XOXO The Mag/November 2012

Page 1






cover guest chanel iman photographer mike rosenthal cover wardrobe chanel

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Gazali Görüryılmaz, Sedef Kırdök, Aslin Kumdagezer, Dinçer Şirin İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Irmak Nur Sunal Fotoğraf Editörleri Sezer Arıcı, Emir Sarısaç Katkıda Bulunanlar Farah Aksoy, Merve Arkunlar, Roxane Ayral, Mahizer Aytaş, Bihter Ayyıldız, Uğur Babürhan, Onur Büber, Ece Candan, Pelin Çakar, Sarp Dakni, Emre Doğan, Erdi Doğan, Güneş Engin, Zeynep Erdem, Can Erker, Gülüm Erzincan, Merve Evirgen, Serap Gecü, Vehbi Görgülü, Hatice Gökçe, Abdullah İnal , Özgür İnceoğulları, Ayşecan İpek, Ali Kalyoncu, Yalım Kartal, Yannis Kyriazos, Müjde Metin, Cem Mirap, Seda Niğbolu, Refik Özcan, Beren Özel, Ceren Palaz, Jason Rodgers, Viva Ruiz, Derin Sarıyer, Aylin Sökmen, Arda Tümer, Erman Ata Uncu, Emre Ünal, Onur Yazıcı Reklam 123@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9

XOXO The Mag


CONTENTS

MORE 18... Kazanan Formül Senaryodan Koleksiyon yazı özgür inceoğulları

COVER

20... Herkes Dahil Olmak İster

112…Chanel Iman

YouTube'da Fenomen Olmanın Yolları yazı seda niğbolu

28... Almost Alice Maggie Taylor'ın Büyülü Hayal Alemi yazı aylin sökmen

INTERVIEW 22... Hakan Mandalinci Gandhi Mac Kullanırsa röportaj dinçer şirin

36... Formafantasma Folklorik Tasarımların Yaratıcıları röportaj sedef kırdök

48... Pelin Esmer Belki de Suçlarımız Birikmiştir röportaj ermen ata uncu

60... Mirgün Cabas The Gentlechief röportaj refik özcan

68... Erinç Seymen Dikkat Eşiğinin Sınırlarında röportaj dinçer şirin

82... Jean Noel Bioul Sponsorlukları Ayarlama Enstitüsü röportaj cihan şerbetcioğlu

138... Kembra Pfahler Üçüncü Bahar röportaj viva ruiz

40... Carine Roitfeld for M.A.C

FASHION

Gözü Dumana Katmak

12... Özlü İfade Zekanın Ruhudur

yazı ayşecan ipek

54... Kapı Birden Vuruldu

Moda, İnsanın Kendine Yakışanı Tweet'lemesidir. yazı hatice gökçe

Keret'ın Mürüvveti yazı ima traum

14... Mad As A Hatter

ART & DESIGN 52... Saf Fikrin Peşinde Adriana Rodrigues röportaj can erker

86... Berlin in Berlin hazırlayanlar aslin kumdagezer & farah aksoy

98... Kusurluluğu Doldurmak Bir Absolut Blank Hikayesi yazı derin sarıyer

74... Mario Bava

Başımıza Gelenler yazı aslin kumdagezer

Çok Şey Bilen Adam yazı sarp dakni

64… Born To Be Sold Out

110... Mevsim Bir Diziyse

H&M x MMM yazı ceren palaz

Başrolde Bal Kabağı yazı cem mirap, pelin çakar

100... Bir Yaz Sezonu Rüyası

180... Games

yazı ece candan

hazırlayan emre doğan

MUSIC 44... The Mountain Goats

127... Bone China photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş

Hayata Tutunabilmek

146... Make-Up (Your Mind)

56... The Wallflowers

yazı beren özel

Dylanların En Küçüğü

photographer sezer arıcı make up gülüm erzincan

röportaj merve evirgen

160...Nomad Vagabond

94... The Killers

photographer emre ünal

Milli Marşın Indie Hali yazı seda niğbolu

fashion editor mahizer aytaş 5


2005, lesa hollen & leone thierman ©

HIBERNATION IS A STATE OF MIND HAYATIN KARARDIĞI GÜNLERDE OLABİLİRİZ. ARTIK NEYİN NE OLDUĞUNU DA SEÇEMİYOR OLABİLİRİZ. GÜN GEÇ BAŞLAYIP ERKEN BİTİYORDUR, DEĞİŞEN SAATLER OLMASA DA, GÜNLER YETMİYOR OLABİLİR. KÜÇÜK BİR DERT OLARAK, ÜZERİMİZDEKİLERİN KALINLAŞTIĞI FİKRİNE DE ALIŞAMIYOR OLABİLİRİZ. SONSUZ ÖRNEKLE DEVAM EDEBİLİRİM. AMA TABİİ, YAZININ GİDİŞATINDAN ANLAYACAĞINIZ ÜZERE, BUNUN TERSİ, ÇOK BASİT BİR ÖNERMEM VAR. BIRAKIN O MODERN ÇAĞ SORUNLARINI, BUGÜNE KADAR NASIL GELDİYSENİZ ÖYLE DEVAM EDİN, HEM DİREKT ANLAMIYLA HEM DE İSTERSENİZ DERİN BİR METAFOR OLARAK; YAZLIKLARI KALDIRIN, KIŞLIKLARI ORTAYA ÇIKARIN. BIRAKIN GEÇMİŞ OLANA DAİR HAYIFLANMALARI, YENİDEN YENİYE BAKIN, TAM KARŞINIZDA. NOVEMBER IS A MONTH OF MODELS İLGİNÇTİR Kİ, YENİ OLANLA İLGİLENİN DERKEN, ASLINDA KENDİMİZİ TEKRAR ETTİĞİMİZİ FARK ETTİM. EH TABİİ, YAYINCILIK BİR NEVİ, AYNI YOLLARDAN BAŞKA ŞEKİLLERDE, BAŞKA İNSANLARLA, BAŞKA MOTİVASYONLARLA GEÇMEKSE, TEKRAR EDİYOR OLMAKTAN KORKMAMIZ LAZIM. NEYSE, BİZİMKİSİ, KASIM AYLARINDA KAPAK KONUKLARIMIZIN MODEL OLMALARI. 2010 KASIM’DA DİDEM VE BERİL’LE, SONRA 2011 KASIM’DA TUBA’YLA DEVAM EDEN BU “GELENEK”, BU AY DA CHANEL IMAN’LA DEVAM EDİYOR. GELECEK SENE BANA HATIRLATIRSANIZ, GELENEĞİ BOZMAMAYA ÇALIŞACAĞIM (AĞUSTOS GİBİ HATIRLATSANIZ YETERLİ).

BU KIŞ FALA İNANMAYIN, FALSIZ DA KALMAYIN.

P.S. DUDES, I LOVE ROLEX DATEJUST II.

OLGA ŞERBETCİOĞLU


ZAMAN SENİNLE


Nişantaşı İstinye Park

Hermes.com


ZAMAN SENİNLE


ZAMAN SENİNLE



Fashıon

ÖZLÜ İFADE ZEKANIN RUHUDUR

Moda, İnsanın Kendine Yakışanı Tweet'lemesidir yazı hatice gökçe illüstrasyon yalım kartal

Yeni nesil iletişim aracı diye tanıtılan ama eskileri de içine alan, karşı konulmaz bir mecra Twitter. 140 karakterle anlamaya, anlatmaya çalışıyoruz. Tanımadığımız insanlardan nefret ediyoruz ya da tanımadığımız insanları seviyoruz. Sağduyuyu kaybedip sonra da arıyoruz. Sanki her an ayaklanabiliriz. Yazmayı unutuyoruz. Her şeyi kısaca anlatıyoruz. Twitter’da edebiyat yapıyoruz, Twitter’da siyaset yapıyoruz, sabrı zorluyoruz. Haksız kazanç elde ediyoruz. Sömürüyor, sömürülüyoruz. Haksız güç elde ediyoruz. Doymuyoruz. Doyurmuyoruz. Daha çok biliniyor, daha çok biliyoruz. Daha çok takip ediliyoruz. O sundu diye inanıyoruz; hemen kabul ediyoruz. Ona tapıyoruz. Bağımlıyız, onsuz yapamıyoruz. Her şeyi hemen anlıyoruz. Aşağılıyoruz, hatta yerin dibine sokuyoruz. Provoke ediyoruz. Hayran oluyoruz. Aslında bir şeyi iyi kullanmak için bir kültürünün oluşabilmesi için zaman geçmesi gerekirken, biz zamanla yarışıyoruz. Her şeyi söylüyoruz ama hiçbir şey söylemeyebiliyoruz. Dili kirletiyoruz. Spekülasyona açık ortamda paylaşıyoruz. Çok cesuruz. Şu sıralar ondan vazgeçemiyoruz. Kısıtlı alanlarda harikalar yarattığımız düşünülürse, yönetmen Lars von Trier’in verdiği bir röportajda “kısıtlamaların kesinlikle yaratıcılığı artırdığı” sözleri Twitter’a uyarlanabilir mi? Mikro blogging, yaratıcılığı körükleme potansiyeline sahip; bu bir gerçek. Ama aynı zamanda sömürülmeye de müsait. Derdimizi kısaca anlatabilmek aslında çok basit gibi görünürken, doğru içerik üretebilmek için ne gerekli? Doğru içerik kaygılarımız sürerken, ‘500 milyon Twitter kullanıcısı günde 175 milyon tweet üretiyor’ bilgisini okuyunca, gündemin nabzının Twitter’da attığına emin olabiliriz elbette. Twitter kullanımı böylesine büyük bir hızla yaygınlaşırken moda alanında da etkisini göstermesi kaçınılmazdı. Son zamanlarda yapılan araştırmalarda sadece siyasetçilerin Twitter kullanımı incelenmiş. Oysa Twitter’ı görsellerle zenginleştirerek en aktif şekilde kullanan moda tasarımcıları hakkında henüz bir araştırma bulunmuyor.

Halbuki moda tasarımının etkisinde olan tüm yan sektörler Twitter’da oldukça aktif. Bu kadar çok farklı sektörün moda ile ilişki kurup işbirliği yapması bu aktif olma halinden kaynaklanıyor olsa gerek. Her gün, büyük bir yarış halinde tasarımcıların birbirinden ilginç işbirliklerine imza attığına şahit oluyoruz. Bu yazdıklarımdan ilerlersek ve bir ara sonuç olarak çıkarım yaparsak, genel olarak sosyal medyada 4 tür tepki var: Beğeni, paylaşma, yorum yapma ve tepkisizlik. Bütün bu tepkilerin moda için incelenmesi enteresan bir sonuç ortaya çıkarabilir. Modanın arzuladığı değişim bu sonuçlarla başka bir boyuta taşınabilir. Moda bu araştırmayı kesinlikle hak ediyor. Dünyada ve Türkiye’de moda tasarımcılarını kimler takip ediyor? Neye göre ve neden takip ediyor? Sonuçta ne elde ediliyor? Bunların cevapları merak konusu. İçerik ve zaman denetiminin olmaması Twitter’ı özgür kılan bir üstünlük. Görünen o ki en çok sömürülen alan da moda. Bu kadar çok konuşulan, bu kadar çok paylaşılan modaya dair her şeyin gün gelip değerini yitireceği gerçeği de çok aşikar. Twitter’da içeriği üreten tüketici, moda tasarımında ise içeriği üreten tasarımcı. Moda tasarımında yönetici moda tasarımcısı. Twitter’da ise bir yönetici görünmüyor. Meydan boş. Cesaret hapı yutmuş kullanıcı, kendi beğenisini evrensel bir değer olarak görüp gönlünce yorum yapıyor ve aldığı cesaretle Twitter’ın yarattığı bir uzmana dönüşebiliyor. Güvencesi ise takipçi sayısı ve takipçilerden aldığı güç oluyor. Bir güç arayışının ötesinde sosyal medyada iletişimin, doğruluk ve sorumlu davranış üzerine kurulması çok önemli. Toparlarsak, moda tasarımı herkesin yapabildiği bir meslek olma yolunda hızla ilerlerken bu kadar kolay ifade edilişi ise mesleğin itibarını yok ediyor. Herkesin blogger olduğu, herkesin modadan çok iyi anladığı, herkesin çok iyi fotoğraf çektiği bir dönemde Twitter ciddi bir kirlilik yaşıyor. Asıl tehlike yüzeydedir. Twitter da yüzeydedir o zaman…

XOXO The Mag



FASHION

MAD AS A HATTER

Başımıza Gelenler yazı aslin kumdagezer illüstrasyon güneş engin

Statü, dini inanç ya da sadece bir aksesuar... Şapkalar insanlığın ilk günlerinden beri etrafımızda oldu. Tam olarak belirtmemi isterseniz 16. yüzyıldan bu yana başımızın üzerinde. Hristiyan dünyasının dayatmasıyla başlayıp, Milanolularının elinin değmesiyle kaçınılmaz bir şekilde moda furyasına dönüşen, inişli çıkışlı kariyerinde asla tarihin tozlu sayfalarına karışmayan nadir aksesuarlardan. En unutulmaya yüz tuttuğu dönemlerde bile soğuk havaların kafamıza taşıdığı şapkalara koca bir sayfa ayırma nezaketini gösterme sebebimiz ise geride bıraktığımız moda haftaları. Çıktıkları her defilede rol çalan, gelecek sezon biz istesek de istemesek de orada olacaklarını bağıran, tüm tasarımcıların el birliği etmişçesine sınırlarını zorladıkları tasarımların ardından resmi olarak 'şapkasız çıkmam' sezonu açıldı. Kıyafet ya da aksesuardan çok, giyilebilir (zaman zaman giyilebilir mi diye de sorduğumuz) sanat eserlerini kafamızda taşımamıza henüz birkaç ay varken şapkayı niteleyenleri kafamdan geçirmeye başladım. Şapkadan tavşan çıkarma noktasına vardığımda şapka meselesinde boyutun önemli olduğu kanısına vardım. Belki de tamamen beyaz perdenin bilinçaltıma kazıdığı bir varsayımdı. Ama gözlerimi kapattığım anda bütün kötü karakterlerin büyük şapkaları olduğu gerçeği çıkıverdi su yüzüne. Masumlarsa genelde ya 'başıboş' bırakılan ya da daha mütevazı boyutlarda şapkalara layık görülen karakterlerdi. İşlevine baktığımda ters orantı kaçınılmazdı. Büyük gösterişli şapkaların karakterin kötülüğünü vurgulamaktan ve büyük ihtimalle boyun ağrısına sebep olmaktan başka işlevi yokken iyi kahramanlarımızın küçük şapkaları kritik bir anda aranan bir silah kadar keskin, gerektiğinde bir kalkan gibi koruyucu

olabiliyordu. Konudan saptığımı düşünenler için bir parantez açmak isterim, bu sezon şapkanızı seçerken bu satırlar bilinçsizce aklınızdan akacaktır... Ve hepimizin eli yukarıdaki açıklamaları hiçe sayıp büyüğüne daha büyüğüne erişmeye çalışacak. Sonuçta insanız; güce ve gösterişe zaman zaman yenik düşeriz. Başınıza geleceklerle ilgili ilk seçimi yaptıktan sonra, hala kitlesel bir ikileme sebep olan şapkaların da aksesuar dünyasında ayakkabı ve çanta gibi vazgeçilmez olup olmadığı durumunu ele alalım. Tarafınızı seçmeden önce yazıyı yarım bırakma pahasına da olsa sezonun şapkalarına bir kez daha göz atmanızı tavsiye ederim. Uzaktan baktığımızda gözlerimizi kapatmadan hayal görmemize neden olan, kafamıza geçirdiğimizde gözlerimizi kapatıp gerçekleri görmemize engel olan şapkalar, masal dünyasından fırlamış, Çehov’un öykülerindeki karakterler gibi, hikaye sona erdiğinde bağımsız yaşamlarına kavuşan başrol oyuncuları yaz sezonu defilelerinde. Sanatın özünün, her bir egonun diğerine karşı hissettiği tiksintinin nasıl alt edildiğine bağlı olması gibi, alt ediyor, saklıyor egolarımızı sezonun tabir-i hayli caiz sanatsal şapkaları. Hangi tarafta olduğunuzun bir önemi yok, kafanızı kurcalayan tüm sorunları bu yaz kocaman bir şapka ile kapatıp, 'kafama şapkadan başka bir şey takmam' diyeceğiniz bir yaz sezonu var önünüzde. Yazı, yaz sezonu şapkalarıyla alakalı olsa da önümüzde bekleyen kış sezonunda da başınızı sıcak tutacak, gösterişi de elden bırakmayacak, egonuzu perdeleyecek kadar büyük birkaç modeli gardırobunuzda bulundurmanızı tavsiye ederiz.

XOXO The Mag


15


MAGAZINE

Yeşİl SAHADA YENİ SEZON TRENDLERİ

The Green Soccer Journal

Futbolun holiganizm ile olan bağlarından maçoluğuna kadar tüm kötü alışkanlıkları konuşulup, üzerine ismi küfür de olabilen gazeteler çıkarılırken, The Green Soccer Journal bir futbol dergisinin edinebileceği dilin sınırlarını genişletiyor. Bu açıdan karşımızda tüm haşmetiyle bir futbol dergisi duruyor. Adam Towle ve James Roper'ın başının altından çıkan bu proje, futbolun girişimci ve yaratıcı ruhunu geri çağırırken futboldaki enteresan kişiliklere dair bir resim sunmaya çalışıyor. Sadece futboldan örnekler sunmadığı için, aslında kimi zaman bu futbol içeriği stereoidlerin coşturulmadığı bir erkek kültürü dergisine de dönüşebiliyor. Futbolcuların size istediğiniz malzemeyi vermediklerini, dahası konuşmayı bilmediklerini söyleyen gazeteciler ile karşılaşmış olsak da The Green Soccer Journal, konuşmanın illa ki kelimeleri yan yana getirerek değil, sessizken de gerçekleştirilebileceğini gösteriyor. 4. sayısını çıkaran dergi, sonbahar sayısına "The Power Issue" demiş ve Brezilyalı futbolcu Alexandre Pato'yu kapağına taşımış. Futbolun varoluşsal olarak iktidar ve güç ilişkileri içinden üretildiğini varsayarsak bu sayı, futbolun can evinden konuşuyor diyebiliriz. Oyuncu Phil

Daniels'in bir menajer olarak konuk olduğu ve Arsenal FC'de top koşturan futbolcu Thomas Vermaelen ve Game of Thrones'un Theon'u Alfie Allen'ın da yer aldığı dergide sporla ilgili, daha doğrusu daha çok erkeklerin görünür olduğu spor dallarına dair güçlü bir içerik var. Bir açıdan, içerikte bir araya gelen film ve futbol karakterlerinden öğreneceğimiz bir şey daha var: Toplumsal olan her şey müsabaka gibi yaşanabilir. Böyle olunca, derginin 'oyun' kavramına yaptığı vurgu ile bu sayının güç ilişkileri ağının ucu, toplumsal olana kadar uzayan bir spor dalı ediyor, diyebiliriz. Buraya kadar çizdiği profilin yanında derginin modadan eksik kalması beklenemezdi. COS'un Sonbahar-Kış 2012 koleksiyonundan parçalar, kozların paylaşıldığı bir karşılaşmada bir araya getirilmiş. Kısacası, The Green Soccer Journal, bugünün dili içinden size futbol kültürünün de büyük bir değişim içinde olduğunu göstermeye çalışırken şehrin etrafına açılmıyor. Şık olan ile yan yana durmanın derdinde olması sebebiyle de The Green Soccer Journal, futbol maçları izlerken "çıkar o formayı!" diyen herkes için gelsin. thegreensoccerjournal.com

XOXO The Mag



WHATEVER

KAZANAN FORMÜL

Senaryodan Koleksiyon yazı özgür inceoğulları

Geçen ay, Türk televizyonlarına yeni bir heyecan katan ürün yerleştirmeden bahsedip ardından içine yerleştirilen filmlerle birlikte efsane olan markalara şapka çıkartınca, ister istemez tersini de konu etmek gerekir diye düşündüm. Şunu demek istiyorum: Markalar da filmlerden, dizilerden etkileniyor; filmleri, dizileri bizlere yaşatan ve o stili yansıtan ürünleri pazara sunuyor. Olay ticari olmasına ticari, ancak bunun, hiç şüphesiz, ciddi yaratıcı, estetik ve magazinsel bir yanı da var. Öncelikle kaynağını ürün yerleştirmeden alan bir etkileşim var. Örneğin; James Bond’un Quantum of Solace filmindeki cep telefonu Sony Ericsson’du. Ürün yerleştirildi, film çekildi, Sony Ericsson’u herkes gördü. Sony Ericsson da C902 model telefonunun James Bond edisyonunu çıkarttı; basit bir sonuç olarak da, bu hareketiyle James Bond hayranlarını etkilemeyi başardı. Diğer yandan, kahramanımız, votka-Martini seviyor olsa da, serinin yeni filmi Skyfall'da elinde Bollinger şampanya göreceğiz. Fransa’nın en eski üreticilerinden biri olan marka da boş durmayıp, ajanın takipçileri için Bollinger Reveal 002 adını verdiği özel edisyon şampanyasını çıkarttı. Bu arada küçük bir dipnot, Bollinger de birçok marka gibi önceliği Harrods mağazasına verdi, bir süre sonra da her yerde ürünün satışına başlandı. Bir de, filmde ürün olmasa da James Bond’u kampanyalaştıran markalar var. Omega ya da Coca-Cola gibi... Hatırlarsınız, Coca-Cola Zero bu işe Quantum of Solace'da başlamıştı, duyduğuma göre yeni filmde de devam ediyor. Özel ambalajlı ürünlerin yakında raflarda yerini alacağını düşünüyorum. Filmin doğuracağı yeni kampanyalar ve özel üretimleri daha çok göreceğiz, siz şimdilik bu örneklerle günü geçirin. Diğer yandan, James Bond gibi, her tarafından stil fışkıran bir başka fenomen de Mad Men. 1960’ların New York’unda, reklam dünyasında

yaşamamızı sağlayan bu dizide birçok ürün yerleştirme var (zaten konu bir reklam ajansının etrafında dönünce ürün yerleştirme olmaması garip olurdu). Mad Men çok başarılı olup Emmy ve Altın Küre üzerinden ödül koleksiyonu yapmaya başlayınca, kaçınılmaz olan gerçekleşti ve üçüncü sezonunda Banana Republic’e ilham verdi. Marka, dizide kullanılan kıyafetleri vitrinlerine taşıdı, ortalık bir anda 60’ların naifliğiyle doldu taştı. Hatta bir adım ötesi geldi ve ABD'de yapılan kampanyayla, Banana Republic'in Mad Men koleksiyonundan seçilen parçalarla çekilmiş fotoğraflarını gönderen iki talihli tüketici dizide figüran olarak yer alma şansını yakaladı. Özetle, dizinin hayranlarını ve tabii ki retro şıklık arayanları mağazalara çekmek için iyi bir fırsat yaratıldı ve başarılı bir şekilde uygulandı. Erkeklerde dönemin takım elbiseleri, blazer’lar, yelekler, kravat iğneleri, kadınlarda ise kedi gözlükler, diz üstü etekler, leopar desenli küçük çantalar… Ofisinizi bir anda 1960’lara geri döndürmenin en kolay yolu bu olsa gerek. Ya da ofis partisini bir mini kıyafet balosuna çevirmenin… Ayrıca biliyorsunuzdur, Mad Men’den ilham alan bir başka şirket de oyuncak üreticisi Mattel oldu. Don Draper, karısı Betty Draper, Roger Sterling ve Joan Holloway karakterlerinin oyuncak bebekleri yapıldı. Bunlar küçük kız çocuklarına yönelik oyuncaklar değildi haliyle. Dizinin takipçileri tarafından satın alındılar, 60’lı yılların tüm stil ve estetiğiyle koleksiyonlara katıldılar, rafları renklendirdiler. Toplayalım; bir film veya dizi, stil konusunda öne çıkıyorsa ve izleyenleri etkilemeyi başarıyorsa, pazarlama dünyasını anında elinin içine alıyor. Örnekler her zaman çoğaltılabilir ve görünen o ki yakın gelecekte çok daha fazla çoğaltılabilecek. Sonuçta formül basit, ama önemli olan kurguyu yapabilmek ve bağlantıyı kurabilmek.

XOXO The Mag



WHATEVER

HERKES DAHİL OLMAK İSTER

YouTube’da Fenomen Olmanın Yolları yazı seda niğbolu illüstrasyon güneş engin

정숙해 보이지만 놀 땐 노는 여자

jeong-suk-hae bo-i-ji-man nol ttaen no-neun yeo-ja ‘Gangnam Style’ın beklenmedik beğenilme rekoru sonrasında YouTube’da popüler olma kriterleri her zamankinden fazla konuşuluyor. Mesele o kadar da karmaşık değil. Akılda kalıcı görseller, biraz parodi, tuhaflık faktörü ve kullanıcı katılımıyla her şey fenomene dönüşebilir. YouTube’da en çok izlenen (ve çoğunlukla bunun sonucu olarak) beğenilen videoların en önemli ortak özelliği akla ilk gelebileceği şekilde komik, şaşırtıcı ya da tuhaf olmaları değil, hepsinin müzik videosu olması. Tabii ki aralarda bir bebeğin abisinin parmağını ısırmasından başka hiçbir şeyin olmadığı ‘Charlie Bit My Finger’ ya da komedyen Justin Laipply’nin ‘Evolution of Dance’ performansı gibi müzik dışı birkaç çıkıntılık var ama daha çok JLo, LMFAO, Eminem, Rihanna gibi popüler isimlerle uzayıp giden bir liste söz konusu. Bu listenin başına uzun süre kurulmuş olanlardan birinin Justin Bieber’ın 10’lu yaşlar romantizmine hitap eden ‘Baby’si gibi vasatın altında ve hiçbir ayırt edici özelliği olmayan bir video olması, çok tıklanmanın büyük oranda yeni medya kullanım alışkanlıklarıyla ilgili olduğunu açık ediyor. Her şeyden önce Justin Bieber’ı izleyen ve ‘like’ tuşuna basmaya üşenmeyenlerin neredeyse tamamı onun kuşağından ve müzik dinleme pratikleri öncekilerden çok farklı. YouTube belli bir kuşak için bir zamanlar plağın, CD’nin ve hatta mp3’ün gördüğü vazifeyi görüyor. İnsanların müziği bilgisayarlardan dinlediği, mekanlarda YouTube DJ’lerinin türediği bir dönemde en popüler olan, radyolarda en çok dinlenen parça haliyle YouTube’da da en çok tıklanan ve beğenilen haline geliyor. Gangnam Style: Parodİnİn parodİsİ Değişen müzik dinleme pratikleri dışında bize çok da bir şey söylemeyen bu durumun biraz derinine inince insan beğenisi ve videoların viralleşme potansiyeline dair başka bir ortaklık kendini

gösteriyor ki, o da bu videolardan pek çoğunun kaba, basit ve zekadan uzak bir komikliğe sahip olmaları. Çoğunlukla, kültürel kimi kodlarla yüzeysel ve kolay anlaşılır şekilde dalga geçiyorlar ve bir şeylerin parodisini yapmaya çalışıyorlar. Bu da mash-up’lardan ‘shred’ videoları ve ‘remake’lere kullanıcıların içeriği editleyip remikslediği bir çağda katılımı kolaylaştırıyor. Sanatçı ya da video sahiplerinin tek başlarına çok da önem arz etmediği, kullanıcılarla birlikte gelişen fenomenlerin anlam ifade ettiği yeni bir düzen var artık. Ve herkes kendi katılımını yapıp hem bu fenomenden bir parça alıyor hem de Gotye’nin ‘Somebody That I Used To Know’unun başına gelen gibi parçanın orijinalini yüceltip tıklanma sayısını artırıyor. Sadece müzik videoları için geçerli değil bu durum. ‘Numa Numa’yı söyleyen Gary Bolstra, Arnold Rave, Techno Viking ya da ‘dramatic hamster’ gibi tamamen saçmalık üzerine kurulu videoların bu denli popüler hale gelmesinin sebebi de kullanıcı remiksleri. Buradan bakılınca 400 milyondan fazla kez tıklanmış ‘Gangnam Style’ın çokça konuşulan başarısı öyle karmaşık ya da şaşırtıcı bir kültürel fenomen falan değil. Karşımızda az önce bahsettiğimiz iki eğilimi birleştiren bir video, yani parodi üzerine kurulu bir müzik videosu var. Üstelik kendi parodisini yapmaya olanak sunuyor. Psy’ın ‘at dansı’ Macarena’dan beri pop tarihine girmiş en dandik ve basit dans olarak akıllara yerleşti ve herkes onu taklit etmeye can atıyor. Yoksa bir Koreli’nin kendi ülkesinde ‘soya ezmesi kızları’ tabir edilen ve dışarıda pahalı mocha’larını yudumlayabilmek için evlerinde en ucuz yemekleri yiyen lüks düşkünü Gangnam kızlarını tiye alması dünyanın geri kalanının çok da umurunda değil. Sözlere dikkat eden kim ki? Herkes Psy’ın parodisini yapmak istiyor. Herkes dans etmek istiyor (O kadar iyi stand-up şovu dururken en çok tıklananlar arasına giren bir videonun da Evolution of Dance olması tesadüfi değil elbette). Dans ihtimalinin

XOXO The Mag


müziğe yeni ve tatminsiz mizah anlayışımızı artık ‘awkward’ (biçimsiz, iğreti, hantal) denen durum üzerine kuruyoruz. Şaşırma potansiyelimiz ve sabrımız azaldıkça dikkatimiz daha yüzeysel ve daha saçma olana doğru konumlanıyor ve sonunda ortaya saatler boyunca tekrarlayan bir J-pop parçası eşliğinde uzayda süzülürken ardında bir gökkuşağı bırakan bir kedi videosu çıkıyor. Milyonlarca kez izleniyor bu video, ama asıl önemlisi yine kullanıcı remiksleriyle gelişip büyümesi. Her ülkenin kendi ulusal Nyan Cat’ini yapmasının globalliği dışında videonun dubstepten klasiğe farklı müzikal versiyonları de mevcut.

üzerine neon renkler, kitsch sahneler, bol dozda saçmalık ve şu sıralar bütün ana akım radyo parçalarına hakim olan Euro-trash ritimleri de eklenince ‘Gangnam Style’ iki kuralı da yerine getirmiş oluyor: Göz alıcı komik bir görsellik ve zihne kazınan basit biz müzik. LMFAO’nun ‘Everyday I’m Shuffling’ sloganı ile bir kuşağın sözcüsü olan ‘Party Rock Anthem’ini zirveye taşıyan da bundan başka bir şey değildi zaten. Ne kadar saçma, o kadar fazla katılımcı... ‘Gangnam Style’ ile popülerlikte yarışan Carley Rae Jepsen’ın ‘Call Me Maybe’sinin de çokça parodiye sahip olmaktan başka ne gibi bir ayırt ediciliği var ki? Evet bu yazın en popüler parçalarındandı ve liste başı oldu ama Justin Bieber kadar dinleyicisi olmadığı kesin. İşin sırrı yine parodi. Obama’lı, kurabiye canavarlı ve bilumum ünlünün tiye alındığı diğer versiyonları olmadan böylesi ortalama bir parça bu kadar tepelere çıkamazdı.

Bir videoyu viral yapmanın yollarını biraz araştırırsanız internet uzmanlarından gelen tavsiyelerin hep aynı olduğunu görürsünüz: Remikslemeye müsait, şok edici, gerçekle örtüşmeyen, dikkat çekici başlıklara ve en önemlisi seksapele sahip olmak. Bunun dışında bir de doğru koşul ve zamanın bir araya gelmesiyle patlayanlar var. Video kültürünün öldüğü bir dönemde görsel olarak dikkat çekici olmaya çalışan Lady Gaga’nın ‘Bad Romance’i kostümleriyle, Shakira’nın ‘Waka Waka’sı Dünya Kupası coşkusunun bir parçası olmasıyla ilk 10’a girebildi. Rebecca Black’in ‘Friday’i Cuma günleri elden ele dolaşmasıyla, The Lonely Island ve Akon’ın ‘I Just Had Sex’i açıklamaya gerek bırakmayan ismiyle... Bazen de bu yazının yazıldığı dakikalarda gerçekleşen Felix Baumgartner’in uzay atlayışı gibi öyle bir olay meydana geliyor ki dünyanın her yerinden insanları YouTube’a kilitlemeyi başarabiliyor. Ama mizah ya da tuhaflık dışı küresel fenomenlerin vuku bulması yeni bir Justin Bieber videosunun piyasaya çıkmasına göre çok daha nadiren gerçekleşiyor ve YouTube’da başarı temelde nicelik üstüne kurulu. Kanıt istiyorsanız en fazla ‘dislike’ alan videoların neler olduğuna bakabilirsiniz. En fazla tıklanıp beğenilenlerle hemen hemen aynılar ve listenin büyük kısmı yine Justin Bieber’ın hakimiyeti altında.

Toplum katılımıyla fenomen olmanın diğer ucunda da destekçiler var. ‘Gangnam Style’ örneğinde olduğu gibi Britney Spears desteğiyle The Ellen DeGeneres Show’a çıkarsanız YouTube’a her gün yüklenen 48 saatten fazla süren videonun içerisinden hemen sıyrılabilirsiniz. ‘Call Me Maybe’ye dikkati çeken de Justin Bieber’ın tweet’i ve ardından gelen viral video desteği olmuştu. Videoları viral hale getirmenin uzmanların devreye girdiği profesyonel yöntemleri de var tabii, ama o yöntemler şu anki yazının çerçevesini aşıp teknik cinliklere girdiğinden dolayı konumuz dışında kalıyor. YouTube’un trend yöneticisi Kevin Allocca’nın Ted konuşmasını dinleyenler hatırlar, sadece eşsiz ve beklenmedik olanın bu 48 saat içinden sıyrıldığını söylemişti Allocca. Eşsiz ve beklenmedikten kasıt, özel ya da dahiyane olması değil, daha çok tuhaf ve saçma olması. Yoksa Nyan Cat vakasını nasıl açıklayabiliriz ki? Tuhaf ve absürt olan yavaştan normalite haline dönüşürken, dizi ve filmlerden 21


INTERVIEW

Hakan MandalİNCİ

Gandhi Mac Kullanırsa

Türkiye-Almanya-İtalya hattında çalışmalarını sürdüren sanatçı Hakan Mandalinci, paletinde farklı dönemleri karıyor ve ortaya heterojen imgeler çıkarıyor. Geçmiş ile güncel olanın arasındaki bağları keşfe çıkan sanatçı, geçmişi, kimi zaman mizah yüklü, kimi zaman da hiç görmediğimiz halleriyle bize sunuyor. Onun için, zıtlıklar anlatının kendisini oluşturuyor. Bu zıtlıklar, onun resminde bir araya getiriliş şekliyle de bir an için gerçekmiş gibi görünüyor. Zıtlıklar arasında oluşan cereyandan kalanlar da onun atölyesinde biriken gündem oluyor. Bu ay Mandalinci'nin atölyesinde uğraştığı konular ile ilgili kıssadan hisse çıkardık. retro, you can’t love me, 85 x 120cm, kağıt üzeri kurşun kalem ve japon çini mürekkep, 2012.

röportaj dinçer şirin

XOXO The Mag


retro, milk and sugar, 20.7 x 17cm, kağıt üzeri kurşun kalem ve eskitme, 2010

Biraz çalışma sürecinden bahsedebilir misin? Öncelikle, gözlemleyerek ama yorumsuz bir şekilde dünyayı yaşamaya çalışıyorum. Yaşadıklarımı ve olası her şeyi biriktiriyorum; aralarında bağ olsun olmasın bunları atölyemde yazılı ve çizili listeliyorum. Keşfedilmesi gereken o kadar çok şey var ki, her gün bir nevi çocukluğumu tekrar yaşıyorum diyebilirim. Merak ve heyecan içinde, bunca malzeme ve anıyı bir gün sanatımda kullanmak üzere bir kenara koyuyorum.

"Stil, akademi ve moda ile ilgili şeyleri atölyeme sokmamaya çalışıyorum.", diyorsun. Moda ile alıp veremediğinin ne olduğunu anlıyorum, ama asıl akademi ile olan derdini merak ediyorum? İlk olarak, akademi ile derdim yok; sanatta önem verdiğim değerler, konu ve kalitedir. Tarz, moda, akademi, piyasa, adres ve isimlerin sıkça sanatçıyı ve sanatını asıl hedefinden farklı yerlere yönlerdirdiğini hepimiz görüyor ve biliyoruz. Bu yüzden, bu konularda nötr olmaya çalışıyorum.

Hal böyleyken, bir günün nasıl geçiyor? Günüme iki fincan kahve ile başlıyorum; ilk fincanı eşim ve iki oğlum ile birlikte, ikinci fincanı ise atölyemde içiyorum. Önceki gün ve gece yaptığım çalışmaları değerlendiriyorum. Çoğunlukla geceleri resim yapıyorum. Çok okuyorum ve araştırıyorum.

RETRO adını verdiğin seri nasıl ortaya çıktı? RETRO serisindeki ana fikrim, iki karşıt unsuru bir sanat eserinde bağdaştırmak. Tezatlar sürekli ilgimi çekiyor ve uzun süredir çalışmalarımı etkiliyor. Serinin ilk eserlerinden biri, eski bir fotoğrafa benzeyen hiperrealistik bir kurşun kalem çalışması. Bu çalışma, Picasso'nun Atatürk'e bir tablo hediye ettiği anı konu alıyor; üzerindeki el yazısında Picasso, Atatürk'ü sanatsever ve iyi bir dostu olarak övüyor. Bu bir sanat eseri ve tarihte aslında böyle bir şey yaşanmamış. Ama böyle bir durumun olabileceği fikri beni heyecanlandırdı ve RETRO serisine de binlerce kapı açmış oldu.

Üretirken, aynı anda birçok şey üzerinde çalışabiliyorsun. Mesela yağlı boya ve desenleri aynı anda yapıyorsun. Neden bu kadar hiperaktifçe bir üretimin peşindesin? Evet, eş zamanlı çalışabiliyorum, ama bunun tabii ki bir nedeni var. Büyük ve eski ustaların lasur tekniğini kullanıyorum tablolarımda. Bazıları 20-30 kattan oluşuyorlar. Her kat çalışmanın arasında, en azından 1-2-3 haftalık bir kuruma süresi var ve bu süreci diğer eserlere harcıyorum. Şu aralar aynı anda galiba 14 eser üzerinde çalışmaktayım. Bu çalışma sistemi kolay değil tabii ki, ama iyi organize olmaya çalışıyorum. Aklımda binbir konu ve soru işareti var; işler yoğun, anlayacağınız.

Bu seride, tarihin farklı dönemlerinden bazı detayları heterojen bir biçimde bir araya getiriyorsun. Tarihe bu anlamda yaptığın müdaheleden biraz bahsedebilir misin? Bazı şeyler ‘böyle’ değil de farklı olsaydı, alışılmışlıktan uzak olsaydı ne olurdu? Hatırımıza kazınmış resimler ve semboller var; 23


1. ppp (photorealistic polaroid paintings) no. 5, you can`t love me!, 20 x 20cm, tuval üzerine yağlı boya, 2012. 2. ppp (photorealistic polaroid paintings) no. 7, critical mass, 20 x 20cm, tuval üzerine yağlı boya, 2012. 3. retro, minna sama kowakunaide... , 21.3 x 13.4 cm, kağıt üzeri kurşun kalem ve eskitme, 2011

1.

2.

3.

sergilerimde yine yer alıyor. Canlı performanslarım da oldu, fakat bu sene, performans sergilemekten ziyade fuarın keyfini çıkarmak, ziyaretçilerimle ilgilenmek istiyorum.

işte ben, bunları kullanıyor ve yeniden istifliyorum. Böylelikle, izleyicinin doğru zamanda ve gerçek olarak kategorize ettiği değerleri, bir soru işareti olarak sunuyorum ve bu durum, izleyicileri eserlerdeki olanaklara kilitliyor. Geçmişte mimar olarak da çalıştığını biliyorum. İkisi de kimi formlar ve anlatılar üzerine kurulu gibi görünse de, resim ile mimari üzerine yaptığın çalışmalar arasındaki sınırı nasıl belirliyorsun? Mimarlığımın sanatıma büyük bir katkısı var, tersi de aynı ölçüde geçerli tabii ki. Mimarlığın mekanını ve ufkunu sanatıma entegre ettim ve bu yüzden, düşüncelerimde ve çalışmalarımda üçüncü ve dördüncü boyutun da bir rol oynadığını düşünüyorum. Yakında İstanbul'da göstereceğin işlerin çıkış noktası neydi? artIST2012 fuarında göstereceğim RETRO serisinin yanı sıra, PPP dizisini de entegre ettim. Geçen sene sırf desen çalışmaları vardı. Aktüel çalışmalarımın boyutları değişiyor ve yağlı boya tablolar da

Türkiye'den ve dünyadan takip ettiğin sanatçılar kimler? Kendisine ‘ağabey’ diye hitap etmemi isteyen Burhan Doğançay ile görüşürüz sık olmasa da; kendisini sever, sanatına büyük saygı duyar ve işlerini beğenirim. Ressamlardan Taner Ceylan'ın işlerini seviyorum. Görme engelli Türk ressamımız Eşref Armağan’ın varlığı ve yeteneği beni duygulandırıyor ve azim veriyor. Dünyada ise birçok sanatçı ilgimi çekiyor, bunlardan bazıları Gottfried Helnwein, Jenny Saville, Robert Longo. Bu yılki planlarında yeni bir sergi görünüyor mu? Evet, gelecek sene RETRO adlı sergimi 12.03.2013 – 28.04.2013 tarihleri arasında Almanya’da beni temsil eden ‘GalerieZ’ (Stuttgart) ile gerçekleştireceğiz. Şimdilik bunu söyleyebilirim, yeni gelişmeler için radarınız açık olsun.

XOXO The Mag


SONBAHAR-KIŞ 2013

facebook.com/MudoFts64

bİR adım öndeSİN.


CLASSIC TALES 106 VULCANIZED

Iggy Pop Black

© 2012 VANS, INC.



LITERATURE

ALMOST ALICE

Maggie Taylor’ın Büyülü Hayal Alemi yazı aylin sökmen görseller maggie taylor'ın izniyle

Maggie Taylor ismini ilk defa duyuyorsanız oldukça şanslısınız çünkü sunduğu fantezi dünyasına çocukluğunuzun kapısını çalan bir eserle girme olanağınız var. Yıllar boyu birçok sanatçıya ilham kaynağı olan ve sayısız tiyatro, sinema, çizgi film versiyonuyla imgelemimizde çoğalan “Alice Harikalar Diyarında” şimdi de özgün bir bakış açısıyla bizlere çok farklı bir deneyim vaat ediyor. Daha önce inkjet görsellerden oluşan ve “limited edition” olarak sadece 144 adet basılan esere sahip olamayanların artık üzülmesine gerek yok. Maggie Taylor’un 45 dijital fotoğraf kolajına Lewis Caroll’un orijinal hikâyesinin de eşlik ettiği yeni kitabı, şu sıralar amazon’dan sipariş ederek nostaljik bir yolculuğa çıkmak mümkün. Nasıl Alice Harikalar Diyarında’yı salt bir çocuk kitabı olarak değerlendirmek doğru değilse, Maggie Taylor’un işlerini de tek bir kalıba dökmek pek mümkün değil. Felsefe ve fotoğrafçılık eğitiminin

ardından uzun yıllar natürmort fotoğrafçısı olarak eserler veren sanatçı, 1996 yılından itibaren eBay’den ve bit pazarlarından topladığı objeleri bilgisayar ekranında tarayarak photoshop eşliğinde sürreal dünyalar yaratmaya başladı. Gerek Amerika ve Avrupa’daki solo sergileri, gerek basılı kitaplarıyla ünlenen sanatçı tek bir eserin üzerinde bazen aylarca çalışabilecek kadar derinleştirebilme kabiliyetine sahip. İlk bakışta bazı resimlerinin 40-60 katman barındırıyor oluşuna inanmak güç olsa da, izleyiciye aktardığı sonsuzluk hissi ustalığının bir başka göstergesi olsa gerek. “Solutions Beginning with A” ve “Maggie Taylor’s Landscape of Dreams” gibi daha evvelki basılı çalışmalarında da sürreal dünyalar yaratma konusundaki becerisini kanıtlayan sanatçı, 19. yüzyıl ‘daguerreotype’ ve ‘tintype’ görsellerini Viktoryen portrelerinden esinlenen figürleriyle harmanlayıp işin içine bir de kendi hayal

XOXO The Mag


düşündürücü. Sanatçı, bir söyleşisinde, eserlerini kurgularken kendi kişisel deneyimlerinden, hatıralarından ve rüyalarından yola çıktığını, gündelik hayatın sıradan detaylarını, endişelerini, ayrıksı düşüncelerini kullandığından bahsediyor. Bunlar kuşkusuz yaratma sürecinin olmazsa olmaz unsurları fakat gayet sıradan bir içerik veya duygunun güçlü renklerle, alışılmışın dışında bir kadrajda sunulmasının yarattığı tezat, eserlerini daha da çekici kılıyor, kanımca. Ayrıca, hayatın dünyevi yönleri üzerinde çatışma yaratmaya olan ilgisi ve eğilimini diğer çalışmalarında da görmek mümkün.

gücünü katınca ortaya tuhaf fakat bir o kadar da yaratıcılığın sınırlarını zorlayan işler çıkıyor. Bu durumda, daha kitabı derinlemesine incelemiş olmasam da Alice Harikalar Diyarında’nın belleğimin köşesine yerleşmiş parçaları imgelemimde tekrar canlanırken flamingolar, Alice’in bedeni etrafında uçuşan iskambil kartları gibi hikâyeye ait bilindik detaylar zihnimde dönüşüme uğramaya başladı bile. Maggie Taylor’un süzgecinden geçen imgeler, John Tenniel and Arthur Rackham’ın klasik illüstrasyonlarına kıyasla çok daha çağdaş ve belki biraz da ürkütücü. Yine de, görsellerin ilk bakışta yarattığı soğuk etki zamanla azalıyor, nostaljik ve büyülü bir dünyanın eşiğinde durduğumuz hissi veriyor. Bu durumda tavşanın peşinden koşma arzusu duymak ise kaçınılmaz!

Şu anda Florida'da yaşayan bu yetenekli dijital fotoğraf sanatçısının gelecekteki işlerini şahsen merakla bekliyorum! Siz de Maggie Taylor’un diğer çalışmalarını incelemek, ara sıra gerçek dünyadan kaçıp hayal âleminde dolanmak istiyorsanız, ilk başta web sitesine (www.maggietaylor.com) bir göz atın derim.

Ayrıca, Maggie Taylor’un Alice’i canlandırırken tek bir kız figürünü değil, her resim için farklı birini seçmiş olması ise hayli 29


STREET ART

C215

Sözden Irak Gerçek adı Christian Guémy… 1973 doğumlu sanatçı sürekli dünyayı geziyor olsa da yaşamını ve sanatını Paris'te sürdürüyor. 2005 senesinden beri yanında taşıdığı şablonlarını, geçtiği her şehrin duvarlarına uyguluyor. Bu şehirlerle ve insanlarıyla etkileşime girerek, toplumun görmezden geldiği ve unuttuğu yüzleri açığa çıkarmayı hedefleyen sanatçı, üretkenliği ve ayrıntıya odaklanan işleriyle bugün sokak sanatı sahnesinin en önemli adları arasında yer alıyor. Bir zamanlar şiire de bulaşmış olmasına rağmen sokak resimlerinde metin görmeyi sevmiyor ve işlerine dahil etmediği metinler ile tüm yorum hakkını izleyiciye bıraktığını söylüyor. röportaj roxane ayral fotoğraflar c215'in izniyle

XOXO The Mag


insanlar… Adı üstünde; sokak sanatı. Ama neden? Anonim olmaktan, yani adı bilinmeyenden ve yalnızlıktan bahsediyorum. Bir de kimlikten… Reddedilmekten ve geri dönüşümden, ziyandan ve kirletmekten bahsetmeye çalışıyorum. Ama bunlarla birlikte içimde hep umut da taşıyorum. Evsiz insanlar tüm bu hisleri tam anlamıyla karşılayan hikayelere sahipler.

Sokak sanatına 14 yaşında Orléand'da duvarlara gerçek boyutta mobiletler çizerek başlamışsın. Bana bu başlangıç döneminden biraz bahsedebilir misin? Seni sokakları boyamaya iten şey neydi? Evet, gerçekten de bu şekilde başladım. Birkaç Vespa boyayarak… Ama aslında ortada çok ciddiye alınacak bir durum yoktu ve yaptıklarım da o kadar başarılı değildi. Yazlık bir oyundu sadece. Eğlence olsun diyelim… Sonra, yaklaşık olarak üç sene boyunca gecelerimi sprey boya ile duvarlara kişisel mesajlar yazarak geçirdim. Daha sonra tüm bunlar bir anda anlamsız geldi ve bıraktım.

Daha önce boyamak için İstanbul'a geldin. İstanbul'dan sana ne kaldı? Taksim'de 5 gün boyunca çalışmıştım. Eşsiz bir deneyimdi! Kesinlikle tekrar gelmek istediğim, muhteşem bir yer.

