıyor. Bu adam smokin giyiyor ama senden daha zengin değil. Sinirleniyorsun ama sinirlerine hakim olacaksın” dediğini hatırlıyorum. İlginç olan şey ise daha sonra izlendiğinde reklamda bu direktiflerin hiçbirinin bulunmamasıydı. Biz de İstanbul’da karakterler ile konuşurken aynı yolu izledik. Partinin içine gizlediğimiz performansı da gelen 100 davetliden saklı tuttuk.
İstanbul’da yapacağınız projeyi duyduğumda, bunun bir yıla yayılan HUMAN VALLEY’nin bir parçası olduğunu düşünmüştüm. Yaptığınız daha çok sizin küratöryel pratiğinize dair düşünebileceğimiz bir etkinlik oldu. Size 121st Night’ı İstanbul’da yaptıran şey neydi? Dominique Gonzalez-Foerster: 2011 yılının Haziran ayıydı. 303 Gallery’den Mari Spirito Zürih’te HUMAN VALLEY’i gördükten sonra bize İstanbul’da Protocinema ile bir şey yapıp yapamayacağımızı sordu. Bu teklif bizi çok heyecanlandırdı ve sonbaharda şehri ziyaret etmeye karar verdik. İkimiz de daha önce ayrı ayrı İstanbul’da bulunmuştuk, benim ilk gelişim 2001 yılındaki İstanbul Bienali’ne rastlar. Bu ziyaret bende oldukça güçlü bir hatıra olarak yer etti. Çünkü Documenta 11’deki işimin ilhamı, bienal mekanından çok da uzak olmayan bir parkta dolanırken gelmişti. Bu sefer şehre biraz geç geldik ama kafamızda düşündüğümüz bazı filmler vardı. Bir akşam yemek yerken İstanbul’daki gece hayatını konuşuyorduk. Ne zaman, nerede en iyi partilenir gibi konular. Aynı zamanda Silvia Kouvalis ile tanışmıştık. Silvia bize Eric Rohmer’in ‘Les Nuits de la Pleine’ filmindeki aktris Pascale Ogier’yi hatırlattı. Geri döndüğümüzde Tristan bir parti yapmayı önermişti bile.
Alfred Hitchcock’un ‘Notorious’ (1946), Luis Bunuel’in ‘The Exterminating Angel’ (1962), Peter Sellers’ın ‘The Party’ (1968), Eric Rohmer’in ‘Full Moon in Paris’ (1984) ve Blake Edwards’ın ‘Breakfast at Tiffany’ (1961) filmlerini size seçtiren motivasyonlar nelerdi? DGF: ‘Full Moon in Paris’ bizim fetiş filmlerimizden biridir. İlk tanıştığımızda bu film üzerine konuşmuştuk. İkimiz de Pascale Ogier’in büyük hayranıyız. Tristan, büyük bir Eric Rohmer hayranıdır. ‘The Exterminating Angel’ bizdeki Bunuelmania’yı açıklar. Hitchcock’un ‘Notorious’u, ‘The Party’ ve ‘Breakfast at Tiffany’ ise ilk kez beraber izlediğimiz filmler olma özelliğine sahipler. Filmlerdeki güçlü karakterlerin parti sahneleri ortaktır. Elbette bunun için başka filmler de seçebilirdik, ancak bu sefer fikir 60’lar ve 80’lere paralellik gösteriyordu. ‘The Exterminating Angel’ baktığınızda 60’larda yapılmış bir film ama tüm gecenin anlamını oluşturan genel yapıyı da kuruyordu.
Küratöryel pratiğiniz İstanbul’daki deneyiminize dair ne söylüyor? DGF: Bunun sadece bir küratöryel pratik ile ilişkili olup olmadığından emin değilim. Beraber bir film de çekiyoruz. Luis Bunuel’in ‘Belle de Jour’unun bir devamı niteliğinde… 121st Night bu anlamda HUMAN VALLEY’dense film ile daha fazla ilişkili görünüyor. Geçtiğimiz birkaç yıla bakınca, kendim ya da Ari Benjamin ile beraber farklı şehirlerde birçok performans yaptım. Sergi konseptinin dışında bir formatta çalışıyor olmak beni çok heyecanlandırıyordu, çünkü burada her şey birkaç saat içinde bitiyor. Ama tabii ki orada seyirci ile yaşadığım, sergi mekanında ve güncel sanat bağlamı içinde deneyimi de kullanıyorum. Tristan Bera: 121st Night için küratöryel pratiğimiz ile ilişkili diyemem. Partideki performansta yer alan 21 karakterin çoğu sanatçı ya da sanat ortamından kimseler olsa bile, yaptığım şeyi daha çok film
Bir konsept olarak partiyi seçmenizi nasıl açıklıyorsunuz? DGF: Son iki yılda Torpille Valley adında bir fanzin yaptık, Human Valley adında bir sergi, ‘Belle Comme le Jour’ adında bir film çektik. Parti fikri 39
DOMINIQUE GONZALEZ-FOERSTER, "After", 2009, Edition of 3
ise sadece bu üretimlerin içinde aynı dertlere değil aynı zamanda seyirci ve şehir ilişkisine oldukça başka bir taraftan yaklaşma imkanı veriyordu Sizin için 121st Night’ın en yüksek anı neydi? Performansçılar ile seyirci arasındaki ilişkiye dair neler söyleyebilirsiniz? Bir de, çok partiler misiniz gerçekten? TB: Eskiden çok partilerdim, şimdi daha az çıkıyorum. 121st Night fikri normalde vahşi olması beklenen bir şeye yapısal bir form getirme isteği olarak doğdu. Birçok zirve yapan an vardı fakat en yükseği performansın üçüncü sekansı bittikten sonra karakterlerin bizim yarattığımız ve onların tekrar ettikleri performans döngüsünden kurtuldukları an oldu. Karakterler çıldırmaya başladı. ‘The Exterminating Angel’ karakterlerinin filmin sonunda evi terk edebilmelerini görmek de güzeldi. DGF: Pek partilemiyorum, daha çok gözlem yapmayı tercih etmişimdir. Hayatımda hiç parti organize etmemiştim. Yine de Rio de Janeiro’da yıllar önce bulunduğum bir yeni yıl gecesi geliyor aklıma. 121st Night içinde enerjisi en yüksek an, benim için Eric Satie’nin bir piano eserinin tekrarlanarak çalınmasıydı. Bu tekrar sahneler ‘The Exterminating Angel’dan ilham alınarak yapıldı ve üç saatin sonunda partiye gelenler özgürlüklerine kavuştular. The Band la Descarga’nın şovu, 80’ler ve 60’lardan birkaç şarkıdan sonra piyanoyla bir seremoni çalınıyor gibi duyuluyordu. Oldukça güçlü bir ritüel enerjiden bahsedebiliriz. Ardından bütün karakterler kendi oyunlarından kurtuldu ve birkaç saattir içine hapsoldukları senaryoları unutarak dans ettiler. Bir sinefil olarak, performans için oldukça güçlü bir casting yaptığınız söylenebilir. Sadece filmler hakkında değil, oyuncuların hayatları hakkında çok fazla detay biliyorsunuz. 121st Night için ise karakterleri buradaki sanat ortamından seçtiniz. DGF: Protocinema önceden çok çalıştı. İlk önce cast için seçilenlerin fotoğraflarını gördük ve bize bazı tasvirler verildi. Filmdeki karakterlere birebir benzeyenleri bulmaya çalışmak önemli değildi. Onun yerine hemen hemen aynı türde, yeterince tuhaf tipler bulmaya çalıştık. Bir kere karakter ile filmde oynayan oyuncu arasında bir benzerlik kurulduğunda,
bunu nasıl arttıracağımızı düşünmek farklılıkları düşünmekten daha enteresan oluyor. Çok fazla ya da çok az detay vermek arasında enteresan bir denge var. O ikisi arasında bir yerde fazla gerçekçi olamayan bir karakter beliriyor. Bu karakter, fazla duyarlı olmak yerine kendisine nasıl yakın hissedebileceği ile ilgilenirse daha güçlü duruyor. TB: Lokum gibiydi! Oyuncular çok iyiydi, aynı dili konuşuyorduk, söylediğimiz her şeyi anında anladılar. Gerçi partilemek gibi çok da komplike olmayan şeylerdi söylediklerimiz. Ama yine de, bunu profesyonel oyuncular ile yapsaydık aynı sonucu alamayacaktık. Protocinema casting konusunda çok iyi çalıştı, bize İstanbul ortamını tanıttı. Kimi sergi açılışlarında karşılaştıkları, sanat mekanı sahibi insanlara teklif götürdüler. Biz seçilenlerin fotoğraflarını gördük. Sonra filmdeki oyuncular ile aralarındaki benzerlikleri, performanslarını, vücut ölçüleri gibi detayları konuştuk. Zürih’te Human Valley’de beraber çalıştığımız ekipten Egija Inzule ve Tobias Kaspar’ı da proje için İstanbul’a çağırdık. 121st Night deyince Sade ve Pasolini’nin ‘The 120 Days of Sodom’unu da hatırlıyor insan ister istemez. Neden bu ismi seçtiniz? TB: Aslında 120 Nights, Paris’te 1984 yılında yapılan bir etkinlik serisinin adı. Sade ve Pasolini’den sonra böyle bir isim vermişler. ‘Full Moon in Paris’ bu parti yapıldığı sırada çekilmiş ve Eric Rohmer de onların parti mekanlarını filmdeki parti sahneleri için kullanmış. Biz de bu partilerin bir devamını ve daha doğrusu sonuncusunu yapmak istedik. Ama birebir aynısı olmasını da istemedik. Böylece 80’lerden aldığımız içerikleri konuştuğumuz diğer filmlerin referansları ile bir araya getirdik. Bu aynı zamanda bana 1001 Gece Masalları’nı da çağrıştırıyor bir taraftan. Hikaye anlatma geleneği, erotizm ve mizansen gibi meselelerin arasındaki ilişkiden ve Dominique içinde rakam geçen başlıkları sevdiği için ikimiz de bu başlıkta hemfikir olduk diyebilirim. Courtesy of 303 Gallery, New York; Esther Schipper, Berlin; Galerie Jan Mot, Brussels; Corvi-Mora, London; Gallery Koyanagi, Tokyo.
XOXO The Mag
41
XOXO The Mag
43
news ART
HAMMER
Korku Değil Sanat yazı sarp dakni
1975 yılında Sony’nin yarattığı Betamax ortaya çıktığında film endüstrisinde mertlik ‘geri döndürülemez’ şekilde bozulmuştu. Onun Türkiye’de evleri domine etmesi 80’leri bulduğunda karşısında inanılmaz özellikleriyle iki rakip vardı. Bunlardan biri kısa zamanda en az onun kadar güçlenecek olan JVS’nin yarattığı VHS, diğeri de Grundig ve Philips ekiplerinin kafa kafaya vererek yarattığı Video 2000’di. Video 2000’in ‘Dynamic Track Following’ özelliği (kayıt dondurulduğunda ya da hızlı oynatıldığında görüntü kirliliği ortadan kalkıyordu) aralarında babamın da olduğu çok sayıda teknoloji meraklısının aklını karıştırmış ve azımsanmayacak kadar çok eve girmeyi başarmıştı. Ancak bu üçlü savaştan galip çıkan, pazarlama stratejisindeki müthiş deha sayesinde VHS oldu. Video 2000 gözyaşları içinde yokolup giderken, Betamax kanının son damlasına kadar mücadele edip er meydanından yenik ayrıldı. Bu kapışma sırasında Video 2000’i seçen biz kurbanlar video dükkanlarında uygun formatta yeterli sayıda film bulamadığımızdan yakınır, dahası bulduğumuz tüm filmlere dört elle sarılırdık. Kiralanan bir filmin aynı hafta sonu beş ya da altı kez üstüste izlendiği bile olurdu. Video 2000’in görüntü kalitesine diyecek yoktu ama izleyecek film bulamadıktan sonra bunun hiç bir anlamı da kalmıyordu. Bu durumda yapılacak olan iki şey vardı. Birincisi babama neden bu sistemi seçtiği ile ilgili bağırıp çağırmak, ikincisi de video kiralayan yeni dükkanlar bulmak.
İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kampı dehşetini yaşamış olan Ingoushka Petrov, yaşadığı onca çileden sonra Ingrid Pitt olarak sinema dünyasına sarı saçlarını ve seksi bedenini sunduğunda, The Vampire Lovers filminde başrolü kapması kaçınılmazdı. O tarihte arkasına aldığı gazla neredeyse uçuşa geçen Hammer Film Productions, endüstriye gururla sunduğu yeni ‘B’ kraliçesi ve Sheridan Le Fanu’nun oldukça tartışmalı Carmilla adlı romanından uyarlanan, cömert lezbiyen göndermeleriyle büyük bir sarsıntıya yol açan bu kült filmle hayatıma, posteriyle de duvarıma kolayca yerleşivermişti. The Vampire Lovers, şirketin patlama yapan ilk sansasyonu değildi elbette. O yıllarda elimin altında internet olmasa da işin ehli ağabeylerin ayakları arasında dolanarak ve bol bol kitap ve dergi karıştırarak Hammer’ın mucizevi dünyasına gömülmeye devam ediyordum. İşte bu sıralarda şirketin 30’larda İngiltere’de kurulduğunu ve gelmiş geçmiş en büyük korku yıldızlarından biri olan Bela Lugosi’yi ilk filmlerinden birinde oynattığını öğrendim. İngiltere sinema endüstrisinin yaşadığı ciddi ekonomik kriz, Hammer’ı da iflasa sürüklemiş ama o bir şekilde kapılarını kapatmadan başka şirketlerin çektiği filmlerin distribütörlüğünü üstlenerek sessiz sedasız yoluna devam etmişti. Hammer düşe kalka, yeni ortaklar ve yeni yöneticiler deneyerek yoluna aralıksız devam etti. 50’lerde ülkenin yaşadığı tüm savaş yorgunluğuna rağmen peşi sıra çektikleri filmler, şaşırtıcı derecede başarılı sonuçlar elde ediyordu.
İşte bu kelebek etkisi sırasında elime geçen 1970 tarihli bir film, korku sinemasına bakış açımı da sonsuza dek değiştirecekti. Ailesiyle birlikte
Hammer’ın direksiyonu dönülmez şekilde yeni bir yola kırması ise 1957 yılında gerçekleşti. The Curse of Frankenstein adlı film, Mary
XOXO The Mag
45
Shelley’nin romanını bugüne kadar yapılmadığı kadar farklı bir şekilde beyazperdeye aktarıyordu. O tarihe kadar korku filmlerinde kan asla grafik anlamda net bir şekilde gösterilmemişti. The Curse of Frankenstein’da ise kan oldukça açık ve net bir şekilde gösteriliyor, üstelik parlak kırmızı rengiyle neredeyse seyircinin üzerine doğru akıyordu. Film Kraliçe’nin adasını öylesine sallamıştı ki oluşturduğu deprem tüm Avrupa ve hatta ABD’ye kadar sıçradı. The Curse of Frankenstein bugün hala İtalyan korku sinemasının en büyük ilham kaynaklarından biri olarak kabul ediliyor. Üstelik Roger Corman filmografisinin oluşmasında da büyük etkisi olduğu bilinir. Tam bir yıl sonra gelen Dracula ve peşisıra dehşetin dünyasının kapılarını aralayan Mummy’yle Hammer, dünya korku sineması tahtına pelerinini savurarak kalkmamacasına oturdu. Hikayenin gerisi malum. Hammer, aldığı gazla sadece ‘canavar’ filmlerine değil seri katiller ve psikolojik gerilimlere kadar uzanan filmler çekmeye başladı. Bugün izlendiğinde hala insanın aklını başından almayı başaran 1966 yapımı One Million Years B.C. ile Raquel Welch’i sarı saçlarıyla önce dinozorların arasına sonra da dolap kapaklarına yollayan Hammer’ın dehası, sadece bu örnekle bile açıkça ortaya çıkıyor. 70’lerin sonuna gelindiğinde sektörde peşpeşe patlayan yenilikler ve oldukça cesur adımlar atan diğer rakiplerinin karşısında ‘eski kafalı’ kalıveren şirketin çözülme sürecinden bahsederek bu yazının tadını kaçırmak istemiyorum. 60’lar ve 70’ler korku sineması için büyük işler başardığı su götürmez Hammer ekibi, aynı zamanda farklı pazarlama teknikleri ve göz alıcı afişleriyle de göz kamaştırıyordu. Filmlerin uluslararası başarısının ardında bu afişlerin izleyiciyi adeta hipnotize eden etkisi gözardı edilemez. Bu noktada Hammer’ın ‘korku’dan ziyade bir ‘sanat’ atölyesi olarak çalıştığını söylemek bile mümkün. Şirketin özellikle 1950 sonrası çektiği afişler bugün önemli koleksiyoncuların arşivlerinde özenle saklanıyor. The Curse of Frankenstein’ın çekildiği 1957 yılından sonra Hammer’ın filmlerinde izlediği radikal değişim afişlerde de hissediliyor. Öncesinde dönemin
standartlarına uygun işlerle izleyici karşısına çıkan Hammer, genç ve hevesli sanatçılara bu tarihten sonra tıpkı çektiği filmler gibi oldukça kanlı ve içinde bulunduğu dönem için şok edici grafiklere sahip işler çalıştırmaya başladı. Bugüne kadar dünya basınında belki de en çok yayınlanan Bill Wiggins imzalı Dracula afişi buna oldukça iyi bir örnek. Kendinden geçmiş kadın kurbanının üzerine eğilmiş bembeyaz teni ve korkunç dişleriyle Dracula, filmin sloganını adeta kendi söylüyor gibi “Asla yalnız seyretme!” Dönemin Hammer yöneticileri, muhtemelen uzun soluklu bir sözleşme imzaladıkları Bill Wiggins ile birlikte John Stockle imzasını da taşıyan başarılı afişlerine en az filmleri kadar titizleniyordu. Diğer yandan Renato Fratini’nin nispeten zayıf çalışmalarını takip eden Maniac’ın afişi döneminin oldukça ilerisinde görünüyor. Leonard Ripley’in usta parmaklarından çıkma bu ürkütücü çalışmayı, Hammer’ın en uzun soluklu çalışanlarından biri olan ve ismi bu afişlerle özdeşleşen Tom Chantrell’in nispeten daha sakin ama filmle ilgili çok daha fazla şey anlatan çalışmaları izledi.
Bu tarihe kadar afişlerinde özellikle fotoğraf kullanmaktan kaçınan Hammer’ın bu dönemden sonra yine grafikten çok uzaklaşmadan fotoğraf kullanmaya başladığı farkediliyor. Bu durum onların geleneksel afişlerinin tadını biraz kaçırmıyor değil. Ancak yine de bir bütün olarak Hammer afiş arşivinin gerek dönemin renk kodlarıyla ilgili verdiği bilgiler gerekse ‘B’ dünyasıyla ilgili değiştirdiği genetik kodlar oldukça önem taşıyor. Benim ailemde arşivcilik ve koleksiyonculuk anlayışı pek gelişmiş değildir. Eskiyen her ne olursa olsun günü geldiğinde değerlendirilmek üzere dolaba kaldırılmaz, bir başkası tarafından alınmak üzere kapının önüne bırakılır. Bu yazının başlamasına vesile olan Grundig marka video da zamanında biriktirdiğim pek çok Hammer filmi ile birlikte tarih oldu. Onu zaman zaman özlemiyor değilim. Diğer yandan onun sayesinde tanıştığım Hammer filmler DVD formatında (evet hala Blu Ray’e geçemedim) özel bir rafı dolduruyor. Posterlere gelince, onlarla ne yapsam hala bilemiyorum… Belki de bu yazı ilham verir, kim bilir...
XOXO The Mag
47
news PEOPLE
Anya Caliendo
Şapkaların Gücü Adına röportaj selin benlioğlu fotoğraflar ed hafizov
Anya Caliendo şapka dünyasının en başarılı isimlerinden biri. Rusya’da doğan bir New York aşığı. Her şeyiyle beslendiği bu şehirden kopamayan ama aynı zamanda da köklerinden ilham alan bir tasarımcı. Londra’da sektörün en mühim isimlerinden eğitim almış ve onların yanında çıraklık yapmış biri olarak temeli çok sağlam ve bu temelin üstüne eklediği her yeni koleksiyonla ayrı bir görsel şölen yaratıyor. Daha önce adını duymamış olsanız dahi tasarımlarından birinin gözünüze çarptığına eminiz. Durağanlık ve aynılıktan uzak tasarımlara imza atan Anya Caliendo ile ilham kaynakları, koleksiyonları ve şapka sektörü hakkında konuştuk.
Rusya doğumlusunuz. Yine de kariyerinizi New York’un şekillendirdiğini söyleyebilir miyiz? Moda alanında okuma planı kafanızda hep var mıydı? Aslında şapkalarla yaşadığım aşk kaçamağım New York’a geldikten sonra başladı. Şapkaları her zaman sevmişimdir. Fakat New York’ta profesyonel olarak kadın şapkacılığıyla ilgilenebileceğimi fark ettim. Bir anlamda New York’un canlılığı ve kreatif enerjisi, şapkalara olan tutkumu açıklığa kavuşturdu. Seçiminizi yaptıktan sonra sıra ‘ustaları’ seçmeye gelmiş olmalı... Kesinlikle öyle. Biliyordum ki bu işi en iyisinden öğrenmem gerekiyordu. En iyiler tarafından da eğitim alma ayrıcalığını yaşadım. Londra’da bir süre en iyi şapkacılardan olan Rose Cory’den eğitim aldım ve daha sonra Stephen Jones’un çıraklığını yaptım. Güzel şapkalar yaratmayı öğrenmek birkaç tane okyanus aşırı geziyi de kapsadı elbette.
Bu okyanus aşırı seyahatleri biraz açalım mı? Kendi markanızı yarattıktan sonra Jason Wu, Donna Karan, Comme des Garçons ve John Galliano gibi isimlerle çalıştınız. Hangi tasarımcıyla daha fazla bağ kurdunuz veya hangisinin stili en çok sizinkiyle örtüşüyordu? Bu ismlerle çalışmak, Stephen Jones’un yanında da çıraklık yapma ayrıcalığını yaşamak müthiş bir deneyimdi. Her zaman John Galliano’nun işleriyle benimkiler arasında yakın bir bağ hissettim. Ama her biri hayatımda çok güçlü birer ilham kaynağı. Hepsinden çok şey öğrendim. Bugünlerde sizi heyecanlandıran, transformasyon sürecinde size ilham veren yeni şeyler var mı? Bir şapkanın yaratım sürecinden ilham almamak imkansız. Her şapka tasarımı kendine hastır. Tasarım yaptığım sırada, kendimi çoğunlukla yeni bir yolculuğa çıktığımı düşünürken buluyorum. Şapka tasarlamanın birkaç aşaması vardır ve her bir aşama kendi içinde
XOXO The Mag
49
ilham kaynağı olabilir. Kumaşlardan, materyallerden, ön çizimlerden, renk paletleri ve hatta bloklar yaratmaktan oldukça keyif alıyorum. Şu bahsettiğiniz deniz aşırı seyahatlere geri dönelim. İlham için muhteşem kaynaklara ulaşmış olmalısınız. Biraz bahsedebilir misiniz? Son yıllardaki seyahatlerimin neredeyse tümü iş sebebiyle gerçekleşenler. Paris, Londra ve Moskova favori adreslerim. Her şehre yaptığım seyahatler beni kreatif bir enerjiyle dolduruyor. Örneğin, Paris ve Londra beni bitip tükenmeyen güzellikleriyle, mimarileriyle ve moda anlayışlarıyla büyülese de, Rusya temelden beri benimle. DNA’mın ve kişiliğimin bir parçası. “Rusya’yı özlüyorum” demek az kalır. Çoğunlukla yeni tasarımlar yaratmak için Rusya’nın tarihine geri dönüyorum. Örneğin şu anda çıkış noktası Romanov Kraliyet Evi olan ‘Moskovita’ isimli yeni bir koleksiyon üstünde çalışıyorum. Henüz bunun hakkında detay veremem fakat eminim bu koleksiyonla şu ana kadar yarattığım en güzel ve alışılmadık şapkalara erişme ayrıcalığını yaşayacağım. Gelecek konusuna gelmişken devam edelim: Her gün tasarımcılar yeni materyallerle karşılaşıyor. Sizce bu durum ilerideki tasarımlarınızı ve kadın şapkacılığı dünyasını ne yönde etkileyecek? Bu durumun çalışmalarıma bütünlük getireceğini umuyorum. Ayrıca sonsuz tasarım imkanı, keşif ve deney imkanı da beraberinde gelecektir elbette. Yeni materyal ve kumaşların hayal gücüyle bir kombin oluşturduğunu düşüyorum. Zaten bu da kadın şapkacılığında inovasyona yol açıyor. Tasarımlarınız ve renk şablonlarınız gerçekten çok etkileyici ve her biri oldukça farklı feminen stilleri tanımlıyor. Son
koleksiyonunuz ‘Les Enfants Terribles’in çıkış noktası nedir acaba? Koleksiyona 16 yaşındaki kızım Anastasia ve onun gençlik çağı ilham kaynağı oldu. Her bir şapka Anastasia’nın 16. doğumgününde gerçekleşen unutulmaz organizasyonlar, konuşmalar ve güzel anılardan sonra oluşturuldu. Kendisi ne küçük bir kız ne de tam olarak bir kadın. Bahsettiğim bazı anıların zaman aşımına uğramasını hiç istemiyorum. Anya Caliendo kadını her sezon bir hikayeyi tamamlıyor mu peki? Koleksiyonlarınızın kendi içinde kesişim noktaları olduğuna inanıyor musunuz? Bu çok doğru! Her sezon şapkalarda yazılı bir hikaye anlatıyorum. Her zaman bildiğini okuyan bir insan olduğum için her sezon beklenmeyeni sunuyorum. Bana göre her zaman şapkalar bir hikaye anlatmalı ve elbette oluşturduğum her koleksiyonda bir önceki koleksiyonun yansımasını görüyorum. Hikaye değişiyor ama kalitemiz hep aynı. Tasarımlar her koleksiyonda gittikçe iyileşiyor. Tüm bu anlattıklarınızdan sonra ikonunuzu çok merak ediyorum. Kimdir o kadın? Taptığım çok fazla sayıda kadın var; Carmen Dell’Orefice, Ulyana Sergeenko, Anna Netrebko, Grace Coddington, Daphne Guinness... Bu kadınların her biri beni özel anlamda etkileyen isimler. Sizin gibi bir kadına böyle bir soru sorulur mu çok emin değilim ama cesaretimi topladım ve soruyorum; eğer şapka tasarlamıyor olsaydınız ne tasarlamak istediniz? Düşünmek de haklıymışsın. Şapkalar içinde ‘nefes alabiliyorum’. yaşıyorum. Elimden şapka yaratma yeteneğimi almanız hayatımı elimden almanız demek. Bu konuda kutsanmışım ve hayatımı şapkalara olan tutkumla geçirmekten çok mutluyum.
XOXO The Mag
51
news FOOD
O MEVSİM GELDİ
Enginarın Sapı, Kabağın Çiçeği yazı ve fotoğraflar tuba şatana
O mevsim geldi. Gerçi her mevsime ‘o’ mevsim diyebilecek kadar onlarla ilgili her şeyi seviyor olsam da ilkbahar benim için Ege otları, sarma, enginar, sultaniye, bezelye, çağla, çilek ve erik ile bambaşka oluyor. Pazarlar şenleniyor, pazarcılar artıyor, taze sarımsak kokuları tüm benliğimi sarıyor. Engİnarın mevsİmİ… İki aydır enginar (ama İzmir’den olmalı), çıktığından beri soframızdan eksik olmuyor. Kıbrıs enginarı ise benim literatürümde enginar satıcılarının, mevzuyu bilmeyenleri kazıkladığı çeşit olarak yer alır. İzmir’inki ile karıştırmamak gerek... Bir de İstanbul pazarlarında sakız enginarı bulunursa, hiç dert yok demektir! Gerçi bulunmazsa da gönderecek dost da çok, kargo da... Enginar bu, her şekle giriyor, en azından benim mutfağımda öyle. Gireceği şekil ise, o günkü ruh halime ve bulduğum enginarın büyüklüğüne bağlı. İtalya’da olsak, kızarmış bütün bir enginar yeriz. Ama bu bahar, İzmir baharı. Zaman oluyor, sarımsakla kavrulup kuzunun yanına eşlikçi oluyor, sultani bezelye ile salatalara giriyor, limon ve taze sarımsakla pişiyor, incecik traşlanıyor ve enginar cipsi haline geliyor. Sonra zeytinyağlı oluyor
(bezelyesiz, patatessiz ve havuçsuz), kuzu gerdan ile muhteşem bir sulu yemek haline dönüşüyor, ezilip sürme oluyor, ekmekle mideye iniyor... Tüm bu yemeklerde önemli olan tek şey enginarın kendine has lezzetini korumak, öyle de oluyor zaten. Enginarı çeşit çeşit pişirsek de sonu gelmez. Onun en saf en lezzetli halini de unutmamak lazım: Haşlanmış enginar! En kolay tarifi bu. Kendiniz ayıklayamıyorsanız, satıcınıza bu işi bırakacaksınız. Dolmalık istediğinizi ama ortasının kalmasını söyleyin. Zira önemli noktası orası. Saplarını da tam çanağının altından değil, bir parmak kadar uzun bıraktırarak kestirin. Kişi başı bir taneden hesaplayın. Geri kalan saplarını da alın. Sonrası kolay, gerçekten! Aynı, sebze haşlar gibi. Enginarların suyun içinde dönüp durmayacağı, yanyana sıkışık bir biçimde sığabileceği derin bir tencere lazım. Bir buçuk enginar boyu doldurun tencereyi ve yakın altını kaynasın. Su hazır olunca enginarları baş aşağı dolma dizer gibi yerleştirin, aralara da saplarını. Ufak bir püf noktası: Ben makarna tenceremi bunun için kullanıyorum, süzgecini de enginarların üzerine kapatıp onların suyun yüzüne çıkmasını engelliyorum. Yaprakların emilecek kadar yumuşaması ile
XOXO The Mag
zeytinyağı, az limon kabuğu rendesi ile karıştırmakla başlayalım işe. Lor peynirinin tuzuna göre biraz tuz ve biber de eklenebilir ama tüm yemeğin tuzunu bunun üzerine boca etmeyin çünkü diğer kullanacağımız malzemeler de tuzlu. Kabak çiçeklerini parçalamamaya gayret ederek -ilk kez yapıyorsanız sabırla- bu lor karışımını içlerine doldurun. Yalnız silme olmasın, çiçeklerin ucunu çevirip kapatacak kadar bir yer bırakın. Çiçekler hazır. Altı kalın bir tavaya zeytinyağı, taze diş sarımsaklar ve taze fesleğenleri koyup hepsinin kokusu çıkana kadar çevirin, yağ hepsinin tadını alınca sarımsakları çıkarın ve sonra kullanılmak üzere ayırın. Kabak çiçeklerini yavaşça yerleştirin. Çok kısa zamanda piştiklerini göreceksiniz. Bir iki kere de çevireceksiniz sadece. Bu arada tavanın boş kalan kısmına çekirdeğini çıkardığınız ve ikiye böldüğünüz kalamata ve kaparileri de ekleyin. Ekleyin ki onların ekşi tatlarından da nasiplerini alsın kabak çiçekleri... Çevirin, pişen sarımsağı ekleyin, her şeyin kokusunun birleşmesi ve çiçeklerin pişmesi en fazla beş, bilemediniz altı dakika zaten. Açıkçası özellikle misafirleriniz olduğu zaman bu hem pek iyi bir giriş yemeği oluyor, hem de ılık ve lezzetli… Sonradan gelecek lezzetleri müjdeliyor, soframıza baharı getiriyor...
enginar çanağının pişmesi aynı zaman dilimine denk geliyor. Ucu sivri bir bıçakla arada azıcık batırarak çanaklarının pişip pişmediğine bakın. Hafif diri olsunlar. Pişince sudan çıkarıp bir süzgeçte suları süzülene kadar bekletin. Üzerine deniz tuzu serpin ve bol zeytinyağı gezdirin. Sonra önünüze bir önlük mü bağlarsınız, elinizi mi yalarsınız bilemem; önce dıştan içe yaprakları emerek ortaya kadar gelip yiyerek bitirin, sonra o tüylü kısmı ucundan tutup ‘hop’ diye çekip çıkarın, çanağını yemeğe devam edin. Son olarak saplarını soyup bir güzel kemirin... Enginarın tadını yeniden keşfedin! Çİçek çİçek… Kabak çiçeklerinin en güzel zamanı. Onlardan da lezzetli bir yemek yapmak lazım. Bölgesel malzemelerin birbiri ile uyumuna dayanarak yemek pişirmek, doğaya sırtımızı dayamak, lezzetleri garantiye almak gerek. Kabak çiçeğini, Karaburun kapari çiçeği, Ayvalık kalamata zeytini, Ayvalık loru, sızma zeytinyağı ve taze sarımsakla bir de iki üç yaprak fesleğen ile pişireceğiz. Unutmadan bir de limon kabuğu rendesi ekleyeceğiz. ‘Pişireceğiz’ ama uzun bir süre değil, kısacık. Elimizdeki kabak çiçeklerini dolduracak kadar lor peynirini, biraz 53
news PEOPLE
DIANE PERNET
Moda Filmlerinin Kraliçesi röportaj elif filyos illüstrasyon hormazd narielwalla’ın izniyle
İsminden, yaşadığı şehirden ve görüntüsünden sanılanın aksine Fransız değil, Amerikalı ve belgesel yapımı mezunu Diane Pernet. Siyah uzun elbisesi, başındaki tülü ve kedi gözü güneş gözlükleriyle, yas tutan bir kadın portresi çiziyor. New York’un herkesi kabul eden cömert ve sıcak kucağında tam 13 sene kendi markası üzerinde çalıştıktan sonra oradan kopup, acımasız Paris’e taşınalı ve kariyerine moda yazarı olarak devam edeli 20 sene olmuş. Joyce, Elle.com, Vogue.fr’nın eski, Ninja ve ZOO Magazine’in yeni moda editörü. Dünyanın ilk moda bloggerlarından biri ve gördüklerini Nokia telefonuyla okuyucularına aktardığı günlerden bugüne çok şey değişti. En önemlisi o, dünyanın ilk ve tek moda filmi festivali olan ASVOFF’un (A Shaded View On Fashion Film) kurucusu. Sadece moda dünyasını değil sanat ve sinema dünyasını, hatta belki çok daha fazlasını yönlendiriyor.
XOXO The Mag
Moda her zaman sinema söz konusu olduğunda güçlü bir etken olmuştur, hatta styling’i güçlü olan bazı yapımlarda kıyafetlerin yıldızları gölgelediği bile olur. Yani bu durum her zaman sağlam bir zemin olarak vardı. Ancak moda filmi, modanın sadece bir yardımcı öğe olmanın ötesine geçtiği ve başrol olduğu bir türdür. Bu ana ayrımlardan biri. Bence bu kadar güçlü bir araç olarak ortaya çıkmasının iki sebebi var: Evet, alışverişe yönlendirmek için videoları geliştirmeye yönelik itici bir güç olarak hareket eden ticari bir etki var. Ancak en basit tabirle kendilerini sınamak isteyen tasarımcıların, stilistlerin, makyaj uzmanlarının, fotoğrafçıların ve yönetmenlerin yaratıcı desteklerinin önemi yadsınamaz. Bana kalırsa bu türün ortaya çıkışı ikinci sebebe bağlı... Teknolojinin ekonomik ve her an her yerde ulaşılabilir bir hale gelmesi ve insanların moda filmlerini kolaylıkla yaratmasını, kullanmasını ve yaymasını sağlamasıyla birlikte doğal olarak ortaya çıktı bu. Üstünden çok geçmeden de insanlar moda filminin ticari sonuçlarını fark etmeye başladı. Şu ana kadar gördüklerimiz sadece buzdağının görünen kısmı. Moda filminden gelir elde etme kısmı, moda endüstrisi için bir sonraki büyük adım. İşte bu yüzden hepimiz bu süreci iyi izlemeliyiz. Yaratıcılıktan fazla fedakârlık yapılmaması ve herkesin hakkını alabilmesi için, yeni iş modelleri doğmadan önce tasarımcıların girişimcilerle diyalog içinde olması gerekiyor.