Sokakta kullandığın takma adın C215 ne anlama geliyor? Özel bir anlamı yok, insanlığa dair bir anlamı yok en azından. Bana göre, bu bizim devrimizden ve aynı zamanda şimdi içinde olduğumuz devrin zorluklarından bahsediyor. Ayrıca Pantone renklerinin arasında C215 kodu kırmızıya denk geliyor. Bunlardan başka anlamları da vardır, bunu birçok farklı şekilde siz de yorumlayabilirsiniz kısacası.

Bu bölgeye çizdiğin semazen resmini hatırlıyorum. İstanbul, karışık ve çeşitli kontrastlara sahip olan bir metropol. Ayrıca hem modern, hem de geleneklerine sıkı sıkıya bağlı. Örneğin, Sufizm İstanbul'un tanıştığım yüzlerinden biriydi ama sonra şehrin pek çok farklı tarafına da alıştım (yine de travestileri görünce çok şaşırmıştım).

Stencil tekniğini kullanarak tüm dünyanın duvarlarını yüzlerle kaplama fikrine nasıl kapıldın? İlk şablon üretimine kızım Nina'nın portresini yapma isteğiyle başladım. Özellikle de yaşadığım muhitte olmasını istiyordum. Ardından kendi rahatsızlığımdan kaçmak için seyahat etmeye başladım ve geçtiğim her yerde bu şablonu boyadım.

Bir sokak sanatçısı olarak sokak sanatı ve grafiti arasındaki farkı tanımlayabilir misin? Grafiti arkasından izler bırakmaya dayanıyor ve tabii aynı zamanda, bu vandalizm anlamına gelmek zorunda da değil. Sokak sanatı ise bir alana değer katmaya, onu iyileştirmeye yarıyor, oranın şiirselliğini ortaya çıkartıyor.

Şablonların çok detaylı ve komplike halleriyle biliniyor. Aynı şablonu tekrarlı olarak kullanmıyorsun. Bu şablonları hazırlamak ne kadar zamanını alıyor? 38 senemi aldı desem? Bir şehre seyahat ettiğinizde duvarlara çizeceğiniz yüzlerin şablonları o şehrin insanlarını anlatıyor. Bu da neredeyse bir ömür boyunca edinen birikim ve deneyime ihtiyaç duyuyorum demek oluyor.

Paris sokak sanatı sahnesi ne durumda? Paris sahnesine 30 seneyi aşkın bir süredir büyük bir rağbet var. Verimli olduğu kadar içinde yarattığı rekabetten de söz edebiliriz. Sokak sanatı tarihine katkıda bulunmuş olmak ve bunun sayesinde tanınmış olmak da bir şehri oldukça şanslı yapıyor. Bugün Paris'teki sokak sanat kültürünün kurumlar tarafından tanınması bağlamında büyük ilerleme kaydettiğini de eklemek lazım.

Peki, kısıtlı süre için bulunduğun bir ülkenin şehir kültürünü o kadar derinlere indiğin halde kısa sürede çözümlemeyi nasıl başarıyorsun? Öncelikle gezeceğim yeri, gitmeden önce zihnimde hayal etmeye çalışıyorum, bir yandan da internet üzerinden fotoğraf araştırması yapıyorum. Oraya gidince de zihnimde topladığım tüm imgeleri boyaya aktarıyorum. Her şey bir yana, bu da bir iş sonuç olarak!

Son zamanlarda çok konuşulan "Çağdaş Sokak Sanatı" konsepti hakkında ne düşünüyorsun? Sokak sanatının gün geçtikçe galeri, müze ve müzayede evleri gibi kurumlarda yerini bulması sana ne ifade ediyor? 'Çağdaş Sokak Sanatı' başlığına öyle büyük bir değer atfedilmesi gerektiğini düşünmüyorum. Sanat terminolojisini sürekli yeniliyoruz ve bence bizim dönemimiz her şeyi tanımlamaya daha meraklı. Biraz da bu nedenle kendime C215 demeyi seçtim, sınıflandırmadan kaçmayı denemek için...

Seni en çok sokaktaki insanlar ilgilendiriyor, mesela evsiz 31


THEATRE

SHREK

The Musical yazı uğur babürhan fotoğraf helen maybanks

Konuyu hiç sündürmeden açayım: Amsterdam'da sanat ve eğlence dolu günler geçirmek, kaliteli yaşamı gayet uygun fiyatlarla yaşayabileceğiniz bir şehirde, Shrek The Musical'ı izleme fırsatını kaçırmamak için planlarınızı sıkı tutun. Zira müzikal, artık turne alanını genişletiyor. Benim için durum bu kadar hızlı bir şekilde gerçekleşmemiş olsa da -çünkü Shrek The Musical'ın turnesinin başlayacağından Türk Filmleri Festivali'nin gala gecesi konserini gerçekleştirmek üzere davet edildiğimizde haberdar oldum- sonumuz aynı olacak; hayretler içerisinde kalacağımız, alışılmış görselliğin dışında bir eğlence... Hikaye hepimizin bildiği gibi: New Yorklu ünlü karikatürist ve yazar William Steig, Shrek’i bir çizgi roman karakteri olarak yaratır, belki de karakterin gişe rekortmeni olacak bir seri filme eller üstünde tutulacak şekilde uyarlanacağını ve hatta bir gün, Broadway ve West End’de de sahneleneceğini bilmeksizin... Sonrası ise bildiğiniz çorap söküğü... Ancak, konu müzikaller ve tiyatro olunca altını çizmem gereken bir nokta var, bir animasyon filmi ya da karakterini sahneye aktaracak bir yönetmenseniz, renklilik ve matematikten fazlasıyla haberdar olmanız gerekir. Tıpkı, Jason Moore ve John Ashford gibi. Ekibinizi de en iyilerden seçmeniz bir zaruret, çünkü özellikle bu tip müzikallerde en çok keyif veren ve bütün yükü sırtlayan iki departman vardır; kostüm tasarımı ve koreografi. Shrek The Musical'da, bu iki departman, görevlerini ziyadesiyle yerine getiriyor. Kostüm tasarımcısı Tim

Hatley'in, her bir karakterin kostümünü müthiş eğlenceli bir şekilde tasarladığına şahit olmanın yanı sıra, yer yer oyuncuların o kostümlerin içerisinde hareket edebiliyor olmaları, Hatley’in bu işi nasıl büyük bir ustalıkla kıvırdığını kanıtlıyor. Örnek vermek gerekirse; yalan söylediğinde burnu uzayan Pinokyo karakterinin sahnesinde, yıllardır aşina olduğunuz manzaraları yeniden gördüğünüzde yaşadığınız tatlı gerçekliği mümkün kılmak, hak verirsiniz ki herkesin harcı değil. Gelelim işin ikinci elzem unsuru Josh Prince’e emanet edilen koreografi kısmına. Düşünüyorum da, ünlü koreografın masal kahramanlarına dans hareketlerini gösterdiği provalar hayli eğlenceli geçmiştir. Haliyle müzikal konusu Shrek olunca Prince’in yaratıcılığının sınırsızlığı da hayranlık uyandırıcı olmuş. Oyuncu kadrosu ve genel set ekibinin uyumu ise, sizde müzikali izlerken, bu setin bir arka ekibinin olabileceği hissiyatını yok edecek kadar kuvvetli. Bitirmeden ekleyeyim, Londra’daki tiyatronun bir başka güzelliği de çeşitli yaş grupları için atölyeler düzenlemiş olmaları. Bu tip bir çalışma, yıllar önce Sefiller müzikali için de yapıldı ve bir dönem eğitimden geçtikten sonra, katılımcılar koro partilerinde oyuncularla birlikte sahneye çıkma gururunu yaşadı. Şimdi ise aynısı Shrek için geçerli. Kuşkusuz müzikal tiyatronun en eğlenceli kısımlarından biri bu atölyeler. Umarım siz de bunların bir parçası olabilecek vakti ve heyecanı bulursunuz.

XOXO The Mag



BRAND

Chanel: The Ultra Collection

Siyah-Beyaz Bir Dünya yazı aslı arduman fotoğraflar dominique issermann

19. yüzyılın gayri resmi kadın kıyafet devriminin gerçekleştiği yıllar... Başrolde Coco’dan başkasını düşünmek bile abesle iştigal. Pygmalion’un Galatea’sını işlediği gibi, kadınını işliyor Coco adım adım. Sadece kıyafetini değil duruşunu, havasını ve kokusunu bile... Bir eksik var adını koyamadığı, ta ki 1932 yılına kadar. Pırlanta parlaklığıyla parıldayan fikri, Chanel’in ilk mücevher koleksiyonu olarak vücut buluyor. Bu sayfalarda sıkça karşılaştığımız, stile odaklanmış Chanel felsefesinin ardındaki mantığı ve yaratıcısı Gabrielle ‘Coco’ Chanel, bir tasarımcıdan öte, bir vizyoner ve sanatçı olarak baştan yarattığı modayla, gelenekleşmiş kurallara meydan okuyor, sadeliğin ve zarafetin öne çıktığı bir lüks anlayışıyla hayatlarımızı sonsuza dek değiştiriyor. Küçük siyah elbiseyi, zincirli kapitone çantaları, iki renkli ayakkabıları, kamelya broşu, ‘mükemmel’ kırmızı ruju ve dünyanın en çok satan parfümü N°5’i düşünün; her biri ebedileşmiş, asla modası geçmeyecek, hayatımızın bir parçası olmuş tasarımlar ve kimsenin boy ölçüşemeyeceği bir yenilikler listesinin ölümsüzleşmiş öğeleri. Chanel, Coco’dan kalan bu şanlı mirası müthiş bir beceriyle yaşatmaya devam ediyor; öyle ki, hala her bir Chanel tasarımı, O’nun yaratıcılığının izlerini taşıyor. 80 yıl önce hayata geçirdiği ilk mücevher koleksiyonu da kuralı bozmuyor ve The Ultra Collection’ın ilham kaynağı oluyor. Asaleti, yalınlığıyla desteklediği; yenilikçi, sade ve Coco Chanel’in gönülden bağlı olduğu siyah ve beyaz birlikteliğine bir övgü niteliğinde sanki… Kahramanımız bir zamanlar şöyle demişti: “Siyahta her şeyi bulabilirsiniz. Beyazda da öyle. Her ikisinin de salt bir güzelliği var ve mükemmel bir uyum içerisindeler.” Kelimeler Coco’nun ağzından döküldüğünden beri belleklere kazınan siyah-beyaz Chanel tasarımları bu sözlerden yola çıkarak yaratıldı. Chanel’in siyah-beyaz konseptinin son yıllardaki en başarılı temsilcilerinden biri de şüphesiz The Ultra Collection. Yeni

koleksiyon, Chanel’in bu iki renge olan tutkusunu farklı bir boyuta taşıyor; 45 saniye uzunluğundaki “A Story of Contrasts” tanıtım videosu da bunun bir delili. Siyah ve beyazdan başka renklerin varlığını reddederek çekilmiş filmde, ışık ve gölgeler arasından başrol oyuncuları boy gösteriyor. Yeni koleksiyonun yüzüklerini takan bir çift el, geometrik şekiller, ikonik kamelya ve tüvid ceketle yaratılmış kontrast ve fonda da Kraftwerk-vari bir müzik. Tüm bu unsurlar, yeni koleksiyonun, sadelik, modernlik ve yenilikçiliğini dokunmadan hissetmemize sebep oluyor. The Ultra Collection’ın, temellerini aldığı geçmişinin yanında, çağdaşlığıyla da öne çıktığı kuşkusuz. Çağının bir adım ötesinde olduğunu kanıtlayan unsurlardan biri, kullanılan ana malzemenin seramik olması. Hatta Chanel’in, Londra’da Hysan Place’te organize ettiği lansman partisi de tasarımların bu özelliğini vurgular nitelikte. Mekanda yaratılan dekor bir güncel sanat sergisi izlenimini veriyor; siyah duvarlarda beyaz neon ışıklar, beyaz fon üzerinde birbirini kesen siyah iplere geçmiş yüzükler ve fonda canlı elektronik müzik. Tasarımların, sanki birer güncel sanat eseriymiş gibi sergilenmesi, algılarımızla oynayıp, mücevherin ele dokunan harelerini daha da albenili bir hale getiriyor şüphesiz. Bunların yanı sıra, seramiğin, alışık olduğumuz altın ya da gümüşten çok daha özgün, spor görünümü, beyaz altın ve pırlantayla uyumu da kelimelerimizi kifayetsiz bırakıyor. Bitirmeden; tasarımı kusursuzluğun tarifi olan yüzüklerin, değişik kombinasyonlarla kullanılabilme özelliği içimizdeki yaratıcılık kıvılcımlarını ateşliyor. Siyahla beyazın yarattığı kontrastı Chanelvari biçimde ön plana çıkaran ve moda evinin ruhunu yücelten bu yeni mücevher koleksiyonu, klasikler arasında kendine, madden küçük manen büyük bir yer açmaya hazır.

XOXO The Mag



Interview

FORMAFANTASMA

Folklorik Tasarımların Yaratıcıları Andrea Trimarchi ve Simone Farresin tasarım odaklı, folklorik iki kafadar. İtalya'da tanışmışlar, ama Eindhoven'da yaşıyorlar ve işleri tüm dünyada takip ediliyor. Benimsedikleri tasarım tutumu eşsiz denebilecek bir kurguya sahip. Amaçları tasarımın folklorik zanaattaki yerini araştırıp bulmak. Tasarım için seçtikleri yol bizce zamane gençlerine uygun bir konu değil, bu yüzden de çok sevgili Formafantasma’ya merak ettiklerimiz soruldu ve aldığımız cevaplar ile bu tarza ait birçok sorunun cevabı gün yüzüne çıktı. Bu iki garip gence sorular sormanın ve onlardan gelecek garip cevapları beklemenin keyfi ile sizi yalnız bırakıyoruz. Eindhoven’dan selamlar ve Sicilya’dan sevgiler... röportaj sedef kırdök fotoğraflar studio formafantasma'nın izniyle

XOXO The Mag


ve stili, olağandışı tasarımları, sıradan objeleri sade ve planlanmamış kalitenin başkenti Milano’da sunabilmekti. Proje, üretim sürecini tekrar ele almak için bir davetiye aslında; üretimi, sadece ileri teknolojiye sahip endüstriyel bir süreç gibi düşünmenin ötesinde, miras kalmış bilgi birikiminin sonucu ve kolay ulaşılabilir materyalin aynı anda hem doğal hem de kentsel bağlamda kullanımı olarak görmeliyiz.

Bize ortaklığınızdan bahsedebilir misiniz? İkiniz de farklı görünüp aynı hisleri paylaşanlardan mısınız? Floransa’da tanıştık ve birçok proje üzerinde beraber çalışmaya başladık. Daha sonra, ortak bir portfolyoyla başvurduğumuz Eindhoven’daki Design Academy’de çalışmak üzere Hollanda’ya taşınmaya karar verdik. Tek bir öğrenciden ziyade, bir takım olarak kabul görmek istedik. Bu sağlam bağa rağmen gerçekten de çok farklıyız ve sık sık projelerimizi geliştirirken tartışırız. Ben (Andrea) çok düzenliyimdir, Simone ise dağınıktır. Hep tasarım alanında nasıl bu kadar iyi bir takım olduğumuzu merak etmişizdir.

Yeni jenerasyon tasarım dünyasında “folk” sık rastlanan bir stil değil. Bu stile yakın durmanız hakkında ne düşünüyorsunuz? Tasarımcıların kırsal kültüre, geleneksel üretim metotlarına ve zanaata yeniden ilgi göstermeleri, toplumun gereksinimlerindeki değişim düşüncemizi doğruluyor. Aslında, sanayileşmenin modernliğine olan inanç zamanla tüm limitlerini ortaya koydu. Geometrik formlar, uluslararası stilin tipik öğeleri ve modern akımın merkezine konulmuş durumda. Bu bağlamda, zanaat eskiye ait gibi görünüyor; pahalı, dekoratif ve sadece yerel kültürün bir temsilcisi gibi. Sanayileşme, objeleri bağlamlarından bağımsız olarak her yerde üretilebilen fonksiyonel araçlar haline getirdi. Buna karşın, el yapımı objeler kusurluluklarıyla insan dokunuşuna çağrışım yapar. Buna ek olarak, sürdürülebilir çözümler bulmanın güncel aciliyeti modada da doğal zaman döngüsüne ve doğanın yönettiği bir üretime geri dönmeyi beraberinde getirdi.

İtalya merkezli bir stüdyo olduğunuzu ve ilhamınızın çoğunu Sicilya’dan aldığınızı biliyoruz. İkinizden biri Sicilya’da mı doğdu? Yoksa bir ziyaret sırasında oranın kültüründen etkilenip araştırmaya mı başladınız? Evet, Andrea Sicilyalı. Sicilya’daki endüstriyel üretimin eksikliği bizi çok etkiliyor. Zanaat orada hala elzem bir rol oynuyor. Sicilya’yı ilham verici buluyoruz çünkü sanayileşmenin yoğun olduğu ülkelerden biri olan İtalya’da sanayi devrimi öncesinden kalmış bir kasaba görüntüsü var. BAKED projenizi ilk duyduğumuzda gülümsememize neden olmuştu fakat sonrasında arkasında yatan fikri öğrenince büyülendik. Salemi’yi bilmiyorduk ve söylemem gerekir ki harika bir seremoni. Siz nasıl keşfettiniz ve fikri bu kadar basit objelere dönüştürmeyi nasıl başardınız? Biraz önce de Sicilya'dan bahsettik ya, tatil için sık sık ziyarete gidiyoruz. Salemi’yi ve geleneğini bu sayede öğrendik. BAKED’e gelirsek, proje için başlangıç noktamız; kolay ve erişebilir materyallerle, düşük sıcaklıklarda kurutulmuş, dayanıklı bir şeyler üretebilme olasılıkları üzerine yaptığımız araştırmalardı. Sonuç ise, biyomateryallerle üretilmiş, içerisinde %70 un, %20 tarımsal atık ve %10 doğal kireçtaşı barındıran lambalar ve kaplardan oluşmuş bir koleksiyon oldu. Bu projede amacımız, geleneksel üretim metodunu güncel sürdürülebilirlik sorunlarıyla bağdaştırmak

Röportajlarınızdan birinde tarihi hissedebildiğiniz bir şehir olan Floransa’da yaşadığınızı söylemiştiniz. Sonra birçok modern binanın ve ileri teknoloji mimarinin bulunduğu Eindhoven’a taşındınız. Bu kontrast, bakış açınızda ve stilinizde bir değişime neden oldu mu? Bu süreçten biraz bahsedebilir misiniz? Bizim için Eindhoven beyaz bir alan gibi. Burada daha iyi konsantre olabiliyoruz. Burada yaşamak bizim için bir ilham aramaktan çok, sadece çalışmaya odaklanmakla ilgili. Üzeri kapalı bir süreç. İtalya’da her şey daha dışa dönük. Her proje farklı bir deneyim. Başlangıç noktası bir materyal örneğinden de çıkabilir, başka bir projeyi geliştirirken akla gelen bir konseptten de. Genelde ikimizden biri ilk fikri ortaya atar ve 37


hemen üzerinde çalışmaya, saatlerce tartışmaya başlarız. Biz zamanının çoğunu masa başında çizimler yaparak geçiren tasarımcılardan değiliz. Çizim, bizim için son adımdır. Bir konsept belirler ve onunla ilgili resimlerden, metinlerden oluşan bir konudan diğerine geçişte bakış açımızın bağlantısını sağlayan bir arşiv hazırlarız. Çoğu zaman benzer görseller topluyoruz. Bu, doğru yolda ilerlediğimizin ve birbirimizi iyi anladığımızın bir göstergesi. Daha sonra kullanacağımız materyalleri görsel bir haritada duvar üzerinde organize ediyoruz. İlk maket sihirli bir an; evde ya da stüdyomuzda, bir yerlerde asılı ya da istif edilmiş üç boyutlu maketin proporsiyonlarını ölçebileceğimiz aletler hep vardır ve sürekli proje üzerine tartışırız, zaman zaman da tabii ki atışırız. Bu heyecanlı bir andır. Tasarımcılar arasında olmasına rağmen sık sık sürecin ortasında işimizle ilgili yazılar yazıp geliştirmeye, zayıf olan bir nokta olup olmadığını görmeye çalışırız. Floransa’da yaşamak yerine New York’ta yaşasaydınız ve Eindhoven yerine Sicilya’ya taşınsaydınız... Ürünlerinizin nasıl görüneceğini hayal edebiliyor musunuz? Nasıl görünecekleri konusunda hiçbir fikrimiz yok. Şimdiki anlayışımızı koruyabilmiş olurduk ama üretimlerimiz muhtemelen daha şehirli olurdu.

Tahmin etmesi çok zor. Bizim projelerimiz her zaman belirli bir bağlamın yönlendirdiği projeler. Bir işe başladığımızda önce bağlamına bakarız. Yani özünde, bir formatı uygulamakla ilgilenmiyoruz. Çok genç olmanıza rağmen Fendi, Vitra, Nodus gibi çok iyi müşterileriniz var. Birçok tasarımcıdan gerçekten çok farklısınız. Formafantasma’nın geleceği ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Bir sonraki projeleriniz neler ya da birlikte ne tasarlamak isterdiniz? Her tasarımcı gibi bu tip bir soru geldiğinde kaçamak cevaplar veriyoruz: Şu sıralar endüstriyel bir tasarım işi üzerinde çalışıyoruz. Nasıl gideceğine bakacağız. Bizim için yeni bir alan. Hiç İstanbul’da bulundunuz mu? Doğrusu hayır. Fakat tatil için gelmeyi düşünüyoruz. Sicilya ve yerel kültür haricindeki ilhamlarınız neler? İlhamı her yerde buluyoruz! Bir süre çağdaş sanattan ilham aldık fakat sıkıldık. Genel olarak günlük deneyimlerimiz bize yeteri kadar ilham veriyor. İnsan davranışlarını gözlemlemek ve dışarıdan gelen sinyallere karşı açık fikirli olmak ilhamı bulmanın en iyi yolları, ama hepsinin ötesinde duygu ve sezgilerimize güveniyoruz.

Her ülke kendine ait bir yerel kültüre sahip. Bunlarla ilgileniyor musunuz? Bir gün Formafantasma tarafından üretilmiş, değiştirilmiş bir Türk folkloru görebilir miyiz? Bu konuda emin değiliz. Konu diğer kültür elementleri ile çalışmak olduğunda hep dikkatli davranıyoruz. Kuşkusuz egzotik ya da etnik fikriyle ilgilenmiyoruz. Bu çok zor olurdu.

Size ilham veren bir film, bir yer, bir şarkı ya da bir şarkıcı, bir korku, bir kitap ve bir parfüm söyleyebilir misiniz? Şimdiki ilhamlarımızdan yola çıkarak: Nar rengi, Tonnara di Scopello, Dirty Projectors, To Fly, Il Libro degli errori of Rodari ve Officina di Santa Maria Novella’nın tüm parfümleri.

Hiç iç mekan tasarımı yaptınız mı? Eğer bir gün, mimari ya da iç mekan tasarımları yapacak olsaydınız aynı ilhamlar doğrultusunda mı ilerlerdiniz? Folklorik el yapımı bir ev nasıl olurdu diye düşünüyorum. Kulağa harika geliyor.

Son olarak en sevdiğiniz tasarımı, blog, dergi ya da gazeteyi, mimar, tasarımcı, sanatçıyı ve galeriyi söyler misiniz? Dezeen and Yatzer, ArtReview, Oma, Gallery Libby Sellers, Iris Van Herpen.

XOXO The Mag


1954

58 YEARS OF CONTINUOUS INSPIRATION IN THE PURSUIT OF TECHNICAL PERFECTION

Heritage Black Bay is the direct descendant of Tudor’s technical success in Greenland on the wrists of Royal Navy sailors. 58 years later, the Black Bay is ready to stand as its own legend. TUDOR HERITAGE BLACK BAY Self-winding mechanical movement, waterproof to 200 m, steel case 41 mm. Visit tudorwatch.com and explore more.


BEAUTY

CARINE ROITFELD for M.A.C

Gözü Dumana Katmak yazı ayşecan ipek

Carine Roitfeld, ölçüsü amacını aşmış Aviator gözlüklerini çıkarsa, sonra da size doğru yaklaşıp şöyle uzun uzun gözünüzün içine baksa… Bana kalırsa taş kesilirsiniz. Ne de olsa karşınızda ömrü boyunca siyahlara bürünmüş, Parizyen şıklığa seksapel şıkkını eklemiş, tüm tasarımcılara önünde diz çöktürmüş, kolu kanadı altına aldığı her kim varsa onu 'bir şeyleştirmiş' bir moda cadısı, bir Haute Couture Medusa duruyor. Vogue Paris, “Riski azaltalım, şöyle tatlı tatlı, beyaz gömlek & jean ilerleyelim” dediğinde onlara da yılan yılan bakmıştır eminim. Sonra Givenchy elbiseler, Chanel minik siyah ceketler, Fogal jartiyerli çoraplarla dolu bavulunu hiç düşünmeden toplayıp kendi imzasını atacağı daha kişisel maceralara doğru ilerlemiştir. Burada bir durdunuz. Bana döndünüz. “E hikayenin bu kısmını biz de biliyoruz, Fashion Book diye bir dergi çıkartıyor, moda hayatını derlediği kitabı Colette'de hala en çok satanların arasında, şimdi Harper's Bazaar'ın yeni moda direktörü olmadı mı?” diye sordunuz. Değil mi? Ben de size dönüp derim ki: “Carine cephesinde çok daha 'güzel' şeyler oluyor.” Roitfeld ve M.A.C'in birlikte bir makyaj koleksiyonuna imza atacağını ilk duyduğumda, markanın, mağaza elemanlarından yönetime kadar tüm çalışanlarına siyah giyme zorunluluğu koşmasının bu iş birliğinin bir sonucu olduğunu düşünmüştüm. Sonra Carine'in yıllardır hiç şaşmadığı, es geçmediği, pop renklerin sahaya çıkışına inat siyah, kahve ve ten rengi üçgenine hapsettiği makyajı geldi gözümün önüne. Omuz boyu kesilmiş lepiska saçların sarmaladığı kemikli, uzun bir

yüz. Hiç alınmamış erkeksi kaşlarla tezatta, 'Carbon' karası çerçevenin içinde iki kısık, yeşil göz. Zaman zaman biraz bronz, biraz bej, biraz koyu kahve. Dudaklar her zaman açık renkte, doğala en yakın tonda. Gelmiş geçmiş en cesur ve teatral çekimlere imza atan Roitfeld'in kişisel tercihleri, seksi, sofistike ve işe bakın ki sade. Her Fransız gibi Carine de karşı cinsi cezbetmeye ve sonra da aynı cazibeyle onları mahvetmeye çalışıyor. “Göz makyajım ölümün olacak”; işte aynen böyle diyor. Bir de şunu söylüyor: "İlk makyaj hatıram mı? Anneme eyeliner sürüyorum. 60'ların ortasındayız, onun üzerinde Pucci bir elbise var ve benden siyah eyeliner'ını düz çizgi şeklinde çekebilmek için yardım istiyor." Anneni bir kenara bırakalım Carine, sana geri dönelim. Makyajını nasıl tanımlardın? (Eğer bu soruyu Carine'in gözlerinin içine bakarak sorsaydım siz bu yazıyı okuyamayacaktınız.) "Mükemmel bir görünümün peşinde değilim. Makyajım biraz dağınık, geceden kalma, karanlık. Sinematografi ve fantazi. Her şey onların üzerine kurulu. Senaryo şu: Müthiş bir gecenin ardından -siz o geceyi istediğiniz gibi hayal etmekte özgürsünüz- makyajımı silmeden uykuya dalıyorum. Ertesi sabah uyandığımda gözlerim kopkoyu. Bu o kadar güzel bir şey ki!" İşte sokak modası dediğimiz şey ortaya çıkmadan, dünyanın dört bir yanında blogger'lar defile kapılarında kuluçlanmadan önce biz bu manzarayı göremiyorduk. Oysa ki Carine Roitfeld, 'akşamdan kalma' makyajını 25 senedir aynı şekilde uyguluyor. M.A.C, kendisine makyaj koleksiyonu teklifiyle geldiğinde önce şaşırıyor. Daha sonra yeni bir

XOXO The Mag


© 2012 SwarovSki aG

www.swarovski.CoM

ADANA · Mİthat Saraçoğlu Cad. (0 322 453 90 96) · ANKARA · ankaMall (0 312 541 25 27) · arMada (0 312 219 00 59) · karuM (0 312 427 50 34) Gordİon (0 312 236 70 10) · ANTALYA · MİGroS (0 242 230 17 05) · terraCity (0 242 318 10 20) · BURSA · korupark (0 224 241 29 00) İSTANBUL · akbati (0 212 397 73 75) · bağdat CaddeSi (0 216 302 07 33) · CapaCity (0 212 560 33 32) · Capİtol (0 216 474 07 27) · ForuM İStanbul (0 212 640 96 71) MarMara ForuM (0 212 466 62 10) · İStİklal (0 212 243 27 62) · kanyon (0 212 353 09 59) · nİşantaşi (0 212 240 29 32) · İZMİR · aGora (0 232 278 55 00) alSanCak (0 232 464 00 62) · KAYSERİ · ForuM kaySerİ (0 352 222 81 42) · LEFKOŞE · MehMet akİF Cad. (0 392 227 06 39)


dünyanın kapılarını açmak için sabırsızlanıyor tabii, elleri kaşınıyor. Ancak bazı şartları var: Kampanya fotoğraflarını Mario Sorrenti çekecek. Kabul. Fotoğraflar siyah-beyaz olacak. James Gager buna da kabul diyor. Böylelikle biz de, makyajın kutulardan sıyrılıp iddialı bir tavıra dönüştüğü, şık bir kampanyayla karşı karşıya kalıyoruz. Roitfeld'in tüm süreç boyunca en çok zevk aldığı kısım da poz vermek olmuş zaten. Seneler boyunca kameranın karşısında değil arkasında duran biri için, organizasyonu ve kurguyu bir kenara bırakıp tüm gün güzellik kürleriyle şımartılmak hoş bir deneyim ne de olsa. M.A.C Carine Roitfeld koleksiyonu, markanın birçok klasiğini, en yüksek stilettonun üzerinde acı çekerken bile vücut diliyle 'ne istediğimi iyi bilirim' mesajı veren bu Fransız’ın yelpazesinde derliyor. "Siyah göz kalemi çıkış noktamdı. M.A.C bana alternatifler gösterdi, içlerinden en beğendiğimi seçtim. Maskara istedim, bazı seçenekler üzerinde çalıştık ve en iyisini seçtim. Kirpik kıvırıcı da çok önemliydi çünkü kendiminkileri her zaman kıvırırım. Böylece benim için simsiyah bir kirpik kıvırıcı yaratıldı. Bronzlaştırıcı pudranın ve yanakta yaratılan renk dalgasının sağlıklı göründüğünü düşünüyorum. Onları da ekledik. Dudaklarla pek de ilgilenmiyorum, nötr renkte nemlendirici bir ruj yeterliydi benim için. Fondöten, aldatıcı bir malzeme. Sürüldüğünde kendini hiç belli etmemesi gerekiyor. Cildi hafifçe örten bir fondöten ve onu dağıtmayı kolaylaştıracak geniş uçlu, büyük bir fırça da listemdeydi. Tırnaklarda yalnız iki renkten hoşlanırım: Transparan ya

da Fransız kırmızısı. Koleksiyonumdaki isimleri Undercover Nude ve Underfire Red." Aslında Carine Roitfeld'den çekinmeye gerek yok. O da bir kadın. O da bizden biri. Hepimizin Cindy Crawford ve Marilyn Monroe'nun resimlerine bakıp iç geçirdikten sonra hayali benimiz için yer aramışlığımız vardır. Bilin bakalım bizimle aynı anda kim ayna karşısındaydı? İçi Blacktrack Fluidline'la doldurulabilen, yüze minik siyah yıldız şeklinde bir ben çiziktiren kalem, Roitfeld koleksiyonunun tek çılgın parçası. Yirmi parçalık koleksiyonda C.R makyajının inceliklerini yakalamak için çantaya illa ki atmanız gereken ürünler şunlar: Biri sıcak, biri soğuk tonlardaki Jungle ve Desert Camouflage yüz kitleri, 49 numaralı takma kirpik, siyah kirpik kıvırıcısı, gri kahve kaş kalemi Brunette ve tabii ki transparan kaş jeli. Carine Roitfeld'in güzellikte iki sürüm öne geçen kızı Julia Restoin-Roitfeld annesinin kadınsı reçetelerini devam ettirirken kırmızı ruju da listesine katmış. Geçtiğimiz aylarda anneanne titrini elde eden C.R, torununa hangi güzellik nasihatlerinde bulunur dersiniz? "Sanırım ona söyleyecek iki cümlem var. Yatağa yatmadan makyajını temizle ve güneşten korun. Güneşten mutlaka korun! Yüzünü korumakla yetinme, boynuna ve dekolte bölgene de özen göster." Anlaşılan o ki biz normal insanlar ve o küçük bebek, Carine Roitfeld'in imzası haline getirdiği dumanlı göz makyajını çılgın bir gecenin ardından beyaz çarşaflara dalarak değil, M.A.C'in ilgi çeken malzemeleriyle, emek vererek elde edeceğiz. Püf! İş başına!

XOXO The Mag



MUSIC

THE MOUNTAIN GOATS HAYATA TUTUNABİLMEK

Bugün kötü bir gün müydü? Dayanacak gücünün kalmadığını mı hissediyorsun? Huzursuzluktan kaçmak için yaşadığın şehri mi terk etmek istiyorsun? Düşünme, pencereyi aç, sakince bekle, mümkünse dışarı çık ve çimlere bas. Unutma ki, her birimiz eninde sonunda iyi hissediyor olacağız. yazı beren özel fotoğraflar dl anderson

XOXO The Mag


Mountain Goats şarkılarının ortak özelliği, hepsinin bir kayıp, zarar/ziyan halini anlatıyor olması.

John Darnielle’in müzik dünyasına kattıkları hakkında bugüne kadar birçok yazı yazdım ve korkarım ki yazmaya devam edeceğim. Kendime itiraf etmekten imtina ettiğim kadar uzun süredir takip ettiğim ve benim için çok şey ifade eden bir müzisyen ve onun ana grubu Mountain Goats hakkında yazdığım birçok şey de doğal olarak kendi hayatım, yakınlarımın hayatı ve birtakım ortak çıkarımlarımız hakkında oluveriyor. Dolayısıyla, bu yazıda kişisel öğeler bir hayli fazla olabilir -en baştan birtakım mercilerin affına sığınmak istiyorum.

John Darnielle’ın şarkı yazarı olarak bu denli yüceltilmesinin yegane nedeni nev-i şahsına münhasır on altı albüm çıkarmış ve eli ayağı tuttuğu müddetçe albüm çıkarmaya devam edecek olması değil. Onu diğer şarkı yazarlarından farklı kılan, üretkenliğinden öte, hikaye yazma ustalığı, kendi kuyusunu kazan, dibe vurmuş ya da vurmak üzere olan karakterlerin içinde bulundukları hazin durumla empati kurma özelliğine sahip olması ve aslında hikayeyi oluşturan ufak detaylara verdiği önem. Panasonic boombox’ı ile müzik yaptığı günlere dönelim ve Zopilote Machine’in benim için öne çıkan şarkısı ‘Going to Bristol’a bakalım: “[sana] tepeden tırnağa göz gezdirdim/kalçalarının narin kıvrımlarından çenenin titrek hareketlerine kadar/gördüğüm her şey hoşuma gitti/kahve fincanı yere düşüp kırılınca artık dayanamadığını söyledin/terk edeceğini biliyordum/Bristol’a gideceğini biliyordum...”. Terk etmek üzere olan sevgilinin son çırpınışlarındaki gizli kalmış detaylar –kalça, çene ve ardından yere düşen bir kahve fincanı: Seni terk ediyorum.

John Darnielle, özgüvenli, her şeyi becerebileceğini düşünen ve bu düşünceyle “atlarım tabii ki” deyiverip fiziksel olarak imkansız olan bir mesafeden atlayan ve ölümü istemsiz olarak seçen “dağ keçileri” ismini benimseyecek kadar trajedi ve komediyi aynı kefeye koyabilen bir şarkı yazarı. 90’lı yılların başında Panasonic boombox’ının karşısına geçip hikayeler anlatan söz konusu ozanımız, bugün itibariyle The Mountain Goats olarak on altıncı albümü, Transcendental Youth’u, Merge Records etiketiyle piyasaya sürdü. Albüme kuşbakışı bakmadan önce biraz geçmişten söz etmek doğru olacaktır. Yirmi seneyi aşkın zamandır müzik yapan John Darnielle, en başta tek başına, ardından Rachel Ware ile The Mountain Goats’u kitlelere duyururken, Peter Hughes ve Jon Wurster’in katılımıyla tam anlamıyla grup formatına geçti. Ancak, boombox’lı günlere hakim hayranları için The Mountain Goats üçlüsünü sahnede görmek her ne kadar grup olarak dayanışma ve denge içinde olduklarını gösterse de, hala The Mountain Goats denince akla ilk genel John Darnielle oluyor. Bu yazıda da Peter ve Jon’a haksızlık ediyor olacağım –evet, bazı alışkanlıkların değişmesi güç.

John Darnielle’in, keza The Mountain Goats, keza Franklin Bruno ile kurduğu The Extra Lens (eski ismi ile The Extra Glenns) dahilinde ele almaktan hazzettiği bir başka konu ise aldatma. Bunun hakkında yazdığı en komik şarkılardan birisi olan ‘Alibi’, aksiyona gelmeden yaşananların detaylarını bir bir sıralıyor: 11’de işten çıkan kahramanımız, önce bir parmağını esintiye karşı tutar ve kendi kendine “böyle gecelerde aksiyon yaşamak uygun düşer” der ve 40 mil ötedeki kıza doğru yola çıkar; tepede beliren bembeyaz ve koskoca ayın altında araba kullanırken, kendini ameliyat masasında yatıp ışığa doğru yönelen bir hasta ile özdeşleştirir; sessiz bir köşeye arabasını park eder ve karanlıkta sakin adımlarla odasında ışığı açık bırakmış kıza doğru ilerler; kendini trenin altına atmaya hazır bir adama benzetse de, odaya çıkar. Beklenen an geldikten sonra vantilatörü açarlar, birbirlerinin cümlelerini tamamlarlar –devamı ise bir muamma. John Darnielle, hikayenin giriş ve gelişme bölümlerine ilişkin detay verip sonucu havada bırakarak, adeta, “kişi yapabileceğini görmek için aldatmaya tenezzül eder” fikrini inceden inceye işliyor. Ne de olsa, etrafına zarar vermeye başlayan zayıf karakterli insanlara tahammül göstermek yerine onlarla dalga geçmek daha insani bir çözüm.

Şarkılarda dizi, albümlerde ise tema kavramını seviyor John Darnielle. The Mountain Goats arşivinde, çıkış noktası olarak Zopilote Machine’in gösterilebileceği silsile şarkılar bulunmakta: Bulunduğu yerden kaçmanın, içinde bulunduğu huzursuzluktan kaçıp kurtulmak olduğu inancına dair 45 adet ‘Going to’ şarkısı (artık bir tane ‘Going to Istanbul’ şarkısının zamanı geldi), aşklarını görkemli bir şekilde tüketen bir çifti anlatan 30 adet ‘Alpha Couple’ şarkısı, 9 adet ‘Pure’ şarkısı, 8 adet ‘Standard Bitter Love Song’ şarkısı ve 3 adet ‘Quetzalcoatl’ şarkısı. Gece vakti vals yapmakta olan bir çiftin bulunduğu nalbur dükkanının kuzey duvarından içeri giren bir atı konu alan rüyası sonucu yarattığı Alpha Couple, çiftin ilişkileri, ilişkilerini alkol eşliğinde tüketmeleri ve trajik sonları hakkında yazdığı şarkılardan oluşan ve bu sene onuncu yılını kutlayacağımız Tallahassee, bir çatı altında yaşayan metamfetamin ve benzeri madde bağımlılarını anlatan We Shall All Be Healed, üvey babası ile yaşadığı ergenlik günlerinin dışa vurumu olan ve baştan sona otobiyografik şarkıların yer aldığı Sunset Tree, bir ayrılık albümü olan Get Lonely ve İncil’den esinlenerek yazılan seküler şarkılar topluluğu The Life of the World to Come gibi tematik albümler bir yana, bir diğer taraftan ise genel olarak hayata tutunmak ve diğer zorluklar etrafında dönen hikayelerden oluşan, Coroner’s Gambit, Sweden, Heretic Pride, All Eternals Deck gibi albümler yarattı John Darnielle. Birbirinden farklı temalara haiz ya da herhangi belirgin bir teması olmasa da, The

Kendini imha edecek, işlevsiz aşk ilişkileri ve bu ilişkilerin evrelerine eskisi kadar rağbet etmeyen John Darnielle, son yıllarda savunma mekanizmasını istemsizce devreye sokan ve kendi kuyusunu itinalı bir şekilde kazan insanlar hakkında şarkılar yazıyor. Birbirini kaybeden iki insandan, benliği sarsılan insanlara geçiş. Hayatımda beni derinden etkilemiş şarkı yazarlarından John Darnielle, aşk ilişkilerinin kırılma, bozulma, yeniden deneme, bu-sefer-belki, duraklama, ne-yapayımsenden-medet-umuyorum, çöküş, kafam-çok-karışık-ama-sen-beklegeleceğim, bitme ve bitirme evreleri hakkında şarkılar yazmayı kenara koyduysa, ben de pekala hiçbir zaman sonuçlanmamış, sonuçlandırılmamasına özen gösterilmiş, sonuçlanmışsa bunun göz ardı edildiği ilişkilerden uzak durabilirim. 45


Hal böyleyken, zaman içinde John Darnielle’dan öğrendiğim birtakım şeyleri sıralamak gerek: -iPod’da dur tuşu yerine duraklat tuşu olabilir, ama bu hayatın akışını duraksatman için neden değil. -Dibe battıysan, çıkış yakındadır. -Bir şeyi nasıl sunduğun, sunduğun şey kadar önemlidir. -Umutsuzluğa kapıldığında, dur: Yalnız değilsin. -Zaman zaman ayağını frenden çek! -Başına gelenleri sen istediğin gibi, düzeltecek kişi de sensin. -Kaliforniya’nın üstünlüğünü kabul etmiş olmak için Kaliforniya’ya yerleşmen gerekmiyor. Bunları her daim hatırlamak mümkün olmadığı gibi, uygulamak da zaman zaman zorlaşabiliyor. Nitekim, dibe battıktan sonra çamurda debelenmek, çıkışa geçmek için harekete geçmekten daha kolay. Transcendental Youth da, bunu benimsemiş ancak, sonunda ışığı görecek/görmesi muhtemel karakterlerin hikayelerinden oluşuyor. Albümdeki şarkılar, genel anlamda hayata tutunmak ile ilgili olsa da tematik bir albüm niteliğini taşımıyor, diğer bir deyişle, Transcendental Youth, ikinci tür The Mountain Goats albümlerinden. 2010 çıkışlı All Eternals Deck, ne kadar Heretic Pride’i, Sunset Tree de ne kadar Life of the World to Come’i andırıyorsa, Transcendental Youth da We Shall All Be Healed ile benzeşiyor, ancak öfke ve ölümün yerini bu albümde merhamet almış. We Shall All Be Healed gençlik günlerini bir anlamda boşa harcayan bir grup genç hakkında iken, Transcendental Youth ile John Darnielle, gençlik günlerinde yaptıklarından ve başına gelenlerden ders alan karakterleri irdeliyor. Bazıları hayata tutunmak adına hayatlarına son veriyor, bazıları ise çalkantılı dönemleri kutlamayı ve benliğinin bir parçası yapmayı seçiyor. Eser sahibi The Mountain Goats olduğu müddetçe kutlama hali de coşku yerine huzursuzluktan beslenen görkemli bir hal alıyor. Dünyadaki tüm Amy Winehouse’lar için yazılan ‘Amy AKA Spent Gladiator I.’, kendini mahvetme içgüdüsüne karşı koyamayan, ego ile savaşa yenik düşen ve yanlış nedenlerle kendisinden bahsettiren kişiler hakkında. Merhamet hissi, albümün açılışını yapan bu şarkıda kendini derhal hissettiriyor: “Seni hayata bağlayacak tüm saçma sapan şeyleri yap/karanlığı uzaklaştırmak için tüm saçma sapan şeyleri yap... bütün bir gün boyunca trenlerin önüne atla/ve hayatta kalmaya devam et”. Albümdeki bir diğer hayatına son vermiş müzisyen ile ilgili şarkı olan

‘Harlem Roulette’te aşırı dozda eroin aldığı için hayatını kaybeden Frankie Lymon ve ardından bıraktığı hisler topluluğu anlatılıyor: “Dünyanın en yapayalnız insanları hiçbir zaman göremeyeceğin kişilerdir”. Transcendental Youth’un genel temasının içinde birbiriyle eşleşen bir diğer şarkı ikilisi de ‘Amy AKA Spent Gladiator I.’ ve ‘Spent Gladitor II.’dir. Güçlü, kuvvetli bir kişinin artık eski formunu kaybetmesiyle sahalardan çekilmesini anlatıyor ‘Spent Gladitor II.’ –kaçacak küçük bir kasaba bulan ama geride bıraktığı kimliğine göz ucuyla bakmaya devam eden kişiye, hayata tutun diye salık veriyor John Darnielle. ‘Amy AKA Spent Gladiator I.’de olduğu gibi, bu şarkıda da tekrarlanan “hayata tutun” sözü zafere işaret ediyor gibi gözükse de, büyük ölçüde, başımıza gelen tatsız şeyleri kabul edip, “olan oldu, bu da geçer” deyip, yolumuza devam etme halinin altını çiziyor. Transcendental Youth boyunca karşımıza çıkan karakterler görünmez ya da yapayalnız olsalar da, verdikleri hayat mücadelesi ve kayıpla yüzleşme süreçleri, onları belirgin karakterler haline getiriyor –ışık kapı aralığından içeri girmek üzere. Kendini bir şekilde toparlayan eskinin gladyatörü (‘Spent Gladiator II.’), kötü bir dönemden geçerken içinde bulunduğu karanlık odayı terk etmek için kendine izin veren kişi (‘In Memory of Satan’), hayatları yok olan mürekkeple yazılsa bile dayanışma ve birliktelik içinde olan bir grup uyuşturucu bağımlısı (‘Lakeside View Apartment Suite’) ve yenilgiyi kabul edip, arta kalan kırık parçalardan çıkış için bir vasıta inşa eden kişinin (‘Cry for Judas’) hayatlarına devam edeceğini ve eninde sonunda iyi olacaklarını görebiliyoruz. Tallahassee’nin piyasaya sürülüşünün ve The Mountain Goats konserlerinde herkesin bir ağızdan “...umarım yok olursun, umarım ikimiz de yok olup gideriz...” sözüne eşlik ettiği ‘No Children’ı ilk dinleyişimin üzerinden on sene geçti. Klasikleşmiş şarkı bu olsa gerek ki, hala her dinleyişimde (ki çok dinliyorum) ilk günkü heyecanı hissediyorum, hala cinayet mahallinden ayrılmam gerektiğini kabul ettiğim naçizane anlarda (bakınız Ekim ayının ilk günleri) bana güç veriyor. Hala biliyorum ki, hikaye değişse de, ne aşka duyulan aşk, ne de ardında bıraktığı pekmez tadı değişiyor. Zaman ilerliyor, kişi az biraz daha akıllanıyor, bitakım anılar geride kalıyor ve hayata (yeniden) bağlanılıyor. Ne de olsa, her birimiz eninde sonunda iyi hissediyor olacağız. Bunu bilmek de çok şey demek. Teşekkür ederim, John Darnielle.

XOXO The Mag


6000 H SC DT COLOR DREAM

TÜRKİYE YETKİLİ DİSTRİBÜTÖRÜ

TEL: 0212 225 28 10

www.kamisaat.com


INTERVIEW

Pelİn ESMER

Belki de Suçlarımız Birikmiştir Oldukça sert travmalardan muzdarip, suçluluk duygusuyla baş etmeye çalışan karakterleri, ıssız bir doğa fonunda bir araya getirmek için alışılagelmiş yetilerden fazlasını kullanmaya, kamera arkasında yetkin bir sinematografik göze sahip olmaya ihtiyaç var. ‘Gözetleme Kulesi’nin yönetmeni Pelin Esmer de, unutulması zor belgeseli ‘Oyun’dan bu yana, o sinematografik göze sahip olduğunu hep kanıtladı. Yolları Tosya’da kesişen yangın gözetleme bekçisi Nihat (Olgun Şimşek) ve şehirler arası bir otobüs firmasında hosteslik yapan Seher’in hikayeleri deşildikçe onları buraya savuran suçluluk duyguları da daha da şekilleniyor, Pelin Esmer, bu evrensel hissi sorguluyor. Esmer’le buluştuk, Adana Altın Koza’da En İyi Yönetmen dahil beş ödül kazanan, sezonun en merakla beklenen filmlerinden ‘Gözetleme Kulesi’ni konuştuk. röportaj erman ata uncu fotoğraf muhsin akgün

XOXO The Mag


zor. Aslında onun farkında olma ve onunla barışmanın bir yolunu arıyorum belki, bilmiyorum. Bir yandan suçluluk duygusu da hayatı devam ettiren, bazı suçları işlememize engel olabilecek bir şey. O yüzden gündelik bir duygu olarak görüyorum. Pek çok kitap ve film bu duyguyu işleyebiliyor ama benim kendi yolculuğumu yaşamam gerekiyordu.

Önceki filmlerinizden ‘Oyun’da çok farklı, kucaklayıcı bir taşra görüyorduk. ‘Gözetleme Kulesi’nde tam tersi bir taşra var sanki… Aslında burada taşra bile yok diyebilirim. İki karakterim de evsiz. Seher için, o mekân geçici olarak durakladığı bir otogar. Nihat için de aslında gözetlemekten gözetlenmeye geçtiği ve kendi kendini iyileştirmek için sığındığı bir yangın gözetleme kulesi. İkisi de aslında ev olmayan iki mekan. Otogar bile kasabadan uzak, insanların sürekli yaşadığı bir yer değil, kendi başına bağımsız bir yer. Bir tek belki kızın gelmiş olduğu, ailesinin oturduğu yere taşra diyebiliriz. O da filmde anne, baba ve ailesinin, kızlarının hayatına, kararlarına etkisi kadar görünebiliyor. Belki de taşranın etkilerini, taşraya girmeden, aralarındaki ilişkiden yola çıkarak hayal edebileceğimiz bir durumdayız.

Belgesellerinizden sonra gelen ‘11’e 10 Kala’nın çekimlerinde senaryoya beklemediğiniz kadar bağlı kaldığınızı söylemiştiniz. Burada da aynı durum var mıydı? Öyle oldu. Tabii ki montajda çok şey değiştirdim. Ama büyük oranda senaryoya bağlı kalarak çektim. Tabii ki araya doğa girdi. Doğaya uyum sağlamamız, ona göre çalışmamız gerekti. Bir hafta çekimi uzatmak durumunda kaldık. Altı hafta planlamıştık çekimleri. Ama sonbaharda çektiğimiz için çok değişken bir hava durumu vardı. Sürekliliği sağlayabilmek için oturduk, bekledik sabırla.

Hikayeye başlarken, sizi tetikleyen de kimliksiz mekanlar anlatma isteği miydi? Tabii, karakterler ve senaryo geliştikçe bu duygu da sinmeye başlıyor. Suçluluk duygusunu sorgulama isteğinden, iki insanın suçluluk duygusunu kendi kendilerine yaşarken, birbirleriyle çarpıştıktan sonra nasıl yaşayacaklarından yola çıktım. Film oluşurken de tabii onların mekanları da oluşuyor kafamızda. O noktada da ikisinin de tam ait olmadığı, aslında kendi emniyetlerini kurdukları ve gözetlenmedikleri iki mekan arıyordum kafamda. Seher için çok emniyetli olarak gönderilmiş olduğu bir evden kaçıp gittiği çok tekin olmayan, emniyetsiz olarak algılanabilecek bir otogar nasıl emniyetli bir hale gelebiliyorsa, Nihat için de onu sorgulayacak, suçluluk duygusunu sürekli empoze edecek insanlardan kaçtığı, gözetlenmediği, soru sorulmadığı bir gözetleme kulesi ortaya çıktı.

Tosya, hikayenin başından beri aklınızda olan bir mekan mıydı? Yok, değildi. Yangın gözetleme kulesini orada buldum. İlk kuleyi bulduk ve şans eseri hayalimde canlandırdığım gibi bir kuleydi. İki senedir kullanılmayan, yıkılmak üzere olan bir kuleydi. Filmi çekebilmemiz için yıkmadılar. Otogarı da ona çok uzak olmayan, Tosya yakınlarında bir yerde bulunca orada karar kıldık. Orman sahnelerinin büyük bir kısmını Tosya’nın dışında, Cide’de çektik. Bu sayede gerçekten çok güzel yerler keşfetmiş oldum. Batı Karadeniz’i çok az biliyordum. Olağanüstü bir doğası var. Tosyalılar çok sıcak ve yardımseverdi. Aslında doğa koşulları sebebiyle biraz meşakkatli çekimlerdi. Ama filme çok uygun koşullarda çalıştık ve yaşadık diyeyim. Yani o anlamda da çok beslendiğimi, unutmak istemediğim bir çekim dönemi geçirdiğimi söyleyebilirim.

Suçluluk edebiyat ve sinemada çokça ele alınan bir tema… Çünkü hepimiz suçluyuz ve suçluluk duyuyoruz. Ondan kaçmak çok 49


Ben yangın gözetleme gibi bir meslek olduğunu bilmiyordum… Çoğumuz bilmiyorduk. Ben de bilmiyordum. Birkaç sene önce gazetede, bir yangın gözetleme kulesinde bekçi olan bir aileyle ilgili bir haber gördüm. O zaman böyle bir şeyin varlığından haberdar oldum ama unuttum. Böyle bir şey üzerine film yapayım gibi bir şeye gitmedim. Sadece öyle bir bilgi yerleşti kafama. Sonra Nihat’ın mekanı oldu orası. Pek çok kimse bilmiyor. Ama Türkiye’nin orman olan her yerinde orman müdürlüklerinin en az dört beş tane kulesi oluyor. Bizim bulunduğumuz Kastamonu’da çok sayıda kule vardı. Ve çok çalışıyorlar; gözetleme kulesindekiler, bekçiler, 24 saat çalışıyorlar, gerçekten filmdeki gibi… Olgun Şimşek, çok yönlü oyunculardan... Suskun karakterleri de, konuşkanları da aynı yetkinlikte canlandırıyor. Nihat karakteri için de ilk düşündüğünüz oyuncu o muydu? İlklerden biriydi. Gerçekten Olgun’la uzun zamandır çalışmak istiyordum. Barış Pirhasan’ın yönettiği ‘Gül ile Adem’ adında bir kısa filmde oynamıştı. O zamandan aklıma düşmüştü. Sonra ‘Yazı Tura’daki oyunculuğunu çok beğenmiştim. Şekilden şekile girebilen, konsantre olabilen, kendini ve hayatı didikleyebilen bir oyuncu. Çok iyi hazırladı kendini. Sadece doğayla olan ilişkisi değil -ki o da çok önemliydi burada- Nihat’ı çok iyi anladığını ve çok zor bir rolün altından çok iyi kalktığını düşünüyorum. Sonuçta Nihat, eylemleriyle değil, duygularıyla varolabilen bir karakter. Ve bunu pelikülde gösterebilmek bir oyuncu için çok zor. Bu konuda da Olgun’la çalışabildiğim için gerçekten çok memnunum. Nihat’ın film boyu ahşaptan oyduğu heykelin nasıl bir işlevi var hayatta? Sonuçta adam marangoz. O da bir tesadüftü. Eliyle işleyen insanların, özellikle de erkeklerin iç dünyalarına daha çok daldıklarını, daha çok düşündüklerini, daha suskun insanlar olduklarını hayal ediyorum ben. Tabii ki bu bir genelleme ve önyargı ama öyle bir duygum var. Nihat da hayat boyu muhtemelen bir şeyler oymuş. Belki başka şeyler, belki masa sandalye oymuştu

daha önce. Ama acısıyla belki o şekilde kendi kendine baş etmeye çalışan bir adamın, hele ki böyle bir becerisi varsa, böyle ağaca ya da benzeri bir şeye yöneleceğini düşündüm. Ve ona bir de yoldaş gerekiyordu. Ona hiç soru sormayacak, onu rahatsız etmeyecek, kendi başına olmasına izin verecek biri olmalıydı ve oyduğu şey bir adama dönüştü ondan sonra. Bu karakterlerin bu kadar büyük travmalar geçirmelerine rağmen içlerini dökmemeleri, bu travmaları algılamak istememeleriyle açıklanabilir mi? Bu tabii, benim çizdiğim karakterin yapısından da kaynaklanan bir şey. Ama Nihat, suçluluk duygusuyla bağırarak ya da bir şeyleri kırarak değil, kendi içine dönerek ve belki kendini bir anlamda yıkarak ve bir yandan yeniden inşa etmeye çalışarak baş etmeye çalışan bir karakter. Seher’le çakıştığı anda ise bununla baş etme yöntemi değişiyor. O zaman baş etme eylemi karşılıklı suçluluk duygularına oynayarak farklı bir eyleme dönüşebiliyor. O da çok insani bir şey. Ama Nihat’ın bir şekilde kendi kendini iyileştirmeye çalışan, bir şekilde bir yandan kaçan, ama kaçarken de içindekileri etrafa saçmayan bir adam olduğunu düşünüyorum. Aslında bu durum sadece Nihat için geçerli değil; pek çok erkeğin duygularını biz kadınlardan daha az paylaştıklarını, daha az dile getirdiklerini, daha çok mevzuyu kendi içlerinde kendi kendilerini çözmeye yöneldiklerini de gözlemliyorum. Tabii ki bu da bir genelleme, ama kadınlarla erkeklerin farklı yöntemler seçtiğine de katılabilirim. Seher gibi büyük bir travma geçirmiş bir karakterin varlığına rağmen, film sadece bir tarafa odaklanmıyor, hem bir kadın hikayesini hem de bir erkek hikayesini anlatıyor… Evet, bir kadın ya da bir erkek hikayesi anlatacağım diye bir şeylere başlamadım hiç bugüne kadar. Bu filme de Nihat’ın ve Seher’in hikayesi olarak başladım. Aslında sonuçta anlatmaya çalıştığım, kafamı yoran, beni bunu anlatmaya iten bir duygu ve bu duygunun, suçluluk hissinin bir cinsiyeti olmadığını düşünüyorum. Yani bununla baş etme yöntemleri değişebilir insandan insana, kadından

XOXO The Mag


erkeğe, milliyetine göre… Ama daha çıplak haliyle acı ve vicdanı cinsiyetsiz bir şekilde sorgulamaya çalıştım.

‘Gözetleme Kulesi’nin Toronto’da ve Adana’da algılanışı arasında bir fark sezdiniz mi soru-cevap kısmında? Çok büyük farklar hissetmedim. Belki Toronto’da Türkiye’yi tanımaya yönelik, daha toplumsal sorular soruyorlar.

Suçluluk duygusu yeni Türkiye sinemasının sıklıkla baktığı bir tema… Bunun sebepleri ne olabilir sizce? Belki çok suç işliyoruz. Kendi suçlarımızdan arınmaya, kendi suçlarımızla baş etmeye mi çalışıyoruz, bilmiyorum. Çok suç işlenen, suçluluk duygusuna çok müsait bir yerde yaşıyoruz. Ama bunun coğrafyayla da aslında çok alakası yok. Çünkü bence insanın temel duygularından biri. Türkiye sineması bu dönemde suçluluk duygusunun üstüne gidiyor gibi bir genelleme yapamıyorum ama belki de suçlarımız birikmiştir. ‘Gözetleme Kulesi’ Nilay Erdönmez’in ilk filmi. Onunla nasıl kesişti yollarınız? Seher karakteri için epey kişiyle görüşüyorduk. Nilay o sırada Jean Genet’nin ‘Zenciler’ini yönetip sahneliyordu ve orada oynuyordu da. Aslında ben o oyuna başka bir oyuncuyu izlemek için gitmiştim. Ama öyle bir oyuncu yokmuş, bir yanlış anlaşılma olmuş herhalde. Sonuçta Nilay’ı görmüş oldum. Sonra tanıştık, konuştuk, deneme çekimi yaptık ve en sonunda Nilay’da karar kıldık. Çok da memnunum.

Ne gibi mesela? İşte bu ensest meselesini soruyorlar. Ama sanıyorum bu maalesef en evrensel şeylerden biri. Keşke olmasa. Ama gelen sorularda çok büyük farklar yok. İşte Türkiye’de kadın yönetmen olmakla ilgili sorular geliyor. Ama yani şu an göğsümüzü gere gere bir çırpıda çok sayıda Türkiyeli kadın yönetmen sayabildiğim için o sorular da çabuk geçiyor tabii. Çünkü gittiğim birçok ülkede bu kadar sayıda kadın yönetmen yok. Uluslararası düzeyde tanıdığımız, bildiğimiz yönetmenlerden bahsediyorum. Tabii ki hiç yok gibi bir durum değil ama Türkiye artık buna şaşılmayacak kadar fazla kadın yönetmeni olan, kadın yönetmenin olmasından ziyade kadın yönetmenin iyi filmler ürettiği bir yer. Yoksa sadece kadın yönetmen olma durumundan dolayı söylemiyorum bunu; sinemanın bir cinsiyeti olmaması gerektiğini de düşünüyorum. Ama kadın yönetmenlerin de hikayelerini anlatabileceği, filme dönüştürebileceği, o prodüksiyonun uzun ve meşakkatli sürecinin altından kalkabileceği bir dönemdeyiz. Dolayısıyla çok mutluluk verici bir şey bu da.

Laçin Ceylan, filmde birkaç dakika görünüyor. Ama Adana Altın Koza’da en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü aldı. Bu, şaşırttı mı ekibi? İşte o da belki de uzunluğun bir duygu aktarımıyla alakasızlığına, aralarında bir korelasyon olmadığına güzel bir örnek olabilir. Laçin, sadece bir sahnede yer alıyor. Ama filmin en önemli sahnelerinden biri… Gerçekten çok önemli bir karakter. Filmin bundan sonraki yolunu belirleyecek bir karakter. Çok başarıyla çizdi Laçin o karakteri, çok iyi bir iş çıkardı. Gerçekten bir duygu aktarımının, bir sahne yaratımının süreyle ne kadar alakasız olduğunu da göstermiş oldu.

Son olarak, ‘Oyun’ Türkiye sinemasında kurmacayla belgeselin sınırlarını bulandırarak kitlelere ulaşan ilk filmlerdendi. Sonrasında da diğer örnekleri görüldü bunların. Bunda bir sorumluluk hissediyor musunuz? Çok mutlu oluyorum onun sürekliliğinin sağlanmasından, peşi sıra pek çok iyi belgeselin çıkması harika bir şey. Tabii ki sorumluluk anlamında değil ama iyi filmler izledikçe nasıl motive oluyorsam, iyi belgesel seyrettikçe, o belgeseller sinemada gösterilir hale geldikçe çok daha mutlu oluyorum tabii. Ama bence tam zamanıydı, bir şekilde patlayacak bir şeydi. Aradaki o sınırın sorgulanmaya başlamasıyla pek çok iyi belgesel çıkmaya başladı. 51


DESIGN

Saf Fİkrİn Peşİnde

Adriana Rodriguez

San Fortesa’da, birçok ülkeden en az kendiniz kadar yetenekli insanlarla birlikte oturup fikirlerinizden bahsediyorsunuz. Daha soracak, öğrenecek, yapacak çok şey var! Adriana Rodriguez İspanya’nın yaratıcılığının merkezinin Barselona olduğunu söylüyor. Bu şehirde, Barcelona Design Center’da onunla birlikte çalışma şansın olacak mı? Heyecanlı katılımcıların, tasarımcıların, müşterilerin ve hatta diğer marka yöneticilerinin de BDC ve Camper Workshop’tan öğrenmek isteyeceği birçok şey var. Bu ay Mayorka'dan bildiriyoruz. röportaj can erker fotoğraflar barcelona design center izniyle


Bize biraz Barcelona Design Center’dan (BDC) ve oradaki rolünden bahseder misin? BDC, bir uluslararası tasarımcılar ve yaratıcılık ağı. Burada yer alan insanlar olarak, yeniyi arıyor, onu geliştiriyor ve projelendiriyoruz. Benim rolüm en seçkin uluslararası tasarım okulları, gelecek vaadeden tasarımcılar ve geleceğin pazarını yaratacak yönelimler ile Camper arasında köprü görevi görmek. Sık sık ABD'den Japonya’ya gidiyorum ve moda, ürün, endüstriyel tasarım, ayakkabı tasarımı gibi birçok farklı disiplinden tasarımcılarla görüşüyorum. Bulunduğum yerin ruhunu soluyabilmek için, bazen öylece dışarı çıkıp sergileri geziyor, gözüme çarpan şeylerle ilgileniyor ve insanlarla tanışıyorum. Kendi sınırlarımı zorlayarak markaya tazelik ve öngörü katmak için elimden geleni yapıyorum.

Son atölyenizde parmak ucuna kolayca çıkılarak çiftlerin aynı boya gelmesini sağlayan boyfriend-girlfriend ayakkabısı gerçekten etkileyiciydi. Ayak demişken, katılımcılar da seçilebilmek için rakiplerinin ayağına basmak zorunda kalıyorlar mı? Adayları seçme süreci nasıl işliyor? Bunu ilk defa okumuyorsunuzdur; Camper takım çalışmasının her şeyden üstün tutulduğu, pozitif çalışma ortamına sahip bir aile şirketi. Tabii ki herkesin hırsları var ve katılımcılar da ortaya çıkartacakları işlere göre bizimle çalışıp çalışamayacaklarının belirleneceğinin farkındalar. Ancak bu kişileri yalnızca yeteneklerine değil, aynı zamanda hayat görüşlerine ve kişisel değerlerine de bakarak seçiyoruz. Bu bağlamda benim amacım, bu yaratıcı bulmacayı daha da iyi anlayarak, her yıl biraz daha ileriye taşımak. Ayrıca ekleyeyim, farklı kültürel perspektifler, çeşitli fikirler, yeni bakış açıları, kültürlerarası fikirlerin çaprazlanması da -biraz önce de söylediğim gibi- bizim esansımızda yer alıyor. Camper yıllardır uluslararası bir marka ve atölyede de markanın bu yönünü temsil ediyor.

BDC diğer örnekleriyle karşılaştırıldığında yaratıcılık ve heves ile dolup taşan bir proje olarak sivriliyor. Biraz önce anlattıklarını da sayarsak, yaptığın işi başkalarına da önerir miydin? Şaşırtıcı değil ki, işimi ve tasarımcılarla çalışmayı çok seviyorum. Benim de bir moda tasarımcılık geçmişim olması sayesinde diğer tasarımcıların markaya ne göstermek istediklerini ve Camper’la çalışmak için uygun olup olmadıklarını çok iyi anlayabiliyorum. Kendi bünyemizde neyi neden yaptığımızı bildiğimden, neyin ilgi çekici yeni bir projeye dönüşebileceğini az çok tahmin edebiliyorum. Bu işi yalnızca yetenekli insanlara, tutkuyla çalışan ve söylecek şeyleri olan insanlara öneririm. Her şeyin birbirine benzediği zamanımızda, bizim asıl yapmamız gereken ise kişisellik ve bireyselliğe sahip zihinleri cesaretlendirmek. Benim işimi yapmak isteyenlere kısaca şöyle tavsiyeler verebilirim; tutkulu olun, sağlam bir pasaportunuz olsun, jetlag ile baş etmeyi öğrenin ve şimdilik çocuk sahibi olmayı aklınızdan geçirmeyin.

Peki bir workshop için temayı nasıl belirliyorsunuz? Önümüzdeki yılın fikri için bir ipucu verebilir misin? Belli bir ruhu, güçlü ve net değerleri olan bir markanın çatısı altında çalışıyoruz. Güçlü kökler, yılların getirdiği uzmanlık ve hayatı keyif ve tutkuyla yaşamanın verdiği hazzı, sezgilerimizin bize söyledikleriyle birleştirince, atölyenin temasının ana hatları ortaya çıkıyor. Genelde tema ofis dışında herhangi bir yerde aklımıza geliyor. Önümüzdeki yıl için şimdiden aklımızda birkaç fikir var ancak bunları paylaşmak için çok erken. Bir de ahlaki açıdan bakmak istiyorum durumunuza. Bazı eleştirmenlere göre, çok uluslu şirketler çok az harcama yaparak yeni fikir ve taze yaklaşımlar bulmak için bu tarz yarışmaları kullanıyor. Bu anlamda başvuranların ve seçilen katılımcıların işlerini nasıl ele alıyorsunuz? Kendi işlerinin telif haklarına sahip oluyorlar mı? Tecrübeyi bir kenara koyarsak, bu atölyeden başka neler kazanıyorlar? Camper hiçbir zaman atölyeden bir fikri çalmaz. Çok basit; belli bir projeyle ilgileniyorsak, tasarımcıyla -fikirlerinin derinliklerine inmesine ve geliştirmesine olanak sağlayacak- bir ticari sözleşme altında çalışıyoruz. Bir tasarımcı için Camper’la bir projede işbirliği yapmak demek ayakkabı teknisyenleri ve uzmanlarından oluşan muhteşem bir ekiple çalışma şansı yakalamak demek. Gerçekten de çok fazla şey öğrenebilir. Çoğu zaman atölye katılımcılarının ayakkabı tasarımı veya üretimi konusunda tecrübeleri bulunmuyor. Bu sebeple onlar için de öğretici bir deneyim oluyor. Ayrıca unutmamak lazım, atölye profesyonel tarafının yanında aynı zamanda da kişisel bir deneyim. Camper’ın davet ettiği pozitif zekalar on gün boyunca iyi bir yönetim ekibi eşliğinde sabahtan akşama kadar birlikte zaman geçiriyorlar. Bunun ne kadar muhteşem bir şey olduğunu hayal edebiliyor musunuz? Ayrıca her atölyeyle ilgili katılımcıların profilleri ve eserlerini içeren, bundan sonraki profesyonel hayatlarında kullanabilecekleri güzel birer araç olan kitaplar basıyoruz.

Yaratıcı işlerde, yaşadığın gibi çalışmak çok yaygın bir davranış türü. Kişiliğin BDC ve yaratıcı atölyeleri nasıl etkiliyor sence? Bence bu soruyu aslında beraber çalıştığımız tasarımcılara sormalısınız, çünkü kendi hakkımda konuşamıyorum ama kendi kendime çok iyi konuşurum. Camper’da geçirdiğim yıllar boyunca bana göre insanları motive etme, enerjimi ve pozitifliğimi kullanarak onları bir araya getirip en iyi verimi alma konusunda yeteneklerimi oldukça geliştirdiğimi düşünüyorum; hem tasarım konusunda, hem insan ilişkilerinde. Camper Workshop’ta ikisi de çokça gerekiyor. Geçen yıllara baktığınızda, yarattığımız atmosferin ne kadar özel olduğunu görebilirsiniz. Google size bu konuda yardımcı olacaktır. Bu konuda tarafsız olamayacağım, Camper Workshop yaratıcı çağın ruhuyla mükemmel uyuşuyor ve bu da markayı müşteriler ve en parlak yetenekler için çekici kılıyor. BDC’nin buradaki asıl rolü nedir? İnsan kaynakları departmanı için yetenekli insanları Camper’a çekmenin yaratıcı bir yolu olduğunu söyleyebilir miyiz? Camper Workshop hem ürün hem de iletişim odaklı çalışıyor. Amaç uluslararası tasarımcıları bir araya getirip, yıl boyunca yarattığımız bir konsept üzerinde çalışmalarını sağlamak. Her tasarımcı verilen temayı kendisine göre yorumluyor ve bu kimlerin Camper’ın yaratıcı ağının parçası olabileceğini ve onlarla nasıl çalışabileceğimizi görmemizi sağlıyor. Bazen tasarım ekibi ile işbirliği yaparken, bazen de katılımcılara freelance çalışma imkanı sunuyoruz. İnsan kaynakları konusunu bir yana bırakırsak, cool insanlardan oluşan bir yaratıcı ağ kurmak bize büyük bir tatmin sağlıyor. Bu insanlar güzel anılara ve marka hakkında pozitif düşüncelere sahip oluyorlar ve aynı zamanda kendileriyle gelecek projeler için bağlantı halinde kalmaya da devam ediyoruz. Bir bakıma dünyanın dört bir yanına güzel bir Camper enerjisi yayıyoruz.

Atölyelerde ortaya çıkan fikirleri Camper için kullanabildiğinizi söyledin. Toplu üretimleri yapılmasa da ortaya çıkan sonuçlar markanın tasarımını ve karakterini nasıl etkiliyor? Atölye sırasında ortaya çıkan süper yaratıcı fikirler, bir de üretim, maliyet, vs. bakış açısıyla tekrar tanımlanmak zorunda. Yaratıcılık ile gerçeklik arasında ne yazık ki bazen bir tercih yapmak gerekebiliyor. Son olarak, bu buluşmalardan sende iz bırakan özel bir anın var mı? Hepsinin sonunda bir daha asla aynı seviye ve enerjiyi yakalayamayacakmışım gibi geliyor ama dört atölyeden sonra artık her yılın özel ve diğerlerinden farklı olduğunu görüyorum. İnsanlar baskı altında çalıştığı zaman birçok kişisel olay yaşanıyor. Örneğin, Eliska’nın bu seneki “happy accident” fikrini bulması gibi. Çok basit, çok saf, ama dahice. O kız çok iyi şeyler yapacak.

Camper Workshop hangi problemlerle ilgileniyor? BDC gerçekten de Camper’a yaratıcı çözümler sunuyor mu? Tabii ki. Dinamik, ileriyi düşünen, daha önceden düşünülmemiş soruları soran, fikirler yaratan, tasarımda yenilikler ve yönlendirmeler sunan bir ekibiz. Esas itibariyle, Camper’a dışarıdan bakabilen bir bölümüz. Henüz gerçekleşmemiş olan, bizim ve birlikte çalıştıklarımızın yaratacağı bir geleceğin peşindeyiz. 53


BOOK

KAPI BİRDEN VURULDU

Keret’ın Mürüvveti yazı ima traum görsel siren yayınları'nın izniyle

- Ne lazımdı abla? + Biraz mizah, az biraz tuhaflık, üstüne kendiminki yetmezmiş gibi -çilekeşiz ya ezelden- daha çok kaygı... Halime şükrettireninden, bir iki tane de kahrettireninden hikâye. Absürd olsun, az biraz da karanlık olsun. Maniğim bilirsin. - Keret çıktı abla 10 yılın ardından. Writer’s block’tan falan az çekmemiş diyorlar, bir de film piyasasına takılmış kalmış işte. Evlendi zaten biliyorsun. Yeni kitabı ‘Kapı Birden Vuruldu’ taze geldi bir bak bakalım eski tadı var mı? Küçüklüğümde niyeyse beyin denen şeyin bir ‘kitap-bilgi bakkalı’ olduğuna inanmıştım. Adını bile koymuştum, Duman. Matraktır Duman, Bilgedir. Beyindeki arşivciyi, bakkalda gofret-sakız dizen/satan adamla eşleştirmem çok da tuhaf değil tabii o yaşta. İhtiyaç karşılığı mal teminine yönelik bildiğim tek ticaret oradaydı. Hâlâ inanıyorum böyle bir bakkalım, esnafım olduğuna. Tüm kütüphaneme, aklımda kalan alıntılara, yazar profillerine o hakim, kontrol onda. Keret’ı yıllardır eksik etmez raflarından, ara ara tekrar tekrar koyar önüme. Sayemde az sözcük kazanmadı. Bense manikliğimi hafifletiyorum aslında Keret ile. Yalan ve hayal meselelerine fena takık bir bünye olarak bana iyi geliyor. Onunla aramda engel olamadığım bir çekim, ona dair birtakım şüphelerim var; Duman ile döküyoruz listelere. Senaryolarımdan biri son kitabıyla yeniden hortladı kafamın içinde: Keret -yalan söyleme hastalığına tutulmuş- mitoman bir edebiyatçı olabilir mi? Evet her yazar, yönetmen ve sanatçı için geçerlidir paralel bir gerçeklikte varoluş durumuyla içli dışlı olma hali ama Keret’ınki bir başka sanki... Evlendi, çocuk sahibi oldu. 10 yıl boyunca hiç yazamadı ve şimdi hayatının yeni donanımları ve uzuvlarıyla öykülerinde apayrı meselelere yöneldi. Yalan da yeri geldiğinde, ortam gereği şekillenen bir mucize değil midir? Keret’ın öyküleri bir günlük bile olabilir bu anlamda. Uçlarda seyreden ve ortalama-sıradan insana dair aklına gelenler aptallaştırıcı etkili, tüyler ürpertici. Bilir misiniz bilmem Keret’ın yazdığı her bir öykü

için tek ihtiyacı içten yanmalı bir giriştir; fitili ateşlesin yeter. Ne yazacağını hiçbir zaman bilmediğini, olayların nereye gideceğine, öykünün ne zaman biteceğine yazarken karar verdiğini itiraf ediyor fütursuzca. Gazını aldığı yerde de çekiyor elini öykülerinden. Ayıplasak da içten içe ne severiz aslında yalan-entrika meselelerini. Hele bizi direkt ilgilendiren bir konuysa şöyle çetrefilli bir yalanın vücudunuza yaydığı adrenalin hiçbir orgazmla kıyaslanamaz ve bu ligde Keret bir şampiyon olabilir. Dünyada bugüne kadar söylenen tüm yalanlar ile kendisinin tanrısı olduğu bir evrenin muhtemel olduğunu duyuruyor yeni kitabında. Mıh gibi çakılıyor insanın kafasına ‘Yalan Ülkesi’; bir genetik kodlamanın keşfi, evrensel bir sapkınlık raporu bile olabilir. Keret bir yandan çok az ve öz lafla çalışan, harika bir makina. Öyküleri su gibi içilse de sıradanlığın nerede çatırdayacağını, size ne zaman nerede çelme takacağını asla kestiremezsiniz; öykülerindeki iniş çıkışlar ışık hızında hareket eden birer nesne gibi tanımsızdır. Kitaba adını veren ilk öyküde beklenmedik bir anda kapı çalınıyor; ne kadar sıradan olsa da Keret’ın bunun üzerine kurmacası insanın aklını başından alıyor. Kimi öyküler çok acayip sahnelerle açılıyor. ‘Aslında Olağanüstü Ereksiyonlar Yaşadım Son Zamanlarda’, iş arkadaşıyla ilişki yaşayan evli bir adamın, penisini yalayarak uyandıran sadık köpeğiyle yatakta gözlerini açışıyla başlıyor örneğin; kitabın en komik, en matrak öykülerinden biri aynı zamanda. Her şey aslında bu kadar basit ve ‘olağan.’ Evet, kimi senaryolarım var Keret’a dair içselleştirdiğim ama her ihtimali göz önünde bulundurarak bağlıyım ona. İster mitoman olsun ister benim Duman gibi hayata tutunulan bir hayal ürünü, Keret’ın içindeki çılgın, tüm dünyevi arzuları kucaklıyor. Rutini çat diye ortadan ikiye ayırıyor. İşte bu yüzden ilaçtır Keret rutin bunalımlarımıza. İsterseniz doğumunda adı konmuş simyacılığına inanın; başka bir deyişle adının İngilizce karşılığı olan ‘urban challange’a. İyi gelir, iyi gider... Biz Duman ile kefiliz.

XOXO The Mag


efespilsen.com.tr /// facebook.com/efespilsen /// twitter.com/efespilsen

BiRA OLMAK KOLAY, EFES OLMAK ZOR.


MUSIC

THE wallflowers DYLANLARIN EN KÜÇÜĞÜ

The Wallflowers, Bob Dylan’ın en küçük oğlu Jakob Dylan’ın liderliğinde 1989’dan beri varlığını sürdüren ve tertemiz rock müzik yapan bir grup. Altıncı stüdyo albümleri Glad All Over’ın yayınlanmasının hemen ardından, hiç vakit kaybetmeden Jakob ile telefon bağlantımızı kurduk ve kendisine sorularımızı yönelttik. röportaj merve evirgen fotoğraflar sony music’in izniyle

XOXO The Mag



Sonunda aradan geçen yedi sene sonunda, artık yeni bir albüm yapmanın zamanının geldiğine nasıl karar verdiniz? Glad All Over büyük bir mutluluk verdi hepimize. Yeni bir albüm yapmanın tam zamanı olduğunu gerçekten hissediyorduk. Sağlıklı ve isabetli bir dönemdi. Gruptaki herkes, bu yedi sene boyunca çok meşguldü ve bir sürü dikkate değer işler gerçekleştirdiler. Bağımızı hiç koparmadık ve kim ne yapıyorsa onu destekledik. Ancak, yinede, The Wallflowers’ın bize sunduklarını, bağımsız olarak yaptığımız işlerden elde edemediğimizi ve cebimizde hala böyle büyük ve kutsal bir şeyin olduğunu fark ettiğimiz an, artık, yeni bir albüm yapmak için doğru zamanın geldiğine karar verdik. Glad All Over gerçekten çok pozitif, kısa ve öz bir albüm adı. Nereden geliyor? Benim çok daha önce aklımdan geçen bir başlıktı. İnsanlar karşıma çıkıp ukala bir tavırla Dave Clark Five’ın en büyük single’ının adının da ‘Glad All Over’ olduğundan haberim olmadığını söylediler, ama yanılıyorlardı, tabii ki bunu biliyordum ve açıkçası bu başlıkla insanlara Dave Clark Five’ı hatırlatma fikri çok hoşuma gitmişti. Yeni albümünüzde Mick Jones ile de çalıştınız. Onunla çalışmayı seçmenizin sebebi neydi? Ona olan kişisel hayranlığınız mı yoksa onun şarkılar için en doğru müzisyen olması mı? Her ikisi de! Esasında, o bizim ruhlarımızla iş birliği yapmış oldu, ama bunu bilmiyor bile! Şarkıları yaptık, neye benzedikleri hakkında konuşmaya ve yapılan yorumları dinlemeye başladık. Hem biz hem de birkaç arkadaşımız The Clash sound’unu hissettiğini söyledi ve biz de, neden Mick Jones’a bize bir şeyler katmasını teklif etmediğimizi sorduk kendi kendimize. Hikayenin devamını siz de biliyorsunuz zaten. Çok eski bir röportajında, The Clash’in konserini izlemiş olmanın hayatının dönüm noktalarından biri olduğunu söylüyorsun. Bu durumda, Mick Jones’la çalışarak en büyük hayallerinden birini gerçekleştirdiğini söyleyebilir miyiz? En büyük hayallerimden biri diyemem, çünkü bunu hayal bile edemiyordum. The Clash, benim için, birkaç tanrıdan oluşmuş bir gruptu ve onlardan biriyle çalışmayı hayal bile edemezdim. Ama gerçek oldu işte. Albümün ilk single’ı ‘Reboot The Mission’ın videosu, sokak kültürünü sevdiğiniz çağrışımını yaratıyor. Sokak kültürü, özellikle de sokak müzisyenleri hakkında ne düşünüyorsun? Hayatının merkezinde sokak olan her türlü insana hayranım. Bütün o dansçılar, sanatçılar ve tabii ki müziğini sokakta icra edenler... Bence onlar dünya üzerindeki en kutsal işlerden birini yapıyorlar; herhangi bir ticari kaygıları olmadan, müzik basınını umursamadan üretiyorlar. Aslına bakarsan şu an en büyük, en iyi diyeceğimiz gruplardan bile daha iyi olan müzisyenler var aralarında, ama keşfedilmiş değiller, ki keşfedilmek de istemiyorlar zaten. Bize biraz üretim ve kayıt sürecinden bahseder misin? Şarkıların çoğu aslında benim elimden çıkma, ilk fikri ben ortaya

atıyorum ve devamı stüdyoda kendiliğinden geliyor zaten. Kayıt aşaması ise çoğu zaman gruplar için en stresli süreçtir, ama bizim için çok da öyle geçmiyor; çünkü kayıt yapmak demek çocuğunun doğumuna tanık olmak gibi bir şey. Üstelik çocuğun cinsiyetini de, göz rengini de biz belirliyoruz. Rock müziğe çok da değer verilmeyen bir zamanda tam anlamıyla rock müzik yapan bir grupsunuz. İleride başka bir tarza kaymayı düşünüyor musunuz? Hiç sanmıyorum. Rock müziğin sonu gelse ve dünyada bizi dinleyecek bir kişi kalmayacak olsa bile, biz bunu yapmaya devam edeceğiz. Aslına bakarsan, öyle bir şey olacağını da hiç sanmıyorum. Bence şu an rock müzik dinlenmeye çekildi ve mağarasında büyük geri dönüşü için hazırlık yapıyor. Bu arada, neredeyse bütün konserlerinizde çaldığınız ve artık sizin bile sıkıldığınız şarkılarınız var mı? Bir tane bile yok; neticede onların hepsini ben yaptım, yazdım ve dünyaya getirdim. Aynı metafordan gidersek, onların benim çocuklarımdan farkı yok ve bir çocuğumu diğerinden daha çok sevemeyeceğim gibi, bestelerim arasında da ayrım yapamıyorum; ilk kaydımızı bile hala ilk günkü gibi severek çalıyor ve söylüyorum. Başta soracaktım; The Wallflowers’ı kurma ihtiyacı nasıl doğdu? Grubun, hayatlarınızda büyük bir boşluğu doldurduğunu söyleyebilir misin? Benim, hem yetiştiğim ortam hem de hayata dair hayallerim gereği, müziğin içinde olacağım başından belliydi zaten. Gruptaki diğer insanlar için de müzik, eninde sonunda ulaşmak istedikleri bir varış noktasıydı. Kısacası müzik yapmak zorundaydık ve The Wallflowers böyle doğdu. Dolayısıyla grup da hayatlarımızdaki en büyük boşluğu doldurdu. Bob Dylan’ın oğlu olmak hakkında bir şeyler anlatabilir misin bize, belki kısa bir çocukluk hatırası? Yoksa her zaman olduğu gibi böyle bir soruyu yine es mi geçeceksin? Lütfen kusura bakma, bu konu hakkında daha önce hiç konuşmadım ve konuşmayı da düşünmüyorum. Tamam o halde, kendi oğullarının da müzik piyasasında yer almalarını ister misin? Elbette, zaten öyleler. Hepsi de müzikle bir şekilde ilgileniyor, ki aslına bakarsan, bence herkes müzisyendir. Sadece ya farkına varmamışlardır, ya da tembel oldukları için müziğe bulaşmıyorlardır. Çünkü müzik zaten, doğası gereği insanoğlunun içinde olmaya muhtaç olduğu bir şey. Final sorusu gelsin o zaman! Gelecek planlarınız nedir? Yeni bir albüm için bir yedi sene daha bekletecek misiniz hayranlarınızı? Asla! Bir daha bu kadar uzun bir ara vermeyi hiçbirimiz düşünmüyoruz. Zaten, Glad All Over’ı hazırlarken bir sürü beste koyduk bile kenara, onları da geç kalmadan yayınlamamız lazım, diğer türlü kaos olacaktır.

XOXO The Mag


Aya zm a Yol u S ok a k N o: 5 E til e r T : 212- 2636406 www. bm s - tr. com


Interview

MİRGÜN CABAS

The Gentlechief

Malumunuz, Türkiye'deki dergicilik sektörü aslında biraz da ilaç sektörüne benzer; süreçler olması gerekenin tersine işler; önce devayı bulup ilacı üretmek, tedavi edilecek hastalığı ise sonradan arayıp bulmak gibi. Başka bir deyişle, önce uygun çözüm bulunuyor, sonra da çözüme uygun şartlar yaratılıyor. Tam tersi durumlarda ise, yani bu ihtiyacın ortaya çıkarılmasından çok, var olan ihtiyaca cevap verme çabasının olduğu durumlarda, projeler genelde hüsranla ya da ertelemeyle son buluyor. İşte tam bu noktada, geçtiğimiz sene Mart ayında yayın hayatına başlayan GQ Türkiye'nin, kendi periferisinde yarattıkları ve yaratmaya çalıştıklarını ilgiyle takip ediyoruz. İlgimizin odağında ise, ekibiyle yarattığı ihtiyacın içini en erkeksi şekilde doldurma niyetinde olan, GQ Türkiye Genel Yayın Yönetmeni Mirgün Cabas var. Eğer ki erkekliğin onda dokuzu centilmen olmaksa, röportajın ruhuna sarılın, size de bulaşsın. röportaj refik özcan fotoğraf serkan eldeleklioğlu

XOXO The Mag


B İ L D İ Ğ İ N İ O K U YA N E R K E K L E R İ N D E R G İ S İ

NESLİHAN

TÜRKİYE

DARNEL

Tezgah Tayland’da kuruluyor, maç Antalya’da oynanıyor bir yerlerde birileri çok kazanıyor

69emir

ERKEKLERE HAYAT REHBERİ

bu kez fİlenİn uzAĞInDA

ŞİKE

EYLÜL 2012 • 9 TL

SONBAHAR MODASI

Bir kıtadan dünyaya nasıl yayılıyor?

Yenİ sezonDAn ÖneRİ

172

Tony Parsons her ay GQ Türkiye’de

DEMET EVGAR MEŞGUL, GÜZEL VE YETENEKLİ

HAYAL TACİRİ

Dizilerle yatıp kalkan Türkiye’nin hayal gücünü yöneten yapımcı

KEREM ÇATAY

Kim neyi, nasıl, nerede neyle, ne zaman giymeli

KAMERANIN ÖNÜNDE GERÇEK KIZLAR

MEHMET ALİ BİRAND

çEkİDÜzENLE TAvİz ARAsıNDA

STRİPTİZ SAkINcAlI DANSIN TüRkİye MAceRASI

eRKeK GİBİ TARTIŞMA ReHBeRİ

PLAYBOY ÇEKİMLERİNDE KADRAJ DIŞINDA KALANLAR

KAVGADA PASPAS OLMAMAK İÇİN

10

İlk sayının ilham perisi

DİDEM SOYDAN

KURAL

KONTROLLÜ CAZİBE

KKTC 11 TL

KKTC 11 TL

daha iyi ve daha güzel bir yaşam için haber bombardımanı olduğunu düşünüyor musunuz? Haber bombardımanının küçük bir parçası. Dergiler hacimleri ve yayın frekansları itibarıyla daha kısıtlı enformasyon taşıyor. Ama gazete ve televizyona kıyasla daha iyi işlenmiş ve seçilmiş enformasyon taşıdıkları için önemleri ayrı. Daha iyi ve güzel bir yaşam amacına gelince... Yanlış değil ama tam olarak doğru da değil.. Tesisatçılar, balonlara tüfekle ateş ettiren adamlar ve siyasetçiler de varlık nedenlerini böyle açıklıyor olabilirler pekala...

Tahmin ediyorum ki şu an derginin en yoğun dönemleri, bu ay neyin peşindesiniz? Bu ay, hayatım boyunca yaptığım en zor şeyin peşindeyiz. ‘Men Of The Year’ sayısını ve ödül törenini hazırlıyoruz. Neredeyse üç aydır uykularımı kaçıran bir ay, işin dergi kısmını hallettik, şimdi sırada ödül töreni var. Yılın erkeklerini seçtik, her birini stüdyoya sokup fotoğraflarını çektik, hepsi hakkında portreler sipariş ettik. Dinlerken kolay geliyor, değil mi? Hiç de kolay gelmiyor kulağa. Peki, esas, GQ Genel Yayın Yönetmeni olarak, neyin peşindesiniz? Baştaki hedef GQ'yu Türkiye'de başarılı bir şekilde yayınlamaktı, sanırım oldu. Şimdiki amaç, dergiyi içerik açısından daha da zengin, güncel ve ilginç, ticari açıdan daha başarılı hale getirmek. Bu da dinlerken kolay ve sıkıcı geliyor, değil mi?

Buradan ilerlersek, peki niş yayıncılık bu önermenin neresinde? Ana akım yayıncılığa bir faydası oluyor mudur? Niş yayıncılık, bilgi üretmede ve taşımada ana akım medyaya oranla çok daha özel bir iş yapıyor. Çok daha kıymetli bir bilgi birikimi sağlıyor. Kıymeti de bir alanın uzmanlarının bu yayınları çıkarmasından, belli çevreleri ve bu çevrelerin potansiyellerini, birikimlerini yayına dönüştürmesinden geliyor. Her an her yerde bulabileceğiniz türden içerik değil yani.

Evet buna katılıyorum. Bu arada, kendinize dergi işindeyim demeye başladınız mı? Nasıl demem... Bir yıldır tek işim bu.

Sizce neden Türkiye'de dergi okunmuyor deniyor? Ya da düzeltelim, neden bu kadar düşük tirajlar var? Bunun sebebi daha çok bakmayı tercih eden bir kültürün oluşması mı? Türkiye'de dergi okunmuyor tespiti eksik. Türkiye'de hiçbir şey okunmuyor. Gazete tirajları düşük, kitap satış rakamları düşük... Nüfusu toplam tiraja bölün, sonuç ortaya çıkar. Okumaktan çok bakma kısmı ise doğru. İnternetin, sosyal medyanın bu kadar çok kullanıldığı, dünya ortalamalarının çok üzerine çıkılan bir ülkede, gazete web sitelerinin en çok trafiği alması bununla çelişkili gibi geliyor ama bu sitelerde de en çok foto galerileri ziyaret ediliyor. Ama bu da yalnızca bize özgü mü bilmiyorum.

Etki alanı geniş bir kitle iletişim aracından, daha dar olana geçişte mantık hataları yaşadınız mı? Mantık değil, duygu hataları yaşadım. Bugünlerde ne okuyorsunuz? Bize bilmeyeceğimizi düşündüğünüz birkaç dergi/basılı yayın önerir misiniz? Bu konuda sizin bilemediğiniz bir şey bildiğimi sanmıyorum. Yurtdışında kiosklarda dergi aramak yerine iTunes ve Newsstand'de daha çok vakit geçirdiğimi söyleyebilirim. Genel itibarıyla, yayıncılığı sadece basılı yayın ve hatta daha da öteye gidip dergiciliğe indirgersek; aslında yapılan bu işin

Eh, bu kısır döngü içinde, Türkiye'de her yıl daha da çok 61


derginin ortaya çıkması (ve bazılarının da çekilmesi) doğal bir süreç mi sizce? Eh, doğal... Binlerce kitap basılıyor, her yıl en az yeni bir gazete çıkıyor bir yandan da. Herkes daha önce yapılmayan bir şey yapacağını, ihmal edilmiş bir kitleye sesleneceğini, görülmeyen bir reklam potansiyelini harekete geçireceğini düşünüyor. Beceren beceriyor, beceremeyen çekiliyor. Serbest ticaretin ve ifade özgürlüğünün doğal sonucu. Bu paralelde, Türkiye'nin GQ'ya ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz? Bir şeyleri değiştirmek hedefiniz olmadığını biliyoruz, tünelin sonunda ne vaat ediyorsunuz? Az önce sözünü ettiğim, ihmal edilmiş okur kitlesi, değerlendirilmemiş reklam potansiyeli, bizce, tam da GQ için geçerliydi. Bu tespitin doğru olduğunu da gördük. Alıcısı olan bir şey yaptıysanız demek ki birileri bundan yararlanıyor. Yararlanıyorsa da ihtiyacı var. Bu alandaki okurun ihtiyaç duyduğu şey bir derginin dünyayı değiştirmesi değil, ama o okurun dünyasını renklendirmesi, şaşırtması ve üç gün sonra unutacak bile olsa kendini yeni bir şey öğreniyormuş gibi hissettirmesi. Dergi üretim sürecine geri dönmek istiyorum, biliyoruz “eski dergicilerden” değilsiniz, ama bu üretim sürecindeki değişikliği nasıl yorumluyorsunuz? Eskisini bilmiyorum... Ben bizim nasıl yaptığımızı biliyorum. Orada da bildiğim şey, yayıncılık alanında en kıymetli sermayeniz insan. İyi yetişmiş, işini iyi yapan, meraklı, sorun çözen insan. Onlar varsa, sırtınız yere gelmez. Yine aynı yerden soracağım ama, özellikle son dönemde “katkıda bulunanlar dergisi” olma özelliği öne çıkıyor ama yine de editörler sayesinde/yüzünden aslında tek sese ulaşılma çabası ve derginin kimliğinin korunması çabası var. Siz bunu nasıl sağlıyorsunuz? Dışarıdan yazar çizerlerle çalışmak renkliliği artıran, kapsama alanınızı genişleten bir şey. Sürekli istihdam edemeyeceğiniz kişilerden içerik katkısı almanızı sağlıyor. Derginin alanı, konulara yaklaşımı, dili iyi çerçevelenmişse, yazarlara meramınızı iyi anlatabiliyorsanız ortaya kaotik bir görüntü çıkmıyor. Biz, yani GQ'nun editoryal kadrosu, dergi çıkmadan önce o kadar çok potansiyel yazar, çizer, fotoğrafçıya bunu anlattık ki... O kadar çok yazı, fotoğraf da geri döndü. Asıl sorun, ilk sayıyı yayınlayana kadar. Sonrasında "İşte böyle istiyorum" deyip gösterebiliyorsun. Göstereceğin bir şey yokken tarif etmen gerekiyor ve sen de bilirsin bu, yanlış anlamaya çok müsait bir alan. Ve tabii aslında bir dergi altında farklı insanların oluşu da bu yüzden engelleniyor mu dersiniz? Her derginin okuyucu stereotipi olması gerekiyormuş ve hatta sanki yazar stereotipi de var olmak zorundaymış gibi… Stereotipi değil ama bir kimliği, dili olması gerekiyor. Okur beğendiği şeyle tekrar karşılaşmak için satın alıyor dergiyi, gazeteyi. Tüketicinin aldığı her kibrit kutusundan vasati 40 çöp çıkmasını beklediği gibi. Bir gün GQ bir gün XOXO The Mag gibi çıkan yayın organını kim ne yapsın? En underground, en formatsız görünen dergilerin bile bir formatı olduğunu biliyoruz. Kastettiğim, içeriği ve formatı sürekli tekrarlamak değil ama zamanla evirilse bile bir kimliğinin olması.