Artık hepimiz adımız gibi biliyoruz ama ASVOFF’u ve moda filmlerine olan tutkunu kendi kelimelerinle anlatabilir misin? Çok basit aslında: Kendimi bildim bileli moda ve filmle bir aşk ilişkim vardı. Hem de bu tutkuların uygulamaya nasıl geçeceğini anlamadan veya açıkça dile getirmeden önce bile... Sonra, hayat beni kariyerimde bunları birleştirme imkânı bulmadan önce ayrı ayrı keşfetmemi sağlayan yollara sürükledi. ASVOFF işte böyle doğdu. Doğruyu söylemek gerekirse, ASVOFF büyüdükçe modayla filmi ayırmak benim için daha da zorlaşıyor. Elbette biri olmadan diğeri var olabilir; ancak benim kafamda ve modern zaman ruhunda, bu ikisi hiç bu kadar yakın olmamıştı. ASVOFF işte bu sinerjiye uygun ortamı sağlamakla ilgili; iki sektörün yaratıcılarını geliştirmek, zorlamak ve yeni sanat eserleri yaratmak üzere birleşmeye yöneltmek. Sen dünyanın ilk moda bloggerlarından birisin, 2005 gibi erken bir yılda bu işe başladın. Ne tesadüftür ki 2005 YouTube’un da kurulduğu senes. Bu eşzamanlı büyüme senin uyanışını tetiklemiş olabilir mi? Bu hareketin bilinçli olup olmadığından emin değilim. Geriye dönüp baktığımda, moda filmi festivali fikrinin YouTube’u keşfettiğim anda beliren bir tezahür olduğunu sanmıyorum. Ama ilginç bir noktaya parmak bastın. Geç fark etmiş olsam da, ileri sürdüğün şeyde doğruluk payı olabilir. Doğru olan; dijital devrimin başlaması ve internetin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan ve daha sonra moda dünyasında kendini gösteren birçok teknolojik yeniliği ‘erken benimseyen’ kişi olarak nitelendirilmem. Filmlerin getirdiği özgürlük hissi ve iletişim kapasitesini seviyorum. Soruna dönecek olursam; muhtemelen YouTube’un çıkışını –bilinçli bir şekilde olmasa da– moda filmi konseptinin gelişmesi için en doğru zaman olduğu konusunda bir işaret ve kesinlikle önemli bir araç olarak gördüm. Zaten SHOWstudio ve birkaç fotoğrafçı o sırada bu türle ilgili deneysel çalışmalar yapıyorlardı. YouTube, Vimeo ve diğer video paylaşım sitelerinin de çoğalması, bu ‘evliliği’ hayata geçirmek ve moda ve filmin bir arada varoluşunu kutlayan bir etkinlik ve yarışma yaratmak için doğru zamanı getirdi.
Bundan kısa bir süre öncesine kadar moda filmi çoğu insan tarafından sadece bir kampanya videosu veya interaktif bir paylaşım olarak görülüyordu. Moda dünyasıyla doğrudan bağlantısı olmayanlar bu filmlerde ilgilerini çekecek bir şey olduğunu düşünmüyorlardı. Gelecekte ASVOFF’u diğer film festivallerinin uzantısı haline getirmek istediğini biliyorum, zaten festivalin kapsamını bugüne kadar da çok genişlettin. İlk başladığında tek bir şehirde 90 dakika sürerken şimdi 15’ten fazla ülkede projelerle yer alan üç günlük bir festival oldu. Moda filminin geleceğinde neler görüyorsun? Moda filmlerinin bir gün herkese bir şey ifade edeceğini düşünerek kendimi kandırmıyorum ancak kitlesel bir cazibesi olma kapasitesine inanıyorum. Her nasılsa reklamcılık, markalaşma ve sanat arasındaki o anlaşılmaz yer moda filmi için uygun ortamı yaratıyor. Yani moda filmlerinin gelecekte moda, sanat ve sinema sektörünün ıssız dünyasının ötesinde bir geleceği olduğuna inanıp inanmadığımı soruyorsan, elbette inanıyorum. Bunun nasıl olacağı ve oraya nasıl ulaşacağı ise devam eden bir süreç.
Ruth Hogben moda fotoğrafçılığı ve moda filmlerinin aynı kaygıyı taşıdıklarını, ikisinin de odak noktasının moda ve stil hikayesi olduğunu savunuyor. Alistair Allan ise; iyi bir moda filmi yaratmanın moda fotoğrafçılığı gözünden çok daha fazlasını gerektirdiğini ileri sürüyor. Sence moda filmi, moda fotoğrafları için bir alternatif mi yoksa film endüstrisi için yeni bir alan mı? Eminim ki moda fotoğrafçılığı her zaman değerli, yaşayan ve ayrı bir disiplin olarak kalacaktır. Ancak evet, tam olarak gelişmiş bir moda filmi alt-endüstrisinin, hâlihazırda sorunsuz olarak yaşayan moda fotoğrafçılığı sektörünün bir yan dalı olarak var olabileceğine inanıyorum. Bu ikisi bir arada var olacak, çakışacak ve bazen rakip olacaklar. Bu bir ‘ya o ya bu’ durumu değil ve muhtemelen asla birisi diğerini yok etmeyecek. Örneğin; güçlü, dikkat çekici bir fotoğrafın sosyal medyada paylaşıldığı zaman videodan daha etkili olduğunu gösteren ticari kanıtlar mevcut, çünkü bunlar anında tüketiliyor, ‘play’ tuşuna basmaya gerek yok. Diğer yandan bir film kesiti boyunca çok daha zengin, incelikli ve birçok açıdan daha güçlü bir deneyim edinebilirsiniz. Bu sebeple moda filmi türünde diyecek bir sözlerin olmasıyle ve özetle bu işe bulaşmakla şimdi durduğum yerdeki kadar ilgileniyorum.
Bu gelişmeler yayımcılığı nasıl etkiler? Filmlerin ve dijital/sanalın bir gün geleneksel matbaanın yerini alacağını düşünüyor musun? Daha önce de ima ettiğim üzere, moda fotoğrafçılığı ve moda filmleri bir arada yaşayacak. Güç dengesi kesinlikle yer değiştiriyor ancak yayımcılığın ve baskı fotoğrafların sonunun geleceğine dair kıyamet günü senaryolarına inanmıyorum. Her şey gibi, kağıdın elle tutulur doğasından ötürü nostalji haline geleceği bir gün olacak. Hatta şuan bile bazı insanların niş yayımlar ve baskı fotoğrafın bazı türlerine tekrar ilgi duyduğunu görüyoruz. Ben, dijital ve moda filmlerinin gittikçe daha çok güçleneceğine inanıyorum. Sizce eğer siz olmasaydınız, moda filmleri yine de endüstriye hâkim olur muydu? Çünkü bunun izi ‘You Wear It Well’ (Diane Pernet’in ilk moda filmi festivali) günlerine kadar gidiyor. Bu kaçınılmaz bir süreç miydi yoksa bilerek mi yönlendirildi? Moda filmleri diye ayrı bir tür ortaya çıkmasında bütün payı kendime çıkaramam, her ne kadar insanlar cömertçe bunu bana mal etseler de... Ben o sıralarda bu işteki potansiyeli gören birkaç kişiden biriydim. Bir bakıma, bu gelişim kaçınılmazdı, ister zamanın ruhu deyin ister bazı pratik faktörlerin birleşmesi. Ancak kendime pay çıkarmaktan çekinmeyeceğim bir şey var ki o da moda filmlerinin daha hızlı ve özgür bir şekilde gelişmelerini sağlayacak ortamı yaratmış olmam. Zaten hiçbir
Bu fikir modanın sinemadaki gittikçe güçlenen rolünden dolayı mı yoksa moda sektörünün daha güçlü iletişim kurmak ve daha fazla satmak amacıyla daha çok görsel malzemeye ihtiyaç duymasından mı ortaya çıktı? SSENSE (Montreal’de bulunan online lüks perakende mağazası), işi bir sonraki aşamaya götürdü ve Fki, Iggy Azalea ve Diplo’yla birlikte dünyanın ilk alışveriş yapılabilir videosunu yarattı. Yeni oluşan bu iletişim şeklinden en çok kim faydalanıyor? 55
zaman tarafsız ve etkisiz birisi olduğumu iddia etmedim. Güçlü bir bakış açım ve estetik yönüm var ve her ne kadar (bir film veya defile izlerken) açık görüşlü kalmaya çalışsam da, kişisel perspektifim kaçınılmaz bir şekilde sürece dahil oluyor ve festivale başladığım günden beridir de moda filmine ilham veriyor. Bu festival, türünün tek örneği olduğu için; filmlerin nasıl yaratılacağı ve hangi filmlerin ödüllendirileceği üzerinde bir etkisi olduğu şüphesiz. Ne de olsa ben yaptığım işlerde söz sahibi bir kişiyim ve her sene değişik bir jüri seçmeme rağmen fikirlerim karar alınmasında önemli rol oynuyor. ASVOFF jürisi yıllar içinde sayısal olarak büyüdükçe, yaptıkları mesleklerde de bir genişleme gözlendi. Daha yerel ve modayla ilişkili küçük bir topluluktan, uluslararası platformda söz sahibi olan gösteri dünyasının profesyonel isimleri ve moda öncülerine
doğru bir geçiş söz konusu. Bu değişim, festivalin kapsamını ve yarışmaya katılan filmlerin özelliklerini de beraberinde değiştirdi mi? Yıllarca çeşitli şekillerde bu festivali destekleyen birçok yetenekli ismin cömertliği ve coşkusuyla kutsandığımı söyleyebiliyor olmaktan mutluluk duyuyorum. Diğer yandan, ASVOFF daha küresel ve tanınır hale geldikçe amacının kapsamı da genişledi. Bu iş için çok büyük bir heyecan duyuyorum. Ben hep kendim olacağım ve bu demektir ki ne olursa olsun öncüleri, ezber bozan yetenekleri ve doğru insanları festivalin en ön sırasında tutmak için çabalayacağım. İstanbul’un da ASVOFF projeleri listesine eklenmesi söz konusu mu? Kesinlikle! Bu çok hoşuma gider.
XOXO The Mag
57
news PEOPLE
Pınar Yolaçan
Bedenin Arkeolojisi röportaj dinçer şirin fotoğraf sezer arıcı
Lady Gaga, en az kendisi kadar meşhur ‘meat dress’i giydiğinde herkes bir anda Yolaçan’dan bahsetmeye başladı. Sanatçının ‘Faniler’ isimli serisinin bu elbise için ilham kaynağı olduğu konuşuluyordu. Oysa Pınar Yolaçan’ın işlerini bilmek için Lady Gaga’nın etten bir elbise giymesine gerek yoktu. Aslında New York’ta yaşayan ama bugünlerde İstanbul’da olan sanatçı ile bir araya gelip danstan, kadın olmaktan ve işlerinden konuştuk. St Martins’deki öğrencilik günleri ile açıp New York’ta kapadığımız röportaj, güneşi gördüğümüz günler için bizden size selam olsun.
XOXO The Mag
untitled from like a stone series 2011©pınar yolaçan
Şimdi bir an için Londra’da okuduğun günlere uyansan, önce ne yapmak isterdin? Victoria&Albert Museum’a gitmek.
Daha sonra seni sanata yaklaştıran şey ne oldu? Ben St Martins’e girdiğim zamanlarda da sanatçıydım, orası bir ‘sanat’ okuluydu ama ben meslek olarak modayı seçmedim.
Central Saint Martins College of Art and Design’da moda okudun ama daha sonra sanat yapmaya başladın. Şimdilerde Alexander McQueen’de parasız çalışan stajyerlerin mezun olduğu bir yer olan bu okul, senin mezun olduğun dönemde nasıl bir yerdi? Ünlü bir tasarımcı olarak mezun olmak gibi bir hayalin var mıydı? Orası her zaman iyi bir okuldu –her zaman parasız çalışan stayjer’ler olmalı bence-, ben o zamanlar bazen iki yerde birden staj yapıyordum çünkü moda sadece okulda öğrenilecek bir şey değil. Çıraklık yapılmadan usta olunmaz. Kendinizi geliştirip yeni bir McQueen olmak, sizin disiplininize, çalışkanlığınıza ve yeteneğinize bağlı. McQueen okula başlamadan önce Saville Row’da çıraktı. O gerçekten çok özel bir yetenekti, dolayısıyla mezun olan herkesin onun gibi olması beklenemez. Ben modayı hala seviyorum diğer yandan McQueen çok trajik bir örnek. Açıkçası modacı da olabilirdim ama sanat beni daha özgür kıldı.
İşlerinde beden, özellikle de kadın bedeni oldukça öne çıkıyor. Yani moda ile yakın ilişkin, bedeni yeniden tanımlaman anlamında da devreye giriyor. Bugün moda senin için ne ifade ediyor? Hayatının ne kadarında modayı takip edip tüketiyorsun? Modayı dergi, internet, bloglar ve bunun gibi şeyler dışında tükettiğim pek söylenemez. Ben hala pazardan etiketleri kesilmiş taytlar almayı seven bir insanım! Ama hala yeni sezon defilelerine bakarım. Karl Lagerfeld’in 21. yüzyılın tasarımcısı olduğunu düşünüyorum. Nicolas Ghesquiere ve Raf Simons’u da çok beğeniyorum. Bence moda gelecekte Çin ve Rusya gibi pazarlarda varolacak. Modadan tamamen uzak sayılmazsın. 2011 yılında Missoni ile yaptığın vitrin tasarımı dışında en son Garage Magazine ile ortaklaşa gerçekleştirdiğin Chanel ortaklığı var. Günümüz kadın bedeni bir arkeolojik alan olarak sana ne söylüyor? Bugün insanların kendi bedenleri için geçtikleri süreçler ile ne kadar ilgilisin? Günümüz kadın bedenini bir arkeolojik alan olarak ele alacak olursak bunula ilgili çok şey söylenebilir elbette. Örneğin, çağlar içinde kadın bedeninin aslında değişmediğini fakat güzellik algılarının tam tersine sürekli değiştiğini görüyoruz. Bir zamanların dolgun tanrıça heykelleri o dönem için yegane güzellik ve mükemellik sembolüyken bugün incecik olmak popüler.
Ankara’da okudun ve ailen sebebiyle Çanakkale ile hala bir bağın var. O günlerde Londra’ya bu iki şehirden götürdüğün kültürel bagajın kendi potansiyelini gerçekleştirme anlamında sana nasıl bir katkısı oldu? Bence o dönemde de kendime ait kültürel bir bagajım vardı ama farkında değildim muhtelemelen. Yine de Ankara’da Sıhhiye ve Ulus civarındaki kasaplarda gördüklerim beni düşündüğümden daha fazla etkilemiş olmalı! 59
untitled from like a stone series 2011©pınar yolaçan
‘Ana Tanrıça’ serini bir geriye dönüş, geçmişe doğru bakış olarak alırsak, bunca yıldır New York’ta yaşadıktan sonra kendi kültürel farklılığının ne kadar etkisi var onun üzerinde? Bunca yıl New York’ta yaşamış olmama rağmen çok fazla seyahat ettim ve farklı ülkelerde kalıp proje ürettim. Beni besleyen özellikle Anadolu gibi pek çok kültür ve yer var. Ana Tanrıça projesi de bunlardan biri. 2008-2009 yıllarında Çanakkale’de çekmiştim o projeyi. İşlerinde pek belirgin olarak ortaya çıkmasa bile bedene bakarken hareketten ve danstan da oldukça etkileniyorsun. New York’ta izlediğin kulüp dansları ya da Türkiye’de takip ettiğin oryantal dans kültürünü düşünürsek ileride işlerinde dans temasını görecek miyiz? Evet, dansın kendine has kültürel bir dili var. Ama sadece dans üzerinden değil vücutla ilgili her türlü aktivitede örneğin yoga, capoeira hatta oryantalde bile bu söz konusu. Burada karşıma çıkan dil ilgimi çekiyor. Loie Fuller, Oskar Schlemmer ve futürist balede olduğu gibi beden, kostüm ve müziğin birleşmesi beni çok heyecanlandırıyor. Yarattığın bedenler, biraz anonim. Fotoğraflardaki bedenlerin öznelliklerine ulaşmak çok mümkün görünmüyor. Bu kez ‘Like a Stone’ adındaki seriyle, bedenin arkeolojisi üzerinden bir göz oyunu söz konusu. Bu bedenler heykele benziyor, başka coğrafyalara uzanıyor ama diğer yandan bunların hiçbirini tam olarak karşılamıyor. Bu proje nasıl gelişti? Bu proje ‘Ana Tanrıça’ serisinden sonra gelişti, niyetim vücudu daha
soyut göstermekti. Kadınlara kumaştan bir kıyafet giydirmek yerine, doğrudan bedenlerini boyamak istedim. İşlerinde modellerin yüzlerini görmüyoruz. Önceki işlerine oranla daha öznel bir anlatıdan uzaklaşmanın nedir? Bilemiyorum, ben bu projede gerçekten fotoğraflardaki kadınların heykel gibi görünmelerini istedim. Sanırım sırf bu yüzden yüzlerinin görünmemesi gerekiyordu. Serinin isminin Türkçe çevirisinden bir katman daha inşa edebiliyoruz. ‘Taş gibi’ diye bildiğimiz şeyin karşısına bu bedenleri koyduğumuzda bedenin tarih içinde değişen anlamlarına da açılıyoruz. Beden diye bildiğimiz şeyin aslında bildiğimiz gibi olmadığını anladığımız anda ona atfettiğimiz anlamlar da çoğalıyor. Seni bu kadar müphem bir kavram olan beden ile uğraştıran şey nedir? Bir bedenimin olması, kadın olmam. Yaza kadar İstanbul’dasın. Burada sanat ortamındaki değişimi sen nasıl kokluyorsun? Bence son 10 yıldır ciddi bir değişim var. Yeni müzeler, galeriler açılması seyirci açısından çok iyi. Özellikle SALT Galata gerçekten muhteşem. Söyleşiyi başka bir şehirde kapayalım… Şimdi beraber New York’ta dışarı çıkıyor olsak bizi nereye götürürdün? Met gibi bir müzeye!
XOXO The Mag
61
news MOVIES
Wuthering Heights
Brontë’si Emily, Danteli Siyah yazı nilay kaya
19. yüzyıl bütün romantikliği ve viktoryenliğiyle son yılların başlıca arzu nesnelerinden olmaya devam ediyor. Büyük annelerimizin sandık lekeli dantel kıyafetleri hayatımızın en ‘modern’ anlarına hiçbir zaman olmadığı kadar itibar kazandırıyor, çünkü geçmişten gelen dokular her zaman gizemli ve çekicidir. Jane Campion’un Bright Star’ı, Cary Fukunaga’nın Jane Eyre’i derken İngiliz yönetmen Andrea Arnold’ın son filmi Wuthering Heights ile beyazperde de dantellere büründü. Hem de dönemin en tutkulu edebi hikâyelerinden örülmüş dantel örneklerine. Telegraph gazetesi ünlü isimlere her ikisi de birer Brontë hemşirenin elinden çıkan Jane Eyre’i mi yoksa Wuthering Heights’ı mı tercih ettiklerini sormuş. Bu soruya hiç şüphesiz Wuthering Heights cevabını veren kadim bir Emily Brontë bağımlısı olarak benim için romanın son uyarlaması ayrı bir heyecan sebebi. Siz de benim gibi “öteki” ruhlu hemşirenin uğultulu diyarına karşı koyamayanlardansanız bu filmin sizi heyecanlandıracağını rahatlıkla söyleyebilirim keza bu uyarlama aşağı yukarı 90 yıldır yapılan uyarlamaların hiçbirine benzemiyor. İlk defa ortaokul zamanlarında İngilizce öğrenmeye başladığım günlerde “intermediate” seviyedekiler için kısaltılmış versiyonuyla tanıştığım romanın beni nasıl etkisi altına aldığını bugün gibi hatırlıyorum. Kuzey Yorkshire’in medeniyetten uzak tepelerindeki bir evde gelişen bu yabani aşk hikâyesi, sadece tutkulu bir aşkı anlatmasıyla etkilememişti beni. Romana adını veren ve mekân olan coğrafya, yetim Heathcliff ile evin kızı Catherine’in çocukluklarında başlayan aşkı ‘transandantal’ boyuta taşıyan başlıca unsur olarak yeterince çekici olan tüm karakterlerden rol çalıyordu. Wuthering Heights aşkını üniversiteyi bitirirken tezini romanın film uyarlamaları üzerine yazarken sürdüren ben şimdiye kadar yapılan hiçbir uyarlamada o tepelerin yeterince uğuldamadığını, dolayısıyla da romanın derdini anlatamadığını iddia edebilirim.
Romanın diğer bir alameti farikası ise 19. yüzyılın gizemli, kötücül ama bir o kadar çekici Byron figürünün eşsiz erkek modelidir: Heathcliff. Bazı eleştirmenler Catherine’in babası tarafından Liverpool’un çöplükleri arasından bulunup getirilen, romandaki tabiriyle bir çingene gibi koyu tenli ve tuhaf bir dili olan yetim Heathcliff’in maruz kaldığı köle muamelesi ve Catherine’e kavuşamaması sebebiyle ileride bir intikam makinesine dönüştüğünde yaptıklarını göz önünde bulundurarak onu insan yerine “şeytani bir yaratık” olarak nitelendirirler. Keza romanın bazı yerlerinde onun için İngilizce “it” zamiri kullanılır. Ne var ki edebiyatın bu kötü çocuğu öyle bir karakterdir ki, Catherine’e duyduğu dünyevi olmanın ötesindeki aşka şahit olmak her kadın okuyucunun içindeki “cici kızlar kötü adamlara kapılır” içgüdüsünü karşı konulamaz bir şekilde harekete geçirir. Nitekim Kate Bush, ölen aşkı Catherine’in hayaletini uğultulu tepelerde kovalayan Heathcliff’e 1978 yılında müzik hayatında çıkardığı ilk single ile “Heathcliff! Benim, Cathy!” diyerek karşılık verirken içimizdeki Catherine’lere de seslenmişti. Andrea Arnold’ın prömiyerini geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde yapan Wuthering Heights uyarlamasının görüntü yönetmenliği dalında aldığı ödül ve Heathcliff yorumu, onu selefi olan uyarlamalardan ayrı kıldığı gibi ilk andan itibaren romanda vurulduğumu söylediğim iki özelliğe yaptığı vurguyu gösteriyor: Uğultulu tepelere ve Heathcliff’e hak ettiği itibarı yeniden kazandırıyor. Bu yıl İstanbul Film Festivali’nin uluslararası bölümünde yarışan filmin -yazıyı yazdığım şu anda yarışma devam ettiği için sonucu bilememekle birlikte- halk jürisi ödülünü alamayacağını öngörüyorum. Çünkü yönetmen Arnold’ın ve birçok eleştirmenin de söylediği gibi filmin Catherine ve Heathcliff’in tutkulu aşkının kaynağı olan doğayı ön plana çıkarmak adına genel izleyiciyi zorlayacak bir anlatımı var.
XOXO The Mag
63
Zorlukla neyi mi kastediyorum? Yaklaşık iki saat süren, romandakinin aksine bir sonraki neslin hikâyesini anlatmamayı tercih edip sadece Catherine ve Heathcliff’e odaklanan filmde toplasanız 50 satır diyalog bulamayabilirsiniz. Döneminde yazılan romantik ve gotik romanlardan bütün tekinsizliği, bastırılmış duyguların yarattığı sarsıcı tutkularıyla ayrılarak kendisi başlı başına “yabani” bir roman olan Wuthering Heights’ta, yazar Emily Brontë’nin susarak anlattığı tüm anları Andrea Arnold, Kuzey Yorkshire’daki Swaledale coğrafyasına karakter kazandırarak bize gösteriyor. Catherine ve Heathcliff’in çocuklukta paylaştıkları tamamen kendilerine ait dünyanın zaman zaman naif, zaman zaman vahşi ayrıntılarını, ergenlikte yaşadıkları cinsel gerilimi karakterleri susturup doğayı konuşturarak, film çekimlerinde en çok yaşadıklarını söyledikleri şey gibi “çamurlara bata çıka” gösteriyor. Medeniyetin değil, ancak ve ancak kontrol edilemez bir doğanın çocukları olan Catherine ve Heathcliff susarken rüzgâr, kuş sesleri, köpek havlamaları, yağmur, yaprak hışırtıları, börtü böceğin ve çatırdayan dalların sesleri bu filmin dili oluyor. Yabancı bir eleştirmenin bu film için ‘doğa senfonisi’ demesi boşuna değil. Ancak bu senfoni tam da romanın ruhuna yakışır bir şekilde, içimize neşe dolarak ilkbahar yürüyüşü yapmak isteyeceğimiz bir doğa değil; kayalıklarda hayvan ölülerine rastladığınız, rüzgârın uğultusundan kulaklarınızın ağrıdığı, şiddetinden yanaklarınızın kıpkırmızı olduğu, sert ve sivri kayalara çarpıp kan döktüğünüz ve tıpkı Catherine’in Heathcliff’e yaptığı gibi akan kanınızı yanınızdakinin vampiryen müdahalelerle durdurmasının tuhaf kaçmayacağı bir doğa. Dünyanın süper gücünün başkanının Obama olduğu, politik doğruculuğun On Emir’e eklenen on birinci emir haline geldiği bugün Heathcliff’i ‘siyahi’ bir oyuncunun oynaması ise filmin anlatı dilinin
zorluğu yanında o kadar da yadırgatıcı bir etken değil. Romanda kara tenliliği vurgulanan ve genelde çingene olarak okunan Heathcliff algısına romanın film uyarlamaları söz konusu olduğunda bir yenilik getiriyor daha çok. Şimdiye kadar ne 1939’da çekilen uyarlamada bir İngiliz soylusu gibi arz-ı endam eden Laurence Olivier, ne 1970’teki uyarlamanın James Bond gibi görünmekten kurtulamayan Timothy Dalton’ı, ne de 1992 tarihli filmin Heathcliff’i olan Ralph Fiennes bu kara tenli şeytani arzu nesnesi için doğru casting tercihleriydi. Oysa çocukluğunu Solomon Glave’in, yetişkinliğini ise James Howson’ın canlandırdığı bu uyarlamada Heathcliff, kendisine ‘nigger’ olarak hitap edilirken daha ilk hamlede yabanileştiriliyor. Öte yandan, yönetmenin ileride intikam makinesine dönüşecek olan Heathcliff’in çocukken maruz kaldığı psikolojik etmenleri verme yolundaki çabası, onu şimdiye kadar beyazperdede karşımıza çıkan tüm Heathcliff’lerden daha kanlı canlı kılıyor. Bunda bütün olup bitenleri ‘nigger’ın gözünden görmemizin de etkisi büyük elbette. Dolayısıyla Heathcliff özdeşim kurulabilecek bir karaktere dönüşüyor ve Andrea Arnold’un röportajlarından birisinde söylediği gibi insana bütün sado-mazoşistliğiyle “Hepimiz Heathcliff’iz!” dedirtebiliyor. Yaptığı uyarlamayla Emily Brontë’nin içindeki Heathcliff’i öne çıkarmaya çalıştığını belirten Arnold neticede insan ruhunun aşkla ve karanlıkla olan dile getirilmesi zor ilişkisini kendine özgü anlatımıyla başarıyor. Emily Brontë’nin yaşadıkları rahip evinin baktığı mezarlığı pencereden seyrederken romanı için neler düşündüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama 1847’den beri bizi büyüleyen bu hikâye bana hep yazarının bazen konuşarak, bazen susarak anlatmaya çalıştığı karmaşık duygular nedeniyle asıl hepimizin içinde Catherine’i ve Heathcliff’i de aşan bir Emily’nin olduğunu düşündürmeye devam ediyor. Dantelleriniz eksik olmasın!
XOXO The Mag
65
news THE CHANCE
the creatıve reporters
Bunu daha ne kadar anlatabiliriz bilmiyoruz. Nisan sayımızda size The Chance Creative Challenge programı hakkında bolca bilgi vermiştik. Şimdi de sıra ön elemeleri başarıyla geçen 10 katılımcıyı size sunmakta... Jüri üyeleri Olga Toraman, Emre Ünal ve Emir Sarısaç, Nike yetkilileriyle bir araya gelip bütün başvuruları özenle incelediler ve sonuç gayet tatmin edici oldu. Biz size bu sayımızda finalistlerin kim olduğunu sunarken, onlar da yeteneklerini Nike'ın, Türkiye'nin çeşitli şehirlerinde yürüteceği The Chance programında sergileme peşinde olacaklar. Ortaya çıkabilecek ilginç anları -en iyi ve en yaratıcı şekilde- dokümante edebilmek ve aynı zamanda bu etkinliklerde yer alan oyuncuların 'açlıklarını' ve 'sabırsızlıklarını' da gözler önüne serebilmek için çalışacaklar. İkisi finale kalacak... Bu fotoğrafçıların kimler olacağını ve sonrasında neler yapacaklarını gelecek ayki sayımızda anlatacağız...
Ne zaman doğdun ve programa nereden katılıyorsun? 16 Ekim 1989 tarihinde doğdum, İstanbul’dan katılıyorum. The Chance Creative Challenge sana ne ifade ediyor? Neden başvurdun? Bu program bana, üretmeyi,
AHMET BUDAK
inanmayı, çalışmayı, fedakarlık yapmayı, ter dökmeyi ve ‘o’ an geldiğinde şansını iyi değerlendirmeyi anımsatıyor. Oyunun parçası olabilmek için katıldım, her anı yakalamak ve bunların içindeki hikayeleri kendi gözümden aktarabilmek düşüncesi beni heyecanlandırıyor. Finale kaldığını duyunca neler hissettin? O sırada ne yaptığını merak ediyoruz. Benim için muhteşem bir duyguydu, öğrendiğim andan itibaren neler yapabileceğimi kafamda tasarlamaya başladım. Bize bu programı düşündüğünde hayalinde canlananı tasvir eder misin? Kazanma hırsına ortak olduğum, yaşananları paylaştığım, hem futbol seçmelerine katılanlar hem de bu programa katılanlarla aynı heyecanı paylaştığım bir yer görüyorum. Paylaşılan bu heyecanı fotoğrafa dönüştürürken, heyecanın dozunun benm çekeceğim karelerle doğrudan ilişkili olması fikri de beni motive ediyor. Gelecek planın nedir? Kendine örnek aldığın fotoğraf sanatçıları kimler? Planılarım arasında; kreatif olma algımı genişletmek, örnek alınan, insanlara esin kaynağı olan işler yaratmak var. Örnek aldığım ve işlerini beğendiğim fotoğrafçılar arasında Erwin Olaf, Bresson ve Nejat Talaş var. XOXO The Mag
Ne zaman doğdun ve programa nereden katılıyorsun? 1 Temmuz The Chance Creative Challenge sana ne ifade ediyor? Neden başvurdun? 1991’de İzmir’de doğdum, programa İstanbul’dan katılıyorum.
Bana tabi ki şans verilmesini ifade ediyor, bu yüzden ben de Nike ile bir çekim yapabilmek için hemen başvurdum. Finale kaldığını duyunca neler hissettin? O sırada ne yaptığını merak ediyoruz. Telefon geldiğinde ve finale kaldığımı öğrenince olduğum yerde çıldırdım! Ve hemen bana bu programı öneren arkadaşımı arayıp haberi onunla da paylaştım. O andan beri aklıma milyonlarca çekim planı geliyor ve hangisi uygulayacağımı seçmeye çalışıyorum. Bize bu programı düşündüğünde hayalinde canlananı tasvir eder misin? Çekeceğim insanları hayal ettim, ışığıma karar verdim, nerede çekeceğimi düşündüm. Aslına bakarsanız tam olarak hazırım, ama sonucu çektikten sonra size fotoğrafımla tasvir etmeyi yeğlerim. Gelecek
planın nedir? Kendine örnek aldığın fotoğraf sanatçıları kimler?
AYTEKİN YALÇIN
Tek isteğim iyi bir moda fotoğrafcısı olmak ve insanların benim çekimlerimi görünce evet bu Aytekin’in çekimi demesi. Gelecek planım tam olarak işte bu. Kendime örnek aldığım fotoğrafçılardan bazıları; Tom Munro, David Sims, Camilla Akrans ve Steven Meisel.
Ne zaman doğdun ve programa nereden katılıyorsun? 26 Temmuz 1988’de doğdum. İstanbul’dan katılıyorum. The Chance Creative Challenge sana ne ifade ediyor? Neden başvurdun? Hayallerini gerçekleştirmek adına bir takım zorluklarla mücadele eden insanları ifade ediyor, herkes bir şans bekliyor fakat en iyi olan kazanıyor. Ayrıca, “insan kendi şansını kendi yaratır” derler, ben de kendime bir şans yarattım. Zamanında amatör olarak bir süre futbol oynadım, bu insanların yaşadıkları zorlukları ya da başardıklarında hissettikleri duyguları biliyorum. Şimdi de fotoğrafçı olarak bildiğim bu duyguları yansıtabileceğim.
Finale kaldığını duyunca neler hissettin? O sırada ne yaptığını merak ediyoruz. Çok sevindim ve bu mutluluğumu hemen arkadaşlarımla paylaştım. Onlar da bana başarılar dilediler ve bu destekleri beni motive ediyor. Bize bu programı düşündüğünde hayalinde canlananı tasvir eder misin? The
Chance’de paylaşılan videoları izlemiştim ve bu heyecanı katılımcı arkadaşlarla birlikte tatmak istiyorum. Elbette jüri karşısına geçmek için sabırsızlanıyorum.
Gelecek planın nedir? Kendine örnek aldığın fotoğraf sanatçıları kimler?
Bayram Gürzoğlu
Hiç fotoğraf eğitimi almadım ama araştırarak birçok tekniği kavradım, bunu daha da ilerletip başarılı olmak istiyorum. Ara Güler, Erdal Kınacı, Erdal Yazıcı, Fahrettin Şankaynağı ve Mehmet Turgut işlerini sevdiğim fotoğrafçılar.
Ne zaman doğdun ve programa nereden katılıyorsun? 15 Şubat Chance Creative Challenge sana ne ifade ediyor? Neden başvurdun? The Chance
1991'de doğdum. Ankara'dan katılıyorum. The
Creative Challenge benim için futbolu seven gençlerin duygularını fotoğraflayabileceğim müthiş bir fırsat. Bu programı ilk defa duyduğumda programın içeriği çok hoşuma gitti; amatör futbolcuların heyecan ve hırslarının fotoğrafını çekmek benim için çok keyifli ve heyecanlı olacak, bu yüzden başvurdum. Finale kaldığını duyunca neler hissettin? O sırada ne yaptığını merak ediyoruz. O sırada uzanmış dizi izliyordum, hiç beklemediğim o telefon, benim için tam anlamıyla sürpriz oldu. Bize bu
programı düşündüğünde hayalinde canlananı tasvir eder misin? planın nedir? Kendine örnek aldığın fotoğraf sanatçıları kimler? Açıkçası çok Fotoğraf makinesi, çim saha ve futbol topu. Gelecek
CAN KOÇAK
keskin bir planım yok. Öncelikle okulu bitirip bu sırada The Chance Creative Challenge gibi önüme çıkan fırsatları değerlendirmeyi düşünüyorum. Örnek aldığım fotoğraf sanatçısı yok. Bence olmaması daha iyi ama fotoğraflarını çok beğendiğim birkaç isim yazabilirim; Ed Panar, Coley Brown, Dylanne Lee, Matthias Heiderich. 67
Ne zaman doğdun ve programa nereden katılıyorsun? 24 Ekim 1987’de doğdum ve programa İstanbul’dan katılıyorum. The Chance Creative Challenge sana ne ifade ediyor? Neden başvurdun? Fotoğraf hayatımın büyük ve çok önemli bir kısmını oluşturuyor. Gördüğüm ve beni ilk bakışta etkileyen, kısaca çekici bulduğum her şeyi o an yerinde dondurup, ona sahip olmak istiyorum. The Chance Creative Challenge bunun için yeni bir sebep.
Finale kaldığını duyunca neler hissettin? O sırada ne yaptığını merak ediyoruz. Finale kaldığımı telefonda öğrendim, çalışıyordum ve anlamsız bir tepki verdim sanırım, ama sevinmiştim. Bize bu programı düşündüğünde hayalinde canlananı tasvir eder misin? Heyecan, hırs, tutku, mücadele, hırs ve yine hırs. Hayalimde canlananı söyleyemem çünkü o an çekeceğim fotoğraflara dair ipucu vermiş olurum. Gelecek planın nedir? Kendine örnek aldığın fotoğraf sanatçıları kimler? Çok değişken. Uğraştığım çok proje var, ama inandığım tek bir şey var ve onu gerçekleştirmek istiyorum. Sanırım en sevdiklerim, Hedi Slimane, Helmut Newton ve Terry Richardson.
GÖZDE EMİR
Ne zaman doğdun ve programa nereden katılıyorsun? 30 Mart 1989’da Ankara’da doğdum ama programa İzmir’den katılıyorum.
The Chance Creative Challenge sana ne ifade ediyor? Neden başvurdun? Program bana ‘ter’i ifade ediyor. Programın vaad ettiği fırsat ödüller ilerlemek istediğim alan ile ilgili olduğu için şansımı denemek istedim ve başvurdum. Finale kaldığını duyunca neler hissettin? O sırada ne yaptığını merak ediyoruz. Çok mutlu oldum. O sırada Alaçatı’daydım. Kahvaltım için karavanda domates doğruyordum. Bize bu programı düşündüğünde hayalinde canlananı tasvir eder misin? Ter, hırs ve teller gözümün öününde canlananlar. Gelecek planın nedir? Kendine örnek aldığın fotoğraf sanatçıları kimler? İstanbul-Berlin-New York üçegeni arasında gidip geldiğim bir hayatım olsa fena olmaz açıkçası. Ellen Von Unwerth, Stephen Shore dışında yeni isimlerden Matthias Heiderich.