Yeri gelmişken, Rupert Murdoch'ın tartışılan bir sözünü yorumlamanızı isteyeceğim. Aslında bunun ucu biraz da XOXO The Mag'e dokunuyor: "Duyulmayı isteyen milyonlarca ses var. İnternetle ve insanlarla, şu an artık çok fazla iletişim aracı var, ve bir dergi ya da gazete başlatmak çok kolay ve çok ucuz." Hem doğru hem yanlış. Bilgisayarınız varsa, internet bağlantısı ve elektrik parasına tek başınıza bir dergi çıkarabilirsiniz. Sonra da kendiniz okursunuz. Basılı ya da dijital, bir yayının en önemli meselesi nereden takip edildiğinden çok içinin nasıl dolduğu. Burada hem editoryal içerikten hem de reklamdan bahsediyorum. Reklamı bir kenara bırakıyorum. Eğer haber, moda, sanat, tasarım, dedikodu vs. yayın yaptığın konuda iyi içeriğe ulaşıp iyi formatlayarak okura ulaştıramıyorsan değil internet, ışınlanma teknolojisini kullansan okura ulaşamazsın. Bu saydıklarım da iyi yazar, çizer, editör istihdam etmen, ajanslarla, fotoğraf ajanslarıyla anlaşmalar yapman, özetle yatırım demek. Bu, emin ol Murdoch bile olsan önemsiz bir detay değil. Sahi ilk gerçek tablet gazetesini o başlatmıştı. The Daily... Ne oldu o? Bilmem, hiç okumadım ki. Tamam o zaman sırada bu var: Dijital yayıncılık size ne diyor? Plak ve MP3 ilişkisine benzetenlerle siz de dalga geçiyor musunuz? Sorunun gelişine bakılırsa dalga geçmem gerekiyor sanırım... Bana en sevdiğim gazetenin artık yalnızca tablette olacağını söyleseler pek dertlenmem... Bu arada tablette olmayıp okuduğum gazeteler de var... Bence gazetelerin teknolojisinden ziyade, gazeteciliğin nereye gittiği daha önemli. Onun da bir yere gittiği yok zaten. Reklam verenin görevi ne sizce burada? Dergi bütçelerinin düşmesi ve bu bütçelerin gittikçe daha az etkileyici mecralara kayması sizi kaygılandırıyor mu? Bu konuda uzun süreli bir gözlemim yok doğrusu. Kimi reklam verenin reklam sayfalarını etkin bir şekilde kullandığını, kimilerinin ise sürüden kopmamak için reklam verdiğini görüyorum sadece. Elbette hepsinin amacı en çok insana en etkili şekilde dokunmak. Burada da ilan-event-advertorial üçgeninde hareket ediyorlar. Pek çok derginin birbirine benzediği, niş dergilerin az olduğu, tirajların birbirine yakın olduğu bir sektörde reklam almak, nasıl bir algı yarattığınızla, sizin kendinizi reklam verene nasıl tanıttığınızla da yakından ilgili. Elbette gerçeklerle o tanıtım arasında da bir tutarlılık olmalı. Bir keresinde aramızda geçen konuşmada reklam verenin aslında dergilere doğaları gereği borçlu olduklarını tartışıyorduk. Bize katılıyor musunuz? Dergilerin yaşamlarını güçlü bir şekilde yürütmeleri için okuyucu kadar önemli bir göreve sahipler mi sizce? Bunu kimle konuştuğunuzu bilmiyorum ama bir dergici olduğundan eminim. Dergiler olmasa da reklam veren parasını harcayacak bir yer bulur. Ama yalnızca satış gelirleriyle pek az dergi ayakta kalabilir. GQ hakkında, yakında ortaya çıkacak, bir haberi paylaşsanız? iPad edisyonumuz hazır. Aksilik olmazsa Kasım sayısıyla iTunes'ta. Bitirmeden sorayım, The Newsroom güzel bir dizi, değil mi? İçiniz "cız" etti mi? Etmez mi... Elbette aşırı stilize, çok idealize edilmiş bir ortam anlatıyor bize ama ana fikir çok gerçekçi.

XOXO The Mag


Kareli şort: Tommy Hilfiger 55 sterlin

ERTEM K KHAN NER IŞI RAF GÖ FOTOĞ RÜ GÜNEŞ GÜ EDİTÖ MODA

Ceket: The Abbey/ Beymen 2125 TL Tişört: Tween 99 TL Şort: Tommy Hilfiger 185 TL Çanta: Hugo Boss 1399 TL Ayakkabı: Marina Yachting/ Edwards 50 TL

Triko: Ralph Lauren 595 TL Şort: Banana Republic 115 TL Gözlük: Tom Ford (Moda editörüne ait) Ayakkabı: Toms/V2K 185 TL Şapka: Edwards 100 TL

SAÇ-MAKYAJ: OSMAN NURİ BURUK/ BY BUSTO AJANS SAÇ-MAKYAJ ASİSTANI: ONUR MARANGOZ/ BY BUSTO AJANS MODELLER: TAYFUR, FEDAİ (BY BUSTO AJANS), CEYHUN, PASCAL (ART ROOM), NICOLETA (LOOK MODELS) PRODÜKTÖR: AHMED ÇAYLI STYLING ASİSTANI: MELİS ŞAHİNKAYA BOT: MAXI DOLPHIN 5

hangover_cekim+.indd 3

5/25/12 10:08 PM

moda_koleksiyon+.indd 5

9/22/12 12:21 AM

cekim_surf+.indd 6

7/20/12 9:04 PM

Ermenegildo Zegna Palto: 1980 euro Gömlek: 295 euro Boğazlı kazak: 595 euro Pantolon: 375 euro

Smokin takım: Damat 2900 TL Gömlek: Pierre Cardin 79.90 TL Ayakkabı: Toms/V2K 185 TL Ceket: Cacharel 695 TL (Takım fiyatı) Gömlek: Dolce&Gabbana 995 TL Boxer: Intimissimi 32.50 TL Papyon: Moda editörüne ait

Kenzo Palto: 895 euro Pantolon: 275 euro Ayakkabı: 350 euro

HAZİRAN 2012 | GQ.COM.TR | 161

moda_koleksiyon+.indd 4

9/22/12 12:21 AM

hangover_cekim+.indd 13

5/25/12 10:08 PM

moda_koleksiyon+.indd 11

9/22/12 12:22 AM

Soldan sağa Tişört: John Varvatos 70 sterlin Yeşil polo tişört: John Varvatos 70 sterlin Kareli şort: Paul Smith 79 sterlin Sarı polo tişört: Lacoste 75 sterlin Şort: Tommy Hilfiger 80 sterlin

Pembe polo tişört: Hackett 70 sterlin Çiçek desenli şort: Gant 65 sterlin

Yves Saint Laurent Yelek: 675 euro Deri tişört: 2 bin 180 euro Pantolon: 1195 euro

cekim_surf+.indd 8

7/20/12 9:04 PM

moda_koleksiyon+.indd 7

9/22/12 12:21 AM

cekim_surf+.indd 5

7/20/12 9:04 PM


FASHION

Born To Be Sold-Out

H&M x MMM yazı ceren palaz fotoğraflar H&M'in izniyle

2010 yılına kadar, bazen yurtdışına çıkıldığında uğranacaklar listemizin zirvesindeki marka, bazen arkadaşımızın giysisini nereden aldığını sormaya korkma sebebimizdi H&M. Yollarımız sürekli kesişiyordu; kapıdan girmese bilgisayar ekranından giriyor, tepeden tırnağa lüks moda evlerinden giyinen moda ikonlarının gardırobundaki en ulaşılabilir parçalara ismini veriyordu. Ne de olsa 1947’de İsveç’te ilk mağazasının açıldığı günden bu yana, moda ve kalitenin uygun fiyatlara sahip olabileceğini gösteren “demokratik moda” anlayışını benimsemişti H&M. Ve sonra 2010... Biraz geç kavuşmuştuk, ama işte, sitem etmeye zaman tanımayacak kadar yoğun bir gündemle yanı başımızdaydı artık. Bu yoğun gündemin en vurucu anlarını ise, H&M’in yerinde duramayıp, kendi felsefesini ünlü tasarımcılara ve dev moda evlerine bulaştırması oluşturdu şüphesiz. En azından belli süreler için, bir sihirli değnek kâh Lanvin’in kâh Marni’nin özel koleksiyonlarını H&M çatısı altında kitlelerle buluşturuveriyordu. Sihirli değneğin 15 Kasım’da, moda dünyasının en başına buyruk evlerinden Maison Martin Margiela’ya dokunacağını öğrendiğimde, bunun belki de H&M’in en uyumlu işbirliği olacağı hissine kapıldım.

Alışıldık tek tasarımcı modeli yerine, yaratıcı bir ekibin işbirliği ruhuna güvenen Maison Martin Margiela’nın bu felsefesi, her alanda gözle görünecek kadar ön planda. Üç yıl önce kendi moda evinden, yerine yeni bir kreatif direktör gelmemek üzere ayrılan Martin Margiela, bu kişiler üstü anlayışla ne davetlere katıldığı ne de röportaj verdiği için, sosyal medyada sokak sanatının hayalet çocuğu Banksy ile karşılaştırılır hale geldi. Mağaza girişlerinde çoğu zaman marka isminin yazmaması, giysi etiketlerinde isim yerine parçanın hangi sezona ve gruba ait olduğunu belirten sayılar bulunması ve defilelerde ‘ünlü olmayan’ modellerin yürümesi günümüzde zorlama bir tavır olarak bile algılanabilirdi belki. Ama Maison Martin Margiela’nın 1988’de Paris’te kurulmasından kısa bir süre sonra, o yumurtadan yeni çıkmış haliyle, oturma planı olmayan ve dolayısıyla moda dünyasının önemli kişilerine en ön sırayı ayırmayan bir defile düzenlemiş olması, moda evinin radikalliğinin samimiyetine inanan takipçilerini son derece anlaşılır kıldı ve hala kılıyor. H&M için hazırlanan koleksiyonda, Maison Martin Margiela tarihinin en sembolik parçalarının yeni edisyonları, güncellenmiş materyallerle orijinallerine en yakın biçimde yerlerini alıyor. Yine, her biri kendine özgü

XOXO The Mag


maison martin margiela'yla h&m koleksiyonu üzerine yaptığımız röportaja alttaki QR kodu okutarak ulaşabilirsiniz.

65


etiketlere sahip olan giysilerin yanı sıra, kendine en az iki kere baktıran tuhaf aksesuarlar ile birlikte, kadın ve erkek için kapsamlı birer kış gardrobu oluşturuluyor. Aslında, iki kere baktırmak, Maison Martin Margiela’nın yeni edisyonlarında da hemen göze çarpacak genel bir özellik. Modanın normlarını sorguladığı gibi, giysilerin işlevlerini ve kullanım amaçlarını da sürekli olarak sorgulamasının bir sonucu bu. İnsan kıyafetlerinin minyatürlerini Barbie’lerin giymesi hala yaratıcı bir düşünce ürünü gibi gelirken, minyatür Barbie hırkasını insan boyutlarına göre büyütmek Maison Martin Margiela’nın sınırları hakkında çok şey söylüyor. Koleksiyondaki diğer kadın ve erkek giysileri de bu büyüteçten nasiplenmişçesine büyük kalıplarla karşımıza çıkıyor. Maskülen şekiller ve dar omuzlu ceketler kadın silüetini baştan aşağı değiştirirken, erkek giysileri orijinal formlarına sadık kalsalar da dikişleri ortada olan pantolonlar ve örgünün ters tarafını kullanarak bir nevi giysinin iç organlarını gösteren kazaklar dikkat çekiyor. Maison Martin Margiela’nın ‘deconstruction’ ve ‘reconstruction’

tutkusunun ürünleri, kemerlerin birbirine eklenmesiyle yapılmış bir ceket, taraftar atkılarından oluşturulmuş bir kazak, ya da farklı iki elbisenin kesilip birleştirilmesiyle yaratılan sıra dışı yeni bir elbise olabiliyor. Göz yanılmasına dayanan trompe l’oeil tekniğinden esinlenen şeffaf topuklu ayakkabılar ve Isabel Marant esintili gizli topuklu spor ayakkabılar koleksiyonun en çekici parçalarından. Benim favorim olan eldiven şeklindeki kadın çantası, gitar kılıfı görünümlü hafta sonu çantası, şeker ambalajı görünümlü el çantası ve anahtarlık formundaki dev kolye ise, tipik obje ve materyallere yeni kullanım alanları yaratan örnekler. Beyaz boyayla kaplanmış giysi ve aksesuarları da, saflığı ve birliği simgeleyen beyazı kendiyle özdeşleştiren ve her ekip üyesinin beyaz laboratuvar önlükleriyle dolaştığı bir moda evinin imzası olarak kabul edebiliriz sanırım. Alışıldık tasarımlar üstünde adeta dört işlem ile oyunlar oynayan sıra dışı Maison Martin Margiela ile modaya erişimi kolaylaştırmayı misyon edinen H&M işbirliği yapıyor . “Kişiler üstü yaratıcı bir ekipten - Herkes için moda.” Öyleyse 15 Kasım’dan itibaren, İstinye Park H&M'de bizi tam da böyle bir şey bekliyor.

XOXO The Mag



INTERVIEW

ERİNÇ SEYMEN

Dikkat Eşiğinin Sınırlarında Erinç Seymen, 2009 yılında yaptığı desenlerde gelecekteki çalışmalarının tohumlarını ektiği günlerden başka bir auraya geçiyor; tekniğin, dikkatin ışığına kendini kaptırıyor. Bir diğer deyişle, 2009 yılında yaptığı 'İkna Odası' isimli sergisinin ardından, Kasım ayında Galeri Rampa'da açacağı 'Tohum ve Mermi' bizi biz yapan toplumsal kurgulara bir deste karıyor, kendine de böylece yeniden bir fal açıyor. Resimlerin ona tanıdığı zaman bizim elimizde bir deste kağıda dönüşürken, biz kuralları belli olmayan, hayatı oluşturan bir rakam sistemini önermeyen bir oyuna çağrılıyoruz. Sanatçının üretimlerinde kimi zaman bizi durduğumuz yer ile ilgili şüphelere taşıyan tok mizah, yeni desenlerinde bazı soyutlamalara dönüşüyor. Göreceklerinize, sanatçının özel olarak yaptığı sergi tasarımı da eşlik ediyor. Seymen'in işlerini sergileme biçimine aşina olanların şaşırmayacağı ama üzerine bu kadar düşünmemişlerin kendilerine yeni yollar açacağı bu sergi detaylarda çoğalıyor. Haliyle, ona ‘Tohum ve Mermi'yi oluşturan yapıtları üretirken yoluna çıkan kimi karşılaşmaları sorduk, o da bize sergiye dair edebiyattan, sanattan ve müzikten oluşan bir playlist hazırladı. Bu da bu röportajın falında çıkmış olsun. röportaj dinçer şirin fotoğraf sezer arıcı

XOXO The Mag


surprise witness 2, ink pen on paper, 70 x 100 cm, 2012, sanatçının ve galeri rampa'nın izniyle..

birbirimizle dalga geçme imkanı veriyor. En çok da benimle dalga geçilir, çünkü, neredeyse istisnasız, hep ben kaybederim. Sanırım tam da bu rekabetsizlik ve gevşeklik sebebiyle aramızdan biri bunca senedir, örneğin poker gibi daha “ciddi” bir oyun oynamayı önermedi.

Serginde semboller üzerinden kurduğun, kimi zaman anlatıya dayalı ama çoğu kez soyutlamalara dönüşen desenlerini görüyoruz. Bu desenleri önceleyen bazı işlerini bundan önceki serginde de görmüştük. Ama buradakiler senin teknik anlamda başka bir boyuta geçtiğinin de habercisi. Bu desenlere seni getiren araştırma sürecinden biraz bahsedebilir misin? Aslında bu aniden ortaya çıkan bir eğilim değil, çocukluğumdan beri kalemle çalışmaya düşkünlüğüm vardı. Desenler 2007’de açtığım ‘Av Mevsimi’ sergisinden itibaren üretimimde merkezi bir rol oynamaya başladı, 2009’da ‘İkna Odası’nın neredeyse yarısı desenlerden oluşuyordu. ‘İkna Odası’ndan sonra ise tam manasıyla desenlere gömüldüm. 2002’den 2008’e kadar resimlerimde kullandığım görsel gramer benim için ömrünü tamamlamıştı, biçimsel olarak daha organik ve eski resim teknikleriyle daha içli dışlı bir dile ihtiyaç duyuyordum. Bu tekniklerden öğrendiklerimi yeniden gözden geçirdim ve dikkatimden kaçan inceliklerini keşfettim -yalnızca Batı Sanat Tarihi’nden ve kitap resimleme geleneğinden bahsetmiyorum, Asya minyatürleri ve rölyefleri de beni yeniden şekillendirdi. ‘Kendini tüketmek’ hayatım boyunca beni etkilemiş bir fikirdi, ancak bunu yalnızca zihinsel olarak değil, fiziksel olarak da uygulama zorunluluğunu hissettim. Bunu yinelemekten sıkılmayacağım: Desenler benden zaman almıyor, bana zaman veriyor, tıpkı okumak ya da müzik dinlemek gibi. Fikirlerimi süzmek, unuttuklarımı hatırlamak, tecrübelerimi tekrar tekrar değerlendirmek için düşünüm alanı açıyor.

Kaybettiklerimizden öğrenirken kazandıklarımızın bir onay gibi işlemesi karşısında, kaybetmenin bir arzu olarak senin için neler ifade ettiğini sorsam? Benim sorunum tam da “kazanmak” ve “kaybetmek” kavramlarıyla. Madem bir arada yaşamanın, toplumsallaşmanın temel işlevlerinden biri iş bölümü aracılığıyla yaşamı herkes için kolaylaştırmak, birbirimize omuz vermek, o halde bu tabloda mağlubiyetin ve yenilginin, hatta rekabetin ne işi var? Mesela yoksul bir ailenin çocuğunun büyük başarılar kazanması medyada örnek olarak gösterilir. Peki bu başarı hikayesi yoksul ailelere ne anlatıyor? Hangi şartlarda yetiştiğimizin, doğduğumuzda bize hangi seçeneklerin verildiğinin hiçbir öneminin olmadığı yalanına inanmamız mı bekleniyor bu öykülerle? “Kaybedenler” ve “kazananlar”ın adlandırılma usülleri, kişilerin beceri düzeyleri, fiziksel/sınıfsal/kültürel/mesleki avantajları veya zaafları üzerinden tasnif edilip mıhlanmaları, sosyal statünün neredeyse “kader” gibi tarif edilmesi toplumsal adaletsizliğin en can yakıcı tezahürleri olsa gerek. Desenlerdeki kimi soyutlamalar önceki işlerindeki mizahı da taşıyor. Bu mizahi vurguyu tekrarlamanın sebebi nedir? Çünkü bir panzehir olarak mizaha ihtiyacım var. Ama “trajikomik”ten bahsetmiyorum, benim ilgilendiğim şey daha çok “absürt”: örneğin tekrarlana tekrarlana normalleşmiş, kanıksanmış bir toplumsal alışkanlığı, biraz gerileyip değerlendirdiğimizde hissedebileceğimiz, hem kahkaha atma hem de lanet okuma isteği uyandıran o sinir gerginliği. Kimi fikirleriyle asla uzlaşamamakla beraber, hayli etkisinde kaldığım Cioran’ın sapkın denebilecek mizahını son derece ilham verici

Sergiyi ikiye ayırırsak, gösterdiğin farklı medyumlarda 8 adet iş var. Onun dışında ise bize serginin büyük bir kısmını oluşturan Sangoi isimli projeyi gösteriyorsun. Toplam 4 grup olarak, her grubun 13 adet desenden oluştuğu bu projenin oturduğu çerçeve en sonunda bir kart oyunu ediyor. Kart oyunu oynar mısın? Ara sıra. Dört eski arkadaş, senede birkaç kez evde toplanıp pişti oynarız. Oyunun basitliği ve sadeliği bize rahat rahat sohbet etme ve 69


serva ex machina, ink pen on paper, 63 x 88 cm, 2010, private collection, sanatçının ve galeri rampa'nın izniyle.

bulmuşumdur. Medeniyet tarihini yerden yere vururken, insan türü olarak varlığımızı neredeyse gereksizleştirerek kullandığı o ürpertici mizah, kendi karanlığımdan kaçabilmek adına benim için hayli eğitici olmuştur. Çoğunlukla desen göreceğimiz için de sorma gereğini hissediyorum, seni desen gibi böyle keskin bir dikkate, meditasyona taşıyan şey neydi? Yeni bir zaman ekonomisi ve hıza direnme ihtiyacı. Kapitalizmin körüklediği “başarı histerisi” ve telaş elbette sanatta da etkisini gösteriyor. Oysa benim en çok etkisi altında kaldığım yazarlar, müzisyenler ve sanatçılar unutulmayı, ilgi görmemeyi, izleyicilerini/okuyucularını/ dinleyicilerini hayal kırıklığına uğratmayı göze almış, tehlikeli deneyler yapmaktan korkmayan isimlerdir. Bu isimlerin görünürlük kaygısı yok muydu? Belki vardı, ama üretim ihtiraslarını bu kaygıdan büyük ölçüde korudular bence. Parlak bir kariyer sahibi olma hırsı, yazma arzusuna ve lanetlenmeye son derece müsait imgelemine baskın çıksaydı Lautréamont ‘Maldoror’un Şarkıları’ gibi muazzam bir yapıt ortaya çıkarabilir miydi? Scott Walker “tenhaya çekilmek” yerine büyük bir şantör olarak ismini büyütmeye konsantre olsaydı, bu denli radikal müzik ürünleri verebilir miydi? Hiç sanmam. Kendime örnek aldığım insanlar, üretim rejimlerinin başkaları tarafından belirlenmesine müsaade etmeyen ve kültür endüstrisinin dayattığı hızdan sakınanlardır. Üretirken uzun uzun soluklanmak, fikirlerimin demlenmesine izin vermek, yorulmak, dinlenmek, hırpalanmak, daireler ve zigzaklar çizmek, dikkat eşiğimi sınamak istiyorum. Başarı ve risk hesapları yaparken insan bu haklarını nasıl muhafaza edebilir, bilemiyorum.

sahip olma hissi uyandıran sergiler olduğunu düşündüğümden, serginin aradaki hiyerarşiyi kırdığını; yapıtı herkesin satın alabilmesi anlamında da seyircinin sergi ile romantik bir ilişkisi de olabileceğini sanıyorum. Senin bu kartları üretmen ile ilgili derdin neydi? Öncelikle, kartlar resimlerin türevleri olma niteliğini taşıyorlar. Resimlerin orijinalleri izleyiciye imgelerle tanışma ve atölyemde benimle baş başa kalma imkanı tanıyor. Dört seriyi (ayakkabılar, kuşlar, meyveler ve silahlar) bütünlüklü imge kümeleri olarak tasarladım. Galeride bu dört seriyi birbirinden kısmen kopararak sergileyeceğim. Kartlar aracılığıyla izleyici kendi kombinasyonlarını oluşturarak -yani imgeleri “kararak”- seriler arasındaki daha örtük kavramsal bağlantıları keşfetme veya kendi kavramsal düğümlerini atma fırsatını elde etmiş olacak. Kartlar videoya sıçrayarak ise bir “kullanım değeri” daha kazanıyorlar. Üç farklı form, maddenin üç farklı hali gibi; katı, sıvı ve gaz. Bu tür bir bulaşıcılığı daha önce, mesela bir imgeyi resimden heykele aktararak da incelemeye çalışmıştım, ama ilk kez aynı imgenin farklı biçimlerini bir arada deneye sokuyorum. Kartların cüzi sayılabilecek bir meblağa satılmalarına gelince, evet, bu benim için çok önemli. Daha önce de izleyiciye çıkartma, sergi müziğini içeren CD gibi ufak tefek ikramlarda bulunmuştum. Ama ilk defa izleyici bir filme, konsere ya da kitaba harcayacağı bir meblağ karşılığında bir yapıtıma sahip olabilecek. Kart setini resimlerin temsili olarak değil, “orijinal yapıt” olarak gördüğümün altını çizmeliyim. Dolayısıyla resme sahip olmakla, kartlara sahip olmak farklı şeyler. Bu ayırım bir müzik eserinin kaydını dinlemekle, konserde canlı yorumunu dinlemek arasındaki farka benzetilebilir belki.

Sergide göreceğimiz desenlerin toplamda 52 tane oyun kartı ettiği bir deste de var. Bu kartlar 10 TL'ye de satılıyor. Galeri-sanatçıkoleksiyoner ilişkisi arasındaki kimi çizgilerin yerini değiştirmeni sağlayan bu kartların, seyirci ile sergi arasında başka türlü bir bağ olduğunu düşünüyorum. Çok sevdiğimiz sergilerin hep

Bu kartlardan yola çıkarak “oyun” fikrinin içerdiği malzemeyi toplumsal olanın yeniden inşası, gözden geçirilmesi kadar kişisel hikayelerin de gözden geçirildiği anlamda bir etüt olduğunu düşünüyorum. Bu etüdün oyuna döküldüğü bir video da yaptın. Kartların nasıl oynandığını öğrenemediğimiz bu videoyu çekme

XOXO The Mag


daddy, ink pen on paper, 70 x 100 cm, 2011, private collection, sanat癟覺n覺n ve galeri rampa'n覺n izniyle. 71


amacın neydi? Videoda yakalamak istediğim unsur, oyunun ayinselliği ve biteviyeliği -neredeyse asansörde bir yabancıyla baş başa kalmak gibi. Sizinle beraber yolculuk yapan bu kişiyi farkettirmeden inceler, yol arkadaşınızla göz temasından kaçınırsınız. Yakaladığınız kimi detaylar sizi tedirgin ya da hoşnut edebilir ama görgü kuralları gereği, zihninizde beliren o son derece yüzeysel ve bulanık intibaya dair renk vermezsiniz. Eğer kaza eseri yol arkadaşınızla göz göze gelirseniz, utangaç bir gülümsemeyle yetinirsiniz, o da bir tür “tehlikesizlik” işaretidir: sana zarar vermeyeceğim, sen de bana zarar verme. Oysa bu gülümseme büyük bir korkuyu gizliyor olabilir -gündelik poker suratlarımızdan biri. Ancak videoda yüzlerin görünmesini istemedim. Tasarladığım köşesiz masanın oyuklarına adeta monte edilmiş görünen oyuncuların beden performansları benim için yeterliydi, çünkü el jestleri ve postür fazlasıyla oyunculuk içeriyor zaten. Bedenlerimizi hangi topluluk içinde, ne zaman ve nasıl kullanabileceğimizin sınırları önceden az çok belirlenmiştir, öyle değil mi? Bu yüzden “surat” gibi baskın bir öğeyi videodan çıkarıp oyundaki ayinselliğin bedendeki yansımasına konsantre olmayı tercih ettim. Video için Murat (Balcı) ile bestelediğimiz kompozisyonun da bu hisse cevap verdiğini düşünüyorum. Bir yere varmayı değil yalnızca ilerlemeyi isteyen bir müzik üretmek istedik; hem pürdikkat, hem de telaşsız, belli bir gerilim ve rahatlık düzeyinde sabitlenmiş bir müzik… Kartlar arasında bir hiyerarşi de kurmamışsın. Rakamlar yok, böylece bizi matematiğe ulaştıran ve buradan hikayelere çağıran bir şey de yok. Hikayeleri bizim kurmamızı istiyorsun. Bu kartlar ile oynamak dışında ne yapılsa mutlu olurdun? Gizli haberleşme aracı olarak kullanıldıklarını öğrenmek beni çok heyecanlandırırdı sanırım. Her serginde olduğu gibi bu serginin tasarımını da sen yaptın. Galeri içerisinde yarattığın parkur sergi fikri ile yan yana gelince aslında sergi mekanında başka bir zamanın oluşmasını sağlıyor. Aslında desenlerinde kullandığın kağıdın da böyle bir zamansızlık çağrışımı var. Serginin toplumsalı kurmak iddiası dışında her şeyin çok hızla değiştiği bugün içinde kendine zaman açmak gibi bir derdi de olduğunu düşünürsek serginin zaman algısı hakkında neler söylersin? İzleyiciyi “ağırlamak” fikri hoşuma gidiyor. Bu sergi, aynı yapıtlarla başka bir mekana taşınabilir elbette ama asla aynı yerleştirmeyi kullanmam. Sevdiğin birini evine davet ettiğini, ne yedirip ne içireceğini, hangi albümleri dinleteceğini, beraber hangi filmi izleyeceğinizi dikkatle planlayarak onun için özel bir gün hazırladığını düşün… Kişide derin izler bırakmış özel bir günü aynı biçimde tekrarlamanın pek bir anlamı yok, o halde o bir seferlik deneyimi titizlikle kurgulamak lazım. İzleyiciyi duraksatmak, yavaşlatmak benim için çok önemli. Tam da bu yüzden ek duvarlar aracılığıyla mekandaki köşelerin sayısını çoğaltmayı uygun buluyorum, böylece yapıtlar arasında farklı izleme kombinasyonları da oluşuyor. Evet, benim çizdiğim bir parkur var, ama izleyicinin kendine ait duraklar seçme imkanı da var. Bugün bu sergi senin kendine tanıdığın zamanın, ümit etmenin de anlamlarını taşıyor. Bildiğimiz her şeyi yeniden öğrenmemiz gerektiği, yeni bir zaman ekonomisinin kendini dayattığı günümüzde sence nasıl bir zamanın içinden geçiyoruz? Yaşam koşullarının dayattığı öncelikler ve aciliyetler var, ama kimi önceliklerimizi belirlemek hala bizim tasarrufumuzda, örneğin medya takibi. Hangi medya organlarına kulak vereceğimize, dolaşıma sokulan bilgilerin sağlamasını nasıl alacağımıza ve bu bilgileri nasıl yorumlayacağımıza karar vermek için ciddi mesai harcamamız gerekiyor. Suriye’de başlayan rejim karşıtı ayaklanmayı düşün, bu halk hareketi nasıl da hızla kriminalize edildi… Devlet vahşetinden canını zar zor kurtarıp Türkiye’ye kaçan sığınmacılar dahi kimi medya organları tarafından, “başımıza gelen bela” gibi damgalandılar. Kestirmeden bu sonuçlara varanlar acaba hangi bilgiler ışığında ve hangi güvenilir

tanıklıklardan hareketle rejim muhalifi hareketi değerlendiriyorlar? Youtube’a bir video düşüyor, birkaç saat içinde son derece çapraşık bir siyasi krize dair şipşak üretilmiş bir analiz, sosyal medyada büyük bir salgına dönüşüveriyor. Bana öyle geliyor ki, kimi durumlarda hızla ve özensizce taraf olmak, özellikle ezilenler açısından, tarafsızlıktan bile daha zararlı olabiliyor. "Sürpriz Tanık I" ve "Sürpriz Tanık II" isimli işlerinde, figürlerin doğanın kimi ürünlerinin arasında bir makine ile karşılaştığını görüyoruz. Bir açıdan bu işler kendine saklanmak, kaçmak için yer aramanın imkansızlığı üzerine bir öneri gibi duruyor. Bugünden kaçmanın imkansız olduğunu mu düşünüyorsun gerçekten? Şöyle düşünelim, toprağın, havanın ve suyun bile mülkiyet düzeni tarafından parsellendiği bir dünyada, nereye kaçılabilir? Üretim-tüketim ilişkilerinden kendini koparmamış bir kişi nereye kaçmış oluyor? Böyle bir kopuş mümkün mü? İnşa ettiği kişisel cennetinde huzur bulması için insanın o cennette tükettiklerinin nereden geldiğini hiç düşünmüyor olması gerekir. Tam da bu yüzden olsa gerek, Ütopya Edebiyatı’nın neredeyse bütün örneklerinde ideal toplumlar adalarda veya “eski dünya”nın görüş alanının dışında tasvir edilir. Ancak bu kitaplarda eşitlikçi ve müreffeh bir üretim/paylaşım düzeni resmedilirken iş bölümü meselesiyle alakalı kimi konuların etrafından dolaşılır. Mesela More’un “Ütopya”sında avcılık gibi Ütopya halkının kendine yakıştıramadığı kimi işler savaş esirlerine devredilir, Campanella’nın “Güneş Ülkesi”nde çocukların hangi meslek dalına yönlendirileceklerine yetişkinler karar verir. Evet ama, “savaş esirleri”ni işe koşan bir toplum sınıfsız bir toplum mudur? Veya çocukluğundaki eğilimleri kişinin hayatının geri kalanını belirleyecek işaretler olarak okumak, bu eğilimleri “alın yazısı”na dönüştürmez mi? Ütopya Edebiyatı’nı çok değerli ve ilham verici bulmakla beraber Distopya Edebiyatı’nın birçok açıdan daha gerçekçi olduğu kanaatindeyim. Bu işlerde kurduğun karşılaşma anları ise karamsar olanın görselliğini taşıyor. Serginin bütünü, hatta senin bugün üretiyor olman başka bir toplum ümidi taşırken işlerinin bazıları bu ümidi taşımıyor. Yeni toplum ümidi ile karamsar olmak arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsun? Serginin adı (“Tohum ve Mermi”) tam da bu dengeyle, üretici ve yıkıcı mekanizmaların dengelerine dair bir gönderme aslında. Ancak “üretici”ye olumlu, “yıkıcı”ya ise olumsuz anlam atfettiğim sonucuna varmanı istemem. İstismarcı ve kapitalist üretim endüstrilerini sırf “ürettikleri” için yüceltmek ne kadar akıl dışıysa, saldırgan gibi görünen ama toplumsal dönüşümler için pekala da hayati önem taşıyan kimi siyasi hareketleri sırf yıkıcı oldukları için “suçlu” ilan etmek de o kadar akıl dışı bence. Kurarken de, yıkarken de bedelleri ve kazanımları ince ince hesaplamak gerekiyor. Bu bağlamda, sekter olmayan karamsarlıktan itici güç olarak faydalanmanın mümkün ve hatta gerekli olduğuna inanıyorum.

Erİnç Seymen'den ÖnerİLER Üç kitap   Geleceğin Tarihinden Alıntılar, Gabriel de Tarde   Another Ventriloquist, Adam P. Gilders   Kaos’un Kutsal Kitabı, Albert Caraco Üç albüm   Demissions, Phoenecia   Scattenspieler, Marcus Fjellström   In the L..L..Library Loft, Toby Driver Üç yapıt   The Destruction of Sodom And Gomorrah, John Martin   Dictio Pii, Markus Schinwald   Whirlpool, Alexander Gutke

XOXO The Mag



PEOPLE

MARIO BAVA

Çok Şey Bilen Adam

twitch of the death nerve, 1971.

yazı sarp dakni

Çaresizce düşünüp duruyorum ama favori seri katilimin hangisi olduğuna hala bir türlü karar veremiyorum. Kendinden emin bebek bakıcısı kasabı Michael Myers mı yoksa biraz daha gerizekalı gibi görünen ama cinayet skalası daha geniş Jason Voorhees mi... Buna cevabım yarın muhtemelen değişecek ama şimdilik Jason olsun. Malumunuz, Jason Voorhees ile ilk tanışıklığımız 1980 yılında ve elbette annesi Pamela'nın gölgesinde olmuştu. Aşçı olarak çalıştığı Kristal Gölü çocuk kampına yanında (tam olarak ne olduğu açıklanmasa da) zihinsel ve fiziksel defektli oğlu Jason'ı da getiren Pamela, çocuğu orada gönüllü görev yapan ergenlere emanet ettiğine pişman olacaktır. Zira, kendilerini şehvetin kucağına bırakan kamp görevlileri, habersizce göle giren Jason'ın yardım çığlıklarını duyamazlar. Şeytanın seks tuzağına düşen bu gençlerin ihmali yüzünden Jason, manzarası pek güzel olan bu gölün derinliklerinde gözden kaybolur. Aşçı Pamela ise adlarını ancak filmin kredilerinde Barry ve Claudette olarak göreceğimiz bu azgın garibanları güzelce doğrar. Voorhees kabusu da böylece başlamış olur. İlk filmin seri katili, malum Jason ölü olduğu için annesi Pamela'dır. Bunu da filmin sonunda öldürmeyi denemeden önce hikayesini uzun uzun anlatmayı tercih ettiği Alice sayesinde öğreniriz. Filmin sonunda Pamela'nın kafası kopuverir. Gerçi son saniyede gölden fırlayan tamamen çürümüş Jason sayesinde yepyeni bir seriye kavuştuğumuzu da böylece anlamış oluruz. Döneminin en popüler korku filmi yönetmenlerinden Steve Miner'ın

'Friday the 13th' serisinin ikinci halkasına sınıfın en çalışkan öğrencisi gibi parmak kaldırarak ''Ö'rtmenim! Ö'rtmenim!'' diyerek talip olması boşuna değil. Yetişkin Jason'ın nedense bir kez daha açılmaya karar verilen Kristal Gölü kampına dönüşünü onun kamerasından zevkle izledik. Hem de videosunu defalarca ve defalarca kiralayarak! Ancak Miner'a bu filmin temasını oluştururken büyük ölçüde fikir veren bir büyük sinemacı olduğu o dönemde nedense pek kimsenin umrunda olmamıştı. Ustası olarak gördüğü Mario Bava'nın kült filmi 'Ecologia del Delitto' ya da 'Blood Bath' ya da 'A Bay of Blood' ya da 'A Reazione a Catena' ama en çok 'Twitch of the Death Nerve'ü yeni kuşak korku filmi tutkunları o kadar iyi tanımıyordu. Korku türünün araştırmacılarının verdiği raporlara göre 1980'lerin başında doğan ve tüm dünyada adeta dev bir patlama yaşayan '(teen) slasher' türü seneler önce İtalyan 'giallo' sinemasının en kıymetli isimlerinden biri olan Bava tarafından tam da bu filmle denenmişti. Miner'a ilham almak ve dayanamayıp çalmak arasında buhranlar yaşatan bu nefis film, son 30 yılın en çok taklit edilen korku filmlerinin başında geliyor. Yıl 1914. Yer Sanremo. Sessiz sinema İtalya'yı da ele geçirmiştir. Sektörün en başarılı görüntü yönetmenlerinden biri olan Eugenio Bava'nın bir oğlu olur. Küçük Mario, Sanremo sokaklarında koşuştururken, ressam olma hevesiyle büyür. Yaptığı resimleri satamayacağını anladığında babasının kanatları altında sinema endüstrisine adım atar. Hem de ne atlayış! Baba Bava, o dönemde Mussolini'nin beyin yıkamak için kurduğu film fabrikası

XOXO The Mag


75


2.

3.

L'Istituto Luce'nin özel efekt bölümünü yönetmektedir. Mario, bir yandan yine baba torpiliyle Massimo Terzano gibi önemli sinemacıların ekiplerinde de boy göstermeye başlar. Hatta iki kısa film için Roberto Rossellini ile bile yolu kesişir. Derken, her ne kadar filmin kredilerinde ismi anılmasa da Kirk Douglas, Anthony Queen ve dönemin en büyük seks bombalarından biri olan Silvana Mangano'nun başrolü oynadığı 1955 yapımı 'Ulysses' ile görüntü yönetmenliğinden yönetmenliğe terfi eder. Bundan bir yıl sonra, yönetmen Riccardo Freda'nın çekimlerin tam ortasında terkedip gittiği 'I Vampiri' adlı filmi de başıboş bırakmaz. Aslına bakarsanız, yine görüntü yönetmeni olarak anlaşma yapmıştır, ama kısa süre içinde birbirinden nefis özel efektlerini bile ekleyerek bu filmi vaktinden çok önce tamamlar. Bugün durup düşününce, Freda'ya filmini bırakıp gittiği için teşekkür edesim geliyor. Zira 'giallo'nun babası Bava'nın kariyerindeki kırılma noktasının 'I Vampiri' olduğu kaçınılmaz bir gerçek. 'Black Sunday', hem yazıp hem görüntü yönetmenliğini hem de yönetmenliğini üstlendiği ilk film... Efsanevi çığlık kraliçesi Barbare Steele'in performansıyla korku aleminde ölümsüzleşecek olan filmin içerdiği dehşet ve vahşet sahneleri yüzünden İngiltere'de yasaklanıp ABD'de sansürlenmesi Bava'nın bir anda uluslararası arenada yıldızlaşmasını da sağladı. 60'lar Bava'nın yükseliş dönemini işaret eder. Bugün her izlediğimde mutluluk salyaları akıtmama sebep olan 'Black Sabbath', 'The Whip and The Body' ve değişmeyen favorim 'Danger:

Diabolik' bu dönemin ürünleri oldular. Giallo türünün ilk örneği olan 'The Girl Who Knew Too Much'ın da 1963 tarihli olduğunu unutmamalı. Her yükselişin bir düşüşü olması hali, hikayenin bundan sonraki sürecini ne yazık ki gerçek bir trajediye çeviriyor. 60'larda sadece ülkesi İtalya'yı değil tüm dünyayı kasıp kavuran filmler çevirmekle geçiren 'Twitch of the Death Nerve'ün gördüğü çılgın ilgiden adeta başı dönen Bava, başrolü Elke Sommer'a verdiği 'Lisa and the Devil' ile yeni gişe rekorları beklerken, filmini gösterecek bir dağıtımcı bile bulamaz. Film, 3 yıl sonra yeniden editlenip başka bir isimle gösterildiğinde artık kimsenin umrunda değildir. Dahası 'Rapid Dogs' o hayattayken bir sinemada gösterilemez bile. Zirveden yere çakılan Bava'nın tek kurtuluş noktası emekliye ayrılmak olur. 1980 yılında çok iyi bildiği bir işi bir kez daha denemeye karar verir ve Dario Argento'nun Inferno'su için özel efektler yapar. Sonra da artık iflas eden vücudu daha fazla dayanamaz ve aramızdan çekip gitmeye karar verir. Hüzün... Steve Miner'ın tam da Bava'nın ölümünden bir yıl sonra çektiği 'Friday The 13th Part 2' şimdi durup düşününce gözümde daha da değerleniyor. Kimilerine göre hırsızlıkla sonuçlanan bir esinlenme hali olsa da ben aynı fikirde değilim. Size önerim; eğer hala izlemediyseniz en kısa zamanda bu filmleri internetten sipariş edip üst üste patlatmanız. Eğer korku sinemasına, dahası 'slasher' ve 'giallo' türlerine biraz olsun ilgi duyuyorsanız inanın sonunda bana teşekkür edeceksiniz.

XOXO The Mag

1. lisa and the devil, 1974 (also as mickey lion). 2. baron blood, 1972. 3. black sabbath, 1963.

1.



BOOTS FRYE / Engineer 12R Elinize bir çift Frye bot aldığınızda az sonra ayağınıza geçireceğiniz ayakkabının sizi bir moda ikonuna dönüştürmeyeceğini ama ayaklarınıza o güne kadar yaşadığı en rahat günü yaşatacaklarını bilirsiniz. Burada biraz müdahale etmemiz lazım. Bahsi geçen önerme, 1836’da John A. Fryre, Elm Sokağı’ndaki ilk dükkanını açtığında doğru olabilirdi, fakat bugün klasikleşen modelleri rahatlık kadar stilin de kodlarını içerisinde barındırıyor. Engineer 12R, rahatlığı ön planda tutan bir işçi ayakkabısı olarak tasarlanmasının avantajlarını elinde tutarak, tasarımına adapte ettiği güncel öğeleriyle kalp çarpıntılarına sebep oluyor.

DR. MarTENS / 1460 boot 1945’lere hızlı bir geri dönüş yapıyoruz. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordusunda doktorluk yapan Klaus Märtens, Bavyera Alpleri'nde kayak yaparken ayağını incitir. İyileştikten sonra bile hassas olan ayağı, ordunun verdiği botlar içerisinde rahat edemez. Klasik bir keşif hikayesi gibi ilerleyen olaylar zincirinde kendi söküğünü diken terzi sıfatıyla Dr. Martens, adını verdiği markası eşliğinde tüm dünyanın ayağını yerden kesecektir. Tarih dersini geride bırakıp sezona dönersek; bordo derisiyle gözümüze çarpan, biraz daha yaklaştığımızda 1990’lardan beri festival kızlarının favorisi olan çiçek desenleriyle süslenmiş, 1460 modelinin çekimine kapılıyoruz. Bir çift Dr. Martens giyinmişken, hiçbir şeyin ayağımızı kaydıramayacağı güvencesiyle emin adımlarla ilerliyoruz. SWEDISH HASBEENS / Grandma Ankle Boot Botların ilham perisi, 1970’lerde İsveç’in güneyinde yaşamış ve Swedish Hasbeens’in kurucuları Emy ve Cilla’nın belleklerine dönemin en çekici annesi olarak kazınmış Anita isimli bir kadın. Zamanda şöyle bir yolculuk yapıp 36 sene sonrasına gidiyoruz. Emy ve Cilla, 2006 yılının bir yaz günü, Anita’nin giydiği 300’den fazla tahta ayakkabıyı bir kundura fabrikasının bodrumunda buluveriyorlar. Böylece Swedish Hasbeen botlar Anita’nın küllerinden doğmuş oluyor. Disco’nun son günlerinin izlerini taşıyan bu botlar her gardıropta bulunması gereklerden.

MANITOBAH MUKLUKS / TALL CLASSIC MUKLUK Manitobah’nın geçmişi Kanada’nın ilk yerlilerine dayanıyor. Markayı otantik yapan da zaten Aborjin Kanadalılar tarafından kurulmuş ve yüzyılların geleneksel tasarımlarının ta günümüze kadar gelmiş olması. Botların hepsi Kanada’nın Winnipeg kasabasında üretiliyor. Soğuk kış aylarında ayaklarınız sıcacık, boncuklu, ponponlu Manitobah’larla renklensin!

MOU / Eskimo boot Mou, 2002’de Londra’da Portobello Road’da kuruldu. Markanın kurucusu Shelley Tichborne’un en büyük arzusu şehir yaşamının stresine karşı bir nevi panzehir değeri taşıyacak bir tasarım yaratmaktı. Son derece rahat ve yumuşacık Mou’lar kısa bir süre içinde tarzlarına önem veren şehirli kadınların gözdesi oldu. XOXO The Mag


HUNTER / Original Gloss 150 yıllık köklü bir geçmişe sahip, iki Amerikalı girişimcinin 1800’lerin ortalarında İskoçya’ya ayak basmasıyla temelleri atılan Hunter’lar, yağmur, çamur deyince ilk akla gelen botlar şüphesiz. Özellikle de Glastonbury gibi yağmurun eksik olmadığı festivallerde en sık rastlanan görüntü olmalı, Hunter giymiş ayaklar. Kate Moss’un ikonlaştırdığı rengarenk Hunter botlar her eve lazım.

MINNETONKA / Double Fringe Tramper Boot Kristof Kolomb’un uzak ufuklara yelken açmasından çok uzun zaman önce, Amerika’nın yerlileri kızılderililer rahat mı rahat mokasenleriyle boy gösteriyorlardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikalılar, görkemli kıtayı gerçek anlamda keşfetmeye adadılar kendilerini ve böylece Minnetonka mokasenlerle tanışmış oldular. Bu geleneksel botların günün birinde modanın vazgeçilmezlerinden olacağını ve yine Kate Moss ve Rachel Bilson gibi ünlülerin favorileri arasına gireceğini kim bilebilirdi ki?

UGG / Classic glitter 1960’ların Avustralya sahillerinden 2012’nin metropol sokaklarına ulaşan yolculuğunda hayli değişime uğrayan, ama DNA’sı hiç bozulmayan UGG, bu sezon da soğuk havalarda ayağımızın gideceği ilk tasarımlardan olacak. Atalarımızın “çirkin şansı versin” sözünü doğrularcasına ünü gittikçe artan ve adını da ‘çirkin’ tasarımından alan UGG modellerinden bu sezon hangisini seçeceğinizin karasızlığıyla baş başa kalmamanız için önerimiz, klasik tasarımın sezon parıltılarıyla süslenmiş hali.

CLARKS / DesERT BOOT 1825’te İngiltere’nin küçücük bir kasabasında doğan Clarks, özellikle Desert botlarıyla gönüllerimizde taht kurdu. Son derece kaliteli deriden yapılmış ve gardırobunuzdaki pek çok kıyafetle uyum sağlayacak bu botlar sonbahar ve kış ayları için mükemmel bir seçim. İster jean’lerinizle, ister taytla, isterseniz de etekle giyin, her şekilde bu sade botların ayağınızda ne kadar cool durduğunu görünce bize hak vereceksiniz.

OLD GRINGO / Noctua pewter grey Otuz yıl boyunca deri üreticiliği üzerinde çalışmış ve bot tasarımlarıyla nam salmış iki kafadar bundan 12 yıl önce ortak tutkularını keşfederler: İnce işçilikli Western botlar. Old Gringo adı altında bizi tutkuyu giyinmeye çağıran tasarımları gördüğümüz an sahip olma arzusuna kapılıyoruz. Rengi ve kırışık derisiyle kalbimizi çalan Noctua modelinin işlemelerine hayran kalıyoruz ve sezonun ‘must have’ listesine bir eklemede daha bulunuyoruz. Her bir tasarımın el emeği göz nuru olduğu Old Gringo’larla Jane Fonda ve Gregory Peck’e selam edip rotamızı Meksika’dan İstanbul sokaklarına çeviriyoruz.

79


Vivienne Westwood / Pirate Boot Bot rengi seçerken siyahtan vazgeçmenin bir hayli zor olduğunu herkes, şu zamana kadar alışverişte edindiği birkaç tecrübeyle, anlamıştır. Vivienne Westwood'un ilk olarak 1981'de ürettiği ve artık klasikleşen bu Pirate modelinde de siyahın etkisinden çıkmakta biraz zorlanabilirsiniz. Eskidikçe güzelleşen ve değerlenen eşyalar kategoriniz varsa eğer, evsizlerin de botlarına göz kırpan Pirate'lar için artık dolabınızda bir çift yer açmanız gerekebilir.

Rick Owens / Combat Micro Sole Boot Kaliforniya'dan sarsıcı ve avangart üslubuyla seslenen Rick Owens'ı bot söz konusu olduğunda es geçemezdik. Doğuştan yıpranmış gözüken bu ‘çocuklar’, metal esintilerini sevmeseniz bile her tarz giyiminize uydurabileceğiniz birer grunge harikası. Ayaklarınıza baktığınızda 14 kopçası olan bu siyah deri botlar sayesinde kendinizi bir tutam daha fazla isyankar hissedebilirsiniz. Kick their asses!

Sorel / Caribou reserve winter boot Sorel’in inişli çıkışlı hikayesini bilenler bilmeyenlere anlatır. Biz hikayenin sonundan alalım ve lastik fabrikasından çıkan botların Columbia Sportswear’ın kanatları altında günümüze kadar mutlu, mesut yaşamını sürdüğü günlere gelelim. 2012 Sonbahar-Kış sezonunda radarımıza takılan, Sorel’in Caribou modeli için özel olarak üretilen Caribou Reserve Winter bot tasarımı oldu. İkonik modelin çizgilerini deve tüyü rengindeki derisi ve çıkabilir koyun derisi ile yüceltmiş botlar için haydi çocuklar mağazaya.

QUODDY / Twin Strap Sheepskin Boot 1909’da Harry Smith Shorey’nin başlattığı Quoddy geleneği, halen Maine’de Passamaquoddy Bay’de devam ediyor. Özellikle sert hava koşullarının üstesinden gelecek şekilde tasarlanan botlar, şimdilerde şehir insanının da favorilerinden. Soğuk havalarda ayağınızı sarıp sarmalayan, rahat mı rahat ve uzun süre eskimeyecek koyun derisi Quoddy’ler gri, kahverengi ve taba rengi seçenekleriyle sezonun olmazsa olmazlarından.

HTC / Ankle Boots Vintage giyinmeye başladığınızda vazgeçemezsiniz, çoğunlukla hep devamı gelir. Hollywood Trading Company de, 1990 yılında Los Angeles'da Amerikan deri aksesuarlarına karşı duyulan yoğun duygulara karşı koyamayıp kurulan bir marka. Eskileri yeniden kullanma, tabir-i caizse tarihin tekerrür etmesi, modada çok ilgi çeken bir vizyona dönüşüyorken, HTC de vintage kültürünün önemli noktalarına değinen dünya çapında bir referans oldu. El işçiliğiyle yeniden yorumlanan bu botlar da dahil olmak üzere diğer tüm ürünlerini internetten sipariş verebilirsiniz.

XOXO The Mag



MASTERS

Jean Noel Bioul

Sponsorlukları Ayarlama Enstitüsü Bu ayki konuğum Jean Noel Bioul: Yani, 1900’lü yılların başından bu yana Rolex imajının tıkır tıkır işlemesini sağlayan, en önemli parçalarını ve hiç şüphesiz türünün ilk örneğini oluşturan başarılı sponsorluk hikayelerinin şu anki dünya direktörü. Bedelin pek de soruna dönüşmediği, gerçekleştirilmesi zor hayallerin, uluslararası prestijli turnuvaların, beyefendiler ve hanımefendiler dünyasının ilgi çekici aktivitelerinin destekçisi, daha doğrusu piramidin en tepesindeki destekçisi, Rolex'in yolunu şekillendiren kişi. 5N'yi merak ediyorsanız, sizi şuralara alalım; sevgi, saygı ve elegansın kelimelere döküldüğü, güneşin herkes için olduğu sayfalara... röportaj cihan şerbetcioğlu fotoğraf can erker

XOXO The Mag


©rolex, roger frei

©rolex, jean daniel meyer

İçinde bulunduğumuz atmosferi kısaca tarif edebilir misiniz? Şu an neredeyiz ve neden burada bulunuyoruz? Antalya Belek’te düzenlenen ve Rolex’in sponsorlardan biri olduğu World Final turnuvasındayız. Etkinlik Tiger Woods, Charl Schwartzel, Lee Westwood, Roy McIlroy, Justin Rose gibi dünyanın en iyi oyuncularının yer aldığı uluslararası bir turnuvanın ilk adımı olarak düzenleniyor. Her şey planlandığı gibi giderse, Türkiye gelecek sene, Dubai World Championship turnuvasından sonraki adım olarak, Avrupa Sezonu’na dahil olacak. Yani özetle; daha büyük çaplı bir organizasyon için bir ısınma turunun içindeyiz diyebiliriz.

Tevekkeli değil, yirmi yıla yakın süredir Rolex’te çalışmaktasınız. Bunun öncesinde de bir spor pazarlama şirketi kariyeriniz ve tenis geçmişiniz olduğunu biliyorum. Evet, benim pozisyonumdaki bir insan için bile çok uzun bir süre olduğunu kabul ediyorum. Yirmi yıl evvel Rolex’te çalışmaya başlamadan önce, Mark McCormack’in International Management Group firmasında altı yıl tenis alanında temsilci olarak görev aldım. Sonra da bu konuyla alakalı alanda daha da ileriye giderek, genel spor dallarının idaresi ile ilgili bir bölüme geçiş yaptım. Yani sporcu-marka ilişkisinin iki tarafında da bulundunuz. Kesinlikle. Şu anki durumda, sponsorluk anlaşmaları için menajer ve temsilcilerle yakın bir ilişki içindeyiz. Daha önce aynı pozisyonda bulunduğumdan, anlaşmanın gerçekleşmesi için gereken detayların belirlenmesi ve sporcuların isteklerinin gerçekleştirilmesi ve motivasyonlarının en yüksek seviyelerde tutulması konularında daha hassas olduğumu düşünüyorum. Ayrıca, bu süre içerisinde oldukça geniş bir çevre edindim, şu anki görevimde bu bağlantılarım işimi oldukça kolaylaştırıyor.

Marka olarak turnuvadaki rolünüz nedir? Önceden bahsettiğim gibi, Türkiye için önemli bir adım olması söz konusu olan etkinliğin parlak bir geleceği olduğunu düşündüğümüzden sponsor olmaya karar verdik. Ayrıca, genel olarak Avrupa Turu ile olan ilişkimiz sayesinde bu etkinliğin onay almasında aracı olma rolünü üstlendik. Burada önemli bir konunun altını çizeyim, ABD'de şu an aktif turnuvaların önüne geçebileceği için, PGA Tour etkinliğe ve oyunculara, turnuvanın uluslararası yayınlarda yer almaması koşuluyla izin verebiliyordu.

Rolex birçok vakıf ve hayır kurumuyla yarışabilecek seviyede etkileyici ve köklü bir sponsorluk geçmişine sahip. Genel olarak sponsorluğu nasıl ele alıyorsunuz? Genel olarak markanın sponsorluk stratejisi ve sponsorluk anlaşmaları bana miras kaldı. Golfte Open Championship, Ryder Cup, Masters... Teniste WTA, Wimbledon… Liste oldukça uzun. Sponsorluk alanlarımıza baktığınızda, en çok öne çıkan organizasyonların ve kişilerin Rolex ile köklü bir ilişki içerisinde olduğunu görebilirsiniz. Örnekleyeyim; Sir Edmont Hillary 1953’te Everest’e tırmandığında Rolex’in de orada olması tesadüf değildi. Rolex, tarihte ilk kez gerçekleşen bu olayın 20 yıl öncesinde de dağcılara Everest’e tırmanabilmeleri için destek veriyordu. Everest örneğinde olduğu gibi Rolex, saatlerini zorlu koşullarda test etmeyi seviyor. 1947’de ilk defa ses hızına ulaşan insan, Chuck Yeager, bizim tarafımızdan destekleniyordu, 1942 yılında Manş Denizi’ni yüzerek geçen Mercedes Gleitze’nin bileğinde bir Rolex vardı, 1930’larda George Eyston, karada hız rekoru kırarken yine yanında biz vardık. Örnekleri çoğaltmak elbette ki mümkün, ama özetle, insanlığın sınırlarını zorlayan anların bir parçası olmak ve hatta gerçekleştirilmesinde başat rol oynamak bizim için her zaman önemli oldu.

Turnuvalarda hiç Türk oyuncu yer almıyor. Türkiye’de golfün durumunu nasıl görüyorsunuz? Golfle yeni tanışan her ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de golfün gelişmesi ve olgunlaşması zaman alacaktır. İyi oyuncular yetiştirebilmek için öncelikle golf eğitimine çok gençken başlamak gerekir. Ayrıca bu spora olan ilgiyi artırmak, ülke çapında daha büyük çaplı etkinlikler düzenlemekle mümkün olur. Geçen hafta yine Antalya’da düzenlenen amatör düzeyde çok büyük bir turnuva vardı: Amateur Open; Türkiye’deki ayağında Rolex de yer alıyor. Bu turnuva altı yıldan beri Türkiye Golf Federasyonu tarafından planlanıyor. Kim bilir, belki 2016 Olimpiyat Oyunları'nda Türkiye’yi temsil edecek bir oyuncu çıkar. Peki, Rolex’teki görevinizden kısaca bahsedebilir misiniz? Uluslararası Sponsorluk Direktörü olarak, tenis, motor sporları, golf ve güzel sanatlar gibi alanlardaki sponsorluk portföyünü idare eden tüm departmanların başındayım. Kısaca söylemek gerekirse; Rolex'in doğru etkinliklerde, doğru kişilerle, doğru zamanda ve doğru şekilde yer aldığından emin olunmasını sağlıyorum. 83


©rolex, jean daniel mayer

Bu minvalde, sponsor olma prosedürünüz nasıl ilerliyor? Şaşırtıcı değil ki, bir golf oyuncusuna en iyi yelken havasından bahsederseniz sizi dinlemeyecektir. Marka olarak oldukça dar bir pazara hitap ediyoruz ve bu pazar da kendi arasında birçok nişe ayrılıyor. Hedef kitlemizin ve Rolex’in sahiplendiği değerlerin en iyi şekilde temsil edildiğine inandığımız dallarda sponsorluk faaliyeti göstermeyi seçtik; sanat, eskrim, golf, motor sporları, kayak, tenis, yelken ve kaşiflik. Bu alanlarda ilk aradığımız özellik ‘kusursuzluk’. Güçlü ve net bir algı yaratmak için, sponsorluk stratejimizi belirlerken Rolex’in ana sponsor olarak en önde yer alacağı etkinlikleri tercih ediyoruz. Ayrıca bahsettiğimiz saygı, dürüstlük, nezaket gibi insani değerleri de farklı dallar temsil edebiliyor; örneğin golf centilmenlik ve nezaket ile ilişkilendirilirken, yelken takım çalışmasını öne çıkarıyor. Tüm bu parçaları bir araya getirdiğinizde ise karşınıza Rolex imajı çıkıyor. Alanlarınız bu kadar net olsa da, çokça sponsorluk talebi dosyasıyla ilgilenmek durumunda kalıyorsunuzdur… Evet, bütün dallarda sürekli teklif bombardımanına tutuluyoruz. Potansiyel sponsorlukları değerlendirirken, gelen teklifleri önceden bahsettiğim kriterler bazında iki grupta ele alıyoruz; "olsa güzel olacaklar" ve "olmazsa olmazlar". O anki bütçe durumu ve söz konusu sponsorluğun geleceği ile bağlantılı olarak birkaç ekstra aktivite yapılabilir, ama Rolex’in, bulunması elzem organizasyonlarda eksiksiz yer alması bizim için öncelikli hedef. Rakip markaların aktiviteleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Çok detaya girmek istemiyorum, ama bir numara olduğunuzda yerinizi almak isteyen birileri tabii ki oluyor. Biz güneşin herkes için olduğunu düşünüyoruz, rekabet adil olduğu sürece herkes için iyidir. Rakipler sayesinde uykuya dalmamıza fırsat kalmıyor ve Rolex’i şu anki konumuna getiren öncülük ve kusursuzluk hedeflerinde her zaman en önde olmamız zorunlu hale geliyor. Aktif rekabet ortamında bize ve markamıza dair tek bir şey bilmeniz gerekirse o da bizim centilmenlerden olduğumuzdur; her zaman rekabetin olacağını kabulleniyoruz ama Rolex "her zaman kusursuzluk" hedefiyle,

sponsorluk, iletişim ve diğer bütün alanlarda kararlı ilerleyişiyle, diğerlerinin takip ettiği bir lider olarak kalacaktır. ‘Testimonee’ olarak adlandırdığınız marka temsilcilerinizden bahsetmek gerekirse, 'testimonee' olmak nasıl bir şey? Bu kişilerin ne gibi görevleri var? Arnold Palmer’dan bahsetmiştim. Palmer ile hiç yazılı bir sözleşmemiz olmadı; 1967’de o zamanın CEO’su ile el sıkıştığından bu yana yoluna bizimle devam ediyor. Başka markalarda bu tarz birliktelikler hangi marka olduğu önemsenmeden, daha çok verilen paraya bakılarak yapılıyor olabilir ama Rolex’te biz bunun tam tersini yapıyoruz; eğer kişi markamıza ve değerlerimize bir ilgi duymuyorsa onunla çalışmıyoruz. Tarihte Rolex kullanan ünlü kişilere baktığınızda; -Churchill, Eisenhower gibi dünya liderlerinden, Picasso ve Che gibi büyüleyici insanlardan bahsediyorum- aslında birçoğuyla resmi bir bağımız bulunmuyor. Hepsi de zamanında Rolex’in onlar için doğru saat olduğunu düşünmüşler. Tabii, biz de insanlara tekliflerle gidiyoruz, ama bizce önemli olan, onların da bizimle çalışmaktan mutlu olması. Roger Federer’e bakarsanız, kazansa da kaybetse de korttan her çıktığında ilk hareketi Rolex’ini takmaktır. Sadece profesyonellikten ileri geldiğini söyleyebilirsiniz, ama bence bu bir hayat tarzı. Sonuçta, onunla ilişkimizin başlama şekli de bu profesyonelliği destekleyen türde; bir gün Federer’in 20’li yaşlardaki menajeri bana gelerek bu İsviçreli gencin çok başarılı olacağını, onunla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sordu. Biraz araştırdık ve ilgilenmeye karar verdik. Şu anda Roger Federer markamızı ideal bir şekilde temsil eden muhteşem bir beyefendi. Peki, James Cameron’la nasıl bir ilişkiniz var? James Cameron çok tanınmış bir prodüktör olabilir, ama bizim ilgimizi çeken özelliği, bilimsel bir kaşif olması ve zaten yıllardır Rolex kullanıyor olması. Sırf bu iki doneyle James Cameron ve Rolex arasında doğal bir uyum söz konusu olduğu açıkça görülebilir. Bunun bir ticari ilişkiye dönüşüp dönüşmeyeceği hakkında bir şey söylemem mümkün değil, bekleyip göreceğiz. Size, yeri gelmişken, başka bir örnek isim vereyim; opera sanatçısı Placido de Domingo. Bize 70’lerin ortalarında

XOXO The Mag


©rolex, deep sea under the pole by rolex, benoit poyelle

tecrübesi bulunması gerekiyor. Sponsorluk ise öğrenilebilen bir şey, çalışan adaylar burada piştikten sonra yuvadan uçabiliyorlar. Eğer çok önemli bir pozisyona, örneğin sağ kolum olarak birini alacaksam, öncelikle kişinin çok iyi bir eğitimi ve spora aktif olarak ilgisi olmalı. Tabii bir çalışanın uyumlu olup olmayacağını hemen anlamak zor; özellikle bizde şirket felsefesini anlamak bile en az bir yıl sürebiliyor.

katıldı, zaten Rolex takıyordu, opera alanındayken biz de ona gidip temsilcimiz olmak isteyip istemeyeceğini sorduk. Bu kadar basit. Sorunlar olduğunda tutumunuz nasıl oluyor? Güncel ve popüler bir örnek üzerinden gidersem; Tiger Woods başarılı kariyerini gölgede bırakabilecek sorunlar yaşamıştı. Eni konu, insanlar ve kurumlar olarak hepimiz hata yapma potansiyeline sahibiz ve sorunların çıkması da çok doğal. Bunu sürecin bir parçası olarak gördüğümüz için de bu tip zamanlarda adım atarken geriye değil ileriye doğru bakmak daha yapıcı bir tavır elbette ve hatta olumlu kararların alınmasını sağlıyor. Tiger Woods ile Tudor markasında daha önceden birlikte çalışıyorduk. Woods 14 majörüyle Nicklaus’un rekorunu geçebilecek tek kişi ve 36 yaşında, düşünebiliyor musunuz? Başına birkaç olay geldiği doğru, ama hayatını tekrar düzene soktu ve önceki ilişkimizden dolayı ikinci bir şansı hak ettiğini düşündük. Tarih bize kararımızın doğru olup olmadığını gösterecektir.

Bir yıllık süreç demişken, zaman yönetiminiz nasıl? Kendinize ve işinize ayırdığınız vakitlerinizi nasıl idare ediyorsunuz? Rolex gibi bir şirkette çalışmak 9-6 mesaili bir işe benzemiyor. İşin ve özel hayatın karışık olduğu pek çok aktiviteniz oluyor. Bir yandan da yıl içerisinde 150 gün seyahat ederken, spor etkinlikleri hafta sonu gerçekleştiği için bazı hafta sonları da çalışmak zorunda kalıyorum. Sonuçta işim böyle bir şey ve hesap yapmıyorum. Ayrıca pozisyonumun getirdiği bir esneklik de var, işler hallolduğu sürece arada bir tatil için vakit ayırabiliyorum. Günde kaç saat uyursunuz? Herhalde çok yaşlandığımdan olsa gerek, günde en az 6-7 saat uyurum. Ayrıca çok sık seyahat ettiğimden jetlag ile de yakın bir dostluğum var. Bu yüzden uyku zamanlarım da sürekli değişiyor.

Markalar arası iş birlikleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Örneğin Mini Cooper & Rolls Royce’un Goodwood’u oldukça dikkate değer. Rolex’in bu tip birlikteliklere yaklaşımı nasıl? Bizim için 'testimonee'leriyle veya turnuvalarla, düzenleyici kurumlarla ilişkilerini geliştirmek önemli ama ortak üretim veya ortak bir markalama ile ilgilenmiyoruz. Rolex olarak birçok etkinlikte en yüksek sponsorluk seviyesinde yer alıyoruz, ama Wimbledon gibi turnuvalarda organizasyon o kadar büyük oluyor ki, tek bir ana sponsor bulunması zaten mümkün değil. Güzel bir örnek olarak Wimbledon ve Rolex arasındaki ilişkiyi örnek verebiliriz; Wimbledon’da baskın olarak yer almamıza rağmen, iki prestijli isim bir arada, birbirlerinden bir şey çalmadan bulunabiliyor. Girard Perregaux ve Ferrari işbirliğinde gördüğümüz ortak üretimleri hiçbir zaman Rolex’te göremezsiniz, bir istisna dışında: Adını etkinlikten alan tek modelimiz olan Daytona.

Gelelim en önemli soruya, kaç adet Rolex’iniz var? Eminim hepsi özeldir, ama ilki hangisiydi? En az on tane vardır. Benim, eşimin ve oğlumun… Ah durun, belki 15, 16 tane demem daha doğru olacaktır. GMT’lerim, Explorer’larım, bir Daydate, karımın aldığı deri kayışlı Daytona… İlk saatim ise, ilk 34 mm saatim olan bir Oyster Perpetual’dı. Hala, arada sırada, bunu takıyorum, ama şimdiki zamanın estetik anlayışına göre biraz küçük kalıyor. Estetik... Kişisel tarzınızdan bahseder misiniz? Arabalar, parfümeri, moda gibi alanlarda hangi markaları tercih edersiniz? BMW kullanıyorum, eşimde de bir Mercedes var. Parfüm olarak da Chanel Allure Homme Sport tüketicisiyim. Moda alanında ise oldukça klasiğim, Ralph Lauren’in basit birleşik renklerdeki tarzından hoşlandığımı söyleyebilirim.

Biraz sizden bahsedersek… Bir yönetici olarak beraber çalıştığınız insanları neye göre seçersiniz? Ne gibi özellikleri olmalı? Sponsorluk departmanında farklı alanlar için farklı uzmanlar yer alıyor; golf, tenis veya hangi dalda çalışacaksa o dala karşı yoğun bir ilgisi ve 85


Hayır, o kült filmi anmayacağız. Soğuk Savaş'ı ve Berlin Duvarı'nı da hatırlatıp tarih kokulu sayfalar sunmayacağız, merak etmeyin. Gecesi gündüzü kulaktan kulağa dolaşan bir şehri ele alacağız bu ay. Sanat ortamlarını, graffitileri solumak bir yana, kimi Berlin'de doğmuş, kiminin yolu Berlin'e düşmüş, birasının yanında currywurst'ünü yiyerek üreten tasarımcılar huzurlarınızda! hazırlayanlar aslin kumdagezer & farah aksoy graffiti mindgem'in izniyle


FILE

Louis Chair Bilindik materyallerle, alışılmadık teknikleri birleştiren ve sonucunda aşina olduğumuz tasarımları hiç görmediğimiz silüetlere büründüren tasarım ofisi e27'nin son projesi de alışılmış sıra dışılığı ile karşımızda. 1700'lerin ortalarından beri hayatımızda olan 16. Louis'nin sarayının baş tacı, lüksünün simgesi ve bizzat kendi adı ile anılan Louis stili sandalyeler, e27'nin bu seferki çalışmalarının ana gövdesini oluşturuyor. Bu hikayenin bilindik kısmı. 'Elini sallasan ellisi' niceliğindeki sandalye modelini özel kılan ise e27'nin metali 2. boyuttan 3. boyuta geçiren germe tekniği ile hayata geçirmiş olması. Louis Chair, 3 milimetrelik yekpare bir metalin lazer ile kesilip gerilmesi sonucu ortaya çıkmış. Fizik profesörü değiliz, fakat yapılan açıklama tasarımın oluşum aşamasında bize sihirli bir şeyler varmış hissiyatı veren süreci yok ediyor: "Metalden bir parça kestiğinizde ve genişleme sınırına kadar çekiştirdiğinizde stabil ve taşıyıcı özelliği olan bir madde elde edersiniz." Fizik problemlerini bir kenara bırakırsak Louis Chair, modern ama evveliyatlı, sade ama karmaşık dile sahip bir tasarım.

Dİkkat: Bu bİr şemsİye değİldİr. Oskar Kohnen ve Fabian Freytag'ın kurduğu Rasko Naibaf tasarım atölyesi günlük hayatın içindeki absürtlüğün altını çiziyor. Camus'ye de selam ederek: "Absürtlük ne insanın kendisinde ne de dünyada tek başına vardır. Absürt olan ikisinin aynı anda var olmasıdır" sözünden tekrar şemsiye yanılsaması yaratan ve Camus'nün sözlerini, tasarımsal anlamda bir kez daha kanıtlayan çalışmaya geri dönüyoruz. Nesne, doğa ve bağlam, beklenti denklemleri arasındaki bağdan yola çıkarak detaya yönelen bir tasarım gözlerimizin önündeki. Kırılgan ve her an dağılacakmış gibi görünen yapısı ise 'modern dünya' tasarımlarının faniliğine bir gönderme. Minimal silüeti, 45 santimlik boyu ve çelik gövdesinin ardında bunca alt okuması bulunan 'Parapluie Table'ın çıplak gözle de görülebilen illüzyonu, ardındaki absürtlüğün en görülebilir kanıtı.

87


Hİyerarşİ ve gİzlİlİk Sigurd Larsen, dünyanın dört bir yanındaki prestijli tasarım okullarında eğitimini tamamladıktan sonra dosyamızdan da anlaşılacağı üzere Berlin’i mesken tutmuş bir tasarımcı. Karmaşık alanların işlevselliğini yüksek kaliteli malzemelerle birleştiren tasarımları Helsinki, Hong Kong, Seoul ve Şangay gibi ülkelerde gösterildi. Bizim gözümüze takılan işlerinden biri ise ‘High End Table’. İlk bakışta, bizi çocukluğumuza döndürüp parklarda oynadığımız tahterevalliyi hatırlatsa da bir süre daha bakınca yetişkin hayatın derin felsefesi ile vuruyor bizleri. 200 santimetre uzunluğundaki meşe tasarım bir hiyerarşi sorgulaması, iletişimdeki baskın ve bastırılan tarafın üç boyutlu bir vurgulaması. Tasarımındaki amaç da zaten etrafına oturan insanların bu çarpık şekil dolayısıyla ‘çarpık’ ilişkilerinin etkilerini görebilmeleri üzerine kurulu. Larsen’in bahsetmeden geçmeye gönlümüzün razı olmayacağı diğer tasarımının adı ise Shrine. Tasarım, ‘gizli tutma’ konsepti üzerine kurulu. Bu küçük çekmeceli sırlar kutusu her biri farklı anahtarlarla açılabilen çekmeceleriyle birden fazla sahibe bir diğerinin sırrını açık etmeden ona hizmet edebiliyor. Tasarım hakkında aklınızda bulunması gereken birkaç teknik bilgi daha vermek gerekirse, meşe ağacına sahip gövdeye pirinç Alman kilitler eşlik ediyor.

Simply Beautiful Doğu Berlin’de bir mağaza vitrinine takılıyor gözlerimiz. Beyaz bir duvar önünde ışık ve sade bir masa. İnce ayaklarının üzerinde kendini bile nasıl taşıyabildiğini düşünürken, üzerinde ağırlığınca yük kaldırdığını öğreniyoruz. Neue Tische’nin tasarımı, hayal ve gerçek arasında bir yerlerde yakalıyor bizi. Çizgiler, boşluk ve tek renge odaklanmış tasarımlar Neue Tische’nin sadelik saplantısını anlatıyor. Sadeliği sadece görüntü seviyesine indirgeyen bir tasarım ofisi değil karşımızdaki. "Bir şey basit görünür çünkü basittir" mottosunu iliklerinde hisseden ve fikrin filizlenmesinden üretim aşamasına kadar aynı sadeliği koruyan bir stüdyo. Bu fikirlerin özü, belki de kurucuları Mathis Burandt ve Frank Skupin’in mimarlık temelinden geliyor olmasında yatıyor. Dieter Rahms’ın mottosundan yola çıkarak "iyi tasarım, az tasarımdır" fikri ile yollarına devam eden ikilinin minimalizme getirdikleri yeni sözlük anlamında, "Daha az yap çünkü her obje, kullandığın alanda başka bir katmandır sadece ve sonuçta bizim peşinde olduğumuz şey hep daha fazla alana sahip olmaktır" felsefesi yatıyor.


llot llov Komik kolajlar ve harika tasarımlar mı? Merhaba, ilgimizi çektiniz. Berlin sahnelerinde tanınan genç yüzlerden oluşan llot llov, endüstriyel tasarım haricinde mağaza içi tasarımları ve enstalasyonları ile de meşhur. Eski eşyalara düşkünlükleri, günlük hayatın sıradanlığından -aslında ilginç olarak- sıkılmamaları tasarımlarının çıkış noktaları. Dergiyi içinizden okuduğunuzu düşünerek ekibin ismini es geçtiğinizi düşünmekteyiz, oysa llot llov Almanya’da sıkça kullanılan “voll toll” (harika vb.) ifadesinin harflerinin yer değiştirmiş hali. Tasarımlarını anlatmadan önce eşlik edeceklerini düşündükleri kolajlardaki yetenekleri konusunda kuşkuluyuz ama özellikle Matt, Lucille, Ray ve Todd adlı tasarımlarının destekçisiyiz. Ray ve Matt örgünün uzun kablolu lambalara ne kadar güzel yakışabileceğinin örnekleri; öte yandan Lucille ise balkonlarından bakkallara iplerle sepet sarkıtan teyzelerden ilham aldıklarını düşündüğümüz bir saksı modeli. Todd’a gelince; yerlerde biriken çamaşırlarınızın bir taburenin minderi hale gelerek en azından fayda sağlamalarını kim istemez? Genç ekibin beyinlerine buradan selam veriyor, esprili kolajlarının devamını bekliyoruz.

Mobİlyalarınıza ve Hİkayelerİne Güvenİn Nicola Jungsberger şu sözlerle karşılıyor bizleri; “Yaşadığımız yerde bizlerle özel bağı olan şeyler güzeldir. Eve geldiğinizde sizi mutlu edecek şey, ideal senaryoda, bir insandır. Ama hayvanlar ve objeler de sağlayabilir bunu. Örneğin mobilya çok güvenilirdir. Eve geldiğinizde onu aynı yerde bulabileceğinize emin olabilirsiniz.” Nicola’nın tasarımlarına sayabileceğimiz ilk üç sıfat, artistik, özel ve sıra dışı olurdu. Başkasının evinde asla bulamayacağınızı bildiğiniz bu parçalar, duvarınıza seçerek astığınız tablolar ve fotoğraflar kadar kişisel ve özel. Kıvrımlı oyuntular, üzeri ilginç desenlerle işlenmiş dolap ve çekmeceler, üzerinde aşk mektubu yazdığına inanabileceğimiz kadar romantik grafik bir paravan... Minimal tasarım değil, minimal üreten biri olduğuna inandığımız bu tasarımcının her eserinin ismi de birer hikayenin ipucunu taşıyor gibi. Unutmadan, siz bu parçalara sahip olup yaşadıkça hikayenin baş kahramanları oluyorsunuz.


Atelier HauSSmann Ürettikleri obje üzerinde az çalışıp, az düşündüklerini söyleyen bu ekibe göre, ürün kendisi yolculuğunun sonucunu kendisi seçmekte. Her tasarım yolun sonuna geldiğinde yatak, masa ya da askı olmakta özgür. Nitekim Atelier Haussmann tasarımlarına baktığımızda da bunu açıkça okuyabiliyoruz. Kalite, yalınlık ve sağlamlık göze çarpan üç öğe oluyor; kullanım alanlarını görmediğimiz takdirde ise işkence aleti olduklarından bile şüphe duyabildiğimiz tasarımlar var karşımızda. Metal ağırlıklı çalışan bu atölye, malzemeyi tasarımla eş önemde tutmakta ve asla endüstriyel soğukluk kokmayan, biraz düşündüren ama kesinlikle zarif işleriyle evinizin ortamına ayak uydurup stilinizi korumanıza izin vermekte olan ürünleriyle huzurlarınızda.

Studio Aisslinger Çağın Ötesİnde Deha, ne matematikle ne de fizikle sınırlı kalabilir; “artık günümüzde böyle insanlar var mı?”, “keşfedilecek ne kaldı ki?” sorularını soranların kulaklarını tıkayıp Werner Aisslinger’den bahsetmek istiyoruz. Berlin’de yaşayıp çalışan bu tasarımcı, son teknolojilerden yola çıkarak endüstriyel tasarıma yeni materyal ve teknik kazandırmasıyla ünlü. Sadece evlere ve ofislere yönelik tasarımlarıyla değil, MoMa gibi dünyaca ünlü bir müzenin kalıcı koleksiyonunda sergilenecek ilk Alman sandalye onuruyla da pek kıymetli. Çok konuşulan, taşınabilen portatif ev projesi LoftCube ile başlayalım tanıtıma. Fütüristik bir mimari, bol ışık, yüksek kalite malzemeler, bireysel tasarım seçenekleri, hafif ve kolayca kurulabilirlik. Evet, taşınabilir olması yetmezmiş gibi bunlar da içi harika görünen LoftCube’un bir yaşam alanı olarak sahip olduğu özellikleri. “Evinizden uzakken bile evinizde hissedin” diye tanımlayan Aisslinger’ın bir diğer dahiyane projesi ise Chair Farm. Bu sefer de “Plant yourself a chair...” (Kendinize bir sandalye ekin) cümlesiyle yola çıkan çılgın tasarımcı, sandalye formunda çelik korselerin altında doğru koşullarda yetiştirilen bir organik sandalye üretmiş. Özetle, tüketim çılgınlığına bir tepki olarak mucit rolünü üstlenmiş Aisslinger ve ekibinin tasarımları Berlin’den tüm dünyaya kucak açıyor.



LUXURY

Le Luxe Oblige

Lüksün Hallerine Giriş Vol. I yazı bihter ayyıldız illüstrasyon zeynep erdem

Asillerin soylu davranması gerektiği anlamına da gelen, 'la noblesse oblige'den türettiğim, 'le luxe oblige' (lüksün gereği) başlığının sebebi, günümüzde lüks markaların üzerine düşen görev ve sorumlulukların çok büyük olması. Özellikle son 10 yıldır daha da popülerleşen "ulaşılabilir lüks" kavramı, sektör liderlerinin, ustaca üzerinde durmaları gereken hassas bir konu; zira, markaların tüketiciye ulaşırken prestijlerini de muhafaza etmeleri şart. Gözlerinizin önündeki yazıda, önde gelen moda evlerinin lüksü tüketiciyle buluşturmada başvurdukları stratejileri bulacaksınız. Günümüzde, toplum içindeki başarılarını ve üstünlüklerini ifade etmek adına lüks tüketimi tercih eden yirmi milyona yakın potansiyel müşteri bulunmakta. Dior elbisesi ve bir haftalık alışveriş diyetini bozduğu Louboutin'leriyle, hafta sonu kaçamağı yapan ve Crillon'da akşam yemeği yiyen lüks müşteri profili, bu yaptıkları ve satın aldıklarının da ötesinde bir arayışta. Bu arayışın temelinde, duyguları harekete geçirmek, yaratıcılığın sınırlarını mükemmeliyet için zorlamak, ustalığı ve geleneksel değerleri korumak yatıyor. Kısacası; lüks müşterisi sahip olmak değil, markanın dünyasına ait olmak istiyor, bu dünyanın da, herkesin ulaşabileceği değil, kendisini özel ve ayrıcalıklı hissedeceği bir dünya olmasını arzuluyor. Bunun üzerine, Fransız Giyim Federasyonu başta olmak üzere, saat, otelcilik, yeme içme sektör federasyonları, lüksün tanımını netleştirmek için bazı normlar belirledi.

Lüks otel kategorileri oluşturulması, restoranların Michelin yıldızı uygulaması, Haute Couture unvanını taşıyabilmek için oluşturulan kurallar bunlardan bazıları. Ancak tüm bu uygulamalara rağmen, lüks ürünlerin taklit ile sokaklara taşması, lüks markaları zorlamakta. Haliyle, küçük bir yatırım değeri taşıyan bir ürünü, 'sıradan' insanın üzerinde görmek çoğu lüks müşterisini mutsuz edebilir duruma geldi. Bu konuyla ilgili olarak bir parantez açıp, Comité Colbert'den bahsetmekte fayda var: 1954'te kurulan ve 75 Fransız markanın üyesi olduğu bu komitenin amacı lüks markaların imajını korumak. Bu yaz taklit ürünlere karşı yaptıkları "Real Ladies Don't Like Fake" kampanyasının amacı tüketiciyi bilinçlendirmekti. Kampanyada, lüks bir ürünün sahtesini almak, sosyo kültürel anlamda gelişmemiş kişilerin başvuracağı küçük düşürücü bir eylem olarak, alaycı bir dille eleştirildi. LÜKSTE DEMOKRATİK ADIMLAR Prestijini ve gerçek lüks tüketicisini koruyarak kitlelere ulaşmak isteyen markalarsa, artık, çok daha yoğun bir şekilde dijital platformları tercih ediyor. Örneğin, 'Amble', Louis Vuitton'un kurduğu bir web platformu. Mantığı ise, global ve interaktif bir şehir rehberi oluşturmak. Buraya kaydolup, gezdiğiniz şehirlerde, görmeye değer yerler ile ilgili resim ve bilgi paylaşabiliyor ya da gitmek istediğiniz şehirlerdeki gezilecek, görülecek yerlerle ilgili bilgi alabiliyorsunuz.

XOXO The Mag


fincan kulplarından yapılmış bir kolye görüyoruz. Petit h d’Hermès, tüm malzemelerin geri dönüşüm esnasında değerlendirilmesi esasına dayanıyor. René Magritte'in “Bu bir pipo değildir” söylemine, “Bu bir fincandır” diyerek esprili bir gönderme yapıyor. René Magritte, “Bu bir pipo değildir” derken, bunun gerçekte bir piponun tasviri olan bir resim olduğunu vurguluyor. Petit h d'Hermès’de ise “Bu bir fincan” derken, gerçekte bu parçaların bir fincandan geldiğini anlatıyor. Bu arada lüksü sanat ile birleştiren ve kitlelere ulaşırken, markasının imajını güçlendiren bir diğer isim ise Prada. Roman Polanski'nin Prada için çektiği "A Therapy" kısa metraj filmi, Prada'nın marka değerlerini çok iyi vurgularken, ürün ya da marka bazında hiçbir erozyona maruz kalmıyor.

Ayrıca, sitede ünlü isimlerin tavsiye ettiği yerler de oluyor. Bu site sayesinde dünyanın her bir köşesindeki mekanları anlık olarak takip edebiliyorsunuz. Louis Vuitton bu iletişim yoluyla mevcut ve potansiyel müşterisine fayda sağlamakla birlikte güncel ve genç kalıyor. Ürün odaklı değil, marka ve markanın sağladığı fayda odaklı bir dünya yaratırken, ulaşılabilir lüks kavramından sade bir şekilde sıyrılıp, demokratik lüks dünyasının kapılarını açıyor. Demokratik lükse bir diğer örnek ise, kalp atışlarını hızlandıran 'mavi kutusu' ile tanınan ve New York Times tarafından, “hediye vermenin en demokratik şekli” olarak nitelendirilen Tiffany & Co. Tiffany'nin ünlü mavi kutusuyla hediye sunulan bir kadın, içinde 100 dolarlık bir gümüş mü, yoksa bir pırlanta mı olduğunu umursamaz, onu heyecanlandıran o mavi kutudur. Çünkü o büyülü mavi kutu Tiffany dünyasının bir parçasıdır!

Lüksün tanımlanabilmesi aslında biraz karakteristiktir, kişiden kişiye değişmesi normaldir. Ancak gereksinimlerimizi bir yerlerden çıkarabilmemiz ve kendimizi, kendi aldıklarımızla, satın alma gücümüzle tatmin edebilmemiz için bazı normlar yaratmış olmamız gayet normaldir. Pazarlama dünyasının bunu fark etmiş ve ayak uydurmuş olması ise haliyle kaçınılmazdır. Ne de olsa, bu bir pipo veya fincan değil, bu sadece piyasanın DNA'lara sızmaya başladığını betimleyen bir yazı. Başlıkta da vurguladığım gibi, lüks markaların bunca stratejik projeye imza atmalarının hep tek bir nedeni vardı: “Le luxe oblige.”

LÜKSTE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK VE SANAT Lüks, markanın DNA'sında olduğuna göre, 'markanın her ürününün her parçası çok değerlidir' çıkarımını yapmakta sorun görmüyorum. İşte burda karşımıza Hermès çıkıveriyor. Marka, sürdürülebilirlik ve sanatı "Petit h d’Hermès " konsepti ile muhteşem bir şekilde birleştiriyor. René Magritte’in “Ceci n’est pas une pipe, 1926” tablosundan esinlenerek hazırlanmış çalışmada, üretimine onay verilmeyen kahve 93


MUSIC

THE KILLERS

MİLLİ MARŞIN INDIE HALİ

The Killers’ın ilk dönemindeki dans edilebilir synth-rock marşları geride kaldı. Battle Born, grubun başından beri gizli gizli soyunmak istediği Amerikan kahramanı rolünün en açık hali. yazı seda niğbolu fotoğraflar universal music’in izniyle

XOXO The Mag



80’lerin video kaset kültürünü, pastel renklerini ve zamanında çöpe atılıp şimdi kadri kıymeti bilinen ucuz müziklerini diriltmeye çalışan çok grup var etrafta, ama The Killers gibi o gurur ve coşku dolu haline, parıltılı zaferlerine ve stadyum rock’ı coşkusuna sahip çıkmaya çalışan çok az. Bu sözünü ettiklerimiz yeni gençlik tarafından pek de cool sayılan şeyler değil ne de olsa. Las Vegaslı grubun, her albümlerinde ruhunu çok ucube şekillerde de olsa tekrar tekrar diriltmeye çalıştıkları Bruce Springsteen Amerika’nın halk kahramanı olsa da, genç elektro-dans kuşağı tarafından zerre kadar ilgi görmüyor. Şu durumda The Killers’ın nasıl olup da indie gençliğinin ayılıp bayıldığı bir grup olduğunun cevabı daha çok işin 80’ler ve rock değil de, parıltı ve şaşaa kısmında saklı. Ve tabii ki indie grubu gibi görünüp aslında tamamen ana akım radyoların favorisi olacak, hepsi bir ağızdan söylenecek modern marşlar yazmalarında gizli. Her şeyi eleştirip hakkını yemeyelim, iyi zamanlarında yakalayıcı melodiler bulmayı çok iyi beceren bir grup The Killers. Yoksa kalitesi asla belli bir düzeyin üzerine çıkamayan albümleriyle bu kadar büyük kitlelere oynamalarının imkan ve ihtimali yoktu. Gerçek bir hit grubu aslında ve dinleyicilerinin önemli bir kısmının, albümleri baştan sona dinlemektense kendilerini shuffle’a emanet ettikleri düşünülürse, yıldız olmak için her şeye sahipler. Şöyle bir dönüp bakıldığında albümleriyle değil hitleriyle anıldıklarını görebilirsiniz. ‘Mr. Brightside’, ‘Somebody Told Me’, ‘Human’ ya da ‘When We Were Young’ gibi parçaların duyar duymaz akla yerleşecek melodilere ve müthiş pop hiti potansiyeline sahip olduğu su götürmez. Geri kalanıysa zaten kimin umurunda? Aranılan yeni bir marştı. The Killers’ın başarısının esas sırrı ve formülü -müzikal tercihlerinize göre ister hakaret ister övgü olarak görülsün- duyar duymaz “The Killers gibi tınlıyor.” denecek bir prodüksiyon ve melodi birliği yaratabilmelerinde. Şahsi olmak için herkesin yırtındığı böyle bir devirde genç sayılacak bir grup için önemli bir ayrıntı. Kulağa nasıl geliyor derseniz; Bruce Springsteen, U2 ve Coldplay gibilerinin (ki son ikisi daha önce konserlerinde The Killers’tan alıntı yaptılar) stadyum tavrını alıp, sırtını rock’tan ziyade pas parlak neon synth’lere dayayan ve o synth’lerin coşkusuyla yükselen aydınlık bir müzik bu. Ve fazlasıyla monoton, o yüzden çok coşkulu ve tutkulu tınlasa da aslında oldukça soğuk ve duygularını ifşa edemeyen... Yeni jenerasyon müziğin duygularını ifade etmekteki tutukluğuna birebir uyuyor aslında. İki sene kadar önce Flamingo isimli bir solo albüm de yayınlayan Brandon Flowers’ın sürekli ama sürekli yüksek perdeden okuduğu vokalinin yarattığı yanılsama,

Brandon’ın sesinin ateşli ve duygulu olduğu yönünde ama aslında bu, sınırları çok dar bir vokal. Anton Corbijn’in Ian Curtis hikayesinin aslına sadık kalmayıp, fazlasıyla stilize olmakla eleştirilen filmi Control’a bir Joy Divison cover’ıyla katılmaları ya da The Killers isminin New Order’ın Crystal videosundaki hayali gruptan geldiği düşünülünce sanki 80’lerin melankolik gitar sound’u ya da new wave/dark wave’den etkilenebileceklerini düşünebilirsiniz ama The Killers’ın elektronik müzikten aldığı, ilk dönemlerindeki dans edilir rock parçalarından daha ötede değil. The Killers’ın başarısında en büyük pay sahibi olan da o parçalardı. İlk albümleri Hot Fuss’ın çıkış tarihi olan 2004 ve hemen sonrası, herkesin rock eşliğinde dans etmek istediği yıllardı. Yeni albüm Battle Born’un tekdüze marşları kime hitap edecek, orası meçhul. Grubun 80’ler stadyum rock’ı etkisini en ön plana aldığı bir albüm bu. Daha iyi şarkı yazmayı, kahramanlarına saygı duruşunda bulunmayı ve belki biraz da daha ciddi olmayı denedikleri bir albüm. Endişeleri hissediliyor. Brandon Flowers grubun artık demode olup fanlarının başka müziklere doğru ilerlediğine dair duyduğu endişeyi dile getirmişti ki artık 2000 ortalarındaki gibi değil müzik piyasası, The Killers gibi tınlayan onlarcası var. Ama bu hissedilen endişe yüzünden en çok çuvalladıkları albüm Battle Born. ‘The Rising Tide’da Flowers’ın vokalini ilk kez değiştirip Amerikan folk şarkıcısı vokaline sahip olmaya çalıştığı an çok eğreti örneğin. Çünkü arka plandakiler yine pırıl pırıl The Killers neon synth’leri. İkisi bir araya geldiğinde ortaya ‘middle of the road’ diye tabir edilen, Amerikan radyolarında çalınan ortalama Amerikan country/pop/ rock parçaları çıkıyor. Battle Born bu iş nasıl yapılır görmek için, insana dönüp dönüp yeniden Fleetwood Mac dinlemek için onlarca sebep sunuyor. Albümün çıkış parçası Runaways’i duyunca da Bruce Springsteen dinlemek isteyebilirsiniz tekrar tekrar. Oysa belli ki işi riske atmamak için çok uğraşıp bir prodüksiyon ordusuyla çalışmışlar. Ama sorun da tam bu aşırı prodüksiyon, aşırı coşku ve aşırı tek yönlülük. Dörtlü sürekli politik olmaktan kaçınsa da, istedikleri belki de tamamen ortalama Amerikan ahlakının sözcüsü olmak. Geldikleri yerin geleneğine uygun olarak Cumhuriyetçi oldukları biliniyor, Flowers’ın geçen sene kendi gibi Mormon olan Cumhuriyetçi başkan adayı Mitt Romney ile buluştuğu da. Belki de ileride bir propaganda grubu olarak görürüz The Killers’ı. Fleetwood Mac’in zamanında Clinton için çalması gibi.