Murat Kahya
Ne zaman doğdun ve programa nereden katılıyorsun? 16 Nisan 1990 doğumluyum. The Chance Creative Challenge programına da 16 Nisan’da başvurmam güzel bir tesadüf oldu. İstanbul’dan katılıyorum. The Chance Creative Challenge sana ne ifade ediyor? Neden başvurdun? Benim için tam bir basamak niteliğinde, bu şansı sonuna kadar değerlendirip kendimi geliştirme fırsatını yakalayacağım. Çektiğim fotoğrafların daha çok insan tarafından görülebilme duygusu bu programa katılmamı teşvik etti. Finale
kaldığını duyunca neler hissettin? O sırada ne yaptığını merak ediyoruz. Uyuyordum, telefonum çaldığında açmak istemedim ama sonra açıp bu haberi duyduğumda mutlu bir güne başlamış oldum. Bize bu programı düşündüğünde hayalinde canlananı tasvir eder misin? Yani daha önce
ÖZKAN ÖNAL
söylediğim gibi bu program daha iyi işler yapabilmek adına güzel bir fırsat ve bu fırsatı kendi adıma en yararlı şekilde değerlendirmeyi planlıyorum. Gelecek planın nedir? Kendine örnek aldığın fotoğraf sanatçıları kimler? Çok iyi fotoğraflar çekmek istiyorum. Bütün dünyanın, fotoğraflarımın altında imzam olmadan, fotoğraflarımdaki tarzımdan, onları benim çektiğimi anlamasını istiyorum. Gregory Crewdson, Steven Meisel, Helmut Newton, Mert&Marcus, Yu Tsai ve Mario Testino’yu sürekli takip ediyorum. XOXO The Mag
Ne zaman doğdun ve programa nereden katılıyorsun? 10 Ekim 1992, İzmir’denim. The Chance Creative Challenge sana ne ifade ediyor? Neden başvurdun? Bu program bana ‘yetenek avcılığı’ gibi geliyor. Farklı bir bakış açım
RAFİ BAYSAL
olduğuna inandığım için kaliteli yarışmalara zamanımı ayırabilirim diye düşündüm. Bunda sıkı bir XOXO The Mag takipçisi olmamın ve derginin kalitesine de inancımın olmasının büyük bir katkısı var. Finale kaldığını duyunca neler hissettin? O sırada ne yaptığını merak ediyoruz. Geleceğimle ilgili önemli bir gelişme oldu. Yaklaşık 2 saat bulunduğum yerde hiç oturmadan oradan oraya gidip bu haberi sevdiklerimle paylaştım. Bize bu programı düşündüğünde hayalinde canlananı tasvir eder misin? İşin içinde genç ve hırslı futbolcuların olması zaten başlı başına bir heyecan kaynağı. Ateşli bir ortam, sonuçta farklı kulvarlarda yarışacak bir çok genç insanın olması bence hem fotoğraf sahasını hem futbol sahasını daha bir profesyonelliğe zorlayacaktır. Gelecek planın nedir? Kendine örnek aldığın fotoğraf sanatçıları kimler? Şu an tek ihtiyacım ve amacım ilgi duyduğum alanlarda kendimi daha da geliştirebilmek. Bunun için üniversite şart. Bana önceden yaptığım işler sorulduğunda, böyle bir yarışmada başarı elde ettiğimin bilinmesi eminim birilerinin hoşuna gidecektir. Şu ana kadar kendime tek yakın bulduğum fotoğraf sanatçısı Ara Güler olmuştur.
Ne zaman doğdun ve programa nereden katılıyorsun? 1988 Chance Creative Challenge sana ne ifade ediyor? Neden başvurdun? Adı üzerinde bır fırsat
doğumluyum, Yalova’da yaşıyorum. The
olduğunun farkındayım, başvurmamdaki en büyük neden ise fotoğraflarımın profesyoneller tarafından incelenecek olması. Bu sayede kendimi daha da fazla geliştirebileceğime inanıyorum. Finale kaldığını duyunca neler hissettin? O sırada ne yaptığını merak ediyoruz. Elbette ki sevindim. İçimden ilk söylediğim şey ‘’Maraton tadında bir çekim beni bekliyor’’ oldu. O sırada üniversitede sınavdan çıkmış, arkadaşlarımla dinleniyordum, güzel bir an oldu ve bunu arkadaşlarımla hemen paylaşabildim. Bize bu programı düşündüğünde hayalinde canlananı tasvir eder misin? Tek bir tanımla, saf hırs görüyorum. Gelecek planın nedir? Kendine örnek aldığın fotoğraf sanatçıları kimler? Fotoğraflarımı advertorial dalında geliştirmek tek hedefim. Steven Meisel fazlasıyla ilham verici.
SAMET BALCI
Ne zaman doğdun ve programa nereden katılıyorsun? 17 Haziran Chance Creative Challenge sana ne ifade ediyor? Neden başvurdun? The Chance
1989’da doğdum. Ankara’dan katılıyorum. The
Creative Challenge futbolu ve fotoğrafı seven insanları bir araya getiren müthiş bir fırsat. Bu iki konuyu aynı çatı altında görmek benim orada bulunmayı istememe yetti. Finale kaldığını duyunca neler hissettin? O sırada ne yaptığını merak ediyoruz. Telefonda ilk bilgilendirmeyi alınca çok mutlu oldum. Yeni uyanmıştım, daha kendime gelememiştim. Bize
bu programı düşündüğünde hayalinde canlananı tasvir eder misin?
Genç ve amatör futbolcuların ve fotoğrafçıların bir arada çok keyifli deneyimler yaşayabilecekleri bir ortam hayal ediyorum. Çok fazla ilham verici.
Gelecek planın nedir? Kendine örnek aldığın fotoğraf sanatçıları kimler? Fotoğraf ve tasarım konusunda gidebildiğim kadar ileri gitmek istiyorum. Örnek aldığım belli bir fotoğraf sanatçısı yok. Yalnızca tarzlarını beğendiğim isimler var; Rinko Kawauchi, Ryan Mcginley,Tim Barber ve Matthias Heiderich gibi. YALIM KARTAL 69
2012 bookshops
KİTABINIZI NASIL ALIRSINIZ? yazı gökçe gökçeer
Kitap kurtları için nerede kitap okuduklarının pek fazla önemi yoktur ama kitabı nereden aldıklarını önemserler… Özensiz, düzensiz, tozlu kitap rafları arasında kaybolup, bilgisiz kitapçıların şaşkın bakışları altında alışveriş yapmak zuldür. Giderek yaygınlaşan online kitabevleri, e-kitaplar ve benzeri teknoloji “harikaları” ise klasik kitap okuma ve satın alma ritüelini, istese de öldüremeyecek, korkmayınız. Gelin görün ki, Türkiye’de çok az rastladığımız için “iyi kitabevi”ne hasretiz. Hal böyleyken, tasarım kitabevi fikri insanı heyecanlandırıyor… Bu heyecanla teknolojiye arkamızı mimariye yüzümüzü dönerek, dünyanın en güzel, en orijinal hatta yer yer tasarım harikası diyebileceğimiz kitabevleri arasından birkaçını seçtik. Sırayla gezmeden önce, biraz sessizlik lütfen! Şşş!
Poplar Kid’s Republic / Pekin
Japonya’nın en iyi çocuk yayıncılarından biri olan Poplar Publishing tarafından 2004’te Pekin’de kurulan kitabevi, bir sihirli değnekle çocukluğa geri dönme isteği yaratıyor. Ve fakat bu mümkün olmadığından, zamane çocukları, en çok da çekik gözlü olanlar bu fırsatı tepe tepe kullanıyor. Simetrinin hiç uğramadığı sürreal atmosferiyle çocukları ve ailelerini ağırlayan Poplar’da, kitap raflarının aralarına, altına ya da üstüne yerleştirilen oyuklarda da kitap okumak mümkün. Bir çocuk için masada mum gibi oturup kitap okumaktan daha sıkıcı bir şey olamaz. Kafayı çalıştırmak işte böyle bir şey!
Librería El Ateneo Grand Splendid / Buenos Aires
1919’da Teatro Gran Splendid adıyla hizmete açılan bu muazzam eklektik yapı, tavanındaki freskleri ve göz kamaştıran balkonlarıyla dünyanın en iddialı, en görkemli ve konsept kitabevlerinden biri. 1920’lerin başlarında sinema olarak kullanılmaya başlayan bina daha sonra renöve edilerek 2000 metrekarelik dev bir kitap ve müzik mağazası haline gelmiş. Kurulduğu yıllarda sahnenin yer aldığı geniş alanda bugün bir kafe bulunuyor. Tüm zamanların en iyi kitabevlerinden biri olarak kabul edilen El Ateneo, Arjantin ve Arjantinli okuryazarlar için büyük şans!
XOXO The Mag
2012 bookshops
Ler Devagar / Lisbon Başlı başına bir sanat eseri! Tavanında kanatlı bir bisikletle gelenleri karşılayan Ler Devagar, hem yeni basılmış, dumanı üzerinde kitapların hem de eski baskıların ve ikinci el kitapların edinilebileceği muazzam bir mekan. Yerden tavana kadar uzanan, tıka basa kitapla dolu rafları ve merdivenleri, 1864’ten kalma eski bir fabrikanın bulunduğu alana inşa edilen kitabevine endüstriyel bir hava katıyor. Üst katta yer alan sanat galerisi ve sıcacık bir fincan çay eşliğinde sayfaların karıştırıldığı havadar kafesi, bulunmaz bir ortam sunuyor. Ler Devagar, Portekizce «yavaş oku » demek. Anlayana sivrisinek saz...
Bart’s Books / California-Ojai Siz fotoğrafa aldanmayın, burası dünyanın en büyük açıkhava kitapçısı. Richard Bartinsdale’in kendi tasarladığı rafları 1964’te kaldırımlara dizmesi ve yoldan geçenlerin raflardan seçtikleri kitapları kahve eşliğinde okuması, bugün Bart’s Books’ta 1 milyona yakın kitaba ulaşmayı mümkün kılmış. Ahşap rafları, rafların arasında dolaşan kedileri ve açıkhavanın getirdiği güzelliğiyle göz kamaştıran kitabevi, California eyaletine bağlı Ojai şehrinde konumlanıyor. Aslında her kitabevinde bulunması gereken en önemli özelliklerinden biri de birikimli çalışanları. Onların engin bilgilerinden faydalanmak isteyenler için özel bir raf bile var. Başlığı “Employees’ Favorites” (Çalışanların Favorileri). Yolunuz düşerse, bu havadar ve havalı ortamın tadını çıkarın!
71
2012 bookshops
Plural Bookshop / Bratislava Cvernovka’daki eski bir triko fabrikasının içindeki alanlardan birine kurulan Plural, 5 metrelik tavanlarıyla saatlerce sıkılmadan vakit geçirmeye olanak sağlıyor. Dünyadaki birçok kitabevindeki gibi, burada da vazgeçilmez bir şekilde kafe bulunuyor. Bembeyaz büyük ve geniş merdivenler, mekana oditoryum hissi veriyor. Dileyen kitaplarını burada oturup karıştırabiliyor. İki koldan tavana kadar uzayan raflar oldukça heybetli. Yeni çıkanlar ve çok satanlarla ilgilenenler, sadece merdiven basamaklarında takılabilir. Zira orada sadece bu kitaplara yer verilmiş. 170 metrekarelik bir alana yayılan kitabevi, sadece kitap satmıyor; çeşitli etkinliklere de ev sahipliği yapıyor.
Shakespeare and Company / Paris Yolu Paris’e düşenler bilir belki. Bir dönem olay yaratan Before Sunset filminin açılış sahnesindeki kitabevi Shakespeare and Company idi. Mekanda sadece kitap satılmıyor, ödünç kitap da alınabiliyor. Yoğunluklu olarak İngiliz edebiyatına ait kitaplar bulabileceğiniz kitabevinin en çekici tarafı, üst katında konaklama şansı olması. Tabii kısa süreli… Shakespeare and Company hakkında söylenecek çok şey var. Ama bizim nazarımızda onu çok kıymetli yapan, James Joyce’un Ulysses’ini ilk basan kitabevi-yayınevi olması. Bir dönem birçok yazarın uğrak yeri olan mekan, modern dokunuşlar yerine klasik dokudan hoşlananlar ve eski kitap kokusunu ciğerlerine doldurmak isteyenler için rüya gibi bir deneyim yaşatabilir.
XOXO The Mag
73
news MASTERS
Maurice Hennessy
Günden Kalanlar röportaj cihan şerbetcioğlu fotoğraf mert altınay
Bu seride yer alan önceki röportajlarımızda adidas’ın Yaratıcı Direktörü Dirk Schöberger’i ve sonra Bang&Olufsen CEO’su Tue Mantoni’yi ağırlamıştım. Şimdi de yine üst düzey bir başka isimle beraberiz; Bu sefer konuğumuz Hennessy’nin Marka Elçisi Maurice Hennessy. Diğer röportajlarımdan farklı olarak bu sefer daha az marketing ve gelecek planı görecek olsanız da yine bolca marka bilgilendirmesi okuyacaksınız. Ayrıca samimiyet dozunun yüksek olması sebebiyle, saflığın güzelliğini hissedeceksiniz. Tıpkı konyak gibi, yılların getirdiği dinginlikle ve güneşi arkanıza alarak okuyunuz.
XOXO The Mag
Öncelikle İstanbul’a sebeb-i ziyaretinizi sorayım… Sizleri tanımak ve aynı zamanda konyak hakkında konuşmak için buradayım.
insanlar keyfi sebeplerden tüketiyor. Orta veya üst/orta sınıfın konyak tüketme gibi bir eğilimi pek yok. Fakir insanlar mı?
Biraz ailenizden bahsetmek istiyorum. Röportajlarınızdan birinde Hennessy’nin parçası olmak için aileden biri olmaya gerek olmadığını söylemiştiniz. Ancak diğer yandan geleneklerinizle marka arasındaki bağı temsil ediyorsunuz. Bunun korunması hem aile hem de marka adına ahlaksal açıdan çok önemli olmalı. Yoksa abartıyor muyum? Belki biraz. Önemli olan Hennessy’nin yönetim sürecinde aile üyelerini bünyesinde barındırmak istemesi ve bunun karşısında da aile üyelerinin markanın yönetiminde söz sahibi olmaya istekli olmalarıdır. Eğer, aileden kimse bununla ilgilenmiyor veya ilgilenip markanın politikalarını kendi kafasına göre tayin etmeye çalışıyorsa bu elbette hoş olmaz. Diğer yandan marka şu anda tek başına Hennessy’ler tarafından yönetilmiyor. 21.yüzyılda yaşıyoruz, ben bir mücadeleciyim ve bu şovu da tek başıma yönetmiyorum, bunun için profesyonel yöneticilere sahibiz ve onlar bizi marka için kullanmak istiyorlar. Sebebi çok basit, benim gibi bu kültürün içinden gelen ve aileden biri de markanın tanıtımı için oldukça önem arz ediyor, çünkü süreci kolaylaştırıyoruz. Mesela ben, markanın Hennesyler’den LVMH’ye geçiş sürecine tamamen şahit oldum ve mantığı iyi görebiliyorum. Yeni kuşak Hennessyler bu marka ile gelecekte ilgilenmeseler bile, Hennessy her zaman varlığını sürdürecektir. Yine de bence önümüzdeki kuşaklarda da bu markanın sorumluluğununda pay sahibi olmak isteyecek biri mutlaka olacaktır. Bu genlerimizde var.
Evet, ısınmak için. Gerçek konyak mı içiyorlar? Nasıl finanse edecekler? Elbette gerçek değil ama halk arasında buna da konyak deniyor. Konyağın dünyadaki genel tüketimi ile ilgili ne söyleyebilirsiniz? ‘Konyak olmayan’ konyakların dünyada üretildiği yerler hala var. Burada da durum böyle olmalı. Ama gerçek anlamda konyak üreten sadece bir kaç marka var. Bunların en başında da Hennessy geliyor. Bu markaların kullandığı konyağa göre de aralarında bir kalite farkı mevcut. Isınmak için alınan ‘sözde’ konyak, ucuz bir brandy olabilir. Orta sınıfın tüketeceği düzeyde imal edilen konyağın da piyasası var elbette. Yine de söylemeliyim ki genel anlamda bu içki, pahalı bir ürün. Konyağın tüketilme şekli konusundaki tavsiyeleriniz neler? Yemekle tüketilen bir içki olmakla birlikte son zamanlarda konyak için yeniden ‘miksoloji’nin de arttığını biliyoruz. ‘Yeniden’ demeniz hoşuma gitti. Tabi miksleme tamamen ortadan kalkmamıştı, hep devam etti az da olsa... Fakat geçmişte miskleme eğilimi daha fazlaydı. Sonra nedendir bilinmez, Avrupa’da insanlar bunu unuttu. Aslına bakarsanız, De Gaulle’ün başkanlığı sona erene kadar Fransa’da viski yoktu. Bu da 1969 yılına denk geliyor. Açıkçası o zamana kadar konyak her şekilde tüketiliyordu. Hem yemekle birlikte hem de mikslenmiş bir içki olarak. De Gaulle’den sonra gelen Georges Pompidou ile işler biraz daha değişti. Ah! Yine de söylemeden geçemeyeceğim, Sayın Pompidou’ya çokça Hennessy götürdüğüm oldu ve kendisi konyağı su ile ‘long drink’ olarak içerdi.
Bu cevapla birlikte durum biraz karışık gibi görünüyor. Markanın tanıtımı için önemli olduğunuzu söylediniz. Peki kullanılıyor hissine kapılmıyor musunuz? Bu benim işim ve onu seviyorum. Kullanılmaktan ziyade sevdiğim bir ve doğrudan parçası olmaktan mutluluk duyduğum bir markanın tanıtımında bir yol olmak diyelim. Bu bir nevi kendini adamışlık aslında.
Peki, şu ana dönersek Hennessy miksleme dünyasıın neresinde duruyor? Tüm markalar gibi biz de bu konuda fazlasıyla tanıtım yapıyoruz. Bunu çok akıllıca ve elit bir şekilde yaptığımıza inanıyorum. Konyak, long drink
Konyak tüketimine gelecek olursak; Türkiye’de konyağı ya düşük gelirli insanlar ısınmak için içiyor ya da zengin 75
olarak da, kokteyl olarak da içilebilmeli. Bununla ilgili sürekli yeni fikirler ve yeni tarifler oluşuyor. İnsanlar da, hem kendileri hazırlayabilmek için hem de gittikleri mekanlarda sorabilmek için, bu konuda sürekli bilgi talep ediyorlar. Siz de bu talep alanını doğru kullanırsanız elbette çok faydasını görüyorsunuz. Aynen bizim gibi... Orta sınıf konusuna değinmiştik. Biraz da satın alınabilir lüks ve bu segmentteki yoğun varlığınızdan konuşalım. Bu alanda da gücünüze şekil vermek için çeşitli yollarınız var. Şirketin doğrudan amacının bu segmente içi boş, adları değiştirilmiş seçenekler sunmak olmadığı açıkça belli olsa da piyasa için güçlü alt markalar oluşturmak konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu durum, bahsettiğim alandaki iletişiminizi kolaylaştırmak için mi? Alt markalardan ziyade ürün kategorizasyonu yapıyoruz. V.S, V.S.O.P, X.O, Paradis, Paradis Imperial, Richard Hennessy gibi oldukça farklı damak zevklerine göre çeşitlediğimiz bir yelpazemiz var. Hennessy V.S dünyada en çok tüketilen konyağımız, diğer yandan daha genç bir ürün olan V.S.O.P, kendi klasmanında rakiplerinin çok önünde... Bir de X.O var! Daha lüks bir konyak. Buz küpleriyle tüketilmesi daha çok tavsiye ediliyor… Richard Hennessy ve Paradis Imperial gibi, çok nadir bulunan ve oldukça pahalı sınıftan konyaklarımız da mevcut. Sonuçta sadece tek tip bir konyak yapamazdık, bunun sebebi, sadece farklı segmentlere hitap etmek değil. Elbette, teknik bir açıklaması da var. Konyağın yıllanmasıyla ve ürün tipiyle paralel olarak elimizde farklı tipte konyaklar oluyor ve bunları stoktan farklı şekillerde çıkartarak tüketiciye ulaşmak zorunda kalıyoruz. Diğer türlü kalite dengemiz alt üst olurdu. Bu da farklı insanların farklı konyak beklentilerini ve konyak tüketim alışkanlıklarını karşılamak için bir fırsata dönüşüyor. Aslında özünde, herkesin en pahalı ya da en ucuz konyak arayışında olmadığını biliyoruz. Wild Rabbit kampanyanız hakkında ne düşünüyorsunuz? Yeni bir tüketici kitlesi oluşturmak için çok başarılı bir strateji gibi duruyor. “Never stop, never settle.” Çok cesurca. Kesinlikle! ‘‘Never stop, never settle.’’ Henüz ABD’ye gidip kampanyanın nasıl yürüdüğünü ve ne kadar başarılı olduğunu göremedim. Burada açık ara, en çok tüketilen konyak markasıyız ve bu kampanya küçük bir markanın risk alarak genişleme stratejisinden çok, söyleyecek yeni şeyleri olan güçlü ve köklü bir markanın adımı. Duygulara dokunma çabası...
Evet, ama bir yandan da votka sektörünün, yani o ortamın tüketicisini de hedefliyorsunuz sanırız. Buna katılmamak elde değil. Özellikle son yirmi senedir, tüketicilerin kendilerini daha üst segmentlere taşıma eğilimleri olduğu net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bunu daha pahalı bir votka ürününe eğilerek ya da üst segmentte yer alan diğer içki türlerine de kayarak yaptıklarını biliyoruz. Aslına bakarsanız başka markalarımızla hali hazırda votka sektöründe de yer alıyoruz. Ama bizim belirlediğimiz temel konsept, Hennessy gibi lüks tüketime giren bir markanın, son 20 yıldaki saygınlığını da koruyarak, müşteri skalasını genişletmek. Bunun için de elimizde güçlü bir söylemimiz var; ‘‘Sorumlulukla ve aşırıya kaçmadan, neden Hennessy gibi 100% doğal bir ürün tüketmeyesiniz’’. Hennessy ailesi ve markası olarak yürüttüğünüz sosyal kampanyalar neler? Hennessy Artistry ve Hennessy Racing gibi yürüttüğümüz projeler var. Sayıları oldukça fazla. Bu normal hayata katılma çabalarımıza ister halkla ilişkler aktivitesi, ister sponsorluk, isterseniz de marka kampanyası diyebilirsiniz. Ama asıl sorduğunuza gelecek olursak, bizim yürüttüğümüz sosyal kampanyalar daha yerel bazda. Hennessy aslında bir alıcı. Konyak üretimi için gerekli olan üzümlerin yetiştirildiği hektarlarca bağ Hennessy’e ait değil. Hennessy’ye konyağı sağlayanlar yüzde %99 oranında benim de içinde bulunduğum çitfçi aileler. Açıkçası kaliteyi belli bir seviyenin üzerinde tutan budur ve bu aileler için yürüttüğümüz özel projeler oluyor. Buna benzer destekeleme hareketleri konyak üretiminde çokça önem arz eden fıçılarımızın ahşabı için de geçerli. Bu sebeple kurduğumuz ve koruma altına aldığımız bir ormanımız var. Yeni bir ambar kurarken de bölgede ağaçlandırma açısından mutlaka yeniden yapılandırma uyguluyoruz. Konyağın önemli miktarını edindiğimiz Cognac bölgesinde de, yöre insanını teşvik edecek festivaller düzenliyoruz. Diğer yandan dünya genelinde planladığımız yeni pazarlama modellerine bakacak olursak, Wild Rabbit projesinde ya da özel etiket projelerimizde de olduğu gibi sanatçılardan Hennessy hakkındaki fikirlerini, yaptıkları işlerle öne çıkarmalarını istiyoruz. Onların varlıklarıyla genel anlamda dokunduğumuz sanat dallarına katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Bu oldukça eşsiz bir şey. Hennessy eşsiz olma konusunda çok hassas bir marka, çoğu firmanın üzerinde durmadığı şeyler hakkında oldukça detaylı düşünüyor.
XOXO The Mag
Marka hakkında yeterince konuştuk. Biraz da sizden bahsedelim. Çok seyahat ettiğinizi biliyorum. Aileniz işinizin bir parçası, ancak bunun dışında onlara gerçekten vakit ayırabiliyor musunuz? Sanırım cevabınıza hayır demeliyim ama benim için evet çünkü zaten böyle yetiştim. Cognac’da büyük konyak ailelerinin çocukları böyle büyürler. Yemek masasında her zaman İngilizce konuşan insanlar vardır. Yani ingilizce bilmek zorundasınızdır. Annenizle yalnızsınızdır çünkü babanız her zaman ABD veya İngiltere’de iş seyahatindedir. 50’lerde bu iş çok daha zordu, uçakları aylar önceden ayarlamanız gerekirdi ya da günlerce gemilerle seyahat ederdiniz. Benim babam bu işin bir parçası değildi. Nükleer santral işindeydi, şirketi büyükbabam idare ediyordu. Masada sürekli Londra, New York, Hong Kong’un bahsi geçiyordu. Biz bu işi çok uzun süreden beri yapıyoruz. İş dünyasının gelişimine tanıklık etmiş bir aileyiz. Büyükbabam, babasına İngiltere’ye gittiği iş seyahatinden mektuplar yazarmış. Asırlardır süre gelen bir durum bu. Dışarıdan dahil olan bir insanın anlaması pek kolay değil. Keza sürekli seyahatte olmam karım için büyük bir sürpriz oldu. Cognac işte böyledir. Biz sanki paketlenmiş gibi dünyaya geliriz. Açıkçası ben buyum ve bunu seviyorum. Beni seven ailem de bu duruma hoş görüyle yaklaşmayı zamanla daha çok kabul eder hale geldi.
Biraz da üretim işleminden bahsedelim. Hennessy’nin tam anlamıyla bir üretici olmadığını söylediniz. Hasat, distilasyon, yıllandırma, şişeleme, tadım seansları… Hepsinin bir önemi var muhakkak ama sizi Hennessy yapan en önemli işlem hangisidir? Stoklandırmanın kalitesi. Çünkü bir konyağı 15 sene bekletmeniz onun iyi ve lezzetli bir konyak olacağı anlamına gelmez. Yıllandırma oldukça detaylı, üzerinde titizlikle çalışılması gereken bir işlem. O yüzden stoğunuzun kalitesi ve tadım komitesi cevabını verebilirim buna. Yann Fillioux? O ve bir kaç özel insan daha tadım komitesini oluşturuyor. Kendisi de aileden mi geliyor? Fillioux ailesi evet. Diğerleri, hayır. Zanaatkarlık konusu son yıllarda sadece içki sektöründe değil, moda, takı hatta elektronikte de lüks markaların en önemli özelliği. Hennessy’nin zanaatkarlığından bahsedelim biraz. Bu elbette hayati önem taşıyor. Üzüm bağının düzenlenmesi, distilasyon ve yıllandırma… Tüm bu hususlar, emeğinizin karşılığını uzun süre sonra alabileceğiniz bir formu oluşturduğu için son derece ustalık arz ettiren durumlar. İş arkadaşlarım ve ben bu konuda oldukça donanımlıyız. Öyle de olmamız gerekir. En yaşlısının 140150, en gencinin 50-60 yıllık olduğu bir üründen bahsediyoruz. Her konuda işinin ehli olan insanlarla çalışmaya gayret gösteriyoruz. İlk adımdan son adıma kadar bu böyle. Örneğin, V.S.O.P’nin yeni şişesi BMW’nin tasarımcıları tarafından üretildi. Bunlar işin görünmeyen yüzü ama bizim açımızdan çok önemli.
Peki koleksiyoner misiniz? Çok seyahat ediyorsunuz ve ister istemez bir toplama/saklama hobiniz oluşmuştur. Evet bu bana çok sorulur ama öyle bir zevkim yok. İngiltere’de yaşarken eşimle küçük kurbağalardan oluşan bir koleksiyonumuz vardı. Canlı değillerdi elbette! İngiltere’den taşınınca bunu sonlandırmak zorunda kaldık. Her yerden Çin yapımı minik kurbağalar geliyordu. Bu da çokça yer ve çokça toz demek! Yine de eğlenceliydi. Bu arada annemin babası bir ressamdı ve biz de onun evinde yaşıyorduk; Satılmayan tüm eserleri ile birlikte... Sayıları o kadar fazlaydı ki, yeni bi tane almak zorunda olmadık hiç. Ben pembe gül koleksiyonu yapmak isterdim, ancak bu oldukça zor.
Ve evet, şişe tasarımları… Bilhassa Paradis Imperial. Uzaydan dünyaya düşmüş ve bir yandan da bir krallığın sembolünü taşıyormuş gibi... Gerçekten mi? Aslında bütün şişelere baktığınızda hepsinin aynı familyadan geldiğini anlıyorsunuz. Evet, Paradis Imperial şişesi kendini diğerlerinden biraz daha farklı bir yere koyduruyor. Şişenin tasarımı İtalyan tasarımcı Stephanie Balini’ye ait. 1818’de Rus İmparatoriçesi, oğlu Çar I.Alexander için Hennessy ailesinden özel bir konyak istemiş. Bayan Balini’de bu konudan ilham aldı.
Belki sadece size özel bir Hennessy şişeniz vardır? Aslında o da yok. Bu konuda da oldukça şeffafız. Özel olarak yapılan tek şişe aynı adı taşıdığım Maurice Hennessy X.O 1870 oldu. O da zaten bir kaç sene sonra satışa sunuldu. 77
XOXO The Mag
Her gün yeni doğmak.
79
news DESIGN EXHIBITIONS
NEON HOTEL INDICATOR Geri Dönüşümlü Tabelalar
Miracles, Art, Science & Religion Doğa Üstü Tasarım
Williamsburg’da Mayıs ayında açılan Whythe Hotel için hazırlanan açık hava sergisi ya da neon enstalasyonu olarak nitelendirilebilecek bir işten bahsedeceğiz. New York kökenli Tom Fruin, çevreden topladığı eskimiş sokak tabelalarından yeni bilgilendirme tabelaları tasarlamış ve bunları Whythe Hotel’in umulmadık köşelerine binanın bir otel olduğunu defalarca hatırlatırcasına entegre etmiş. Sanatçının bir kaç sokak öteden bile gözüken işi sokağın manzarasını değiştirebilen farklı bir tasarım, sıra dışı bir kalıcı sergi. Tabelaların kasalarında kullanılan metal plakalar çok eğlenceli. Metal plakalar üzerindeki ‘Pizza della Dumbo’, ‘airconditioner repair service’ yazısı ve birçok eski telefon numaralarını tek tek oturup incelemeye değer. tomfruin.com yazı sedef kırdök fotoğraflar robert banat ve tom fruin’in izniyle
Yoko Ono’nun bu sergisi hakkında bilgi bulmanın ne kadar zor olduğunu tahmin edemezsiniz. Fakat öğrenebildiklerimize göre mucizeler sergisi batılı akılcılığın sınırlarında gezen, güncel sanatın çevresinde konumlanmış, doğa üstü durumlar, mistisizm, önemli buluşlar ve artistik fikirleri barındırıyor. Ve elbette Yoko Ono, bu konulara hem entelektüel hem de estetik açıdan bakıyor. Oldukça garip bir kadın olduğunu düşündüğüm sevgili Yoko Ono, anlaşılan fazla bilgi vermek istemedi ya da bizi meraklandırmak istedi. kunsthalle.at yazı değer ceran
Floating graffiti participatory favela project Luz Nas Vielas
‘İyi karışım’ anlamına gelen Boa Mistura grubu, Sao Paulo’nun daracık sokaklarında kentsel bir sanat projesinde 5 tasarımcının hayallerinin harmanını gözler önüne sermiş. Renklerin psikoloji üzerindeki etkileri malum, mekan ve sergi kurgusu da enteresan. Çok alışık olmadığımız türde bir sergi bu. Bu kalıcı 3D etkili sokak sergisinin oluşumunda emeği geçen sokak sakinleri de fotoğraflardan görüldüğü gibi etkinliğin en büyük destekçileri üstelik. Sokaklarda yazan aşk, şeker, denge ve gurur gibi sözcükler bu canlı, parlak renklerle karıştığında pozitif bir ruh ortaya çıkıyor. Harflerin sokağın içinde yürürken değişen formları da bu emeğin bir kanıtı. Böyle bir sokakta güne başlama fikri bana harika geldi diyebilirim. “Bana bu fotoğraflar yetmez” diyorsanız da, Sao Paola’daki Vila Brasilandia mahallesindeki bu sokakları keşfedebilirsiniz.. boamistura.com yazı değer ceran fotoğraflar boa mistura izniyle
XOXO The Mag
Muhteşem kamera. Gerçek ses.
Nick’in, saatte 126 mil hızla düşerken HTC One ile gerçekleştirdiği çekim
Tavsiye eden Nick Jojola Serbest atlayış moda fotoğrafçısı
Nick’in kişisel deneyimini htc.com adresinden izleyin
Aynı anda HD video ve fotoğraf çekimi HTC Sense ile 81
HOME WITHIN HOME Oversize Mimari Modeller İşte Haziran ayına kadar ziyaret edilebilecek faklı bir sergi daha. Hazır dünya Çin ve Kore’deki sanat eserlerinin gelişimi ve yapacakları prim konuşuladursun, size maddi bir kaygı beklemeden yapılmış, satın alamayacağınız, altında sosyal bir mesaj olmayan, hiçbir şekilde konumlandıramadığımız bir sergiyi anlatalım. Solo bir sergi olan ‘Do Ho Suh’un ev içinde ev olarak adlandırdığı enstalasyonunda evin iskeleti, sınırları ve geçit izleri tekrar sorgulanarak dünyanın çeşitli şehirlerindeki yaşam mekanlarından parçalar yorumluyor. Mimari maketler ile çizimler arasında konumlanabilecek bir tavırda, farklı oryantasyon ve malzemelerle, uçuşan konstrüksiyonların içerisinde yüzebileceğiniz bir ortam yaratıyor sanatçı sizin için. Sanki serginin yapıldığı sanat galerisi tekrar dekore edilmiş gibi bir hava oluşturuyor ortamda. Mekanı bu kadar sahiplenecek ve bu denli bulunduğu yere uyum sağlayacak bir enstalasyon yaptığının sanatçı ne zaman farkına vardı inanın ben de karar veremiyorum. Sadece sergi hakkında şunu söyleyebilirim; sizi büyük ve küçük, iki ve üç boyutlu çizimler içinde dolaştıran sanatçı, Berlin’den New York’a, Japon evinden İngiliz evine anlamlı bir yolculuğa sürüklüyor. leeum.samsungfoundation.org yazı sedef kırdök fotoğraflar leeum samsung modern art ve do ho suh izniyle
Sitting pretty furniture Contemporary Craft Objects
Racine Art Museum her yıl Arts & Crafts koleksiyonlarıyla bir sergi düzenliyor. Bu yılki sergi, galeriye sanatseverlerden gelen birçok hediye ve çeşitli yerlerden toplanan el yapımı mobilyaları misafir ediyor. RAM, kendini diğer sanat galerilerinden biraz daha farklı bir yerde konumlandırıyor. Daha çok modern zanaat işlerini sahipleniyor, farklı sanatçıları ve sanat öğrencilerini zanaat konusunda eğitiyor. Sitting Pretty Furnitures sergisinde 15’ten fazla sanatçının işini bir arada ziyaret edebiliyorsunuz. Tema ise adı üzerinde sandalye ya da oturma grubu parçalarını içeriyor. Birkaç dolap ve masa da giriyor araya. Çok farklı ve benzeri olmayan bu mobilyalar her konuda tasarımcılara ilham verebilecek özellikte. 20. yüzyılın sonlarına doğru birçok mobilya üreticisi, modern mobilyacılara tepki olarak, fonksiyonun geri plana atılmadığı ancak konseptin daha ağır bastığı el yapımı mobilya üretimi ile gündemde kalıyor. Bu sergide sunulan mobilyalar da bu döneme ait nadir parçalardan oluşuyor. Bu parçaların bir başka özelliği ise diğer örneklerden dinamik soyut kompozisyonlar ve abartı renk kullanımları ile ayrışmaları. Her bir sanatçı için sayfalar dolusu yorum ve bilgi yazılabilir. Herkes kendi stilini, heykele bakış açısını çok farklı yorumlamış. Ancak sergiye dahil olan sanatçılardan en çok ilgimizi çeken Wendell Castle’ın mobilyaları oluyor. Müsait bir zamanınız da esinlenmek için tıklayın. ramart.org. yazı sedef kırdök fotoğraflar jon bolto, gary zuerche, m. lee fatherre, michael trope
XOXO The Mag
nixonnow.com
83
nixonnow.com
2012 tv series
Post Break yazı erman ata uncu
Şimdiden kesin bir şey söylemek zor. Ama dizilerle şu ana kadarki haşır neşir ilişkimize bakılırsa yakında Broadway kulislerinden, esrarengiz bir biçimde ortaya çıkan Alcatraz mahkumlarından, geleceği gören bir çocuk yetiştirmenin hezeyanlarından muzdarip babalardan epey söz edeceğiz. ABD kanalları sezon ortasında (Ocak-Mayıs arası) sonbaharın tutmayan işlerinin yerine ikinci seçenekleri yani yeni dizileri bir bir görücüye çıkarmaya başladı. Manzara, dizi yaratıcılarında ‘tutması’ kuvvetle muhtemel konseptler yaratma konusunda sıkıntı olmadığı yönünde. Yol haritası olması dileğiyle, ekranların ve DVD standlarının yeni olası hitlerini derledik.