XOXO The Mag


Lisa Andersen

TEAM-DESIGNED, CUSTOM-BUILT, GOLD STANDARD.

the SPUR

nixon.com

• 3 hand day and date Japanese quartz movement • Diamond set at 6 hour • 100M water resistance


DESIGN

kusurluluğu Doldurmak

Bir Absolut Blank Hikayesi yazı derin sarıyer görseller derin sarıyer for absolut tasarımları

Şehrimiz için önemli bir fırsat olan İstanbul Tasarım Bienali'ne paralel yürüttüğüm projemi tanıtacağım bu yazıya, bienalin direktörü Özlem Yalım Özkaraoğlu'nun mesajıyla başlamak istiyorum: "İlk İstanbul Tasarım Bienali nihayet kapılarını açtı. Genç ve dinamik enerjisi ile İstanbul, yönetmenlerden modacılara pek çok alanın buluşma noktası olmuştu. Tasarım Bienali ile buna, mimarlık ve ürün tasarımı başta olmak üzere diğer alanları da kattık. Yaratıcı alanlardaki meslekler hakkında bizleri daha çok düşünmeye, daha çok soru sormaya ve her bakımdan daha katılımcı olmaya davet eden bienal, verimli tartışmalar ve araştırmalar için zemin yaratma görevini 9 hafta boyunca üstleniyor olacak." İçinde dolaşılabilecek, durup hızlanmanın mümkün olduğu, ilerlerken düşünülebilecek bir boşluktayım; aşkın bir idealliğe yahut bütünselliğe doğru kendini aşabildiği bir yer burası. Aklımda uçuşan fikirler arasında gidip gelerek hayaller kuruyorum -düzlemden çoğalarak boyutlanabilme arzusuyla... Hayalim bir tuvalin üzerindeki çizgiden

simgeselliği kaybetmeden hatta onu yücelterek ve bir işleve ulaştırarak boyutlanmak. İlk başta kendini tekrarlayarak sofistike hale gelen bir evrim metaforuyken, en sonunda konforu ifade eden, biçim ve renkleriyle ikonik bir evreye dönüşen senaryomla baş başayım. Minimal sanat ile ''utilitarian design'' olgusunun iç içe geçtiği iki farklı aşamayla, melez fakat yine de pür bir enstalasyonla, Absolut Blank'in bugüne kadar süren yolculuğuna yeni bir öneride bulunuyorum. Doğası gereği her aşamada giderek daha az soyut, daha çok kendi olan bir Absolut hikayesinin; boşluk olmaktan arzu nesneliğine doğru ilerleyen bir dönüşümün simülasyonu üzerinde uğraşıyorum… Aslına bakarsanız, bugüne kadar gerçekleştirdiğim diğer işlerdeki gibi pür bir yaklaşımla hem Absolut'un ruh halini hem de kendiminkini oldukça basit bir dille anlatıyorum bu projede. Uygulama açısından birçok farklı malzemeyi, en yalın haliyle var olan -süslemeden uzak olduğunun altını bir daha çizeyim- bir işçilikle, sadece temel fikri fısıldayacak bir üslupta kullanıyorum. Sonuçta, bir kez daha itiraf etmem gerekirse, bu minimal üretim tarzından doğan ve kendiliğinden oluşan

XOXO The Mag


Diğer taraftan, estetik bir norm haline geldiğinde, 'güzel' ya da 'çirkin' esas anlamını kaybediyor. En radikal şeyler kültürleşiyor ve sonuçlar-ürünler değersizleşiyor. Tam bu noktada, mucizeye ihtiyacımızdan kaynaklanan çaresizce bir bekleyiş doğuyor: Çağdaş sanatın, spekülatif tasarımın gelip geçici ve akla yatkın veriler içermeyen güncel duruşuna karşı estetik bağlamı, ölçütleri, plastik bir haz hissettiren varlığını aramak gerekiyor. Yapıtın arkasındaki fikri okuyamamanın verdiği yetersizlik ya da herhangi bir fikir olmadığını fark edememenin doğurduğu suçluluk duygusunun, dillendirilmeyen, belki de yüzleşmeden bilinçaltına gönderilen ‘odadaki fil’ olduğu hissiyatındayım. Aslında dünyanın çıplak bir gözle algılanması neticesinde, aldatılmamış gözlerle zihinde kalıcı izler bırakabilmek bir sanatçının/tasarımcının ahlaki sorumluluğudur. Boşlukta süzülen fikirlerin işlevsel tasarıma dönüştüğü, hakikatle örtüştüğü, cesaretle barıştığı, arayışın sonuca ulaştığı an kusurlu boşluklar kusursuz şekilde doldurulmuş olur.

estetik anlayışına ulaşmak her zaman hedefim olmuştur. Onu kovalamayı bu projede de kendime görev biliyorum. Biliyorsunuz, tasarım işlevi ima eder. Gerçekçiliğin içine gömülür, hakikatle örtüşür. Fakat bir yandan da yanılsama ve yaratma gücüne sahiptir. Bu güç gerçekliğe karşıt duran bir kapı aralar. Kapıdan geçildiğinde, kendi varlık nedenlerini de aşarak başkalaşan göstergelerle karşılaşılır. Estetik ve anlam ölçütlerinden azade, post modernliğin arkasına gizlenen, hassas terazisi çalışmayan yaratıcılık tavrını kendime uzak buluyorum. Okunabilen, konuşan ve anlatan görüntülerle ilgileniyorum; görüntü bolluğundan görülecek hiçbir şeyin kalmadığı, aydınlık fakat gölgesiz görüntülerle değil. Esasen, dünyanın anlamsızlığını sergilemek yerine, bu hakikatin temelini sorgulayan, sanatın varoluş nedenini didikleyen, ''evren açık olsaydı sanat olmazdı'' diyebilecek, güneşe dik bakabilecek cesarette bir dünya tasarlayabilmek isterdim. Yine bunu deniyorum. 99


BİR YAZ SEZONU RÜYASI Malum, alışıdığı üzere, daha kış başlamadan kah yerinde kah evde, yaz defilelerini izledik. Ama bu demek değil ki, şimdiden oturup yaz gardırobu hazırlayalım. Yine de neler olup bittiğini bilmeden geçecek değiliz. Kışlıkları çıkarıp yazlıkları kaldırırken, gelecek yazın da havadislerini alalım. Kim kiminle nerede ne yapıyor? Raf Simons Christian Dior’a geçip özgürlük çığlıkları atarken, Hedi Slimane, daha ilk koleksiyonunu hazırlamadan Saint Laurent diye değiştiriyor yılların YSL’ını. Ricardo Tisci, Katolik Kilisesi içinde meleklerle iş birliğine girerken Stella McCartney hala Londra Olimpiyatları'nda ip atlıyor. Bu hikayeler uzuyor da uzuyor, bir yaz sezonu yine kapıya dayanıyor. yazı ece candan


SAINT LAURENT Hedi Slimane’ın Saint Laurent için hazırladığı ilk koleksiyonu Yves’in mirası “Le smoking” smokin takımlarla açıldı. Şifon etekler havalarda uçuştu. Ceketlerin içindeki gömleklerin yakalarında kocaman papyonu andıran fiyonklar Yves’in uzun süre ilham perisi olan ikonik model Betty Catroux’u anımsattı. Detaylarda Fas’a davet eden püsküller Opium Opium diye bağırırken Yves’in Veruschka’sına referans safari ceketler geçmişle bugünü birbirine bağladı. Slimane, parizyen tavrından kopmadan Los Angeles havasının etkisi altında kaldı. Şovu en ön sırada izleyen Diane Von Furstenberg ‘Tamamen Yves Saint Laurent ruhuna sadık, gençliğime, 70’lere döndüğüm şahane bir koleksiyondu’ derken herhalde gold payetli ceketler ve elbiselerde Stüdyo 54 günlerini gördü. Pelerinler, gözleri tamamen kapatan şapkalar ve kaftanlarla kızlar podyumda Olsen ikizleri gibi salınırken, uzun elbiseler de styling’ini yaptığı ünlülerden daha ünlü olan Rachel Zoe’yu hatırlattılar. Tevekkeli değil Rachel Zoe da şovdan sonra bütün koleksiyonu alabilirim demiş.

DIOR Bu sezon moda dünyasının en çok konuşulan iki isminden biri olan Raf Simons, Hedi Slimane’e karşı atak yaparak şovunu smokinle açtı. Yani, smokin sadece sizin mülkünüz değil deyip Saint Laurent’a meydan okudu. Zaten Simons; “Dior için yeni bir çağ başlamıştır ve bu çağın adını da özgürlük koyuyorum” diyerek tasarımlarını fazlasıyla özgür bırakmıştı. Şortlarla, eteklerle ya da hiçbir şey olmadan giyilebilecek ceketler 2013 yazında Dior kadınlarının baş tacı. Belleri sımsıkı saran, büyük floral desenli etekleri dümdüz üstlerle birleştirerek bizi prenses edasından kurtarıp 21. yüzyıl rahatlığına kavuşturdu. Smokin takım içinde, gözleri renkli farlı ve boynuna dolanmış kırmızı fularla yürüyenlerde sanki The Hunger’dan fırlamış David Bowie’ydi. Simons da alacakaranlık kuşağı sevenlerdenmiş de haberimiz yokmuş. Galliano’lu Dior günlerinde sürekli tarihin romantizminde gezinirken şimdi Simons’ın daha sert ve şiddetli sularındayız. Galiano’nun maksimal, grandeur dünyasından Simons’ın minimal ve şeffaf dünyasına geçiş Rokoko'dan Bauhaus’a geçmek gibi.


Louis Vuitton Mod 60’lar, desen çokça büyük göz alıcı check (Türkçe meali kare). Oran mini, midi ve maksi! Şovun adı Louis Vuitton. Etrafımızda Paris’in efsanevi atmosferi. Marc Jacobs bu kış bizleri trene bindirip romantik bir yolculuğa çıkarmıştı, 2013 yazında ise geometri dersine davet ediyor. Kareleri renklerle boyayıp, irili ufaklı bölüyor, çarpıyor. Göbek açıkta üstler, bel kemiği hizasında mini minnacık etekler ve küçük keskin topuklar! Hoş geldin Jane Birkin. Maksi elbiseler ve saç bantlarıyla uygun adım marş yürüyen modeller Diane Arbus’un yetişkin ikizleri mi? Optimizm saçan limon sarısı ya da yeşil elmanın yeşili... “Bir kereliğine de olsa, LV monogramıyla bir şeyler yapmak istemedim. Bu yüzden onun yerine Damier karelerini kullandım” diye belirttiğinde Marc Jacobs, bu koleksiyonla ilgili her detay aslında çok daha belirgin bir şekilde anlaşılmış oluyor. Vuitton’un en ünlü deseni Damier bu iki renge bürünüp, kare kare yol alıyor. İkonik speedy çanta küp şeklinde sezona giriş yapıyor. Havada Swinging 60’s kokusu mu var?

BALENCIAGA Açıl susam açıl. 2013 yazında Nicolas Ghesquiere, Balenciaga koleksiyonunda açılmış da açılmış. Alıştığımız Balenciaga kadınından çok farklı bir kadın var. Bir kere çok fazla ten var. Seksi bir duman çekmiş ciğerlerine Ghesquiere, sonra da üflemiş koleksiyonuna. Fırfırların fır döndüğü etekler, derin yırtmaçlarla flamenkoya davet ediyor kadınları. Göbeği açıkta bırakan büstiyer üstler şaşırtırken ona eşlik eden tanıdık yüksek bel pantolonlar yeni Balenciaga’ya alışmamıza yardım ediyor. Eğer bugüne kadar ‘ben Balenciaga kadınıyım’ diyenlerdenseniz oturup tekrar düşünün. Pantolon ceket takımların içinden bile büstiyerleri gösteren, derin V dekolteleri elbiselerden esirgemeyen, açıkta muhakkak bir yer bırakan Ghesquiere, acaba gerçekten yenilik peşinde mi yoksa Raf Simons ve Hedi Slimane’in Paris moda haftasının en çok konuşulan adamları olmaması için rol mü çalıyor? Cevabı için önümüzdeki sezonu beklerken yeni, seksi ve feminen Balenciaga kadınıyla en azından bu yaz iyi geçinin.


STELLA MCCARTNEY Stella McCartney olimpiyat meşalesini bırakmaya pek niyetli değil. Bu kış, koleksiyonundaki elbiselerle buz patenine çıkıp Katarina Witt’çilik oynayabiliriz. Elimize bir iki pon pon takıp ‘cheerleader’ da olabiliriz. 2013 yazında da durum pek farklı değil, sadece şekil ve spor dalları değişiyor. Renkler turuncu, yeşil, mavi. Transparan paneller göğüs arasından, bel hizasından usulca geçiyor. McCartney, aşırı bol ama aynı zamanda zarif pantolonlarla spor elbiseler arasında gidip geliyor. Bu bol ve uzun pantolonları sweatshirt’lerle erkekleştiriyor, bilek hizasında biten pantolonları da straplez üstlerle cicileştiriyor. Koleksiyonda şöyle çok sağlam, hafifçe de küstah tomboy havası eserken bir taraftan da narin, kırılgan kadınlar geziniyor. Etek altlarından, elbiselerin içinden geçen ağ görünümlü dokular, koleksiyonun spor hakimiyetini destekliyor. Anlaşılan, geçtiğimiz yazı olimpiyat yazı olarak geçiren McCartney, organza sweatshirt ve etekleri birbirine tamamladığı eşofman üstlerini hala unutamamış.

ALEXANDER WANG Alexander Wang yine onun oyun hamuru sayabileceğimiz deriyi eline almış, yoğurmuş da yoğurmuş. Volümlere kendini verip, giysileri birbirinden ayırarak yeni bir yönteme gitmiş. Dekonstrüksiyon uyguladığı tasarımlar yine Wang zekasıyla özel olarak işlenmiş vaziyette. 60’ları kasıp kavuran sci-fi modasından etkilenen koleksiyonda başrol deri panellerle ayrılan sweatshirtler ve elbiseler. Tron etkisi altındaki deri ceketler birbirine ek yapılmış dikişlerle tutturulmuş. Tamamen klinik beyazı elbiseler, incecik şerit çizgilerle birkaç parçaya bölünüyor. Zaten bu sezon giysileri ayırmak, hatta kendi içinde bile bölmek istediğini söyleyen Alexander Wang, yine tasarımlarını giyebilmeyi çok bilinmeyenli denklem çözmeye dönüştürüyor. Kanye West’in Twitter’da paylaştığı defile görseliyle de bu koleksiyonun güçlü isimleri etkisi altına aldığı açıkça kanıtlanmış oldu. Moda terminolojisinde “moda mühendisi” diye bir unvan olsaydı bunu alacak ilk kişi kesinlikle Alexander the Great pardon Alexander the Wang olurdu!


NO.21 Alessandro Dell’Acqua kendi adına olan koleksiyonunun isim hakkını kaybettikten sonra, çok daha gerçek ve giyilebilecek kıyafetler tasarlıyorum dediği No.21 ile son üç yıldır kontra atağa geçmiş bulunuyor. Bunun nedeni 21’ın Dell’Acqua’nın uğurlu sayısı olması olabilir mi? Ya da 2013 yaz şovunu tüm ‘it-girl’ler ve ünlü editörlerin üzerlerinde No.21 yazan tişörtleriyle izleyip, Instagram’dan post edip, Twitter’dan desteklemeleri mi dersiniz? Bunların cevaplarını size bırakalım. Biz ise Dell’Acqua’ya 2013 yazını soracak olsaydık, cevabının ‘karıştır-birleştir’ mottosuyla yaşayan bir dizi iddialı kıyafetten ibaret olacağından eminiz. Maskülenle femineni, yüksek belle düşük beli, sporla seksiyi, neo-klasik bakire figürüyle geçmişi, silikon baskılarla geleceği birleştirerek mikserden geçirilmiş bir karışım. Dokularda da yine farklı soslarla sofrasını süsleyen Dell’Acqua, pamuklu poplin önlü bluzların arkasını çok daha provakatif dantelle süslüyor. Kalem etek üzerine transparan üstlerde seksapeliteyi katmerliyor. No. 21 kadınını bu yaz sokakta çokça göreceğiz gibi!

GIVENCHY Köklere dönüş! Riccardo Tisci köklere dönüş dediği 2013 yaz koleksiyonunda 1960’ların Hubert de Givenchy’li couture günlerine ve çocukluğunun geçtiği İtalya’daki Katolik hayatına geri dönüyor. Geçmişinden tatlı bir huzur alıp ruhunun tamamen dinsel sükunete dayalı olduğunu iddia ettiği tasarımlarında bu kez alıştırdığının aksine, yumuşak renklere ve dokulara değiyor. Bebek mavisi, beyaz, siyah ve grinin tonları koleksiyonu boyarken, organza farbalalar melek kanatları gibi elbiselerin kollarında çırpıyor. Tisci, mesaj olarak saf güzelliği veriyor. Fetiş, seksi Givenchy kadını ezber bozup kruvaze tunik ceketler içinde günah çıkarıyor. Dar pantolonlar, bol bluzlarla kalçaları örtüp, yeni edepli Riccardo Tisci güzelliği yaratılıyor. Rahip yakalar da yine 60’lara geri dönüş yaparak Tisci’nin Katolik modasına farklı bir açıdan yaklaşıyor. Bu kışın trendi pantolon üzeri etek tam gaz yoluna devam ediyor. Kolsuz yelekler de bu ikiliye katılarak yeni bir takım oluşturuyor. Tisci de yine bu yaz moda dünyasının baş piskoposu olarak çizgisini koruyor.



SERIES

HOMELAND

Savaşı Bir de Tedirgin ABD’lilerden Dinleyin yazı erman ata uncu

Her şeyin başında, yıllar süren esaretten kurtulup ülkelerine dönebilmiş askerleri konu edinen bir İsrail dizisi var: ‘Prisoners of War / Savaş Esirleri’... Bu hikayeyi ABD’nin ‘terörle savaşı’na uyarlayan bir dizinin, daha seyretmeye başlamadan, insanda ‘vatanseverlik propagandası alarmlarını’ uyandırması kuvvetle muhtemel. Eksenin diğer ucunda saf tutulsa, yani tutsak askerlerin çektikleri acılar üzerinden bir savaş sorgulamasına gidilse bile tatmine ulaşması beklenmeyecek bir hikaye bu. Çünkü tecrübeyle sabit, bu tip anlatılar da genelde resmin olmazsa olmaz bir parçasının, Ortadoğuluların çektikleri acıların perspektif dışına atılması sonucunu veriyor. Ancak yapımcıları arasında orijinal dizi ‘Prisoners of War’un yaratıcısı Gideon Raff’ın da olduğu, en iyi drama dizisi ve oyuncu ödülleri dahil olmak üzere Emmy ve Altın Küre rekortmeni ‘Homeland’ ilginç bir şekilde, tuzaklara düşmenin bu kadar kolay olduğu bir hikaye yapısından çok daha komplike bir hatta ilerlemeyi başarıyor. ‘Terörle savaş’ teması söz konusu olduğunda epey sıradışı olan bu başarısını ise büyük ölçüde iyi oyunculuklarına, sağlam senaryosuna ve ince ince örülen gerilimine borçlu. ‘Homeland’in pilot bölümünü seyrettikten sonra karara varmak çok da güç değil. Karşımızdaki ne ‘sahadaki askerlerimiz nasıl acılar çekiyor’ tonunda, ABD’nin niye en başta orada olduğunu

ve yol açtığı acıları sorgulamadan sade suya tirit bir Amerikan liberalizminden medet umuyor; ne de, elinde bunca fırsat (!) varken bir vatanseverlik propagandasına meyil etmeyi tercih ediyor. Savaşı çevreleyen istihbarat vakalarını bir kedi-fare oyunu olarak kurgulayıp ekrana getirmenin, her iki tarafa da ‘kusurlu’ karakterleri yerleştirmenin sonucunda, ABD televizyonlarında en sıra dışı savaş ve Ortadoğu temsillerinden biri çıkıyor ortaya. ‘Weeds’, ‘The Simpsons’ gibi komedi dizilerinde ABD’nin Ortadoğu politikalarının acımasızca eleştirildiğine, burada olsa kınama üstüne kınama alacak şakalara konu olduğuna tanığız da bir aksiyon/gerilim dizisinin konuyu ak ve karadan bu kadar uzak bir şekilde aktarması pek de alışık olduğumuz bir durum değil. Pilot bölümün ilk sahnesi artık onlarcasını gördüğümüz Bağdat aksiyonlarından. ABD’li istihbaratçı Carrie (Claire Danes) canhıraş bir şekilde Iraklı bir mahkumu idamdan kurtarmaya çalışıyor. Amaç söz konusu mahkumun vereceği hayati bir bilgiyi edinebilmek. Zor bela edinebildiği bu bilgi, 10 ay sonra Irak’taki sekiz yıllık savaş tutsaklığının ardından kurtulan çavuş Nicolas’ın (Damian Lewis) taraf değiştirmiş olabileceği. Hikayenin ana eksenini de bu çatışma, büyük bir çoğunluğun ABD kahramanı olarak karşılamaya can attığı, kendi deyişiyle ‘deli saçması savaşın’ poster-boy’u olarak kullanılmak istenen Nicolas’ın aslında karşı tarafa bilgi sızdırdığının

XOXO The Mag


15 EKİM – 23 KASIM 2012


Carrie tarafından ispatlanmaya çalışılması belirliyor. Kuşkusuz, ‘Homeland’dekinden başka türlü aktarılsa, çavuş Nicolas’ın taraf değiştirme süreci bu kadar yakın planda didik didik edilmese, Carrie’nin tek motivasyonu ‘vatanseverlik’ olsaydı, bambaşka bir yere gidebilirdi bu hikaye. Ancak dizinin kusursuz jeneriğinde bir yandan terör haberlerinin, diğer yandan tutkunu olduğu caz müziğin çocukluğundan beri zihnine nasıl kazındığını gördüğümüz, bir labirentin ortasında resmedilen manik depresif Carrie, olası tek boyutlu çözümlemelere geçit vermiyor. Böylesine kafası karışık, şüpheci ve tedirgin bir karakterin ortasında olduğu soruşturma bambaşka yerlere varıyor. Evet, Carrie’nin vatanseverlik kartıyla tavlayıp bilgi kaynağı yaptığı ‘iyi Amerikalı’ genç kadınlar da var dizide. Ama aynı dizi bir yandan da o vatanseverliğin, nasıl hiç de iyi niyetli olmayan bir bürokratik cehennemin motoru olarak kullanıldığını da gösteriyor. Üst rütbedekiler Nicolas’ı açık açık, savaşlarının haklılığını kanıtlamak için kullanacakları bir halkla ilişkiler unsuruna dönüştürmek istiyor. İş, haber kaynaklarının korunmasına gelince ‘iyi Amerikalıların’ hayatlarının hiçbir hükümleri olmayabiliyor. Eksenin diğer tarafındaki Nicolas da ABD’ye karşı kuvvetlerin acımasızlığını gösterme aracından çok daha fazlası. Medyanın ideal Amerikan ailesi olarak pazarlamaya çalıştığı ailesiyle sorunlu ilişkisi, fasadın arkasında ne gibi karmaşalar

olabileceğini ayrıntılarıyla döküyor ortaya. Çavuşun flashback’lerle aktarılan taraf değiştirme sürecini seyrettikten sonra, artık üstlerinden ya da ABD’den emir almayacağını haykırmasının nasıl temellere sahip olabileceği daha da iyi anlaşılıyor. Olay çizgisinden bakınca bu haykırış, Nicolas’ın taraf değiştirdiğinin kanıtı olabilir sadece. Ama dizi de bir şekilde o sırada Nicolas’ın yanında, aslında her şeyin boş olduğunu anlamış bu adamın tarafında duruyor. Belki ‘Homeland’, Arap ve Ortadoğulu stereotiplerini sık sık kullanmasıyla (‘barbar işkenceciler’ veya haremini Batılı genç kadınlarla dolduran zengin Arap şeyhleri) eleştirilebilir. Nicolas’ın namaz kıldıktan sonra casusluk görevine dört elle sarıldığı sahne kafalarda soru işareti yaratabilir. Zaten ikinci sezonun yakın tarihli bir bölümünde Beyrut’u olduğundan farklı gösterdiği suçlamasıyla Lübnan hükümeti de diziye dava açmanın eşiğinde. Ama bu tip anlatılarda, çoğunlukla olduğu gibi böylesi stereotipler, bir şekilde ABD’nin ve batının konuya dair kafa karışıklıklarının, ‘burada neler oluyor’ şaşkınlığını anlamlandırmaya çalışmanın ürünü. ‘Homeland’ gibi bu kafa karışıklığını baştan kabul eden bir dizi söz konusu olduğunda da o stereotipler bir şekilde yerini buluyor. Sonuçta ne travmadan geçmiş ABD’li askerler ne de şimdiye kadar sayısız ‘terörle savaş’ anlatısını hatmetmiş izleyici bu kopan fırtınayı anlamlandırabiliyor.

XOXO The Mag



FOOD

Mevsİm bİr dİzİyse

Başrolde Bal Kabağı yazı cem mirap, pelin çakar/lucca fotoğraflar yalım kartal

Güzün gelişiyle tezgahlarda yerini almaya başlayan sebze ve meyveler mevsimin değiştiğinin habercisi. Tarladan sofraya en doğal haliyle gelen bu sebze ve meyveleri şimdi doya doya tüketme vakti. Hepsi de en lezzetli aromalarını vermeye hazır, bekliyor. Küçük yapraklı körpe ıspanaklar, henüz çok irileşmemiş kök kerevizler, frambuaz rengindeki kırmızı pancarlar ve belki de bu sebzelerin en heyecan vericisi olan, içleri iyice turunculaşmaya başlamış cüsseli ve görkemli bal kabakları.

yenebilen bal kabağının, çorbası, salatası, makarnası, kurutulmuş cipsi de yapılabileceği gibi, bu bol işlevli sebze, et yemeklerinin yanında garnitür olarak da düşünülebilir. Bizse, tartışmasız favorimiz olan, bu sezonun en ağız sulandıran tatları arasına girmeye hak kazanan bal kabaklı ravioliyi hazırlamaya karar verdik. Birbirinden lezzetli aromaların rahatlatıcı etkisiyle sizi de baştan çıkaracak bu yemeği, mevsim boyunca restoran menülerinde ve spesiyallerinde sıkça görebilirsiniz.

Yani anlayacağınız, bal kabağı mevsimi geldi çattı... Bal kabağı deyince aklınıza ne geliyor? Külkedisinin atlı arabası, Oz Büyücüsü’nün ‘The Pumpkinhead’i, Tim Burton’ın ‘The Pumpkin King’i, Charles M. Schulz’un ‘The Giant Pumpkin’i ve tabii ki (artık neredeyse bizim kültürümüzde de yer edinmeye başlayan) Cadılar Bayramı. Masalların ve edebiyatın baş tacı, doğaüstü güçler atfedilmiş bu kocaman sihirli kabakla yalnızca hikayelerde değil mutfakta da mucizeler yaratmak hünerli ellerinize kalmış.

Sonbahar denince aklınıza adı, hemen akabinde burnunuza kokusunun geldiği bir diğer lezzet ise kestane olsa gerek. Soğuk ve yağmurlu bir günde sokakta yürürken takip ettiğiniz kestane kokusunun ardından ulaştığınız kırmızı kestaneci arabasından, ellerinizi ısıtan kese kağıdının içindeki haliyle ona kavuşmanın verdiği mutluluk… Hak verirsiniz ki, bir lezzet şöleni olan Şükran Günü’nün menüsüne kestaneyi ekleyen Amerikalıların da elbet bir bildikleri vardı. Biz de eksiksiz bir mevsim menüsü için kestaneyi de ekledik listemize ve damak tadınızı bir hayli zenginleştireceğini düşündüğümüz bir kestaneli muffin hazırladık. Bununla da kalmayıp, muffin’i en güzel şekilde tamamlayacak bir de beyaz çikolata terin ekledik menümüze. “Her şey hoş, güzel de, peki ya ne içeceğiz?” diye soracak olursanız, cevabımız hazır: Herbal Delight.

Genelde tatlısını yapmaya alışık olduğumuz bu sebzeyi, yoğun lifli yapısı ve A vitamini deposu olması nedeniyle mevsiminde bolca tüketmemiz lehimize olur. Tombul kabuğu, çekirdekleri ve hatta çiçekleri de

XOXO The Mag


Kestanelİ Muffin   •100 gram sıvı yağ   •100 gram toz badem   •100 gram pudra şekeri   •30 gram un   •1 yumurta beyazı   •5 gram kabartma tozu   •100 gram kestane püresi

Bal kabaklı Ravioli Ravioli hamuru   •½ kg un   •3 yumurta   •½ ölçü bardak/75 ml su   •2 yemek kaşığı zeytinyağı   •1 çay kaşığı tuz   •1 soğan   •80 gram Ricotta peyniri   •½ çay kaşığı tuz   •½ çay kaşığı karabiber   •2 yemek kaşığı krema Sos   •1 bardak / 150 ml krema   •2-3 dal taze adaçayı   •2 yemek kaşığı rende parmesan   •1 tutam rendelenmiş muskat   •½ çay kaşığı tuz   •1 çay kaşığı karabiber İçi   •250 gram ayıklanmış bal kabağı

Yumurta beyazı ve şeker birlikte çırpılıp içerisine sırasıyla diğer malzemeler de eklenerek, karışım 160 derece fırında pişirilir. Beyaz Çİkolata Terİn   •100 gram krema   •100 gram beyaz çikolata   •1 bütün yumurta   •3 yumurta sarısı   •20 gram şeker Krema, ocakta kaynatılır, içerisine beyaz çikolata eklenip eritilir. Ayrı bir yerde yumurta sarıları ve şeker çırpılıp, beyaz çikolata karışımına yavaş yavaş eklenerek benmari usulü pişirilir.

Undan havuz yapılır, ortaya su, tuz, yumurta ve zeytinyağı konur, un azar azar karıştırılarak hamur yapılır; 15-20 dakika üzeri örtülü olarak dinlendirilir. Bal kabakları minik küpler şeklinde doğranır. Ufak doğranmış soğanlar yağda 2-3 dakika kavrulup, bal kabakları da eklenerek yumuşayana kadar pişirilir. Bal kabakları püre olabilecek kıvama gelince içerisine krema ilave edilip, kısık ateşte 15-20 dakika daha pişirildikten sonra, kenara alınıp soğumaya bırakılır. İçerisine ricotta peyniri de eklenerek, tuz ve karabiber ile tadı ayarlanır. Hamur merdane ile açıldıktan sonra, 4x4cm boyutlarında kareler şeklinde kesilir. İçlerine, hazırlanan harç konarak, mantı veya ravioli gibi kapatılır. Arzu edilirse, hamurları kapatmak için üzerlerine yumurta sarısı sürülebilir. Ravioliler tuzlu kaynar suda 3-4 dakika haşlanır. Sos için krema ısıtılıp, içerisine adaçayı eklenerek aroma verilir. Tuz, biber, rendelenmiş muskat ve parmesan peyniri ilave edilerek bal kabaklı ravioliler ile servis yapılır.

Kokteyl: Herbal Delight   •Votka   •Kırmızı üzüm   •Adaçayı   •Biberiye   •Elma Tüm meyve içerikleri iyice ezilip, biberiye ve adaçayı ile aromalandırıldıktan sonra, karışım Votka ile tamamlanır. Hazırlanma süreci bu kadar kısa olunca süslemeye daha fazla vakit ayırabiliyoruz. Sunumunda margarita bardağını tercih ettiğimiz kokteyli, elma ve üzümle süsledik. (Evet, süsleme aşaması düşündüğümüz kadar da uzun sürmedi.) Kısa süren bu hazırlığın ardından uzun bir keyif masanızda sizi bekliyor. 111


COVER

RISING SUN CHANEL IMAN Neden bilmiyoruz, bu sefer Alicia Keys'den alıyoruz mikrofonu; "there's nothing you can't do, now you're in New York!" diyerek, Kasım kapak konuğumuzu karşılıyoruz. İşin aslı; Ekim'in başında, alışıldığı üzere, dışarıda gök gürlüyor, hava bozuk, yani yapamayacağımız çok şey var ama biz pozitifiz. Neyse sonra, bir kez daha Mike Rosenthal'ın flaşıyla stüdyoda güneş açıyor, biz de gözlüklerimizi takıp görevimizi yerine getiriyoruz. Kasım kapak konuğumuz Chanel Iman; evet, o bildiğiniz onlarca derginin kapak kızı ve evet, o bildiğiniz aktivist Victoria's Secret modeli ve hatta evet, o bildiğiniz taze oyun karakteri. Ama yine de, siz en iyisi bildiklerinizi cebinizde tutup çevireceğiniz sayfalarda, samimiyet dozu yüksek röportajımızla, bilmediğiniz Chanel Iman'ı ve belki de sonunda kendinizi bulun. Ne de olsa hayat kıssadan hisselerden ibaret.

photographer mike rosenthal stylist kusum lynn interview olga şerbetcioğlu photo assistant jody kivort producer rebecca bower @ 1+1 mgmt hair moiz alladina make-up regine thorre @ 1+ 1 mgmt studio drivein studios make-up materials chanel cosmetics special thanks to bullett media and idil tabanca XOXO The Mag


elbise miu miu chanel stylo yeux waterproof noir intense 88

erdem taşdelen, mass panic series, collage with colour paper, drawing paper and acrylic, 50 x 65 cm (20” x 25”) each, 2012, courtesy of gallery non.

113


elbise the row bileklik alexis bittar chanel illusion d'ombre apparence 817 XOXO The Mag


115


Bizden uzakta da olsa, her gün maruz kaldığımız bir konu; ABD'de seçim dönemi... Sence bir sonraki başkan kim olacak? Obama’yı destekliyorum ve ABD'yi yönetme biçimine inancım sonsuz. Sıkı bir Obama destekçisi olduğumu sırt çantamdan da anlayabilirsiniz: “Runway to Win” kampanyasının bir tasarımı, verdiği mesaj ise “Hanging on to Hope”. Benim de, Obama’nın bu seçimi kazanacağına inancım tam! Peki, bütün bu seçim kampanyalarından sıkılmaya başlamadın mı? Kesinlikle hayır! Bu derece önemli bir olayın parçası olmak çok heyecan verici benim için. Bu işe kendimi yüzde yüz adadım ve Obama’ya destek için yapabileceğim her şeyi yapmaya hazırım. Sonuçta geleceğimizde söz hakkımız varsa bunu maksimum düzeyde kullanmaktan kimseye zarar gelmez, aksine... Sette seninle harika vakit geçirdik. Her an bu kadar pozitif olmayı nasıl başarıyorsun? Ben de sizinle çalışmaktan çok keyif aldım ve çekimin basılı halini görmeyi iple çekiyorum. Pozitif olmaya gelince... Böyle yetiştirildim diyebilirim; küçüklüğümden beri hep pozitif düşünmeye alıştım ve her yeni günün beraberinde özel bir şeyler getirdiğine inandım. İnanın, hakikaten de hayatımın her gününde özel bir şey oluyor ve bunu çağıran kişi benim. Bunun tam tersi de geçerli, negatif şeyleri, kişileri ve olayları kovuyorum, ve benden uzak durduklarını görebiliyorum. İyi karşılaşmalar (sıklıkla başıma gelen) ve kötü karşılaşmalar (benden uzak duran) olarak özetleyebilirim felsefemi. Şu aralar çok yoğun olduğunu biliyoruz, peki şimdi neredesin ve neyle meşgulsün? Şu anda Los Angeles’tayım. Microsoft’un yeni XBox oyununun lansmanını yaptık. Duymuşsunuzdur, oyundaki karakterlerden biri de benim ve parçası olmaktan gurur duyduğum, gerçekten harika bir proje oldu. Bir de, yine çekimlerini yeni tamamladığımız, Amazon’un Kasım’da çıkacak olan yeni kampanyasını heyecanla bekliyorum. Anlayacağınız şu ara çok güzel projelerle meşgulüm. Yapacak çok fazla şey var ve bu konuda minnettarım.

Arkanda müthiş bir ekip olmalı. Cevabım sizi şaşırtmayacaktır; ekibim müthişten de öte... IMG kesinlikle çalışabileceğim en iyi yer. Menajerim Lisa Benson, aklımın ucundan bile geçmeyecek, hakikaten inanılmaz stratejiler geliştiriyor. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam... Çok mu duygusal oldu acaba cevabım? Yo, ama buna rağmen, çoğu insan, söz konusu tek bir kişinin kariyerini yönetmek olduğunda takım işinin her zaman da en iyi sonuçları doğurmayacağı konusunda hemfikir. Çünkü genelde, amiyane tabirle kendi işini kendin gördüğün zaman başarı oranın artıyor. Senin durumunda bu süreç nasıl işliyor? Ben kolektif hareket bilincine daha yatkınım ve bunun faydalarını çok gördüm, görüyorum. Tek başına yaptıklarıyla bir kariyer yapabileceğini düşünen kişi yalnız kalır ve kaybolur. Bunu bu kadar açık yüreklilikle ve emin bir şekilde söylüyorsam bunun sebebi, içinde yer aldığım endüstride takım olmanın ve takım işinin ne kadar önemli olduğunu anlayacak kadar uzun zamandır çalışıyor olmam. Evet, çok fazla çalışıp kendini ortaya koyman gerekiyor fakat bunu takımın bir parçası olarak yapıyorsan önemini daha iyi anlıyorsun. IMG’deki takımım ve ben, bir marka yaratabilmek için tek kişiymişiz gibi, inanılmaz bir yoğunlukta çalışıyoruz. Bu arada, modellik yapmaya başlayalı ne kadar oldu? 13 yaşına girmeden başlamıştım. Yani, aşağı yukarı 8 sene oluyor. Kimileri için çok uzun bir dönem ama benim için hala dün gibi ve sürekli taze kalmak zorunda olduğunuz bir dünyada bu hissiyatın değerine paha biçilemez. Madem hala içindeki amatör yaşıyor, sır isteyelim senden. Yakın dönem içinde seni hangi markaların yüzü olarak göreceğiz? Size söyleyebileceklerimin sınırı var elbette! Farklı alanlarda birçok marka ile anlaşmalarım var. Az önce de bahsettiğim gibi, beni XBox’ın yeni oyununun içinde bir karakter ve Amazon'un yüzü olarak göreceksiniz. Bunun yanında VS, Skullcandy ve Forever 21 ile de çalışıyorum. Etrafındaki insanlardan bahsedersek biraz, Tyra Banks’in

XOXO The Mag


çoğu zaman bunu sağlayabiliyor, elbette kaliteli iş yaptıkları sürece...

hayatındaki rolü ne? Daha çok bir akıl hocası gibi mi görüyorsun onu? Tyra ile kariyerimin ilk yıllarında tanışmıştım ve o zamandan beri hayatımla, yaptıklarımla ve yapacaklarımla ilgili bana her zaman destek oldu. Saygı duymanın yanında, bir akıl hocası olarak verdiği nasihatleri çok değerli buluyorum ve arkadaşım olarak da onu çok seviyorum. Her zaman onun yanında olacağım.

Aynı düzlemde, modanın demokratikleştirilmesi hakkında ne düşünüyorsun? Sence moda sokağa daha çok yatırım yapıp ‘stile’ daha yakın mı durmalı? Çok büyük hayranı olduğum Coco Chanel’in ünlü sözüyle cevap vereyim: "Moda geçer, stil kalır." Birçok insan lüks tüketimin ve pahalı parçaların harika bir stil için yeterli olduğunu düşünüyor. Bana göre stil, kendiniz için yarattığınız bir şeydir, ne şekilde olursa olsun… Hepimizin belli bir stili var ve bence bu stilin ne olduğu önemli değil, önemli olan stil sahibi olabilmek. Moda her geçen gün değişmeye devam ediyor, o değiştikçe biz de ondan yeni parçalar almalı ve aldıklarımızı kendi stil anlayışımıza uyarlamalıyız.

Fotoğrafçı, stylist ve makyaj sanatçılarına gelirsek, favorilerin arasında kimler var? Bu endüstride konu yetenek ve kabiliyet olunca, herkesin yaratıcılığını ayrı ayrı değerli buluyorum. Şu zamana kadar çok fazla insanla çalıştım ve hepsinin arasından hangisini en çok sevdiğimi söylemek gerçekten çok zor. Hal böyle olunca, her biriyle yaşadığım tecrübenin kendi içinde çok özel olduğunu anladım ve onlarla geçirdiğim zamanın kıymetini bilmeyi öğrendim. Politik bir cevap vermişim gibi gözüküyor, biliyorum, ama durum gerçekten bundan ibaret. Birini överken, yanlışlıkla diğerini yermek istemem, unutacağım insanları da göz önünde bulundurursam bir de...

Sosyal sorumluluk kampanyalarında başı çeken destekçilerden birisin. Hangi sosyal hareketleri destekliyorsun ve bu anlamdaki çalışmaların nasıl evriliyor? Tüm insanlığın geleceği yararına mücadele edebilecek pozitif güç yaratacağına inandığım sosyal sorumluluk kampanyalarını destekliyorum. Sonraki soruna gelince, şunu asla unutmamalıyız, küçük ya da büyük fark etmez, atılan her adım, yardıma ihtiyacı olan bir insanın elinden tutabilir.

Peki, ya dergilere gelirsek; düzinelerce derginin kapağında olmanın yanı sıra, sürdürdüğün başka iş birlikleri de var mı? Dergiler için yaptığım moda çekimleri, podyuma çıkmanın haricinde gerçekleştirdiğim hayır işleri ve sıkı çalışma tempomla insanlara ilham kaynağı olabilmeyi, onların hayatında kalıcı bir etki bırakabilmeyi umuyorum. Ayrıca, bir süredir, var olan kalıplarımın dışına çıkıp kariyerimi farklı bir istikamete doğru yönlendirmeye çalışıyorum. Bir marka olarak, adımı ve imajımı daha görünür kılabilmek için kariyerimi yeniden yapılandırıyorum diyebilirim. Tüm bunları yapmaktaki amacım ise ileride etkileyici bir rol model olabilmek.

Tamamen farklı bir konuya geçeyim; işlerini toparladığında Los Angeles’a geri dönecek misin? Bildiğim kadarıyla, orada annenle beraber işlettiğin bir mağazan var. Los Angeles’ta olduğumda kendimi evimde hissediyorum ve bu beni her zaman mutlu ediyor, ama çok kısa bir süre önce New York’taki evimin şeklini değiştirdim, bu yüzden şu sıralar kişisel alanımda yaşadığım konforun tadını çıkarıyorum ve buradan uzaklaşmaya niyetim yok. Annemin mağazasına gelince, bunu ilk kez size söylüyorum, annem mağazayı sattı ve yakın gelecekte The Red Bag Boutique adındaki online mağazayı yönetmeye başlayacak.

Bağımsız yayınlar hakkında ne düşünüyorsun, sence bu fenomen moda sektöründe nasıl bir yer buldu? Bizim dünyamızda çeşitlilik her şeydir. Bağımsız sanat düşünürleri her gün yeni yönelimler göstererek bizlere fikir patlamaları yaşatıyorlar. Moda endüstrisi o kadar devasa ki ufkumuzu açacak ve vizyonumuzu genişletecek çok sayıda yaratıcı zihne ihtiyaç var. Bağımsız yayınlar da

Son olarak, utanç duyduğun zevklerin var mı? Ben bir hip-hop, R&B ve rap kızıyım. Evimi de "shabby chic" tarzıyla dekore ettim ve yeni haline bayılıyorum! 117


XOXO The Mag


kürk yaka vintage gömlek miu miu pantolon the row chanel ombre essentielle eclairé 94 chanel lèvres scintillantes intrigue 367 119


elbise carven çanta miu miu eldiven carolina amato chanel lèvres scintillantes allegorie 346 XOXO The Mag


121


triko tse gözlük linda farrow eşarp vintage marc jacobs chanel le vernis vertigo 563 chanel le crayon lèvres amarante 54 chanel rouge allure velvet l'impatiente 307


123


elbise miu miu eldiven carolina amato çorap falke ayakkabĹ chanel çanta chanel XOXO The Mag


125


SESE HAYAT VERMEK B&O PLAY, Bang & Olufsen ses teknolojisini en sevdiğiniz Apple ürünleriyle buluşturuyor. Göz alıcı bir tasarımla güçlü bir ses sunan ve muhteşem tek parça stereo ses sistemine sahip olan BeoPlay A8 ile kablosuz müzik aktarımı yapabilir veya sisteme iPhone’nunuzu, iPod’unuzu veya iPad’inizi bağlayabilirsiniz. BeoPlay A3, iPad’inize yepyeni bir akustik özellik kazandıracak eşsiz bir hoparlör niteliğindedir. iPad ile aynı yönde hareket etmek üzere tasarlanan BeoPlay A3, iPad’inizi hangi yönde tutarsanız tutun mükemmel bir ses kalitesi sunuyor. Bu ürünlerin Apple cihazınızda yapabileceklerini görmek için bizi hemen ziyaret edin.

İstinyePark Showroom 0212 345 54 66 • Nişantaşı Showroom 0212 240 61 92 Ankara Showroom 0312 437 61 20 beoplay.com

AirPlay, iPod, iPhone ve iPad, ABD’de ve diğer ülkelerde tescilli olan Apple Inc.’in ticari markalarıdır.


BONE CHINA 1. human human, ah xian, 2001. 2. human human, ah xian, 2001. 3. china bust 65, ah xian, 2002. 4. lacoste artwork, li xiaofeng, 2010. 5. lacoste artwork, li xiaofeng, 2010. 6. la geisha for vogue paris, terry richardson, 2010. 7. la geisha for vogue paris, terry richardson, 2010 8. katie parker and guy michael, alfonso taft, 2011. 9. rape of the sabine women, pietro da corona, 1631. 10. china china, ah xian, 1999.

hazırlayan müjde metin

1.

2.

4.

5.

6.

8.

7.

3.

9.

10.

Çok kültürlü bir toplumda insan hayatının görkemli goblenlerini asla görmezden gelemezsiniz. İdeolojiler çeşitlidir; bu yüzden yürürlükteki düzeni, refahı sağlayabilmek amacıyla uygulanan kurallarda ve hatta normların işleyişinde bile zaman zaman farklılıklar buluruz. Rastladığımız bu değişiklikleri bazen haksızlık olarak kabul edip itiraz ederiz. Bazen itiraz edecek gücü kendimizde bulmak istemeyiz, bazen ise kendi hayatlarımızda yürürlüğe soktuğumuz adaletsizlik sistemini vicdanımızla sorgulamaktan kaçamayız. Böylece en doğru şeyin kendi köşemizde oyunlarımıza devam etmek olduğunu bir kere daha, büyük harflerle, çocukken tuttuğumuz günlüklerin sayfalarına işleriz.

madenine çeviren estetik salonlarla, vücut bakımı evriminin teknolojik seyrine, iyiden iyiye, insanoğlu olarak bizzat katkıda bulunduk. Yeryüzünde geçen aynı süre zarflarında, Asya’da güzelliğin katı kuralları ve standartları uygulanıyorken, Avrupa’da katışıksız devinimlerin sonuçlarıyla beslenen barok rüzgarlar hüküm sürüyordu. Çin’de ayak numaralarının küçük kalmasına, metotlarında her türlü acının es geçildiği devasa önemler verilmesi tartışıldıktan bir süre sonra (17. yüzyılın ortalarında o ‘işkence’ sayılabilecek bahsi geçen metotlar yasaklandı), Jean Jacques Rousseau güzelliğin tarihine sordu: ‘’Zevk yargının mikroskobudur, öncekinden sonrakine ancak küçük parçalar kalabilir, onun görevi başladığında yargınınki son bulur. Zevki geliştirmek için ne yapmak gerek? Duygularımızla karar verdiğimiz için nasıl hissettiğimizi anlamanın bir yolunu mu bulmalıyız? Güzelliği derinlemesine incelemeli miyiz? Hayır, Julie’yi ilk kez görmenin verdiği heyecanın bütün yüreklere tanınmış bir hak olmadığı konusunda ısrarlıyım.’’

En sonunda ise an gelir; demografik ayrılıkların hepsinden sıyrılıp haksızlık kavramını kendi içimizde de saydamlaştırırız. Sadece hissetmek istediğimiz zamanlarda ortaya çıkarabileceğimiz bir ögeye sahibiz bünyelerimizde. İtiraf edelim, vicdanlarımızın frenlerini kullanmaya zorlanmıyoruz, onları kullanmak isteyen bizleriz. Tatmin olma duygusu için kaç dünya satılır mesela? Başkalarının tatsız dünyalarını renklendirebilmek için yaptıkları şatafatlı gösterilerden kendi yalın köşelerine çekilmek zorunda kalan insanlar yok mu? Hem de en güçlü ve çeşitli gözüken kültürlerde… Köklerden gelen dayatmalarla beraber ‘seçim yaptırmamak’ kavramı da güçlenebiliyor demek ki. Zaten ‘yaptırmamak’ fiilinin kökündeki yönlendirmede dahi aslında her şey çok açık gözükmüyor mu? Ama elbette vicdanımızın mekanizmasına özümsettiğimiz hata payını birkaç cümleden sonra yine görmezden geliyoruz ve konumuzun geyşalar olduğunu ama dersimizin ciddiyet olmadığını söylüyoruz. Çünkü kimonoları hepimiz modern dünyalarımızda bir şekilde sevmişizdir.

Porselenlerin üzerine çizilen motifler, konu edilen bu güzellik kavramının işlendiği en naif sanat dallarından biri olabilir. Hayli estetik norm dolu, beyaz bir parçanın üzerinde süzülen lacivert çizgilerden, insan vücudunun etrafında dalgalanan desenli kumaşlara yol alırsanız, dinamiği Asya’dan Avrupa’ya uzanan esas kültür çeşitliliğini, milletlerde değil, dünyanın bütünsel olabilme çabasında görebilirsiniz. Kumaşlar hiçbir zaman çıplaklığı örtmeye pek de hevesli olmamışlardı, onları kullanmak isteyen yine bizlerdik… Adonis’in David Beckham’a, Meryem’in Madonna’ya dönüşmesini biz istedik. İçinde olduğumuz bu tüketim savaşını, belki köklerimizden kopamadığımızdan, belki yalnız ve sessiz hissettiğimizden, belki de farkındalık tarihine henüz yeteri kadar evrim geçirtemediğimizden dolayı sürdürüyoruz. Ne olursa olsun, ben Ugo Foscolo’ya sonuna kadar katılıyorum: ‘’Belki de sen imgesin, yarim olan fani durgunlukların. Akşam, gel artık! Ve yazın bulutları ve tatlı rüzgarları, arar neşeli aşkını. Ve yaşadığı dünyanın karlı havasından uzayınca gölgeler sükunetsiz, sen her zaman usulca uzattın elini yüreğime ve gizli yollarına. Düşüncemde gezmeye zorladın beni ebediyete götüren yolda hükümsüz. Bu acımasız zamandır onu da ürküten. Tüketti bizi orada; huzur içinde sana bırakıyorum, içindeki hareketsiz savaşçı ruha.”