Smash
Takipçileri için ‘gleek’ terimi üretilmesine sebep olacak kadar başarılı ve popüler kültür ortamında yoğun bir etkiye sahip ‘Glee’yi başka müzikal dizilerin takip etmesi kaçınılmazdı tabii ki. Ama Steven Spielberg’in uzun yıllar üzerinde çalıştığı bir fikirden yola çıkan, Broadway kulisi dizisi ‘Smash’i alelade bir ‘Glee’ takipçisi olarak nitelendirip es geçmek imkânsız. Başta Anjelica Huston, Jack Davenport ve sürekli olmasa da sık sık ziyaret edilen rolleriyle Uma Thurman, Dylan Baker gibi isimlerin varlığı, böylesine bir nitelemeyle yetinilmesini imkânsız kılıyor. Başrollerde yer alan, ‘Will & Grace’ten beri bir türlü belini doğrultamamış Debra Messing ile ‘American Idol’ meşhurlarından Katharine McPhee için ‘Smash’in ne bulunmaz bir fırsat olduğu zaten aşikâr. Her sezon, farklı bir müzikalin perde arkasını ekrana getirecek dizide bu sezonun hedefi Marilyn Monroe konulu bir Broadway numarası. Aslında hikâye gayet tanıdık. Her hafta makul dozlarda oyuncu savaşı, talepkar yönetmen kaprisi, bütçe mücadelesi vs... Şubat’ta yayımlanan ve rekor oranda reyting alan pilot sonrasındaki bölümler, eleştirmenler nezdinde de, reyting hesaplarında da pek tutarlı bir yol izleyemedi ne yazık ki. Ama sırf biraz ilgi kaybetti, izlenirliğinde oynamalar oldu diye coşku patlamasına sebep kreşendolardan, sahnede devleşen çekingen oyunculardan, ‘Bir Yıldız Doğuyor’ hikayelerinin çekiciliğinden de kendimizi mahrum bırakacak değiliz.
House of Lies
Eğer kolejli suç savaşçısı ‘Veronica Mars’ halen en sevdiğimiz TV dedektiflerindense ya da ‘Gossip Girl’ vaat ettiği hınzır etkiye bir gıdım yaklaşılabiliyorsa, birinde başrol oynayan diğerine de ‘anonim dedikoducu kız’ olarak sesiyle hizmet eden Kirsten Bell’in payı büyük. Aynı anda hem komik hem dramatik bir etki yaratarak üzerine bir de ironik cila atabilme yeteneğiyle bu dizilerin katalizatörü görevini üstlenen Kirsten Bell, bu sezon tam da kendi kalemi bir yapımla, bir başka çekici isim Don Cheadle’ın başrolünde olduğu ‘House of Lies’la ekrana geldi. Dizinin kaynağı ise Martin Hinks’in bir danışma şirketindeki tecrübelerini sansürsüz aktardığı anıları... Konudan ve Kirsten Bell’in varlığından da anlaşılacağı üzere sık sık komediye göz kırpan bir drama dizisi var ortada. Başka bir deyişle tam da TV izleyicilerini tavlayacak bir kıvam söz konusu.
XOXO The Mag
Olağanüstü Süt Köpüğü Sadece Tek Tuş ile…
www.nespresso.com/lattissima
Yeni
Nespresso Boutique: Abdi İpekçi Cad. No:11 - Nişantaşı, İstanbul Nespresso Club: 444 1 576
85
2012 tv series
VEEP
Meşhur ‘Seinfeld lanetinin’ yani Jerry ile ‘entourage’ından kimsenin daha sonraki işlerinde dikişi tutturamaması durumunun tek istisnası Julia Louis Dreyfuss kuşkusuz. Elaine gibi baskın bir karakter sonrası ‘The New Adventures of Old Christine’de pasaklı, ‘loser’ bir bekar anne olarak da akıllarda yer edebilmek az buz bir başarı değil. Dreyfuss bu sezon da Amerikan başkanı olarak zihinlerde yer etme arayışında. Britanyalı komedyen Armando Iannucci’nin kendi BBC dizisi ‘Thick of It’ten hareketle ‘belgeselmiş gibi yapan sitcom’ tarzında kotardığı ‘Veep’, Beyaz Saray’ı HBO usulü ‘fırlamalıklara’ zemin yapıyor. Dreyfuss, alametifarikası şaşkın suratını, çaresiz bağırışlarını ABD politika sahnesine ayar çekmek için kullanıyor.
Touch
Kiefer Sutherland’in sezonlar boyu bitmeyen ‘24’ hezeyanlarından sıtkınız sıyrılmış olabilir. Oyuncuyu her gördüğünüzde aklınıza ister istemez Jack Bauer gelebilir. Ama hem aktörün ‘24’ öncesi işlerinin hem de gayet vaatkâr hikayesinin yüzü suyu hürmetine, lokomotifi olduğu yeni dizi ‘Touch’a bir şans vermekten zarar gelmez. Yakınlaşmakta zorluk çektiği küçük çocuğunun, geleceği öngörmek gibi özel bir yeteneği olduğunu öğrenen dul baba rolü, Sutherland’e Jack Bauer’in sıkıcılığından kurtulabilmesi için yeterince malzeme sağlayacak çapta gibi. Özel yeteneklere sahip bu küçük çocuğun matematikle olan içli dışlı ilişkisinin, ‘Touch’a ‘Lost’vari gizemli boyutlar eklediğini de söylemeden geçmeyelim.
XOXO The Mag
87
2012 tv series
Alcatraz
J.J. Abrams bir işin içindeyse neler bekleneceği az çok belli. Hafta boyu yeni bölümü heyecanla bekletmekle kalmayıp sonrasında DVD setlerini de aldıracak kadar yoğun bir gizem, her bölüm yeni hikâyeler konusunda zorluk çektirmeyecek zenginlikte bir zemin ve sağlam bir atmosfer. Gerçi sezon ortasının en iddialılarından ‘Alcatraz’da J.J. Abrams’ın payı, sadece yapımcı şirket Bad Robot Company’nin patronluğuyla sınırlı ama dizinin hikayesindeki Abrams etkisi ıskalanacak gibi değil. 1963’te kapanan efsane hapishane Alcatraz mahkûmlarının günümüz San Francisco’sunda esrarengiz bir biçimde ortaya çıkışını konu alan dizinin tanıdık isimleri ‘Lost’tan Jorge Garcia ve Sam Neill. Ama bir de sürpriz var: ‘Hayatımın Çalımı’nda başrol oynasa da sonrasında rol arkadaşı Keira Knightley’nin görkemli kariyerinin uzağında bir yol tutturan Parminder Nagra da kadroda.
Awake
Sinemada artık pek de taze sayılmayacak sürpriz final fetişinden, dizilerde gizem yaratma tutkusundan belliydi böyle olacağı... Artık paralel evrenler, adıyla sanıyla televizyon dizilerinin konusu oldu. ‘Awake’in polis kahramanı Michael, ailesinin bir üyesini kaybettiği tuhaf bir kaza sonrası ikili bir yaşam sürmeye başlıyor. Bir yaşamında oğlu, diğerinde ise karısı hayatta kalır ve haliyle bu evrenlerden hangisinin gerçek, hangisinin hayal olduğunu da kendi çözmek durumunda… Tek olay bu olsa ‘Awake’ belki sezonu zar zor bitirirdi ama neyse ki kahramanımızın polislik mesaisi, uğraştığı davalar da hikâyeye dahil olunca işler iyice karışıyor. Michael’ı gözü bir yerden ısıracaklara ama yine de sarı lepiska saçları ve hin bakışları olmadan çıkaramayacaklara şimdiden yardımımız olsun; kahramanımızı, Harry Potter’ın ezeli düşmanlarından Lucius Malfoy’la tanıdığımız Jason Isaacs canlandırıyor.
XOXO The Mag
2012 tv series
Don’t Trust The B---in Apartment 23
‘2 Broke Girls’, New York’ta yolu kesişen iki genç kadın hikâyesinde işe yarar bir şeyler olduğunu göstermiş olacak ki TV kanalları aşağı yukarı aynı konuda bir başka diziye daha yeşil ışık yaktı. James Van Der Beek, ‘Dawson’s Creek’ sonrası en çok ilgiyi ‘How I Met Your Mother’da kariyeriyle hafif dalga geçtiği konuk oyunculuk performansıyla çektiğini görmüş olmalı ki bu kez, bir komedide de yine kendini canlandırıyor. Sezon ortası komedilerinden ‘Don’t Trust the B---- in Apartment 23’ hayatına yön vermek için New York’a gelen bir taşralının, şehrin ‘parti canavarı’, ağzı epey bozuk bir sakiniyle aynı eve taşınması ve tabii sonrasında meydana gelen komiklikler üzerine kurulu. James Van Der Beek ise bu söz konusu ‘B---’in en yakın gay’imsi straight arkadaşı olarak arzı endam ediyor.
GCB
Kabul, ‘eve dönüş’, kağıt üzerindeki ham haliyle bile insanı izleyip izlememe konusunda çekincelere salacak kadar çokça işlenmiş bir mesele. Ama iyi anlatılan bir ‘memleketle yıllar sonra yeniden buluşma’ komedisinin de eğlencesi malum. Özellikle söz konusu memleket, ABD’nin ebedi taşrası Teksas’sa. Sezon ortasının en eğlence vaat eden komedisi ‘GCB’, lise döneminde tam bir baş belası olarak nam saldığı Teksas/Dallas’a meteliksiz ve iki çocuklu bir anne olarak dönüş yapmak durumunda kalan Amanda’nın (Leslie Bibbs) hikâyesini konu alıyor. Dizinin yapımcısı Darren Star, özellikle ‘Sex & The City 2’den sonra pek de iyi bir referans sayılmayabilir. Ama ‘Pushing Daisies’te entrikacı şirinlik muskası rolüyle gönülleri kazanan Kristin Chenoweth’in, ‘GCB’de kahramanın üzerinden Teksaslılık akan komik ve ezeli düşmanını canlandırması zaten referans namına bizce yeter de artar.
89
XOXO The Mag
New Kids On The Block
fashion
Her zaman tazelenen ve gençleşen moda sektörü, belki de uzun zamandır en hareketli dönemini yaşıyor. Büyülü dünyanın yeni Dorian Gray’lerini, gelecek vadeden çocuklarını selamlıyoruz.
91
Kanye West
Sonsuza kadar adını devam ettirecek bir auraya sahip olduğunu -beğensek de beğenmesek de- hepimiz çok iyi biliyoruz. Notunu vermek size kalmış, ama onun değerini tartışırken diğer yandan da büyümesine nasıl yardımcı olduğunuzu hatırlayın. Kanye West yıllar içinde, bir prodüktör olarak parlattığı yıldızını, kariyerindeki çeşitli ve yeni adımlarla cilaladı. West’in, moda sektörünün ‘en aç’ olduğu dönemde kendi markasına soyunması da bir tesadüf değildi. İçinde bulunduğumuz ‘tüket-at’ sirkülerindeki hızlı hazırlıklarına, bir moda devinde staj yaparak başlamak istedi. Meslektaşlarının aksine, arabasının içini Louis Vuitton derisi ile kaplatmaktansa, meseleyi daha ciddiye almalıydı. Ya da öyle görünmeliydi… Modayla olan ilişkisini bir süre marka birliktelikleri ile canlı tutan ‘şık rapçi’, uzun uzun anlatmaya gerek olmayan birkaç eğitimin ve dedikoduların ardından İlkbahar 2012 defilesiyle ilk mahsullerini verdi. Aralarında Silvia Venturini Fendi, kızı Delfina Delletrez Fendi, Azzedine Alaïa, Olivier Theyskens ve Jeremy Scott’ın olduğu misafirlerin huzurunda, kendi deyimiyle ilk ‘hip-hop designer’ konseptini sergiledi. Mart ayında gerçekleşen Sonbahar 2012 defilesine kadar Givenchy kreatif direktörü Riccardo Tisci ile dostluğunu arttıran müzisyen, birkaç basamağı atladığını ifşa eden ikinci koleksiyonuyla karşıladı merakla bekleyenleri. Eleştiriler yine karışıktı: Ne kimse bunun bir ‘rezalet’ olduğunu, ne de ‘harikulade’ olduğunu söylüyordu. Kanye West, aynı bir sonraki bölümünü merak ettiğiniz iyi yazılmış bir dizi gibi, müziksel yeteneğini ya da daha doğrusu yaratıcı zekasını modaya nasıl yönlendireceğini merak ettiriyor. Bize şimdiye kadar verdiklerine bakacak olursak, tabağımızda sadece birkaç tanıdık kırıntı var ama umudumuz baki.
Olivier Rousteing
Olivier Rousteing, depresif ama en önemlisi de moda dünyasında fazla uzun yaşayamayacak kadar zayıf olan Christophe Decarnin’in görevini devraldı. İlk defileye kısa zaman kala gerçekleşen bu değişikliğin meyveleri, endişeyle karışık bir heyecanla bekleniyordu. Kısa süre içinde, Decarnin’in Balmain için oluşturup sağlamlaştırdığı rocker-chick imajını, şimdi başka bir yere doğru çekmeye çalışıyor Rousteing ama markanın takipçileri korkutmadan. Bu arada fonda çalan gerilim müziği de yerini barok ezgilere bırakmaya çalışıyor. Biraz eskilere dönelim şimdi: İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde ‘Fransız modasının kralı’ olarak ilan edilen tasarımcı Pierre Balmain’in moda evi, 1982 yılındaki ölümüyle birlikte sağ kolu Erik Mortensen’e geçiyor ve çok geçmeden dergilerin, ünlülerin favorisi haline geliyor, daha doğrusu metalığını başka bir boyuta taşıyor. Şu sıralar ise, ‘önce etiket’ mottosuna sahip olup olmadığını sorgulayabileceğimiz bir kıvama gelen Balmain, şimdi de Olivier Rousteing’in genç ve sihirli ellerinde, geldiği noktayı kaybetmeden ve yolundan çok sapmadan, yenilenmeye çalışıyor. Genç tasarımcı, Sonbahar 2012 defilesiyle, gördüğümüz yerde bir Balmain olduğunu anlayabileceğimiz ve sınırları net çizgilerle belirlenmiş ‘garantici stil’ ile fark ettirmeden oynuyor. Markanın değişim/ayak uydurma tınılarını, ‘detayların bir araya gelmesiyle bütünü oluşturan’ parçalarıyla veriyor.
XOXO The Mag
Pedro LourenÇo
Henüz 19 yaşında ilk koleksiyonunu sergileyen Pedro Laourenço, şimdiye kadar tam yedi koleksiyon sergiledi. Brezilyalı tasarımcının Paris Moda Haftası’nda defile gerçekleştirmesi, haliyle moda tutkunlarının ve diğer genç modacıların kafalarında haklı ya da haksız soru işaretlerine sebep olmuştu. Bu genç adam nasıl oluyor da moda haftasının beklenen defilelerinden biri olmaya oynayabiliyor, seyirciler arasında fısıltılara sebep olabiliyordu? Kimileri, -takip edenlerin bileceği üzere- müşteri listesi dudak uçuklatan KCD ile çalışmasına bağladı bu başarıyı, kimileri de -styling konusunda Carine Roitfeld’in yarattığı fırtınanın gölgesinde kalmasına asla izin vermeyeceğimiz- ‘glossy’ dergilerin efsane stylisti Briana Wolf’un desteğine... Fakat onun kesimleri -bu iki faktörün de haklı etkisiyle- podyumda hayat bulduklarında, birer hikaye anlatıyordu. Anlattığı hikayelerin daha büyük bir masala dönüşmesi ise an meseleydi. İşte o an, tasarımcının başladığı noktadan bugüne kadar olan yolculuğuna bakacak olursanız, çok yakında. Lourenço şimdi 21 yaşında ve her koleksiyonunda farklı dalgaları deneyimlese de, bu çizgisinde bir kopukluğu değil, bütüne giden yola işaret ediyor. Tasarımcının mimari ve keskin figürlerle başladığı yolculuğu, baskılara ve formlarla oynadığı siluetlere uzanıyor. Balenciaga ve Christopher Kane’in çizgilerini anımsatan ama bu benzerliği tanıdık bir şekilde hissetmediğimiz koleksiyonları, bizleri geleceğin en parlak yıldızlarından biriyle tanıştırıyor.
Masha MA
Oscar Wilde’ın ‘Bülbül ve Gül’ masalından yola çıkarak hazırlanan bir koleksiyon, adını duyduğunuz anda sizi de avucuna almaz mı? Çin doğumlu tasarımcı Masha Ma, Sonbahar 2012 koleksiyonunda yere kadar uzanan, bedene oturan siyah, beyaz ve nötr tonlarda (çarpıcı gece mavisi modeller hariç) geziniyor. Bizi asıl yakalayansa, tasarımlarındaki origami katlamalar oluyor. Bel bölgesi etrafındaki bu mimari katlamalar, açık, kapalı ve yarı açık fermuarlarla süsleniyor. Silüetlerin şekillerini feminenliği bozmadan yaratan tasarımcının kış koleksiyonundaki cool kadın, uzun zamandır görmek istediğimiz sıradan olmadan stil sahibi olmayı başarabilen, biraz da formlara ve tasarıma takık kadınları yakalıyor. Neredeyse her moda haftasıyla daha da monotonlaşan ve aynılaşan sektörü her yıl besleyen, bir çağdaş moda cenneti olan Londra Moda Haftası’nın ümit vadeden genç isimlerinden biri olan Masha Ma, Central Saint Martins’in bize en son hediyesi. Rick Owens ve Gareth Pugh’ın aşk çocuğu gibi sanki Masha Ma... Ve daha şimdiden, en hip ve en cool dergilerde ‘feature’lara sahip olabilecek kadar da kavramsal ve yalın olan arasındaki ince çizgide yürüyen/yürüyebilen cesur bir isim.
93
Ling Liu Dawei Sun
Osklen
Isabel Marant ve Carven gibi çağdaş Parizyen markalarla satış anlamında aynı yolda ilerleyen Cacharel, aslında hepsinden farklı bir yerde duruyor ya da daha açık konuşmak gerekirsek; durmalı. Cedric Charlier’in yerine gelen yeni tasarımcılar Ling Liu ve Dawei Sun ile ilgili ilk kertede düşündüklerimizi hemen çıkaralım ağzımızdan: Sergiledikleri üç koleksiyonun onlardan beklediğimiz çarpıcılıkta olduğunu söyleyemesek de, ümit vadettiklerini biliyor ve ‘işte bu’ diyeceğimiz koleksiyona yavaşça ve alıştırarak hazırlandıklarını öngörebiliyoruz. Ayrı ayrı Balenciaga’da staj yapan, Stefano Pilati ve John Galliano gibi büyük isimlerin dışında sektördeki neredeyse tüm markalarla çalışan ikili, Cacharel’in çiçek baskılarını yeni çağın kapısına taşıyor. 1962 yılında kurulan markanın ihtiyacı olan modern dokunuşu sağlayacak olan bu adı sanı pek de duyulmamış olan ikili, ustalaştıkları ayrı alanları bir araya getirdiklerinde, yetenek ve becerilerini maksimum seviyede marka ile birleştirebildiklerinde, bir şölen izleyeceğimize emin olabilirsiniz. Hafif maskülen, couture esintili bir estetiğe sahip, yumuşak kumaşların bir o kadar naif ve yalın formlarla buluşmasını sağladıklarında, ‘eşsiz modern’ bir koleksiyonla karşılaşacağız. Çin asıllı Liu ve Sun, Uzakdoğulu tasarımcıların atağa geçtiği son dönemde, Parizyen ve geleneksel disiplini bir araya getirerek yeni stili yakalayacağa benziyor.
Hafif yağmurlu bir Milano sonbaharında, Corso di Porta Ticinese’den geçerken, küçük karanlık bir dükkan dikkatimizi çekiyor. Vitrindeki fütüristik parçaları gördükten sonra emin oluyor, yepyeni bir kuzey ülkesi markası keşfetmenin verdiği sonsuz neşeyle mağazaya giriyoruz. Konstrüktif ve hayli minimal çizgilere duyduğumuz hayranlık her bir parçayla daha da artıyor. Mağazada çalışanlara hangi kuzey ülkesinde olduklarını soruyoruz. İsveç? Aldığımız Rio de Jenerio cevabıyla ne olduğumuzu şaşırıp, etrafımıza bir kere daha bakıyoruz sonra yeniden. Şaşkınlığımızı fark eden çalışanlar, yalnız olmadığımızı ve bu tepkiyle sıklıkla karşılaştıklarını söylüyorlar. Osklen’in kurucusu Oskar Metsavaht, markanın aynı zamanda da yaratıcı direktörü. Aslında bir ortopedik uzmanı olan Metsavaht, kıyafetlere de ortopedik yaklaşıyor. İlk ortaya çıkış döneminde bir kaykay markası olarak piyasaya adım atan Osklen’in hafif muzip tavrı buradan geliyor belki de. Ve sonra geçen yıllarla birlikte daha organik, kavramsal ve çağdaş bir yola koyuluyor. Brezilya’da Chanel gibi büyük markaların yer aldığı pazarda büyük oynayan Osklen, basit, şehirli parçalarının renk ve doku bitirmeleriyle yakaladığı eco-punk/eco-hipster çizgisi kesinlikle ve mutlaka takip edilmeye değer.
XOXO The Mag
Humberto Leon Carol Lim
‘Chloe Sevigny’nin adı geçmeden artık düşünemez olduğumuz Opening Ceremony markası, cool bir kızla kafamızda ustaca yaratılan bir imajın bizi yakalamasından çok daha fazlasına sahipti aslında. Humberto Leon ve Carol Lim, Japon ve Çin sokak modasını takip eden ‘wannabe’lerin ve New Yorklu alternatif gençlerin favorisi olacak kadar vizyon sahibiydi. Ve işte bu yüzden de Opening Ceremony markasının yaratıcıları Çinli Leon ve Koreli Lim’in Japon asıllı ‘high fashion’ marka Kenzo ile çalışmaya başlaması da, aslında pek şaşırtıcı bir haber değil, alkışlanması gereken akıllıca yapılmış bir kariyer hamlesiydi. Son zamanlarda neredeyse sadece bir parfüm markası olduğunu düşünmeye başladığımız Kenzo, yeni kuşağa yenilenerek geri dönmeye karar vermiş ve görünen o ki iyi bir plan yapmıştı. Gençleşme planının çatısında yer alan ikili, ilk defileleriyle birlikte sessiz ve derinden hareketlerine başladılar. Moda dünyasının henüz ne olduğunu tam olarak anlayamadığı, bir ‘rebound’ değil ama ‘revamp’ dönemine ayak uydurdular ve akıştaki yerlerini aldılar. Kenzo markası altında, ‘Japon kanı karışmış Los Angeleslı cool çocukların’ artık büyüdüğünü gösterdiler ve şimdi Paris Moda Haftası’nın merakla beklenen defilelerinden biri oldular. Kumaşları, usta dikişleri, işlemeleri ve uygulamaları, mezuniyet projesini hazırlayan genç bir tasarımcının heyecanını ve özenini taşıyor. Sahip oldukları profesyonellik ve alıcı kitlesini çözmüş olmalarının verdiği özgüveni yanlarına alarak, Opening Ceremony ile sektöre bıraktıkları köklerini sağlamlaştırıyorlar.
The Kooples
Yenilik misyonunu tamamlayan ve bundan sonra yakaladığı çizgiyi korumak üzerine ilerleyen Opening Ceremony’ye Fransa’dan gelen cevap gibi The Kooples. Yeni dönemin androjen, rock, vintage ve British kimliklerine iki yıl önce sunulan marka, seçtiği reklam kampanyasıyla da çizgisini belli ediyor. Birbirine benzer giyimlere sahip olan çiftlerin fotoğraflarını kullanan markanın bu fikri öylesine oturmuş ve öte yandan az düşünülmüş hissi veriyor ki, markanın bu imgesel fikirden çıktığını bile düşünebiliyor insan. Mass retailer’lar arasında hızlı bir şekilde kendini gösteren markanın fikir babaları, Alexander, Laurent ve Raphael, Comptoir des Cotonniers markasının yaratıcılarının genç ve girişimci oğulları. Brit’vari havasını pazarlayabileceği en iyi yere, elbette Britanya’ya çeviriyor dümenini bu üçlü. Açılan ilk butiğin ardından, Pete Doherty ile yapılan iş birliği ile zemini sağlamlaştırılıyor. Maje, Sandro, Isabel Marant ve A.P.C gibi Fransız mass retailer markalarının izinden giden The Kooples, yarattığı kalp çarpıntısı ile farkını hissettiriyor. Skinny pantolonları ve jeanleri, keskin blazerları, sivri burunlu botları ve dandy detaylarıyla, kısacası ‘ölümüne cool’ görünümleriyle sonsuzluğa süzülüyor. 95
MINI HOTLINE 0850 2522020
çOCUĞUnA AnlAtAmAyACAĞIn
mACerAlAr İçİn.
MINI go-kart hissini şıklıkla birleştiren yeni MINI Roadster. Onunla her gün yeni bir maceraya hazır olun. İlk maceranız için test sürüşü Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda. MINI Cooper S Roadster modelinin CO2 emisyonu 139 gr/km, ortalama yakıt tüketimi ise 6 lt/100 km arasındadır. XOXO The Mag
NEW YORK yazı jeremy kaplan
çıktığı bu yerde, hemen körfezin önündeki Clemente’s adında ‘ye yiyebildiğin kadar’ servis edilen yengeçleri olan bir güverte var. Daha sonra Rockaway Island’a doğru bariyerlerin oradan ilerlemeye devam edin. Buradaki, 1812 savaşında kullanılmış kutsal bir askeri alan olan Fort Tilden, 1995’ten beri New Yorkluların en sevdiği yerlerdendir. Yazın sahiller, kargaşadan kaçmayı başarmış Brooklynlilerin bisikletleriyle doldurduğu alanlara dönüşüyor. Üstsüz ve dövmeli insanlar, gerçeklikten kesin bir şekilde ayrılmaları bir yana, bu dönemde bir hayli fazlalaşıyor. Elinizde bir kamera veya bir kutu boyayla terkedilmiş binaları keşfetmeyi deneyin. Geri dönüş yolunda, Rockaway’de ücra bir bara uğrayın. 20 blok uzunluğunda ve 4 blok genişliğindeki küçük bir ada olan Broad Channel’daki köprüden geri yola koyulun. Kırsalda hissettiren bu küçük yaşam alanında, su kenarı boyunca sıra sıra evler olan sokaklara rastlayacaksınız. Metroya geçmeden önce (adada bir durak var), burada bir kaç tane daha fotoğraf karesi yakalamayı da unutmayın! Ve deliliğin içine dönmeden önce, A treninin penceresinden gün batımını izleyin...
New York, yeryüzünde en önemli şehir olma yarışında ipi göğüslemesine rağmen, doğuştan bir kusura sahip. Her gün yaşadığı yoğunluk yüzünden su kenarını görmezden gelen 87 km’lik Manhattan’ın içerisinde, hiç bitmeyen bir koşuşturmacanın içinde herkes. Hudson River ve Harlem River’ın arasına sıkışmış, sahilden 32 km uzakta olan bu yerin kargaşasından kaçmak istediğiniz zamanlarda, kamera ve bisikletinizi alıp kendinizi yollara atmalısınız. Güneydoğuya doğru gitmek isterseniz, Belt bulvarından geçerek, bisiklet yolunu kullanıp, Coney Island’a kadar devam edin. Coney Island, İkinci Dünya Savaşı’nı hissetmek için birebirdir. Eğer oldukça eski ve köhne bir ‘roller-coaster’ olan The Cyclone gibi bazı eski kalıntılar keşfederseniz, nostaljiyi tatmış olursunuz. Nathans’dan ‘corn dog’ yiyin ve deniz kıyısından Brighton ve Manhattan sahillerine kadar gitmeye devam edin. Orada Rus mekanlarının birinde bir bardak bira veya votka kapın ve Brooklyn’de çok yaygın olan ve aşırı derecede fotojenik bulunan, sahil alt kültürünü yaşayın. Sheepshead Bay içinden gitmeye devam edin sonra. Balıkçı teknelerinin her taraftan 97
SÃO PAULO yazı rafael de azevedo antunes
Partiler şehri! Hiç tanımadığınız bir ev. İngiliz bir kızla konuşmaya başladıktan bir kaç dakika sonra şaşılmadık bir biçimde onu Brezilyalıların en iyi kokteyli olan (dilimli limon, ezilmiş buz, şeker ve cachaça/pinga adında şeker kamışından yapılmış, tipik brezilya ruhunu taşıyan tatlı-ekşi bir kokteyl) ‘caipirinha’yı içmeye ikna edebilirsiniz. Birazcık çakırkeyf olup, kendinizi Jacaré Grill (Rua Harmonia, 321) adlı, özellikle bu içkiyi yapan bir bara giderken bulmanız da çok olası. Artık öğleden sonra 2 civarları… Yani hala çok erken! Ama mekan çoktan dolmuş. Trendleri yakından takip ettikleri her hallerinden belli olan kıyafetleriyle, tarz sahibi, oldukça havalı ve motosikletlerini dışarıya yanyana dizmiş insanlar yüksek sesle gülüyor ve aralarında sohbet ediyor. Sanki daha önce içerideymiş gibi davranarak, mekana sızıp, dans etmeye başlıyorsunuz. Bu deneyim daha önce yaşadıklarınıza kesinlikle benzemiyor. Yani kesinlikle olağan dışı. São Paulo’da güneşli ve sevimli bir Pazar günü, bölgenin en ‘cool’ mekanlarından birinde olmak... Güzel insanlar, nefis bir hava, mükemmel yemekler ve tadına doyulmaz bir sohbetin oluşturduğu bu müthiş atmosfer aynı
zamanda masaların birbirine bir hayli yakın olması sayesinde bardaki herkesin iletişime girebilmelerini sağlıyor. Kısacası bu farklı deneyimi daha da keyifli hale sokuyor. Burada tanışabilecekleriniz São Paulo’ya gelen yabancılara oldukça cana yakın davranan tipik Paulistanolardı (São Paulo şehrinde yaşayanlar bu isimle anılıyor). Onlarla futbol ve araba yarışları hakkında konuşmaya başlayın. Ne de olsa Brezilya’da da tüm dünyada olduğu gibi popüler mevzular bunlar. Ama yeni tanıştığınız arkadaşınız bu konulara sizin umduğunuz gibi pek de heyecanla yaklaşmayabilir. O halde şimdi durup bir karar vermeniz gerek. Ya yeni tanıştığınız (ve biraz da hoşlandığınız) kişi veya yeni arkadaşlar... Yine de, güneşin soğuk bir caipirinha ile daha da parladığını ve arkadaşça bir eşliğin bu deneyimi daha da benzersiz kıldığına eminsiniz artık. Paulistano’ların pazar öğleden sonra keyiflerinin tarifi de aslında tam olarak bu. Ve siz de bu keyfin, yapılacak işlerle dolu bir haftaya başlayacak olan vücudun bataryasının yeniden şarj edilebilmesi için en iyi yol olduğunu artık biliyorsunuz. Özetle, hafta sonunuzun gerçek bir Brezilyalı’nın geçirdiği maceralarla dolu olduğunu söyleyebilmek her şeye değer!
XOXO The Mag
ISTANBUL yazı metin gürsoy
kalmasın’ diyerek hepsini arabaya sokuşturdum. Verdiğimiz molada birer kadeh Prosecco içerken bir sonraki durağın Sarıyer, Bebek ve Tarabya olacağını söyledim. Kah gecekonduları, kah aynalı plazaları geçerken hepsinin nasıl dip dibe inşa edilebildiğini anlamakta zorluk çekti zavallı Fransız dostumuz. Sarıyer börekçisinde bol yağlı börekleri mideye indirdikten sonra, derhal Tarabya üzerinden Bebek’e doğru yola koyulduk. Burada durduk ve hep favorimiz olan ekşi menekşe aromalı macaron’larımızı yedik. Kartal’a geçtik sonra. Ne de olsa İstanbul’un orta sınıf ekonomi ve sosyal endeksini en iyi temsil eden semt orasıydı. Kartal çarşısından yeğenlerine sahte markalı tişörtler aldı. Hemen Sedef Adası teknesine atlayıp adaya geçtik. Bir saat kadar turlayıp, ada sahibinin favori restoranında birer gözleme yedik ve su yoluyla derhal Kanlıca istikametine doğru yola koyulduk. Çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın Selimiye Kışlası büyüklüğündeki yalısındaydık sonra. Akşam ise Balıkçı Sabahattin’de nefis balıkları midemize indirdik ve sonra karanlık sokaklardan geçerek, Beyazıt yolu üzerinde Çorlulu Ali Paşa Medresesi içindeki 24 saat açık nargile kafesinde bulduk kendimizi. Mezarlık ve türbeler arasından nargile kafeye giderken, tüyleri hafif diken diken olan Fransız arkadaşımızın suratında hala bir yorgunluk ve şaşkınlık ifadesi yoktu.
İstanbul’u çok sevenleri anlamaya çalıştım hep. İstanbul’un maceracı, kaotik ve eklektik tarafına hayran olan kişileri tanımak istedim, olmadı. Benim için macera, Stockholm’ün doğu yakasındaki bohem semtlerde flat-white kahve aramak, Shoreditch’deki yakın bir arkadaşın butiğine giren eksantrik tipleri tanımaya çalışmak ya da en fazla Paris’in nispeten problemli 19. bölgesinde gece yarısından sonra dolaşma cesaretine sahip olmakla sınırlı. Dolayısıyla İstanbul’un maceracı tarafını yazmak için akrep burcu bir erkekten yardım almam gerektiğine karar verdim. Bu ancak en yakın arkadaşım olabilirdi. Onun Fransa’dan gelen bir arkadaşı ile bir cumartesi günü İstanbul’u dolaşacaktık. Fransız konuk, tam bir antika meraklısı, şehir planlamacısı, mimar, kısa film yönetmeni ve raporlu bir deliydi. Karaköy’de kahvaltı harika geçti. Aya Sofya için park yeri bulamayıp yaklaşık sekiz tur attıktan sonra, Soğukçeşme sokağından yukarı doğru çıkıp, bir kaç seyyar satıcı saldırısından sonra Aya Sofya’nın huzur dolu kubbesinin altında nefes aldık. Şimdi sırada Fatih’te video çekmek vardı. Semtin en işlek alışveriş caddesinde turistik videosunu çeken arkadaşımızı, oradan Gaziosmanpaşa’ya ve Sultanbeyli’ye götürdük. Sıvasız evler cennetinde kendinden geçen Fransız, sokakta oyun oynayan altı yaş altı ne kadar çocuk varsa hepsini filme alıyordu. ‘Nişantaşı yolcusu 99
BARCELONA yazı can togayhan
Tatlı/serin bir Mayıs sabahı… Uyumaya çalışıyorum. Çarşafların kokusu tanıdık değil. Oda arkadaşım vızıldayan bir sinek. Rahat bırakmıyor. Sol gözümü yarım yamalak açıp yerdeki cep telefonuna uzanmaya çalışıyorum. 34 cevapsız arama 16 tane mesaj. Sonuncusu sabaha karşı dört gibi atılmış. Anlaşılan o ki bizimkiler o saate kadar benden ümidi kesmemiş. Doğruluyorum. Bir otel odasındayım. En son Raval civarında tek başına dolaştığımı hatırlıyorum. Ama her şey yarım. Dün gece ne içtiğimi hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor. Midem sızlıyor sonra. Su içmem gerek. Biraz daha doğruluyorum. Üzeri güllerle kaplı eski bir bez parçası camın üzerinde sallanıyor. Belli ki kendini perde sanıyor. Arasından sıyrılmaya çalışan güneş havada dans eden tozların sahne ışığı oluyor. Koridordan Katalanca bir melodi geliyor. En az 50 yıldır sigara içtiği belli olan bir kadın sesi bu. Sabah boşalmış olan odaları temizliyor olmalı. Ya da daha çok kirletiyor. Javier’in sesi geliyor sonra kulağıma ‘Raval’a tek başına gitmemelisin dostum. Hem de bu saatte…’ Onu dinlemiyorum. Sırıtarak önümden yürüyen gölgenin peşine takılıp uzaklaştığımı hatırlıyorum sonra. Kafam kazan gibi. Şu kahrolası su nerede? San Ramon’un o tehlikeli halini ne de çok sevdiğimi düşünüyorum. Geceyi yine Raval’da geçirdim. Sabahı yine sağ salim karşıladım. Soyulmadım, dövülmedim. İyiyim. Hayır, şanslıyım. Bu şehirde şans peşimi asla bırakmadı. Onu belki de bu yüzden bu kadar çok seviyorum. Yamuk masanın üzerinde bir bardak su var. Saniyeler içinde kafama dikiyorum. Annemin sesini duyuyorum ‘Su gibi aziz ol!’ Ne çok özledim onu. Ama İstanbul’a dönmeme daha çok var. Bu şehirle işim henüz bitmedi. Cebimi karıştırıyorum. Tarragona üzerindeki Sauna
Cristal’in buruşmuş kartı çıkıyor cebimden. Utanarak gülümsüyorum. Hayır hayır… Kötü bir şey yapmadım. Sadece biraz adrenalin gerekliydi, hepsi bu. Hızla ortalığa dağılmış kıyafetlerimi toplayıp giyinmeye başlıyorum. Yatağın üzerinde sarı bir zarf dikkatimi çekiyor. Üzerinde titrek bir el yazısı ile ‘Segueix-Me’ yazıyor. Bir de adres var. Gran Via’dan 50 numaralı otobüse binmemi Poble Espanyol’dan hemen sonraki durakta inmemi söylüyor. Merdivenlerden indikten sonra sola dönmeliyim. Arkasını düşünmüyorum bile… Şimdi La Foixada’dayım. Tam da söylenen noktada başka bir sarı zarf görüyorum. Beni izleyen biri olup olmadığına aldırmadan açıyorum zarfı. O hep eksikliğini hissettiğim adrenalin ‘buradayım’ diyor içimde bir yerlerden ‘geliyorum’. Önce buranın tadını çıkar sonra da Passeig de Gracia’ya git diyor notta… Buradan trene binip yaklaşık bir saatlik yol boyunca yarı uykulu yarı aç düşünmeye çalışıyorum, ‘Kim bu tuhaf notları bırakan kişi’? İstikamet Sant Pol del Mar! Notta açıkça belirtilen ıssız nokta yine bulunduğum yerin keyfini sürmem isteniyor. Düşünüyorum. Doğru. Yıllardır bu şehirdeyim. Ama şimdi peşine düştüğüm bu gizemli kişi olmasa buralara gelmek aklımın ucundan geçmeyecek. Bulduğum yeni not sonrasında adıma kiralanmış bir arabayla Cap de Creuz’a doğru direksiyon sallarken buluyorum kendimi. Buradaki eski deniz fenerine gitmem gerektiği söyleniyor. Son durak burası. Sonra hemen yukarıdaki odalardan birinde adıma yapılmış bir rezervasyon olduğunu öğreniyorum. Uçsuz bucaksız masmavi denizle süslü oda manzarası gözlerimi kamaştırıyor. Gözlerimi kısıp tavana bakarken, sarı zarfları satın aldığım yer geliyor aklıma. Gülümsüyorum...
XOXO The Mag
LONDON yazı deniz harut
doğru ilerliyorsunuz. Saat 13:30. Parkta bir süre flamingo peşinde yürümece... Buckingham Sarayı, Trafalgar Meydanı ve 10 numarayı görmeye gelmiş kalabalıktan can sıkıcı. The Mall’dan Trafalgar meydanına doğru yürüyorsunuz sonra. Charing Cross istasyonu yanındaki dar sokaktan Embankment’a iniliyor. Denizci dükkanı Ocean Leisure’dan Richard’ın methettiği eldivenleri alıyorsuuz. Hızlıca Hungerford köprüsüne tırmanıp kendinizi dünyanın en büyük sanat kompleksi South Bank’te buluyorsunuz. Saat 14:30. 18. Yüzyılda, genelevleri, yeraltı tiyatrolarını ve keyif bahçelerini ağırlayan şimdinin bu sanat merkezi hala büyüleyici. Hayward Gallery’de David Shrigley’nin, hayatı ve ölümü tiye alan 102 adet kağıt üzerindeki mürekkep işinin karşısında yüzünüz gülüyor. Ve Londra’da bir mucize; güneş yüzünü göstermiş. Sokak şarkıcıları oldukça kötü bir müzik yapıyorlar ama olsun. Herkes mutlu. Bu şehrin hissi hep çok sevilesi. Saat 5’e yaklaşıyor. Soho’ya doğru ilerliyorsunuz. Brewer Street’teki Vintage Magazine Store’a göz atıp aynı sokak üzerinde Mark’s Bar’ın önüne geliyorsunuz. Şehrin yeni Meksikalısı La Bodega Negra denenecek bu gece. Gece yaklaştıkça heyecan artıyor. Saat 22:00. Geçen Kasım ayında İstanbul’da da “Never Mind the Bosphorus” isimli bir atölye düzenleyen sanat oluşumu Bare Bones’un Neu Gallery’deki açılış partisi bu günün son durağı. Yarın yine hayatı denemeye devam.
Selam dünya vatandaşları. Evet başınız zonkluyor. Gün yeni, yapılacaklar listesi uzun. Dün fazla kaçırdığınız martinilerin ve dozajını ayarlayamadığınız flörtün pişmanlığı üzerinizde. Mekan: Rose Bakery. Dover Street Market’in tepesi. Saat 11:00. Henüz afyonunuz patlamamış. Bloody Mary ve salata tabağı siparişinizi verirken The Observer’da olimpiyatlar süresince Londra’nın çekeceği çileyi okuyorsunuz. Belki de o sıralarda çok uzaklarda, bir yelkenliyle Atlantik’in bir ucundan öbür ucuna geçiyor olacaksınız… Keyfiniz hemen yerine geliyor haliyle. Hızla kahvaltımsı tabağınızı mideye indiriyorsunuz. İçinde bulunduğunuz, ateş pahası kıyafetlerle dolu tasarım cenneti binayı bir sergi edasıyla dolaşıp kendinizi Mayfair sokaklarına atıyorsunuz. Bu muhitin kalburüstü yaşam tarzı ve gösterişli gece hayatına hiç yakın olmasa da, eski ve görkemli evlerin bulunduğu sokaklarında yürümek keyiflidir. iPhone’unuzu çıkarıp birkaç poz yakalıyorsunuz. Sürekli, ‘kaç ‘like’ alır bu kare?’ diye dalga geçen arkadaşlarınız aklınıza geliyor. Bu bir keyif günü olmalı. Yönünüz belli değil ama güneye, Thames nehrine doğru hareket ediyorsunuz. Burlington Arcade’de hep merak ettiğiniz Macintosh mağazasına göz atacaksınız. Koleksiyonu pek hoş değil. Doğu Londra’da ikinci el mağazalardan çok daha iyisi çıkar. Hemen yanında Royal Academy of Arts’ta David Hockney sergisi var fakat aklınız Shrigley’de. Kahvenizi alıp tekrar güneye St. James Park’a 101
PARIS yazı samra zeller
Benim Paris’im Saint-Germain des Pres’te başladı. Kafeleri, sanat galerileri, butikleri, ara sokakları, metrosu, kafeleri dolduran ünlü sanatçıları… Bohem, entelektüel ve şık insanların mahallesi. Evden dışarı çıktığımda adım attığım her sokakta kalbim çarpıyordu. Aşk gibi, heyecanlı, tutkulu, uzak kalmak istemeyen. O aşk ne zaman bitti, ben de bilmiyorum. Belli belirsiz kalp çarpıntıları yerini rutin bir sıkıntıya bıraktı. Paris’in 21. bölgesi bir salyangoz şeklinde şehrin merkezinden dışarı doğru sıralanıyor. Her bölgenin insanı, karakteri, yapısı, kafesi, bistrosu, sanat galerisi farklı. 6. bölge beni beslemez olmuş artık belli. Şehir içinde yaşarken şehri gezmek, mekan değiştirmek gerekir. Ben de Paris’in merkezine yani 1. bölgeye geçtim. Kalp çarpıntıları ve aşk ateşi yeniden başladı. Paris’e yeniden aşık oluyorum. Bilmediğim sokaklarda kaybolup onu yeniden keşfediyordum. Tarihin ortası, Paris’in merkezi, biraz Louvre, biraz Comedie Française, biraz Tuilleries, biraz Palais Royal’deki antika butikler… Biraz Colette, biraz Hotel Costes, biraz Place Vendome ve yine dar sokaklar, daha az sanat galerisi ve daha çok turist. 1. bölgeyi 2. bölgeye bağlayan dar sokaklarda keşfedilen Asya mutfakları iki ya da üç masalı. Colette’in önünde gezen über stil sahibi insanlar, Angelina önünde kuyruk oluşturan turistler, Ritz otelin önündeki muhteşem arabalar gözümü oyalıyor, yer yer aklımı alıyor. Sıkıntı yine mi başladı, turistler üstüme üstüme mi geliyor, nedir bu moda merakı Colette’in önünde... Evet Tuileries’de sabah koşmak, geceleri uyku tutmadığı zaman Concorde’a yürümek ve etrafa bakınmak, ışık selinde kaybolmak güzel ama daha oturmadığım 19 bölge var
Paris’te. 3, 4, 7, 8, 9 ve 11. bölgelerle de flört ediyorum. Paris zarif, Paris güzel, Paris romantik, Paris tarihsel, Paris sanatsal, Paris bohem. Ama hep bizim bildiğimiz Paris değil ki… Bir de Paris var, karanlık. Daha farklı. Yazıldı, çizildi. Duyduk ki New York’ta bulunanlar gibi bir boks kulübü açıldı. Bütün modeller orada ve hatta Largo’nun Vincent’i da orada. O ve bu da. Ben de gitmek istedim. 10. Bölgede karanlık dar bir sokaktayım ama kulüp çok büyük. Boks eldivenlerim, ayakkabılarım, elime saracağım bantlar. Hazırım. Kulüp büyük, her köşede kum torbaları, yumruklar, tekmeler havada savruluyor. O yüzden mi yabancı hissettim kendimi... Uzun zamandır spor yapmıyorum o yüzdendir. Hayatımda kimseye yumruk atmadım belki de o yüzden. Şimdi 10. bölgedeyim. Farklı, şık, bohem ve entelektüel Parisliler yok ortada. Burada yabancı hissediyorum kendimi. Fark ediyorum ki kimse Fransız değil burada! Herkes Afrika göçmeni. O yüzden mi dövüşüyorlar, dövüşmeyi seviyorlar? Bir kafede felsefi bir kitap okumak ve şarap içmek yerine... O yüzden mi o kız bana hırsla yumruklarını savuruyor, ben kendimi koruyamıyorum üst üste gelen ataklar karşısında? Gitmesem mi artık o Paris’e benzemeyen bölgeye? Hayır, gittim ve gitmeye devam ediyorum. Boks çıkışı da dar sokaklarda ‘kaybolmaca’ oynuyorum. Artık seviyorum 10, 12, 17 ve 19. bölgeleri. Hep mi tarih hep mi şıklık kokacak Paris? Paris’i seviyorum, tüm 21 bölgesi ile. Şu aralar sık sık 17. bölgede bir arkadaşımda kalıyorum. Artık 21 bölgenin tamamı benim. Ben gerçek bir Parisli oldum. En son keşfim mi? Restaurant Aux Deux Amis 45, rue Oberkampf 75011.
XOXO The Mag
MOSCOW yazı deniz oktay
açmaya hazırlanırken karşı masada oturan ve size doğru gülümseyen sarışın bir kızla göz göze geldiğinizi düşünün. Hatta siz de ona gülümsemişsiniz. Sadece bir kaç saniye sonra kız tam yanınızda bitiyor. Salına salına masanıza doğru yürürken üzerindeki parfüm ve alkol kokusu da kendiyle birlikte gelerek masaya yerleşiyor. ‘Ne dilediğine dikkat et, gerçek olabilir…’ sözü sanki o an için söylenmiş gibi. Kız, garsondan bir içki istedikten sonra hiçbir şey sormadığınız halde aksanlı yarım yamalak bir İngilizce ile kendinden bahsetmeye başlıyor. Tüm bunlar olup biterken başka bir masadan iki adamın, dik dik size baktığını fark ediyorsunuz. Aslında kız da durup durup onlara bakıyor. İki adam kalkıp masaya geliyor ve birlikte içki içmeyi teklif ediyor. Hızla reddetmek en doğrusu. Adamlar yan masaya oturup koca bir şişe votkayı içmeye başlıyor. Etrafı iyice saran alkol kokusu, peşinde patlamaya hazır bir bombayı da getiriyor. Kız onu güzel bulup bulmadığınızı sorduğunda başınıza gelecekleri az çok tahmin etmeye başlıyorsunuz. Daha sonra başından beri beklediğiniz soruyu soruyor. Ama bu soruyla birlikte garsonlarla adamlar arasında müthiş bir tartışma başlamış bile! Sokağa taşan karambol yerini şaşkınlıkla izlediğiniz bir kavgaya bırakıyor. Polis geldiğinde çoktan toparlanıp oradan uzaklaşmaya çalışıyorsunuz ama tüm bu arbedeye sebep olan kız umarsızca telefon numarasını elinize sıkıştırmak derdinde. Nefes nefese uzaklaşıyorsunuz. Bu saçma tanışma çok eski bir çocuk masalındaki şu cümleyi hatırlatıyor, ‘Asla yabancılarla konuşma.’ Valizinizi alıp rahatlamış ama tedirgin bir şekilde yürümeye devam. Başınıza her ne gelirse gelsin bu şehri hep seveceğinizi düşünerek…
Yıl 2004. Bir ayda 100 doların bitirilemediği, McDonald’s önünde yüzlerce metrelik kuyrukların oluştuğu, oligarşinin milyonlarca dolarlık fabrikaları son derece komik rakamlara satın aldığı 90’lar çoktan geride kalmış. Hem yaşanan hem de Rusya’da başka şehirlere seyahat ederken uğranan bir terminal şehri olmuş Moskova. Özellikle izin günlerinde, şehrin insanları için her zaman bir klasik olarak kalacak Kızıl Meydan ve Arbat’ta kendi kendine şehirde turlamak, geceleri ise arkadaşların tavsiye ettiği restoran ve gece kulüplerine gitmekle geçiyor zaman. Hep gitmek istenen ama bir türlü cesaret edilemeyen Serebny Bor (Çıplaklar) Plajı ve Club Ray (Cennet) dışında hemen her yeri neredeyse ezberlemek çok olası. Moskova inanılmaz büyük bir şehir olduğu için en büyük problemlerden biri de ulaşım. Özellikle mesai saatleri içinde hem yer altında hem de yer üstünde muazzam bir trafik söz konusu. Sırf bu nedenle insanlar kulüplerden çıkış saatlerini metro saatlerine uydurmaya çalışıyor. Eh bu da metronun sabah açılma saatleri olan 5 civarına denk geliyor elbette. Bu yöntem biraz tehlikeli olmakla birlikte özellikle saçma sapan tutarlardaki taksi paralarını ödemek istemeyen gençlerin favorisi. Günün ilk saatlerinde sokaklarda sarhoş insanlarla karşılaşmak Moskova’da son derece olasıdır. Yine hareketli ve hararetli bir gecenin ardından günün ilk saatleri. Kulüpleri boşaltmaya başlayan sarhoş kalabalığın arasında elde bir valiz yapayalnız ve ayık olarak bulunmanın gerginliği... Bir trenle Moskova’ya henüz ulaşmışsınız. Şimdi 24 saat açık kahve dükkanlarından birine girmek gerek. Bir sandviç ve filtre kahve sipariş edip, laptop’u 103
BERLIN
yazı richard d’alpert (acid washed)
Saat 22:00 civarı. Gece burada çoktan başladı. Berlinlilerin favorisi olan beş yıldızlı bir kafede yavaşça Latte Macchiato’nuzu bitiriyorsunuz. Arada yeni müdavimler de var. Bu durum aynı birinden diğerine geçen bir gelenek gibi. Her neyse... Spree’nin üzerinde hareket eden soğuk ve sakin dalgaları izliyorsunuz. Berlin’in bu yanıltıcı yansıması, şehrin tüm hikayelerini içine hapseden bir ayna gibi. Eğer onu açabilseydiniz, tarihin nefes kesen dosyalarının arasında yüzebilirdiniz. Çünkü burada her şeyi görmüş tek bir şahit varsa, o da Spree’dir. Ama nehir tüm bildiklerine rağmen sessizdir. Sizinkiler de dahil tüm sırları onda saklıdır. Yarım saat daha geçti. Şimdi yürüyor ve yolunuzu seçebiliyorsunuz. Birçok hikayeye girebilmek mümkün. Berlin açık bir kitap gibi. 80’lerde okuduğunuz, macera dolu bir oyun kitabı sanki. Oyundaki hangi rolü üstlenmek isteyeceğinize göre, bu kitabın içindeki iyi ya da kötü adam olabilirsiniz. Şehre doğru yola çıkan, her şeyin gece 12’den sonra başlayacağını bilen, karanlık bir yolcusunuz. O sabah ve sonra da günün devamı, esas yolculuğa yapılan bir hazırlık gibiydi sanki. Şimdiden boşluğun içine girdiniz. Saatinizi durdursanız iyi edersiniz. Sadece arabanızı sürmeye devam edin. Geçen her yılla birlikte Rus ve Amerikalıların birbirini ölümüne kovaladığı bir ajan filminin
dev setine benzeyen Karl-Marx Allee boyunca ilerleyin. İşin aslı, sanki Stalin’in ilk inşalarının olduğu 40’lardan, 80’lere kadar hiç gerçek bir bitiş çizgisi ve sonu olmadan ilerlemek gibidir Allee’den geçmek. Berlin belirsizdir. Yılların ve dönemlerin birbirine karıştığı bir okyanus gibidir. O kendinizi kaybedebileceğiniz bir soru işaretidir, bir labirenttir. Bu labirentte kendinizi kaybedebilirsiniz ve eğer sadece bir parti çocuğu değil ama bir hayalciyseniz, bir peri masalına, büyülü bir yerin içine doğru yürüyebilirsiniz. Mitte’de park edin. Işıklar parlıyor; bisikletler, arabalar, dükkanlar, restoranlar gün batımıyla karışıyor. Küçük sokaklardaki renklerin, yüzlerin bir girdabı gibi. Berlin ışıltılı. Berlin dengesiz. Şimdi ilk içkilerin zamanı. Şehrin en iyisi Grill Royal’de, koca bir tabak karidesi beklemek gibisi yok. Denize yakın terasta, 13. yüzyılda Berlin’in ikiz kız kardeşi olan eski şehir Cölln’deki ‘müze adası’ Museumsinsel’i düşünüyorsunuz. Aklınızın akışa kapılmasına izin veriyorsunuz. Kafanızda yıllar öncesinden bir anı var... Şimdi yıl 2012. Hotel Amano’nun tepesindeki bardasınız. Şehri 360 dereceyle görmek mümkün; rüzgar ve temiz hava baş dönmesini engelliyor. Tüm titreşimiyle aşağıda duran bu şehir, onu tanımlayan sonsuzluğu, saf olasılıkları ve umursamazlığı ile geceye dahası boşluğa giriyor.
XOXO The Mag
TOKYO illüstrasyonlar zeynep erdem
yazı nil yabanlı
doğan sosyalleşmelerin tam bir bilirkişisi olmuştum ki yine bir gece, klasik hashigo’larımızdan birinde, Shibuya’nın Love Hotel bölgesinin göbeğindeki Wokini adlı müdavimi olduğumuz bir barda üç İngiliz’le tanıştım. Alexei, Kelly ve Junior ilk defa duyduğum Birminghamlı Johnny Foreigner adında bir indie rock grubunun üyeleri olduklarını ve yeni albümleri için olan turlarının Tokyo ayağında olduklarını söylediler. Konser iki gün sonraydı. İlerleyen saatlerde benim de müzikle uğraştığımı öğrenen Alexei, tura ikinci gitaristlerinin beraber gelemediğini söyledi ve bu konser için ikinci gitarist olmamı teklif etti. Hiç düşünmeden ‘evet’ dedim. Diğer sahne alacaklar arasında Patrick Wolf, The Vaselines gibi isimler de vardı. Daha etrafımı sindiremeden birden kendimi 1000 kişilik sahnenin önünde gitar çalarken buldum. Heyecanımı bastırıp anı yaşamaya çalıştım. Önceden Tokyo’da bir sürü sahnede şarkı söyleyip gitar çalmıştım ama bu kalibreye varmamıştı hiçbiri. Adrenalin başımı döndürürken yerçekimi yine devreye girdi. Konser bitmişti, ama eğlence asla. Şehir merkezine geri döndük. Sokaklarda dolanarak gideceğimiz bir sonraki barı ararken kendimizi rastgele bir binanın merdivenlerini çatı katına kadar arşınlarken bulduk. Sonra bir binaya daha girdik ve bir binaya daha. Şaşırtıcı olan, içlerinde işyerleri de apartman daireleri de bulunan bütün bu binaların ön kapılarından rahatlıkla içlerine sızıyor olmamızdı. Sonunda en yüksek ve en güzel manzaralı çatıyı bulduk. Güneş doğana kadar beraber Tokyo’nun neon ışıklarını seyrederek geceyle vedalaştık. Doğru zamanda doğru yerdeydim ya da iyi bir Tokyoluydum. Macerayı bilinenlerde değil, yaşadıklarımda buldum.
Bir yabancının (外国人 - gaikokujin) şöyle biraz Tokyo’da vakit geçirip kaçıracağı çok şey vardır. Akihabara’daki alt kültürle ilgili yaşanan yanlış anlaşılma, oyun merkezindeki oyunların çocuklar için olduğunu düşünmek veya bisikletlerin kilitsiz bırakıldığını zannetmek gibidir. Her şey ucuz kağıda basılmış, siyah-beyaz manga çizimleri kadar basite indirgenmiş görünebilir ama altında yüzyıllara dayanan alt metinleri vardır. O yüzden şehir ruhunun da nerede olduğu kaçırılabilir. Yoyogi parkının içindeki Meiji tapınağını ziyaret etmek, Ueno hayvanat bahçesine gitmek, Harajuku’da biraz takılmak ancak ‘sıradan bir şehir turu’ olarak kalabilir. Aslında Tokyo’da yapabileceğiniz şeyler o kadar fazladır ki bir ömür boyu yetmez de aynı zaman düzleminde ve paralel boyutlarda her şeyi yapasınız gelir. Cazibelerinin konsantre bir şekilde sıkıştırıldığı, bin bir yüzü olan bir şehirdir burası. Fakat asıl eğlence bir yerli olmaya terfi ettiğinizde başlar. Burayı temsil edenin ve insanı heyecanlandıranın günlük yaşamdaki ince hazlar ve dayatma kurallara başkaldırılabilen o eşsiz anlardan biri de hashigo’dur (ハシゴ - bar bar dolaşmak). Eş dostla, patronla, iş arkadaşlarıyla içki içmek, bazı durumlarda bir zorunluluk haline bile gelebilen, günlük yaşamın en önemli parçalarından biridir. En heyecan verici anlarım (müzik gruplarında şarkı söylememden ötürü), en olmadık insanlarla tanışmam (böyle küçük bir şehirde olağanüstü sosyal bağlantı potansiyelinden ötürü) hep barlarda oldu. Shibuya’daki Ruby Room’da part-time barmenlik yapmaya başlayıp DJ’liğe soyunmama, oradan da parti organizatörü olmama kadar giden bu yolculukta, Tokyo’nun gece hayatı ve içme kültüründen 105
news PEOPLE
HENRY HOLLAND
Slogan Tişörtlerin Genç Babası röportaj sıla güven fotoğraflar olgaç bozalp styling marina magalhães
Canlı renkleri ve çocuksu dokunuşları titiz dikişlerle birleştiren Londra Moda Haftası’nın medar-ı iftiharı Henry Holland, bundan sadece beş yıl önce moda sektörüne süzülerek dalış yaptığından bu yana çok değişti. Aslına bakarsanız; belki de değişmedi. Sizi içine düşürdüğümüz ikilemi hisseder gibiyiz. Çok bilinmeyenli bu denklemi çözmek için, tasarımcıyla yaptığımız röportaja buyurun. Henry’nin mottosu ise, size Mayıs sayısı hediyemiz.
XOXO The Mag
konu açılmışken; yanlış hatırlamıyorsam tasarıma başlamada önce moda yazarlığı yapıyordun. Üniversitede gazetecilik okudum. Mezun olduktan hemen sonra Smash Hits isimli gençlik ve müzik dergisinde sonra da Bliss’de çalıştım. Orada çalışırken arkadaşlarım ve kendim için tişörtler tasarlamaya başladım. Aslına bakarsan her şey böyle başladı.
Hem çekim hem de röportaj için seni biraz kovaladık diyebiliriz. Biz seni yakalamaya çalışırken, sen önce Dubai’ye sonra Fransa’ya gittin. Nihayet kavuştuk! Sanırım biraz fazla dolaştığımı ima ediyorsun (gülüyor). Ama doğru! Neyse ki en sonunda Londra’dayım ve şimdi ofisimde çalışma masamdayım. Fransa’ya arkadaşlarımla paskalya tatili için gitmiştim. Şimdi iki ay buradayım ama sonra yeniden yola çıkıyorum! Önce Avustralya, sonra da bekle beni Amerika!
Az önce bana asla aklıma gelmeyecek bir geriye dönüş yaşattın. Kuzenimin yurt dışından gönderdiği Smash Hits’lere bayılırdım! Ne kadar renkliydi değil mi? Aman tanrım! Şu anda House of Holland ve Smash Hits’in kesiştiği noktada olan adamla konuşuyorum! Renkli mi? Rengarenkti demek istiyorsun herhalde! Düşünecek olursan ne kadar da mantıklı aslında değil mi? House of Holland sanki Samsh Hits’ten fırlamış gibi!
Seninle röportaj yapmaya hazırlanırken, Sonbahar 2012 koleksiyonunun videosunu izledim ve defile sonunda verdiğin selam dikkatimi çekti. Biraz gergin görünüyordun sanki... Defileler öncesi genelde inanılmaz gergin oluyorum. Ama bir yandan da bunun doğru bir şey olduğunu düşünüyorum. Bence endişelenmezsen ve paniklemiyorsan, doğru yolda değilsin demektir. Defileden önceki iki gün ise tek kelimeyle korkunç geçiyor! Karnım deli gibi ağrımaya başlıyor. Çok gergin anlar yaşıyorum. Defile başladığında da podyum arkasında yerimde duramıyorum. Yerimde zıplıyorum! Etrafımdaki insanların gözünde tuhaf bir tablo çiziyor olmalıyım.
Bu durumda, dergi sektöründeyken tasarımcılığa geçiş yaptığını söyleyebilir miyiz? 2007 yılında ‘meşhur’ olduğunda, moda dünyasının yeni genç ismi olarak anılmak nasıl bir histi? Hatta biraz beyin jimnastiği yapalım; ‘o’ anı hatırlıyor musun? İnanılmaz bir histi! O dönemde Bliss’de çalışıyordum. Evet, evet, hatırlıyorum… Editörlerle birlikte toplantı yapıyorduk ve yayın yönetmenim style.com’dan ve Amerikan Vogue’dan telefonlar geldiğini söyledi. O anki tepkimi düşünebiliyor musun? Bu asla planladığım ya da hayalini kurduğum şey değildi. Hatta buna hazır bile değildim. Daha doğrusu hazırlıklı değildim. Her şey tahminlerimin dışında gelişmişti.
Seni zıplarken düşündüm de, gerçekten komik görünüyor olmalı. Peki, defile öncesi bir rutinin var mı? Yerimde zıplamak ve dostlarımla el ele tutuşup her şeyin iyi geçmesini dilemek sayılır mı? Şaka bir yana, tüm dikkatimi modellerin üzerlerinde taşıdıklarına veriyorum. Her şey yerli yerinde mi diye bakıyorum. Koleksiyonun elbette senin bebeğin gibidir ama bize bir sır vermeni istesek? Son koleksiyonda en beğendiğin parçalar hangileriydi? Elbette favorilerim var! İskoçya’da özel olarak dokuttuğum kumaşlardan yaptığım özel dikim parçalar benim için oldukça özeldi mesela. Kumaş dokularına da ayrıca bayıldım! Aslına bakarsan onlarla oynamayı da iyi beceriyorum! Yeni ve farklı parçalardı bunlar. İpek ve yünün farklı bir birlikteliğiydi.
Peki, ne zaman ‘işte başardım!’ dedin? Hala o anı bekliyorum. Gerçekten mi? Hala Henry Holland’ın kim olduğunu bilmeyenler var mı? Evet, elbette var. Bence arkana yaslanıp, ‘bu iş oldu’ dediğin anda senin için kelimenin tam anlamıyla ‘oyun biter’. Her zaman için büyümeye, genişlemeye yani kısacası değişime açık olmalısın. Başka bir deyişle ‘ben oldum’ dememelisin. Değişim muhteşem bir şey! İşte bu yüzden hiçbir
Son koleksiyonla ilgili okuduğum birkaç eleştiride de, bu bahsettiklerini övüyordu moda yazarları. Moda yazarlığından 107
verdim. Nereden geldiğimi, eğitimimi, nerelerde çalıştığımı ve hayallerimi anlattım. Hatta belki de, beklediklerinden fazlasını verdim. Bunları söylemek bence çok önemli. Ve bu açıklık sayesinde onlar da eleştirilerinde her zaman yapıcı oldular. Şimdi aynı gemide benimle birlikte yol alıyorlar. Ben de onların eleştirilerini kendimi geliştirmek ve büyümek için kullanıyorum.
zaman kendime bir dakika bile ayırıp, bana neler olduğunu, nasıl bir başarıya ulaştığımı düşünmek için kendime izin vermedim. Eğer bunu yapmaya başlarsam büyümeyi durdurmuş olurum. Kadere inanır mısın? Evet, tabii ki! Dindar mısındır? Hayır, dinsel olarak demek istemedim. Kadere inanıyorum ama şöyle desem daha doğru olur: Kendime inancım var! Bu zamana kadar gördüklerimiz yani yarattıkların, hayallerinin ne kadarı? Birçoğu! İşimi çok seviyorum ve yaptığım işe inanıyorum. İçimdeki her şeyi ortaya çıkarmaya, kimlikleri ve sesleri olan kıyafetler yaratmaya çalışıyorum. Bu bahsettiğim ‘ses’ de, olmak istediğim adamla birebir örtüşen ses oluyor elbette. Peki çıkardığın ses kimilerine bet geliyor olabilir mi? Eleştirilerle aran nasıl? Seni nasıl etkiliyor ya da etkiliyor mu? Beni ateşliyor! Eleştirilerin motive edici olmadığını söylersem yalan olur. İnsanlar -spesifik olursak eleştirmenler- verdiklerinizi her zaman beğenmeyebilirler. Fakat bu bence moda endüstrisinin doğasında var. Yaratıcılık objektiftir. İnsanların zevkleri değişir. Aslına bakarsan bu neredeyse sanatla aynı düzlemde, öyle değil mi? Evet, kesinlikle. Ama basınla olan ilişkimin de iyi olduğunu eklemeliyim. Bu işe başladığımda, onlara geçmişimle ilgili verebileceğim her türlü bilgiyi
Moda endüstrisi hakkında ne düşünüyorsun? Şu an ortalık çıldırmış gibi. Moda evlerinin büyük bir değişimden geçtiğine şahit oluyoruz. Bir yenilenme dönemine girildiğini düşünüyor musun? Aslında uzun vadede bakacak olursan moda endüstrisi her zaman böyleydi. Ama elbette artık yılda dört koleksiyon hazırlama mecburiyeti işleri biraz daha hızlandırdı ve ateşledi. Biz müzisyenler gibi değiliz. Birkaç albüm yapıp, sonra bir süre ara verip, bir ‘geri dönüş’ albümüyle sevenlerimizin karşısına çıkmak gibi bir lükse sahip değiliz biliyorsun. Belli bir programa uymak zorundayız. Her şeyin ötesinde birer iş yürütüyoruz. Yaratıcılık dışında ilgilenmemiz gereken birçok konu var. Ve bu konularla ilgilenmek için de enerjik olmalıyız. Bu endüstri her zaman böyle olacak. Yinelemek istiyorum; bir markanın ya da bir tasarımcının yapacağı en büyük hata, arkasına yaslanıp, ‘evet ben bu işi başardım’ demesi olacaktır. Çünkü her zaman yapacak çok ve daha iyi işler vardır. Mayıs sayımızın kapağı Daisy Lowe arkadaşın sanıyorum. O, bildiğimiz modellerin bir hayli dışında. Aslında belki biraz da senin gibi… Benziyoruz evet çünkü sektör içinde farklı bir yerde duruyor, dayatmaları kesinlikle kulak arkası ediyoruz. Daisy’yle uzun zamandır arkadaşız. Ona bayılıyorum! Kapağınız olduğunu duyduğumda da çok heyecanlandığımı söylemeliyim. Bence harika bir seçim!
XOXO The Mag
109
Onunla yaptığımız röportajda dolgun modellerden bahsettik. Bilirsin, bedeninle barışık olma meselesi… Ah, bu arada son haberleri duydun mu? Doğru mu değil mi bilmiyoruz ama dedikodulara göre Karl Lagerfeld, Adele’e şişman dediği için pişman olmuş ve ona bir düzine çanta göndermiş. Elbette duydum! Çok komik değil mi? Dolgun modellere gelince; bence moda endüstrisi artık daha farklı. Yüzleri olarak seçtikleri isimler konusunda son derece titizler ama beden ölçüleri anlamında artık değiller. Şimdi onların asıl umurunda olan, çalıştıkları isimlerin görünüşleri değil, kimlikleri. Artık modellerin de özel hayatlarına ve kişiliklerine dikkat ediliyor. Durum beş yıl öncekiyle aynı değil ki bu bence harika bir değişim. Ben birlikte çalıştığım modelleri insan olarak tanımaktan büyük keyif alıyorum. Nelerden hoşlandıklarını merak ediyorum. Sanırım bu yüzden de aynı isimlerle çalışıyorum. Çünkü böylelikle giydireceğim kıyafet için doğru modeli seçebiliyorum. Sektörden bir başka arkadaşın da Agyness Deyn. Uzun zamandır arkadaşsınız değil mi? Bir nevi yoldaşlık sizinkisi… Aynen öyle! Agyness ile çocukluk arkadaşıyız. Sektör içinde arkadaşlık kurmak zordur. Ama bu kural eğer bu arkadaşları işe girdikten sonra tanırsan geçerlidir. Önce iş yapıp sonra arkadaş olduğunuzda işler bazen zorlaşabiliyor. Biz onunla 12-13 yaşlarındayken arkadaş olduk ve şimdi ne işle uğraştığımızın hiçbir önemi yok. Aslında şanslıyım çünkü işle alakalı bir sürü insanla tasarım yapmaya başlamadan önce tanışmıştım. Aynı sektörden yakın bir arkadaşının olması gerçekten harika bir şey. Bahsettiğin yaşlara geri dönelim… Büyüdüğün aile ortamı nasıldı? Moda anlamında ilk tohumlar ne zaman atılmaya başlanmıştı? Annem görüp görebileceğin en stil sahibi kadınlardan biridir. Modaya bayılır. Kesinlikle harika bir stili vardır. Ben kadınlar arasında büyüdüm.
Annemin dışında bir üvey annem ve ablam var. Moda ve stil ben büyürken hep oradaydı. Bir yerlerde babanın moda anlayışından bahsetmiştin sanıyorum... ‘Pembe ve yeni’ olduğunu iddia ettiği ceketi aslında kırmızıymış ve 10 yıllıkmış. Hem de domates kırmızısı (gülüyor)! Moda anlayışının zayıf oluşunu bir kenara koyarsak, benimle çok gurur duyduğunu söyleyebilirim. Tüm defilelerime geliyor. Buna inanabiliyor musun? İşin tuhafı her defile sonrasında da konuyla alakası bile olmayan saçma bir yorum yapıyor. Neleri beğenip, beğenmediğini söylüyor. Aslında ne yaptığımla ilgili en ufak bir fikri bile yok ama en azından deniyor. Sıkıcı sektör konularına geri dönelim. Yine de en azından heyecan verici bir alt başlık açalım: Londra Moda Haftası ile ilgili ne düşünüyorsun? Londra Moda Haftası kesinlikle şehrin bir yansıması. Son derece eklektik ve sınırsız bir maden burası. Kültürlerin ve stillerin muhteşem bir karması. Bana kalırsa dünyadaki en yaratıcı moda haftası o. Son yıllardaki tanıtım çalışmalarıyla birlikte de artık eskisinden daha büyük ve daha çok dikkat çekiyor. Diğer moda haftalarını bir iki kelimeyle nasıl anlatırsın? New York; ‘big business’, Paris; artistik, Londra; ekletik, yaratıcı, eğlenceli ve heyecan verici. Milan ise kesinlikle klasiklerin geçit töreni yaptığı bir moda sahnesi ya da büyük isimlerin ve markaların yuvası. Henry son olarak bize mottonu söyle... Eğlenin! Devamlı olarak ilham almaya bakın, etrafınızda esinlenebileceğiniz insanları barındırın. Ve elbette değişime açık olun! Ben öyle yapıyorum!