Bembeyaz bir surat, kabarık saçlar ve kimonosuyla ortaya çıkan, aslında sanatçı olan bu profilin, porselen bir bebeği andırmaması mümkün mü sizce? Görsellikle yarattığımız vitrinlerin bir öznesini daha vurgulayabiliriz bu sorunun cevabıyla. Kültürlerden devam edecek olursak; güzelliğin de standartlarını yaratmayı ihmal etmedik evvel zaman içinde. Evrilen medyadan aktarılan görüntülerle bu standartları yükselttik/düşürdük. Japonya’daki güzellik endüstrisini bir altın

127


XOXO The Mag


photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş fashion editor assistant umut yıldırım hair serkan aktürk mehmet menteş make-up gülüm erzincan assistants erdi doğan, - abdullah inal post production sezer arıcı light haykır fotoğraf location close-up models ada w. new models

photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş fashion editor assistant umut yıldırım hair serkan aktürk mehmet menteş make-up gülüm erzincan assistants erdi doğan, abdullah inal post production sezer arıcı light haykır fotoğraf location close-up models ada w. new models

129


XOXO The Mag


131


XOXO The Mag


133


XOXO The Mag


135


XOXO The Mag


137


Interview

Kembra Pfahler

Üçüncü Bahar

Konuğumuz, başta New York olmak üzere, birçok underground aleminin sanat ve punk rock ikonlarından biri. Californialı küçük kızdan New Yorklu genç kıza, seks işçiliğinden Calvin Klein modelliğine uzanan çalkantılı bir hayatı oldu, son 20 yıldır da punk grubu The Voluptuous Horror of Karen Black ile kalbindekileri şarkılarla anlatıyor ve dünya çapındaki galerilerde sanatsal çalışmalarını sergiliyor. Şahsen benim hayatım Kembra’nın hüzünlü dokunuşuyla değişti diyebilirim. New York’un kırsal kasabalarından birinde yeni yetme bir punk rockçıyken, bir rock grubuyla ilgili hazırlanmış bir yazı okudum. Yazı vahşi kadın fotoğraflarıyla süslenmişti; vücutları boyanmış, çıplak, vahşi kadınlar. Tabii ki hiç vakit kaybetmeden Kembra’yı dünya gözüyle ilk kez gördüğüm New York’un efsanevi punk rock kulübü CBGB’ye gittim. Orada izlediklerim zihnimi ikiye böldü ve genç bir kadın sanatçı olarak kesinlikle kariyerimi biçimlendiren bir deneyim yaşadım. Vücudu maviye boyanmış, çıplak, muhteşem bir kadın, sahnedeki köşesinden bana doğru kıvrılıyordu. Kembra da vücudundaki boya, dizüstü çizmeleri ve kocaman çılgın siyah peruğu dışında çıplaktı; manyak gibi şarkı söyleyerek ve sırıtarak ana sahneyi yönetiyordu. Vahşi, keşfedilmemiş, bağımsız bu kadınların korkunç gücü karşısında ezilmiştim. O geceki bu performans, yapabileceğim şeylerle ilgili sinir hücrelerimde yeni yollar açtı; sanatım ve müziğimle insanları dehşete düşürme yolunda kendi hayatımda köklü bir değişiklik yapmamı sağladı. Sonraki yıllarda onunla arkadaşlık etme şansım oldu. Hatta sonunda bir Karen Black kızı olarak canavar kadın makyajında sıra bana geldi; bir fotoğraf çekiminde Kembra ile beraber modellik yaptım. Fotoğraflarda Kembra ve ben Betsy Ross’a, Karen Black’in Amerikan bayrağını temsil eden yarasa-göğüslü logosuna karşı saygı gösterisinde bulunuyorduk. Sanatçı Kembra Pfahler ile bir Pazar gecesi Aşağı Doğu Yakası’nda, en son galeri sergisi Fuck Island’da buluştum. ‘Geleceğin Feminizmi’, sanat, müzik, ‘Ekstrem Dekorasyon’ ve daha birçok konuyla ilgili uzun uzun konuştuk. text & röportaj viva ruiz fotoğraflar jason rodgers

XOXO The Mag


kurma fikri daha mantıklı geldi. O zamanlar sanat dünyası bize hitap etmiyordu, bu yüzden grupla 10 yıl süren bir Amerika turnesine çıktık. Tüm bunlardan sonra, evliliğimize ve grup çalışmalarına 1990’da noktayı koyduk. Daha sonra sanatsal çalışmalarımı sergilemeye başlamamı istediklerinde sanat dünyasına geri döndüm ve grubu tekrar kurdum. Artık evli olmamamıza rağmen Samoa şu anda tekrar gruba katılmış durumda. Yani kısaca 30 yılı aşkın bir süredir bu işin içinde olduğumuzu söyleyebilirim.

New York’a ne zaman ve neden taşındın, şehirdeki gelişimin nasıl oldu? Los Angeles’ta büyüdüğüm için sanat tarihiyle bir bağlantım olmadı ve sanat okulundan da sanat tarihinden başka bir şey alamıyordum. Bu yüzden, 1979’un haziran ayında liseden mezun olduğum gün New York’a taşındım. Görsel Sanatlar okuluna başladım, Mary Hellman ve Lorraine o’Grady gibi harika profesörler ve harika kadınlarla tanıştım. Ayrıca, 2008’in sonlarına doğru benim için dönüm noktası olan Whitney Bienali’ne katılma fırsatını yakaladım. Aşağı Doğu Yakası’nda bir apartman dairesine taşındım ve performans işleri yapmaya başladım çünkü bir punk rock çocuğuydum; diğer sanatçılarla sık sık küçük punk sahnesinde bir araya geliyorduk. Yaşça daha büyük sanatçıların bazıları kendi kulüplerinde de bir şeyler yapmamı istiyorlardı. Aslında hiçbir zaman insanları eğlendirmek gibi bir gayem olmamıştı, tiyatroya da ilgi duymuyordum, ama çıkıp canlı bir şeyler yapma tekliflerini kabul ettim. Çünkü bedenimi düşüncelerimi yansıtmakta bir araç olarak kullanabiliyordum. Availabism’in ilk aşamalarını da bu sıralarda geliştirdim. Kafamın üzerinde durduğum ve vajinamın üzerine yumurta kırdığım ilk performansımı yaptım. Bedenimi kullandım, çünkü hazırda duruyordu. Dolapta da bir yumurta vardı ve işte her şey böyle başladı; Pyramid Club’da, limbo lounge ve danceteria’da neredeyse her hafta performanslar yaptım. Samoa ile tanıştım ve kısa bir süre sonra evlendik. The Voluptuous Horror of Karen Black’e başlamadan önce filmler ve performans üzerine tam 10 yıl beraber çalıştık. Uzun yıllar boyunca başka insanların soundtrackleriyle kendi görsel şovlarımızı yaptıktan sonra, kendi soundtracklerimizi yapmak için bir grup

Availabism’in günlük hayatını nasıl etkilediğini anlatır mısın? Availabism günlük hayatımda oldukça işe yarıyor çünkü sürekli etrafımda ne olup bittiğine dikkat ediyorum. Hazırda bulunan ne varsa onu en iyi şekilde kullanmaya çalışıyorum, çünkü bazen fikirlerimi kafamda ilk canlandırdığım haliyle gerçekleştirebilmek için yeterli maddi imkanım olmuyor. Etrafımdaki şeyleri en iyi şekilde kullanıyorum ve dışarıda bulduğum/geri dönüştürülmüş objeler kullanıyorum. Kendi bulduğum şeyleri kullanmayı ya da onları kağıt hamuruyla yeniden şekillendirmeyi ve kiremit rengine boyamayı çok seviyorum. Buradan yola devam etmek isterim. Kendi oluşturduğun ‘Ekstrem Dekorasyon’ kavramını biraz açabilir misin? ‘Ekstrem Dekorasyon’ sanatsal işlerimde yaptıklarımın ve modaya bakışımın bir uzantısı aslında. Tam bir dönüşüm. Dekorasyon sanatını ve Vienna Secession (Viyana Bölünmesi/Avusturyalı Sanatçılar Birliği) dönemini seviyorum. Evim tamamen bir sanat enstalasyonu gibi dekore 139


XOXO The Mag


141


edildi. Hatta evimi haftada bir kere tekrar boyuyorum çünkü orada sürekli çalışıyorum, çizim yapıyorum ve sahne dekorunda kullanmak için objeler hazırlıyorum. Çalıştığım ortam kesinlikle tertemiz olmalı. Ayrıca, arka plan olarak kullanmak için her şeyi tek renge boyamayı tercih ediyorum; uzun yıllar arka plan rengi olarak kiremit rengini kullandım. Kısaca, klasik bir ev atmosferinde yaşamıyorum. Yemek pişirmek yok, alet edevat yok. Yerden tavana kadar her şey Karen Black’ten ibaret ve orası fikirlerimin filizlenmesine temel oluşturan bir mekan. Sanırım biraz abartılı ama ben böyle çalışıyorum. Nelerden ilham alırsın? Rüyalarımdan, eş zamanlı gerçekleşen güzel tesadüflerden, rüzgarın ağaçlardan düşürdüğü meyvelerden ve yaşadığım mahalleden ilham alıyorum; daha çok Porto Riko ve Dominik Cumhuriyeti kültürünün ve bu ülkelerin ortak dini olan Santeria’nın baskın olduğu bir mahallede yaşıyorum. Müzelere, galeri açılışlarına ya da galerilere neredeyse hiç gitmem. Çok nadiren bazılarına gittiğim oluyor. Her gün doğudaki nehre gidiyorum ve kendimce ‘gothletics’ dediğim egzersizlerimi yapıyorum; bu egzersizler Karen Black için gücümü korumamı sağlıyor. Daha çok dövüş sanatları ve serbest koşunun bir birleşimi. Egzersizler, Availabism ruhuyla yapılıyor çünkü parklardaki spor ekipmanlarını kullanıyorum. Genel olarak ‘The Artist’s Way’ diye adlandırılan bir yöntem uyguluyorum; bu yöntem her gün yazı yazmak ve egzersiz yapmak gibi rutinler içeriyor. Böylelikle sanatım için gerekli olan ilham perimi koruma konusunda doğru bir yol izlemiş oluyorum, sonuçta onu değerli bir bebekmişçesine önemsiyorum. Onu beslemek ve yeni düşüncelerin oluşması için uygun bir ortam hazırlamak

istiyorum. Bunların dışında, Antony Hegarty, Johanna Constantine, CocoRosie, Joey Arias, Scott Ewalt, Walt Cassidy, Diamanda Galas gibi arkadaşlarımın yaptığı güzel sanat çalışmalarından ve cesaretten ilham alıyorum. Hayranlık duyduğum sanatçıları tanıdığım ve onlarla iç içe olduğum için kendimi şanslı hissediyorum, hiç şüphesiz onlar kültürümüzün yaşayan, nefes alan kahramanları ve vizyonerleri. Viva ayrıca senin yaptığın işleri de çok seviyorum ve yeni albümün için çok heyecanlıyım. Teşekkürler! Tüm dünyaya vermek istediğin tek bir mesaj olsa ne söylerdin? Yaşadığımız zamanın ruhundan haberdarım ve ondan ilham alıyorum, özgürlüğün gerçekten ne olduğunu tekrar gözden geçirdiğimiz zamanları yaşıyoruz. Yoksa özgürlüklerimizi suistimal mi ediyoruz? Şu anda Amerika’da dış dünyaya karşı çok fazla özgürlüğümüz var ama 100 yıl öncesini düşünürseniz, oy kullanma hakkımız yoktu, kadınların sanat derslerinde erkeklerin nü portrelerini yapması yasaktı, vahşi batıda kadınlar ticari bir obje olarak görülüyordu. Kadınlar olarak elde ettiğimiz özgürlükleri kazanalı çok da uzun zaman olmadı. Bu özgürlükleri kazanmamızı sağlayan ve annelerimizin, anneannelerimizin bir parçası olduğu kadın hareketiyle başlayan feminizm diyaloğunu bir jenerasyon boyunca sürdürmememiz, onların elde ettiği bütün kazanımları kaybetmemize sebep olabilirdi. 60’ların insanları bizi bu konuda uyarmıştı ve aslında son 20 yıldır başımıza gelen de bu, kültürümüzde artık feminist bir söylem yok ve sanat camiasında feminist kimliğiyle anılmak hiç de popüler değil. Antony Hegart, Johanna Constantine, CocoRosie’den Bianca ve ben ‘Geleceğin Feminizmi’ dediğimiz bu şeyle ilgili düşünceler üretmeye başladık.

XOXO The Mag


Calvin Klein modeliyken Steven Meisel gibi dünyanın en iyi moda fotoğrafçılarından bazılarıyla çalışma fırsatı buldum. Siyah eyelinerlı abartılı göz makyajım, çizilmiş kaşlarım ve imajıma rağmen bir yıllığına prestijli bir model olmak zorundaydım. Bir yıl önce insanlar bana taş fırlatırken, sonraki yıl bir Klein modeli oluvermiştim. Moda beni gerçekten mutlu ediyor. Ayrıca, arkadaşlarımın kıyafetlerini giymeyi ve Karen Black için kendi kıyafetlerimi tasarlamayı çok seviyorum; insanların buna müdahale etmesine izin vermiyorum, bu benim için büyük bir zevk. Birçok grubun imajı bir paket şeklinde tasarlanıyor, oysa hazırladığın büyünün malzemelerini kendin koyarsan çok daha güçlü bir etkisi oluyor, özgünlükten yanayım.

Çünkü her ne kadar feminizm bayrağı taşıdığımızı düşünmesek de hepimizin belirli bir feminist gündemi var; özellikle de sanat, müzik, şiir ve disiplinlerarası sanat dalları üzerinden işleyen bir gündem. Son birkaç yıldır sanki konuşmayı tekrar öğrenen küçük bebekler gibiyiz, ya da belki ilk defa öğreniyoruz; feminizmi 2012 yılında nasıl tarif edebiliriz? Biz tarif etmeye başlıyoruz. ‘Geleceğin Feminizmi’ bizim için gelişimini sürdüren evrensel bir halk hareketi. Evet, görünüşe göre yıllardır kimse feminizmle anılmak istememiş. Peki feminizm ne zaman böyle nahoş bir şey haline geldi? Sanırım insanlar sevişebilirliklerini kaybetmekten ve iş bulamamaktan korkuyor. Eğer feministseniz işinizi veya paranızı kaybedebilirsiniz. Ama bence feminizm sözcüğüne eski karizmasını geri kazandırmak, ondan sürekli, neredeyse hipnotik bir şekilde, bıkmadan bahsetmekle mümkün. Bu yüzden geleceğin feminizmi, geleceğin feminizmi deyip durmak benim günlük pratiğimin bir parçası olacak -pastaların ve tişörtlerin üzerine, her yere yazacağım. Ayrıca, sanat ve müziğin daha yüksek, yeni bir bilinç seviyesi yaratacağına dair söylediklerimde ciddiyim.

Gelecek planların, umutların ve hayallerin neler? ‘Geleceğin Feminizmi’ için bizi şu anda yöneten kuralları değiştirebilecek, korkusuz bir gündem hazırlayıp, bunu bir manifesto haline getirmek istiyorum. İçinde yaşadığımız için şanslı olduğumuz güzel gezegenimizi, açgözlülüğü yok ederek ve ona zarar vermeyerek korumak istiyorum. Arkadaşlarıma ve aileme iyi davranmak istiyorum ve sağlıklı, güçlü kalabilmeyi umuyorum. Sanatçı olarak yaşamak zor bir şey, fedakarlıklarla dolu. Ama bu gerçekten bildiğim tek şey, bu benim işim ve diğer insanların ruhlarını harekete geçirecek fikirler ortaya atmayı umuyorum. İnsanlar "dünyayı değiştirmekle niye uğraşıyorsun?" diyorlar. Ben de en azından denememiz gerektiğini söylüyorum. Denemeyip de ne yapacağız? Ölene kadar tüketmeye devam mı edeceğiz? En azından denemek zorundayız. Değişiklik yapmak için paraya ihtiyacımız yok. Bunu mucizevi bir şekilde gerçekleştirebiliriz. Ben de bunu mucizevi bir şekilde gerçekleştirebileceğimizi herkese anlatmak istiyorum.

Gündüz, gece ve şov kıyafetlerinde yaptığın seçimlerde belli bir tarzın var. Modayla ilgili görüşlerin neler? Modayı çok seviyorum. Bana göre moda, sanatın demokratikleştirilmesi, çünkü üzerine giydiğin kıyafetlerle sanat yapabilirsin; modayı salt sanat olarak görüyorum. Sonuçta, günlük olarak dünyaya sunduğunuz bir şey. Rick Owens benim için gerçekten önemli. Rick’le birkaç projede iş birliği yapma şansım oldu ve onun işlerini fazlasıyla seviyorum. Ayrıca, 143


XOXO The Mag


145


make-up (your mind) photographer sezer ar覺c覺 make-up g羹l羹m erzincan hair yannis kyriazos photography asistant ali kalyoncu studio look 34

XOXO The Mag


147


XOXO The Mag


149


XOXO The Mag


151


Made in Italy ‘Prostheses and Innesti’

yeni bakış açıları

isimli koleksiyon Marcio

ekleyerek farklı

Kogan ve stüdyosu

anlam ve önemler

MK27’nin sokaktan

yüklüyorlar. Bu

topladığı ürünlerle

yenilenmenin

başlıyor. Bu parçalara

üretim sürecinde ise İtalyan mimarlar Manuela Verga ve Paolo Boatti’yle yaptıkları iş birliği devreye giriyor ve apayrı bir boyuta geçiliyor. Milano’da gerçekleştirilen bu ‘Made in Italy’ adlı projenin amacı ise zanaatin ve ham maddenin sahip

XOXO ID

İşinin en zor ve en sevdiğin kısımları

olduğu incelikleri

Anna-Wili Highfield

neler?

sunmak. Kısacası,

Sanatçı

Çalıştığım bir heykel üzerinde bir şeylerin

bu koleksiyonda

ters gitmesi çok sinir bozucu olabiliyor.

İtalyan ve Brezilyalı

Sanat sence 5 kelimeyle nasıl ifade

Ama sonra sorunu düzeltmek için parçaları

mimarların

edilir?

birbirinden ayırma şevkini ve cesaretini bir

yaratıcılıkları ‘olağan

Kelimesiz düşünce, soyutlama, gerçeklik,

anda kendimde buluyorum. Risk almaya

tasarım’larda

güzellik, eller.

her zaman değiyor çünkü hiçbir şey yarım

aniden birleşiyor ve

yamalak olmamalı.

farklılaşıyor.

Kağıtlarla çalışmayı neden seviyorsun?

Sence ilham nedir?

Kağıtların ömrü ve işlevi sanattan çok

Doğa ve müzik.

ayrı bir yerde; bunu sanata dönüştürme fikri ise harika.

Rol modelin var mı? Nick Cave! Rol model olarak adlandırabilir miyim bilemiyorum ama yıllardır çalışırken onu dinliyorum. Onun evrimi de benimkine benziyor. Kariyerin boyunca tekniğin nasıl değişti? Daha rahat biri oldum ve beynimin bir şeyler yaratmamı sağlayan tarafına erişmeyi öğrendim. Bir yandan kararsızken, bir tarafta titiz davranabilmekten bahsediyorum tam olarak. Her gün ne okursun? Uyku masalları! Gerçekleşmesini en çok istediğin hayalini anlatır mısın? Bir varlığın devasa ve umumi bir sanat eserini yapmak. Mesela Tazmanya kaplanı… Bu çok güzel olur ve herkesi mutlu ederdi. Ama sonra soyu tükendiği için herkesi üzer ve bize doğanın ne kadar hassas olduğunu hatırlatırdı. Kağıt bebekler hakkında ne düşünüyorsun? Aslında onların benim yaptığım işle hiçbir benzerliği yok. Onlar bir model şekillendirmek için yapılıyorlar. Benim işimin ise böyle bir özelliği yok, bir şeyi sürekli tekrarlamanın mantıken açıklaması yok gibi.

XOXO The Mag


Coolest Eco-Vehicle Geri dönüşüm konusunda ne kadar ileri gidebileceğimizin haddi hesabı olmadığını Izhar Gafni bir kez daha kanıtlıyor. Mukavvadan bir kano görüp aklından çıkaramayınca aynı materyalden bisiklet tasarlamaya karar vermiş tasarımcı. Etrafındakilerin imkansız gözüyle baktığı tasarımı gerçekliğe dönüştürme yolunda mukavvayla bir hayli içli dışlı olmuş, deyim yerindeyse materyali yeniden keşfetmiş. 220 kilogram taşıyabilen ve uzaktan mukavva olduğuna inanmayacağınız bisikletin maliyeti 10 dolar; satış fiyatı ise incelikli zanaatı sebebiyle 60 ile 90 dolar arasında olacak.

Alien Essence Absolue Thierry Mugler’ın en güçlü parfümlerinden biri Alien, Essence Absolue ile Eau de Parfum’e özgün bir alternatif sunan yoğun amber, çiçeksi ve vanilya notalarıyla bezeli parfüm üç duygusal hazne üzerine yoğunlaşıyor. Dominique Ropion’un dehasını kattığı şehvetli, gizemli, yoğun ve bağımlılık yaratan notalarıyla Alien Essence Absolue cildinize ışıltı katan yapısıyla bir parfümden çok daha fazlası. The Treesizeverse Bags Çantaları omuz yerine sırtta taşımaya geri dönmeye başladık bile. Hala içinize sinen bir sırt çantası bulamadıysanız söyleyelim: Ronal Ceuppens’in çeşitli dükkanlardan topladığı kumaşlarla tasarladığı geri dönüştürülmüş çantaları, ilk bakışta kalbimizi çaldı. Doğaya katkısından dolayı puanları toplayan tasarım, el yapımı olmasıyla kalite konusunda da alıcılarını tatmin etmeyi başarıyor. Omuzdan asılan çantalarda ısrarlıysanız, sırt çantalarına alışana kadar The Treesizeverse Bags, bu konuda da size yardımcı olmaya hazır.

Hermes’in mağazasına sızıyoruz! Gizli bir görevimiz var, yaklaşın! Hermes’in 24 Rue Faubourg St. Honore’deki mağazasına sızıp altını üstüne getireceğiz. Kapalı kapılar ardında neler olduğunu, bu mağazada işlerin nasıl döndüğünü merak ediyorsanız, ünlülerin gizli odalarda ağırlandığı Leila Menchari tarafından tasarlanan mağazayı departman departman keşfetmek için yandaki QR kodu taratmanız yeterli.

Hooked Eve gelir gelmez bir kenara atılan palto ve ceketler, kışın gelmesiyle düzenli evinizi dağıtacak diye korkuyorsanız, bilindik portmantolardan da haz etmiyorsanız dert etmeyin. Keza dermanı tasarlandı bile. The Roberope Coat Rack ‘Benim de aklıma gelebilirdi aslında’ kategorisine alabileceğimiz bir tasarım. Dört metre uzunluğunda ve içeriden beş kancayla hareketlendirilmiş ipleri, istediğinizde çıkarıp dolabınızda da saklayabilirsiniz. Üzerine asılan ağırlıkla doğru orantılı bir şekilde uzayan ve kıvrımları genişleyen tasarım değişkenliğiyle de puanları topluyor. Farklı renk seçenekleriyle, boş duran duvarınızda sanatsal bir dokunuş yaratabileceğinizi de aklınızda bulundurun.

153


Selby Tüm Lezzetiyle Tekrar

tarifleri ve fotoğraflarıyla

Sahalarda

da farklılık yaratıyor. Diğer

Todd Selby’nin çoğumuzun

evlerin mutfaklarında

giremediği yerlere girişini 4

pişen yemekleri denemek

seneye aşkın bir süredir takip

ve Todd’un sürekli

ediyoruz. Video ve fotoğrafları

yenilenebilme kabiliyetine

XOXO ID

sayesinde moda, tasarım

ayak uydurmak için çıkan

Heidi Gardner

ve sanat sektörlerindeki

yeni yöntemin adı: The

Takı Tasarımcısı

her türlü iyi profili gördük

Edible Selby.

şu zamana kadar. Hala da İlk olarak mücevherin senin için

heyecanlanıyoruz! Ama Todd

ne anlam taşıdığını anlatır mısın?

bu kez biraz farklı bir yaklaşım

Mücevher bir kişinin eşsiz stilinin

peşinde. Çıkardığı The Edible

ve kişiliğinin yansıması bana göre.

Selby adlı kitabında bu kez

Kıyafetin aksine, aşırıya kaçmadan

yaratıcılık rotasını mutfak

çok daha cesur ve kışkırtıcı bir his

sanatına doğru çeviriyor.

verebiliyor. Rahatlık mıntıkasından

Kitap eski usulleriyle aynı

çıkmayı tecrübe edebilmenin bir

yönde ilerliyor ama yemek

farklı yolu… Mücevher tasarlamaya ne zaman başladın? Yaklaşık iki sene kadar önce. İlk ilhamım resimlerimden

yaptığım takılarla keyifle iletişim

ve elbette hayal gücümden

kurduklarını görmenin tadını

doğmuştu. Kurukafalara hep

çıkarmak çok güzel bir duygu!

delicesine aşıktım, böylece bu tabu içerisindeki güzelliği bulmaya

Madonna, Super Bowl için

yöneldim.

Logo yüzüğünü istediğinde heyecanlanmış mıydın?

İlham deyince aklına başka ne

Birkaç dakika boyunca

geliyor?

heyecandan ölüyorum zannettim.

Her zaman çok detaylı bir hayal

Kariyerimdeki en önemli andı

gücüne sahip oldum, bu da çoğu

diyebilirim. Hem de sıradan bir

tasarımımın neden bir isme ve

parçayı değil, üzerinde ismimin

geçmişe sahip olduğunu anlatıyor

yazılı olduğu Logo yüzüğümü

aslında. Yarattığım şeyler bana

seçmişti. Bütün hayatım

göre iç dünyamın bir uzantısı. Orada

boyunca ‘’material girl’’ olduğunu

her varlığın bir karakteri var ve

düşündüğüm kişi artık beni

hepsi mücevher kapanına sıkışmış

tanıyordu ve yüzüklerimden

bir halde, insanların dünyasında

birini istemişti! Madonna… Hala

evlerini bulmaya çalışıyorlar.

inanamıyorum. M to M of M/M Paris

Paris isimli kitapta görebilirsiniz.

İşinin en zor ve en sevdiğin

İnsan vücudunda en çok hangi

Michael Amzalag ve Mathias

Sayfalar arasında Stella

kısımları neler?

organı seviyorsun?

Augustyniak, “İşimiz bir diyaloğun

McCartney, Kanye West ve Tate

En zor bölüm bence koleksiyonları

Kalp.

içindeki fikri ifade etmek. Modanın

Modern’la yaptıkları iş birliklerinin

elementlerini müziğe, oradan

yanı sıra, Björk, Pierre Huyghe

kısıtlamakta, yani bitirmekte. Çünkü yaratmayı durdurmak çok zor! Bana

Sana Clockwork Orange desek,

sanata ve sonra tekrar olduğu yere

ve Sarah Morris gibi isimlerle,

kalsaydı, bu noktada tasarımın iş

aklına ilk ne gelir?

transfer ediyoruz, her seferinde

Michael ve Mathias’la geçirdikleri

kısmını bir kenara bırakıp bütün

Alex’in psikoterapi sırasında

farklı araçları kullanarak.’’

anlar hakkında yapılan röportajlar

gün tasarım yapardım. En sevdiğim

kafasında olan mekanizma…

diye anlatıyorlar kendilerini.

da var. Önsözünü Hans Ulrich

şey ise tasarımlarımın takdir

Ve o sırada aklıma gelen şahane

Bunun ilanını Thames & Hudson

Obrist’in yazdığı kitap, halen

edilmesi. İnsanların gerçekte tam

tasarım fikirleri.

tarafından yayınlanan ve Royal

çalışmakta olan bu stüdyonun

College of Art’da tanıştıkları Emily

başarısıyla ilgilenen herkese yeni

King’in düzenlendiği M to M of M/M

ufuklar açan bir referans.

olarak neye baktıkları hakkında hiçbir fikirleri olmamasına rağmen,

Son zamanlarda ne keşfettin? Hayatta ve aşkta kalbini dinlemekten asla korkma ama her zaman ellerinin yakınlarında kesici bir şeyler olsun. Bize kimsenin bilmediği ne söylerdin? İçten içe Güney Kore’de Alman bir Pop Star olmak istiyorum!

XOXO The Mag


Karaftan Lambalar

Mutfağın Seyyar Olanı

Yaratıcılıkta sınır tanımayan tasarımlara

Mobil mutfağın ilginç bir

bir yenisi eklendi! Londralı tasarımcı

hikayesi var: Anna Rosinke ve

Lee Broom, kristal karafları bir sihirbaz

Maciej Chmara adlı tasarımcılar

edasıyla son derece şık lambalara

Avusturya’da seyahat ederken,

dönüştürüyor. Her bir Decanterlight

mobil mutfağı da yanlarına alıyorlar

(Karaflamba), Broom’un antikacılardan

ve bu sayede, gittikleri yerlerde pek

ve vintage dükkanlarından topladığı

çok arkadaş ediniyorlar; sokakta

karaflardan oluşuyor; karafların bazıları

yemek yaparak bulundukları

olduğu gibi bırakılmış, kimisine de altın

yerlerin yerli halkıyla tanışıp, onlara

kaplama yapılmış. Broom’un lambalarını

ikramlarda bulunuyorlar. Mobil

çekici kılan şüphesiz, aynı zamanda

mutfağın bir diğer ismi de “The

hem klasik hem de modern görünüşleri,

Mobile Gastfreundschaft” yani

bunun yanı sıra şık ve sade olmaları.

Mobil Misafirperverlik. Yapılan

Bir yandan da, “Bunu ben niye akıl

yemeği paylaşmak ve toplu halde

edemedim?” diye düşünmeden edemiyor

yemek yeme kavramları, projenin

insan.

çıkış noktasını oluşturuyor. Projenin tasarımcıları gibi kendinizi

NARS’tan Seyahat Edenlere

sokaklara atıp, yemek yapacak

NARS, seyahat için oldukça

ve etraftakilerle laflayacak kadar

kullanışlı bir dörtlü fırça seti

maceracı değilim diyorsanız, benzer

tasarladı. Muhteşem dörtlü

bir ortamı evinizin bahçesinde

sırasıyla: Allık fırçası, far

de yaratmak gayet mümkün. Kim

fırçası, kubbe uçlu küçük fırça

demiş bahçede yalnızca mangal

ve eyeliner fırçası. Tabii bir de

yapılır diye?

fırçalar için küçük ve şık bir makyaj çantası. Diğer makyaj malzemeleriyle birlikte bir çantaya tıkıştırılmış bir dolu fırçadansa bizce böylesi çok daha derli toplu ve pratik. Ela ile Kahve

Bu Kafesler

Sehpasına

Çiçekleriniz İçin

Farklı Bir Yorum

Koreli tasarımcı

Poltrona Frau

Seung-Yong

İstanbul Tasarım

Song tarafından

Bienali çerçevesinde

tasarlanmış V4

gerçekleştireceği

Koleksiyonu’ndaki

etkinlikte Neslihan

vazolar dört

Işık’ın Ela adlı tasarımını

farklı şekle

sergiliyor. Sıradan

sahip. Vazoların

kahve sehpalarından

tabanı ise ceviz

sıkıldıysanız Ela sizin için

ağacından

ideal olabilir. Tasarımcı

yapılmış. Üstteki

Neslihan Işık, Ela’yı

kafese benzer

“Salonun ortasındaki

kısım da, hem

kahvenin köpek

son derece şık,

balığından kurtulacağı

hem de hassas

bir ada” olarak

bitkileri korumak

tanımlıyor. Sehpanın ana

için ideal.

strüktürü, masif ahşap

Vazolar, modern

dişbudak ve dişbudak

görüntülerinin

kontrplağından yapılıyor,

yanı sıra, yuvarlak

yuvarlatılmış köşeli

hatlarından olsa

büyük sehpa yüzeyi

gerek, belli bir

ise venge veya kumru

sıcaklık hissi de

meşesinden üretiliyor.

veriyor. Seçim

Ela’nın ayakları ve

size kalmış ama

çevresel çerçevesi de,

bizce çiçekler

hafif poliüretan köpük

kafese kuşlardan

ile yastıklanmış “Color

daha çok

System”dan Pelle Frau

yakışıyor.

deri ile kaplı.

155


Tim Walker’ın Masal Dünyası Sergi Halinde Tim Walker’ın moda dünyasından farklı diyarlara yolculuklar yaptıran hiç Scrapbooks 1969-1985

görülmemiş portreleri yeni bir

İsviçreli fotoğrafçı Walter

sergide gün ışığına çıkıyor.

Pfeiffer, grafik tasarımdan

Fotoğraflardaki isimler

sanata, resimden

arasında Vivienne Westwood,

fotoğrafa kadar çeşitli

Alexander McQueen ve Karlie

alanlarda duyduğumuz

Kloss gibi pek çok isim var.

ismini bu kez arşivlere

Çektiği fotoğraflardaki gotik

yerleştirmekte kararlı.

masallar ve sürrealizm diliyle

70 ve 80’lerin görüşünü

tanınan Walker’ın sergisi

günlük tutulmuşçasına

27 Ocak’a kadar Somerset

yansıtan albümlerini

House’da gösterimde olacak.

yapmaya realistliğiyle

Ayrıca Walker’ın kendi

çektiği polaroid

arşivinden seçtiği polaroid

fotoğraflar, kartpostallar,

fotoğraflar da gösterimde yer

biletler ve gazete

alacak. Mulberry desteğiyle

kupürleriyle başlamıştı.

düzenlenen bu serginin kitabı

Şimdi ise tüm bunları

ise yayınlandı. Önsöz Robin

ilk kez bir monografide

Muir ve Kate Bush’a ait.

birleştirdi! Scrapbooks

175 Tim Walker hikayesine

1969-1985 isimli yeni

dalmak isteyenler ve sergiye

satışa çıkan bu kitapta,

gidemeyenler en azından bu

dergilerden kesilmiş

kitabı es geçmemeli.

parçalara kadar her türlü materyalde Pfeiffer’ın seçtiği şiirlerin keskinliği de göze çarpanlar arasında. Pfeiffer, o zamanların ruhunu popüler kültürle yeniden canlandırma peşindeyken böylece modernizmin dokümanları arasına sanat dolu bir belge daha eklenmiş oldu.

Tasarımın Sirkülasyonu

yola çıkan Sander Wassink,

State of Transience,

materyalleri kendine göre

değişmeye durmaksızın

yeniden yorumlayarak

devam eden duyarlı bir

akıllardaki sıradan görüntüyü

tasarım süreci. Tipik bir

değiştiriyor. Eklediği,

sandalye görünümünden

çıkardığı, yeniden yarattığı maddeler sayesinde sandalyenin hayalindeki son şekline ulaşmaya çalışıyor. Bu süreçte oluşan her yeni versiyon belgeleniyor. Bu projenin amacı aslında bitmiş bir ürün elde etmek değil; insanın bir şeyleri tasarlarken düşündüğü ve ortaya koyduğu yaratıcı ihtimalleri gözler önüne sermek. State of Transience, tasarım döngüsü boyunca sandalyenin bile ne hallere girebildiğini ispatlayan tarihi bir deney niteliğinde.

XOXO The Mag


Tasarımcı olmasaydınız şimdi neredeydiniz? J: Şef, gazeteci veya avukat… Üçünden biriydim. Moda tasarımcılığıyla alakaları olmadığının da farkındayım. N: Hiç şüphesiz ressam olmuştum. İlham sizce nedir ve ne renktir? J: Renkli ilhamlar her zaman oralarda bir yerdedir ve bana göre turkuazlardır! Ben birinin ne kadar fazla renkli giyinirse, o kadar fazla mutlu olabileceğine inanıyorum. kesinlikle onu seçiyorum!

N: Çocukluğumdan beri renkleri hep sevdim. Benim için ilham, Japon çizgi

XOXO ID

filmleri demek. Her karakter ve bölüm

Son zamanlarda ne keşfettiniz?

bana farklı bir renk fikri veriyor. İlk

J: Organzayla çalışmak düşündüğüm

olarak InuYasha adındaki bir program

kadar kötü veya sıkıcı değilmiş.

bana parlak renkleri sevdirmişti.

N: Facebook’ta bir milyardan fazla

Şimdi en sevdiğim renk ise şeftali

insan varmış! Bu demek oluyor ki

rengi.

dünyada her yedi kişiden birinin

Nova Chiu ve Jeff Archer Nova Chiu’nun tasarımcıları

Facebook’u var. Çağımızın sosyal En sevdiğiniz Japon animasyon

medya gücünü keşfettiğimi

karakteri kim?

söyleyebilirim.

Biri Nova Chiu markasını duyduğunda

J: Japon çizgi karakterlerine Nova’yla

aklına ne gelmesini isterdiniz?

birlikte olduğumdan beri aşinayım,

İtiraf etmek istediğiniz bir şey var

J: Benzersiz tarzı olan rengarenk

öncesinde hiç bilmezdim. Howl’s

mı?

kıyafetler.

Moving Castle, Spirited Away ve

J: Sporu seviyorum. 8 yaşımdan beri

N: Zengin bir renk paleti ve bir sürü

The Borrower Arrietty filmlerini

futbolla ilgileniyorum. Manchester

kumaş.

gerçekten seviyorum. Hepsi Hayao

United’lıyım! Bir moda tasarımcısının

Miyazaki’ye ait ve çok yaratıcı.

futbolu sevmesi herkese garip geliyor

İşinizin en zor ve en çok sevdiğiniz

N: Bu soruya bayıldım! En sevdiğimi

ama sanırım beni diğerlerinden farklı

kısımları neler?

seçmek zor çünkü fazla karakter var.

yapan şey bu.

J: Başarılı olacak bir koleksiyon

Ama yine de seçmek zorundaysam,

N: Kek yemeyi seviyorum, hem

hazırlamak çok zor. Bu yüzden en

tercihim Detective Conan olur. Bu

de her türünü. Bu aralar tariflerin

sevdiğim kısım koleksiyonun başarılı

program aslında CSI’ya benziyor.

peşindeyim. Jeff ve ben marka

olması.

Hikayeleri çok ilginç olduğundan ve

üzerinde çalışmadığımız her saniye

N: Jeff’e katılıyorum; doğru formülü

Conan’ı epey hoş bulduğumdan dolayı

mutfakta harikalar yaratırız!

tutturmak çok zor. Ama doğru yönde ilerlerseniz de tüm o strese değiyor. En son birbirinizle ne zaman tartıştınız? J: Dün. Nova zaten kısa olan saçını daha da kısa kesmemi istedi. Ben de

Baguette Şerefine

yanlışlıkla çok kısa kestim. Herkes

Fendi, Baguette’in 15. yılını

duysun, bundan sonra asla saç

bir dizi pop-up mağaza

kesmeyeceğim.

açarak kutladı. Fendi’nin

N: Evet, dün konu saçımdı ve hala mutlu

hazır giyim tasarımcısı olan

değilim.

Karl Lagerfeld ise ikonik çantanın şerefine özel bir

Şu sıralar yeni tasarımcılardan

çizim hazırladı. Kırmızı

hangilerini beğeniyorsunuz?

çantanın ‘kolumda Fendi’

J: Mary Katrantzou’nun olağanüstü

diye bağırdığı açıkça ortada.

olduğunu düşünüyorum! Renkleri harika

Herkesin Baguette’e olan

ve baskı tasarımları sanki başka bir

gönül borcunu kapayacak gibi

evrenden gelmiş gibi.

gözüken çizim, tişört ve ipek

N: Peter Pilotto’nun elbiseleri çok güzel.

fularlar üzerinde yerini çoktan

Mary Katrantzou da aynı şekilde, moda

kaptı. Sınırlı sayıda üretilen

dünyasında hayli güçlü bir isim artık.

bu ürünleri satın alabilmek için internette biraz araştırma yapmayı göze almanız gerek.

157


vazgeçilmez. Sadece aksesuarlarını ve ev tekstil ürünlerini değiştirerek bir evin genel havasını yenileyip, baştan yaratabilirsiniz. Yastıktan sonra bir evin en rahat eşyası sizce hangisi? TV odasındaki koltuk her zaman çok rahat olmalı. Kumaşlar ve dokularınız hem göze hem duyulara hitap ediyor, kaynağını öğrenebilir miyiz? Kumaşlarınızı nereden temin ediyorsunuz? Kullandığımız kumaşları, yurt dışından ve yurt içinden bizlere özel XOXO ID

Çok şık göründükleri konusu su

koleksiyon yapan fabrikalardan

Funda Tekin & Yasemin Sarı Mumcu

götürmez, rahatlık da sofistike

temin ediyoruz. Yastık kumaşlarımızı

Mika Home

tasarımları kadar ön planda mı?

ise daha çok İspanya’dan,

Ürünlerimizin kullanışlı ve rahat

Hindistan’dan ve Özbekistan’dan

Kendi ev tekstili markanızı

olması her zaman ilk düşündüğümüz

getirtiyoruz.

oluşturma fikrini tetikleyen neydi?

unsurlar arasında geliyor. Ürünlerimizin

Tekstil, özellikle yeni trendler ve

yıkanabilir olmasına ve uzun zaman

Peki, son olarak Mika Home

kumaşlar, bizim her zaman ilgi alanımız

kullanıldığında ilk günkü görünümünü

tasarımlarını nereden bulabiliriz?

olmuştur. İlk olarak kumaş ticaretiyle

korumasına çok dikkat ediyoruz.

Mika Home ürünleri Nişantaşı’nda

başladığımız markamız, ev tekstilinde

Genelde, önce kendimiz evlerimizde

ve Bağdat Caddesi’nde müşterimiz

-özellikle hazır ürünlerde- çok büyük

kullanıp, memnun kaldığımız takdirde

olan butiklerde satılıyor.

bir eksiklik olduğunu fark ettiğimizde

satışa çıkarıyoruz.

Kendi showroom’umuzda da

yön değiştirdi. Bizim gibi düşünen,

müşterilerimize hizmet veriyoruz.

yaşayan, tarzı olan genç nesil evlerine

Mika Home yastıklarında en çok

Ayrıca çok yakında kendi internet

alacak tekstil ürünü bulamıyordu.

tercih ettiğiniz materyal hangisi?

sitemizde de online satışlarımız

Moda konusundaki bu yenilikçi bakış

Neden bu materyali tercih

başlayacak.

açımızı ev tekstiline yansıtıp, hazır

ediyorsunuz?

ürünler yapmaya başladık. Ev tekstili

Doğal görünümlü fakat içeriğinde

alışverişini yeni nesil için bir zorunluluk

biraz polyester de barındıran

değil, eğlence haline getirdik.

kumaşları tercih ediyoruz. Çünkü bu tip kumaşların kullanımı hem daha

Yeni koleksiyonunuzun ilhamını

kolay oluyor hem de üretimde sizi

nereden aldınız?

sınırlamıyor. Bunun yanı sıra meraklıları

Her sezon iki koleksiyon çıkarıyoruz.

için %100 ipek, %100 koton ve

Basic ve fashion koleksiyonlar.

%100 keten kumaşlardan da ürünler

Basic koleksiyonumuzun ilhamını bu

yapmaktayız. Nevresim takımlarımız

sezon doğadan, natürel tonlardan,

ise her zaman %100 kotondan

pastel renklerden aldık. Fashion

üretilmekte.

Supreme x Chapman Brothers Jake Chapman ve Dinos

koleksiyonumuzu yaratırken ise, sezonun belli başlı trendlerini ve

Bir ev tekstili üreticisi olarak sizin

Chapman, nam-ı diğer Chapman

müşterilerimizin isteklerini esas

eviniz nasıl? Hangi ürünler sizin

Kardeşler, Damien Hirst,

alıyoruz. Bu sezon biraz daha canlı ve

vazgeçilmeziniz?

Chris Ofili ve Tracey Emin

sınırları zorlayan tasarımlar yarattık.

Yaşanmışlık hissi veren, rahatlığın ön

zamanlarında ortalığı kasıp

Fuşya, turuncu, turkuaz, mavi, mor ve

planda olduğu evlerden hoşlanıyoruz.

kavuranlar arasındaydı. Adolf

L’art Du Corps

bordoyu içeren geniş bir renk paleti

Birkaç stili bir arada kullanmayı

Hitler resimleri, Francisco

40 yıldır bildiğini okuyarak yaratıcılığı,

kullandık.

seviyoruz. Arkadaşlarımızı ağırladığımız

Goya gravürleri hala akıllarda.

zarafeti ve teknik özellikleri birleştiren

ve birlikte güzel vakit geçirdiğimiz

İşleri Nazizm, ölüm, pornografi,

ve kadın vücudunu ne kadar iyi

büyük yemek masaları bizce bir evde

reklam ve din temalarıyla bilinir.

tanıdığını kanıtlayan Eres İstanbul’a

2003’te Turner Prize’a aday

ayak bastı. Kreatif direktörü Valerie

gösterildiler. Bunca bilgiden

Delafosse’un önderliğinde, sezonun

sonra haberin özüne gelebiliriz:

geçici trendlerini umursamadan klasik

Supreme, bu ay Chapmanlar

çizgisinden şaşmayan tasarımları,

tarafından tasarlanan yeni kaykay

artık markanın imzası halini aldı. Lüks

koleksiyonunu satışa çıkardı. New

mayo, iç çamaşırı ve ev kıyafetlerinin

York, Londra ve Los Angeles’da

yegane karşılığı olan, kadın bedeninin

mağazalardan alabileceğiniz bu

şahsına münhasır yapısına saygı

koleksiyonu internetten evinize

duyan Eres tasarımlarına ulaşmamız

de sipariş verebilirsiniz!

artık çok daha kolay.


kahverengi ve yeşil renk seçenekleriyle değişken kumaş kapakları bile bu hoparlörü evimizin baş köşesine taşımaya yetecek sebeplerden. Minimal görüntüsünün ardında gizlenen maksimal teknik özelliklerine gelince; beş aktif hoparlörü barındıran ve entegre kablosuz bağlantı özelliği ile karmakarışık kabloları tarihin tozlu sayfalarına uğurlayan bir tasarımdan bahsediyoruz. Kontrolü sürekli elinizde tutmanız içinse sadece kendi kumandasından değil, akıllı telefonlarınızdan ve tabletlerinizden de yönlendirilebilir tasarımı eğer yakınınızda bir yerlerdeyse parmağınızın ucunu üzerinde gezdirerek kontrol edebilirsiniz. İster kayın ya da tik ağacından

Sanat Eseri Kolyeler

Müziğin Kristal Ritimleri

High-end ses ve görüntü üreticisi

ayakları üzerinde ister duvarda;

Londralı tasarım stüdyosu

Şimdiye kadar en unutulmaz müzik

Bang&Olufsen bugüne kadarki en

sezgisel kullanımı, sade

Logical Art’ın projesi “Air

dinleme tecrübeniz hangisiydi?

güçlü, yenilikçi ve etkileyici ses

görüntüsü ve eşi bulunmayan

Tattoo”, boynunuza kolye gibi

Hatırlamak için uğraşmayın. Keza,

sistemi BeoPlay A9 ile karşımızda.

akustik performansıyla BeoPlay

takabileceğiniz sanat eserleri

bu tasarımla karşılaştıktan sonra

Sadece dairesel tuval şeklindeki

A9 kalbimizi çalanlar listesine

desek hiç de abartmış olmayız.

her halükarda unutacaksınız.

tasarımın, siyah, beyaz, gri, kırmızı,

eklendi.

Hepsi birbirinden güzel bu kolyelerin üzerindeki desenler, Logical Art tasarımcılarının orijinal çizimlerinden oluşuyor. Kullanılan materyal ise çevre dostu özel bir kağıt. Kağıt olduğuna bakmayın, aslında son derece dayanıklı, ayrıca hafif, rahat ve boynunuza ve omuzlarınıza tam oturacak şekilde tasarlanmış. Kolyelerin dokusu ise sanki deriymiş hissi veriyor; öyle ki ne kadar çok giyerseniz o kadar çok deriye benzemeye başlıyor. Bunun yanı sıra, air tattoo’ları yağmurda bile takabilirsiniz, çünkü suya da

Yap-Boz Misali Kaplar Bu eğlenceli kapların ilham

Barbour x Vans

dayanıklı. Giyilebilir ya da takılabilir

kaynağı, tasarımcılardan birinin

Bu sonbahar üç popüler

sanat konseptinin belki de en

günün birinde stüdyoya getirdiği

Vans modeli İngiliz asaletine

zarif ve şık örneklerinden biri air

bir çocuk oyuncağı. “Tahtaların

bürünüyor. İki markanın da

tattoo’lar.

birbirine değdiğinde çıkan ses ve

tanınmışlıklarının en büyük

materyallerin verdiği kalite hissi bizi

nişanesi olan dayanıklılık,

gerçekten cezbetti” diyor Londralı

fonksiyonellik ve stil üzerine

tasarım stüdyosu Vitamin’den

kurulan kapsül koleksiyonda,

James Melia. Kaplarda hem modern

Vans’in klasikleşen sertleştirilmiş

hem de klasik parçalara rastlamak

kanvası, Barbour’a özgü mumlama

mümkün. Mesela, karaf tarzında

tekniği ile birleşiyor ve karşımıza

tabanı olan versiyonda geleneksel

yağmur geçirmez tasarımlar

materyallerden faydalanıldığını

çıkıyor. Renk mevzusunda ise

görüyoruz. Bazı tasarımlarda da

‘outdoor’ stilinin vazgeçilmezi

CNC kesim ve hızlı prototipleme gibi

asker yeşili tahmin edeceğiniz

güncel tekniklerden yararlanılmış. İşin

üzere başrolü ele geçiriyor. The

en güzel tarafı da, çeşit çeşit değişik

Classic Slip-On, Classic Era

malzemenin kullanılmış olduğu

Wingtip ve Chukka Del Barco

halkalardan oluşan kapları parçalara

modellerinin Barbour hallerine

ayırıp farklı kombinasyonlar

sahip olmak için duyduğunuz

yapabiliyorsunuz; böylece size özel,

heyecanı paylaşıyoruz.

başka kimsede olmayan bir versiyon yaratmış oluyorsunuz.