XOXO The Mag
111
BEST OF PVC Belt/Dolce&Gabbana
Dolce&Gabbana’nın son derece eğlenceli ilkbahar-yaz 2012 defilesi, muhteşem kıyafetlerine eşlik eden şık, kadınsı ve hatta ‘girly’ aksesuarlarla bezeliydi. Kenarı siyah biyeli, PVC ile hayat bulan bu kemer, 90’lara ve 80’lere yapılan bir gönderme adeta. Hatta ikilinin arşivleri karıştırdığını bile iddia edebiliriz, ne dersiniz? Şimdi kendinizi bir İtalyan kadını gibi hissedin. Kum saati vücudunuzu, o muhteşem kıvrımlarınızı ortaya çıkaran bir elbise tercih edin ve belinizi de bu pahalı PVC ile sarmalayın.
Transparent Pump/Marc Jacobs
Her kadın henüz küçük bir kızken bir prenses olmak istemiştir. Kocaman ve kabarık prenses elbiseleri, ışıldayan simli ayakkabılar hayalleri süsler. Bu küçük kızlar büyüdükçe arzu nesneleri aynı zemin üstünde fakat farklı şekilde büyür. Küçüklük hayallerini ve -lütfen yanlış anlamayın- fantezilerini de yanlarında taşımaya devam eden kadınların imdat çağrısını duyan Marc Jacobs, şeffaf ayakkabılarıyla kocaman kızları masallar alemine geri götürüyor.
Swarovski Crystal Cross Necklace/Lanvin
Büyük mücevherlerden neredeyse geçilmeyen bir dönemde olduğumuz doğru. Onlar kolay ve sade kıyafetleri bir anda bambaşka bir boyuta taşıyabilen arada sırada başrolü çalan ‘dev’ gardırop hizmetkarları başka bir deyişle. Gelelim Lanvin’in haç kolyesine: Swarovski kristallerle süslü bu pleksiglas güzellik, yeni sezonun en hip aksesuarlarının başında geliyor. Tanrıya yakın olmak hiç bu kadar sofistike olmamıştı!
Electric Guitar/Draco
Heavy Metal tutkusu hiçbir şeye benzemez. Ona bir kez gönül verdiniz mi sadece dinlediğiniz müzikle sınırlı kalmadan sizi yavaş yavaş eline geçiriverir. Gerçi bu durumdan hem o hem de siz mesutsunuzdur. Başladığınız koleksiyonlar büyüdükçe büyür. Konserlere harcanan paraların sonu asla gelmez. Bir de elbette özel koleksiyon parçaları evinizi süslemeye başlar. Bahsedeceğimiz tasarım tam da böyle bir şey. Hemen her metal tutkununu beyninden vurulmuşa döndürebilecek bu ‘custom’ gitar Tayland’da işin ehli ustalar tarafından titizlikle elde üretilmiş. Gitarın çevresine dolanmış ejderhanın gözleri sizin performansınızı eksiksiz bırakmamak için masmavi ışıldıyor. Fantazi dünyasının kapıları sizin için bir kez daha açılıyor…
Tea Chemicus Set/Art Lebedev Studio
Bir akşam beş çayına çılgın bir bilimadamının evine davetli olduğunuzu düşünün. Neyle karşılaşacağınızı asla bilemiyorsunuz. Kafanızda tonla soru var… ‘Nasıl bir ev? Eşyalar neye benziyor? İçinde kocaman ve renkli suların cam fanuslar içinde fokurdadığı bir laboratuvar var mı?’ Bu soruların yanıtını ancak eve vardıktan sonra öğrenebileceksiniz. Kapının önüne gelince yutkunup çalıyorsunuz. Bir hizmetçi karşılıyor sizi ve kütüphaneye alıyor. Profesörün az sonra geleceğini söylüyor. Bu sırada içeriden bir ses duyuluyor; ‘Önce çay servisi yapılsın!’ Gerginliğiniz tavan yapmışken önünüze bir kimya seti geliyor. Durumda ciddi bir yanlışlık olduğunu düşünüyor ve dikkatle bir daha baktığınızda bunun gerçekten bir çay seti olduğunu hayretle görüyorsunuz. Art Lebedev Studio tasarımcıları işte insana kendini böyle hissettiriyor.
XOXO The Mag
Yeni ‘it girl’/Alessandra Codinha
Moda tutkunu tiplerin ‘kutsal online kitabı’ WWD’nin muhabiri Alessandra Codinha’yı Rag and Bone erkek defilesinden çıkarken görüyoruz. Dudağında Tom Ford’un Violet Fatale ruju, üzerinde annesinin Chanel ceketi, dar jeani ve Lanvin topuklu ayakkabıları var. Bu genç kadın son zamanların en hip kızlarından biri. Hatta biraz eskimiş bir tabir olsa da ona ‘it girl’ de diyebiliriz. Şimdi bilgisayarlarınızın başına geçin, görsellerde bu hoş kadının adını aratın. Çünkü itiraf edelim; hepimizin zaman zaman bir kopya kağıdına ihtiyacı vardır.
Studded Leather Shoulder Bag/Versace
Versace muhteşem geri dönüşünü yaşıyor kısa bir süredir. Donatella’nın seksi, yırtıcı, pop, İtalyan süksesini dibine kadar yaşatan biraz da hafif kadınları, altın zımbalar ve markanın kült amblemiyle bezeniyor. ‘Power dressing’ estetiğini beyaz ve kimliğiyle bir araya getiren marka, sahip olabileceğiniz en kadınsı ve güçlü çantayla adeta dişiliğin resmini çiziyor.
CR by Carine Roitfeld
İsmi en az Vogue kadar bilindik bir marka haline gelen Carine Roitfeld’in bir dergi projesi peşinde olduğu uzun zamandır konuşuluyordu. Acaba ne yapacak, nasıl olacak, adını ne koyacak, kapakta ilk kim yer alacak derken dergiyle ilgili ilk sağlam ipuçları dijital dünyaya düştü ve ortalık şimdiden karıştı. Adının baş harfleriyle süslü CR’nin ilk sayısı önümüzdeki Eylül ayında raflarda olacak. İlk sayının teması ise ‘Fashion Book’. Sebastian Faena’nın tüm güzelliği ile yarı çıplak fotoğrafladığı Kati Nescher kapaktaki yerini almış bile. Şanslı kız doğrusu! Dahası derginin iç sayfalarında daha önce hiç görülmemiş bir Patti Smith portresi de var. Hem de Bruce Weber imzalı. Şu anda tek ihtiyacımız olan şey sabır. Bekleyelim bakalım.
Metalic Panelled Pump/Yves Saint Laurent
Metal parçalı aksesuarlar ve takılar arasında kendinizi kaybetmeden, son bir kez daha bu eskimek üzere olan trende kafanızı kaldırıp bir bakın deriz. Bir sorumuz var: Altın tonu metal parça Yves Saint Laurent adıyla birleşirse ne olur? İlkbahar-yaz 2012 koleksiyonundan seçtiğimiz bu nadide parça, siyah süetten ve loafer olması sebebiyle, daha da çekici bir havaya bürünüyor haliyle. Sofistike ve endüstriyelin muhteşem buluşması beyaz pantolonla sizce de harika görünmez mi?
Carbon Fiber Magic Mouse
Magic Mouse’unuzu nasıl alırdınız? Biz artık Carbon Fiber’li tercih ediyoruz. ABD kökenli genç ve dahi bir ekibin icadı olan Carbon Fiber Magic Mouse, Apple’ın belki de en müthiş tasarımlarından biri olan Magic Mouse’un üzerine giydiriliyor. Dünyanın ilk karbon fiber kaplama mouse’u da böylece doğmuş oluyor. Firma hali hazırda deposunda tuttuğu mouse’ları sizin için dilediğiniz karbon fiber malzemeyle kaplayıp gönderebileceği gibi, kendin pişir kendin ye misali size sadece kaplama malzemeyi de gönderebiliyor. Siyahtan gümüşe uzanan renk seçenekleri başta işinizi birazcık zorlaştırabilir. Ama bir kez kararınızı verdikten sonra pişman olmayacağınız kesin. Ofisinizdeki diğer 20 magic mouse kullanıcısından bir farkınız olmalı öyle değil mi?
113
All Star Wonder Woman Chuck Taylor’s Converse Wonder Woman ne zor şartlarda soyunur ve bir süper kahramana dönüşürdü, üstelik çevresine hiç aldırmadan. Ama o köprünün altından çok sular aktı. Bugün artık kimliğini gizlemesine gerek yok. Kostümünü giyip rahat rahat ortalıkta salınabilir. Ama o ağır ve gösterişli kırmızı botlarını her hava koşulunda ve ortamda kullanmasını beklemek haksızlık olur. Üstelik tüm gün insanlığı kurtarmaya çalışmaktan şişen ayaklarının çok daha rahat bir ayakkabıya ihtiyacı var. All Star Wonder Woman Chuck Taylor’s Converse tam da onun ihtiyaçlarını karşılamak hem de kostümünü tamamlamak üzere hazırlanmış. Artık ne kimliğini gizlemek ne de akşamları eve gittiğinde şişen ayaklarını saatlerce sıcak suda bekletmek zorunda. Geç oldu ama güç olmadı işte…
Wrenz Speakers/Yvette Yeo
‘Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu!’ Donmadan önce bu kuşu hemen içeri alıp keyfini sürmeye başlasanız iyi olur. Zira ufacık boyutuna rağmen sizi ses teknolojisinde yeni ufuklara taşıyacak olan Wrenz Speakers evinizin asla değişmeyecek en sadık ‘pet’i olarak baş köşedeki yerini alıyor. Tasarımcı Yvette Yeo son zamanlarda gördüğümüz en yaratıcı ve zarif tasarımlardan birine imza atmış. Bilgisayarınıza ya da telefonunuza bir USB ile bağlanan ve hemen sonrasında minicik kanatlarını çırparak sizin için en sevdiğiniz şarkıları şakımaya başlayan bu tatlı şeylerden sadece biri sizi kesmeyebilir. Dolayısıyla kısa sürede kendinizi bir Wrenz Speaker koleksiyoncusu olarak bulabilirsiniz.
H4D-40 Ferrari Edition/Hasselblad
Adı gibi tadı var derler ya… Aynen öyle. İnanın Ferrari gibi fotoğraf makinesi. En az o kadar gösterişli, o kadar sağlam ve o kadar havalı. İki markanın neredeyse 60 yıldır teknoloji alanındaki sonu gelmeyen yenilikçilik tutkusu biraraya geldiklerinde ortaya neredeyse olağandışı ürünler çıkmasını sağlıyor. Titiz bir el işçiliği ürünü olan bu makineyi bir sanat eseri gibi sergilemeniz bile mümkün. Tabii fotoğraf tutkunu arkadaşlarınızın sonu gelmeyecek sorularına hazırlıklı olmanızda fayda var. Kullanım kılavuzu orta halli bir kitap kadar kalın olan H4D-40’ın hakkını vermek ve ortada cevapsız soru bırakmamak için önce ezber kısmını halledin. Gerisi zaten su gibi akıp gidecektir. Ve şimdi deneme sürüşüne başlayabilirsiniz.
Nasir Mazhar Backpack/Colette
Nasir Mazhar’ın aslında bir saç tasarımcısı olduğunu ve daha sonra şapka tasarımcılığına geçtiğini biliyor muydunuz? Şimdi türlü ‘şeylerin’ tasarımcısı olan Mazhar, Notting Hill’den aldığı ilhamla sokaklara gönderme yapıyor, onun renkli çantaları, sırt çantası modasını kolundan yakalıyor. Bu cool parçalar elbette, moda dünyasının en hip online store’una sahip olan Colette’te satılıyor.
Calories Bomb/Raphael Volkmer
Bu deyimi bugüne kadar diyetisyenler başta olmak üzere, sevgililerimizden, eşlerimizden ve arkadaşlarımızdan bol bol duyduk. Şu hayatta lezzetli ve gerçekten doyasıya yenebilir her şeyin birer ‘kalori bombası’ olması canımızı sıkmıyor değil. Bu durum bizi iki seçenekle başbaşa bırakıyor. Ya tıkınmaya devam edeceğiz ya da sıkıcı bir yeme/içme programına sadık kalıp mayomuzu gururla giyeceğiz. Karar sizin. Ama yine de bu tasarımın sizi büyük bir ikilemde bırakacağından eminiz. Raphael Volkmer’in imzasını taşıyan gerçek bir ‘kalori bombası’. Dile kolay 500 kaloriye sahip. Hepsi patlamaya hazır. Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane kafasındaki sürpriz drajeleri de cabası. Şimdi onu ya midenizde patlatın ya da duvara fırlatın. Sonuç ne olursa olsun çok eğlenceli!
XOXO The Mag
Karl by Karl Lagerfeld
Kaiser’in emrine amadeyizdir bilirsiniz. Onun sihirli ellerinden ne çıksa, neredeyse hiç sorgulamadan bünyelerimize bir sünger gibi çekeriz. Lagerfeld’in net-a-porter’de satışa çıkan Karl koleksiyonu, yeni ‘düşen’ parçalarıyla yine bizi 12’den vuruyor. Gümüş’ün hakimiyetinde kaybolmak, şehirli ‘biker chick’lere öykünmek için alışveriş sitesini biran önce tıklayın.
TechnoMarine/Locker
Dünyanın en önemli saat üreticilerinden biri olan TechnoMarine, 2012 için özel olarak tasaralanan Night Vision modellinden sonra spor-şık saat yelpazesine bir yenisini daha ekliyor. Markanın yeni ‘locker’ modeli, zihninizdeki tüm kilitlere zincir vuruyor. Açık havada tenis oynarken ya da deniz kenarında spor yaparken, kilitli dolap anahtarınızı nereye koyacağınızı düşünme derdi de böylece tarih oluyor. Üstelik sadece anahtarlar için değil, sizin için çok özel bir anlamı olan kolye ucunuz da saatinizle birlikte hep yanınızda.
Speed Kitty/Puma
Adam Nagy tarafından tasarlanan Puma’nın dişi ve hatta ‘hayli dişi’ versiyonları panteri kediye dönüştürmüş tabir-i caizse. Adları Speed Kitty olan bu sportif çiftler, geçen yılki Tron fırtınasının geç kalmış bir uzantısı gibi sanki bir yandan da. ‘Topuklu Puma mı olurmuş?’ diye soranlardansanız, sizleri tüm iyi niyetiniz ve pozitif enerjinizle tasarıma ve emeğe saygıya davet ediyoruz.
Suddenly A Knock On The Door/Etgar Keret
The New York Times sizi bir kez methetti mi bir daha sırtınız yere gelmez. Üstelik bağlı bulunduğunuz yayınevi bu gazla reklamın en babasını yapar. Bu durum size yol, su ve elektrik olarak döneceği için durumdan pek şikayetiniz de ol(a)maz. Neden olsun ki… The New York Times eleştirmenlerinin kendi kuşağının en orijinal yazarlarından biri olduğunu söylemesiyle birlikte ‘Yürü ya kulum’ cümlesi kulaklarında çınlayan Etgar Keret’in kitabı İngilizce çeviri baskısıyla ülkemizde de satışa sunuldu. Absürdlükten hüzne uzanan Keret’in usta kaleminden, konuşan hayvanlar, konuşmayan çocuklar, yaşayanlar ve ölüler… Başa çıkması hiç kolay olmayan son derece tuhaf bir dünyadan bir o kadar alışılmadık bir öykü.
Baseball Caps
Geçen defile dönemi street style fotoğraflarında ve defilelerde başrolü bereler ve fedoralarla paylaşan baseball şapkaları, bize sorarsanız aksesuarların arasında en tatlılarıydı. Kürklü ve yüksek ökçeli şık kadınların cool tavırlarını iki misline çıkaran bu şahane ve beklenmedik şapka, uygulanması en kolay trendlerin başında geliyor.
115
I’M BEAUTIFUL
DAMMITT! photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş hair artist serkan aktürk make-up artist gülüm fashion editor assistant umut yıldırım photographer assistants erdi doğan abdullah inal, ali kalyoncu post production sezer arıcı model daria ice models
hırka vakko bluz patrizia pepe jean editöre ait çantalar kemer ve sapka gucci sneakers nike stiletto zara aksesuarlar topshop büyük bilezikler uterqüe şapka editore ait
büstiyer nike pantolon üstün outdoor kemer ve sırt çantası louis vuitton aksesuarlar topshop bilezikler uterqüe şapka editore ait
mont nike elbise topshop bermuda hartford\vakkorama sneakers nike stilettolar zara kemer louis vuitton fular ve şapka gucci aksesuarlar topshop yüzük h&m
hırka yves saint laurent\beymen büstiyer nike bikini altı h&m jean levi’s kemer louis vuitton çanta mulberry\beymen sneakers nike fular gucci aksesuarlar kolye ve kupeler topshop yüzük ve kolye h&m büyük bilezikler uterqüe şapkalar editöre ait
ceket atıl kutoğlu büstiyer nike jean levi’s kemer uterqüe çanta atıl kutoğlu sneakers nike stiletto zara şapka editöre ait aksesuarlar topshop büyük bilezikler uterqüe
gömlek editöre ait elbise atıl kutoğlu pantolon üstün outdoor kemer louis vuitton şapkalar gucci aksesuarlar topshop
mont nike deri ceket dsquared\beymen büstiyer nike şort trf\zara bermuda hartford\vakkorama sneakers nike stilettolar zara fular gucci tasma kolye ve küpeler topshop şapka editöre ait
bluz pinko file atlet trf/zara büstiyer nike pantolon astem çantalar ve kemer louis vuitton fular gucci şapkalar editöre ait tasma kolye, küpeler, bilezikler topshop büyük bilezikler uterqüe kalın gold bilezik ve yüzük h&m
mont nike elbise halston\v2k büstiyer nike pantolon hartford sneakers nike stilettolar zara tasma kolye ve küpeler topshop şapkalar editöre ait
hırka pinko pantolon astem bikini altı h&m kemer gucci sneakers nike stilettolar zara tasma kolye, küpe ve bilezikler topshop büyük bilezikler uterque şapka editöre ait
cover
Living from day to day, chasing the dream Daisy Lowe
Günlerden herhangi bir gün. Hem hangisi olduğunun ne önemi var ki? Uzun zamandır takip ettiğimiz/ettiğiniz birçok önemli derginin kapak konuğu, modaevinin yüzü (size bu dergilerin ve markaların ismini sayacağımızı sanıyorsanız bizi hiç tanımamışsınız) ve stilsizliğin ikonu bir insanla buluşacağız. Londra’dayız ve Carlos’un Soutwark’taki stüdyosuna gidiyoruz. Ve bir anda, kendimizi çok aşina olduğumuz bir ortamda buluyoruz. Londra’nın büyük bir kısmında elektrikler kesilmiş. Bizim aklımızda Türkan Sultan, günün ışığıyla aydınlanmış stüdyoda bekleyip bu alışılmadık durumun hepimizi nasıl da sıcaklaştırdığını konuşarak normale dönüyoruz. Bu arada elektrik de geliyor. Sonuç: Siz, Daisy Lowe ile yaptığımız bu kapağı bir nevi ‘altın vuruş’ olarak düşünün. Aslında ne demek istediğimizi çok yakında anlayacaksınız. interview olga toraman photographer carlos lumière fashion editor kalee hewlett make-up artist akgün manisalı hair artist diana moar using kevin murphy XOXO The Mag
cover
elbise vintage givenchy courtesy of lucy in disguise bilezik peter lang XOXO The Mag
Ekibim bu ayki kapak konuğumuz olacağını duyduğunda, hepsi senin ne kadar çok Türkan Şoray’a benzediğinden dem vurdu. Bu da belki benim ve bizim sana yakın hissetmemizdeki nedenlerden biri olsa gerek. Hiç Türkan Şoray’ı gördün mü? Bir de çekim nasıldı sence? Tabi ki Türkan Şoray’ı biliyorum. O çok güzel bir kadın ve beni benzettiğiniz için de çok mutlu oldum. Çekimde tahmin edeceğiniz gibi çok eğlendik. Styling ve tüm ekip çok iyiydi. Renkler çok iyi seçilmişti. Bolca dans ederek mutluluğumu gösterdiğimi sanıyorum! 90’lar ve hatta 2000’lerin başı hala dün gibi. Ama diğer taraftan büyümüş bir ‘Pearl Girl’le konuşuyor olmanın fikri de bize hala biraz garip geliyor. Peki senin için 90’lar neydi? Size pek de şaşırtıcı olmayan birşey söyleyeyim mi? Haliyle o zamanlar çok küçüktüm ve bugün sahip olduğum akıl durumumla o günü
karşılaştıramam bile. Çok eğlendim büyürken. Britpop’u çok seviyordum ve hala seviyorum. Elbette 90’ların grunge stiline bayılıyorum. Annemin gardırobunu görmelisiniz; müthiş! Arada sırada evine gidip, ondan birkaç parça kıyafet çaldığımı sanırım size itiraf edebilirim. Ne dediğimi biliyorsunuz işte; çok uzakta ya da çok yakın olmayan, özlem duymadığım ama düşününce yüzümü güldüren günlerdi. Spice Girls’ü atladın gibi geliyor bana? Tamam, tamam... Spice Girls kızları benim idollerimdi. Hatta odamda onlar için ayırdığım özel bir köşem bile vardı. Bana ve aslında tüm kızlara cinsellik ve özgün olmak konusunda çokça ilham verdiklerini düşünüyorum. Bu arada, bence tüm gençlerin örnek aldıkları ünlü, ünsüz kişiler ya da ikonlar olmalı ki kendilerine seçecekleri yolda ışık olsunlar. Bu arada o dönemlerde Christina Ricci’ye de çok hayrandım ve Helena Bonham ciddi anlamda takıntımdı.
tulum negarin k端pe mawi
Basitçe içinden geçenleri anlatmayı çok iyi biliyorsun. Dürüstlüğün seni sen yapan bir özelliğin. Bu seni diğer modellerden ayırıyor ve ‘ilham verenler kategorisine’ koyuyor. Gerçi şimdi de seni bir kalıba koymuş gibi hissettim! Kalıplar içinde olmayı sevmediğini düşünüyorum. Haksız mıyım? Hayır, aslında tek istediğim kendim olmak ve sınıflandırılıyor olmaktan da pek çekindiğimi söyleyemem. Mottom çok basit ve bu beni rahatlatıyor: Kendine karşı gerçekçi ol. Ne şekilde, hangi bedende olursan ol ama vücudun hakkında her zaman iyi hissetmeyi bil. Umarım bu basit motivasyon, diğer kadınlara yardımcı oluyordur. Aslında bunu sormayı düşünüyordum. Diğer
modellerle seni yan yana koyduğumuzda hem stilinle hem de ölçülerinle ayrışıyorsun. Takip ettiğin belirli bir rutin var mı bunun için? Kıyafetlerle oynamayı seviyorum ve sırf bu bile hazırlanmış bir stilim olmadığına işaret ediyor. Bir gün seksi bir pin-up kızı, diğer gün oyuncak bebek, başka bir gün 50’lerden çıkma bir ev kadını ya da rock ‘n’ roll kızı oluyorum. Vücudumun şekline uyan her görüntüye bürünebilirim yani. Kıyafetlerimi de buna göre seçip, onlarla oyun oynuyorum. Bu dediğinde biraz hippi bir tavır seziyorum sanki... Elbette, ben tam bir hippiyim! Ayrıca meditasyon yapmaya bayılıyorum, enerjimle oynamaya da...
elbise paul & joe eĹ&#x;arp american retro kolye delphine/charlotte parmentier
şapka nova chau tişört american retro kemer corlette pantolon tba ayakkabı terry de havilland bilezik mawi
Aynı zamanda bir Disney karakteri gibi çok tatlı ve naif de görünüyorsun. Dediğin gibi kalıplara kendini sokmadığındandır herhalde bu. Arkadaşların ne diyor bu duruma? Gerçeği söylemem gerekirse, arkadaşlarım da dediğin gibi benim bir Disney karakterine benzediğimi düşünüyorlar. Evde olmayı, yemek pişirmeyi ve arkadaşlarımla ilgilenmeyi seviyorum. Aslına bakarsan, bir Playboy kızı olmak ya da genel anlamda söyleyecek olursak bir model olmak işimin bir parçası. Ama ben onu eve getirmeyip, sette bırakıyorum. Playboy kapağı hikayene gelelim mi? Fransız Playboy’un kapağı olmak hep
hayalimdi. Ama işin garip yanı, hiç bir zaman bunun gerçek olabileceğini düşünmüyordum. Ve sonra... Çekim için teklif geldi ve yine hayalini kuruduğum ama olmasına pek imkan vermediğim başka bir şey daha gerçek oldu. Amerikan Playboy dört sayfa röportaj ve kapak çekimi teklif etti. Çok büyük onur duymuş ve mutlu olmuştum. Peki, bugünlerde neler yapıyorsun? Bildiğiniz ve gördüğünüz üzere hala modelliğe devam ediyorum. Bolca seyahat ediyorum ve diğer taraftan da tasarımlar yapıyorum. Ah bu arada, bu söyleyeceğimi çok az kişi biliyor: İlk defa uzun metrajlı bir filmde oynadım ve şu an filmin son hali üzerinde çalışıyorlar!
kolye mawi elbise bernard chandran
cover
elbise andrew majtenyi XOXO The Mag
Bu gerçekten harika! İzlemek için sabırsızlanıyoruz! Şimdi biraz da alışveriş konuşalım mı? Tek bir stile ait olmadığına ve kıyafetlerle oynadığına göre favori markaların çoktur diye tahmin ediyorum. Vintage kıyafetlere bayılıyorum. Ama eğer çok çıldırırsam, soluğu hemen Miu Miu veya Prada’da alıyorum. Bu arada alışveriş yaparken öyle çok vakit harcamam. Girerim, seçerim, alırım ve çıkarım. Favori markalarım çok var evet; Dior, Mark Fast, Jexica, Christopher Kane, Paul & Joe, Alexander Wang, Yves Saint Laurent, Jean Paul Gautier, Elli Saab ve aklıma gelmeyen çok daha fazlası. Biraz garip bir genelleme biliyorum ama siz İngilizlerle konuşurken hep aklıma bu geliyor; edebiyata olan yatkınlığınız. Kendine çok kitap alıyor musun?
Elbette! Carol Ann Duffy şiirlerinin sıkı bir hayranıyım. Ve hatta ‘Miles Away’ ezbere bildiğim tek şiir. Ne de olsa bu kadar çok seyahat eden ve sevdiklerinden sıkça ayrı kalan bir insanım. Benden başka bir şey beklenemezdi zaten. E.E Cummings’i de çok severim. Ayrıca en favori kitabımı soracak olsalar, hemen Danny Sugarman’ın ‘Wonderland’ini söylerdim. Bitirmeden başa dönmek istiyorum; ideal kadın tiplemen nasıl? Seni beğendiğimizi başta söylediğimi bilerek buna cevap vermeni istiyorum. Yani aslında ideal kadın daha önce de dediğim gibi kendine dürüst olandır. Tam bir figüre sahip, komik olmayı becerebilen ve ruhu zengin olandır. Bu tarifi bedene bürümem gerekirse, Julianne Moore, Scarlett Johansson ve annemi örnek gösterebilirim.
INEZ ceket trf/zara şort citizens of humanity/blender ayakkabı camper FLAVIO gömlek michael kors/blender pantolon apc/v2k designers kemer hartford ayakkabı camper
GOOD WEATHER photographer sezer arıcı fashion editor mahizer aytaş hair artist tayfun kaydok make-up artist gülüm fashion editor assistant umut yıldırım photographer assistant ali kalyoncu models flavio ice models inez new models studio boom
kot ceket vintage ayakkab覺 camper
triko zara çoraplar moda editörüne ait küpe mango ayakkabı camper
INEZ gömlek levi's pantolon h&m kemer massimo dutti kolye mango mendil beymen yüzük massimo dutti ayakkabı camper FLAVIO gömlek cycle/blender pantolon acne/blender ayakkabı camper
INEZ bluz hartford pantolon zara kolye mango ayakkabı camper FLAVIO tişört levi’s pantolon hartford ayakkabı camper
kot ceket vintage ayakkab覺 camper
triko april,may/v2k designers şort zara bilezik massimo dutti ayakkabı camper
INEZ gömlek hartford pantolon j brand/vakkorama küpe mango kolye mango ayakkabı camper flavio tişört levi's pantolon cheap monday/vakkorama ayakkabı camper
INEZ bluz zara pantolon h&m küpe mango kolye mango kemer massimo dutti bileklik massimo dutti ayakkabı camper FLAVIO tişört michael kors/blender pantolon apc/v2k designers ayakkabı camper
music, röportaj arda tümer fotoğraflar travis schneider
the hıves
Rock’n Roll’un Zararsız Virüsleri Garage Rock Revival’ının öncüsü olan The Hives, yaklaşık beş yıllık uzun bir aradan sonra kaldığı yerden devam ediyor. 10 senede müzik dünyasında birçok eksen kayması olmuş olabilir ancak onlarla yaptığımız söyleşi sırasında anlıyoruz ki The Hives’ın çizgisi her zaman belli: Rock’n Roll!
XOXO The Mag
dinlemeye başlamıştık, bize göre coşkusunu, etkisini hiçbir zaman kaybetmeyecek bir müzik. Daha sonra 11, 12 yaşlarında punk müziğine ilgi duymaya başladık; Dead Kennedys gibi efsane gruplar dinledik ve bu gruplar, yani etkilendiklerimiz, bu müziği yapmamıza sebep oldu elbette.
Stockholm’de esrarengiz partilerde çaldığınızı hayaletlerden işittik, doğru mu? Evet, birkaç gizli partide yer aldık. Çok da keyifli vakit geçirdik. Gizli olan bir şey her zaman eğlencelidir. Yeni albümünüze beş yıl aradan sonra kavuşacağız. Sizi çok özledik, o yüzden hemen klişe bir soru olarak, bu zamanın en az yarısını turnede geçirdiğinizi bilsek dahi sormak istiyoruz: Nerelerdeydiniz? Bu zaman diliminde turnede geçirdiğimiz süre oldukça fazla, bu doğru. Neredeyse üç yıldır yollardayız. Bir sene kadar da stüdyoda kayıt yaptığımız hesaba katılırsa kendimize çok fazla vakit ayırdığımız söylenemez.
Çıkacak olan Lex Hives bir yana, en son ‘Tarred and Feathered’ EP’nizi dinleme fırsatı bulduk. Zero Boys cover’ınız ‘Civilization’s Dying’e bayılmıştık mesela. Bunu duymak gerçekten çok güzel. Emin ol yeni albümde ayılıp bayılacağınız daha bir sürü yeni cevher olacak.
2000’lerin başında garage rock’ın uyanışının başını çeken gruplardan birisiniz. The Libertines, The Strokes, Franz Ferdinand gibi birçok indie-rock grubu ile beraber aynı anda parladınız. Bu tür bir müzikal değişimin parçası olmak nasıl bir his ve bu 10 senede sizin açınızdan değişen şeyler neler? Bizim açımızdan soruyorsan pek fazla bir şey değişmedi. 10 sene önce de The Hives olarak yaptığımız işten büyük keyif alıyorduk. Bu şimdi de öyle, belki daha da fazla. Müzik adına zaten 10 yılda bir değişimlerin olması oldukça normal; 80’lerin başında farklı müzik türleri ortaya çıkmıştı, 90’ların başında da ve doğal olarak bizim içimizde bulunduğumuz 2000’lerde de. Yeni gruplar, yeni sesler, yeni akımlar her zaman olacak, olmalı.
Hazır sizi yakalamışken merakımızı bastırmak istiyoruz. Yeni albümde bizleri neler bekliyor? Radikal bir şey duyacak mıyız? Yoksa, yapmakta her zaman çok iyi olduğunuz bir rock’n roll materyali mi bekliyor bizi? The Hives’ın her zamankinden daha fazla The Hives oluşu bizim açımızdan oldukça radikal. Şarkılarıyla, prodüksiyonuyla, her şeyi ile tamamen biz ilgilendik ve albümü de kendi plak şirketimizden yayımlıyoruz. %100 The Hives! Önümüzdeki canlı performanslar için de şahane oldu bu. Biliyorsun sahnede çok fazla enerji sarf eden ve kalabalığı coşturan bir grubuz ve üzün süredir, arada yeni şarkılar da çalsak, genel olarak eski parçalar ile devam ediyorduk. Şimdi ise yepyeni bir listemiz olacak. Bunun bizi daha da ileri bir seviyeye ulaştıracağına inanıyoruz, bambaşka bir motivasyon, bambaşka bir heyecan.
80’ler ve 90’lar demişken; o dönemlerde size ilham veren müzik neydi, neler dinliyordunuz? 80’lerin başlarında hepimiz çocuktuk. Daha o yıllarda AC/DC
Pharrell, Timbaland ve İsveçli rapçi Petter gibi isimler ile çalıştınız. Bu hip-hop ve rap ortamına nasıl dahil oldunuz? Rap müziğe karşı her zaman ilgimiz vardı zaten, yani bir anda ortaya 151
çıkmadı. Dr. Dre, Eminem, Three Six Mafia ve türevleri, bilirsin işte. Olaya dahil olmak istedik çünkü hip-hop ve rock, özünde basit, kolay ilerleyip güzel işler çıkarabileceğiniz türler ve bu iki türün davul ritimlerinin ve vokallerinin kimyasını bütünleştirirseniz duyacağınız şey hem Three Six Mafia’ya, hem de AC/DC’ye yakın olabilir. Bir rock grubu olarak, hip-hop prodüktörleri ile beraber stüdyoya girmek ise insanı sanatsal anlamda tazeliyor. Outkast ekibinden Andre 3000’ın büyük hayranımız olduğunu biliyoruz ki, biz de onun için aynı şeyi düşünüyoruz. Ortak bir şeyler yapmak çok eğlenceli olabilir aslında. The Black And White albümünde beş farklı prodüktörle çalıştınız fakat Lex Hives’da tüm emek size ait. Bu arada, bonus parçalar için Queens of the Stone Age’den Josh Homme ile çalışmışsınız. Evet, albümün kayıtlarını tamamlamış, mixing’ini yapıyorduk ve Lex Hives Deluxe Edition için bazı vokal kayıtları yaparken bunun iyi bir fikir olacağını düşündük. Queens of the Stone Age ekibi zaten çok sevdiğimiz dostlarımız. Kaydettiğimiz iki cover üzerinde çalıştık, ‘B-Sides’ gibi bir şey oldu aslında. Hem iş hem de Josh’un güzeller güzeli stüdyosunda geçirilen harika bir hafta sonu oldu bizim için. Gelelim ‘The Sixth Hive’ olarak kabul edilen Randy Fitzsimmons’a. Kendisinin en sevdiği The Hives şarkısını, en sevdiği içkinin tarifini ve nasıl bir atmosferde şarkıları yazdığını merak ediyoruz. Çünkü bizce öyle biri yok! En sevdiği içki tarifi mi? Evet… Randy’nin ne içtiği hakkında hiçbir fikrimiz yok. Zaten bilsek
bile bunu sana söyleyemeyiz. Randy konusunun mutlaka gizemli kalmasını istiyoruz. ‘Bilinmeyen’ olarak kalmak isteyen biri hakkında sana veya herhangi birine cevap vermek zor. Size ufak bir bilgi verirsek, diğer insanları da bu konuda cevaplamamız gerekir, sonra tüm cevaplardan puzzle birleşir ve bir anda Randy’nin kim olduğu ortaya çıkar. Ama şunu söyleyebiliriz her albümde olduğu gibi Lex Hives’da da emeğin çoğu ona ait. Smokinleriniz, takım elbiseleriniz her zaman şahane. Bu yaz turnede nasıl bir görünüm ile karşımızda olacaksınız? Uzun fötr şapkalar ve uzun kuyruklu ceketler… Aristokratik punk diyebiliriz. Bu aralar ne dinliyorsunuz? Çok beğenip, bize önerebileceğiniz yeni bir grup var mı? Kayıtlarla boğuşurken fazla müzik dinleme şansınız olmuyor, genelde The Hives dinliyoruz. Konserlerde de bir grubu dinleme fırsatı bulduğumuzda, kafamız sürekli yeni albümde olduğu için müziği elementlerine bölüyoruz. Yine de Graveyard diyebiliriz, son albümlerini çok beğendik. Lex Hives, kendi plak şirketiniz olan Disque Hives’dan çıkacak. Bu plak şirketiyle farklı grupların albümlerini yayımlamayı düşünüyor musunuz, yoksa sadece kendi prodüksiyonlarınız mı olacak? En azından şu an için sadece The Hives. Canlı performanslarınız tek kelimeyle inanılmaz. Bize bir söz verin, İstanbul’a gelin! Tarihi bugün belirleyelim, hemen! İyi fikir, bunu aramızda konuşup tartışmaya açmalıyız. Türkiye’ye gelmeyi çok isteriz.
XOXO The Mag
music, yazı barış selimoğlu
MEZARLARINDAN KALDIRMAYA DEĞER Mİ?
Yaşayan Ölülerin Dönüşü
the beatles
Bir nevi evlilik gibidir müzik grubu olma hâli. Nasıl ki eşler ortak şekilde hareket eder, birlikte bir şeyleri hayata geçirir, sevişir, bozuşur, birbirlerini yer; bir grubun üyelerinde de aynı sendromları görmek mümkündür. Eşler boşanır, gruplar da dağılır. Bazen çiftler pişman olarak barışır ve bir araya gelir... Gruplar da öyle.