159


ROVER, WANDERER, NOMAD, VAGABOND, CALL ME WHAT YOU WILL. photographer emre ünal styling mahizer aytaş make-up gülüm erzincan/ysl ürünleriyle hair serkan aktürk photography asistants erdi doğan, abdullah inal, ali kalyoncu styling asistant görkem sengel make-up asistant dilara kalaycı post-production sezer arıcı model nathalia/new models


kaban comme des garรงons/beymen kazak vakkorama ล ort comme des garรงons/beymen gรถmlek maison martin margiela/harvey nichols รงantalar chanel koltuk poltrona frau/bms etiler


kaban michael kors kazak (kareli) chloe/beymen kazak (kırmızı) comme des garçons/beymen gömlek ve pantolon maison martin margiela/harvey nichols şort comme des garçons/beymen çanta louis vuitton küpe gazzas


kaban maison martin margiela for h&m kazak ve etek comme des garçons/beymen gömlek maison martin margiela/harvey nichols gözlükler am eyewear/shopigo küpe gazzas


ceket maison martin margiela for h&m gĂśmlek maison martin margiela/harvey nichols kĂźpeler gazzas


kaban hussein chalayan/v2k ceket jil sander/beymen gĂśmlek ve pantolon maison martin margiela/harvey nichols kĂźpe gazzas


deri ceket ve pantolon, maison martin margiela for h&m etek michael kors/brandroom gÜmlek maison martin margiela/harvey nichols kazak comme des garçons/beymen kßpeler gazzas


kaban marni/beymen gĂśmlek maison martin margiela/harvey nichols etek rick owens/v2k kĂźpe gazzas



kaban lanvin/beymen ceket ve yelek millord/l’appart gÜmlek maison martin margiela/harvey nichols jean ve etek maison martin margiela for h&m kßpe gazzas


ceket ve pantolon maison martin margiela for h&m elbise michael kors gĂśmlek maison martin margiela/harvey nichols kĂźpe gazzas


elbise maison martin margiela for h&m kazak michael kors gĂśmlek ve pantolon maison martin margiela/harvey nichols gĂśzlĂźkler supra/shopigo


BEST OF Selected by MIDNIGHT EXPRESS

Selim Mouzannar

Gösterişli ama orijinal takıların peşinden mi koşuyorsunuz? Kendinize bol keseden bir kıyak yapasınız varsa klasik kuyumcuların vitrinlerinden uzaklaşıp Selim Mouzannar’ı takip edin. Son koleksiyonu “Istanbul Collection”ı, çok sevdiği İstanbul’dan ilham alarak hazırlayan sanatçı, İstanbul severleri vitrinlere çağırıyor.

Helmut Lang FW12

“Şişede durduğu gibi durmaz” deyiminin moda uyarlaması “Askıda durduğu gibi durmaz”, 90’ların yıldızı Helmut Lang sayesinde hayatımıza girdi. Denemeden asla üzerinizde nasıl bir etki yaratacağını bilemediğiniz Lang parçalar bu kış da gardırobunuzun vazgeçilmezleri arasında olacak. Kendinizi, kırmızı ve siyah tonlarına, yapraksız ağaçlara ve gri gökyüzü printlerine hazırlayın.

Chan Luu

Sağ ya da sol bileğiniz sıra sıra, rengarenk bileziklerle kaplı değilse, kaçısınız yok, Chan Luu’ya koşacaksınız! Orijinal tarzıyla takı dünyasında yepyeni bir akım başlatan marka, günlük bileziklerle donatılmış kolların ilham kaynağı! Yoksa bu renkli bileziklerden sizde yok mu? Hala geç değil, korkmayın. Bizim favorimiz yeşil-mavi tonları.

Carven

1945 yılında dönemin film yıldızları için haute-couture diken Madame Carmen de Tommaso’nun Champs-Elysées atölyesi de altı senedir eski Givenchy tasarımcısı Guillaume Henry’e emanet. Henry’nin başını çektiği tasarım ekibi markayı yeniden hayata geçirip “Bizimle tanışın ve aşık olun” diye bağırıyor. Ekip bu sene de egzotik desenler ve Peter Pan temalı bluzlarla karşımızda.

Tayfun Mumcu

“Bunu nerden buldun?” sorusunu en son ne zaman duydunuz? Sade ama bir o kadar da çarpıcı mobilya ve aksesuarlarıyla öne çıkan Tayfun Mumcu şaşırtmaya devam ediyor. Salonunuza ya da misafir olarak gittiğiniz evlere ve ofislere akılda kalıcı bir parça kazandırmak istiyorsanız doğru adrese bakıyorsunuz, bir oh çekin.

XOXO The Mag


Yves Salomon

Kasım ayıyla beraber kendini gösterecek olan kara kışa ne kadar hazırsınız? Bir önceki seneden kalma savaş takımlarınıza güvenmiyorsanız Yves Solomon’a güvenebilirsiniz. Kürklü parka efsanesinin kurucularından Yves Solomon bu kış da sizi sıcak ve şık tutmaya söz veriyor.

Sprung Freres

Kürk konusunda hala safınızı belirlemediyseniz, tüylü tarafa geçmenin tam zamanı. 1892 yılında kurulan kürk klasiği Sprung Freres yıllara meydan okuyor. Eskilerin permalı saçlarını savurduğu, görkemli kürklerine sarıldığı resimlere hayran hayran bakmayın siz de bir tane alın. Sprung Freres, 2001 yılından itibaren izlediği modern rotayla hem kürk giyip hem de cool olmak isteyenleri gülümsetebilen nadir markalardan.

Mua Mua

El yapımı bebekler hiç bu kadar popüler olmamıştı. Mua Mua’nin Bali’den buraya gelen bebekleri Elvis Presley, Lady Gaga, Queen Elizabeth, Amy Winehouse ve Karl Lagerfeld gibi efsaneleri kucağınıza bırakıyor. Bu çılgın karakterlerle tanışma şansını kaçırmayın.

Aglio & Olio

Gömlekle sokağa çıkma modasının balını kaymağını yiyen envai çeşit gömlek kapış kapış gidiyor. Taze gömlekçilerden Aglio & Olio farklı seçenekleriyle her tarza hitap ediyor. Bir ay önce doğan markanın iddiası zamansızlık. Hiçbir zaman modası geçip demodeleşmeyecek gömlekler için doğru seçim olabilir. Tabii bu kadar çeşit içinden bir parçada karar kılabilirseniz.

aglioandolio.com

Midnight Express

Evden çıkmak için beş dakikanız varsa seçeneklerinizden biri her zaman Midnight Express etiketi taşıyabilir. Üstte kolay taşınabilir, sade ama tarz sahibi gömleklerle kendine İstanbul modasında önemli bir yer edinmiş olan marka erişilebilirliğiyle de takipçilerini gülümsetiyor. Giyiverin bir gömlek, gerisi iplik söküğü gibi gelecek.

173


Mehry Mu

Güneş Mutlu’nun çanta markası Mehry Mu, Fatma’nın eli ve göz desenleriyle popülerlik konusunda yılların klasiklerini geride bırakıyor. Bu çantalar hem ulaşılabilir hem de bir o kadar havalı. Mehry Mu çantaların en minik ve en sevimlisi Melo bag’lere ise bu sezon yeni renkler eklendi; özellikle süet versiyonu çok şık. Hiç yadırganmadan aramıza katılıp vazgeçilmezimiz olacağına inanıyoruz.

Katerina Loannidis

Bohem olmanın tek yolu bandanalardan geçmiyor elbette. Yunan folk sanatından ilham alan Katerina Ionnidis’in yeni koleksiyonunun adı “burjuva bohemler”. Bu koleksiyon size bohem bir şıklık katacak. Takılarınızı takıp Galata veya Şişhane sokaklarında hava atabilirsiniz. Ama o zaman da biz size sırtımızı döneriz, bohem olayım derken sıkıcı olmayın.

John Derian

Şaşırmak ve hayran kalmak. Yolunu gözlediğimiz bu hisleri uzun bir aradan sonra John Derian’in atölyesinden çıkma koleksiyona karşı beslemekteyiz. İnce cümleler, hayvan çizimleri ve çiçekler ile süslenmiş tabakları, küçük aynaları, kağıt ağırlıklarını ve bardak altlıklarını mutlaka yakından görmelisiniz. Sık sık hediye alma ihtiyacı ile dükkan dükkan dolaşıp yeterince renkli karakterli ve kişisel olabilecek bir şeyler bulamamaktan şikayet ediyorsanız bu tasarımlar derdinize derman olacak.

Reiko Jeans

İddialı vücut hatlarınızı ortaya çıkaran jean’lerin skinny diye geçiştirilip tekdüze olmasından sıkıldınız mı? Artık lacivert ve siyah tonlarına mahkum değilsiniz! Fransız jean markası Reiko sıradışı renk ve desenlerden oluşan koleksiyonuyla size kendinizi ve tarzınızı göstermenin kısa yolunu sunuyor. Hem de, üzerine ne giydiğinizin bir önemi kalmayacak seçeneklerle.

Equipment

İpek gömlek istiyoruz. Ama herhangi bir ipek gömlek değil… 80’lere ve 90’lara damgasını vurmuş, sade-şık, maskülen siluetli, Equipment ipek gömleklerden istiyoruz. 1975 senesinde kurduğu markasıyla kadın giyimini erkek gömlekleriyle tanıştıran Christian Restoin’in 2001’de kapattığı tezgâhını 2010 ilkbaharında Serge Azria tekrar açtı. İyi ki de açtı, değil mi?

XOXO The Mag


Theory

Minimalizmi modaya Theory’den daha iyi yansıtan bir marka var mıdır bilinmez. İsmiyle başa baş bilimsel bir teori misali keskin hatlara sahip olan marka, bu kış da çizgisini koruyor. Theory, gündelik hayatta sade parçaları tercih edenlerin vazgeçilmezi olduğu kadar ofise şık gitmek isteyenlerin de anahtarı. Oralet alır mıydınız?

Misela

Şişhane’de açtığı butiğiyle Meşrutiyet Caddesi’ne damgasını vuran marka, her geçeni vitrinine bir kez daha baktırıyor. Egzotik piton derilerinden kanvas kumaşlara kadar birçok malzemeyi harmanlayan Misela, bu sezon da çoğumuzun tercihi olacak. ‘Her yer için her çeşit çanta’ mottosunu yaratan markanın eklektik ve şık kombinasyonlarına göz atmayı unutmayın.

dANKE.

Yamulmuş suratlar ne kadar ilginizi çeker? Hadi çekti diyelim, bu suratları göğsünüzü gere gere taşımak ne kadar ilginizi çeker? Bizimkini epey çekti ki bu satırları yazıyoruz. Piccaso’nun kübist suratlarını alın, biraz halini hatrını düzeltip tanıdıklaştırın. Bir de makyaj yapıp beyaz zemine bastınız mı siz de artık bir dANKE’cisiniz. Bir kere giydiniz mi hırka, kazak, ceket ne varsa evde bırakıp bütün gün dANKE’lerinizi sergilemek isteyeceksiniz. (Tamam, biraz abartmış olabiliriz.) Şimdiden kolay gelsin!

Vanessa Bruno

Zarif ve şık olmak her yiğidin harcı değildir. Hele de Vanessa Bruno koleksiyonlarından birkaç parça imdadınıza yetişmiyorsa, aynanın karşısında saatlerinizi harcayabilirsiniz. Ama dert etmeyin; eski model Bruno, tecrübelerini ve tarzını iki farklı koleksiyonla ayağınıza getiriyor. Dolabınıza natürel renkler katmak için Bruno’dan vazgeçmeyin.

Deer Dana

Siz onları, daha XOXO The Mag’in ilk aylarında yaptığımız röportajla yakından tanımıştınız. Sade tişörtler üzerine yaptıkları eğlenceli çizimlerle, Deer Dana sokak modasına yeni bir soluk kattı. O günden bugüne, Sade’den Bill Cunnigham’a kadar tarihin taşkın karakterlerini bu tişörtler sayesinde üzerinizde taşıyabiliyorsunuz. Steve Jobs’u özlediyseniz üzülmeyin, koleksiyonda onu bile bulabilirsiniz.

175


MUSIC

LPs

Angel Olsen Half way Home Bathetic Half Way Home’dan bahsetmeden evvel, biraz Angel Olsen’ın yakın geçmişine değinmekte fayda var. Missouri doğumlu Olsen, folkun ustalarından Bonnie ‘Prince’ Billy’nin yakın tarihli albümlerinin arkasındaki isimlerden biri. Bonnie ‘Prince’ Billy’nin Wolfroy Goes to Town albümünden ‘Time to Be Clear’ isimli şarkısındaki müthiş kadın vokalleri de yine Angel Olsen’a ait. Kısacası Olsen, yalnızca bir back vokalist olarak kalamayacak kadar yetenekli. Müziğini sevin ya da sevmeyin, Olsen’ın sesinin şekilden şekle girişine hayranlık duymamanıza pek de ihtimal vermiyorum. Gelelim Olsen’ın ilk albümü Half Way Home’a. Albüm o kadar kişisel ki, şarkıcının kafasındaki bütün düşünceler tüm açıklığıyla önünüze serilmiş sanki; kimi zaman karanlık, kimi zaman bir nebze de olsa umut dolu. Albümün en hüzünlü parçası ‘Lonely Universe’de, mutsuz aşkları bir kenara atıp, henüz çocuk yaştayken anne figürünü kaybedişini anlatıyor Olsen; “I was only a child, about to lose my child-like mind” diyerek içini döküyor. Ama neyse ki, Olsen’in ruhu sadece umutsuzlukla dolu olmadığı gibi, albüm de yalnızca yakınışlardan ibaret değil. Öyle ki, Olsen, “You won’t always be walking the same dead street. You can find your way home” diyerek su serpiyor içimize. Half Way Home, son zamanlarda çıkmış en iyi folk albümlerinden biri kanımca; aynı zamanda senenin belki de en güzel albümleri arasında. aslı arduman

Death Grips No Love Deep Web self-released 2011’deki mixtape’leri Exmilitary’nin şaşkınlığını üzerimizden atamamışken ilk stüdyo albümleri The Money Store’a maruz kalmıştık, ama Death Grips müziklerindeki agresyon ve hiperaktiviteyi yaratım süreçlerinde de yaşıyor olmalı ki sadece yedi ayın ardından şimdi de No Love Deep Web ile karşımızdalar. Epic gibi büyük bir şirket ile çalışmaya başlamalarının muhalif tavırlarına ters düştüğünü düşünenlere tokat gibi inecek bir albüm bu, çünkü Epic de onu bizimle aynı zamanda dinleyecek. Ekim sonu çıkmasını planladıkları albümün yayın tarihi Epic tarafından 2013’e atılınca, Death Grips de tepki olarak, ‘No Love Deep Web’i internetten bedava indirilebilecek şekilde dinleyicilerine sundu. The Money Store’dan daha çiğ ve Exmilitary’nin alabildiğine pürüzlü, gergin ve punk enerjili haline yakın duruyor albüm. ‘Lock Your Doors’ gibi aşırı yoğun anlar da eklenince, genel olarak en iyi albümleri olduğu iddiasında bulunabiliriz. Tavizsizlikleri, erekte olmuş bir penisin üzerinde albüm isminin yazdığı ve sansürlenen albüm kapağında da sürüyor. 2010’da isimlerini duyurmaya başladıklarından bu yana hip-hop aleminde fazlasıyla gürültü koparan ekip, vokallerde Stefan Burnetti, klavyede Andy Morin ve davulda Zach Hill’den oluşuyor. Epic’in albümü yayınlayıp yayınlamayacağını ve Death Grips’in müzik endüstrisi ile ilişkisine nasıl devam edeceğini göreceğiz ama dinleyici nezdinde kültleşmiş durumdalar. seda niğbolu

John Cale ShIFTY ADVENTURES IN NOOKIE WOOD Double Six Dinleyiciyi, “Geçmişle vedalaş ve geleceğe merhaba de” diyerek karşılayan 2011 tarihli John Cale EP’si ‘Extra Playful’, müzisyenin, 40. yılını dolduran Fear ve Paris 1919 gibi kayıtlarını bir yana bırakıp, kariyerinde de geleceğe yöneldiğinin sinyallerini veriyordu. Sırf bu nedenden ötürü bile, Shifty Adventures in Nookie Wood için Cale’in adeta müzik dünyasında yerini bulmaya çalışan genç bir müzisyen kadar heyecan duymasına şaşmamalı. Cale’in enerjisini, Danger Mouse ile birlikte yarattığı ‘I Wanna Talk 2 U’ dışındaki tüm parçaların prodüksiyonunu kendisinin üstlenmesinden de anlamak mümkün. Karanlık atmosferiyle David Lynch ve hatta Kanye West prodüksiyonlarına göz kırpan, altyapıca zengin, auto-tune, MPC gibi kimi müzisyenlerce eleştirilen teknolojilerin kullanıldığı bir albüm Shifty Adventures. Melodileri insanın zihnine kazıyan ve müzisyenin albümlerinde duymaya pek alışık olmadığımız dolgun beat’lerin sıkça yer alması ise Cale’in Erykah Badu gibi isimlere ve one-hit wonder rapper’lara olan düşkünlüğünden kaynaklanıyor. Haliyle yeni albüm, 70’lik Cale’in elinde gitarıyla LA stüdyosunda nostaljik jam session’lar düzenlediğini düşünenleri yanıltacak. Kazdıkça PJ Harvey’den Nine Inch Nails’e ve hatta Radiohead’e kadar izler bulmak mümkün bu albümde. Bu nedenle kapanış parçası ‘Sandman’a kulak verdiğinizde, dinlediğinizin bir John Cale albümü olduğunu anımsayıp epey şaşırabilirsiniz. vehbi görgülü

XOXO The Mag


Metope Black Beauty Areal Michael Schwanen, 2000’lerin başından beri gündemde olan önemli prodüktörlerden. Almanya’nın, özellikle de Köln ve Berlin sound’larının revaçta olduğu dönemlerde, Metope’un Basteroid ile beraber inşa ettiği Areal oldukça fiyakalı bir plak şirketiydi. Metope projesi kapsamında 2001’den beri birçok plak basan Schwanen, dönemin akışı itibariyle daha sert, zaman zaman Electro’ya göz kırpan techno/minimal parçalarıyla adından çok bahsettirdi. Benim Metope hayranlığım ise ‘Alphafrog’ parçasıyla başladı. O zamanlar basit öğeler kullanılarak oluşturulan agresif parçaları etkileyici buluyordum, itiraf etmeliyim ki şu an dinleyince biraz çiğ geldi. Köprünün altından akan suların taşları yontarak biçimlendirmesi misali, aradan geçen yıllar da Metope’un müziğinin köşelerini yumuşattı, daha derin ve huzurlu bir tınıya getirdi. Black Beauty, akustik seslerin hakim olduğu, cırcır böceklerini duyduğumuz bir sonbahar akşamıyla açılıyor. Ardından gelen parçalar boyunca da o karanlık hava devam ediyor. Bu melankolik çalışmalar yürek parçalamıyor belki ama, insanı dipsiz bir karamsarlığa doğru itelemeye çalışıyor, zira albüm boyunca bir kez olsun yüzümüz gülmüyor. Black Beauty’de K_Chico, Undo, Stiggsen ve Sid Le Rock ile ortak çalışmalar var, özellikle Sid Le Rock’la beraber ortaya konan ‘No Self Control’ dikkate değer. Özetle, Metope sonbahara yakışan, olgunluğuna yaraşır bir albüm kaydetmiş diyebiliriz. emre doğan

Miguel Kaleidoscope dream RCA Geçtiğimiz yıl, The Weeknd ve Frank Ocean’ın hayatımıza girmesiyle, R&B cephesinde birtakım değişiklikler olmaya başladı. Oldukça eklektik bir R&B akımının temelleri atıldı. İşin içine farklı müzik türleri de dahil olunca, normalde R&B’ye pek de meraklı olmayan bir kesim, The Weeknd konserlerinde en ön sıralardaki yerini aldı. Miguel de, R&B’yi biraz pop, biraz rock ve biraz da funk’la lezzetlendirerek, ikinci albümü Kaleidoscope Dream ile bu yeni akımın parçası olmaya hak kazanıyor. Şarkıcının sesi de takdire şayan; şahane bir falsettoya sahip, tam da gerektiği yerlerde kendini gösteriyor ve dinleyeni büyülüyor. Albümün açılış parçası ve ilk single’ı ‘Adorn’ bir aşk şarkısı ve ilk andan itibaren dinleyeni etkisi altına alıyor; tabii Miguel’in vokallerinin de bunda etkisi büyük. ‘Adorn’ ile albümden beklentiler de yükseliyor. Neyse ki hayal kırıklığı söz konusu değil. İkinci parça ‘Don’t Look Back’in sonlarına doğru hoş bir sürprizle karşılaşıyoruz; kulağımıza çalınan Zombies’in ‘Time of the Season’ından bir sample. Albümle aynı adı taşıyan ‘Kaleidoscope Dream’ ise funk ritimleri, elektro gitar ve yaylılarla albümdeki çeşitliliği bir kez daha doğruluyor. ‘Where’s the Fun in Forever’da ise Miguel’e Alicia Keys eşlik ediyor, fakat pek de öne çıkmadan yapıyor bunu. ‘The Thrill’ ve ‘Arch & Point’ albümün belki de en güzel parçaları. Kaleidoscope Dream su gibi akıp gidiyor; pürüzsüzce ve hiçbir zorlama olmaksızın. aslı arduman

Muse The 2nd Law EMI 10 yıl önce, herhangi bir düşüncenin körü körüne fanatiği olmaya karşı bir kimlik edinemememin tek sebebi olmuş Muse’u yeren bir yazı yazmak oldukça zor, fakat kulaklara yalan söylemek de pek kolay değil. Albümün ilk single’ı ‘The 2nd Law: Unsustainable’ dubstep iskeleti ile hayranlarını ikiye bölmüştü. ‘Yeni’yi denemenin cesaretine olan saygımdan dolayı, bu durum benim için pek de negatif durmuyordu. Daha sonra Londra Olimpiyatları’nın resmi şarkısı olan ‘Survival’ malumunuz. Tema olarak sporcunun karakteri ve süper kahraman olgusu gibi malzemeler göz önünde bulundurulduğunda parça, alıştığımız Muse’dan farklı olsa da, yine de başarısız sayılmaz. Fakat tüm albümde bu süper kahraman hikayesi, Matthew Bellamy’nin bundan önceki iki albümünde de baskın fakat kulağa hoş gelen takıntısı space rock, pop ve tüm bunların yanında pek masum kalan dubstep tınıları ile çok özensiz işlenmiş. Dilim varmıyor ama ‘Madness’ George Michael, ‘Panic Station’ RHCP, ‘Animals’ Radiohead imitasyonları gibi duruyorlar. ‘Supremacy’ çok iyi bir parça olabilecekken, gişeye oynayan hikayesi ucuz bir aksiyon film müziğine dönüşünce, Bellamy’nin falsettoları da kreşendoları da boşa gitmiş. Maalesef “Muse dubstep mi yapmış ya?” diye irkildiğimiz ‘Unsustainable’ bu albümün en iyisi. Benim dinlenmekten harap olmuş, kapağı kırık Origin of Symmetry albümüm neredeydi acaba? arda tümer

177


MUSIC

LPs

A.C. Newman Shut Down The Streets Matador 2000’lerde bir yandan The New Pornographers ile turlayan, diğer yandan A.C. Newman adıyla kendi solo kariyerine start veren Carl Newman, üçüncü solo albümüyle 70’lerin psych-pop’una göz kırpan, heyecanı ve huzuru bir arada yaşatan bir sonbahar albümüne imza atıyor. The New Pornographers’ın güçlü power pop prodüksiyonlarına inat, annesinin kaybından oğlunun doğumuna değin hissettiği tüm duyguları naif bir sound eşliğinde yansıtıyor müziğine Newman. Bu yüzden ‘Use It’ ile ‘I’m Not Talking’in sözlerinin aynı kalemden çıktığına inanmakta zorlanıyor insan ister istemez. Albümdeki tüm şarkılara geri vokalde eşlik eden Neko Case ise ortalarda görünmediği son yılların özlemini dindiriyor. Halet-i ruhiyesi dingin, ‘Do Your Own Time’ gibi tempoyu yükselten, back-vokalleri ve cesur performansları da bünyesinde barındıran başarılı bir indie-rock denemesi Shut Down The Streets. Newman’ın solo sound’u kimi eleştirmenlerce old-school bulunup, albümleri ‘en güzel babalar günü hediyesi’ olarak lanse edilmeye çalışılsa da, ben bu yakıştırmadan, babalarımızdan hala öğreneceğimiz çok şeyin olduğunu anlıyorum. vehbi görgülü

Mayer Hawthorne How Do You Do Remixes Stones Throw Andrew Mayer Cohen, Michigan doğumlu bir ses mühendisiyken 2006’da Los Angeles’a taşınır ve bağımsız plak şirketi Stones Throw Records’ta işe girer. Makara yapmak için kaydettiği parçaları büyük patron Peanut Butter Wolf duyunca, yetenekli ama çekingen sanatçıyı bizlerle buluşturur. Şarkıcı, besteci, DJ, prodüktör, aranjör, rapçi, multi-enstrümantalist gibi sıfatları tek bünyede barındıran Hawthorne, 2008’den bu yana çok sayıda EP ve üç tane de albüm yayımlar. Esprili duruşu ve networking becerileri sayesinde önce Beyond Race Magazine’e kapak olur, ardından Kanye West & Spike Jonze ortak yapımı kısa filmde parçaları duyulduktan sonra artık önü açılmıştır. Şöhret her zaman tok gözlülük getirmez; ancak Mayer, Soundcloud sayfasından indirilebilir iki ‘albümümsü’ yayınlamakta bir beis görmez. İlki, içinde nefis de bir Chromeo cover’ı bulunan Impressions (The Covers), ikincisi ise 2011’de yayınlanan How Do You Do albümünün remix versiyonu. Genel renk itibarıyla indie-disco’nun hafif tonları üzerinde neşeyle gezinen How Do You Do Remixes’a kulak kabartmaya değer kesinlikle. emre doğan

Flying Lotus Until The Quiet Comes Warp Records Paris Hilton, Lindsay Lohan ve Kim Kardashian’a karşı, Los Angeles’ın yıkılmayan kalesi Brainfeeder’ın elebaşı Flying Lotus’a şehrin anahtarını verseler yeridir. Son 5 yılda, ritim yapı-inşa ustalığında ilerleyen Flying Lotus’un son albümü Until The Quiet Comes, bizleri 47 dakikalık bir hülya serisine sokuyor. 18 parça arasından çıkarabileceğiniz tek bir parça yok ve sound’lar arasındaki geçişlerin organikliğine kelimeler yetmiyor. Albüm ‘Until the Colors Came’, ‘All In’, ‘Heave(n)’ gibi downtempo jazz bir ruh hali ile başlayıp ‘All the Secrets’, ‘Sultan’s Request’, ‘Putty Boy Strut’ ile daha Nosaj Thing tarzı bir elektronik müzik ve 90’ların trip-hop kıvamına geliyor. Genel anlamda doğu müziği tandanslı jazz etkisi ise muhtemelen Flying Lotus’un genlerine, halası Alice Coltrane’e kadar uzanır. Albümün misafir sanatçıları olan Erykah Badu, Thundercat, Thom Yorke, Niki Randa, Laura Darlington bizi oturduğumuz yerden alıp nice atmosferleri arşınlayarak yıldızların üstüne oturmuş düşüncelere gark ediyor. ‘Hunger’, ‘Phantasm’, ‘Me Yesterday//Corded’ bu hissiyatın en güzel kanıtları. Tartışmasız yılın en iyilerinden. arda tümer

eLan presents Best of monkeytown records 2012 Monkeytown eLan, Monkeytown’ın 2012 yılında çıkardığı kayıtlardan yaptığı seçkide, dans pistleriyle zihin oyunları arasındaki ara bölgeyi çok iyi yakalıyor. Yılın en eklektik ve ufuk açıcı elektronik müzik albümlerinden Parastrophics’den de bir parçanın yer aldığı toplamanın en heyecan verici yanıysa, yakında çıkacak olan yeni Mouse on Mars kaydından iki parçaya daha yer vermesi. eLan’ın henüz yayınlanmamış ve skitty ritimleriyle Night Slugs kayıtlarını andıran parçası ‘Piecat Patty’ de albümün diğer sürprizi. Toplamanın geri kalanında da tempo çok fazla yükselmeden sağlam bir kulüp gecesinin ısınma turları kıvamında devam ediyor. Lazer Sword’un ‘Toldyall’ ve ‘Better From You’su derin baslarıyla, Bambounou’nun ‘Pixel’i parlak synth’leriyle, Phon.o’nun ‘Fukushima’sı house etkisiyle öne çıkıyor. Siriusmo’nun ‘Doctor Beak’i ise çizgi filmvari bir melodiyi dans edilir bir techno/electro ile birleştiriyor. eLan’ın 10 parçalık seçkisi dinleyicilerini sadece Monkeytown kataloğuyla tanıştırmakla kalmıyor, elektronik müziğin son iki-üç senedeki eğilimlerine de sıkı bir örnek teşkil ediyor. seda niğbolu

XOXO The Mag


EPs

Dominik Eulberg Ein Stückchen Urstoff Traum Traum’un en büyük silahlarından biri olan Eulberg, 2003’ten bu yana iddialı, vurucu, kah pastoral, kah klostrofobik çalışmalar yaptı. Müzisyenin bu güçlü duran, popülerlik kaygısı gütmeden ünlenen, umursamaz tavrı, belki biraz da Villalobos ve Luciano’ya benziyor. Bir yandan onlarca plak basan, LP’ler ve mix albümler yayınlayan bu çalışkan DJ, öbür yandan çılgınca bir tempoyla dünyanın dört köşesinde büyük kulüpleri geziyor. Nitekim en son geçen Mart ayında İstanbul’a da yolu düşmüştü. Yeni çalışması ‘Ein Stückchen Urstoff’, adı gibi iddialı bir çalışma. Parçalarda Eulberg’in karakteristik sound’unun bir katman altından buram buram Traum tadı geliyor; bu anlamda Extrawelt’in kulakları çınlıyor olabilir. Önceki albümü Diorama’yı hazırlarken takındığı tavır baki, yalnız biraz daha hedonistik ve hülyalı bir his hakim, bir de bunların kolay sindirilebilmesi için arada kendini gösteren ince bir nüktedanlık. İlk parçada Nathan Fake’in tarzını andıran uzun ve karmaşık pad’ler, ikincisinde glitch etkisiyle kuvvetlendirilen güçlü öğeler, sonuncusunda ise çok daha içsel bir kompozisyon görüyoruz. emre doğan

Patrick Wolf ARCHIVE EP 1 Mercury Records Patrick Wolf, müzikal kariyerinin tozlu sayfalarını karıştırıp, arşivini bulup çıkarmış olarak karşımızda. Müzisyenin daha önce yayınlanmış ve yayınlanmamış toplamda beş adet şarkısını barındıran EP, gerçekten de bir arşiv niteliğinde. 1999’dan kalma bir demo kaydından, 2007 yılındaki bir canlı kayda kadar geniş bir yelpazeye sahip EP sayesinde, Wolf’un müzikal kariyerinde hızlandırılmış bir keşfe çıkıyoruz. Wolf’un altıncı stüdyo albümü Sundark and Riverlight öncesi iştah açıcı menüsünden soframıza yerleşen Archive, ana yemeklerden ‘Pigeon Song’ ve ‘Armistice’in de tadına bakmamıza imkan tanıyor. Bu iki şarkıyı dinledikten sonra, Wolf’un kendi yarattığı ‘romantik folk’ türünü iyiden iyiye literatüre yerleştirdiğini söyleyebiliriz. 1999 tarihli demo kaydı Walpurgisnacht ise, Wolf’un vokal yeteneklerini ne kadar geliştirdiğini kanıtlıyor. 16 yaşındaki Patrick Wolf’la tanışmak ya da Sundark and Riverlight’ın olgunlaşma sürecine tanık olmak istiyorsanız, bu EP’yi ‘arşiv’inize katmalısınız. merve evirgen

Jake Bugg taste it Universal Music Jake Bugg’a Miles Kane’in kayıp çocuğu diyenler de var, Liam Gallagher’ın gençliğine benzetenler de… Ama bana sorarsanız ses tonunun benzerliğinden ziyade, büyük gelecek vadeden bir genç müzisyenin daha ortaya çıkması çok daha önemli. Jake Bugg’ın güçlü sesini ve tam anlamıyla İngiliz pop’u diyebileceğimiz şarkılarını ilk duyduğum an aklıma direkt şu geldi: Jake Bugg, rock’n roll ve blues etkileşimli şarkıları, övgüyü hak eden vokal yetenekleri ve yanından ayırmadığı gitarıyla ciddi anlamda bir ‘next big thing’ örneğidir. ‘Taste It’ adlı EP’sinde bulunan dört şarkıdan özellikle albüme ismini veren 60’lar etkileşimli ‘Green Man’ ve ‘Taste It’, genç yeteneğin vokallerini konuşturduğu ve bir hayli akılda kalıcı parçalar. Dört şarkıdan oluşan EP hemen bitmesine rağmen, ellerinizi tekrar oynat tuşundan da çektirmiyor! Albümünü dört gözle beklediğim Noel Gallagher’ın bile (!) kendini hayranı olarak ilan ettiği ve bununla da kalmayıp grubu Noel Gallagher’s High Flying Birds ile çıktığı Avrupa ve Amerika turnesine de dahil ettiği Jake Bugg’ı sıkı bir şekilde takip etmeye devam edin! onur yazıcı

Yannis Pk Makes No Sense Sintope Digital Komşuda su, elektrik, akbil, halk ekmek dahil birçok temel ihtiyaçta ciddi bir kriz var ama deep house kısmında bu krizin esamesi bile okunmuyor. Yunanistanlı Yannis Pk, dördüncü EP’si ‘Makes No Sense’i, Romanya’nın ünlü deep house’çuları NTFO’nun plak şirketi olan Sintope’den yayımladı. Üç şarkıdan oluşan ve Türkçe meali “Manası Yoktur” olan EP’de yer alan şarkılardan bir tanesi ‘Close To You’. Yannis’in “güzel” karanlık yüzüne, vurucu bas’lar ve derin vokaller eşlik ediyor. ‘Drive Me Crazy’ ile ise Mustafa Sandal’ın ‘Araba’ şarkısıyla kapışırken, ilk şarkıya göre daha melodik bir hava ile bunu kolaylıkla gerçekleştiriyor. Solomun, The Mekanism, Amine Edge, Kolombo, Karmon, HNQO, Tim Green ve Adriatique gibi house tanrılarının mixtape’lerinde sıklıkla yer verdikleri ‘Sense’ şarkısının ise bu EP’nin en seksi bombası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, çünkü bu şarkıda kadın vokallere yer veriliyor. Eğer ki deep house’a birazcık ilginiz varsa, komşunun EP’sine kulak verebilirsiniz. Hem ne demişler komşuna iyi davran, senin de başına iyi şeyler gelsin. onur büber

179


GAMES

hazırlayan emre doğan

At da Var Robot da Call of Duty, mevcut FPS’ler arasında en popüler olan ve muhtemelen en çok satan oyun serisi. Toplam 10 geliştirici şirket ve 3 koldan ilerleyen karmaşık yapısıyla da muhtemelen Activision’ın en kazançlı işlerinden birisi. İlk üç oyun ikinci dünya savaşı temasını, Modern Warfare serisi ise adı üstünde güncel savaş atmosferini konu alıyordu. Bunların paralelinde ise World At War ve Black Ops oyunları piyasaya sürülmüştü. İtiraf etmek gerekir ki, tüm oyunlar çok iyiydi. Black Ops’un karanlık hikayesi kadar, multiplayer’ı da en az diğer oyunlar kadar sürükleyiciydi. Black Ops II’nin hikayesi oldukça ilginç ve daha önce hiç bir CoD’de denenmemiş bir şeyi deniyor. Oyunun iki ana hikayesi bulunuyor: Biri önceki oyundan tanıdığımız Alex Mason’ın 1970’lerde soğuk savaş döneminde yaşadığı maceraları konu alıyor. Orta

Şef Geri Dönüyor

Amerika (Kosta Rika, El Salvador civarları), Sovyet işgalindeki Afganistan ve 1974’de Lizbon’da gerçekleşen darbe ardından yaşanan bağımsızlık mücadelesi dönemindeki Angola’da çeşitli görevlere gidiyoruz. Öte yanda ikinci hikaye ise, 2025’de bir hacker saldırısı sonucunda Çin borsasının çökertilmesi, buna gıcık olan Çin hükümetinin ‘nadir elementlerin’ ihracatını durdurması ve bunun neticesinde Çin-ABD arasında yaşanan soğuk savaş ekseninde gelişiyor. İlk kez bilimkurgu öğeleri içeren CoD oyunu ölme özelliği taşıyan Black Ops II’de savaş robotları, insansız taşıtlar ve fütüristik silahlar göreceğiz. Aynı zamanda Afganistan çöllerinde at sırtında çatışmaya gireceğiz. Tarihsel ve teknolojik öğeler geniş bir yelpazeyle, oldukça iyi grafikler ve sıkı bir kurguyla vücut bulacak. Takipçilerinin kaçırmayacağı, karlı ve başarılı bir oyun olacak gibi duruyor.

CALL OF DUTY : BLACK OPS II [PS3, Xbox 360, PC, Wii U]

First Person Shooter (FPS) türü, çoğu sanatsal/kültürel oluşum gibi kendi iç dinamikleri olan bir alem. Mesela müzik dünyasının Ambient’çıları, motor dünyasının KTM’cileri olduğu gibi, FPS dünyasının da Halo’cuları var. Tüm bu topluluklar genel kanı itibariyle esbab-ı mucizesi bilinmeyen, görece elitist ve kapalı topluluklar. Herkes Call of Duty, Crysis, Far Cry, Half Life ve Battlefield’i bilebilir, ama Halo, ABD dışındaki oyuncuların birçoğu için kapalı bir kutu. 2001’in sonlarında başlayan Halo çılgınlığı, temel bir üçleme ve dört spin-off’la günümüze kadar geldi. Siz bu yazıyı okurken çıktıçıkacak olan Halo 4 ise aslında ikinci üçlemenin ilk oyunu. Dağıtımcı Microsoft, geliştirme konusunda ilk üçlemeyi Bungie firmasına emanet etmişti. Sonuç kötü olduğundan değil, yeni kan olsun diye de değil, şahsi kanaatim Microsoft sadece mali endişelerden ötürü ikinci üçlemenin geliştirilmesi için HALO 4 [Xbox 360]

XOXO The Mag

kendi alt oluşumu olan 343 Industries’i seçti. Yeni oyunda, Halo 3’ün sonunda uzayda kaybolan kahramanımız Master Chief ve yareni Cortana geri dönüyor. Bu arada Cortana, ilk ortaya çıktığı 2001’den bu yana her oyunda daha da erotikleşen bir kardeşimiz. Halo 4’te kendisini saçları daha küt ve göğüsleri daha iri ve gelişen yapay zekası sayesinde daha histerik bir biçimde görüyor olacağız. Mistik ve esrarengiz bir Forerunner gezegeninde geçecek olan oyun, öncekilerin aksine sır perdeleri, esrarengiz olaylar ve keşifler üçgeninde seyredecek. Önceki oyunlarda merakımızı kabartan sorular, Forerunner/ Covenant/UNSC’lere dair tarihsel gerçekler hakkında da yeni bilgiler edineceğiz. Görüntüleri, müzikleri, oyuncu kadrosu ve pazarlama stratejileriyle tam anlamıyla dev bir prodüksiyon olan Halo 4’ü yine en çok ABD’liler ve diğer XBox sahipleri oynayacak.


Cebinizdeki Korku Sony, Playstation 4 ile ilgili planlarını şimdilik gizli ya da askıda tutuyor, ancak geçen sene Vita atılımını yapmıştı. Bunda biraz da XBox’ın da yeni sürüm konusunda aynı sessizliğinin payı var. Öte yanda Nintendo ise Wii U ile konsol gibi, handheld gibi bir cihazla yarışa geriden ama kararlı bir şekilde devam ediyor. Playstation Vita, daha bir yaşını doldurmamış görece yeni bir oyuncak. 1 Eylül itibariyle Vita için piyasaya sürülmüş 65 kadar oyun var. Bu sayıda değindiğimiz Call of Duty Black Ops II’nin Vita sürümü Black Ops Declassified’ı da unutmayalım. Silent Hill, 1999’dan beri sayısız oyunla ciddi bir hayran kitlesi oluşturmuş bir seri. Oyunların büyük çoğunluğu iri konsollar ve PC için, Origins ve Shattered Memories ise PS Portable (Vita’dan önceki handheld) için yayımlanmıştı. Book of Memories ile Silent Hill serisinin ‘her yerde oynanabilecek bir korku oyunu’

Herkes Ajan Olmak İster

olma sevdasında ısrarcı olduğunu söyleyebiliriz.

Ajan 47’nin maceraları başlayalı 12 sene oluyor. O zamanki oyun çeşitliliği bu kadar yaygın olmadığından ve bunun yanında, hiç yoktan özgün ve karizmatik bir katilin hayatımıza giriyor oluşundan duyduğumuz heyecanla çokça oynadığımız bir oyun oldu. Danimarka’dan çıkan Hitman Codename 47, kısa sürede klasik haline geldi. Ancak serinin devamı, Silent Assassin, Contracts ve Blood Money, giderek arası açılarak piyasaya sürüldü ve giderek popülerliğini yitirdi. 2007’de bir film çekildi ama adını anmaya bile değmez. Aradaki 6 senede Kane & Lynch serisini geliştiren IO Interactive, Kasım ayında Hitman’le çarpıcı bir dönüş yapmaya karar verdi.

Book of Memories’in belki de en ilginç özelliği, Vita’nın dokunmatik ekranından bolca yararlanması olabilir. Oyunun hikayesi ilginç, akla epik anime Death Note’u getiriyor ister istemez: Bir gün bir kitap buluverirsiniz, bu kitapta şu ana kadarki yaşamınıza dair her şey -tüm anılarınız da dahil olmak üzere- yazıyor. Sonra kitapta yazanları değiştirdiğinizde, geçmişi de değiştirebildiğinizi fark ediyorsunuz. Gece olduğundaysa bazı kabuslar aleminde bir alay mahlukat ve ecinniyle mücadele ediyorsunuz. Epey zor bir hayat. Ayrıca oyunun multiplayer desteği sayesinde, bu maceralara 4 kafadar birlikte de girebilirsiniz. Karşılaşacağımız canavarları ve nesneleri klasiklerden seçerek eski oyunlara nazire etmişler. Metrobüsü bilmem ama, vapurda oynamak için Silent Hill: Book of Memories iyi bir tercih olabilir.

Absolution, hikaye olarak Blood Money’nin kaldığı yerden devam edecek. Bu ne kadar iyi bir karar emin değilim. Vasat bir oyunun kısır hikayesini devam ettirmek yerine, yepyeni bir macera kurgulamak belki de

daha sağlıklı olabilirmiş. Geçen oyundan tanıdığımız Diana, yeni tanışacağımız Victoria ve fragmanlardan gördüğümüz, rahibe kılığındaki altın kızlar ‘Saints’ (Azizler) ilk göze çarpan dişi erotik unsurlar. Bu tip oyunları genelde 15-35 yaş arası erkekler oynuyor fakat bu kadar memeye ihtiyaç var mı emin değilim. Memelerden kalan boşluklar da kan ve kas ile dolduruluyor genelde. Yine de Hitman Absolution’ın hakkını yemeyelim; saydıklarımı çok daha ucuzca ve kalitesizce yapan oyunların yanında masum kalıyor. Oyunun bir güzelliği, illa sessiz sedasız olma zorunluluğu bulunmuyor. Makineli tüfeği çekip kendinizi ortaya atasınız geldiyse, buyurun hodri meydan diyor. Kılık değiştirmeler, ceset taşımalar, çelik telle adam boğma sahneleri yine gırla. Umarım demoları süper gözüken ama oynarken tat vermeyen oyunlardan olmaz.

HITMAN : Absolution [Ps3, Xbox 360, PC]

SILENT HILL : BOOK OF MEMORIES [PS Vita]

181


SET UP

VASO VASİKO

From Ink to Tattoo Beyoğlu’nda geniş bir kapıdan içeriye giriyorsunuz. Önünüzde ferah bir salon uzanıyor, kırmızı koltuklarındayken ebediyen vücudunuzda taşıyacağınız tasarımı beğenip, biraz ileride kendinizi Vaso’nun çizim anlayışına teslim edeceksiniz. İğnenin vızıldayan sesine ilerliyorsunuz ve... Neyse, tüm bunlar gerçekleşmeden önce, en iyisi mi siz, on üç yıldır sanatını icra eden Vaso’nun materyallerine yan tarafta göz atın. Ve sonunda, her zaman olduğu gibi, kararlarınıza güvenin. fotoğraflar yalım kartal

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. Akrilik boya 2. Yapılacak dövmenin transferi 3. Boya paleti 4. Boya potası 5. Renkli çizim kalemi çantası 6. Dövme kontur boyası 7. Dövme makineleri 8. Traş makinesi 9. Dövme tasarımı 10. Anti-bakteriyel su spreyi 11. Dövme boyası 12. Transfer kağıdı 13. Kalemtıraş 14. Tek kullanımlık steril uç (doldurmak için) 15. Tek kullanımlık steril uç (çizgi çekmek için) 16. Adaptör için pedal 17. Adaptör 18. Stencil Staff (transfer çıkarmak için sıvı) 19. Dark gölge boyası 20. Alyan anahtar seti 21. Dövme iğnesi (kontur için) 22. Vazelin 23. Gözlük 24. Freehand çizgi kalemi 25. Eldiven 26. Makas 27. Çizgi için steril tek kullanımlık grip 28. Gölge ve dolum için steril tek kullanımlık grip 29. Dövme boyaları 30. Dövme makinesi koleksiyonu. 183


NEW PLACES ADDED...

360 49 21 8 Istanbul ADA MÜZİK AL JAMAL All Sports Ara Cafe ARTLIMITS ARZU KAPROL AŞŞk Cafe BABYLON BABYLON NUBLU Backhaus BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON Bebek Kahvesİ BEBEK KORU KAHVESİ BEYMEN BLOOM BuIldIng BUKA BRUNOS CAFFÈ NERO GALERİ ZİLBERMAN CasIta Cezayİr CORVUS Cuba Cuppa ÇOKÇOK DAI PERA Da MarIo DelIcatessen DELIRIUM Derİn DIZZIA Dükkan Burger ECE AKSOY ELİPSİS ESMOD FLAVIO GALATTA BRASSERIA Galerİst GARAJİSTANBUL GATE TATOO Ghetto GÜNSELİ TÜRKAY Gezİ Pastanesİ Gölge Cafe GRAM Groove HabItat HAPPILY EVER AFTER Harvard Cafe HATİCE GÖKÇE HelvetIa HIllsIde CIty Club Etİler HIllsIde CIty Club İstİnye HOME ROOM THE House Apart THE House Cafe THE House Hotel Istanbul CullInary INSTITUTE İSTANBUL MODA AKADEMİSİ JUKEBOX JOURNEY KAF:F KAKTÜS Kantİn Kİkİ Kırıntı KÖŞE BRASSERIE Kulp Lastİk Pabuç LaUndromat Lazy BoutIque LE PAIN QUOTIDIEN Leb-İ Derya LEBLON LİLİ PUD Lokal Lucca LULU’S Lush Hotel Mahalle MangerIe MANO BURGER MASA Mavra MESTA Meyra MEZZALUNA MIDNIGHT EXPRESS MIdpoInt MİNYON MIss PIzza Momo MONO CAFE BRASSERIE Münferİt NAR PERA NON GALERİ OFF PERA Otto Sofyalı Otto TÜnel OUTLET Pandora Kİtapevİ ParIsTexas Patİka Kİtabevİ PI ARTWORKS PIcante PİLOT PIola PLIEÉ PoInt Hotel Porte QUE TAL Rafİnerİ REASURANS GALERİ ROBINSON CRUSOE ROOK Salomanje SALT BISTRO SİMAY BÜLBÜL Simurg Kİtapevİ Smyrna Soda Sosa Sugar Susam SushIco SUSHI EXPRESS Şİmdİ/Now Tabe Kıyamet Tamİrane TAPS Touchdown TRIBECA Ugly ULUS29 Urban Vogue W-HOTEL WhIte MIll WITT SUITES ISTANBUL YILDIRIM ÖZDEMİR Zanzİbar Zazie Zencefİl GATE ANJEL LOMOGRAPHY GALLERY STORE ISTANBUL TAKKUNYA

On top ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag



coco-noir.chanel.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.