XOXO The Mag
Grup dağılmaları kendi içinde değişiklikler gösterebilir. Ekip içindeki çok başlılık sebebiyle meydana gelen fikir ayrılıkları, lider/önder sıfatlı üyelerden birinin grup dışında kalmasına sebebiyet verebilir. Bu aşamada, isim hakkının kimde kalacağı ehemmiyet kazanır. Aynı 1983’te Roger Waters’ın ayrılmaya karar verip, Pink Floyd isminin David Gilmour, Nick Mason ve Rick Wright’ta kalması, onların da yollarına Waters olmadan devam etmesi gibi. Ben bu Pink Floyd vakasında, hevesi kursağında kalan taraf olarak hep Roger Waters’ı görmüşümdür. Tekrar birleşme arzusu içinde olduğunu hissetmişimdir. 2005 yılında gerçekleşen Live 8 konserinde, yeniden onları birlikte gördüğümde de ne kadar doğru hissettiğimi anladım. Gilmour, Mason ve Wright’ın cool tavırları, Waters’ın daha coşkulu ve mutlu hali gözlerden kaçacak gibi değildi. Live 8’in 5 yıl sonrasında, bir kez daha aynı sahnede buluştular. Bu kez 2008’de hayata veda eden Richard Wright yoktu aralarında. İki yıl önce Roger Waters’ın Outside the Wall turnesi esnasında, konserin finalinde bir araya geldiler ve akustik olarak ‘Outside the Wall’u çaldılar. İşte bu ikinci toparlanmanın sonrasında ortaya çıktı Pink Floyd’un yeniden birleşme söylentileri. Doğrudur, rivayettir orasını bilemem. Ancak şurası kesin ki; dönem dönem ortaya çıkartılan bu yeniden birleşme söylentilerinin, gösterme dünyasının en önemli besin kaynaklarından biri haline gelmiştir.
‘Lennon Naked’ filminin finale yakın bir sahnesinde, The Beatles’ın son günleri ve dağılma aşaması da işlenir. John, zihninde ve yüreğinde The Beatles’ı çoktan lağvetmiştir bile. Masa başında arkadaşlarıyla değil de odanın bir ucunda, yerde otururken aniden ayağa fırlar ve “Bitti!” der. Paul 10 gün sonra Abbey Road’un çıkmak üzere olduğunu, neyin bitişinden bahsettiğini sorar. John daha da hiddetlenerek, aslında The Beatles’ın, daha kurulmalarından 6 ay sonra Hamburg Cavern Club’da bittiğini söyler. Paul, George ve Ringo, The Beatles için hala üretecek bir şeyleri olduğunu söylerler. Fakat John’un kafasında bitirdiği The Beatles oluşumunu ilk terk eden John Lennon değil, Paul McCartney olur. Onlar, şöhretlerinin zirvesinde dağılan ne ilk ne de son grup oldular. Ama müzik tarihindeki konumları itibariyle The Beatles’ın dağılması, değil müzik tarihi, dünya tarihinde önemli bir olay olmuştur. Yıllar sonra, hala The Beatles’ı sömürmeye devam eden Paul McCartney; kendi oğlunu ve diğer üyelerin oğullarını tekrar ‘The Beatles II’ adıyla bir araya getirmek gibi ‘dahiyane’ bir projesi olduğunu açıklayınca ‘reunion’, yani yeniden birleşme konusuna değinmeye karar verdim. Bugüne dek birçok dağılan grubun; aradan yıllar geçtikten sonra başvurduğu bir yöntemdir aslında yeniden birleşme. Zirvedeki yıllarda yaşanan o ego savaşları, çekişmeler ve liderlik kavgaları bir anda unutulur. Her şeyin üzerine sünger çekilir ve yeniden o popülariteye dönme umuduyla bir araya gelinir. Aslında hayran kitlesi için de heyecan verici bir gelişmedir bu. Lakin, tüm bu patırtıya, gürültüye rağmen beklenilen seviyeye ulaşamayabilir grup. Yeniden toparlanan gruplar yola çıkarken, ellerinde maksimum iki albümlük heyecana sahiptirler. Yani şunu demek istiyorum: Hedeflenen noktaya ulaşılamaması durumunda, en fazla ikinci bir albüm çıkartmayı denerler. O da olmazsa, müzik tarihinin tozlu raflarındaki yerlerine geri dönerler.
Şöyle bir düşündüğümde aklıma gelen bazı yeniden birleşme projeleri oldu. Ama bunlar arasında ‘şu birleşme de gayet başarılı oldu’ diyebildiğim biri çıkmadı desem yeridir. Maalesef ömürleri de çok uzun olmuyor. Bilemiyorum, belki de planlanan bir arada kalma süreleri bu kadardır. 1986’da dağılan ve 2007’de 30. yılını kutlayan The Police, o yılın ortalarına doğru yeniden birleşme kararı almış ve hemen bir dünya turnesi planlamıştı. Bu birleşmeden yeni bir albüm
155
the cranberries genesis
çıkmayacağı daha ilk baştan belliydi zaten. Bir yıl kadar süren bu turne Vancouver’da başlamış, 2008’de de New York Madison Square Garden’da noktalanmıştı. Müzikal olarak eski hallerini aratmayan bir performans sergiledikleri bu birleşmeden elimizde kalan tek somut varlık ise; Buenos Aires’te verdikleri konserin görüntülerinden oluşan konser DVD’si oldu. Rock tarihinin progressive kanadındaki en önemli isimlerden biri olan Genesis, ilk büyük kırılmasını 1975’te önce Peter Gabriel, hemen sonrasında da Steve Hackett’ın gruptan ayrılmasıyla yaşamıştı. Genesis tarihinin ilk ve en progressive dönemi böylece bitmiş; Mike Rutherford, Tony Banks ve Phil Collins’in kaldığı popüler Genesis dönemi başlamıştı. 1996’da bu kez grubu terk eden Phil Collins oldu.
Orijinal kadrodan sadece iki kişi kaldı Genesis’te. Yeni elemanlarla devam etmek istedilerse de bu maalesef olmadı. Daha doğrusu, beklenildiği kadar olmadı. 2007’de bir kez daha toparlanmayı deneyen Collins, Rutherford ve Banks, birlikte bir dünya turnesine çıktılar ve sonra da konser CD’si ve DVD’sini bizlere hatıra olarak bıraktılar. 2011’de Phil Collins’in sağlık sorunları sebebiyle müzik kariyerine nokta koymasıyla birlikte Genesis, bir kez daha dağılmış oldu. İşin ilginç tarafı; bu birleşmenin içinde hiç Peter Gabriel’in adının geçmemesiydi. Birleşme fikrine gayet net bir tavırla karşı çıkan Peter Gabriel, Rolling Stone dergisine geçen yıl verdiği röportajda daha yumuşak bir demeç verdi. Her zaman orijinal kadroyla toparlanma ümidinin bulunduğunu, ancak bunun şu aşamada halen düşük bir ihtimal olduğunu söyledi, herkesi şaşırtarak.
XOXO The Mag
orbital
festivaline katılmak olur. Stüdyo çalışmaları devam eder, 2010’da da dönüş albümlerini yayınlarlar. Kendi adlarını taşıyan bu albüm, çoğu STP hayranını çok da fazla memnun etmez. Ancak bu albüm en çok şuna yaramıştır: Geçmişte Seattle’lı gruplarla yapılan kıyaslamaların ne denli yersiz ve haksız olduğuna!
Stone Temple Pilots, Seattle menşeli olmamasından, belki de Seattle’ın dört büyükleriyle aynı dönemde ortaya çıkmış olmasından dolayı her daim ezik olarak görünen, eleştirilen ve kıyaslanan bir grup oldu. Onları zedeleyen ve müzikten uzaklaştıran kendi iç problemleri değildi aslında. O dönem Seattle’dan çıkıp grunge müziğin kurallarını belirleyen ve dört büyükler olarak bahsettiğimiz Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden ve Alice In Chains’le kıyaslanmaları, onlara benzetilmeleri ve taklit olarak nitelendirilmeleri grubu çok zedeledi. Bu negatif etkiler neticesinde de vokalist Scott Weiland, çoğu rock star’ın kaderi olan alkol ve madde kullanımına kendini kaptırır ve dağılırlar. Uzun sayılabilecek bir arınma ve temizlenme sürecinden geçer hem Weiland hem de STP. 2005’te ilk kez ortaya çıkar yeniden birleşme fikri. 2008’e dek sürer bu dedikodular ve 2008’de toparlanırlar. İlk işleri, Ohio’daki ‘Rock on the Range’
1989 yılında hayata geçen The Cranberries, 2003’e kadar süren kariyerlerinde, kimileri tarafından çok sevilmesine karşın, bir başka kesim tarafından da hiç sevilmemiştir. IRA destekçisi olduklarını açıkladıktan sonra bir kesim tarafından topa konulmuş ve bu sayede MTV’nin yasaklılar listesine girmişti. “Resmi olarak hiç ayrılmadık” gibi bir açıklama yaparak yeniden birleştiler. 28 Şubat’ta da Roses adlı yeni albümleri piyasaya çıktı. Merak konusu olan ise ‘Linger’, ‘Zombie’, 157
pink floyd stone temple pilots
‘Salvation’ gibi hitlerin ardından, bu albümleriyle eskiyi ne denli yakalayabilecekleriydi. Bir yeniden birleşme daha! 1989’da Phil ve Paul Hartnoll kardeşler, elektronik müzik tarihine geçen Orbital’ı kurdular. 2004 yılına kadar süren grup kariyerlerine yedi albüm sığdıran Hartnoll kardeşler, grupsal birlikteliklerini noktalamaya karar verdiler ve çalışmalarını solo olarak sürdürdüler. Üç yıl kadar ayrı kaldıktan sonra, 2007’de tekrar birlikte performanslar sergilemeye başlayan huysuz kardeşlerimiz; bu toparlanmayı, bu aybaşında çıkan Wonky albümüyle de desteklediler. Diğer yeniden birleşme projelerinin aksine çok daha iddialı oldukları, albümün detaylarına bakınca açıkça farkediliyor. Her şeyden önce albüm adını bassline’ların hakim olduğu, hafifçe drum ‘n’ bass’e kaçan ve son iki yıldır giderek yükselen bir akım
olan wonky’den almakta. Zola Jesus ve Lady Leshuur’un rüzgarını da ardına alan ikili, albümün ilk single’ı olarak nitelendirebileceğimiz ‘New France’i Ocak’ta bir video ile taçlandırdı bile. Aradan sekiz yıl geçmiş olmasına rağmen Orbital eski çizgisinden pek de bir şey kaybetmemiş. ‘New France’ ve ‘Straight Sun’a özellikle dikkat! Sözün özü... Başta da söylediğim gibi yeniden birleşme hadisesi, müzik sektörünün şu anda beslendiği kaynaklardan biri. Abba’nın yeniden sahneye dönmesi için yüz milyonlarca doları gözden çıkarabiliyor organizatörler. Yeniden birleşmeler dışarıdan göründüğü kadarda sağlıklı projeler olmayabiliyor çoğu zaman. O zaman da insanın aklına şu soru geliveriyor: Uzun zaman önce uykuya yatmış bu efsanevi grupları günün birinde mezarlarından kaldırmaya değer mi?
XOXO The Mag
159
music, yazı seda niğbolu illüstrasyon güneş engin
NICKI MINAJ
Barbie ve Kimlik Bunalımı oil city confidential, julien temple, 2009
Hip-hop’ın özgün bir kadın karakter kazandığını düşünüyorsanız bir de ‘Pink Friday: Roman Reloaded’a kulak verin. Nicki Minaj favori pop divanız olmaya daha yakın olabilir.
XOXO The Mag
ilişkilerden öteye gidemiyor. Sahne ismi‚ ‘ménage à trois’ya, yani üçlü ilişkiye gönderme olan Trinidad’lı Onika Tanja Maraj, Usher’a eşlik ettiği ‘Lil Freak’de de Gucci Mane’le yaptığı ‘Girls Kissing Girls’de de onlara üçlü fantezilerin yolunu açan aracı konumunda. Kendisi daha çok öteki kadınla mı yoksa erkeğin gücüyle mi ilgileniyor, orası şimdilik muallak.
Geçen ay bıraktığımız yerden devam edip Madonna’nın son single’ı ‘Give Me All Your Luvin’e dönersek... Parçada ortalamanın üstündeki tek şeyin Nicki Minaj’in vokali olduğu konusunda pek çok kişi hemfikir olacaktır. Minaj’ın kimilerince Busta Rhymes’ın kadın versiyonu olarak görülmesinin de nedeni baskın tarzı, abartılı vurguları, denediği farklı aksanlar ve kendine has flow’unun M.I.A.’in ehlileştirilmiş orta parmak muhalefetinden daha ilginç olduğu kesin. Hip-hop aleminde neler olup bittiğiyle yakından ilgilenmiyor ya da müzik kanallarında dönen Hype Williams videolarına fazla yüz vermiyorsanız onu ilk kez burada görüp, potansiyelinin boşa harcandığını düşünüp kendi işlerine bakmak istemeniz olası. Zamanlama da bunun için gayet iyi. 2010’da çıkan ve Minaj’ın mixtape aleminden pop starlığa geçiş yapmasını sağlayan ‘Pink Friday’in ardından tuhaf bir isim tercihiyle onun bonus versiyonu gibi duran ikinci albümü ‘Pink Friday: Roman Reloaded’ daha yeni çıktı. Super Bowl, Grammy gibi törenler ve Lady Gaga’nın abartılı kıyafetleri ve şovları da olmasa dile getirilmeyen ‘performans’ kavramına ve dramatikliğe olan açlık herkesin umutlarını ona bağlamasına neden olmuştu. Tartışmaya ortasından dalabilmek heyecanlı. Ta ki müziği dinleyene kadar. Çünkü Nicki Minaj’in vokal ve performans potansiyeli Madonna’nın yanında ne kadar harcanmışsa kendi müziğinde de o kadar harcanmış durumda.
Parçalarında da kendi olmakla birilerine hizmet etmek arasında bocalıyor Minaj. Sanki kimlik bunalımını yaşayan alter egosu Roman Zolanski değil de kendisi. Grammy performansında ayinle içinden çıkardığı ve ona sahnedeki manik gücünü bahşeden Roman gay ve psikopat bir karakter. Buraya kadar Beyoncé’nin Sasha Fierce’inden daha ilginç olduğunu söyleyebiliriz. Ama zaten her şey bu kadar. Ortada daha derin bir hikaye yok. Zaten Pink Friday’in sevilmesine neden olan Roman’dan ziyade ‘Did It On ‘em’in terbiyesizliğiyle Kanye West’li ‘Blazin’, Drake’li ‘Moment 4 Life’ ya da Rihanna’lı ‘Fly’ gibi hit potansiyelli ve eli yüzü düzgün pop, r&b ve hip-hop karmaları olmuştu. Roman İçerİ Rihanna dışarı Roman Reloaded’da işler daha karışık. Hangi yönü tercih edeceğini düşünürken önce teatralliğe başvuruyor Minaj. Hatta biraz da dozu kaçırarak. Roman saçmalamak, çocuklaşmak ve agresifleşmek arasında gidip gelirken bir anda ‘O Come O Ye Faithful’la işler iyice çığırından çıkınca müziğin nasıl olduğunu değil de neler olduğunu soruyoruz kendimize önce. Bir sonraki parçada erkeklik organını yüzümüze sallıyor Roman. Biraz şaşırmak sıkılmaktan iyi. ‘Drop It Like It’s Hot’ın alternatifi ‘Beez In My Trap’ de fena değil derken düşüş başlıyor. Weezy. Cam’ron, Nas, Drake, Young Jeezy ve Chris Brown işbirliğinde R&B/hip-hop etkisinin içinden geçip albümün çok etkileyici olmasa da nispeten iyi ilk yarısından sonra bir anda dümeni kırıyor Minaj. Hem de şizofreni derecesinde. O noktadan sonra rap yapmayı neredeyse bırakıp içindeki Roman’ı susturup Rihanna’yı dışarı salıyor. Müziği sorarsanız Billboard listelerine ya da ana akım radyolarda heavy rotationa girmek için yaratılmış. Lady Gaganın da prodüktörlerinden RedOne’ın ardında olduğu kulüp parçaları, Rihanna benzeri duygular, David Guetta derken 22 parçalık ve neredeyse 1,5 saatlik albüm shuffle zihniyetinde bitmeyen bir çileye dönüşüyor. Ve görünen o ki Minaj sadece birilerinin yanında çeşni olarak var olduğunda anlam kazanıyor. Yalnız başına kaldığındaysa malum LMFAO, Pitbull, Florida çizgisinin içinde yitip gidiyor ve vokali de onlarca benzerinden hiçbir fark taşımıyor.
Ne bekliyorduk ki ne bulduk? Ya da niye bu kadar çok şey bekledik? Pepsi ile yeni ürünü ‘Pop’un yüzü olmak için yaptığı anlaşmaya atfen ‘pop olan tek şey anlaşmamdır’ dese de Nicki Minaj’in müziğinde pop en başından bu yana hip-hop ya da R&B’nin kökenlerine göre ağır bastı. Birlikte boy gösterdiği isimlerden yalnız birkaçını anmak bile yeterli. ‘Woohoo’ parçasında eşlik ettiği Christina Aguilera, ilham kaynaklarından biri olarak gösterdiği Britney Spears, Rihanna, Usher ve hepsine bedel bir isim olarak liste başı olma hırsından müzikal duyarlılığını kaybetmiş bir David Guetta... Çoğunda eşlik ettiği kişiden daha ilginçti Minaj ama kimliği o müziklerin içinde var olabilecek kadar dayanaksızdı. İlk büyük çıkışını sağlayan da zaten mixtape’lerinde nadiren yüzünü gösteren parlak rap anları değil de yine vasat bir pop ve vasat liriklere fena olmayan bir tat ve enerji katan ‘Super Bass’ile oldu. Görüntünün ardı boş Beklenti aslında başından bu yana müzikten farklı bir sebepten ileri geldi. Lil Wayne’in son dönemde özellikle Drake ile dikkat çeken Young Money şirketinin ilk kadın sanatçısı Minaj. Tamamen erkek egemen hip-hop endüstrisinde -kalça ve göğüslerine yaptığı vurguya rağmenmizah, hafif agresiflik, delilik ve biraz da iticiliği devreye sokarak hem seyirciye hem de büyük patronlara istediklerini tamamen vermeyen bir kadın ihtimali pek çok kişi için heyecan kaynağıydı. Asla alenen açıklamasa da olası biseksüelliği veya lezbiyenliğine yaptığı imalar da bu denli homofobik bir alem için önemsiz sayılmazdı. Renkli perukları, abartılı makyaj ve giysileriyle bazen zenci bir Lady Gaga’yı andırması bile sorun değildi, çünkü hareketlerinde ondan daha sıcak ve insani bir şeyler vardı. Çocuktan manyağa, kadından erkeğe geçişleri sadece bir şarkıcı ya da rapper olmaktan öte, farklı karakterleri canlandırabilen bir performansçıyla tanışma ihtimalimizi canlandırmıştı.
Aynı seri üretim parçaları sunmak için deliyi oynamaya gerek yok. Gırtlağından erkeksi sesler çıkarmak da parlak görsellerle bakanları taciz etmek de onu istediği gibi yeni bir Missy Elliott ya da Lil’ Kim olmaya yaklaştırmıyor. Kısa bir şaşkınlık ile gerçek provokasyon arasında çok fark var. Ama gittiği yer bakılırsa Minaj’in derdi pop divası olmak, provoke etmek değil. ‘Black Friday’ ile Nicki Minaj’i dissleyip taklidi olmakla suçlayan Lil’Kim (çoğunlukça çöp muamelesi gören) ‘Stupid Hoe’ parçasındaki aptal kaltağın Minaj’ın ta kendisi olduğunu söylemekle seviyesiz ve bayat bir tartışma başlatmış olsa da videolarındaki mekanik hareket ve boş bakışlarının bir gösteri değil de gerçek hali olup olmadığını sorgulamadan edemiyor insan. Ne de olsa Barbie’leri gerçekten seviyor Minaj. Lady Gaga’nın küçük canavarları ya da Hilal Cebeci’nin panpişleri gibi o da hayranlarına barbie’leri olarak sesleniyor. Pop kültüre olan aşkının ne kadar sorgusuz sualsiz ve yüzeysel olduğunu anlatmak için daha iyi bir nesne olamazdı. Mattel, gelirini HIV’lilere bağışlamak üzere Katy Perry ile birlikte Nicki Minaj’ın da Barbie bebeğini yaptığında bunun hiçliğin içinden gelip de bir gün dünyada bir güç, bir iş kadını olmanın mümkün olduğunu gösterdiğini söylemişti Minaj. Barbie’sinin on yıllardır bildiğimiz Barbie’lerden hiçbir ayırt edici özelliği yok. Pembe saçları ve siyah teni dışında aynı hatlar, aynı kimliksizlik, aynı düzlük. Tıpkı onun da yüzeydeki tüm renkliliğine rağmen her gün onlarcasını görmezden geldiğimiz pop starlardan farkı olmadığı gibi. Barbie’nin kendisine simgelediği başarılı iş kadınına dönüştüğüyse şüphesiz.
Ne yazık ki Nicki Minaj’ın müziği, vokali ve videolarıyla geçirdiğimiz birkaç dakikanın ardından tüm bu ümitler sönüp gidiyor. Görüyoruz ki sunduğu kimliklerin hepsi fos, anlattığı hiçbir hikaye, oluşturduğu hiçbir karakter yok. Bizi hiçbir şeye ya da hiçbirinin kendi karakteri olduğuna inandıramıyor, tüm oyunculuğu biraz renkli giyinip biraz gösterişli konuşup birkaç karakter denemesi yapmaktan ibaret. Geçen Grammy’lerdeki şeytan çıkarmalı ‘Roman Holiday’ performansı biraz daha delice görünmesinin haricinde, Lady Gaga’dan alınma gibiydi mesela ve öğrendik ki koreografı da Gaga’nın işine son verdiği Laurieann Gibson’mıs. Hip-hop’ta bastırılmış eşcinselliğin açığa çıkmasına dair olasılıklarsa heteroseksüel fantezileri gıcıklayan üçlü 161
LPs
music
Miike Snow Fields Happy to You Sony 2009 yılının en güzel ve gizli pop cevheri; Miike Snow’un aynı isimli albümüydü. Poptan kastımız 80’lerin hor görülen taraflarının yeniden yüceltilmesiyle etrafı saran avangart pop akımları değil, tanıdığınız bildiğiniz en saf haliyle popüler müzik. Britney Spears, Madonna, Kylie Minogue gibi isimlerin prodüktörüyken kendi müziklerini yapmaya başlayan İsveçli ekibin, ikinci albümü Happy to You’da yaptığı synth-pop benzer bir yolun devamı sayılabilir. Tıpkı ilki gibi indie-rock’tan feyz alan bir şarkı yazımı üzerinde yükselmektense grubun diğer meziyetine, yani çok temiz (olumlu anlamda) prodüksiyonlarına vurgu yapıyor. Ve yine ‘The Wave’ ya da ‘Devil’s Work’ gibi hemen kanınızın ısınabileceği parçaların yanında çok da iyi sonuçlanmayan hareketlere girişiyor. Mesela albümün ortasındaki ‘Archipelago’nun Salem ve benzerlerine öykünen filtrelenmiş vokali sıcak ve organik müzikleriyle uyuşmuyor hiç. Lykke Li’nin konuk olduğu bir sonraki parça ‘Black Tin Box’da da benzer bir yaklaşım geçerli olsa da aynı topraklardan The Knife’i ve trance göndermelerini hatırlatan melodiler bu sefer çok daha etkileyici bir yere gitmiş. Bu iki parçayla nerede olduğumuzu şaşırdıktan sonra Groove Armada’yı andıran ‘Paddling Out’ ile bildiğimiz Miike Snow’a dönünce birden başka bir albüme geçmiş gibi oluyoruz. Albüm nihayete ulaşırken bir şeyler eksik hissi de yakamızı bırakmıyor. Ama yine de Miike Snow, poptaki özel yerini ve ileriye dair ümitlerimizi koruyor. seda niğbolu
Motor Man Made Machine CLR Konu ne zaman Motor’dan açılsa, aklıma 2005 yılında anlamsızca kilitlendiğimiz ‘Sweatbow’ EP’si geliyor. O kadar çiğ, o kadar vahşi, o kadar ilkel bir parçaydı ve Alman gece kulüplerinde öyle büyük bir fanatizmle karşılanıyordu ki, birinin bu denli kibirli ve iddialı bir müzik yaparak nasıl bu kadar başarılı olduğunu şaşkınlıkla izliyorduk. Daha sonra, 2009 yılında Metal Machine albümü ile karizmayı biraz çizdiler sanki. Man Made Machine’in geliş haberini duyduğumda ise, doğal olarak, temkinli yaklaştım. Öncelikle, ikilinin yüksek BPM saplantısından kurtulmuş olması çok hoş. Albümde yine 140-150 BPM’lik parçalar var ama, sıradan dinleyiciye de rahatlıkla ulaşabiliyor. Bu arada şüpheye mahal bırakmayalım; albümün tonu yine çok karanlık, sesler yine çok köşeli. Tehlikeli ve kötümser synth’ler, dinleyicinin kulağını döven fevri ritimlere karışıyor. Albümdeki destekçi sanatçılara baktığımızda önce Martin L. Gore’u görüyoruz. Dolayısıyla albüme adını veren parçayı ilk duyduğumuzda aklımıza gelen “Depeche Mode’un 90’ların sonundaki işleri gibi olmuş sanki” düşüncesi anlam kazanıyor. İlk parça ‘Messed Up’, Motor’un serserilik ve iflah olmazlık konusunda kendilerinden ödün vermediğinin işaret. Billy Ray Martin ile beraber çalışmaları ‘Hyper Lust’ ve Gary Numan ile ortaya koydukları ‘Pleasure In Heaven’ ise yeri geldiğinde daha pop-sever bir kitleye de oynayabilecekleri yönünde sinyal veriyor. emre doğan
Kasper Bjørke Fool HFN Music Vokali bol, akustik bileşenleri yoğun ve disko sosu bol parçalarla ünlenen Bjørke’nin en büyük hitlerinden biri HFN etiketiyle çıkan ‘Young Again’ olmuştu. Bu parça müzisyene sınıf atlatmasının yanı sıra, Poker Flat’e bir de kardeş plak şirketi gelmesine vesile oldu. HFN, Young Again’den sonra Trentemøller ve Darkness Falls’un da birçok single ve albümüne ev sahipliği yaptı. Bu arada Bjørke de çalışmalarında çıtayı yükseltti ve iyi satacak işler ortaya koymaya devam etti. Hatta Standing On Top Of Utopia oldukça sıkı bir uzunçalar olarak kayıtlara geçti. Bir Rolling Stones cover’ı olan Heaven’a ilaveten, albümün üçüncü single’ı ‘Efficient Machine’ ile artık tüm synth-pop severler tarafından tanınır hale geldi. Bjørke’nin sound’unda rahatlıkla gözlenebilen karakteristik özellikler, Danimarkalı hemşerisi WhoMadeWho’yla dirsek teması içinde olduğunu gösteriyor. 2012’ye geldiğimizde, I Got You On Tape grubunun vokalisti Jacob Bellens ile yaptığı çalışma ‘Lose Yourself to Jenny’, sanatçının hayranlarını heyecanlandırmaya yetti. Ziyadesiyle eğlenceli ve sevimli olan bu parça ve remiks’leri, yeni albümün habercisi niteliğindeydi. Fool, Jacob Bellens’in dört parça için daha yardımını esirgemediği, oldukça doyurucu bir albüm. İlk dakikalar alıştığımız Bjørke havasında ve herhangi bir radyoda ya da sık uğradığınız bir kulüpte duysanız en az iki uzvunuzla eşlik edeceğiniz cinsten. Albümün daha sivri dönüşleri de var. Ama Fool, bu üvey evlatlara rağmen pek neşeli ve lezzetli bir albüm. emre doğan
XOXO The Mag
LPs Kris Menace Electric Horizon Comphuphonic Elektronik müzik dendiği zaman aklımıza hemen kökleri çok eskilere dayanan bir Alman ekolü geldiği muhakkak. 70’lerde, Kraftwerk öncülüğünde kraut-rock’un doğuşu, bugün tüm Almanya’nın techno ve trance alemlerinde öncü ülkelerin başında gelmesine sebep. Ancak, bahsedeceğimiz isim, sürünün içinde bir siyah koyun; Christoph Hoeffel. Techno ve trance türlerinin yanında house müziğe de gönül veren Hoeffel, 90’ların ortasından beri piyasada olmasına rağmen 2005’te Kris Menace alter egosu altında İbiza’nın kulağını okşamaya başladı. Kendi label’ı Comphuphonic adı altında Fred Falke ile yaptığı ‘Fairlight’ parçası, 2006’da Beatport’u fethetti. Menace son beş senedir ise altın çağını yaşıyor. Metronomy, LCD Soundsystem, Depeche Mode, Air, The Presets, Róisín Murphy, Bag Raiders ve Monarchy gibi isimleri barındıran inanılmaz bir remiks portfolyosu ile birlikte son olarak çıkardığı Electronic Horizon albümü, birçok DJ ve prodüktör için adeta bir maden. ‘Falling Star’, ‘Fly Me To The Moon’, ‘Electric Horizon’ gibi parçalar inanılmaz vokal edit’lere gebe olacak gibi duruyor. ‘Timeless’ ve ‘Schnulzenspiel’ gibi parçalar ise Hoeffel’in genlerinden gelen endüstriyel tınıları yansıtıyor. Fabric ve Razzmatazz gibi kulüplerde çalma şerefine nail olmuş bir isimden de bundan azını beklemek haksızlık olurdu. Kris Menace, kendisine has fırça darbeleri ile en iyi bildiği işi yapıyor; dansa davet. arda tümer
Fanfarlo Room Filled With Light Canvasback 2009 yılında yayımladıkları ilk albümleri Reservoir’i ilk gördüğümüzde bize ismi oldukça tanıdık gelen bu grubun, adını Charles Baudelaire’nin La Fanfarlo romanından alan bir İngiliz indie pop grubu olduğunu öğrendik. Grup her ne kadar adalı olsa da müziklerinde ve kullandıkları görsellerde kuzey havasını hissediyor olmanız hiç de garip değil. Grubun kuruculuğunu üstlenen İsveçli Simon Balthazar, yayımlanan ilk single’ın ardından bir diğer kurucu üye Giles J Davis’le yollarını ayırmış ve geriye kalanlarla benzer müzikal geleneği devam ettirmek konusunda kararlı olduğunu göstermişti. Reservoir’in kapağında Sigur Rós’un vokalisti Jón Þór Birgisson’in kız kardeşini konuk eden grup, yeni albümü Room Filled With Light’la, kuzeyli geleneğini bu sefer yalnızca sound’uyla huzurlarımıza sunuyor. Reservoir’le benzer bir müzikal seyirde ilerleyen albüm, yine Simon Balthazar’ın yumuşak sesi, harp, korna, ziller ve daha birçok farklı enstrüman ve ses kaynaklarıyla zenginleştirilmiş naif bir pop rock sound’u ortaya koyuyor. Bazı sesler vardır, renklerle bazıları da mevsimlerle örtüşür. İşte Fanfarlo’nun yeni albümü Room Filled With Light, Dünya’nın Güneş etrafında attığı turun tam da bu zamanlarında, bize sunduğu ılık havalarla en ahenkli dansı yapan seslerin bir bütünü gibi. Yapmanız gereken tek şey kendinizi ona bırakmak. gazali görüryılmaz
Belle and Sebastian LateNightTales Vol. 2 Late Night Tales LateNightTales, 2001 tarihli Fila Brazillia seçkisinden bu yana günümüz sanatçılarının etkilendikleri müzisyenler ve öngörüleri çerçevesinde oluşturulan bir derleme albüm serisi. Yakın zamanda piyasaya sürülen bu derlemede, Glasgow’un gülleri ve şekerlik timsali twee’yi hayatımızın bir parçası haline getiren Belle and Sebastian, günün ilk saatlerinde güneşin doğuşunu izlemek için bize iyi bir neden sunuyor. 2006 yılında piyasaya sürülen ilk derlemelerine kıyasla daha belirgin şekilde hissedilir 26 şarkılık bir zaman yolculuğu söz konusu olan. Açılışı yapan, geçen sene kaybettiğimiz Trish Keenan’ın şahane grubu Broadcast’in ‘Ominous Cloud’u içimize az biraz umut aşıladıktan sonra The Wonder Who’nun surf-pop esintili ‘Watch The Flowers Grow’u eşliğinde dans etmeye başlıyoruz. Derken, Joe Pass’ın ‘A Time For Us’ı ve onun ardından gelen Mulatu Astatke’nin ‘A Man of Experience and Wisdom’ı ile Bill Murray ve haliyle Jim Jarmoush’u anıp, ‘Tudo Que Você Podia Şer’ ile Brezilya’ya ve ardından Marie Laforet’nin seslendirdiği, ‘Et Si Je t’aime’ ile Fransa’ya doğru yol alıyoruz. Surf-pop’tan, 70’ler romansına (“Birds of Space”), saykadelikten electronica’ya, cazdan 60’lara uzanan bu yolculuğun en büyük sürprizi Belle and Sebastian’ın, The Primitives klasiği ‘Crash’ini yeniden yorumlaması. Bir süredir Belle and Sebastian konusunda hayal kırıklığı yaşayan bizler için yeni bir şarkısı ile karşılaşmak çok hoş olabilirdi ama buna da şükür. beren özel
163
LPs
music
Toro Y Moi June 2009 Carpark Records İsmi lazım değil birini tanırım. Yıllarını fiziğin bitmek bilmez seviyedeki formül ve kanunlarını öğrenmekle geçirmiş, üzerine ihtisas yapmış ve hatta geldiği galeyan sonucu, dört yılını evinden kilometrelerce uzakta, bir dağ başında çalışarak geçirmiş. Bu pek muhterem dostumuz son bir yıldır bambaşka bir hayat yaşıyor. Alsak bu arkadaşı, desek ki ‘Dört yıl önce hayatın nasıldı, dök bakalım kağıda’ muhtemelen Toro Y Moi’nin bu ay Carpark’tan yayımlanan June 2009 albümüne benzer bir hissiyat ortaya çıkacaktır. Dört harflik, değer olarak da dört birime karşılık gelen dört kelimesini tek seferde söyleyebilirsiniz ama bu zaman zarfı içinde geçirdiğiniz değişimi maalesef tek şarkıyla anlatamazsınız. Bu gerçeğin farkında olan Toro Y Moi de yıllar önce yaptığı müziği sevenlerine bir iki single’la geçiştirmek yerine, koca bir albüm çıkararak detaylarını paylaşmak istemiş. Modern electropop sound’unun öncülerinden biri olan bu şirin adamın, elinde gitarı, yatak odasında yaptığı lo-fi kayıtları dinlemek oldukça keyifli. Müzikte retrospektif olmaz demeyin, şansınızı deneyin. gazali görüryılmaz
The Men Open Your Heart Sacred Bones Flying Lotus ve saz ekibi, son zamanlarda müzik adına ‘yeni’yi en çok arayan ve denemekten çekinmeyen gerçek sanatçılardan oluşuyor. Gerçekler çünkü içinde sonsuz malzeme bulunan bir kilere sahip olduklarının fazlasıyla farkında olan aşçılar gibiler. Yaptıkları yemekler her zaman radikal, her zaman lezzetli. Lapalux, yani Stuart Howard, Brainfeeder’a yeni katılanlardan. Essexli sanatçının mixtape’leri ve remiks’leri epey dikkat çekince, Los Angeles tayfası Brainfeeder onu ekibe katmak konusunda -hele ki Baths’ın Anticon ile anlaşması üzerine deneysel pop alanında bir kadro boşluğu da olunca- fazla düşünmemiş. ‘When You’re Gone’ EP’si yedi şarkıdan oluşuyor. Bir hayaletin sesini andıran vokaller, biraz R&B, biraz trip-hop, biraz saykadelik, biraz ondan, biraz bundan derken çeşnisi zengin, taze, genç ve bambaşka bir lezzet ortaya çıkıyor. Bazen ‘Moments’ ve ‘Gutter Glitter’in enfes vokal sample’ları üzerine inşa ettiği ritimler, bazen de ‘Yellow 90’s’ ve ‘Gone’ gibi diğerlerine nazaran daha deneysel parçalarla zihninizi ve kalbinizi esir alıyor. beren özel
Lotus Plaza Spooky Action at a Distance Kranky Bradford Cox’ın, Deerhunter ve Atlas Sound projeleri bir kaç seneden bu yana indie-rock’ın deneysel cephesinin ihtiyaçlarını tatmin etti ve şimdi de alanını diğer Deerhunter üyelerinin yan projeleriyle genişletmeye devam ediyor. Bunlardan biri de Cox’un egosantrizminin tam tersi tarafta sade, sakin ve gösterişsiz parçalarıyla Lockett Pundt’in solo projesi Lotus Plaza. Herhangi bir yenilik ya da fazla ayırt edici bir özelliğe sahip olmadan ortalama bir lo-fi rock severi mutlu edecek hemen her şeye sahip Lotus Plaza’nın müziği. Parçalarındaki bolca shoe-gaze etkisi, delay ve reverb ortadan kalktığında, gitar kullanımının indie ile ilişiği biraz kesildiğinde kolaylıkla 60’lardan ya da 70’lerden olduğunu sanabileceğiniz klasik rock parçaları bunlar. Güzel olsalar da öyle hemen akla kazınacak, çarpacak parçalar değiller. Daha çok gün içinde bir saatinize eşlik edecek, özellikle yaz akşamüstlerinde sakinleştirici etkisini gösterecek ve o bir saatin sonunda özel bir yere dokunmadıysa, hayatınızda yerini hemen başkasına bırakacak parçalar . seda niğbolu
Chromatics Kill For Love Italians Do It Better Night Drive’dan bu yana, daha ziyade Desire’a ve Glass Candy’e yoğunlaşan Johnny Jewel’ın Chromatics için verdiği beş yıl araya değdiği kesin. Yeni albümü için ekibiyle birlikte otuz altı parça kaydeden ve bunlardan yalnızca on yedisine albümde yer vermeye karar veren Jewel, en az Night Drive kadar karanlık bir italo-disco kaydına imza atmış. Sıra dışı olduğu kadar albümün genel ruh halini de güçlü bir biçimde yansıtan Neil Young cover’ı ‘Into the Black’ ile açılışı yapılan albüm, prodüksiyon anlamında grubun gösterdiği gelişimi de daha en başından dinleyiciye yansıtıyor. Ruth Radelet’in narin vokallerine verilen ekonun dozunun biraz daha arttırıldığı, gitarların ise ön plana çıkartıldığı Kill For Love içinse herhangi bir şarkı önerisinde bulunmak bir hayli güç. Zira bugüne dek yayınlanan Italians Do It Better kayıtlarını müzikal anlamda bir adım ileri taşıyan Kill For Love’da yer alan ‘These Streets Will Never Look The Same’, ‘Dust to Dust’ ve kapanışı yapan 14 dakikalık ‘No Escape’ gibi parçaların tadına varılabilmesi için yeni Chromatics albümünü baştan sona dinlemeli derim. vehbi görgülü
XOXO The Mag
EPs Audiofly Love Is A Drug Get Physical Music Uzun bir süredir dans müziğinin içinde olan Audiofly, 2004‘ten bu yana yüz bin milyar partide kitleleri silkelemenin yanı sıra, çok sayıda EP’nin de mimarı oldu. Bu plakları çeşitli etiketlerle yayınlamış olsalar da, Connaisseur ve Get Physical üzerinden ortaya koydukları işler çok daha çekici oldu. Bu subjektif söylem, aslında dans müziğinde Alman yapımı ya da Alman etkisi yüksek eserlerin üstünlüğüne inanan herkesin hislerine tercüman olabilir. Geç gelen bu uzunçalar, eleştirmenlerin yüksek beklentisi ile birleşince vasat ya da biraz üzeri gibi yorumları geçemedi. Eleştirilere hak verdiğim kadar, Audiofly’a bir nebze haksızlık yapıldığına da inanıyorum. ‘Love Is A Drug’a geldiğimizde, Audiofly’ın son dönemdeki Get Physical ısrarını sevinçle karşılıyoruz. Plağın bir yüzü 80’lerin Chicago house efendilerinden Robert Owens ve ile Los Angeleslı sanatçı Big Bully tarafından paylaşılmış. İlk parça görece daha karanlık. En tehlikeli, kimyasal ve uzak durulası uyuşturucunun aşk olduğunu anlatan sıkı bir dans parçası. Diğer yüzde ise daha yumuşak bir deep house örneği bulunuyor. emre doğan
Ellen Allien Galactic Horse BPitch Control Sahne performansları ve moda tasarımları kadar yayınladığı albümlerle ve kısa çalarlarla da adından sıkça söz ettiren Ellen Allien, iki şarkıdan oluşan yeni EP’si ‘Galactic Horse’u geçtiğimiz günlerde yayınladı. Berlin çıkışlı prodüktörün 2000’li yılların başında piyasaya sürdüğü ve ilham kaynağını Berlin’in sokak kültüründen alan ‘Berlinette’ gibi karakteristik işlere imza attığına şahit olmak son yıllarda güçleşmiş olsa da, ‘Galactic Horse’ Allien’ın müzik kariyerine yeniden ivme kazandıracak işlerin habercisi olduğunun sinyallerini veriyor. 2010 tarihli ‘Dust’, Allien’ın maceraperestliğini ve deneysellikten kolay kolay vazgeçmediğini kanıtlayan yakın dönem kayıtlarından biriydi. ‘Take Me Out’ ve ‘Need’den oluşan ‘Galactic Horse’ ise müzisyenin ustaca kotardığı bir formülle dinleyiciyi dansa davet ettiği, sürece kısa ve daha fazlasını istettiren bir çalışma. EP’nin açılışını kusursuz bir biçimde yapan ‘Take Me Out’ ve doğu ezgileriyle bezeli ‘Need’e şans verenler, bu şarkılar sonlandığında ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. vehbi görgülü
Softwar This Time Aroun Future Classic Hani bazen, yanlış bir şey yaptığını bilsen bile ‘o şeyi’ sürekli yapmak istersin. İşte bu EP de tam öyle bir çalışma. Bir kere dinledikten sonra başka bir şey dinleyemiyor ve sürekli başa dönmek zorunda kalıyorsunuz. Avustralyalı ikili Myles Du Chateau ve Jeremy Lloyd’tan oluşan Softwar, geçen sene yayımladıkları mini albümlerinden sonra şimdi de ‘This Time Around’u, leziz plak şirketi Future Classic’ten yayımladı. Açılışı, EP ile aynı adı taşıyan şarkı ‘This Time Around’la yapıyoruz. Şarkıda geçen ‘iyi hisset” temalı sözler, aslında bazı ‘şeylerin’ değerini ne kadar iyi bilsek de, bunun bir sonu olabileceğinin mesajını büyük harflerle beynimize kazıyor. İkinci şarkı ‘August’, Los Angeleslı Poolside‘ın kaleminden çıkmışa benzese de, ‘Taken Liberty’ ve ‘Darker’ şarkılarını dinlerken Softwar’un karanlık ama bir o kadar da sevimli ve rahatlatıcı tarafını görüyoruz. Bu dört/dörtlük EP hakkında yorumu sorulan Azari & III, ‘vur patlasın, çal oynasın’ derken ben ise, ‘ense tıraşı yerinde bir delikanlı gibisin’ diyerek onlara edebileceğim en büyük iltifatı gönderiyorum. onur büber
Siriusmo Doctor Beaks Rantanplant Monkeytown Modeselektor’ü canlı izleyen biri olduğum için, doğal olarak Monkeytown’dan çıkan bir EP’yi yermem mümkün değil, zaten yerilecek bir yanı da yok. Siriusmo, Berlin’de ikamet eden Moritz Friedrich adında bir müzik prodüktörü, graffiti sanatçısı ve illüstratör. Berlin’de bu gibi yetilere sahipseniz Modeselektor tayfası ile senli benli olmamanız için hiçbir neden yok. Daha önce yığınla EP’si ve single’ı mevcut olan Siriusmo, geçen sene yayımladığı Mosaik albümü ile birlikte vitesi iyice yükseltmişti. Şahsın, Boys Noize Records ile de bir geçmişi var ve Digitalism, Gossip, Simian Mobile Disco gibi isimleri remiks’leri ile şereflendirmiş. İşin ilginç yanı; kendisi için “Yaptığım her albüm içinde en fazla bir parçayı sevebiliyorum, gerisi ne yazık ki işe yaramaz” yorumunu yapması. Ben ise, ‘Doktor Beat’s Rantanplant’ için kendisi ile maalesef aynı fikirde olamayacağım. Techno, house, dub-step, hip-hop ve tüm bu türlerden tınıların kulağımıza çalındığı, kendine has bir sound’a sahip bir çalışma bu. Belki de Siriusmo’yu besleyen şey, kendini mütemadiyen beğenmemesidir, kim bilir? arda tümer
165
games, hazırlayan emre doğan
Beklediğimize Değecek Bu oyun için, bir saniye bile tereddüt etmeden ‘insanlık tarihinin en uzun zamandır beklenen oyunu’ denebilir. 2000 yılında Diablo II, hemen ardından da efsanevi expansion Lords of Destruction, RPG dünyasına bomba gibi düşmüştü. Ve 2001 yılında Diablo III’ün hazırlanmaya başladığı haberi çıktığında, biz daha sivilceli ergenlerdik. Aradan yıllar geçti, hayat gailesi yüzünden Diablo’yu unuttuk. Son iki senedir dedikodular hararetlendi, yeni karakter sınıflarını gösteren video ilk gösterildiğinde insanların içinde kıpırtılar yeniden alevlendi. Resmi kaynakların tarih konusundaki tutumu ise oldukça genişti: “Acelemiz yok; hazır olduğu zaman hazır olur!” Velhasılıkelam, Mart’ın 15’inde beklenen açıklama geldi, Mayıs’ta Diablo III’ün -nihayetçıktığı haberi resmiyet kazandı. Hikayemiz yine Sanctuary’de geçiyor. Siyah bir taşı ve kadim yazıtları kurcalayan bir hatun kişi, kötücül ve şeytani ne varsa hepsini kazara serbest bırakıyor. Sanctuary’yi kurtarma görevi de
kahramanımıza düşüyor. Karakter sınıfları gerçekten de bir kaç sene önce duyurulduğu gibi. Diablo II’nin gözdesi Necromancer yerine Witch Doctor var. Sorceress yerine Wizard gelmiş. Paladin’e denk bir şey yok ama ona yakın Monk var; dövüş sanatları konusunda uzman bir kutsal savaşçı. Bir de tabi, FRP’lerin olmazsa olmazı, Barbarian var. WoW’un yaratıcılarından, Diablo konusunda da çok sıkı bir çoklu oyuncu deneyimi bekleniyor. Detaylara uzun uzadıya girmeyeceğim, ancak oyuncular birbirlerini kesemeyecekler, sadece kooperatif görevlerde yer alabilecekler gibi görünüyor. Bir de korkutucu müzayede mevzusu var. Oyun parası ve gerçek para ile nadir yüzükler, az bulunan zırhlar ve eşi olmayan kılıçlar kim bilir ne kadar yüksek fiyatlara alıcı bulacak. Yazıya hoş bir latife ile son vermek istiyorum: Çok kötü oyun, bence oynamayın.
Diablo III [Pc, Mac]
Dışı Batılı İçi Japon Hem Diablo III’ü hem de bu oyunu aynı sayfalara yazmaktan daha acıklı bir durum varsa, o da tutması ve infaal yaratması çok zor olan bir Japon FRP’sinin Diablo III ile aynı zamanlarda satışa çıkması olabilir. Muhtemelen Diablo III’ün ne zaman çıkacağı konusundaki belirsizlik, Capcom’a oyunu piyasaya sürme konusunda cesaret verdi. Yakınlarda gelen açıklamadan sonra da, benim tahminim, Japon onur ve haysiyet anlayışının takvimde değişiklik yapmaya müsade etmediği yönünde. Balıkçı kasabasının birine bir dragon dadanır, kahramanımıza ‘seçilmiş’ olduğunu söyler ve kalbini söker. Bir mucize gerçekleşir ve adamımız ‘aydınlanmış’ olarak yeniden hayata döner. Kalp olayını ciddiye aldığından, dragonu bulmak ve intikamını almak üzere kendini maceranın kollarına bırakır. Açık konuşmak gerekirse kötü animelerde gördüğümüz, yok yere aşırı karmaşıklaştırılmış ve küçük numaraları büyük kurgu
harikaları gibi göstermeye çalışan senaryolar bile bunun yanında daha ilginç kalır. Oyunda dokuz karakter sınıfı bulunuyor, daha azı da yeterli olabilirdi. Orta çağ temasının hakim olduğu oyunun en kuvvetli yanı, söylentiye göre, iyi geliştirilmiş yapay zeka algoritmalarının NPC’leri iyi idare etmesi. Aslında bu Japon RPG’leri ile batı RPG’lerini kıyaslama bahsi 90’lara dayanıyor. Kültürel farklılıklar, birbiriyle örtüşmeyen beklentilere, değişik beklentiler de birbiriyle alakası olmayan ama aynı janra mensup oyun örneklerine neden oluyor. Yazının başından beri takındığım negatif tutumun temelinde de, batı FRP’lerine daha yakın duruyor olmam yatıyor. Ancak yapımcıların ettiği ‘hem batıda hem Japonya’da beğenilsin istedik, aradaki sınırı flulaştırmayı seçtik’ kabilinden laflar, ortaya çıkan oyunun gri bölgede sıkışmış bir çirkin ördek yavrusu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Dragon’s Dogma [PS3, Xbox 360]
İçimizdeki Harry Potter Konumuz, her fırsatta başarısızlığından dem vurduğum ve XBox’ın Kinect’inin yanında çok zayıf kaldığını anlatmaktan sıkılmadığım Move ürünü için bir oyun. PS Move batonu elinizde sihirli bir değneye dönüşüyor ve evinizin konforunda Harry Potter’cılık oynuyorsunuz. Pek yaratıcı olduğunu söyleyemeyeceğim. Bu arada Potter örneğini de kasten seçtim. Sorcery, hedef kitlesini tayin ederken kendini biraz Wii oyunu gibi hissetmiş sanırım. İlkokul çocuklarının bile herhangi bir travma yaşamadan, şiddete meyillenmeden, güvenle oynayabilecekleri bir aile oyunu olmuş. Zaten karakterimiz de (protagonist demeye dilim varmıyor) büyü sanatlarını hatmetmiş bir üstadın çırağı. Kabuslar Kraliçesi, yapılan kadim bir antlaşmayı bozmuş ve buyruğu altındaki karanlık arkadaşları dünyaya göndermiş. Bizim görevimiz de, karanlık(?) ‘Periler Hükümdarlığı’na gidip dünyayı yeniden aydınlığa kavuşturmak. Görüldüğü üzere hikayenin
derinliği de, seçilen isimler de anaokulu piyesi tutkunlarını hüsrana uğratmayacak cinsten. Tema içinde kulağa enteresan gelebilecek tek nokta, ortam ve hikayelerin kelt -özellikle de İrlanda- kültürüne sadık kalması olabilir. Tabii ilerleyen bölümlerde hiç leprechaun görünüyor mu, bilemiyorum. Oyunun enteresan olabilecek yanları da yok değil; gerçekten de elinizde tuttuğunuz bir çubukla düşmanlarınıza büyü fırlatmak enteresan olabilir. Ayrıca yapılan büyüler bir şekilde kombine edilip değişik büyüler oluşturulabiliyormuş. Yani mesela bir rakibi önce dondurup, sonra başka büyüler yaparak hızlıca safdışı bırakabiliyormuşuz. Uzun lafın kısası, anlatmaya çalışırken benim içim şişti, oynarken neler olur bilemiyorum. Kuzen, yeğen varsa etrafınızda, alın oynasın gariban.
Sorcery [PS3]
Tempolu Uzay Savaşları Başlığı görüp bir an benim gibi “Sonunda 70’lerdeki oyunları da yeniden yapmaya başladılar” diye düşündüyseniz, yanıldınız. Bu Starhawk’un o Starhawk ile belirgin hiç bir ilişkisi bulunmuyor. Ancak 2007’deki Warhawk’un devamı niteliğinde olduğu gönül rahatlığıyla söylenebilir. Çoklu oyuncu odaklı, tekerlekli ya da uçan araçların önemli rol oynadığı bir üçüncü şahıs nişancıdan bahsettiğimizi hatırlatıp, oyunun hikayesine geçelim. Gelecekte uzay kolonizasyonu başlamış, farklı gezegenler mesken tutulmuştur. Enerji ihtiyacı, madenlerde bulunan Rift ile karşılanmaya başlanmıştır. Çok doyurucu ve hesaplı olan bu enerjinin tek kötülüğü, madencileri mutantlara çevirmesidir. Bu mutantlar, kendilerinden başkalarının rift madenlerine girmesini istememekte ve hatta saldırganlaşmaktadırlar. Ortada kıymetli bir şey ve onu paylaşmak istemeyen iki taraf olan her durum gibi, bu gezegende de büyük ölçekli savaşlar başlar. Starhawk [PS3]
Kahramanlarımız ise ortada kalmış tipler ve aralarında bazı entrikalar var. Sıkıcı değil mi? Başta dediğim gibi, oyun çoklu oyuncu odaklı olduğundan asıl numara orada. Çok isterseniz Warhawk’un aksine, tek tabanca da takılabilirsiniz. Ama 32 kişiyle kapışmak çok daha cazip duruyor. Araçlardan da bahsedelim, asıl espri orada çünkü. Fiyakalı jet-pack’ler, iri robotlar, teknolojik jipler, süzülen diğer araçlar derken geniş bir varyeteyle karşı karşıya kalıyoruz. Beta testi yapan kullanıcılar oyunun temposunun oldukça yüksek olduğunu, modlarındaki çeşitliliğin doyurucu olduğunu ve bunların ışığında ortaya eğlenceli bir oyun çıktığını söylüyorlar. Ben onların yalancısıyım. Zaten bu tip oyunlar beni fazla açmıyor, ama türü içinde sağlam bir yeri olacağa benzer.
gözlük ferre tulum stefanel ayakkabı nike air/beymen blender
photographer ali yavuz ata fashion editor bahar kongel hair & make-up gamze güven model mari
tişört ve şort alexander wang/V2K designers ayakkabı converse çorap american apparel
tiĹ&#x;Ăśrt acne/V2K designers boxer dolce&gabbana/beymen kolye ve bilezik vintage saat nixon/beymen blender
ceket boy/beymen blender tiล รถrt sandro/beymen blender jean ipekyol
tiĹ&#x;Ăśrt wildfox/vakkorama pantolon tommy hilfiger
ceket vintage elbise massimo dutti
ceket v2k designers pantalon ve atlet zara
ceket boy/beymen blender jean ipekyol
Divinations (Oraculaire)
konuk sanatçı jompet hazırlayan defne ayas
İstanbul’un Doğu’sundan gelecek bilgi trafiğine açık bu bölümün üçüncü çalışmasını, Yogyakartalı Jompet ile yapıyoruz. Batılılaşma projesinin Güneydoğu Asya’daki modeli Endonezya’da, ‘modern ulus devlet’ projesini yerleştirmek için devlet mekanizmasını halka karşı konuşlandıran Suharto’dan nasibini almış, müzik ve sanat dünyasında, sömürgecilik tarihinden ilhamlı, bandolar, geçitler, tören alanlarında gösterilerle ilgili işler yaparak hayali, gölge bir alan arayışında Jompet... D.A. 12.4.12
Third Realm, 2011 Java’s Machine-Phantasmagoria, 2008 Java, War of Ghosts, 2009 Family Chronicle, 2010 Whispering Kala, 2011 Site of Gods, 2011 Third Realm, 2011 Long March to Java, 2010
La Touche Parfaite photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş hair artist serkan aktürk fashion editor assistant umut yıldırım photographer assistants erdi doğan, abdullah inal, ali kalyoncu post production sezer arıcı model daria ice models
elbise halston ayakkabı zara
elbise alexander wang
ceket chloé gömlek stella mccartney pantolon yves saint laurent ceket chloe giuseppe zanotti ayakkabı gömlek stella mccartney pantolon yves saint laurent ayakkabı giuseppe zanotti
ceket chloè pantolon cÊline
ceket balmain
deri ceket vakkorama
ceket maison martin margiela pantolon ve kemer yves saint laurent ayakkab覺 giuseppe zanotti
ceket dries van noten pantolon chlo矇 ayakkab覺 zara
gรถmlek topshop pantolon zara
agenda
KONSER
4
PATRICK WOLF
SANAT
4
DÜNYANIN ÇATISINDA UNUTULANLAR 9 Mayıs’a kadar
3-4 Mayıs
Fransız Kültür Merkezi
Salon IKSV
Bu sergiyi gezerken kendinizi keyifli bir pazar sabahı evinizde kahve içip National Geographic’te müthiş bir belgesel izliyormuşçasına mutlu ve heyecanlı hissedeceksiniz. 12 yıllık Asya macerasını şimdilik İstanbul’da sonlandırmış görünen Matthieu Paley gerçekten de Geo ve National Geographic gibi yayınlar için de çalışan bir fotoğrafçı. Bu serginin kahramanları çok fazla bilinmeyen bir topluluk. Kırgız göçebeleri. Dünyanın çatısı olarak anılan bir bölgede yani Afganistan’ın Wakhan geçidinde yerden 4200 metre yükseklikte zorlu bir yaşam mücadelesi veren 1000 kişinin ilginç, hüzünlü, heyecanlı ve gurur verici öyküsü bu. Paley’in 2000’lerin başında tesadüfen karşılaştığı Afgan Kırgızları’na duyduğu önlenemeyen merak duygusu işte bu nefis sergiye dönüşmüş durumda.
‘Ozan’ kelimesinin hakkını veren isimlerden biri Patrick. Hem yazıyor, hem besteliyor hem de söylüyor. Ve ortaya çıkan ‘şey’ kimsenin yaptığına benzemiyor. Tüm bu aykırılığına rağmen Patrick’in müziği de en az bir pop yıldızının ki kadar sevilebiliyor. Son olarak yaşadığı (ve yaşattığı) zedelenmiş pasaport faciası yüzünden İstanbul konserini bir gün erteletmesiyle gündeme gelen Wolf, IKSV ekibiyle arasını iyi tutmuş olmalı ki yine onlar vesilesi ile bize doğru yola çıkma hazırlığında. Ancak bu kez ciddi bir farkla, akustik bir performans sergilemek için. Eh, Salon’un cool atmosferine de bu yakışırdı doğrusu. İlk albümü Lycantrophy’i sadece 16 yaşında yayınlamış bir cevherin sahnede neler yapabileceğini düşünün ya da onu daha önce izlemiş birine neler yaşadığını sorun…
KONSER
5
KONSER
BBC FİLARMONİ
3
CHE SUDAKA
14 Mayıs
İş Sanat Kültür Merkezi
23 Mayıs
Bu ay bakalım hangi konserler kapalı gişe olacak diye düşünürken aklımıza önce İş Sanat sonra da mekanın Mayıs ayı programı içinde adeta ışıldayan BBC Filarmoni konseri geldi. Birleşik Krallık topraklarında uzun (evet çok uzun 1934’ten beri) senelerdir saygı ve aynı oranda büyük bir sevgi ile takip ediliyor. Bu başarı onların uluslararası arenada da kendi alanlarında ön saflarda yer almasını sağladı. Daimi şef Gianandrea Noseda’ya gözyaşları içinde veda eden BBC Filarmoni’nim başında şimdi Juanjo Mena var. Bakalım bu birliktelik yaklaşık bir kuşağı hop kaldırıp hop oturtan Noseda’yla olduğu kadar başarılı olacak mı? Gelelim soliste… Onu İstanbullu klasik müzik severler yakından tanıyor. Daha önce de çok kez yolumuzun kesiştiği Sol Gabetta…
İspanyol müzisyenler taşıdıkları DNA’nın kırmızı rengini, ateşini ve neşesini olduğu gibi müziklerine ve sahnelerine aktarabiliyorlar. Che Sudaka’da doğuştan gelen bu yeteneği avantajına çevirmeyi başarmış bir ekip. Altı Güney Amerikalı düşünün. Aman hayır! Aklınıza hemen İstiklal’de ateş dansı yapan kızılderililer gelmesin. Onların zaten hiçbiri gerçek değil. Latin’in alternatifi olur mu diye de düşünmeyin olur. Onların şansı Manu Chao ile ortaklaşa yaptıkları çalışmalar sayesinde daha popüler hale gelmeleri olmuş. Latin müzikten hoşlanmayanlar zaten hemen bir sonraki yazımıza geçsinler ama beni tutar diyorsanız 2010’da İspanya’da En İyi Dünya Müziği yapan grup seçilen Che Sudaka’ya ajandanızda bir yer açın ya da en azından bunu deneyin.
garajistanbul
XOXO The Mag
konser
3
RUSTIE 5 Mayıs Babylon
Dubstep aldı başını gidiyor. Onu kimsenin durdurabilmesi de bu noktadan sonra pek mümkün değil. Günümüzde ana müzik akımlarının arasına sıkışıp kalmış yüzlerce türden biri olmasına rağmen, kısa bir zaman zarfında rakiplerini açık ara farkla geride bıraktığını ve adeta küçük bir ana akım haline geldiğini de kabul etmemiz gerek. Haliyle bir süre sonra hemen her ülke kendi Dubstep yıldızını yaratmanın yollarını aramaya başladı. İskoçya’da bu sorunun yanıtı olarak sokağa çıkan her 100 kişiden 90’ı aynı cevabı veriyor olmalı: Rustie! Genç olduğu kadar da dinamik olan adamımız Rustie, geçen sene yayınladığı ilk albümü Glass Swords, electronica ve garage türleri arasında mekik dokurken ait olduğu türü nasıl değerli bir mücevher gibi koruyor bilmek ister misiniz?
KONSER
3
65DAYSOFSTATIC 12 Mayıs Bronx
SANAT
İstikamet İngiltere. Zaman makinesindeyiz. Kemerlerimiz bağlı. Dijital saat 2004’ü gösteriyor. Boşluğa doğru uçuyoruz. The Fall of the Math albümü henüz yayınlanmış. Sahnede gencecik bir ekip var. Tecrübeleriyle kıyaslandığında yaptıkları zor ve gürültülü müziğin hakkını fazlasıyla veriyorlar. Progresif rock’ın zamanında en genç temsilcilerinden biri olan 65daysofstatic onları o dönem destekleyen eleştirmen ve müzisyenlerin heyecanını boşa çıkarmadı. Peşpeşe yayınladıkları albümler kendi alanında fazlasıyla kişi tarafından dinlendi ve sevildi. The Cure grubunun efsane solisti Robert Smith onları 2007 turnesine bile bizzat davet etti. Bizlerse tüm bu tantanaya rağmen onları ilk kez İstanbul’da izliyor olacağız. Türün meraklılarına önemle duyurulur.
4
JOCHEN PROEHL/UNEARTHED 10 Mayıs’a kadar CDA Projects
Çocukluğumuzda bir şarkı vardı… ‘Sen hiç gördün mü üç kulaklı bir adam?’ Görmemiştik elbette… Ama yine de bu komik şarkıyı ezbere söylemek hoşumuza giderdi. Benzeri bu soruyu bu sergi için uygulayabiliriz aslında. ‘Sen hiç gördün mü İstanbul’suz İstanbul?’ Bu soruya ne yanıt verebilirsiniz? CDA Projects’te geçen ay başlayan Unearthed adlı sergisiyle sanatçı Jochen Proehl bu soruya kendince yanıt arıyor ve bulduğunu da sizinle paylaşıyor. Serginin en ilginç yanı fotoğrafçılığın en eski yöntemlerinden biri olan camera obscura yani ışığın kameraya bir mercekten geçerek girmesi yerine toplu iğne deliği büyüklüğündeki bir delikten geçerek girmesini sağlayan bir teknikle oluşturulmuş. İstanbul’un tüm zamanı bir arada. Hem de tarih ve uygarlıklar ortada olmadan. 197
agenda
SANAT KONSER
4
CLARINA BEZZOLA/TERSYÜZ 10 Mayıs’a kadar
DEATH IN VEGAS
Galeri Zilberman
12 Mayıs Babylon
Hunter Stockton Thompson 1971 yılında edebiyat alemini bir nefesle yerle bir eden romanı ‘Fear and Loathing in Las Vegas’ı yazarken onları dinleyebilseydi belki de her şey bambaşka olacaktı. Saykadelik ve elektronik tınlayan müthiş rock grubu Death in Vegas değişmez üyeleri Richard Fearless ve Tim Holmes ile birlikte İstanbul semalarına konuk oluyor. Özellikle endüstriyel türlerden etkilenerek yola koyulan ikilinin klasik rock’tan tekno’ya kadar uzanabildiği herkesin malumu. Yola ilk koyulduklarında Dead Elvis adını tercih eden ama daha sonra Death in Vegas’a dönüşüveren Richard ve Tim, geçen sene yayınlanan ‘Trans-Love Energies’ sonrasında başladıkları turneye hala devam ediyor. Bunun ilk Türkiye performansları olacağını da eklemeden geçmeyelim.
SANAT
4
4
Bir sergiyi Art Basel’den daha önce gezebilecek kadar şanslı olduğunuzu hiç düşündünüz mü? Eğer düşündüyseniz oldukça öngörü sahibi olduğunuzu bilin. Zira Galeri Zilberman’daki Tersyüz’ü gerçekten Art Basel’den önce İstanbullu sanat severler izliyor olacak. Sanatçı Clarina Bezzola, tek bir disipline bağlı kalmadan sanatın hemen her türünden olabildiğince faydalanmayı seven biri. Aynı anda bir ressam, bir heykeltraş hem de bir müzisyen olan ve her üç kimliğinin de hakkını vermeyi başaran sanatçının çıktığı içsel yolculuk bize Tersyüz olarak geri dönüyor. Onun sayesinde kendimize bir ayna tutuyoruz. Ama bu aynada her şey düşündüğümüzden çok çok daha büyük! Bu yüzden egonuzu buralarda ararken iki kere düşünün deriz.
KONSER
3
SUZANNE VEGA
HORASAN LABİRENT
22-23 Mayıs
19 Mayıs’a kadar
Salon IKSV
Pi Artworks Galatasaray
Horasan’ın yeni sergisi ‘Labirent’ sanatçının yakın takipçileri tarafından daha görülmeden tanıdık hissi verecek gibi görünüyor. Sanatçının uzun süredir ilgiyle takip edilen ‘Çarpışma’ serisine yeni bir halka daha böylece eklenmiş oluyor. Horasan’ın diğer sanatçılarla girdiği dolaylı ya da doğrudan iletişimin bir neticesi olarak ortaya çıkan seri, sert ifade şekline zıt olarak sunduğu renklerle bizim de hafızamızda önemli bir yere sahip. Labirent de bu temeller üzerinde hareket eden bir sergi. Pi Artworks sanatçının işlerini bu sezon gerçekleşecek Art Dubai’ye de taşıyor. Bu sergiye eş zamanlı olarak Beyrut’ta da kişisel bir sergisi olacak.
80’leri efsane statüsünde kapatan ve İngiltere’de her albümüyle zirveyi zorlayan bir yıldızın belki de gönülden isteyerek pop listelerden elini eteğini çekmesine her zaman rastlamıyoruz. 1987’deki Solitude Standing ve 1990 tarihli Days of Open Hand albümleri o kuşağın bir parçası olan ve gerçekten nitelikli ‘pop’ müzik dinleyen hemen herkesin arşivinde yerini almıştı. Ama daha sonra bildiği yoldan gitmeye karar verdi Vega. Alternatif rock ve folk müziğe ağırlık verdi. İşte o zaman o nankör ‘pop’ alemi onu hemen unutuverdi. Sanatçı o gün bugündür yoluna emin adımlarla devam ediyor. 2010 yılında başladığı Close-Up serisinin dördüncüsünü bu ay yayınlayan Vega albümün tanıtım turnesi kapsamında bize de göz kırpıyor.
XOXO The Mag
SANAT
4
CELINE CONDERELLI/ YAŞANMAZLIKLA ÇEVRİLİ 31 Aralık’a kadar SALT Beyoğlu
Bu çalışma yukarıdaki tarihinden anlayacağınız gibi hemen bitmiyor. Ama yine de milletçe geleneksel son dakikaya bırakma huyumuz saklandığı yerden çıkarsa kaçırmamız ‘kaçınılmaz’. Bu yüzden Mayıs programınıza alın ki siz sağ biz selamet… Gelelim serginin içeriğine; SALT Beyoğlu’nda yer alan Forum için kurgulanmış ilk enstalasyon olmasıyla dikkatleri çeken ‘Yaşanmazlıkla Çevrili’ sosyalleşme, bilgi paylaşımı, dinlenme ve çalışmaya uygun alanlar sunmasıyla gözlerimizi yuvalarından oynatmayı başarıyor. Condorelli’nin müdahalesi ile Forum’da bulunan danışma bankosunun işlevi ortadan kalkıyor ve karşımıza çoklu oturma planları çıkıyor. Böylece siz de SALT Beyoğlu’na yeniden ve yeniden girmek için yeni sebepler elde etmiş oluyorsunuz. Hayırlı olsun.
KONSER
5
TORD GUSTAVSEN 15 Mayıs CRR
Bu ay gerçekleşen konserlerin oluşturduğu dalgalarla mücadele ederken tanıdık yüzlerle karşılaşmak bizi mesud ediyor. İşte onlardan biri, hüzünlü halleri ve bebek yüzü ile tüm genç hanımların gözdesi olan piyanist Tord Gustavsen! 2008 yılında kariyerine kendi adını taşıyan ensemble yeni bir ivme kazandıran Tord’un bu konseri bittiğinde ardında yine kırık kalpler bırakacağına şüphe yok. Davulda Jarle Vespestad, kontrbasta Mars Eliertsen ve saksafonda Tore Brunborg’un ona eşlik edeceğini de ekleyelim. Gustavsen’in müziği ile ilk kez bu konserle tanışacaksanız öncesinde 2003 tarihli Changing Places ve 2009/2010 yıllarında kaydettiği Restored, Returned albümleriyle keyifli bir hazırlık yapmanızda fayda var.
SANAT
5
NEVİN ALADAĞ/SAHNE 27 Mayıs’a kadar ARTER
Mayısın sanat ajandasında karşılaştığımız en farklı işler muhtemelen Arter’de sergileniyor. Nevin Aladağ ‘Sahne’ adını verdiği bu sergide tamamen yapay saç kullanarak yarattığı sahneleri sunuyor. Sadece yapay saç kullanılarak yapılmış bu birbirinden farklı renkteki perdeler uzaktan bakıldığında birer saç modeli gibi görünüyor. Bu sahnelerin her birinin isimleri de var. Camgöbeği, Siyah ve Beyaz, Platin Sarısı, Kestane ve Bakır Kızılı, Kızıl, Koyu Kahve ve Açık Mavi. Kendinizi bir güzellik salonunda hissettiniz değil mi? Serginin en ilginç yanıysa kendinizi en yakın hissettiğiniz kadına/sahneye yaklaşabilir ve onun bir parçası ya da oyuncusu olabilirsiniz. Kafanızı karıştırmadan aklınızdan ilk geçeni seçin. 199
NEW PLACES ADDED...
360 49 21 8 Istanbul ADA MÜZİK AL JAMAL All Sports Ara Cafe ARTLIMITS ARZU KAPROL Assk Cafe BABYLON BABYLON Lounge Backhaus BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON Bebek Kahvesi BEBEK KORU KAHVESİ BEJ BEYMEN BRASSERIE BLOOM BuIldIng BUKA BUTİK CAFFÈ NERO Casa Dell’arte CasIta Cezayir CORVUS Cuba Cuppa ÇOKÇOK DAI PERA Da MarIo DelIcatessen DELIRIUM Derin DIZZIA Dükkan Burger ECE AKSOY ELİPSİS FLAVIO GALATTA BRASSERIA Galerist GARAJİSTANBUL GATE Ghetto GÜNSELİ TÜRKAY TATTOO Gezi Pastanesi Gölge Cafe Groove Haaz HabItat HAPPILY EVER AFTER Harvard Cafe HelvetIa HIllsIde CIty Club Etiler HIllsIde CIty Club İstinye HOME ROOM THE House Apart THE House Cafe THE House Hotel Istanbul CulInary INSTITUTE ISTANBUL MODA AKADEMİSİ JUKEBOX JOURNEY KAF:F KAKTÜS Kantin Kiki Kırıntı KItchenette KÖŞE BRASSERIE Kulp La BrIse Lastik Pabuç LaUndromat Lazy BoutIque LE PAIN QUOTIDIEN Leb-i Derya LEBLON LİLİ PUD Lokal Lucca LULU’S Lush Hotel LUX Mahalle MangerIe MANO BURGER MASA MATCHBOX Mavra MESTA Meyra MEZZALUNA MIDNIGHT EXPRESS MIdpoInt MİNYON MIss PIzza Momo MONO CAFE BRASSERIE MÜGE ERESİN Münferit NAR PERA NON GALERİ OFF PERA OlIvIa Otto Santral Otto Sofyalı Otto TÜnel OUTLET Pandora Kitapevi ParIsTexas Patika Kitabevi PI ARTWORKS PIcante PILOT PIola PLIEÉ PoInt Hotel Porte QUE TAL Rafineri REASURANS GALERİ ROBINSON CRUSOE ROOK Salomanje SALT BISTRO SİMAY BÜLBÜL Simurg Kitapevi Smyrna Soda Sosa Sugar SPOIL RESTAURANT Susam SushIco SUSHI EXPRESS Şimdi/Now Tabe Kıyamet Tamirane TAPS TGI FrIday’s Touchdown TRIBECA Ugly ULUS29 Urban Ümit Ünal Vogue W-HOTEL WhIte MIll WITT SUITES ISTANBUL YILDIRIM ÖZDEMİR Zanzibar Zazie Zencefil
On top, ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag