028 FASHIONMUSICARTDESIGN
ARALIK 2012/Ocak 2013 ÜCRETSİZDİR
Okan Bayülgen (130)
lale müldür (28) SERGE LUTENS (34) EMİN ALPER (48) ANGEL HAZE (72) GÜNDÜZ VASSAf (94) LION QUEEN III (114) BEST OF 2012 (162/176)
www.chanel.com
lastikpabuc.com/xoxo
cover guest okan bayülgen photographer emre doğru
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Sedef Kırdök, Aslin Kumdagezer İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Irmak Nur Sunal Fotoğraf Editörleri Sezer Arıcı, Emir Sarısaç Katkıda Bulunanlar Emrah Altınok, Merve Arkunlar, Yiğit Atılgan, Roxane Ayral, Mahizer Aytaş, Uğur Babürhan, Elif Cemal, Ece Candan, Sarp Dakni, Hakan Dedeoğlu, Emre Doğan, Can Duna, Güneş Engin, Şenol Erdoğan, Can Erker, Gülüm Erzincan, Merve Evirgen, Bahar Kongel Fransez, Aslı Gezer, Hatice Gökçe, Vehbi Görgülü, Aylin Güngör, Gülşah Güray, Metin Gürsoy, Abdullah İnal, Harun İzer, Özgür İnceoğulları, Ayşecan İpek, Jennifer İpekel, Zülal Kalkandelen, Yalım Kartal, Selen Kırtıl, Maxim Lutkin, Müjde Metin, Seda Niğbolu, Beren Özel, Koray Caner Öztürk, Ceren Palaz, Emir Sarısaç, Dinçer Şirin, Arda Tümer, Ali Tünay, Müge Tüzel, Erman Ata Uncu, Emre Ünal, Bengi Ünsal, Onur Yazıcı Reklam 123@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9
XOXO The Mag
CONTENTS
MUSIC 44... Bat For Lashes Dramatik Sadelik
COVER
MORE
130…Okan Bayülgen
INTERVIEW 28... Lale Müldür Yağmur Kızı Böyle Diyor röportaj serap gecü
FASHION 14... Medya ve Moda
34... Serge Lutens Sanatın Esansını Çıkarmak röportaj ayşecan ipek
Moda ve Medya yazı hatice gökçe
16... VK LILLIE
48... Emin Alper Sinemanın Denenmemiş Alanları röportaj ermen ata uncu
Modern Şifacılar yazı aslin kumdagezer
42… Sükuneti Arayan Melankolik
54... Hikayem Paramparça Afili bir Sanat Performansı röportaj metin gürsoy
Damir Doma yazı ece candan
114... Lion Queen III
58... Ferhan İstanbullu Dergicilik Aşkına röportaj bahar kongel fransez
photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş
145... Les Temps du Moyen-Age
78... Mike Pearce Konforun İnsan Hali röportaj cihan şerbetcioğlu
40... Yine Yeni Yeniden Zamanı Koklamak yazı aslı arduman
46... Obama Marka DNA'sı yazı özgür inceoğulları
62...Beat It!
yazı seda niğbolu
72... Angel Haze Seksi Olmanın Hafifliği röportaj gazali görüryılmaz
86... Paul Banks İkinci Bir Şans Vermek yazı beren özel
162... Best Albums of 2012
Eksik Alışveriş yazı şenol erdoğan
88... Kraliçenin Çığlığı Şimdi Kulaklarınızı Kapatın! yazı sarp dakni
92... Vans Warped Tour Home Sweet Home yazı maxim lutkin
126... 2012 Bottled and Packed hazırlayan ceren palaz
ART & DESIGN 22... Sant Francesc
photographer irina ionesco
82... Didem Şenol
İkinci Bahar
realisation catherine baba
Yerel Olandan Harikalar Yaratmak
yazı sedef kırdök
röportaj aslı arduman
94... Gündüz Vassaf
32... Sosyal Medya ve Sanat
photographer emre ünal
Ecco Homo
Objeden Önce Süreç
styling mahizer aytaş
röportaj ali tünay
yazı seda niğbolu
106... The Game
70... Piero Lissoni
röportaj emre doğan
Markaların Sevgilisi
168... Change Is Happening
yazı aslı gezer
Düzeltme: Ekim 2012 sayımızda Etienne Russo röportajımızda kullanmış olduğumuz "Dior Pop-up Shop featuring Anselm Reyle for Dior" görseli Russo'nun çalışmalarından biri değildir.
serge lutens, santal majuscule
2012 < 2013 TAMAM KABUL EDİYORUM, BUGÜNÜ VE YARINI ANLAMAK İÇİN GEÇMİŞTEN FEYZ ALMAK KABUL EDİLMİŞ EN GENEL METOT. AMA BU BENİM DERDİM DEĞİL. BU SEBEPLE, BIRAKIYORUM OLAN BİTENİ, VE 2012'DEN AKLIMDA KIRINTI BIRAKANLARI SIRALIYORUM, ÖNÜMDEKİ KAĞIDA. BİR ARA, ÜŞENMEYİN, SİZ DE BUNU YA DA BUNUN BENZERİNİ YAPIN, BU VESİLEYLE BEYNİNİZ DE PİLATES YAPSIN. KİMİ, NEYİ, NEREYİ VS. NEDEN SEVDİĞİNİZİ YIL SONU MUHAKEMENİZDE ANLARSINIZ. INGREDIENTS İÇERİDE NELER VE KİMLER Mİ VAR? SİZİN İÇİN YENİ YIL BAHANESİYLE NELER Mİ HAZIRLADIK? BU AYKİ KAPAK KONUĞUMUZ OKAN BAYÜLGEN BU SAYFALARDA NASIL MI YER ALIYOR? ÖZET BEKLEMEYİN, ÖNCE İÇERİK SAYFASINI(A), SONRA DA TÜM SAYFALARI(A) OKUYUN(BAKIN). SEND ME A POSTCARD DARLING, SEND ME A POSTCARD NOW ŞU YIL SONU MUHAKEMESİNE GERİ DÖNMEK İSTİYORUM. LÜTFEN BIRAKINIZ ŞU " 2012'DE HEM İŞ YERİMİZDE HEM DE HAYATIMIZDA YANIMIZDA OLAN HERKESE TEŞEKKÜR EDERİM, 2013'TE DE DEVAM." MESAJLARINI DA, HAYATINIZDA GERÇEK BİR ŞEYLER YAPIN. MESELA TEŞEKKÜR ETMEK YERİNE, SİZİN İÇİN YAPILANLARA EN GÜZEL CEVAPLARLA KARŞILIK VERİN. İLLAKİ KARŞILIK OLMASINA DA GEREK YOK, AYAĞA KALKIP MÜŞTERİ OLUN, HEDİYE ALMADAN HEDİYE VERİN, HAYDİ, SAĞLICAKLA KALIN. PS. I LOVE MY NEW HOME, MY SWEET HOME.
OLGA ŞERBETCİOĞLU
Işığı yakala, anında paylaş Android teknolojisini 21X optik Zoom Lens ve 3G teknolojisi ile birleştiren Samsung Galaxy Fotograf Makinesi ile Smart Pro modunda profesyonel kalitede fotograflar çekin ve 4.8 inç HD ekran üzerinden anında tüm dünya ile paylaşın.
Android Jelly Bean 4.1 | 21X Optik Zoom | 4.8 inç HD Ekran
Fashion
Medya Ve Moda
Moda ve Medya
yazı hatice gökçe fotoğraf renee keith/collection e+/getty images turkey
Medya yönlendirmelerinin toplum tarafından ne şekilde algılandığını hep merak etmişimdir. Ekranlarda oluşturulan görüntü ve düşünce kirliliği çoğu zaman hepimizi rahatsız ediyor elbette. Ancak konu moda olunca durum daha da vahimleşiyor. Üniversitede tezimi hazırlarken sanat dünyasının modaya bakışı beni büyük hayal kırıklığına uğratmıştı. Tez konum kitsch’ti ve okuduğum pek çok kaynakta sanat camiası için de moda kitsch bir şeydi. Yani, entelektüel bir köşe yazarına modayı sorduğumuzda söyleyeceği “Moda ile ilgilenmiyorum.” olacaktı. Televizyon dünyasında moda konulu her şey o kadar yüzeysel ki meslekten soğuttukları bir gerçek. Bunu yapanların da senaristler olduğunu düşünürsek, moda dünyası derdini doğru anlatamıyor demektir. Modanın konu edildiği programların eğlence programı olarak yayınlanması ayrı bir tartışma konusu aslında ama kimsenin buna takıldığı yok. Ben bunları düşünürken geleceğin sosyoloğu bir sosyoloji öğrencisi tam da bu konudaki düşüncelerini tezine taşımış. Tezini okuyunca içimden bir oh dedim. İyi ki yapmış. Tezin hazırlanışında katkımın olduğunu söylemeden de geçemeyeceğim. Toplum olarak, gördüğünü sorgulamadan kabul eden, bunun bize nasıl bir yararı ya da ne çeşit bir zararı olabileceği üzerinde durarak 'vakit kaybetmeyen’ bir tüketim toplumu olduğumuzdan, ekran karşısında bize sunulan her şeyi izliyoruz. Elbette seçici ama hayli küçük bir kesim de mevcut. Az önce bahsettiğim tezde ise medya tarafından bize sunulan program formatlarının çoğunun Amerika kaynaklı olduğundan dem vuruluyor. Bu formatların bize uyarlanmış hallerinin bize uygunluğu da hala tartışılmakta. Amerika'da da gündüz kuşağında yayınlanan bu programları kendimize uyarlarken izlediğimiz kaliteyi kendi versiyonumuza aktaramıyoruz. Asıl sorun da buradan kaynaklanıyor. Özellikle son bir-iki yıldır ekranı işgal ettiğini düşündüğüm güya moda içerikli eğlence programlarının topluma verdiği mesajlar moda sektöründeki ciddi tasarımcıyı ve bu alanda ciddi mesai harcayanları rahatsız edecek cinsten. Çünkü bu programlardaki konular, konuların işleniş biçimleri, beyan edilen görüşler, tavsiyeler vb. neredeyse bütünüyle evrensellikten uzak, kalıcılıktan yoksun ve yüzeysel. Bunun sebebiyse bize sunulan bilirkişilerin aslında birer bilirkişi olmaması. Bilirkişi olabilmenin, varlıklı bir işadamının eşi olmaktan
ya da birkaç hazır giyim markasına proje hazırlamaktan çok başka bir şey olduğu açık. Maalesef bu kişilerin ne entelektüel birikimleri ne de mesleki tecrübeleri işin ehilleri tarafından bile böylesi bir platformda konuşmaya yeterli görülmemekte. Halka arz edilen bu kişilerin ekranı tercih etme sebepleri de tabii ki değişiklik gösteriyor. Ülkemizde ne yazık ki ekranda boy göstermek ya da medyada adından sıkça bahsettirmek başarının bir ön koşuluymuş gibi algılanıyor. Hatta ekranda görülmeyen ancak medyayla bağlantısı olan başka mesleklerdeki kişiler de ekranda yer almadıkları için başarısız addediliyor. Bu mesleği icra eden birçok kişi aslında kendini ekrandan özellikle korumaya çalışıyor. Çünkü toplumun kendilerini bu sözde bilirkişilerle karıştırmasını istemiyorlar ve onlarla aynı kefeye koyulma ihtimalinden rahatsızlık duyuyorlar. Buradan bakıldığında, medyanın bu tutumu hem bu işi hakkıyla yerine getirenlere hem de sektöre haksızlık oluyor. Bu tip yayınlar mesleki itibarını korumaya çalışanların toplum nezdinde irtifa kaybetmesine sebep oluyor. Bu sahte popülariteyle çıkar sağlamaya çalışanları bertaraf etmek bir süre sonra imkansız hale gelebilir. Üstelik bu sözde bilirkişiler genç nesil tarafından bu nedenle örnek alınırken bu imkansıza daha da yakın. Birkaç ay önce Galatasaray Üniversitesi'nde öğrenciler tarafından belirlenen "Yılın En'leri" ödül töreninde "Yılın En İyi Moda Tasarımcısı" ödülüne moda tasarımıyla alakası olmayan, sadece moda içerikli bir eğlence programında jüri olarak önümüze konan bir kişinin seçilmesi üniversite gençliği tarafından bile bir şeylerin tümüyle yanlış anlaşıldığının göstergesi. Bazılarımız bu tür programları ciddiye almaya değer görmezken toplumun büyük bir kısmını oluşturan gençler tarafından ikonlaştırılan bu kişiler gerçekten bu sıfata layık mı? Toplumun kalite anlayışı düşen bir grafik mi, yoksa yükselen bir grafik mi gösteriyor? Bir eğlendirme şekli olarak karşımıza daha kaliteli yapımlar sunmak kalitesizleri sunmaktan daha mı zor? Karşımıza izlenilesi kişiler olarak daha yetkin, topluma kalıcı bilgi aktarımı sağlayacak kişileri çıkarmayan medyanın amacı ve bu durumdan çıkarı nedir? Eğer halk bir gün bu yapımları tercih etmemeye başlarsa medya inandırıcılığını nasıl geri kazanacak? Şimdi çok da önemsemediğimiz bu durum gelecekte ne gibi tahribatlara yol açacak? Bu konuyu o kadar önemsiyorum ki “ben izlemiyorum, bana ne” diyemiyorum.
XOXO The Mag
Fashion
VK LILLIE
Modern Şifacılar yazı aslin kumdagezer fotoğraflar kira lillie'nin izniyle
Kristof Kolomb’un gemisi Yeni Dünya’nın kıyılarına demir atmadan yıllar önce, Pasifik ve Atlantik Okyanusu’nun ortasındaki devasa karada 10 milyona yakın yerlinin yaşadığı topraklara dayanıyor hikaye. Her topluluğun kendi kültür bölgelerini oluşturduğu 15. yüzyılın normlarında Avrupalıların barbar sıfatını ithaf ettiği toprakların tozu kaçıyor burnuma. Bilincim bulunduğum yerin gerçekliğini kavrama çabasıyla boğuşurken kulağım anlamlandıramadığı seslerle irkiliyor: ‘Oki Ni-Kso-Ko-Wa!’ (Merhaba tüm akrabalarım.) Karşımdakilerin jestlerinden beni selamladıkları sonucuna varıyorum ve acemice taklit ediyorum hareketlerini. Kalp çarpıntılarım boğazımda düğümlenen sözcüklere çelme takıyor. Sessizce takip ediyorum önümde bıraktıkları ayak izlerini. İki kadın var karşımda. Anne kız oldukları sonucuna varmam kısa sürüyor. Oturuyoruz. Yaşlıca olan korkulu bakışlarıma ithafen olsa gerek sıcak gülümsemesinin ardından ekliyor: “Annem bana var olan her şeye saygı duymayı öğretti, Amerikan yerlilerinin kültürünün ana temeli budur.” Güven bulduğum sözleriyle daha dikkatli bakıyorum karşımdaki kadına ve göz bebeklerimin büyümesine hakim olamadan beyaz tenli olduğunu fark ediyorum. Devam ediyor; “Var olan her şey Yüce Ruh’un yarattığıdır ve bu yüzden kutsaldır. Her adımımızda bir şeyler öğrendiğimiz hayatı onurlandırmalıyız. Kadın ve erkek eşitliğini yücelten doğa anayla harmoni içinde sürdürmeliyiz yaşamımızı.” Farkında olmadan, başımı önüme eğdiğim anda kucağımda bir kitap görüyorum, Carlos Castenada’ya ait. Sayfalarını karıştırırken ilk sayfası ilişiyor gözüme ‘Vanessa Lillie, Lise 1’... Şu an ait olduğu kültürle aslında lise yıllarında tanıştığını ve bağlandığını anlıyorum. Neden, nasıl ile başlayan soru cümleleri peş peşe akarken bilincimden, boynundaki kolyeye ilişiyor gözlerim. İçimden sorduğuma emin olduğum soruların cevapları bir bir dökülüyor Vanessa’nın ağzından: Bir önceki yaşamında Kızılderili olduğuna olan inancı günden güne güçlenirken takı tasarlamaya başlamış ve hem kendisine hem takılarına geleneğin bir parçası olarak ‘Dancing Hawk’ adını vermiş. Sesinin tonunda bir tür huzur bulduğumu sanırken, Vanessa’nın dokunuşuyla vücudumdaki tüm hücrelerin birbirine ışık hızıyla çarptığını hissediyorum. Soruyu dillendirmeden cevabı geliyor, anne ve babasından kalma bir yeteneğe
sahip bir şifacı olduğunu söylüyor. Yıllardır topluluğuna ait olan ya da olmak isteyen insanları ailecek iyileştirdiğinden bahsediyor. Kıkırdamalarının arasından ilk defa Vanessa’nın kızı Kira’nın sesini duyuyorum. “Mamasita ve papa şifacılıkları sayesinde tanıştılar, bir bitkibilimi okulunda.” Gittikçe ilginçleşen hikayelerinin akışına bırakıyorum kendimi; ailelerindeki herkesin alternatif tıpla ilgilendiğini, ailesinde 5 element akupunkturcuların olduğunu ve Colorado’da bir okul kurduklarını anlatıyorlar heyecanla. Konuşmaları arka fonda devam ederken öğretilerin derinliği zihnimi meşgul ediyor, 15. yüzyıla oranla medeniyetin sınırlarını zorladığımız çağda rahatlığın mıknatısından çıkmayı tecrübe etmeyi reddedip hissizleşen vicdanlarımızın ve altında ezildiği ağır yükü kaldırmaya çalışan bedenlerimizin varlıklarını unuttuğumuz şifacılara ne kadar ihtiyacı olduğu düşünceleri akıyor bilincimden. Bulunduğum yere geri döndüğümde Kira kadere inanmadığından dem vuruyor. Ailesinden aldığı mirası kendi çizdiği yolda devam ettirmeyi seçtiğinden bahsederken elime annesiyle beraber yaptığı ‘tasarımlardan’ birini veriyor. Hissettiğim deri çantacığın içindeki taşların ağırlığı henüz yerine oturmamış hücrelerimi bir kez daha oynatıyor yerlerinden. Medicine Bags adını verdikleri tasarımları, aramızda doğa yasalarıyla açıklanamayacak bir kesişmeye mahal veriyor. Otuzlu yaşlarındaki bu sarışın kızın da ailesinden aldığı mirasla o ya da bu şekilde insanlara yardım etme bilincinde olduğu farkındalığı işliyor içime. Küçük yaşlardan beri yapmakta olduğu bu şifa elçiliğiyle ilgili en yoğun anısını anlatmaya başlıyor Kira; bir süre ara verdikten sora yeniden tasarlamaya başladığında köklerine dönmenin ve iyileştirme gücünün kendisine bahşedildiğini anlamanın, tasarımlarını ve hippi yaşamıyla kesişen moda anlayışını daha anlamlı kıldığını anlatıyor. Etik problemler yaşayan moda dünyasıyla kesişen bu geleneğin kimliğini oluşturmada nasıl yol gösterici olduğundan bahsediyor. Yeteneklerini ve içindeki gücü keşfetme yolunda markalaştırdığı VK Lillie’nin yaratıcılığını nasıl tetiklediğini anlatırken, yaratan insanların yarı çılgın, ‘ekstaz’ içinde, heyecanlarının tutsağı olmuş, ayakları yere basmayan, gözleri bizim görmediğimiz dünyaları gören insanlar olduğu yargısı daha derin kök salmaya başlıyor.
XOXO The Mag
prototipe gerek duymadan ellerinin zihniyle koordineli ama bağımsız hareketleriyle şekil bulmuş. Şekil vermek ve form bulmak fiilleri, sanat teorilerindeki anlamıyla hepimizi birer formalist olmaya ittiği zamanları yaşarken işgal ediyor beynimi ve gözlerim yeniden elimdeki tasarıma gidiyor: Amerikan yerlilerinin kültürlerinde kare şekliyle ifade bulan tasarımlar bu kez farklı formlarda var oluyor ve orijinallerinin aksine Japonya ve İtalya’dan gelen boncuk ve kristallerle bezeniyor. Kuvartz taşının, enerji veren ve odaklanmayı artıran etkisiyle vazgeçilmezleri olduğunu öğreniyorum. Milattan önce 400 yılından bize miras kalan geri dönüşümü de eksik etmiyorlar tasarımlarından ve yapımları uğruna hayatlarından olan canlıları onurlandırmak adına, kullanılmış deri eldivenlerden inşa ediyorlar tasarımlarını. Kolyenin zincirini boynumdan yavaşça geçiriyorum ve kalbimin üzerine yerleştiriyorum. Vanessa aslında iyileştirici gücün herkesin içinde olduğunu söylediğinde etkisinde kaldığım konuşmadan mı, yoksa boynuma olması gerektiği miktarda bir ağırlık sağlayan kolyeden mi geldiğini anlayamadığım enerjiyi hissediyorum yeniden. Güncel şartlarda hastalıkların %90’ının stres kaynaklı olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak duyguların ve düşüncelerin sağlığın kaynağı olduğuna inanan bu kadının ellerinde yoğrulmaya bırakıyorum benliğimi. Hayatın doğal akışının spiritüalizmle iç içe geçebildiğinin kanıtı geçen dakikalar. Her şeyin inanmakla başladığına dair dillere pelesenk olan, çoğu zaman içi kulağa boş gelen konuşmalar anlam kazanmaya başlıyor deneyimlediklerimin ardından.
Cervantes’in ‘hayattaki en iyi yöntem içtenliktir’ sözünü ilk okuduğumda kelimeler gözlerimin önünden şöyle bir geçmiş, kalbime dokunmadan bedenimden çıkmıştı. Şimdi Kira ve Vanessa karşımda tasarımlarını yaparlarken on ikiden vuruyorlar beni. Şehir hayatının günlük monotonluğunda işe gidip eve dönmenin boyunduruğunda bu ikili, işlerini hiç yanlarından ayırmıyor ve bir anlamda mahkumu olduğumuz bu kısır döngüyü kırıyorlar. Sahip oldukları tüm ruhaniliğe ve yaratıcılığa rağmen gerçek dünyadan da kopmuş değiller; finansal işler hala hayatlarının bir parçası olarak devam ediyor. Hayal gücünü çalıştırma zorunluluğu içinde, sınırların diyalektiği burada da kendini gösteriyor: bilimsel bir hesaplaşma içinde üretirken, içeriğin de bu hesaplaşmaya göre değiştiğini görmekteler. Yaratıcılık, Freud’dan destek alırsam eğer, yaratılan fantezilerin dışavurumudur ve saf halinde bu fanteziler saklanma içgüdüsüyle boğuşurken işin içine yaratıcılığın kıvılcımları girdiğinde en cüretkar haliyle göstermek ister kendini ve işte bu anda Kira fotoğrafçı ve kreatif direktör yanlarını ortaya çıkarıp bakan kişinin beynine işliyor fantezilerini. Onun fantezileriyle dolu beynime açıklama yapmak, biriktirdiklerimi bir analiz işlemine sokmak dürtüsü beni yakalarken; öğrendiklerimin yaşamsal dokularını zedeleme korkusuyla geri adım atıyorum. Çünkü bu çabam H.E. Bates’in de dediği gibi, “uçmanın gizlerini öğrenmek adına bir kuşu kesip biçmekten farklı olmayacak” ve kuşu kestiğimde tüm büyü bozulacak. Bilinç akışım el verip tekrar Vanessa ve Kira’nın arasına döndüğümde stresle baş etmenin yollarını tartışırken buluyorum onları; negatif ya da pozitif her duygunun aslında işe yarar ve kullanılabilir duygular olduğunu ve hepsinin yol gösterici bir yanının var olduğunu iddia ediyorlar. Farkında olmadan elimdeki Medicine Bag’i daha sıkı tutmaya başlıyorum. Gülümseyerek Medicine Bag’in de çok yardımcı olduğunu söylüyorlar. Kalbime yakın tuttuğum, bana şifa ve enerji verecek taşlarla dolu bu küçük çantaların, hayatın önümüze çıkardığı birçok yolda ne denli destekçi olabildiğini anlatıyorlar. Yaratmanın, insanın hayatında kendi varoluşunu gerçekleştirmesindeki en değerli yollardan biri olduğu su götürmez bir gerçekken, Kira hiç efor sarf etmeden kanıtlamış varlığını. İtalya’daki dağ evinde hazırladığı ilk koleksiyonu milyonlarca
Yaratıcılık yerde bir düğme bulup ona uygun bir elbise dikebilmekse eğer, içtenlikle yaratmak kendisini kısıtlayan meselelerle mücadele etmekse; moda akımları, ideolojiler ve otoritelerin görüşlerini umursamadan tasarımlarına başlayan bu anne-kız sınırlamalarla çarpışarak başlıyorlar benim burada nokta koyduğum hikayeye. Gerçekliğin, mutluluğun ne olduğu konusunda tam ve net bir yanıtın bulunamayışı aslında bu temel sorunun yanıtlanamaz, belki de sorulamaz bir soru olduğuna işaret etse de bize bu soruyu kendimize sormaktan geri durmamamızı salık veriyorlar içten içe. 17
beauty
SU SABUN TOKA
Bir Güzellik Yüzleşmesi
lady lilith, dante gabriel rosetti, oil on canvas, 96.5 cm × 85.1 cm, 1866-68.
yazı ayşecan ipek
Chanel N°5'in pembe bir sabunu var. Cümleyi bir kez daha tekrar etmek isterim: 'Lüks' ve 'kült' kelimelerini senelerdir aynı cümle içinde hoplatan Chanel, en meşhur parfüm zincirine bir sabun ekledi. Aynı anda Floransa'nın, ülkesine ve bizlere hediyesi, eczane/parfüm evi Santa Maria Novella, 'Sapone Al Melograno' dedi: Narlı sabun. Hotel Costes, Fransa'nın en iyi laboratuvarlarından birinde gliserin ve bitkisel yağları kalıba döktü, ortaya No.1, Soap Bar çıktı. Acca Kappa Muschio Bianco, ismine yaraşır beyazlıkta, ten/yeni yıkanmış çamaşır kokuyor. Birlikte biraz vakit geçirince, bu sabunların ev ziyareti, banyo süsü ya da çekmece esansı olarak yaratılmadığını anlıyor, o dakikada güzellik dünyanızın ışıklarını yakıyor ve şu tabelayla karşılaşıyorsunuz: Back to the basics! Basit, klasik, kolay olana geri dönüş başladı. Oysa ki 'saçını tara, yüzünü yıka ve evden çık' mafyasına bir türlü katılamadım ben. Kate Moss, Corinne Day tarafından fotoğraflandığında işte tam da o dönemlerindeydi. Christy Turlington, o dönemden asla çıkamadı. Sarah Jessica Parker ve Julianne Moore'un makyajsız sokağa çıkışları çılgınca eleştirildi. Sizlere burada itiraf etmem gerekirse, ben de yaz aylarının turuncu güneşini ve mavi denizini görmediğim sürece 'makyajsız' kalabilen bir kimse değilim. Ailemde doğallık ve bakımsızlık arasındaki ince çizgide gezinenlere 'su sabun toka' yaftası yapıştırıldığı içindir belki de. Belki
de sadelik gerçekten de sıkıcı bir şeydir. Bilemiyorum… Ama madem ön yargıları bir kenara bırakıp şu güzellik trendini inceleyeceğiz, o halde 'toka'yı denklemden çıkaralım ve onun yerine sade kızların en tehlikeli silahı fırçalara yönelelim. Tahtta Mason Pearson oturuyor. Bu el yapımı fırçaların kauçuk yüzeyi, saç derisindeki kan dolaşımının hızlanmasını, sebum üretiminin artmasını sağlıyor. İşleyen demir misali, taranan saç da ışıldıyor, yumuşuyor ve sanki daha mı hızlı uzuyor?! Geçtiğimiz günlerde kendimi Kiehl's Magic Elixir bakım yağı ve bir fırçayla baş başa, daha da önemlisi saçlarımı özenle yağladıktan sonra ayna karşısında onları tararken buldum. Bu sahte masaj o kadar hoşuma gitti ki, bir noktada gözlerimi kapamış bile olabilirim. Elimde tuttuğum turuncu-mavi kürek fırça, Pearson soyadını taşımıyordu ama Moroccan Oil için özel olarak üretilmişti. Kısa ya da kıvırcık saçlıysanız, bu yüzden de seneler boyunca dalganızın şiddeti bozulmasın, saçınız düzleşmesin diye fırçalardan köşe bucak kaçtıysanız, artık bu 'estetik kirpi'lerle barışma zamanınız geldi de geçiyor. Anahtar kelime: Islak. Islak saçı serumlayıp ya da yağlayıp taradığınızda, sonra da kendi haline bıraktığınızda Parizyen kadınların neden daha fazlasına ihtiyaç duymadığını anlıyorsunuz. Haydi şunu da itiraf edeyim. Masasının üzerinde şık bir tarak bulunduran kadınlara her daim özenmişimdir!
XOXO The Mag
SONBAHAR-KIŞ 2013
facebook.com/MudoFts64
bİR adım öndeSİN.
(Unique)
yüniik w1° Fransızcada unique, Latincede "tek, tekil" anlamı taşıyan unicus ve "bir" anlamı taşıyan unus'dan gelir. 1610'lu yıllarda "türünün tek örneği" anlamında kullanılmaya başlanmış ve sonra bozulmalara uğrayarak 19. yüzyılın ortalarında "yegane, biricik, eşi benzeri olmayan" kullanımına erişmiştir. w2° Absolut'un 2012 yılında başlattığı "özel şişe kampanyasının" adıdır. w3° Absolut ve unique kelimeleri yan yana geldiğinde, "her biri bir diğerinden farklı olan özel şişeler" anlamına gelir. w4° "Merve Morkoç'un XOXO The Mag vasıtasıyla Absolut için tasarladığı, tek örnek üretilen işinin adı" anlamında da kullanılır. w5° Sıfat olarak kullanıldığı bazı durumlarda, "bu satırları okuyan ve bu özel üretim sanat işine bakan kişilerin de eşsiz olduğu" anlamını taşır.
Merve Morkoç'un Absolut İçİn özel olarak ürettİğİ bu benzersİz sanat eserİnİn yüksek çözünürlüklü dİjİtal edİsyonunu edİNMEk İstersenİz, QR code'u okutmanız yeterlİ olacaktır.
Design
SANT FRANCESC
İkinci Bahar
yazı sedef kırdök fotoğraflar david closes'in izniyle
Geçmişin yaralarını sarıp, izlerini silmeden, üzerine bir takım eklemeler yapmak ve bu eklemeler ile bir geçmiş yaşam daha hayal edebilmek ancak bir mimara nasip olur.
Uçan beton kirişlere ve cepheyi yarıp geçen brüt betonlara ise diyecek hiçbir şey yok, tadı tuzu modern mimarinin.
Çoğu zaman yapılan şuursuz rekonstrüksiyon ya da ruhsuz restorasyonlara isyan eden İspanyol mimar David Closes, bir Katalan kasabası olan Santpedor’daki Sant Francesc Kilisesi için 2000 yılında açılan bir yarışmaya ofisini temsil eden bir proje ile katılarak, yaşayan ve muhtemelen yaşayacak bir kabuk tasarladı. 1721-1729 yılları arasında Fransisken rahipleri tarafından inşa edilen, 1835’te yağmalanan, 2000’lere gelindiğinde ise harabe görünümü ve kullanılmayışı nedeniyle kısmen yıkılan tarihi yapı David Closes’ın yorumuyla kilise, oditoryum ve çok fonksiyonlu kültür merkezi olarak işlevlendirildi. 285 m2’de konumlanan yapının bu yeni hali toplamda yedi senelik meşakkatli bir çalışmanın ürünü...
Formları ve materyalist olayları bir yana bırakıp binanın yeni ruhunu konuşalım biraz da. Kilise ibadet amacından vazgeçilmeden mahalleli için bir oditoryuma dönüştürmek istenmiş. İlk iş boşlukları belirlemek, binanın yaralı noktalarını tespit etmek olmuş bu projede. Daha sonra yaraları sarmak değil, tam tersine onları vurgulamak olmuş hedef ve bu misyon içerisinde boşluklara yerleşilmiş, boşlukların yetmediği yerlerde ise eklemeler yapılmış kiliseye. Bu eklemelerin formları kilise mimarisinden farklı; ancak her bir yeni form, kendinden önce o bölgede bulunan ışıklık, payanda gibi strüktürel elemanlardan hacimli değil ve neyse ki çatı daha önce zarar görüp varlığından vazgeçmiş, bu sayede çatıdan gelen ışık her mekana dağılabiliyor.
Renk, doku şahane... Form bahane. Biraz garip irrasyonel iniş ve çıkışlar var cephelerde, belki de yaşayan canlının belirtileri, kalp atış izi misali... Ya da tasarımla bir cilve... Bu konuda kendisinden bir bilgi alamadım ama her şeye rağmen dozaj yerinde. Binanın mimari ve iç mimari uyumu kusursuz.
Kısaca, içerisinde müzik ve söyleşi dinlemenin, tiyatro izlemenin çok keyifli olacağını düşündüğüm bu yaraları sarma, üzerine takı takma operasyonuna hayran olduğumu söylemeliyim. Bir restorasyon projesi olsa da biz de denesek yakın zamanda.
XOXO The Mag
1954
58 YEARS OF CONTINUOUS INSPIRATION IN THE PURSUIT OF TECHNICAL PERFECTION
Heritage Black Bay is the direct descendant of Tudorâ&#x20AC;&#x2122;s technical success in Greenland on the wrists of Royal Navy sailors. 58 years later, the Black Bay is ready to stand as its own legend. TUDOR HERITAGE BLACK BAY Self-winding mechanical movement, waterproof to 200 m, steel case 41 mm. Visit tudorwatch.com and explore more.
street art
ECO-GRAFFITI
Doğa Ananın Sanatçı Ruhu yazı roxane ayral fotoğraflar hugo rojas
2012 senesi her şeyin çok yoğun yaşandığı bir sene olarak geçti ve artık sonuna geliyoruz... Malum, toplumsal zihnin, tüketimin, politikaların yanı sıra çevreciliğin de yoğun bir şekilde tartışıldığı bir çağdayız. Toplumumuzun duyarlı varlıkları olan sanatçılar şehirlerin gitgide grileşmesinden şikayetçi olsa gerek ki, konuyu ele almaya karar vermişler. İnce eleyip sık dokuduktan sonra yeşil, yaşayan, temiz ve çevre dostu yaratıcı birkaç çözüm bulmuşa benziyorlar. Bunlardan her biri de herkesin kolayca deneyebileceği şekilde düşünülmüş hatta, DIY konseptinde de yerini bulmuş. Birçok blogger, bu işe kalkışmaya kararlı insanlara faydalı ipuçları bile sunuyor. Çimden oluşan bir deseni veya mesajı duvara uygulamak mümkün gibi gelmiyor kulağa ilk duyuşta. Bu tekniğin, hatta 'çevreci graffiti'nin öncülerinden biri olan, Londra'da yaşayan Anna Garforth, Mossenger Street Art projesinin de sahibi. Sanatçı, çevreci ruhunu ve sanatını bir araya getirerek graffitinin temeli olan tipografiyi bu kez sprey boya yerine çim kullanarak uygulamış ve 'Sporeborne' adlı ilk eserini yaratmayı başarmış. Nereden nereye... 2. Dünya Savaşı döneminde, antibakteriyel özelliğinden dolayı yaraların üzerini kaplamada kullanılan ve yüksek sayıda insanın hayatını kurtaran çim, bugün duvarları giydirip kuşatıyor. 'Çevreci Graffiti' hareketini takip eden diğer sanatçılar arasında, çalışmaları Brooklyn duvarlarını kaplayan 'yeşil sanatçı' Edina Tokodi bulunuyor. Madem doğayı kullanıyoruz, işimizi tam yapalım diyen Edina duvarlarda hayvan figürleri sergilemeyi tercih etmiş. Benzer ve güzel işler üreten bir de Meksikalı sanatçı Hugo Rojas'a rastlıyoruz. 'Urban Jungle' tabiri hiç bu kadar yerini bulmamıştı. Morten Flyverbom ise taşıtlara takılmış. Yolda yürürken yeşilliklerle kaplı bir araba ya da bisiklet görürseniz, nereden çıkmış diye merak etmezsiniz artık. Yaratıcılıkta sınır tanımayan, kirli duvarlarda basınçlı suyla veya doğaya
saygılı temizlik malzemeleriyle istedikleri şekilleri ortaya çıkarmayı başaran sanatçılar var. (Bu tekniğe Reverse Graffiti diyorlar.) Reverse Graffiti tekniğini uygulayan ve 'thinking outside the box' felsefesini ciddiye almış olanlardan biri İngiliz sokak sanatçısı Moose (Paul Curtis). "Graffiti duvarları kirletiyor diyorsanız, ben de temizlerim, bakalım buna ne diyeceksiniz?" mesajını veriyor adeta. Otoritelerin de buna diyecek bir sözü olmaz herhalde. Sokak sanatı alanında yerini bulan bu uygulamalar bildiğimiz sprey boyanın yerini alırken, sanatçılar haklı olarak işin yasa dışı tarafını pek takmıyor gibiler. Herhalde diğer sokak sanatı disiplinlerine göre daha kabullenilebilir bir dile sahip oldukları düşünülüyor ki; silinmesi (veya kaldırılması diyelim) sprey boyadan ve stickerlardan daha kolay olmasına rağmen, bu tarz graffitilerin hiçbir müdahaleye maruz kalmadan uzun süre kendilerini koruduklarını fark ediyoruz. Her bir yeniliği takip eden Guerilla ajansı da müşterilerini çevre dostu olarak tanıtacak bu uygulamaları anında benimsemiş. Hollandalı ajansın greengraffiti.com sitesinden konuyu incelemeye başlarken, bir an tüketim dünyasının samimiyetine inanır gibi olmamak elde değil. 'Yeşil Reklam & Sürdürülebilir İletişim' başlığı da bu konuda oldukça yardımcı oluyor. Son olarak bahsetmek istediğim sanatçı, Fransız botanikçi ve duvar bahçesi tasarımcısı olarak bilinen Patrick Blanc. Şimdiye kadar yaptığı işlerle bitki duvarlarının efendisi sayılır hale gelmiş kendileri. Dev binaların cephelerini tuval kabul edip baştan aşağı, yaratıcılığının sınırlarını zorlayarak, yoğun bir bitki örtüsü haline getiriyor. Yarattığı bu işlere 'vertical garden' başlığı cuk oturmuş. İnsanoğlu doğaya zarar veriyor tartışmaları sürerken, istenildiğinde doğayı bozmadan da neler yapılabilebileceğinin örneklerini sunuyor sanatçılar, bu insan yapısı yeşilliklerle...
XOXO The Mag
MAGAZINE
DİJİtalden Kağıda
Hypebeast Magazine
Basılı olan malzemeden dijital olana geçiyor muyuz tartışması bazen tam tersine de işliyor. Üretilen malzemenin sahip olma duygusuna oynaması için dijital kodlara dönüştürülüp bookmark’larınız içinde biriktirilmesi tüketimi ayaklar altına serebiliyor. Oysa lüks dediğimiz, üstelik de ticari olmanın altının çizildiği bir mecrada dijitalleşip, çoğaltılmaya açıldığında yeni anlamıyla var olmaya başlıyor ya da anlamını yitiriyor. Bu soyut mevzuu bitirelim ve meselenin Hypebeast olduğunu söyleyelim. Hypebeast, yaratıcı sektörlerde çalışan birçok kimsenin ya da bunu takip edenlerin her gün baktığı bir mecra olmaktan başka bir yere geçip kendini basılı halde de sunmaya başladı. Basılı olana geçtiğinde yapması gereken sadece içeriği dönüştürmekle kalmayıp dijitalken yarattığı etkiye de çalışmaktı.
İkinci sayısını çıkaran dergi için biriktirdiği güçleri kullandığını söyleyebiliriz. Grafikten kendini oldukça soymuş bir tasarımla, bannerların yanıp söndüğü versiyondan daha temiz bir mizanpaj ile okuyucunun gözünün içine bakıyor. Kapakta Maison Martin Margiela’nın imzası diyebileceğimiz başlıklardan en son yaptıkları en mücevherli olan var. 2000 sayfaya vardıkları içerikte ise altını çizdikleri derinlemesine söyleşiler yer alıyor; Nicola Formichetti, tasarımcı Mark McNairy, sanatçı Maurizio Cattelan, Mark Gonzales gibi isimlere rastlayabiliyoruz. Tüm bu isimler dergiye destek çıkıyorlarsa da, Hypebeast'in yeni ne söylediği ve bu dergiyi kitaplığınıza neden alacağınız konusunda karar sizin olsun, biz geri çekilelim. hypebeast.com
XOXO The Mag
INTERVIEW
Lale Müldür
Yağmur Kızı Böyle Diyor Cihangir'de denize bakan bir ev, içerisi tablolarla dolu, cam kenarında küçük bir çalışma masası, duvar kenarındaki valizin içinde eski fotoğraflar ve kahkahalarıyla Lale Müldür. Pencereden limandaki devasa gemiye bakıyoruz birlikte: MSC Lirica. Lale'nin gemisi. Sonra karşı apartmanın balkonuna çirkin bir martı konuyor, balkon parmaklığının ucunda duruyor. Lale'nin martısı. Öyle diyor Lale. Burası onun dünyası, burada her şey Lale'nin. Sonra oturup Bob Dylan'dan Leonard Cohen'e, Beat Kuşağı'ndan Yves Saint Laurent'a uzanan keyifli sohbetimize koyuluyoruz. röportaj serap gecü fotoğraflar emrah altınok
XOXO The Mag
yazdığı romanı hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizin bir yol kitabınız var mı? Kuzey Defterleri var. İlk başta Viyana’ya Salzburg’a doğru bir gidiş var. Çok acayipti. O sıralar Belçika’da Patrick’le evliydim. Bir gün sıkıldım, Patrick’e dedim ki: “Ben sıkıldım, gidiyorum.” 6 yıldır birlikteydik; ben Patrick’i benimle evlenmek isteyen Paris’in en fakir ressamı sanıyordum; sonradan çıktı ortaya ne olduğu. Meğer aristokratmış. Şatoda yaşamış falan, hatta evlilik partimizi de o şatoda yaptık. Neyse, ben öyle deyince tamam dedi Patrick. Salzburg’a gittim; orada Zeynep Sayın’la buluştum. Zeynep’le yürüyoruz Salzburg’un yolarında, bir acayip kısa kaldık. Herkes inanılmaz uzun. Zeynep de Peter Handke’yi tanıyormuş. Handke görmüş bizi yollarda, “İki kısa kadın vardı, sizdiniz herhalde. Sizi yemeğe davet etmek isterdim.” demiş. Sonradan, ben Salzburg’dan ayrıldıktan sonra duydum bunu. Çıkamadık yemeğe, öyle kaldı. Salzburg’un havası tuhaf bir biçimde bana çocukluğumun kentlerini hatırlattı. Zaten Zweig’in kitabı benim çocukluk kitabımdı. Orada gördüm nereyi yazmış etmiş. Çocukluğuma dair şeyler buldum hep yani. Ondan sonra Rusya var kitapta, oraya gitmedim ama yazdım. Çocukluğumun çok önemli romanları Rusya’da geçiyordu. İsrail üzerine yazdığım bölümler de vardı. Ciddi bir kitap aslında Kuzey Defterleri. İstanbul’da tamamlamıştım. Sonunda Sibirya Treni’nde yazdığım ‘Yeryüzünde Kaçak ve Serseri Olacaksın’ bölümü var. En sonda ise “Olanaksız aldanma, güneş kanatlarımızı yaktığı zaman ve her şey bizi aşağıya çektiğinde, bu notların ne gibi bir inandırıcılığı olabilir” diyorum ve burada bitiyor kitap.
Lale Müldür bugünlerde nelerle meşgul? Gece yatağa yattığında ne düşünüyor, sabahları kalktığında aklında ne oluyor? Bugünlerde Lale Müldür rüya gibi iki kitabının çıktığının farkında, rüya gibi farkında, ama rüya, sonra yeni yazacağı roman için gözlemler yapmakta sağda ve solda. Bu gözlemleri bazen yazmakta. Genel olarak bir rüyadaymış gibi sanki, sağa ve sola eğilerek yol almakta. Bu yol alış hiçbir korku eseri uyandırmamakta, çok tatlı bir rüyanın içinde yüzer gibi adeta, yüzerek yol almakta onu bekleyen şeylere doğru. Bildiğimiz kadarıyla şu anda İngilizceye çevrilen ve New York’ta yayınlanacak bir kitabınız var? Evet, harika bir şair Lisa Burbou. Şiirlerimden bir seçki hazırlamak üzere, çeşitli kitaplarımdan şiirler seçecek ama daha çok ilk kitabım üzerinde duruyor. Daha önce Seyhan Erözçelik ve Murat Mehmet Nejat’ın da kitaplarını basan Talisman House tarafından yayınlanacak. Bir yazınızda Ece Ayhan için “Hayatını bir polisiye roman gibi yaşama eğilimindeydi.” demiştiniz. Siz hayatınızı nasıl yaşıyorsunuz? Ara sıra ben de girerim tabii polisiye havasına. Ara sıra girmekle beraber, her zaman o akımın burcu içinde değilim. Ben hayatımı belirli olayların epistemlerini ve eklektik yorumlarını anlamaya, kavramaya adadım; onu da nihayet bulduğum için son derece mutluyum.
‘On The Road’ demişken, Beat ruhu sizin için ne ifade ediyor? En sevdiğiniz Beat şair ve yazarları kimlerdi? En sevdiğim Beat şairleri Ferlinghetti ve Leonard Cohen. Ben erken başladım Leonard Cohen’i okumaya. Türkiye’ye ben getirdim derken şaka yapmıyorum. Sağolsun Yeşim Ternar da vardı, birlikte getirdik. Cohen, Bob Dylan, bunlar şair bence. Onun için sayıyorum. Bir de William Burroughs’u severdim. Beat ruhu nasıl mıydı? ‘Hadi çocuklar bir şey yapalım’ dediğinde her şey olabilirdi.
Şiir meraklısı genç bir okura kitaplarınızdan birini hediye edecek olsanız hangi kitabınızı seçerdiniz? Genç bir okursa birinci kitabım Uzak Fırtına olurdu tabii. Biraz da müzikten bahsedelim. Gençlik yıllarınızda Bob Dylan ve Leonard Cohen hayranı olduğunuzu biliyoruz. İstanbul’da verdikleri konserleri izleme fırsatınız olmuş muydu? Neler hissetmiştiniz? İkisini de izledim. İnanılmazdı, çünkü ne Bob Dylan’ın Türk kökenlerini biliyordum ne de Leonard Cohen’in bahsettiği Yunanlı virtüözden haberim vardı. Onları görmek benim için dehşetengiz bir hadise oldu, hatta Leonard’la konuşacaktım az daha, Milliyet Cohen’i Türkiye’ye ilk benim getirdiğimi bildiği için, benim söyleşi yapmamı istedi ama Leonard hiç kimseyi kabul etmediği için olamadı.
Neler yaptınız peki? Arkadaşlarınızla birlikte aldığınız en çılgın karar neydi o dönemlerde? Herkes kendi uçuşunu yaşadı. Ortak acayip bir uçuş yaşamadık. Ama benim kişisel uçuşlarım giderek çok ciddi olmama yol açtı. Çok ciddi... Çok ciddi... Nasıl ciddi? Hayatı ciddiye alma anlamında mı? Her şey birden. Politika girdi mesela yazılarıma. Ama Saraybosna Savaşı'ndan sonra politikayla bir ilgim kalmadı, orada bitti. Gittim de oraya, bir şey göremedim. Politikayı şu izmarit gibi ezdim Sarajevo’da. Gene takip ediyorum tabii dünyadaki olayları ama bir şey yapabilecekmiş gibi değil, ezilmiş bir sigara kadar.
Biraz da sinema... Fitzgerald’ın 1920’lerde kaleme aldığı Great Gatsby yakın zamanda altıncı sinema uyarlamasıyla vizyonda olacak. Önceki uyarlamalarını nasıl bulmuştunuz? Filmini görmedim hiç, kitabı okudum. 1920’lerde kıyafetler romantik ve güzeldi bana göre. Saçlar başlar güzeldi. Kıyafetler çok şık ve romantik bir havadaydı; belki aşırı romantik diyeceğim, ama romantik. Bir hayal perdesine dokunmuş gibilerdi kadınlar o çağda.
Güncel edebiyat hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce şu anda edebiyata hakim olan bir akım var mı? Sadece bir akım geriye kaldı, dünyanın sonu olan akım ve onlara karşı olan akım.
2007 yılında yayınlanan Bizansiyya romanınız filme uyarlanacak olsa nasıl bir film olurdu? Kimin yönetmesini isterdiniz? Bir de, kitabın tamamlanması 15 yıl sürmüş sanırım, nasıl bir süreçti? Kendim yönetmek isterdim tabii ki. Çünkü Türkiye’de o kitabı kavrayacak kadar zeki bir sinemacının olduğuna inanmıyorum. Okur olarak bile algılanması zor. Kitabın yazım sürecine gelince; bir şeyden etkilendim mi, açıldı mı damarlar, defterimi alır dökerdim duyduklarımı, düşündüklerimi. Kafamda hep hazırdı yazıyordum, dolduruyordum on beş yıldan beri.
Modadan konuşmayı sevdiğinizi duyduk. En beğendiğiniz modacılar kimler? Bir de en çok sevdiğiniz kıyafetinizi tarif eder misiniz? En beğendiğim modacılar Sonia Rykiel, Yves Saint Laurent ve Kenzo. Zayıfken sevdiğim kıyafetlerim vardı ama şu anda yok. Yaşlanınca kilo aldım. Yaşlılıktan hoşlanmıyorum. Hoşlananlar da var aslında. İlk defa huzuru keşfediyorlar da ondan. Ben de aslında altı yıldan beri çok huzurluyum, çok mutluyum ama bu beni yaşlılıktan mutlu etmiyor. Soruna gelince, evlilik partisinde giydiğim kıyafet olabilir. Siyah deri mini etek, mor çoraplar ve mor süet bir yarım ceket şeklinde bir kıyafetim vardı, onu çok severdim.
Bu arada ‘On The Road’ da yakın zamanda vizyona girecek bir uyarlama film olarak karşımızda. Kerouac’ın yollarda 29
Şiirlerinizden biri kıyafet olacak olsa hangi şiiriniz nasıl bir kıyafet olurdu? Kuzey Defterleri’nde sanırım, yerde yatan siyah deri ceketli, siyah göz makyajlı bir kadının ölmeden önce ettiği son laflar vardır. O şiirin kıyafeti olabilirdi. Beyaz bir elbise, üzerine de oradaki satırlar yazılabilirdi. Colette Deble’ın resimlerine bakarak şiirler yazmıştınız, bir kıyafetten ilham alarak şiir yazacak olsanız hangi tasarımcının kıyafeti olurdu? Deble’ın resimleri için yazdığınız şiirler Fransız Enstitüsü tarafından “Ainsi Parle La Fille de Pluie” (Yağmur Kızı Böyle Diyor) adıyla 2001’de yayınlanmıştı. Size ilham veren başka kimler var? Yves Saint Laurent'ın bir tasarımı için yazardım. İlham verenlere gelince, Balkan’ın (Balkan Naci İslimyeli) Pentimentolar dönemi beni etkilemiştir. Bir de Paris’te gördüğüm, tanıştığım ve işlerini çok sevdiğim birçok ressam oldu, hepsinin de işleri ilham vericiydi. 60’ların, 70’lerin ruhunu çok sevdiğinizi biliyoruz. O zamanlardaki stilinizi tarif eder misiniz? Gardırobunuzda hala sakladığınız parçalar var mı? Daima mini etek. Pelerinler, şapkalar. Annem atmasa sakladığım kıyafetler vardı. Ama annem ne yazık ki eski hiçbir şeyi geride bırakmadı. Ahmet Güntan’la ortak kitabınız ‘Voyıcır 2’de şiirlerinizin yanı sıra birlikte çekilmiş fotoğraflarınız da var. Fotoğraf çekimini yapma fikri nasıl ortaya çıkmıştı? Kıyafetleri kim seçmişti? Onlar sırf sarı olsun diye seçtiğimiz kıyafetlerdi. Tamamen ‘Sarartı/ Safran’dan geliyor yani. Hepsi benim kıyafetlerimdi. Bir röportajınızda gelmiş geçmiş en büyük aşkınızın bir İspanyol olduğundan bahsetmiştiniz. Bize biraz ondan bahseder misiniz? Adı Rafael Salas. İngiltere’de okurken son yıl, hatıra olsun diye bir talebe yurdunda kalmak istedim. Bir gün mutfağa indim, mutfakta bu, tezgahın üstüne oturmuş. “Ne olursa olsun bu adamı elde edeceğim” dedim. İlk defa öyle bir şey dedim hayatımda ve yani öyle de oldu. Adam geldi benim odama ve sevişmenin tuhaf bir anında, benim durduğum bir anda rahatlayıp ıslıkla bir gece şarkısına başladı. Daha da aşık oldum herife. Adam benim için ne İtalyan kızlarını bıraktı. O da ekonomi öğrencisiydi. Felaket bir aşktı, ama İspanyolların kıskançlığı yüzünden bitti. Essex’ten Osman Kavala çağırdı beni,
Manchester Üniversitesi’nden mezunduk ikimiz de. Neyse gittim, bir güzel eğlendik falan sonra “Ben geri gideceğim Osman tatil bitiyor.” dedim. Osman “İyi, peki git o zaman.” dedi ama duymuş Rafael bunu; bir türlü affetmedi. Osman’ın tatili yüzünden hayatımın aşkını kaçırdım. Çok sakin biriydi Rafael. Yedi kardeşi vardı ve hepsine o bakıyordu, anneleri ölmüştü. İlişkimiz bir yıl sürdü. Şimdi ne yaptığını hiç bilmiyorum. Onun için şiirler yazdım ama onları bile gönderemedim. Terra Del Fuego (Ateş Ülkesi) Rafael’e yazdığım bir şiirdir; hem de öyle bir hikayesi vardır ki; Patrick’le kavga etmişim, Paris’e kardeşimin yanına kapağı atmışım, kapağı atmışım ama bende hal hal değil tabii, uyuyorum falan, uyku ilacı verdi kardeşim bana ve bir acayip hallerdeyim, ilaçlardan dolayı ne yürüyebildim, ne görebildim, ne de konuşabildim. Geçici felç oldum, geçici olduğunu da bilmiyoruz henüz. Ben nasıl geçireceğim bu felci diye düşünürken, en iyisi Rafael’e bir şiir yazayım dedim. Beni götürdüler kolumdan tutaraktan, masanın başına. Bir başladım yazmaya, sonunda Terra Del Fuego çıktı işte ve gerçekten de işe yaradı, kendime geldim. Şiir bursuyla gittiğiniz İtalya'da başınıza gelen gizemli olayları parça parça duyuyoruz, işin aslını anlatır mısınız? Gitmeden evvel 10 tane İngilizce şiir gönderdim, zaten İngilizce yazıyordum o dönem. Gittik annem, babam ve ben. Rektör ve bütün hocalar bizi bekliyordu. Orada bir zırvalık vardı zaten, ne oluyor bunların hepsine diye düşündüm. Çok hoş karşıladılar bizi. Şak şuk falan, neyse annemi babamı posta ettiler. Ben kaldım geriye. “Sana bir şiir hocası vereceğiz,” dedi rektör, “onunla çalışacaksın, başka bir şey yapmana gerek yok.” O derece yani. Şiir hocasının gittim dersine, adam bir şeyler okuyup duruyor. “Siz İncil mi okuyorsunuz?” dedim. “Ee, tabii başka nereye gönderme yapıyor ki senin şiirler?” dedi. “İncil’e değil, ben Marksistim.” dedim. İnanmadı herif. Onlara gönderdiğim şiirler arasından çok güzel bir şiir bulmuşlar. “Çünkü yüzün bir sessizlikte soluk alıp vermeli/ve ben beyazlar giyinmeliyim buzdan bir ağaç gibi/Git şimdi umut, akıl çelen fahişe/Noli Me Tangere.” diye giden bir şiir. Burada işte dediler ki, “Hüzünden ötürü beyazlar giyinmen, bunlar İncil’e dair olaylar, umut akıl çelen fahişe diyorsun, bu da Maria Magdalena ile İsa’nın bir olayı (Bana dokunma diyor İsa yeniden doğuştan sonra Maria Magdalena’ya). Noli Me Tangere’yi nereden buldun o halde?” dediler bana. “Bir yerden bulmadım, Freud’un bir kitabındaki arka sözde vardı.” dedim. “Öyle bir şey yok ama.” dediler, gittiler araştırdılar. Ben öyle kaldım tabii onlar bulamayınca. Sonra geri döndüm Türkiye’ye. Orada bitti hikaye. Eklemek istediğiniz son bir şey var mı? Viva Malinconica!
XOXO The Mag
CURVEX
TÜRKİYE YETKİLİ DİSTRİBÜTÖRÜ
TEL: 0212 225 28 10
www.kamisaat.com
art
Sosyal MEdya Ve Sanat
Objeden Önce Süreç
glitchr, 2012.
yazı seda niğbolu
Sosyal medyanın sanatla -ve doğası gereği özellikle çağdaş sanatlailişkisinden söz açıldığında tartışılan genelde sosyal medyanın bir sanat aracı olarak nasıl değerlendirilebileceği değil de, sunduğu imkanların yeni tüketicileri çekmek üzere nasıl kullanılabileceği oluyor. İnternet galerileri, online açık artırmalar, kendi promosyonunu kendi yapan sanatçılar ve kültür kurumlarının internet siteleri ve çeşitli ağlar üzerindeki varlıkları bu yeni tür erişilirliğin farklı açılımları ve ne kadar başarılı olduklarını söylemek için henüz erken. Açık olan bir şey var ki, o da düşünsel etkilerinin maddi bir geri dönüşten daha yüksek olduğu. Sosyal ağların hala eski kurallar üzerinden işleyen sanat dünyasında tek başına değer yaratmaya muktedir olmadığını farkedenlerse dijital alanı bir oyun alanı olarak görüp pazarlamadan ziyade, süreç ve bilgi paylaşımına öncelik vermeye başladılar. Kitlelerin sürece dahil olmasını sağlayan böylesi çalışmalara, bir müzenin ziyaretçilerine sunduğu kapsamlı bir anketi ya da ArtStack benzeri sanat ağlarını da örnek verebiliriz, galerilerin koleksiyonlarını online olarak paylaşırken ziyaretçileriyle yürüttükleri tartışmaları da. Ortak olan tavır, kitleleri doğrudan manipüle etmek yerine etkisi uzun, yaratıcı gruplar oluşturup katılımı sağlamak. Ancak bu şekilde, sanal alemde kaybolmadan sürüden ayrılmak ve fiziksel geri dönüşü olan bir sanal platform oluşturmak mümkün. Yenİ İletİşİm olasılıkları Theatre Bay Area’nın geçen sene 207 kültür kurumu üzerinden yaptığı bir araştırmaya göre bu kurumların aktif olduğu yaklaşık 20 sosyal platform içerisinde Facebook, Twitter ve YouTube şaşırtıcı olmayan şekilde başı çekiyor ve bu kurumlar sitelerine her ay ortalama 66 yeni içerik giriyor. Sitelerini günlük olarak güncelleyenler, haliyle, daha çok ilgi görüyor. Twitter’da ise Facebook’takilerden bağımsız bilgiler postalayan ve günde dört defadan fazla aktif olanlar revaçta. Yelp ve foursquare gibi mekan bazlı platformlarda sayfası olanların da kullanıcı entegrasyonu, olmayanlara oranla daha güçlü. Bloglar ise formatları gereği daha az karşılıklı etkileşime olanak tanıdıklarından etki alanları da daha sınırlı. Tüm bu rakamların ve araştırmanın diğer sonuçlarının ortaya koyduğu bir gerçek var, o da anlamlı olanın olabildiğince çok platformda boy göstermek yerine, olabildiğince derin bir içerik sunmak
olduğu. Sosyal medya daha fazla gelir için doğrudan bir koşul değil ve esas işlevi daha fazla katılım ve tartışma yaratmak, kültür üreticilerinin kendilerini hatırlatmalarını sağlamak ve hem sanatçı hem alıcı tarafından erişilirliği kolaylaştırmak. Bunun bir ayağında Facebook, DeviantART, Vimeo gibi platformlar aracılığıyla promosyonlarını yapan sanatçılar var. Sosyal medya sayesinde profesyonel ilişkiler kurup izleyicilerinden yorum ve eleştiri alabiliyor, onlarla aracısız temasa geçebiliyorlar. Yeni finans kaynaklarının olasılığıysa işin mali avantajı. İletişim ağlarının etkin kullanımı sponsor bulma olasılığını artırabilir, sanatçılar YouTube ve Vimeo gibi sitelerde işlerini daha ucuza gösterebilir, online galerilerdeki satışlardan daha fazla para ceplerine kalabilir. Tüm bu avantajların yalnızca belli sanat dalları için anlamlı ya da geçerli olduğu gerçeğini göz ardı etmekse mümkün değil. Söz konusu olan video ya da yeni medya sanatları olduğunda, ürettiğiniz işin mümkün olduğunca az kayba uğrayarak izleyiciye ulaşması olası. Ancak bir heykel, resim ya da fotoğrafın internet üzerindeki sunumu orijinalinin yerini asla tutmuyor. Sanat halen işlere dokunmak, onları hissetmek üzerine kurulu. Sanatçı-koleksiyoner-alıcı ilişkisi de e-mail ya da online formlardan evvel bireysel ilişkiler üzerinden ilerliyor. Bir sanat alıcısı olarak yola çıkış noktanız internet olsa bile, işe kavuştuğunuz yer gerçek dünyanın ta kendisi. Maddİ kar gerİ planda Bunun yanında bir de işlerin sosyal medyada sergilenirken çıkış noktasından uzaklaşması tehlikesi var. Ne de olsa sosyal medyanın doğası çoğaltım, paylaşım ve yeniden kullanıma dayanıyor. Remiksler, kopyalar, manipülasyonlar arttıkça işin aslının değeri ve ardında yatan anlam gözden kaçabiliyor. Aynı tehlike, sanatçının kendini sosyal medyada belirli bir kimlikle sunarken işini gölgelemesi konusunda da söz konusu. Eserin kendisi yerine sosyal medyadaki göz alıcılığı ve nasıl sunulduğuna daha büyük bir ilgi gösterilmesi de başka bir yanılgı sebebi. İyi olan işten öte daha yüksek çözünürlüklü resimlere, daha şık arayüzlü sitelere sahip olan işlerin ilgi çekme şansı daha yüksek. Tıpkı online medyada görsellerin içeriğe galip gelmesi gibi.
XOXO The Mag
man bartlett, better, watercolor on paper, 14x11 inches, 2012.
ziyade süreç odaklı ve çok sayıda kişinin dahil olduğu projeler bunlar. Çoğunlukla ucu açık ve sürekli bir değişime müsaitler. En basit örnek olarak Facebook’taki Glitchr sayfasını ve orada hatalar sonucu oluşan ‘artistik’ görselleri verebiliriz. Ben Rubin’in Ear Studio Listening Project enstalasyonunda, 200 ekranda gerçek zamanlı olarak görünen chat ve forum metinlerinin aynı anda bir synthesizer tarafından seslendirilmesi de sosyal medya sanatına verilebilen bir örnek. Merton isimli projeye ilham olansa Chatroulette isimli site. Viral bir video serisinde Ben Folds olduğu rivayet edilen bir müzisyen Chatroulette’te rastladığı kişiler üzerine doğaçlama parçalar yazıyor. En popüler sosyal medya sanat projelerinden biri olan The Johnny Cash Project’te de her kullanıcı Johnny Cash’in ‘Ain’t no Grave’ videosunun bir karesini tasarlıyor ve sonuçta ortaya yeni bir video çıkıyor. Her kullanıcı başkalarının karesine puan vererek bir nevi sosyal medya küratörlüğü görevi üstleniyor. Future Everything’de sergilenmiş işlerden biri olan $100 bill, Aaron Koblin’in Takashi Kawashima ve binlerce online kullanıcı ile birlikte gerçekleştirdiği ve herkesin kendi dijital parasını tasarlamasına olanak tanıyan bir proje. Twitter üzerine yaptığı işlerle bilinen Man Bartlett’in PPOW Galeri’deki 24 saatlik performansında, insanların ona Twitter üzerinden yapmasını söylediği her şeyi kamera karşısında uyguladığını görebilirsiniz. Bunun yanında bir de sosyal medyadan ilham alan ama aracı sosyal medya olmayan projeler var. Örneğin; Teksaslı web sanatçısı Brian Piana’nın ‘Ellsworth Kelly Hacked My Twitter’ projesi başkalarının tweetlerini renkli bloklara dönüştürüp soyut desenler oluşturuyor.
Oyunu kuralına göre oynamakta bugüne kadar en başarılı olanlardan biri Forrest Nash’in 2008 yılında kurduğu Contemporary Art Daily oldu. Tıpkı bir galeri gibi bembeyaz ve steril bir görünüme sahip olan site, ziyaretçilerine her gün bir sergi ulaştırıyor. Yüksek kalite fotoğraflar, basın metinleri ve işlere dair bilgilerin yanında sosyal medya platformlarına verilen linklerle etkileşim olanağı artırılıyor. Sitede eleştiri ve katılıma yer verilmemesi ise sanat aleminin, sosyal medyada ya da internette varolsa bile bu mecraların katılımcı doğasını henüz tamamen sahiplen(e)mediğinin bir göstergesi. Katılımcılık demişken, Contemporary Art Daily’de bir süredir 500 dolar karşılığında kendi ‘contemporary art venue’nüze sahip olabiliyorsunuz. Saatchi Online da 2006’da ‘Your Gallery’yi hayata geçirip, sanatçıların işlerinin promosyonunu aracısız yapmalarının yolunu açmıştı ama şimdilik işin içinde pek de para yok. 2011’de kurulan dünyanın ilk online sanat fuarı VIP Art Fair de, Artnet’in açık artırmaları da aynı şekilde maddi başarıya erişemedi. Berlin’de Daniel Richter, Julian Schnabel gibi dev isimleri temsil eden CFA Galeri büyük hayallerin yanında, 70.000 Euro yatırdığı iPad uygulamasını, ne galerinin ne de sanatçıların bundan bir kar elde edemediği gerekçesiyle kaldırdı. İş sanatın satışına geldiğinde sosyal platformların henüz ciddiye alındığı söylenemez. Geçerli olan hala klasik kurallar. Tıklanma sayısı üzerinden başarıya dair bir fikir edinmek müzikte ya da pop kültürün diğer alanlarında olduğu kadar kolay değil. İşin esası doğru kişileri, koleksiyonerleri ve galeri sahiplerini tanımakta. Ne de olsa müzik piyasası kadar denemeye açık olmayan, daha seçkinci bir kitle ve daha büyük rakamlarla karşı karşıyayız.
Bu saydığımız projeler, McLuhan’ın “araç mesajdır” sözünün izinden giden, sanat eseri olmaktan ziyade fikir oluşumlarına yol açan tetikleyiciler. Yeni bir sanat formu olarak belirli bir olgunluğa ulaşmaları ve kabul görmeleri kültür-sanattaki diğer gelişimlere ve dijital verilerin sosyal ya da politik düzlemlerde ne oranda etkili olacağına bağlı. Başarıya dair kesin rakamlara varmak için daha çok erken, ama zaten önemli olan bu değil. Sosyal medya sanatı, -crowdfunding sisteminden katılımcı işlere- sanatsal değerinden öte, yerleşik sanat sistemlerini sorgulayıp onlara alternatif yeni sistemler önermesi açısından önemli; asıl anlamı ise, verdiği cevaplardan ziyade sorduğu sorularda yatıyor.
Sanat pratİklerİne doğrudan etkİ Sosyal medyanın sanata etkisi tabii ki sadece bir iletişim aracı olmakla sınırlı değil. ‘Sosyal medya sanatı’ olarak, sanat pratiklerini doğrudan etkilediği bir alan daha var ki, yaratıcılığı asıl tetiklediği ve sanata en çok nüfuz ettiği nokta da, henüz çok yakın bir geçmişe sahip olmasına rağmen, burası. Sosyal medyanın yeni sanat projelerine ilham olduğu anlar giderek daha fazla karşımıza çıkıp, Manchester’daki Future Everything gibi festivallerde kendi izleyicisini buluyor. Objeden 33
INTERVIEW
SERGE LUTENS
Sanatın Esansını Çıkarmak Hevesli bir fotoğrafçı, uçlarda gezinmeyi seven bir sanat direktörü, klasik güzellik formlarıyla ilgilenmeyen bir saç ve moda tasarımcısı, usta parfümör, gizli filozof, apaçık Marakeş aşığı, yazar çizer… Eğer Serge Lutens imzası taşıyan bir parfüm kullanıyorsanız şişenin dibindeki son beş damlaya dokunmayın. Ne de olsa elinizde tuttuğunuz gerçek bir sanat eseri! röportaj ayşecan ipek fotoğraf francesco brigida
XOXO The Mag
16 ile 26 yaş arasını çılgınca seyahat ederek, deliler gibi çalışarak geçirmişsiniz. Kendinizi tanımaya hangi yaşta fırsat bulabildiniz? Belki de hala bulamadınız? Sonuca varmadıkça, yani ölüm ziyaret etmedikçe kim olduğumu ve neden böyle olduğumu aramaya devam edeceğim. Çünkü soru işareti beni kendi dolambaçlılığına çekiyor.
Şu an neredesiniz? Marakeş’te kendi evimdeyim. Sizi biraz daha aydınlatayım: 1974’te Médina’da geniş ve olağanüstü bir ev almıştım, 34 seneden fazla bir süre boyunca her detayını kendi ellerimle işledim tabiri caizse. O evde hiç yaşanmadı, çünkü yapım sürecinde aslında o evin sadece kendisi için var olduğunun farkına vardım. Doğrusunu söylemek gerekirse, ilgimi çeken daha çok Arap geçmişini ve Hispanik Mağribiler’i keşfetmekti. Bu aynı zamanda kendim ve buradaki olağanüstü sanatçılar arasında kurmaya çalıştığım bir diyalog, bir çeşit kimliğini yeniden keşfetme biçimiydi. Her şey bittiğinde anladım ki; bir nüsha niteliğindeki bu ev yaşamam için yapılmış değildi. Bu taştan, ahşaptan ve kireçten yapılmış romanı hiç unutmamak için ona özenle bakıyorum. Diğer yandan, şu anda bulunduğum ev ise geniş bir bahçe içerisinde oldukça küçük bir odadan ibaret. Rahatlığın kesinlikle daha fazla ön planda olduğu bir ortam ve yazının bir düşünceyi, bir hayali tamamlayabilecek her türlü vasfa sahip olduğuna inandığımdan, etrafımda yakınımda olmasını istediğim kitapları taşıyan kütüphanem var.
Palais Royal'de sergilenen bir parfüm koleksiyonunuz var. Parfümlerinizin kendilerine ait bir tapınağa sahip olmaları nasıl bir his? Tapınak kelimesi içinde dini de barındırıyor, ki mistik bir karakterim olduğunu göz önünde bulundurursak kullanmak çok da yanlış olmaz. Fakat durum burada biraz daha değişik. Palais Royal-Serge Lutens, Paris denilen şehirde var olduğunu söylediğim bir yerdir sadece. Parfümeri olarak sunulan ve bana söylendiğine göre çok takdir gören bir yermiş. Öne çıkan iki ayrı profil var: İlki, bazı ayrıcalıklar sunan bir profil (bu kelime beni güldürüyor, özellikle sürekli aralarında üreyen bizim gibi ‘ensest’ toplumlarda) ve beni avangart kılan, düz kapaklı şişesinin dikdörtgeni anımsatan köşeli bir yapıya sahip olması. Diğerinin ise kapağı küçük ve yuvarlak. Etiketinde benim adım ve parfümün adı yer alıyor. İkisi de yaratım ve kalite açısından eşitler ama dikdörtgen olan daha geniş bir dağıtım ağına sahip. Benim için parfüm, esansların söz dizimiyle oluşmuş bir edebiyat. Parfüm, benim o anda kim olduğumu ortaya koymalı. Ürün öncelikli olmamalı. Benim için önemli olan ifade. Yoksa parfüm, tüketimin Adem ve Havva’sı için satılan bir üründen başka bir şey olmazdı.
Üzerinizde ne var? Siyah pamuklu kumaştan bir eşofman ve aynı renkte terlikler. Kucağımda bir defter ve elimde de bir kalem var çünkü yazıyorum. Etrafınıza baktığınızda ne görüyorsunuz? Neredeyse tüm duvarlarımı kaplayan kitap raflarımı görüyorum. Her birinin detaylarını bir kerede ayırt edebilmem için birbirinden çok ayrı duruyorlar. Gözetleme kulesini andırıyorlar adeta. Başka bir rafta ise bir taş, bir palmiye ağacının parçası, birkaç buğday başağı, resimler ve hızla ilerleyen vereminden önce Piero Di Cosimo tarafından çizilmiş bir Simonetta Vespucci kartpostalı var. Öldüğünde hala çok güzeldi. 23 yaşında... Gerçekten, gökyüzünde sonsuzluktaki yerini almak için aramızdan ayrıldı.
Marakeş için “Death In Venice'in geceye ait, tozlu versiyonu” tanımını kullanmışsınız. Bu şehirle aranızdaki tutkulu, hipnotik ilişkiden bahsedebilir misiniz? İlham özgül olarak Marakeş’e bağlı değil aslına bakacak olursanız. Arap etkileri olduğu su götürmez, fakat bu daha çok benim kendi kimliğimle ilgili. Burada anlatmam çok zor, çok karmaşık olacaktır. Kısaca şöyle özetleyeyim: Burnumun bir müzik kulağı olmasına ve kokulara karşı duyarlı olmama rağmen 1968’den önce sahip olmadığım bu zevke beni iten ilhamın kendisi Marakeş’tir, kokuları değil.
Etrafınızda ne kokluyorsunuz? Yaşamakta olduğunuz odanın içerisinde koku kendini göstermez. Kokuyu alabilmek için önce bulunduğunuz alandan uzaklaşmanız gerekir. Koku bir heyecan, bir keşiftir. Beşinci his olan değerlendirmedir. Birine bayılmak, nefret etmek ya da ona karşı dikkatli olmak gibi hakiki duygusal şoklarımızı koku aracılığıyla yaşarız. Çok basit.
Koleksiyonunuzda 'bois' (orman) ailesi önem taşıyor. Bu aile sizin için yalnızca olfaktif değer mi taşıyor yoksa 35
Do not obey my orders, obey my silence
N’obéis pas à mes ordres, obéis à mes silences
XOXO The Mag
kreasyonuma gelince, Une Voix Noire kötülüğün bir formu olarak ortaya çıktı ve Billie Holiday’in sanatının prensiplerine gönderme yapıyor. Kişisel olarak ben bunu ‘hüner’ diye adlandırmayı tercih ediyorum.
duygusal bir anlamı da var mı? Orman, ana öğedir. Yönümü bulmamı sağlar. Kuşkusuz, çocuklarda ve küçük kız çocuklarında gözlemlemişsinizdir. Bir ormanda kollarıyla ağaç gövdesine sarılmış bir şekilde babasından miras kalanı desteklediklerini görmek hiç de nadir bir görüntü değildir. Orman, ruhumuzla gerçek bir diyalog kurmamızı sağlar. Hatta bu diyaloğa katılır bile diyebilirim.
Shiseido için Pierre Bourdon ve Christopher Sheldrake ile yarattığınız ve daha sonra kendi koleksiyonunuza kattığınız Féminité Du Bois, piyasaya sürüldüğü dönemde çığır açan bir karışımdı. Erkek parfümlerinde koklamaya alıştığımız sedir, meyve ve baharat bu parfümün karakterine sessiz bir ateş kazandırmıştı. Sizce günümüzün çığır açan akorları ve notaları neler olabilir? Féminité Du Bois’yı yaratırken dikkate değer teknisyenlerle çalışmış olmama rağmen, parfüm kişisel bir itkiden, gereklilikten ve başkaldırıdan doğdu; ormana kadınsılığı vermek gibi. Kendi dişiliğimi bu sayede deklare etmeye eşdeğer bir durumdu. Bir parfüm benim kişisel ifademden başka bir şey değildir. Notalar ve akorlar bir resimdeki basit guaj boya renkleri gibilerdir. Söylendiğine göre bu, çığır açan bir parfümdü ve kaç kere taklit edildiğini hiç saymıyorum.
Burnunuzu ne heyecanlandırır? Parfüm yapmak bir tutku. Seçeneğin yoktur; zaman zaman aktif, zaman zaman da pasifsindir. ‘O’nu bulmadıkça cansızsındır. Fakat burnumda bir heyecan olduğu doğru ve sadece orayla da sınırlı değil: Kıkırdağımdan görüşüme her şeyi etkiliyor bu heyecan... Hepsi birbiriyle bağlantılı. Peki beş duyunuz içinde burnunuzdan sonra en çok hangisine güveniyorsunuz? Genelde dağınık olan duyularımın hiçbirine güvenmem aslında. Ama okuma ve dokunma ile diğer duyularımın konsolidasyonunu sağlayıp kendimi toparlıyorum. Eğer onları sadece kendi hallerine bırakırsam hiçbir işe yaramazlar ama onlar için ben karar veriyorum ve zaman zaman da beni sürüklemelerine izin veriyorum.
Yine Féminité Du Bois’dan devam edersek, parfüm Shiseido'nun kadın bedenini andıran, koyu renkli şişesinde gizemini korumaya çalışan bir iksiri andırıyordu. Sizin koleksiyonunuza geri döndüğünde ise rengi, aroması ve etiketiyle çıplak yüzünü gösterdi. Parfümün özünde de değişiklikler yaptınız mı? Parfümlerle alakalı değişiklikler bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkmaz. Parfümeriye hükmeden parfüm kuralları öyledir ki, yarattıkları günden beri parfümü hiç değişmemiş gibi davrananlar yalan söylüyorlardır. Kurallar, markaları değişik nedenlerden dolayı güncellenmeye zorlar. Féminité du Bois’da sadece basit kararlar verebilecek kadar şanslıydım.
Kendinizi hiçbir kokuyu alamayacağınız bir yere kapatmak isteseydiniz, burası neresi olurdu? Nerede olursak olalım koku alırız. Kokunun yokluğu bile aslında bir kokudur. Hiçbir koku almamak imkansızdır. Sorunuzun cevabına gelirsem, bana öyle geliyor ki bir yazar en iyi yazılarını hapishanedeyken yazar çünkü diğer tüm düşüncelerinden arınmış olur. Benim için de aynı şeyi söyleyebilirsiniz. Şüphesiz ki tek başıma kalabileceğim bir hücre. İlk parfümünüzü yarattığınızda kaç yaşındaydınız ve ne hissetmiştiniz? 2013 yılının Mart ayıydı ve 71 yaşındaydım. Şaka bir yana, tam olarak 14 yaşındaydım. Doğrusunu söylemek gerekirse çok da farklı hissetmemiştim. Çünkü hayatım halihazırda nadasa bırakılmış, emek sarf edilmemiş daimi bir arayıştan ibaret. Ama artık benim için gerçek değerin zaman ve onun yaratım ile yüz yüze olan bağlantısı olduğunu daha iyi anlıyorum. Her zaman bu aciliyetin bilincinde olmuşumdur ve sürekli olarak alarm halinde yaşarım. Bir parfüm, bir metin, bir resim... Her zaman aynı çabayı ister. Beni ilgilendiren ise kendi başıma ilerleyebilmek.
Uyumsuzluk ve uyum hakkında neler düşünüyorsunuz? İkisi de çok önemli. Öyle ki eğer istenilseydi ve araştırılsaydı bir yaratımdan çok fuhuş oyununa dönerdi. Bu son dediğim diğerlerini de işin içine almayı içeriyor; onları memnun etme arayışında olmayı değil. Yarattığınız parfümlerle sanatçı kişiliğiniz arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz? Benim için hepsi birbiriyle iç içe. Hiçbir zaman kişiliğimin dışında bir şeyler yapma yetim olmadı, olamayacak. Öte yandan, başka türlü olsaydı bu bir tür fahişelik olurdu.
Yaratım süresi boyunca sizi en çok heyecanlandıran, belki de korkutan parfümünüz hangisiydi? Sadece kendimden korkarım; asla yarattığım bir şeyden değil. Aksine bir fikre gebe olma hali güven vericidir. Katmerlendiğimi söyleyebilirim. Her parfümün kendi hikayesi vardır. Her biri belirsizlikten ruha geçme halleriyle, hayalleri ve şiddetli öfkesiyle kendi kararlılığını içerir.
Parfümün ticari gücü inkar edilemez. Birçok modaevi parfümle daha geniş kitlelere ulaşmayı hedefliyor. Sizce niş parfümeri ve ticari parfümeri arasındaki ilişki ne yönde ilerleyecek? Niş artık bir sığınak olduğundan çok az hayatta kalan olacaktır. Şöyle ki; adı değişen pazarlamada, yaratmak ne niş olarak ne de izdihamın içinde yer alabiliyor. Yeri daha çok ten üzerinde. Geri kalan ise teferruat. Size zaman zaman düşündüğüm bir şeyden bahsedeyim: Bir parfüm çıkarırken, ‘büyük bir başarı kazanması’ ya da tersine bir parfümü lanse ederken ‘kamuoyunda küçük bir kesim tarafından tanınacak olması’ durumu mevcuttur. Ama her iki durumda da ben kendi seçimlerimi korumaktan yanayım. Stéphane Mallarmé’nin de dediği gibi: “Atılan zar tesadüfü asla değiştiremez.”
Son parfümlerinize doğru ilerlersek? Sonuncusu uluslararası dağıtım için yaratılan Santal Majuscule serisi. Bu alanda ilerledikçe -bugün elliden fazla parfümüm var-, parfümeri konusunda prensibin hep aynı olduğunu anladım, ki bu da tarihten başka bir şey değil. Sizin de bildiğiniz gibi bir romanı kelimelerden başka bir şeyle inşa edemezsiniz. Parfüm için de aynı durum söz konusu, önemli olan her şeyden önce esansların benim söylemek istediklerimi aktarabilmesi. Palais Royal için son 37
Japonya ve Fransa'nın olfaktif tercihlerini değerlendirecek olursanız… Bu iki coğrafyanın parfüme bakışını ayıran özellikler sizce neler? Farklılık çok büyük çünkü oryantal ülkelerin çoğunda olduğu gibi (hamamlar vs.) Japonya’da da su başlıca prensipler arasında yer alır. Japonya’da var olan bir parfüm temizlik fikrine gölge düşürmeyen bir alternatif gibidir. Japonya söz konusu olduğunda beni ilgilendiren “Eaux”ların daha başarılı olması. Parfüm marjinal bir olgu ve eğer satmıyorsa bu daha çok onun Avrupalı bir akımın mensubu olmasından kaynaklanıyordur. Japonya’nın tam tersi olarak Fransa’nın daha kirli, lükse düşkün ve asil bir kültürü var. Parfümün orada rolü her zaman çok büyük olmuştur. Dönemin dini kurallarının da etkisiyle (yıkanmanın ve tepeden tırnağa çıplaklığın yasak olması gibi) parfümün etkisi ve sonuçları Fransa’da çok önemli olmuştur. XIV. Louis’nin sudan korktuğunu ve hastalık taşıdığına inandığını hatırlayın. Bu iki kültürün arasındaki olfaktif uzaklıklar çok büyük. Fotoğrafçı, sanatçı, vizyoner, parfümör… Bu tanımların hepsini çarpıcı uçlara taşımış bir kişisiniz. Hayatınız sizin belirlediğiniz yönde mi ilerledi yoksa kendinizi akışa mı bıraktınız? Dönüm noktanız ne oldu? Hayliyle bilinçsiz olduğunu düşünüyorum. Başlarda nadir de olsa seçimler olmasına rağmen, sonraları daha çok kendimi ifade etme aracına dönüştü. Kader bir yükten çok bir fırsat olarak çıktı karşıma. Daha iyi anlatmam gerekirse önemli olan kaderinizi belirleyip ona doğru ilerlemek ve bizimle ya da biz olmadan, seçimlerimizle ya da seçimlerimiz olmadan yola devam edileceğine karar vermek. Aklınıza kazınmış bir görüntü? Bir görüntü aşk gibi nefret gibi değişir, kaybolur. Hiçbir şey sabit değildir, her şey değişkendir. Değişmesek de gelişiriz. Maruz kaldığımız durumlara göre arınırız ve tanımlarız. Kişisel olarak ben yeni bir görüntünün oluşması için bir öncekinin yok olmasını beklerim. Bugüne kadar hiç parfüm sürmemiş birine parfümü nasıl tarif ederdiniz? Bu çok eğlenceli bir soru çünkü bana bir anımı hatırlattı: Birkaç sene önceydi. Radio France Culture beni görmeye gelmişti ve koku hücreleriyle özel olarak ilgilenmeyen genç güzel bir hanım da onlara eşlik ediyordu. Herkes gibi olabilmek için, burnu bir kere bile bir kokuyu tanımamışken yalan söyleyip hile yapmak zorunda kalmıştı. Güzelliği acı çekiyordu ve yüzündeki kayıtsızlık bir ifadeyi gizler gibiydi. Onunla konuştuğumda gözlerime ve ellerime çok dikkatli bakıyordu. Radyonun benim için hazırladığı oyunda bu kız için bir parfüm seçmem istendi. Koklayamayacağı ama hissedebileceği bir parfüm. Biliyorsunuz, kelimelere çok anlam yüklerim ve bu kızın suratı bana Botticelli’nin Venüs ve İlkbahar’ındaki Simonetta Vespucci hikayesini hatırlatmıştı. Böylece bu kadın esansların üzerindeki kelimelerle alevlenmişti çünkü Floransalı olan Simonetta o zamanın dilberlerinin sürdüğü gökkuşağından bir parfüm sürüyordu. Dolayısıyla o kız için seçeceğim parfüm başından belliydi: Iris Silver Mist. Sanırım parfümü koklayıp hissedebileceğinin garantisiyle geri döndü. Parfümlerinizi son derece edebi bir dille anlatıyorsunuz. Edebiyat sizi besleyen bir dal mı? En son ne okurken bir parfümü hayal ettiniz? Hiçbir parfümüm direkt olarak bir kitaptan çıkmadı ama şimdi
neredeyse 10 senedir yazı benim için belirleyici bir etken. O zamandan beri de parfümerim çok daha değişik oldu. Favori yazarlarıma gelince, Baudelaire, Genet ve hatta biraz da Rimbaud’dan etkilendiğimi söyleyebilirim. Beauty Manifesto makyaj koleksiyonunuzun yaratım süreci nasıldı? Makyaj hakkındaki genel düşünceleriniz neler? 1967’de Christian Dior yeni bir makyaj koleksiyonu için onların ailesine katılmamı teklif etmişti. Tasarladığım şey o dönem için gerçek anlamda devrimseldi çünkü fondötenler 1968’den sonra çıktı ve o dönemde herkes haklarını geri almakla meşguldü. Yarattığım şey bir semboldü. Vücut özgürleştikçe surat giyinmeye başlıyordu. Makyajdan kurtulmaya başlıyordu. Herkes kim olduğunu ifade etmek ve daha ilk bakışta bunun anlaşılmasını istiyordu. Hızlıca güzelliğin devrimcisi Diana Vreeland tarafından tanımlandım. Bu akım hala durmadı. 14 yılda benim cüretim Dior’un makyaj koleksiyonunu en yüksek noktalara taşıdı. Hatta beni ‘dünyanın en büyük makyörü’ diye adlandırdılar. Hep beni güldürmüştür bu tanım; özellikle ‘dünya’ ve ‘makyör’ kelimelerinin yan yana yarattığı ironi sebebiyle. 1980’de bu ilerlemeyi Shiseido için devam ettirdim ve onlar için bir marka yarattım. Kreasyonların yararına yaptığım buluşlar hala birçok anımda mevcuttur. Bununla birlikte 90’ların sonunda bu aktiviteme son verdim. Çünkü aklımda makyajın bir tik, bir alışkanlığa dönüştüğü kanısına vardım. Büyük mağazalardaki makyaj deneme alanları daha çok sizi seçeneklere boğan vagonlara dönmüşlerdi. Makyaj yeniden dizayn edilmeli. Var olan bu bolluk değiştirilmeli ve jestler, güzellik ve etkileri basitleştirilmeli. Günümüzde güzellik çok az ve basit şeylerden ileri geliyor: Cildin görünüşü, yorgunluk derecesi, güzelliği aydınlatmak ve canlı renklerle süslemek. Koleksiyon, tasarımıyla olduğu kadar, sadeliği, amaca yönelik duruşuyla da dikkat çekiyor. Bu koleksiyonun düzenlemesini nasıl gerçekleştirdiniz? Hangi ürünleri içeri alacağınızı en başından biliyor muydunuz? Evet, lüksle bağdaşık bir sadelik istiyordum. Daha ekstreme gitmek, elde ortaya çıkan bir şeyi yüze ve jestlere taşımak istiyordum. Bu menteşeli küçük kutular ve eğimli aynalar... Koleksiyonun her öğesi olabildiğince sadeleştirildi ve geliştirildi. Kırmızı rujun karşılığı nasıl bir parfüm olurdu? Renk renktir, dudak da dudak. Fakat, arkalarında her zaman hissedebileceğimiz bir sembol vardır. Benim için bu, çok yakın bir zamanda çıkaracağım parfümüm ‘La Fille de Berlin’ olurdu. Hayret verici ve parlak. Güzellik sizce nerededir? Güzelliği aşktan daha fazlasıyla tarif edemem. Şaşkınlığa bağlıdır. Bununla birlikte fiziki normlarla somut bir şekilde anlatmam gerekirse (ki bu benim için hiçbir şekilde mevzubahis değil) güzellik başını kaldırdığın andır, farkındalık ve isyan anıdır. Hiç ölümü düşünüyor musunuz? Hiç düşünmesem de bana hayatımın başlangıcından beri eşlik ediyor. Fiziki anlamda ölüm beni hiç endişelendirmiyor çünkü var olan bir gerçek ve kendi bağlamında güven verici. Mamafih, ölümün bir başka formu daha var zamana bağlı ve hayatını bir ifade şekli olarak tamamlayamamak, gösterememekle alakalı. İşte bu ölüm beni hayatı daimi bir aciliyet içerisinde yaşamaya itiyor. Bu bakımdan evet, ben bir gece bekçisiyim!
XOXO The Mag
BRAND
YİNe YENİ YENİDEN
Zamanı Koklamak yazı aslı arduman fotoğraflar sam taylor johnson/chanel'in izniyle
Karşımızda bir Chanel N°5 filmi. Başrolde Brad Pitt. Yönetmen koltuğunda Joe Wright. Bu filmi görmeyen kalmamıştır. Kahramanımız gizemli bir filozof edasıyla kameraya bakar ve şöyle der: “Bu bir yolculuk değil. Her yolculuk sona erer. Biz devam ederiz. Dünya döner ve biz de onunla birlikte döneriz. Planlar kaybolur. Yerine hayaller geçer. Fakat nereye gitsem, sen oradasın. Şansım. Kaderim. Talihim. Chanel N°5. Kaçınılmaz.” Bu filmin ardından pek çok şey yazıldı, çizildi. Chanel’in ilk defa bir erkeği N°5’in yüzü olarak seçmesi ve klişeleri yıkması kuşkusuz cesurca atılmış bir adımdı. Bu durum karşısında, önce şaşkınlığa düşüldü, sonra bunun yerini başka bir düşünce aldı. “Neden bir erkek?” diye sorduk ister istemez kendi kendimize. Sonuçta amaç, yalnızca dikkat çekmek ve sansasyon yaratmak olamazdı. Düşününce aslında çok basitti bunun nedeni: Kadının çekiciliği ve dişiliği, ona hayranlık duyacak, onu takdir edecek, aşık ve aynı zamanda da seksi bir erkek var olduğunda katbekat artacaktı. İşte bu noktada, başrolde -Karl Lagerfeld’in dünyanın en seksi adamı olarak tanımladığı- Brad Pitt’i oynatmak, kadını ise eşsiz bir parfümle ilişkilendirmek çok da akıl almayacak bir durum değildi. Kadınla erkek arasındaki ‘kaçınılmaz’ çekimi bir de erkek gözünden izlemenin vakti çoktan gelmişti belki de. Tabii bu kimyanın oluşmasında ve süregelmesinde kokunun/parfümün oynadığı rolün muazzamlığını da görmezden gelmemekte fayda var, zira türlü türlü hikayeye ve romana konu olmuş parfüm nelere kadir aslında… Gelelim parfümün yararlarına ve de işin felsefe kısmına; Tom Robbins, Parfümün Dansı’nda parfümü şöyle tanımlar: “Parfüm bir taraftan, hayatta ilk anılarımızla aramızda bir bağ oluşturur, diğer taraftan da, bir sonraki hayata geçişte bize eşlik eder. Fantezileri harekete geçirir, düşünceleri şekillendirir ve davranışları değiştirir. Parfüm, geçmişle olan en sıkı bağımızdır ve geleceğe yolculukta en yakın yoldaşımızdır. Tarihe, tarih öncesi zamana ve sonraki dünyaya hükmeder. Parfüm sonsuzluktur.” Yani bir nevi, Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’deki
meşhur ‘madeleine’i gibi, parfüm de insanı hiç beklemediği bir anda geçmişin tozlu sayfalarına ışınlayabilir, tabii bu esnada, cezbedici çiçek aromalarıyla haletiruhiyemize de dokunup, içimizde bir şeylerin kıpırdanmasına yol açan sihirli bir değnek gibidir aynı zamanda. Bu tanım esasında hikayeye ‘cuk’ oturuyor, zira Brad Pitt’in oynadığı kahramanımız sonsuza dek yanında olacağını bildiği eşsiz parfüme ve muhtemelen de bu parfümle özdeşleştirdiği, hayatının aşkı olan kadına hitap ediyor. Kısacası, satır aralarını okuduğumuzda ortaya çıkanın aslında iyi çekilmiş bir reklam filminden çok daha fazlası olduğunu fark ediyoruz. Tom Robbins’in, Parfümün Dansı’nı yazarken Chanel N°5’ten ilham almış olması çok da uzak bir ihtimal değil kanımca. Öyle ki, böylesine dillere destan ve ebedileşmiş bir parfüm yaratmak Coco Chanel ve parfümörü Ernest Beaux’dan başkasına nasip olmamıştır. Bu parfüm o kadar eşsiz ve mükemmeldir ki, insanın yere göğe sığdıramadığı aşkını da, belki de farkında olmadan, bu kokuyla özdeşleştirmesi kaçınılmazdır. Tevekkeli değil, Parfümün Dansı’nın baş kahramanlarından Alobar da, roman boyunca tutkuyla izi sürülen efsanevi parfüme, hayatının aşkı Kudra’nın ismini verir. Kaybettiği aşkı Kudra’yı yeniden bulmanın tek yolu bu parfümdür; birbirlerini göremeseler de ancak sürdükleri bu eşi benzeri olmayan kokuyla birbirlerini tanımaları mümkün olabilir, sonsuzlukta onları birleştiren en güçlü bağ bu parfümdür. İşte, N°5 de tıpkı Tom Robbins’in ‘mükemmel’ kurgusal parfümü gibi yıllara meydan okur, burun deliklerinden girip ruha dokunur, belleğin derin köşelerinde yer edinir ve atmosferimizin değişmez bir parçası haline gelir. Kısacası, bir parfümün, verdiği hissiyatla vazgeçilmez hale gelmesi hafife alınacak bir mevzu değildir. Bu durumda, hak verirsiniz ki, Chanel N°5’in böylesine ikonlaşması, 1921’de doğup, sonra da ölümsüzleşmesi yalnızca başarılı bir pazarlamanın eseri olamaz. Aksini düşünecek olursak da, hem geçmişte kalan hem de gelecekte yaşanacak sayısız hikayeyi hiçe saymış oluruz.
XOXO The Mag
Fashion
SÜKUNETİ ARAYAN MELANKOLİK
Damir Doma
1. damir doma 2013 ilkbahar / yaz 2. silent damir doma 2013 ilkbahar/ yaz
yazı ece candan
1.
2.
Vogue Paris, Purple, The New York Times ve 10 Magazine onu konuşuyor. Londra’da Dover Street Market, Paris’te L’Eclaireur, New York’ta Atelier NY, Tokyo’da Lift ve İstanbul’da shopigo.com yok satıyor. Son birkaç yıldır moda dünyasının yazarları, çizerleri onu yere göğe koyamazken o kendini sükuneti bulmaya çalışan melankolik diye tanıtıyor. Hırvat asıllı yeni nesil tasarımcı Damir Doma, Paris moda haftasında gözlemcilerin fenomen olacaklar listesinin en başındaydı. Damir Doma şu fani dünyada insan bedeni için en kaliteliyi araştırmayı hedef belirliyor. Tasarımlarında oranların ölçüsüne fazlasıyla takık. Bunda çıraklık dönemini yanında geçirdiği ustası Raf Simons’un etkisi olabilir mi? Kuvvetle muhtemel. Doma Almanya’da annesinin atölyesinde büyüdükten sonra Berlin ve Münih’te moda eğitimini tamamlayıp Belçika’da bugün Dior’un başına geçen, o zamanlar lokal genç bir tasarımcı olan Raf Simons ve Dirk Schönberger’le çalışarak deneyimlerini biriktirip kumbarasına atmış. Sonra ver elini Paris. 2008 yaz sezonunda ilk erkek koleksiyonunu kurtlar sofrasına sunuyor. 2010 kış sezonunda da kadın hazır giyim koleksiyonunu... Yumuşak ve sert kumaşları birbirine yakın tutabilme kabiliyeti en büyük alametifarikası. Dokuların doğru şekilde birleşmesi hassas karnı. Bu titizliğini de aldığı Alman disiplinine verebiliriz. 2013 yaz koleksiyonunda şifon etekler deri bluzların altında saklambaç oynarken, jakar ve deri el ele verip pantolon ceketlerle iyi bir takım oluşturuyor. Yarattığı silüetlerde dünyanın sayısız sanat ve mimari akımından etkilendiğini vurguluyor. Daha önceden kabul görmüş
süslemeler, dekoratif unsurlar ve kimlikler, koleksiyonunda saygı duruşuna geçiyor. Militer trendinin monotonlaşan iki başlığı, üniforma ve yeşili yeni öğelerle harmanlıyor. Siyah kapitone deri parçaları, gri penye dokular ve haki tonlarla birleştirerek kısa ceketleri Damir Doma usulü üniformalaştırıyor. Siyah, yeşil ve mavinin çevresinde dönen tasarımlarda kırmızı sadece detaylarda ortaya çıkıyor. Koleksiyonun nüfus kağıdının cinsiyet kısmında da kesinlikle androjen yazıyor. Kolsuz, önden fermuarlı, ortasından siyah deri panel geçen haki elbise, belindeki kırmızı kemerle “işte budur” dedirten ve belki de tek feminen parça olarak defterlere not ediliyor. SILENT DAMIR DOMA Damir Doma hızını alamayıp büyüklerinin adımlarını takiben bir alt koleksiyon da hazırladı. Adını da arayışında olduğu sükunete ithafen belki de ‘Silent Damir Doma’ koydu. Yumuşak silüetleri techno detaylarla çoğalttıkça çoğaltıyor. Silent Damir Doma 2013 Yaz koleksiyonunda kadın ve erkeği tek potada eritmiş bir koleksiyonmuş hissi veriyor. Sırt çantaları, hasır kasketler iki koleksiyonda da joker rolünde. Bir başka ortak mülk de kapüşonlar. Heavy-metal tarzın yeniden yorumlanmış hali olan parçalar yontulmamış zarafeti simgeliyor. “Hiçbir şey uzaktan göründüğü gibi değildir” lafı bu tasarımlar için tam gediğine oturan bir söz. Her ne kadar isyankar ve asi dursa da yaklaşıp dokunduğunda üzerinde yokmuş hissi veren hafif kotonlar, fitilli ketenler ve yumuşak derilerle Silent Damir Doma bir başka güzel.
XOXO The Mag
MUSIC
BAT FOR LASHES DRAMATİK SADELİK
Çıplaklığın sadece seksapelden ibaret olmadığını, içinde barındırdığı sadelik ve neo retro göndermelerle sessizce haykıran Bat For Lashes, orijinalliğin görsellik peşinde koşarak yakalanmaya çalışıldığı bir dönemde önemli referanslar veriyor. yazı seda niğbolu fotoğraflar eliot lee hazel
XOXO The Mag
Lashes’ın içinde yer aldığı alan da poptan ziyade art-pop ve bu yüzden saydığımız isimlerin yanında, Fever Ray ya da Lykke Li gibi görece daha seçkinci bir kitleye hitap eden müzisyenlerin dinleyicilerini de yakalamış durumda.
Bat For Lashes’ın tam da yenilenme sürecinde albümünün çıkış parçasını, pek çoklarına göre yılın en büyük pop hit’i olan ‘Video Games’in yazarı Justin Parker’a emanet etmesi risk almamak ya da daha büyük olmanın peşine düşmek gibi algılanabilir. Ama parçaya, videosuna ve Bat For Lashes’in röportajlarına bakıp Lana del Rey’in sonradan edinilmiş kostümleriyle hiçbir ilgilerinin olmadığını görmek iç ferahlatıcı. Lana Del Rey aynı anda nostaljik ve orijinal olabilmek için onlarca vintage 8mm videoya ve koca bir takıma ihtiyaç duyarken, Bat For Lashes’ın peşine düştüğü sade ve mükemmel bir pop parçası yaratmak ve kendi deneysel fikirlerini şekillendirirken, Parker’ın klasik parça yazımından bir şeyler öğrenebilmek. Ortaya çıkan sonuç muhtemelen Adele’in ‘Rolling in the Deep’inden bu yana duyduğumuz en etkileyici pop parçası. Asla onun kadar popüler olamayacak tabii, ama aşırı sadeliğine rağmen o denli etkileyici. Hatta her an ağlamaya ve ağlak olmaya başlayabilecekmiş gibi, ama tam o uca savrulacakken her seferinde dümeni kırıyor ve abartılı olmaktan kaçınıyor. Natasha Khan’ın videoda yaşlı bir oyuncuyla hüzün içinde dans ederkenki teatralliği de öyle. Yapaylık ve abartıdan uzakta sahnelenen, kusursuzluk ya da gençlikten ziyade deneyime ve geçen zamana tamah eden bir şov...
2006’daki Fur and Gold ve 2009’da gelen Two Suns ile Mercury Ödülleri'ne aday gösterilip büyük kitlelere ulaşmasında, sofistike bir popa duyulan özlemin etkisi büyüktü. Deneysel müzikte popa eğilim son dönemde çok artmış olsa da, popta deneyselliğe aynı payenin verildiği pek söylenemez. Üstüne ‘Daniel’ gibi 80’ler popunun melankolisini eksiksiz yansıtan çağdaş bir synth-pop klasiği gelince, Bat For Lashes’ın çift yönlü başarısı kaçınılmazdı. Yeni albüm The Haunted Man’e giden süreçse o kadar kolay olmamış. Uzun süren turne sonrası yorgunluk, yazar blokajı ve üstüne berbat bir ayrılık sonrası tüm kaynaklarını tüketmiş Khan. Ancak iyi iş yapan bir pop sanatçısı olarak, İngiltere’de deniz kenarında inzivaya çekilecek lükse sahip tabii ki kendisi. Pek çoklarına romantik bir ideal gibi gelen yemek yapma ve doğa yürüyüşleriyle dolu bir süreç onun rehabilitasyon dönemi olmuş. Filmler, kitaplar, tarih, din ve sanat konusundaki araştırmalar sonucu geri gelen ilhamla bugüne kadarki en sağlam işi The Haunted Man çıktı ortaya. Albümde, yeni kazanılmış güven ve iç huzuru arzusu, karşılığını daha fazla yaşam enerjisi, daha ilginç fikirler ve sadeleşme olarak buluyor. Sadelikten kasıt, daha çok kendiyle baş başa kalma, yoksa müzikal anlamda bir folk sadeliği gelmesin akla. Bu zengin müziğin ardında Justin Parker’ın yanında Beck ve Rob Ellis gibi isimlerin de olduğu minik bir ordu saklı.
Nathasha Khan’ı, kimilerine göre çok güzel olmasına rağmen, performansçı olmaktan ziyade fotomodel olarak var olan şarkıcılardan ayıran da zaten bu sadelik ve hatadan korkmama. Tabii ki saf olmamak lazım, bu kusurun içerisinde çok fazla işlenmişlik, güzellik ve sofistikasyon var, ama deneme tutkusu ve müziğin kendisi her zaman bundan çok daha ön planda ve Bat For Lashes hakkında konuşurken tartıştığımız ilk şey albüm kapakları ve videolardan ziyade müziğin kendisi ve yaratım süreci oluyor. Tıpkı 2000’ler öncesi alternatif pop divalarında olduğu gibi.
İsmi, Bat For Lashes’a göre kadın ve erkeklerin çatışma zamanlarındaki ilişkilerine bir gönderme olan albümün kapağındaki sadelik de arkasında pek çok ilham ve söylem barındırıyor. Khan’ı çıplak bedeninin üzerinde yine çıplak bir adamı taşırken görüyoruz kapakta; Ryan McGinley’nin omuzlarında bir kurt taşıyan bir kadın gördüğümüz Girl with a Wolf fotoğrafından etkilenmiş. Bir de Patti Smith gibi kadınların, kadınlıklarını sade ve süssüz bir halde sergiledikleri albüm kapakları geleneğinden. Makyajsız, tıraşsız, photoshop’suz şekilde, popüler kültürde kadınların temsiline karşı gelmek istemiş. Söz konusu olan çirkin ya da sıradan bir kadın olmayınca sanki samimi değilmiş gibi algılanıyor ama, PJ Harvey ve Courtney Love gibilerinin zamanında seksapellerini sunuşlarından etkilendiğini söyleyen Natasha Khan’ın derdi, güzellikten evvel kendi bedenini nasıl sergileyeceğine kendi karar vermek. Müziğinde de, tüm dramatikliği ve işlenmişliğine rağmen, son sözü söyleyenin içgüdüleri olması gibi.
Pakistan asıllı İngiliz Natasha Khan’ın yola çıkarken etkilendiği isimler de tam o dönemin isimleri. Kate Bush, Tori Amos, Björk, Fiona Apple, Cat Power, daha da gerilere gidersek, Annie Lennox... 2000’lerin başlarından bu yana karşımıza çıkan ve ortalamanın üzerindeki pek çok kadın sanatçının hemen bu isimlerle anıldığı düşünülürse, "orijinallik nerede?" diye sorgulamak mümkün, ama orijinalliğin söylemden ziyade görsel bir fikrin peşine düşmek olarak görüldüğü bir divalar aleminde, bir sanatçının çıkıp ilham aldığı kadınlara saygı duruşunda bulunması çok daha saf ve kendine has bir durum. Hele ki Two Suns albümündeki ‘The Big Sleep’te olduğu üzere Scott Walker gibi bir art-rock efsanesiyle çalışmayı arzulayacak kaç pop sanatçısı var? Zaten her ne kadar daha zorlamasız ve sade olduğu anlarda daha etkileyici olsa da, Bat For 45
WHATEVER
OBAMA
Marka DNA'sı
joe and jill biden in lancaster, photograph by christopher dilts for obama for america, 2012
yazı özgür inceoğulları
Bütün dünya nefesini tuttu ve Barack Hussein Obama II'nin ikinci zaferini izledi. Büyük farkla kazanılmış bir zafer olmasa da "dünyanın en önemli lideri" sıfatını üst üste iki defa kazanmak kolay değil. Bana göre bunu başarabilmek için gerekli olan başlıca araçlar; ilk sırada güçlü bir strateji, çok yönlü ve tutarlı bir diplomasi, son olarak da, en önemli nokta sayılabilecek, sıra dışı nitelikli bir pazarlama tekniği. Pazarlamadan kastım, liderin kendini güçlü bir şekilde konumlandırmasından ibaret. Bir başka deyişle; bireysel markalaşma. Barack Obama, 2008 yılında Hillary Clinton'ı ekarte ederek, seçimlere Demokrat Parti'nin başkan adayı olarak girmişti, hatırlarsınız. Dünyanın George W. Bush'tan sıkıldığı bir dönemde rakibi John McCain'i yenerek ABD'nin ilk siyahi başkanı olmuştu. Afrika kökenli bir Amerikalı olması bu seçimi önceki bütün seçimlerden farklı kılmıştı çünkü Obama beklenmedik bir hızla simgesel bir isim olmuştu. Hakkında hiçbir şey bilmeyenler, hatta ABD vatandaşı olmayanlar bile onun taraftarı oldular, Barack Obama'dan dünyayı değiştirmesini beklediler. Zira, babası yüzlerce yıl çile çekmiş ve hala da çeken bir kıta olan Afrika'da doğup büyümüştü. Hatta baba Barack, Müslüman bir aileden geliyordu. Sırf bu sebepler yüzünden Barack Obama'nın yoksullukla hep mücadele edeceği, Oval Ofis’in eski sahibinin aksine, barışçıl bir yaklaşıma sahip olacağı, ırk, din, renk vs. gözetmeyeceği düşünüldü. Obama deyince akla ilk gelen özellik umut verici oluşuydu. Bu pozitif bir başlangıçtı Obama için. Bunun üzerine göreve geldiği yıl içinde Nobel Barış Ödülü de kazanınca Obama
markası müthiş bir patlama yaptı. Nobel komitesi, insanları birleştirici söylemleri ve hareketleri şerefine ödülü ona verdi. Kendisi bile şaşırdı, malum, çünkü henüz farkını ortaya koyacak şeyler yapamamıştı. Ama birleştirici tutumda olduğu da doğruydu. Yani Obama’nın taşıdığı marka DNA'sının ikinci özelliği birleştiricilikti. Obama geçen yıl bir sonraki seçimde aday olacağını açıkladığında, Kasım 2012 seçiminin de çok heyecan verici olacağı belli oldu. First Lady Michelle ve kızları Malia ve Sasha'ya yine büyük iş düşüyordu çünkü onlar da Obama markasını oluşturan parçalardı. Özellikle Michelle Obama kocasının her an yanındaydı ve güçlü Amerikalı kadın imajını çok iyi yansıtıyordu. Barack, seçimin kazanıldığı akşam yaptığı konuşmada "Michelle, seni çok seviyorum, eminim tüm ABD de sana First Lady olarak büyük hayranlık duyuyor." diyerek 20 yıl önce evlendiği karısına şükranlarını sundu. Kampanyası büyük bir titizlikle hazırlanmış ve ayrıntılar büyük bir özenle uygulamaya konmuştu. Özellikle resmi internet sitesi barackobama.com çok çarpıcı videolarla sürekli desteklendi. Tüm kampanyanın kilit sloganı "Forward!" oldu. Obama vatandaşlarını ‘ileri’ harekete çağırıyordu. Başkanlık seçimlerinde özellikle ünlülerin başkan adaylarına verdikleri destek, kitleleri etkilemede çok etkili hiç kuşkusuz. Barack Obama; Angelina Jolie, Martin Scorsese, Oprah Winfrey, Bruce Springsteen gibi
XOXO The Mag
president barack obama and first lady michelle obama in dubuque, photograph by scout tufankijan for obama for america, 2012
bir kahramanın yansıttığı sihirli ve kurtarıcı bir siyaset sevgisi olarak görülebilir. Ancak, aslında söz konusu olan kahramanın yolu, klasik ve modern pazarlama yöntemlerini, kalabalığı geniş hedef kitlelere bölerek marka değerini artırmaktan geçiyordu. En katışıksız pazarlama tekniği, segmentlerin doğru noktalarına değinip, titiz bir hitap yöntemi seçmektir ve bu yaklaşım her zaman işleri olduğundan daha iyi yapar. ABD’nin de bu segmentasyon ve prensipleri seçmek için oldukça geniş bir potansiyele sahip olduğu göz önünde bulundurulursa, tüm bu şartlar altında başarmak ve kaybetmenin arasındaki ince çizginin doğru ekibi seçmek olduğu daha da aşikarlaşır. Ama sonuçta ekibinizi seçerken, kendi özelliklerinizi göz ardı edemezsiniz, o sadece epey karmaşık bir uzantı olacaktır. Dünyanın neresinde olursa olsun, seçim, aslında demokrasinin kritik bir fazı anlamına gelse de, bu olay Amerikan yaklaşımına göre her zaman çok daha kapsamlıdır, bu yüzden de epey göz alıcı gözükür. Ancak bu kez seçimin göz alıcı olmanın da ötesine geçerek yeni bir misyon üstlenmesi ve ABD markasının, Irak, Guantanamo, küresel ısınma, İran ve Kuzey Kore gibi uluslararası alanda çektiği zorluklar sonrasında, artık Avrupa’nın ve diğer tüm ülkelerin rahatsız edici bakışlarını ülke üzerinden çekmesi gerekiyordu. Bu anlamda Obama dikkatleri dağıtmak ya da azaltmak konusunda her dönemde iyi bir görüntüydü. Çünkü patronlar korkutucudur, liderler ise insana güven verir. Son seçimde de bu yargı geçerliydi, tüm bunlar sayesinde Obama “4 yıl” derken yanına bir de “daha” kelimesini ekledi, ve tabii ki seçilmenin ilk kuralı olan muhteşem denilebilecek bir kampanyayı da unutmadı.
ünlülerin desteğini her zaman arkasında hissetti. Bu destekler ABD vatandaşının ona olan hayranlığını bir kat daha artırdı. Dünyanın umut ve merakla takip ettiği lider ikinci seçimini de kazanmış, Obama markası gücünü bir kez daha ispatlamıştı. Politika, devlet üzerinden yürütülen sosyal projelerse, projelerin kabulü de yansıtılan görüntüyü seçmene -potansiyel tüketici demek daha doğru olabilir- kabul ettirmekten geçer. Bu bağlamda, Obama markasının yükselişi de, değişime ihtiyaç duyan, küresel bir pazar yeri olan ABD’nin üzerinde doğru zamanlamayla yapılmış bir çalışmayı andırıyor. Tıpkı DDB’den Keith Reinhard’ın söylediği gibi, Obama bir markada istenen üç esas özelliğe sahip; yeni, farklı ve çekici. Çevrimiçi platformlardaki etkin çalışmalar sayesinde Obama’nın bireysel markası daha da parladı. Obama’nın ekibi başından beri kampanyalar öncesinde hazırladıkları uzun videolarla ve takipçileriyle kurdukları samimi bağlantılarla Obama’nın her alanda yansıttığı adil profilini iyice pozitifleştirdiler. Eğer Barack Obama ve Mitt Romney, bilinçaltımızda birer animasyon karakterine dönüşselerdi; Romney, gündüzleri Weekly Standard’ını okuyup daha sonra kilisede yaptığı konuşmalarında Tea Party akımı ile birlik içinde dalgalanıyorken; Obama, Huffington Post veya The New Yorker’ına iyice göz gezdirdikten sonra birkaç yudum içtiği Powerade’den sonra, Occupy Wall Street için pankart hazırlıyor olurdu. Obama’nın kazandığı başarılar, eğer bakılması gerektiği yer bilinmiyorsa, 47
Interview
EMİN ALPER
Sinemanın Denenmemiş Alanları Tepenin Ardı’nın bu seneki festivallerde en çok ilgi gören Türkiye yapımları arasına girmesine çeşitli sebepler sayılabilir. Bir ‘ilk film’den beklenmeyecek alçakgönüllülükte, ayakları yere basan sağlam bir yönetim, referanslarının, çağrışımlarının çokluğuna rağmen sınırları belirgin bir dünya kurmadaki başarısı vs. Ancak son dönem Türkiye sinemasında benzerine pek rastlayamadığımız keskinlikteki ironisini listenin en başına koymalıyız. Neredeyse ıssız bir mekanda, hayali bir düşmanla (Yörükler) çarpışan, erkeklerden kurulu aileyi gündemimize bağlayan da bu söz konusu ironi, olaylar silsilesindeki absürtlüğü ortaya çıkarmaya kilitlenmiş tavır. İlk uzun metrajlı filmi Tepenin Ardı’yla Berlin’den iki ödülle dönen, İstanbul Film Festivali’nden de Fipresci ödülünü alan Emin Alper’le bu ‘tavrı’ konuştuk. röportaj erman ata uncu fotoğraf muhsin akgün
XOXO The Mag
engelleyen bir unsur mu? Zorunlu olarak değil. Olabilir de, olmayabilir de… Benim için hem politik hem de psikolojik romanın zirvesi Dostoyevski’nin Cinler’idir. Doğrudan politik demeyebilirsin ama çokça politik göndermeleri olan bir romandır. Bütün roman boyunca insan psikolojisinin en derin ayrıntılarına kadar incelendiğini görürüz. Öyle örnekler de var. Bence hikayeye göre değişir.
Tepenin Ardı’nı izleyen, neredeyse, herkesin hemfikir olduğu bir tespit, filmin senaryosunun sağlamlığı. Bu senaryonun ortaya çıkış sürecinden bahsedebilir miyiz biraz? Bu projeyi seneler önce üniversite yıllarında, ilk senaryo denemelerimden biri olarak yazmıştım. Ama tabii ki, o zamanki durumu çok farklıydı. Bir aile dramı olarak yine benzer bir ortamda geçen bir gecelik bir hikayeydi, bu kadar çok karakter yoktu. Ama hikayenin özü ve fikir o senaryoya dayalı. Yıllar sonra başka senaryolar yazdım. Başka kısalar çekildi. Bulut Film’le beraber uzun metrajlı bir film için yola çıktığımızda, benim öncelikli başka senaryolarım vardı. Ne var ki onlar da pahalı senaryolardı. Yamaç (Okur), "Niye daha küçük bütçeli bir senaryoyla başlamıyoruz?" dedi. Benim aklıma bu hikaye geldi ve tekrar yazdım. Tekrar yazarken de hikayenin alegorik potansiyelini fark edip onu ön plana çıkardım. Önceki versiyonda Yörükler yoktu mesela. Onlar eklendi falan derken zaman içinde birkaç versiyonu daha çıktı ve her versiyonu biraz daha alegorik bir içerik kazandı.
Ötekileştirme, Türkiye gündeminden hiç eksik olmayan bir mesele. Senaryo bu halindeyken hangi şekillerde gündemdeydi? Tabii hep gündemdeydi. 10-15 sene önce senaryoyu ilk yazdığımda, biraz acemilik yıllarıydı galiba. O zamanlar sadece hikaye yazmak istiyordum. Daha sonra bu kadar film izleyip, en azından kafamda bu kadar senaryo yazdıktan sonra, metni daha kolay yönlendirebileceğimi fark ettim. Haliyle bu süre içerisinde yaşadığım politik deneyimler de daha alegorik bir yere sürükledi hikayeyi. Ama bu ötekileştirme meselesini sorarsan, gözümü açtığımdan beri Türk siyaseti böyleydi. Bununla yoğrulmuştu. Bunun etkisiyle de hikaye ortaya çıktı.
Yörüklere Karamanlı olduğunuz için mi vakıfsınız? Kesinlikle… Babam avukattı ve en çok Yörüklerle yerleşik insanlar arasındaki kavgalar sonucu açılan davalara bakardı. Şimdi bu tür davalar pek yok. Yörükler epey azaldığı için olsa gerek… Ama benim çok ayrıntılı hatırladığım hikayeler bunlar.
Festivallerdeki soru cevaplarda, filmdeki Yörüklerle kendini özdeşleştiren seyirciler oldu mu? Evet, Kürt izleyiciler, bizi mi anlatıyorsunuz diye sorduklarında “Evet, ama sadece Kürtleri anlatmıyorum.” diyordum. Tabii ki bazen Kürtler olabilir bu, bazen Ermeniler... Burada evrensel bir mekanizma anlatılıyor. Ama Türkiye siyasetinden ilham aldığımız için ilk aklımıza gelen Kürtler ve filmin karakterlerinden Zafer’in Güneydoğu geçmişinden dolayı öyle düşünmeye daha meyilliler, ki doğru da düşünüyorlar aslında.
Berlin’den iki ödülle döndü ‘Tepenin Ardı’. Ama uluslararası festivallerin Türkiye sinemasından beklediği yapıda bir film gibi değil aslında… Berlin’de de böyle bir şaşkınlık oldu. Hatta Berlin’in basın jürisinde Ruldiger Schusland'ın ilk söylediği şey, “Bu Türk filmi gibi değil.” oldu. O yüzden çok hoşuna gitmiş ve ödüllendirmiş. Hatta bizim eleştirmenlere de “Siz de öyle düşünmüyor musunuz?” diye sormuş tek tek. Ama ondan sonra sanırım algıda benzerlik bulma isteği daha baskın çıkıyor. Çünkü bir sürü yerde Nuri Bilge Ceylan’a benziyor yorumuyla da karşılaştım.
Bahsettiğin politik süreç, üniversiteyle beraber mi başladı? Evet, aslında politik kimliğimin şekillendiği dönem daha çok üniversite yılları. Lisede, eğitimli her Türk genci gibi ben de Kemalisttim. Üniversitede farklı insanlarla tanışıyorsun ve sanatla haşır neşir insanlarla iletişime geçtiğin zaman farklı görüşlerle karşılaşıyorsun. Sol bir aile geleneğinden geldiğimiz için ben de sosyalist oldum üniversitede.
Evet, onu ben de duydum ama hiç alaka kuramadım. Giriş sahnesi biraz yavaş olduğu için ya da görüntüler ‘landscape’ ağırlıklı olduğu için böyle düşünmüş olabilirler. Hatta Hollywood Reporter’daki yazı da bu benzetmeyi öne çıkardı. Ama ikisi de söyleniyor. Farklı olduğu da söyleniyor, övgü amacıyla; Nuri Bilge Ceylan sinemasına yakın olduğu da söyleniyor.
Tepenin Ardı’nda senaryoda bu kadar titizlenmenin arka planında hangi edebiyat ve sinema anlayışına yakınlığının payı var? Edebiyata ezelden beri düşkündüm. Herhalde onun da etkisi var. Hala da çok okurum. Hatta bazen edebiyatı sinemadan daha çok sevdiğimi düşünüyorum. Üniversitede de tiyatro yaparken en sevdiğim kısım doğaçlamaydı. Üniversite yıllarımdan itibaren öykü anlatmayı çok severdim. Başkalarından aparıp öykü anlatmayı, abartmayı falan... Senaryo yazmaya başladığım andan itibaren öykü benim için çok önemli oldu. Öyle de olmaya devam edecek gibi...
Peki, sizce hangisi? Ben de farklı olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, muhakkak etkisi vardır. Çünkü Nuri Bilge Ceylan’ın sineması tüm genç sinemacıları kesinlikle çok etkilemiştir. Filmin nereye gideceğinin henüz belli olmadığı, başlangıçtaki pastoral sahnelerde öyle bir etkilenim de var. Ama insanlar ateş başındaki sahne için de söylüyor bunu. Oysa ki ateş başında geçen bir sahneyi ancak belli şekillerde çekebilirsiniz. ‘Kasaba’da da Nuri Bilge Ceylan öyle çekti, biz de öyle çektik. O sahnede bir etkilenme yok yani…
Sinema kararı üniversite öncesinden mi verilmişti? Evet, daha önceleri ilk göz ağrım edebiyattı. Ama insanın ağzını açık bırakan bazı filmler olur ya, üzerinden zaman geçince filmleri hatırlamazsın belki ama o filmi izlediğin andaki duyguları hatırlarsın. Muhtemelen şimdi izlesen güler geçersin o filmlere. Öyle birkaç film izlemiştim lisede. Ölü Ozanlar Derneği, Brooklyn’e Son Çıkış, Çingeneler Zamanı gibi... O dönemde çok büyülü gelmişti bu dünya. Yavaş yavaş sinemaya kayayım, buranın anlatım olanakları daha geniş diye düşünmüştüm ve üniversitede de öyle yaptım.
Tepenin Ardı’nda, kendi içine kapalı bir dünya kurgulanmasına rağmen, aynı zamanda politik göndermesi yoğun bir hikaye anlatılıyor. Bu tavır, sonraki filmler için de bir ipucu mu? Evet, çünkü iki şey beni çok ilgilendiriyor sinemada. Film yapmam için de motivasyon sağlayan şeyler bunlar. Birisi siyaset, diğeri de psikoloji… İkisinin kesiştiği, yani hem insan psikolojisini derinlemesine ele alabilme fırsatı sunan hikayeler kurmaya hem de doğrudan politik olmasalar da bu alanda açılımları olan filmler yapmaya çalışacağımı sanıyorum. Bir değişiklik olmazsa, şu andaki hissiyatım o yönde.
Ölü Ozanlar Derneği’ni daha sonra tekrar seyretme şansınız oldu mu? Oldu evet. Eski zevki olmuyor kesinlikle. Çingeneler Zamanı’nı bir daha seyretmedim mesela. Seyretmek de istemiyorum. Sinemaya başladıktan sonra anlatım olanaklarının hala daha
Doğrudan politik gönderme, insan psikolojisini deşmeyi 49
tepenin ardı, 2012
geniş olduğunu düşünüyor musun? Aslına bakarsan, görüşlerim daha sonra biraz daha değişti. Şimdi sorarsan edebiyatın hala kolay kolay geçilemeyecek bir zenginliği olduğunu düşünüyorum. Ama sinemanın daha denenmemiş alanları var bence. Edebiyatın 3000 senelik bir geçmişi var. Olanaklarını daha çok tüketmişe benziyor. Sinemanın o anlamda hala denenmeye açık yerleri var. Ama zenginlik açısından edebiyata herhangi bir sanat dalının erişebileceğini sanmıyorum. 90’larda tam da bunun aksi düşüncenin baskın olduğu bir ortam vardı, özellikle Amerikan sinemasında. Yani sadece eski türlerin ziyaret edilebileceği, filmler üzerinden filmin çıkabileceğinin düşünüldüğü bir sinema ortamı vardı başka bir deyişle... Su götürmez ki birçok şey tüketildi ama ben hala heyecan verici şeyler görüyorum. Yakın zamanda Sergei Loznitsa’nın My Joy’unu seyrettim; çok enteresan bir şekilde anlatıyordu hikayesini. Eliptik bir hikaye ama bir anda karakter bağlantısıyla da değil, coğrafi bağlantıyla 50 yıl öncesine sıçrayarak bir şey deniyordu. Tabu mesela bu sene çekilen filmler arasında ilgi çekici olanlardan. Aslında yine de harcanmış bir fikir gibi geliyor bana. Keşke bu kadar içi boş olmasaydı. Saf parodi için parodi yapmakla kalmayıp daha derin ve manalı bir şeyler söylemeyi hedefleseydi. Ama bıraktığı tat çok orijinaldi. İlla bunu biçimsel yenilik anlamında düşünmek durumunda da değiliz. Daha derinlikli hikayeler üzerine gidilebileceğini düşünüyorum. Ama tabii bunlar 10-20 yılda bir çıkıyor. İşin doğasında var bu. Edebiyatta da böyle. Western de sürekli sözü edilen bir tür, Tepenin Ardı’nın yorumlarında. Baştan beri senin de aklında olan bir referans mıydı Western filmleri? Başlangıçta hiç yoktu. Mekan araştırması yaparken Enis söylemişti ‘‘Aa bu çok Western’e benziyor’’ diye. Sonra konuşurken hikayenin de Western’e benzeyen bir tarafı olduğunu fark ettik ve bunu kullanabileceğimizi düşündük. Çünkü belli mizansenlerde filmin bir stilizasyona ihtiyacı vardı. ‘Heroic’ ama aynı zamanda ironik postürlerin iyi olabileceğini düşündüm karakterler için. Dolayısıyla, coğrafyanın da verdiği avantajla Western ikonografisini kullanabileceğimizi düşündük. Çekime başladığımızda kafamda vardı. Belli mizansenlerin ‘Westernvari’ olması için çalıştık. Hem ‘heroic’ hem de ironik olan hangi Western kahramanı geliyor aklına? Benim en büyük ilham kaynağım Sergio Leone. Ama onun kahramanlarının hem ‘heroic’ hem de ironik olduğundan emin değilim. Birincisi kesin de... Belki ironik diye de bakılabilir. Ama mizansen
açısından Sergio Leone ve özellikle Once Upon a Time in West... Defalarca seyrettim. Tepenin Ardı’nda kahramanların erkeklik saplantılarıyla politik göndermeler arasında doğrudan bir bağlantı var. Şu anki politik atmosferde erkek kafasının da bu kadar büyük bir rolü olduğunu mu düşünüyorsun? Bu, erkek bir cemaatin düşman yaratma hikayesi. Erkeklerin, özellikle bizim memlekette, buna çok daha meyilli olduğunu düşünüyorum. Yüzleşme isteksizliği, sürekli ergenlik halinde kalma, bir şeyleri ispatlama hevesi, dolayısıyla kabahatlerin üstünü örtme ve genelde şiddete eğilim... Tüm bunlar bizim erkek milletinde de çok baskın unsurlar. Bu filmde de onları ufak ufak göstermeye çalıştım. Dolayısıyla ben bu filmi, bir erkek cemaatinin oluşması ve düşman yaratması hikayesi olarak yorumlamayı tercih ederim. Erkeklik eleştirisi de o açıdan kaçınılmaz. Aynı zamanda İTÜ İnsan ve Toplum Bilimleri’nde öğretim görevlisisin. Akademik kariyer nasıl etkiliyor sinemayı? Ben çok kestiremiyorum etkisini. Sinemaya ve edebiyata yönelmemin akademiye etkisi olduğunu düşünüyorum. Akademinin sinemaya katkısından çok daha fazla hatta. Ama akademinin de kariyerime, mesela bu filmde öteki meselesinin ortaya çıkmasında muhakkak etkisi olmuştur. 20. yüzyıl tarihiyle çok ilgileniyorum. O yüzyıl tam bu tip düşmanlıkların, soykırımların, katliamların yüzyılı. Bu hep beni çok etkiledi. İnsanlar nasıl oluyor da başkalarının varlığını kendi varoluşları için tehdit olarak görüp onları yok etme raddesine geliyorlar, bu benim hep ilgimi çekti. Nasıl sinema insan psikolojisini anlamak için bir laboratuvarsa, tarih de bir tip laboratuvar olabiliyor. Stalin ve onun acımasız yönetimine baktığınız zaman muazzam bir Shakespeare oyununa malzeme olabilecek onlarca şeyle karşılaşıyorsunuz mesela. Bu açıdan birbirini besliyor. Son olarak, Tepenin Ardı’nın final sahnesine sanki bilinçlice absürt ton katılmış türde bir müzik eşlik ediyordu. Böylesine absürt bir final, filmin geri kalanına dair ne söylüyor? O finalin amacı filmi tekrar düşündürmekti geriye dönerek. Tüm bu olayların ne kadar absürt olduğunu vurgulamaktı. Böyle bir ton zaten filmin ortalarından itibaren belli belirsiz var. Seyircinin gördüğüyle karakterlerin gördüğü arasındaki açı arttıkça böyle bir ironi kendi kendine ortaya çıkmaya başlıyor diye düşünüyorum. Finalde o ironiyi zirveye taşıyarak seyirciyi filmin tekrar algılanmasına davet etmeye çalıştık. Bunlar çok küçük şeyler. Ama yenilik derken bu tip şeyleri de kastediyorum. Çeşitli yerlerde de insanlar, bu konu üzerine konuştu, hiç müzik kullanılmayan bir filmin böyle absürt bir müzikle bitmesi üzerine. Bu da benim için bir denemedir, yeniliktir.
XOXO The Mag
© 2012 SwarovSki aG
www.swarovski.CoM
ADANA · Mİthat Saraçoğlu Cad. (0 322 453 90 96) · ANKARA · ankaMall (0 312 541 25 27) · arMada (0 312 219 00 59) · karuM (0 312 427 50 34) Gordİon (0 312 236 70 10) · ANTALYA · MİGroS (0 242 230 17 05) · terraCity (0 242 318 10 20) · BURSA · korupark (0 224 241 29 00) İSTANBUL · akbati (0 212 397 73 75) · bağdat CaddeSi (0 216 302 07 33) · CapaCity (0 212 560 33 32) · Capİtol (0 216 474 07 27) · ForuM İStanbul (0 212 640 96 71) MarMara ForuM (0 212 466 62 10) · İStİklal (0 212 243 27 62) · kanyon (0 212 353 09 59) · nİşantaşi (0 212 240 29 32) · İZMİR · aGora (0 232 278 55 00) alSanCak (0 232 464 00 62) · KAYSERİ · ForuM kaySerİ (0 352 222 81 42) · LEFKOŞE · MehMet akİF Cad. (0 392 227 06 39)
Literature
The Casual Vacancy
Sex, Drugs & J.K. Rowling yazı ima traum
İlişkiyi bir deste kağıtla açık el oynayanlar, swing edenler, yatağından uzatmalı maço sevgilisinin kokusu çıkmadan kılıbık bir adamda aradığını bulanlar ve hemen akşamına aşka doyanlar -birçokları için, mezhebi genişler, toplumsal ayıpçılar- ile muhafazakar divaların, genlerine mutaassıplık kodlanmış bireylerin trojan oluşturabildiği ender konulardan biridir edebi tutuculuk ve tutukluluk. İşin içine çocuksu hayaller, unicorn’lar ve bir de sihir girdi mi işler daha da sarpa sarabiliyor. Değişimi hazmetmek için yaşam koçlarına ödenen paralar ile cepler boşaltıladursun (ki unutmamalı ‘devir değişti ve tabii Çelik de...’ ile pop dünyamızda bu meseleye yıllar önce dem vurulmuştu) edebiyat dünyası şu sıralar değişim konusunda teoriden pratiğe geçmekte sıkıntı yaşayan tutucu okurların serzenişleriyle çalkalanıyor. 2013’ün ilk yarısında Türkiye’yi de anadilde etkisi altına alacak bu furyanın adı ‘The Casual Vacancy’. Bir başka deyişle J.K. Rowling’in Harry Potter’ın kökünü kuruttuğu, yeni yetişkin romanı. Potter’ın ebediyete intikal edişinin hepimize koyduğu doğru, ama olay öyle bir noktaya geldi ki ‘The Casual Vacancy’ye Sarkozy-Bruni ilişkisinin medyaya ilk düştüğü günlerdeki gibi hatta daha beteri Berlusconi meselesi gibi bakmak gibi bir delilik peydahlandı (Rowling’in, kitabı bir ara mahlasla çıkarmayı düşünmüş olmasını anlamamak mümkün mü?). Açıklama bekleyenler, hesap soranlar, yastakiler troll gibi kana karışırken hastalığın içinizi çürütmesine izin vermeyin. Sükunetini korumayı becerenler için enteresan bir keşif ‘The Casual Vacancy’, ama bir başyapıt değil. Aslında biraz da ona nasıl bir çıplaklıkta yaklaştığınıza göre değişebilir fikirleriniz. Sıra dışı dünyayı bırakıp kendinizi sıradanlığa adapte ederek başlamalısınız. Kitabın Potter’vari olduğu konu iyi vs kötü meseleler üzerinden politikaya kafa tutuşu, çok sayıdaki çocuk karakter değil.
‘The Casual Vacancy’, İngiltere’de -hayali- Pagford kasabasında kırklı yaşlarındaki Barry Fairbrother’ın ölümü ile başlıyor ve Pagford’un arnavutkaldırımı sokaklarına teneke sesli bir çatışma getiriyor. Kasaba halkı, Fairbrother’ın ansızın ölümü karşısında şaşkınlıktan kurtulduğu anda mücadeleye girişiyor. Mevzu, Fairbrother’ın kilise cemaat konseyinde boşalan koltuğunun yeni sahibinin kim olacağı... Potter’lanmış bir ön yargıyla orijinaline -İngilizcesine- Dingo’nun ahırı gibi henüz dalmamışlar ve Türkçesini bekleyenler için zaman en iyi ilaç şu dönemde. Akışıyla ve ilk olarak isimlerini akılda tutmak için uğraşacağınız sayısı 100’e yakın birbirinden farklı karakteri ile ‘The Casual Vacancy’, okurken de aynı sabrı isteyecek sizden, hazırlanın. Bir film sekansı gibi düşünün: kimi yerlerde figüran sandıklarınız ile protagonist ve yardımcı oyuncular neredeyse aynı mesafede belirecek gözünüzün önünde. Kakafonik ya da deli saçması değil bu görüntü, gözünüzü korkutmasın. Okudukça birtakım sorular zirzoplansa da aklınızda, yol aldıkça çözümlenecek. Olayların ağlarını örüş şekli, karakterler arasındaki geçişler, içbükey-dışbükey geçirgenlikler ile bu kafa karışıklığı çözümlendiği noktalarda size haz verecek. Climax’e -spoiler vermeden söyleyecek olursam- iki yüz ile üç yüzüncü sayfalar arasında bir yerde merdiven dayıyorsunuz ama sayfalar tuğla gibi ağır ya da akışı can çekişeceğiniz kadar hantal değil. ‘The Casual Vacancy’nin karakterleri gerçekçi ve sıradan; sevişiyor, uyuşturucu kullanıyor, küfrediyor, şiddet sergiliyor, şiddet görüyor ve çatışma halinde. Hazmı zor dramlar kadar ‘kara mizah’la soslandırılmış olaylar da var ve hepsi kararında. Cheers Andrew!
XOXO The Mag
ÇAĞLAR ÖNCESİNDEKİ GİBİ, FİLTREDEN GEÇMEMİŞ BİRA.
efespilsen.com.tr /// facebook.com/efespilsen /// twitter.com/efespilsen
EFES PİLSEN UNFILTERED TAMAMEN DOĞAL HAMMADDELERLE MODERN FİLTRE İŞLEMLERİNDEN GEÇMEDEN ÜRETİLDİ.
ART
HİKAYEM PARAMPARÇA
Afili Bir Sanat Performansı
Borusan Oto Dolmabahçe, Hot Spot adını verdiği bir alanda öncü bir sanat girişimi başlatıyor. Aktör Rıza Kocaoğlu ve müzisyen Ömer Sarıgedik, son dönemde Behzat Ç. adlı senaryosuyla çıkış yapan Emrah Serbes’in son eseri Hikayem Paramparça’yı serbest stilde yorumluyorlar. Anlayacağınız, Dolmabahçe İnönü Stadı’nın arkasında sanat adına yepyeni bir şeyler yaşanıyor. Biz de bunun gerisinde neler var diye öğrenmek isteyip Rıza Kocaoğlu ve Ömer Sarıgedik ile konuştuk. röportaj metin gürsoy fotoğraflar emir sarısaç
XOXO The Mag
geldik. Ses ve söz durumunun diyalektik bir geçişi var ve onunla ilgili provalarımızda da her seferinde aynı şeyi yapmıyoruz. O gece orada doğaçlama sesler, müzik ve genel bir altyapı hazırlıyoruz, ama elbette okunan şeyin duygusuna göre hiçbir şeyi sabitleyip kapatmıyoruz.
Rıza, seninle başlamak istiyorum. Bu performans senin, Ömer’in ve Emrah’ın ortak bir doğaçlama performansı olacak aslında. Sadece senin öne çıktığın bir iş değil, doğru mu anlıyorum? Rıza Kocaoğlu: Doğru. Her şeyin ortasında Emrah var. Aslolan metindir. Biz o metinden yola çıkarak doğaçlama performansımızı gerçekleştiriyoruz -Ömer müziği ve ses efektleriyle; ben de, sesimle ve hareketlerimle...
Normalde İstanbul’un bu paramparça halini anlatmak için bu üç adam bir şeyler yapsın desen bu iş olmaz. Üç ayrı yetenek, üç ayrı semtin adamı... Nasıl oldu bu birliktelik? R.K: Üçümüz de gerçekten hayatın çok içindeyiz. Emrah Beşiktaş tribününde, parkında, oradaki birahanelerde, çarşının tam içinde ve bu atmosferi soluyor. Ömer Kadıköy’de, Barlar Sokağı’nda ve Kadıköy’ün bütün geleneğini taşıyor. Ben de aynı şekilde Beyoğlu’ndayım. Hepimiz aslında sokağın duygusunu, sesini ve sözlerini çok iyi biliyoruz. Hayatın içine girmekten çekinmeyen bir üçlü olduk ve bu hisle bir aradayız; aynı jenerasyonun insanlarıyız. Güzel bir tesadüf sayesinde buluşmuş olduk.
Peki böyle disiplinlerarası sanat çalışmalarıyla ilgili genel olarak ne düşünüyorsun? R.K: Anlatacak çok şeyin varsa alan arıyorsundur, doğrusunun o olduğunu düşünüyorum ben. Anlatım biçimlerinde bir yere kadar sınırları zorluyorsun ve yeni anlatım biçimlerine ihtiyaç duyuyorsun, o da bir sebep. Ömer, sana sormak istiyorum. Okuma yapan bir aktöre ses ve müzikle eşlik etmek, hem de spontane bir şekilde... Anlatır mısın nasıl ilerliyor bu? Ömer Sarıgedik: Şu anda bile sen konuşmaya başlasan ben arkasına bir şey yapabilirim ve bunu hiçbir şey yokken de yapabilirim. Ama ben kendimi bildiğimden beri böyle yetiştiğim için, bunu ekstra bir yetenek gibi anlatmıyorum. Bu bana normal gelen bir şey ve çok eğleniyorum. Bu işin içinde emprovizasyon var; en önemli dinamiklerden biridir, özellikle de sahnede. Ve bu ayrıca beni ben yapan en önemli özellik galiba.
Sokakla bu kadar iç içe olmanız da doğaçlamanın temeli olmuş sanırım. Peki Emrah işin senaryo yazarı olarak sizin çıkardığınız bu performansa ne kadar karışıyor? R.K: Hiç o konuyu konuşmadık. Ömer’le böyle bir şey yaptığımızı söylediğimde, sağ olsun çok olgun davrandı ve bize çok güvendi. Bu durumda daha da bir sorumluluk hissettik üstümüzde. Ömer, biraz önce bahsettiği gibi bir gelenekten geliyor, bense daha tiyatro kökenliyim. Şimdiye kadar oynadığım oyunlar da doğaçlamaya açıktı ve yönetmenleri kızdıracak kadar rahat davranırım sahnede, ama yine de bir performans alanının havasını onlar kadar çok solumadım ben. Yeni bir alan bu ve benim de tiyatrodan gelen bir garanticilik huyum var. Sağ olsun, o noktada Ömer beni hep durduruyor, sakinleştiriyor. Müzikle ilgili başka
Biraz da hazırlık aşamasından bahsedelim. Kaç defa bir araya geldiniz ön çalışmalar için? Nasıl bir dengede ilerledi çalışmalar? R.K: İlk performansımız çıkana kadar sanırım 10 defa bir araya 55
neler yapabiliriz diye şimdiden konuşuyoruz. Son yirmi yıldır, markaları önce müziğe, daha sonra da sanata yatırım yaparken görüyorduk. Şimdi sıra yine sanatta ama şu ana kadar denenmemiş formatlarda. Farklı disiplinleri birbirine geçirmenin yollarını arıyoruz markalar adına. Benim merak ettiğim şey; sizin için de bir kapı açılıyor gibi hissediyor musunuz? Ö.S: O kapı benim için hiç kapanmadı aslında. Bu tarz disiplinlerarası işlerin değişik olarak karşılanıyor olması Türkiye sınırları içerisinde geçerli bir durum. Aslında bu Avrupa kökenli ve çok eski bir yaklaşım. Markaların Türkiye’de de bu alana yanaşmasının sebebi bundan ibaret aslında, yeni bir şey bu bizim için. Bana, bu ürettiğimiz şey sizin dokunuşlarınızla çok samimi geliyor. Bundan sonra bir şeyler değişir mi genç oyuncuların hayatında? R.K: Böyle bir şeyin içinde olmak keyif veriyor bana. Dediğim gibi olayın tamamına hikaye anlatmak olarak bakıyorum ve aslında toplumların birbirine taşıdığı mirası hikaye anlatarak taşıdığını ve bunun kıymetli bir iş olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde canlı ve hikaye anlatmaya çok uygun bir alan olması beni heyecanlandırıyor ve kariyerimin bundan sonrasında hep var olmasını isteyeceğim bir tarz bu. Biraz da performansla ilgili ipucu alalım. Sizi izlemeye gelecek insanları neler bekliyor?
R.K: Herkes kelimelerden ve seslerden oluşan bir yapının içine girecek. Herkesi başka bir ses, bir kelime alıp başka bir yere götürecek. Belki de hiçbir yere götürmeyecek. Okuduklarımızın içinde bir yerde “Açıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya.” diyor. Aslında bizi birleştiren ve seyirciyle birleştiğimiz nokta da o. Herkes başka bir çatlaktan yolunu bulup gidecek. Oraya gelen insanların ayrıcalığı var, orada olan orada kalacak, bir daha tekrarlanmayacak. Mesela genel bir ses yapısı oluşturup gitmiyoruz. Doğaçlama sırasında birbirimize yeni yollar açıyoruz. Doğaçlama güzel geliyor da kulağa. Bunun hiç sınırları yok mu? Ö.S: Ondan hiç çıkılmayacak, onun sınırları oldukça geniş, ama tabii bir sınırı da yok değil. Belki bu ucuna gideceğiz, belki de şu ucuna... Peki son olarak, sence ilham, beklenince gelen bir şey mi? İnsan, beynini bu konuda eğitebilir mi? Ö.S: İlham, bekleyince gelen bir şey değil, beklemek de saçma zaten. İlham denilen şey aslında bizim hallerimizle ilgili. Hallenmek diye bir kelime vardır bizde. Herhangi bir şeyden olabilir bu, ben buradaki eğimden de ilham alabilirim. Beynimde rahat bir dinginliğe erişebilirsem ya da konsantre olup düşüncelerimi durdurmayı başarırsam her şeyden ilham alabilirim. Bu yüzden ilham gelmesini bekleyen bir adamın neyi beklediğini anlıyorum; muhtemelen kafası çok karışık ve tesadüfen kafasının boşaldığı bir anda düşünce kendiliğinden geliyor.
XOXO The Mag
MUTLU YILLAR A3 YENİ RENK
A9 YENİ ÜRÜN
A8
BEOLIT 12
EARSET 3i
A9. En sık kullandığınız cihazlardaki müziğinizi kablosuz olarak dinleyin, en geniş salonları bile dolduran üstün güçlü sesin keyfini çıkarın. BEOLIT 12. Dijital cihazlarınız için kablosuz, portatif müzik sistemi. A3. Bu portatif stereo hoparlörle iPad'inizin müzik kalitesini bir üst seviyeye taşıyın. A8. Cihazınız hoparlöre bağlı olsun ya da olmasın, bu tek parça stereo hoparlör, dijital cihazlarınızdaki müziklere yeni bir soluk getirecek. EARSET 3i. Sürekli hareket halinde olanlar için mikrofonlu ve Apple uzaktan kumandalı, son derece hafif ve ayarlanabilir kulaklık. Ürün serimizin tamamını görmek için mağazalarımızı veya BEOPLAY.COM adresindeki web sitemizi ziyaret edin. * iPad, Apple Inc.’in ABD ve diğer ülkelerde tescilli olan ticari markasıdır. Nişantaşı Showroom 0212 240 61 92 • Ankara Showroom 0312 437 61 20
B&O PLAY BY BANG & OLUFSEN
INTERVIEW
Ferhan İstanbullu
Dergicilik Aşkına
Eski bir Japon atasözü der ki; "Bir karşılaşma aslında ayrılığın başlangıcıdır." Bizim durumumuzda da bu, tabii ki, karşımıza tüm gerçekliğiyle çıkıyor. Ancak bu sefer durum, tam tersine işliyor, zaten böyle işlememesi bir yandan da kaçınılmazdı. Bir tarafta yıllarca çalıştığım dergi, diğer tarafta yıllarca aklımda yayın yönetmeliğine yakıştırdığım ender insanlardan biri. Gün geldi, sürprizlerle dolu hayat, bizi bir masanın etrafında bu bahsettiğim dergi hakkında, bahsettiğim kişiyle çok başka bir yayında konuşurken yakaladı. Ve işte, o malum metafor da gerçekleşti, ve bu "iyi karşılaşma", bir vedanın da sonu oldu. Sonucunda; Ferhan İstanbullu'yu ve onun Marie Claire’ini dinlerken hikayede bir ileri bir geri sardık, zaman zaman sınırları tartıştık ve hatta belki de biraz aştık. Yüzümüzde kocaman gülümsemelerle ilerleyen hikayelerde ciddiyeti de elden bırakmadan, kayıt tuşuna bastıktan sonra, dökülenlerin basılı haline doğru erkenden yelken açtık. röportaj bahar kongel fransez fotoğraf yalım kartal
XOXO The Mag
farkımı nasıl yaratabilirim? Ben en önemli konunun seçtiğin insanlar olduğunu düşünüyorum. X trendiyle ilgili bir şeyi dergide aktarmayı haber olarak doğru buluyorsun, seçeneklerin beş kişi; Ferhan, Ferhan’a yakın olan modeli seçiyor.
Bazı dergiler sadece isimleri için takip edilir, bazı dergilerde ise işin başındaki editör o kadar etkilidir ki, derginin her sayfasında her köşesinde onun ruhunu hissedersin. Etkisi hissedilen editör denince benim aklıma gelen isim hep sen oldun. Nereden beslendin? Nasıl gelişti bu stil ve bakış açısı? Çok doğru bir şey söylüyorsun ama bu, bir derginin başarılı olması için gerekli bir şey değil. Hayatını tamamen yaptığı dergi gibi yaşamayıp iyi dergi yapan çok fazla insan var dünyada. Ama bazılarında o imza çok belirgin. Mesela ben dergideki her şeyle ilgili arkadaşlarıma diyorum ki “Bu benim sevdiğim bir şey olmalı”. Çünkü derginin, editörünün duruşunu yansıttığı zaman bir değeri olacak. İnsanlar bunu beğenir, beğenmez; bu ayrı konu. Öncelikle bu biraz karakterle ilgili, o insanın kendisini nasıl taşıdığı ile ilgili. İkincisi, ‘dergici tipi’ diye bir tabir vardı ben ilk Vizyon’da başladığım zaman. “Nasıl biri? Bu işe uygun mu?” demezlerdi. “Dergici tipi mi?” derlerdi. Şimdi, bazen birileri geliyor ve ben yazı işleri müdürüme “Bu dergici tipi, bunun peşine düşelim biz” diyorum. O tip nedir dersen; dergi okumayı seven kişidir. Şu bir gerçek ki, artık dergi okumayı çok seven fazla editör yok. Ben dergileri okurken bunu bir iş gibi görmem. 18 yaşındaki refleksimle okurum hala.
Peki, diyelim ki çok popüler birisi var, biliyorsun ki dergiye koyduğun zaman çok ses getirecek ama senin kafa yapına hiç uymuyor. Yine de dergide yer verir misin? Hiç uymuyorsa koymam. Ama yüzde yüz bana uyması gerektiğini de düşünmüyorum. Şunu itiraf etmeliyim ki ben, şu an okurların çok iyi reaksiyon verdiği Türk dizilerinde meşhur olan, bir kısmı muhakkak kalıcı olacak ama çok büyük bir kısmı da geçici isimlere her zaman yakın olmam gereken bir pozisyondayım. Çünkü aylık dergi yapıyorum ve bu konuda da tek kriterin ‘ben’ olması düşünülemez. Sonuçta birtakım rating başarıları olan insanlar var, rayting'i sırf diziler için değil yaptıkları işle ilgili de söylüyorum. Ya da yaptığı bir işte bana hiç uymayan biri için bambaşka bir konuda “bunda fark yarattı” diyorsam, tükürdüğümü yalamaya da hazırım. Şöyle bir şey fark ederdim hep: Marie Claire yurt dışı edisyonlarında modadan daha çok entelektüel, çok bıçak sırtı konuları ele alır aslında. Türkiye’de böyle konular çok az işleniyor, daha çok modaya vurgu yapan bir dergi oldu hep. Senin Marie Claire’inde böyle çok fark yaratacak, cesaret gerektiren konular bulabilecek miyiz? Bizde çok sıkı bir denetim mekanizması var. Başka bir edisyonda görüp çok beğendiğim, vajinayla ilgili bir konuyu ben burada yapmaya çekiniyorum. Ama hemen ilk sayıda Suriyeli mülteci kadınlarla ilgili bir konuyu işledim, ikinci sayıda eroinman bir kadının hikayesiyle ilgili bir şey yaptım. Bunda sınırlarım olacak mı? Evet. Çünkü benden daha deneyimli olan yazı işleri müdürümden öğrendiğim kadarıyla bazı konularda ‘başımız ağrıyabilir’. Çırılçıplak göğüsleri gözüken bir kadın fotoğrafı buna bir örnek. Böyle konulara ben de girmeye çekiniyorum doğrusu. Sonuçta ben de bir şirketin parçasıyım. Sırf beni değil, patronumu ve bütün ekibi de bağlar böyle bir durum. Ama o dediğin nişin bence Marie Claire’i farklı kıldığını ve de bize çok büyük bir avantaj yarattığını fark ediyorum. Dergiyi okuyan herkesten “Ben Marie Claire’i çok severim, çünkü okuyacak çok konu var” yorumu geliyor. Benden evvel de böyleydi bu.
Ben bazen kafelerde görüyorum, insanlar dergi sayfalarını hızlı hızlı çevirip geçiyorlar. Durdurup, “Şu sayfaya biraz bak” diyesim geliyor. Kesinlikle aynı fikirdeyim. Ben kendi dergim üzerine arkadaşlarımla konuştuğumda diyorum ki “Bu konuyu okuman lazım.” Bana o kadar ilginç geliyor ki; itiraf edeyim, sayfaları işim gereği okuyup edit yaparken bile hala “Sonra ne olmuş” merakıyla okuyorum konuları. Yani, tekrar söyleyeyim, gerçekten dergici tipi diye bir tip var. Mesela moda tasarımcılarının da hepsi sanatçı değil, bazıları ticari olarak çözmüşler konuyu, o işi çok iyi yapıyorlar ama arada sanatçı olanlar da var. Helmut Lang benim için öyledir. Adam sanatçı ve yaptığı iş de ona göre yoğruluyor. Bahsettiğim; merak duyma konusu dergi okumayı sevmek kadar önemli bir şey. Bizde bir hayat merakı var, ne oluyor ne bitiyor hep merak ediyoruz. Dergi de bunu anlamak için çok doğru bir mecra. Peki, stil? Aslında şöyle sorup, vereyim cevabı. Peki, stil şart mı? Bence değil. Ama eğer gerçekten o insanın DNA’sında varsa dergi gibi bir mecrada kendini belli ediyor. Sırf dergide değil zaten, o insanların günlük hayatlarında yaptıkları başka işlerde de o tarzın kokusunu hep alıyorsun. Seçtikleri araba da ona göre oluyor, marka olarak söylemiyorum bunu. Çok ucuz şeyleri de kendilerine göre yorumluyor olabilirler. Bu ‘karizma’ dediğimiz şey. Varsa var, yoksa yok. Zorla olmuyor. Fakat dünya aslında çok garip bir yerde bence şu an. Bir sürü şeyi çok başarılı bir şekilde taklit etmek mümkün yeterince akıllıysan.
Evet, sadece ‘nasıl zayıflarsın, ne giyersin’den ibaret değil. Kesinlikle değil. Şimdi bu şekilde bir miras varken bunu kullanmak benim de çok işime geliyor. Ayrıca okur olarak da beni heyecanlandırıyor. Biraz evvel de söylediğim gibi ben zaten okurken kendimin de heyecanlanacağı dergiyi yapmak istiyorum. Bir de şunu merak ediyorum, Beymen, Galerist gibi markaların bağımsız dergilerini hazırladın. Hepsi içerik ve görsel olarak çok zengindi. Bence, özgürlük alanın daha çoktu orada. Dergiler niş bir kitleyi hedeflediği için daha özgür olabiliyordun. Vizyon ve gazetecilik deneyimlerindeki gibi şimdi yine daha geniş kitlelere hitap edecek bir alandasın. Rakiplerin var. Satış kaygısı olan bir mecraya geçmek tekrar bir gerginlik yaratıyor mu? Onda çok haklısın. Söylediğin stresi ben de eminim diğer rakip dergilerdeki editör arkadaşlarım kadar yaşıyorum. Ama çok şanslı bir miras aldığım için bu markayı tanıtmak gibi bir misyonum yok. Sıfırdan başlamıyorum, yirmi beş yıldır gayet başarıyla yapılmış ve Türk okurundan çok iyi karşılık almış bir dergi. Marie Claire de şöyledir diye bir şey anlatmıyorum.
Çok fazla sorgulayıp araştıran bir toplumda yaşamıyorlarsa evet. Eğlence dünyası da, moda dünyası da böyle. Çok işe yarayan formüller geliştiriyor olabilirsin ama hep söylüyorum bunu, çok uzun süreli olamaz. Gerçek şeyler hep kendini belli eder. Eski ekibe olan saygından dolayı ‘yeni Marie Claire’ demediğini, bu noktaya vurgu yapmadığını biliyorum. Fakat yine de sormak istiyorum senin Marie Claire’ini nasıl tanımlarsın? Aslında o tanımda da gerçekten Amerika’yı keşfettiğimi hiç düşünmüyorum. Marie Claire zaten benim okur olarak yıllardır takip ettiğim bir dergiydi. Bunu nezaketen değil samimiyetle söylüyorum, ki yaptıkları dergide okuyacak çok şey, bakacak çok çekim buluyordum. Bu tavrı devam ettirmeyi kesinlikle doğru buluyorum. Zaten bu Türk Marie Claire’in keşfettiği bir şey de değil, Marie Claire’in DNA’sında olan bir şey. Bunu işin içerisine girdikçe çok daha iyi anladım. Kendi
Çalıştığın ekiple arandaki ilişkiyi nasıl tanımlarsın peki? Genel yayın yönetmeni denince akla güneş gözlüklü, havalı, bazen kırıcı, hep son kararı veren, kendileri kadar baskın olmayan, daha çok onlara hayran kişilerle çalışmayı seven tipler hayal 59
ediyoruz. Çünkü böyle resmediliyor. Sence ekibin seni nasıl resmeder? Bir de, sana çok bayılmayan ama çok yaratıcı ve çok iş bitirici birisiyle kendisinden hoşlanmasan da çalışır mıydın? Her şeyden evvel ortak çalışmaya çok inanan biriyim. Yanlış düşündüğüm, eksik olduğum bir yerde müdahale edilmezse sinirlenen model bir editörüm. Son söz bende mi? Evet, bende. Öyle olmazsa o bahsettiğimiz ‘benim imzam’ durumu olmaz. Ama benden daha uzun süredir Marie Claire yapan bir yazı işleri müdürüm var ve yeri geldiğinde bana “Şu, şöyle olmalı” dediğinde hemen şapkamı önüme koyup onu dinliyorum. Diğer soruna gelince, gerçek bir yetenekse ve de kimseye hakaretamiz bir hareketi yoksa, sadece zor bir kişiyse kesinlikle çalışırım. Eminim şu an çalıştığım insanların %80’i de böyledir. Sadece ben onların o yönüne değil, asıl işe odaklanıyorumdur. Karşı tarafın benim açıklığıma aynı şekilde karşılık vermediğini düşünüyorsam da aynı hatayı asla iki kere yapmam ve hiç gocunmam, en havalı isim de olsa bir daha çalışmama kararı aldıysam dönmem. Çünkü şunu biliyorum, hiçbir iş sadece bir insan üzerinden yapılmaz. Dünyanın en büyük şirketlerinde bir günde CEO’yu harcıyorlar. Muhtar Kent gitse Coca-Cola batar mı? Bu çok iddialı bir örnek biliyorum ama ilk aklıma gelen bu. Kendi ekibime de bunu söylüyorum: Hiçbirimiz yeri değiştirilemez insanlar değiliz. Hiçbir şey fark etmez. Ben dergicilik yaptığım yıllarda konu toplantılarında sıkıntıdan patlardım. Çünkü genelde zaten hepimizin bildiği sonuçlar çıkardı ve farklı konular söylediğimizde genelde “o güzel ama satmaz, kenara koy” gibi tepkiler alırdık. Hep garantili yollar izlenirdi. Hem sattıracak hem de heyecan yaratacak konu yapmak çok mu zor? Söylediklerinin dünyadaki stil-moda dergilerinin hepsi için geçerli olduğunu düşünüyorum. Çünkü belirli trendler, o trendleri aktarma biçimleri ve çalışılan fotoğrafçılar belli bir havuz. Bu, havuz illa kötü demek değil. Her birinin kendi içerisinde bir duruşu var. Ama özellikle, büyük markaların satış kaygıları ve müşterilerini mutlu etme kaygıları yüzünden daha bir edepli diyebileceğim bir tavrı var. Türkiye’ye özel söyleyeceğim şey ise şu: Üç ay sonrasının planlarını yapmaya başladığımız zaman bence uluslararası standartta dergi yapıyor olacağız. Birazcık da galiba Türkiye’de şöyle bir şey de oldu ki bu şimdilerde değişti eskiden çok daha belirgindi, memuriyet gibiydi dergiler. İşte kızlar dergi bittiğinde bir hafta ofise uğramaz, son hafta da kendini ofise kilitler. Ben bu döngüden çıkmak için
çok uğraşıyorum. Bir de dergiciler çok hoş insanlardır ama disiplin konusunda sağlam ilerleyen çok az sayıda hem konu hem stil editörü var. Halbuki birazcık daha planlı çalışmak odaklanmayı kolaylaştıran ve performansı artıran bir şey. Dergiler ve moda markaları hep el ele ilerleyen, birbirlerini destekleyerek var olan sektörler. Türkiye’ye baktığımızda iki alanın da henüz sektörleşemediğini görüyoruz. Sence nasıl gelişir bu iki alan? Acaba günün birinde istediği gibi prodüksiyon yapabilecek bütçelere sahip olan, güzel kağıtlı, koleksiyon dergiler olabilecek mi, öbür taraftan da hikayesi olan koleksiyonlar çıkaran özgün markalar ve tasarımlarımız olacak mı? Aslında destekliyorlar, yani Türkiye’de lisanslı dergiler farkındaysan son birkaç yılda gerçek işlere dönüştü. Gerçek işlere dönüşmelerinin tek sebebi yapılan projelerin artı ilanların taliplerinin çok olması ve kazanılan paranın artması. O yüzden de, dergicilik sektöründeki insanların neredeyse hepsini, ama daha az ama daha çok tanırken, işin içine bir dönemden sonra girince tırnakların benim bıraktığımdan çok daha uzun olduğunu gördüm. Bunun nedeni işte bu para. Çünkü eskiye nazaran ciddi kazanımlar söz konusu. Peki, büyük yabancı markaların cool’luğunda projeleri biz yapabilir miyiz? Yapamayız. Biz o insanlar değiliz. Pazar o boyutta değil. Ha, şu olur, mesela çok güzel genele yönelik başarılı işler yapan Türk markaları var, bence onlar esas Türkiye’de fark yaratabilirler. Yani bu manada, zamanında Zeki Triko’nun yaptığı bence bugün bir sürü markanın yaptığından çok daha vizyoner bir şey. “Top model nedir? Model nedir? Niye bu kız ünlü?” diye düşünülürken adam bunların hepsini getirdi. Gerçek top modellerden bahsediyorum, ‘timeless’ top modeller. Türk markalarının bunları yapacak bütçeleri var ve yaptıkları taktirde heyecan uyandıracak bir tüketici kitlesi mevcut. Kesinlikle böyle işlerin sayısı artacak bence, yeter ki bir tanesi elini taşın altına koymaya daha hevesli olsun. Bir de şunu sormak isterim: Her yayın ve bu paralelde genel yayın yönetmeni, aslında gizlice ya da aleni olarak, kendi okuyucu tipini belirler ve aklında hep bu hedefle yayını hazırlar. Bu anlamda Marie Claire'in okuyucu kitlesini tarif edebilir misin? Piyasadaki diğer ‘kadın-yoğun’ içerikli dergilerden ayrışan bir kitlesi var mı? Ben markanın DNA’sı gereği çok şanslıyım. ‘Marie Claire kadını’ –ilk edito’ma da bunu yazdım, alışverişi değil stili önemseyen bir kadın.
XOXO The Mag
“Son dönemde en sevdiğin ne var” diye sorarsan, son değiller artık onlar ya, Gentlewoman ve Gentleman’i seviyorum, Fantastic Man’i de seviyorum.
Çünkü alışverişle ilgili çok daha fazla ürün bulabileceği mecralar bulabilir kendine. Bir de dediğim gibi, okuyacak malzeme de arayan bir kadın ve o okuyacağı malzemenin içerisinde seks de var, politik konular da...
Özüne bakıldığında, bağımsız yayınların kendilerini dijital platformlarda daha rahatça sunabildiklerini, ve hatta daha net söylemem gerekirse, iPad/android/etc versiyonlarında daha başarılı olduklarını görüyoruz. Bu anlamda, sence Marie Claire gibi dergilerin bir kırılma yaşayacağını düşünüyor musun? Aslında, XOXO The Mag, blank_mag ve türevleri olan bağımsız dergilerin başarısından dolayı kıskançlıktan kırılma durumu yaşadığımızı düşünüyorum, açık söyleyeyim. Kesinlikle o manada güçlenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Mesela ben Marie Claire için doğru stratejilerle büyümeyi istiyorum. Sizinki gibi dergileri kıskançlıkla takip ediyorum ve de kesinlikle bizim de tablet uygulamalarını doğru yapmamızın, yayıncılığı bir kenara bırak maddi olarak da getirisinin çok fazla olacağına inanıyorum. Çünkü Marie Clarie’in başarılı uluslararası iPad uygulamalarına baktığımda çok hızlı satış formülleri geliştirilmiş olduğunu görüyorum. Bakmanın da çok keyifli olduğu mecralar yaratmışlar. Eh, tabii bu da beni her anlamda heyecanlandırıyor.
Peki sen bir ‘Marie Claire kadını’ mısın? Ben bir ‘Marie Claire kadını’yım evet. Birincisi, Marie Claire Fransız markası ve beni etkileyen her zaman Fransız stili oldu. İkincisi, derginin DNA’sı benim bir dergiden beklediklerimle çok uyuşuyor: Ben bir dergiye bakmak kadar onu okumayı da seviyorum. Satış hedefi yüksek olan dergilerin içeriklerindeki ‘üniformalaşma’dan hazzetmediğini düşünüyorum, ama diğer yandan da reklam verenlerin fayda sağlarken faydalanması için bu tip içeriklerin dergilerde artık daha fazla karşımıza çıktığı bir dönüm noktasındayız. Bunu kırmak, yapılacak en ‘cesur yürek’ hareket mi olur, yoksa dokunuşlar mıdır farklılaşmayı sağlayacak? “Sen ne yapıyorsun?” diye soruyorsan mesela, kırmaktan asla bahsedemem, dokunuşlardan bahsedebilirim. Birincisi, stil-moda dergisi dediğin şey ‘rocket science’ değil. Sonuçta dünyanın her yerinde bu dergiler eninde sonunda birbiriyle benzer konuları içeren yayınlar. Okuyucu da bunu istiyor, reklam veren de bunun için orada. Fakat, okur olarak bunun suistimal edildiğini düşündüğüm anlar oluyor ve bu benim Marie Claire geçmişimden çok daha evvele dayanan bir tespit. Çok suistimal edildiğini düşündüğüm sayfalarla karşılaşıyorum. Hedefim, bu yaptığım eleştiriyi hak edecek duruma asla düşmemek.
Ve son olarak; lisanslı dergilerin, yurt dışındaki kapak çekimlerinden, yapılan röportajlardan ve hatta yazılan konulardan faydalanması karşısındaki duruşun nasıl? Özgün içerik sadece o ülkede yayımlanan derginin ofisinde üretilen midir? Ben bu konuda da bir sürü insanın aksini düşünüyor olabilirim. Pek de kabul göreceğini düşünmüyorum söylediklerimin: Bir derginin başka bir edisyonundaki işi diğer bir sayıda görmeyi severim. Bu, ekibin o işi ‘salladığını’ düşündürtmüyor. Çünkü orada da sen yine vermek istediğin ahenk içerisinde seçimlerini yapıyorsun. Ama onun bir oranı var. O orana benim de her zaman çok fazla dikkat etmem gerekiyor. Şimdi Blake Lively’nin röportajını bayıla bayıla koydum ilk sayıda. Kıza bayılıyorum. Eh, Blake Lively’i ben nerede bulup çekeceğim de böyle bir şey yapacağım. Doğrusu, lisanslı bir dergide bunun kremasını yemekten mutlu olduğumu da söyleyeyim. Ama “özgün müdür” çok haklı bir yorum. Şöyle ki, seçimlerin özgündür. Yoksa işin kremasını yersin. O harika fotoğraflara, o ailenin bireyi olduğun için çok makul sayılabilecek bir paraya ulaşabiliyorsun. Orada maharet kesinlikle senin de o dengede kalmayı sağlayacak üretimi yapıyor olman.
Takip ettiğin yayınlar neler? İlham aldıkların hangileri ve ilhamın limitleri nerede başlayıp bitiyor? Benim için ilham şurada başlıyor: İnsanlar duyularına göre ayrılır, kimisi işitsel kimisi daha görseldir. Ben kendimi bildim bileli çok görsel biri oldum ve kafamda hep dosyalar olduğunu söylerim ve nereye gitsem çok iyi biliyorum ki o klasörlere insanlar, dokular, yerlerle ilgili çok imaj biriktiriyorum. Bu benim beynimin çalışma şekli. Hiçbir zaman sıkılmadan okuduğum yayınlara gelince: W’ya bayılıyorum, Stefano Tonchi inanılmaz işler yapıyor. The New York Times’ın T Magazine’ini çok çok çok severim. The New York Times’ın hafta sonu eklerini çok severim. Mesela onlar bana gerçekten ilham veriyor. Moda manasında, büyük dergi markası olup Marie Claire’in dışında da mesela Amerikan Bazaar’ı çok beğenirim. Bana çok ilham verir. Fransız Vogue’u çok severim. Another Magazine’i de severim. 61
Literature
Beat IT!
Eksik Alışveriş yazı şenol erdoğan fotoğraf alfred eisenstaedt/collection time & life pictures/getty images turkey
Sitüasyonizm birçok Batı ülkesinde sosyal eleştiri tabanı hiçe sayılarak, (ki bunun ana nedeni doğru okunmaması, yüzeyden derine inilememesiydi) daha ziyade romantizme batırılan bir isyan olarak algılandı. Ülkemizde de altı çok daha boş yaklaşımlarla üzerine “eğilindi” –yapılmış bir iki ciddi çalışmayı dışarıda tutarak. Yoğunluk açısından William Burroughs’u “öne çıkan sözcü” olarak kabul ettiğimiz (sanıldığının aksine Jack Kerouac değil/onun fonksiyonları çok daha başka bir alana girer bu noktada) ve daha çok İngiltere’de alt-kültürlere kafa yoran metin yazarlarınca -haklı olarak- Bakunin’e dek geri vardırılabilme kapasitesine sahip bu edebiyat kuşağı, eksik ve yanlış okumalar konusunda sitüasyonist yapı ile ileri bir kavşakta birleşir ve bu birleşme noktasında da haklılığın vücut bulduğu kişi şüphesiz ki Alexander Trocchi olur. Trocchi ülkemiz sınırlarında ne kadar bilinebilirse, işin bir kavşak ötesinde yer alacak çarpışmanın ikinci vücuda gelimi olan Stewart Home ve metinleri, azın da ötesinde hiç denli bilinebilir durumda. Home ne denli Guy Debord çizgisinden yürümeyen bir sitüasyonistse -yani anti-Deboryen- Trocchi de aynı şekilde Beat edebiyatı dahilinde bir yan yol, lakin doğru olan yol olarak, karşımıza çıkar. Bu noktada Deleuze’ün makinelerine hiç girmeden, daha anlaşılabilir bir şekilde örneği Greil Marcus’un Sex Pistols ve Punk yapılanmasını letterist ve sitüasyonist enternasyonal üzerinden net bir biçimde ortaya koyduğu “Ruj Lekesi” çalışması olarak verilirse her şey biraz daha netleşir. Çeviri edebiyatta diğer dünya ülkeleri ile kıyas yapıldığında, tek dile mahkum gibi görünen ülkelerde çeviri probleminin şaka yollu aşılabildiğini anlık olarak düşündüğümüz takdirde, ortaya çıkan büyük problemin şu olduğu görülür: Söz konusu bir yazarın kitap ya da kitaplarını çevirmek kültürel bir boşluğu dolduruyormuş görüntüsü çizse de, ortada daha büyük bir enkaz duruyor, bu da; bu yazarın “kim” olduğu, geldiği kültür, “neyi anlatmak” derdinde, “ne yapmak” isteminde olduğu ve kültürün diğer araçları ile var olan, olmayan bağlantısı. Yani siz bir yazarı çevirip basmışsınızdır, lakin yazarın dilinizde okunması,
onun yapıtının değil anlaşılması, yukarıda belirttiğim gibi onun kim ve ne olduğu, neyle beslendiği, nereye doğru yürüdüğü gibi yüzlerce alt sorunsalla ilintili bir konu. Bu doğrultuda karşımıza çıkan şey dil ile birlikte “çevrilmesi” gereken kültürün eksikliği oluyor. Bir eseri başka bir dile çevirirken kültürün ve alt tüm bağlantı elemanlarının çevirisini de önü ya da peşi sıra getiremediğiniz vakit, sadece anlamsız bir bütünü ortaya atmış ve işi başlamadan bitirmiş olursunuz. Örneğin bir Google araması yapalım, Türkçe, şu an ben arama çubuğuma “Alexander Trocchi kitapları” yazdığımda karşıma Helen ve Arzu, Genç Adem isimli iki Türkçe çeviri kitabı çıkıyor, lakin arama kelimelerimden “kitapları” kelimesini çıkartıp tekrar TR Google’da arattığımda karşıma çıkan sonuç hiç iç açıcı değil; iki çeviri kitabı haricinde ilk elden Türkçe size pek tatmin edici datalar sunmuyor, kim olduğuna, derdinin ne olduğuna dair ya da köklü bir yaşam hikayesine dair veyahut düz yazılarından daha fazla önemsenebilen şiirlerine dair. Bütün bunlar bize, ülkede, bahsedilebilecek derinlikli bir çeviri yapılanmasının var olmadığını gösteriyor. Burada sadece üzerine yazdığım konularla ilgili fikir beyan ettiğim ve düşündüğüm unutulmasın elbette. Ya da kimse de çıkıp bu ülkede satori yaşanacak denli ana dilinden bu kitapların okunduğunu söylemesin. Beat edebiyatı temsilcileri -ki sayıca sabittirler, zira bitmiş bir tarihtirler- kendilerinden önce gelen ve “lost” diye tabir ettiğimiz ya da diğer adıyla ‘Hemingwayler’ diye seslendiğimiz edebiyat kuşağının içe gömülmesi ve aynı duyguyla kaleme sarılmasının tersine, en başından beri bir karşı durumla, aktivizmle beslenen, anarşist sendikalara dek dayanan köklü bir yapılanmayla eklektiğe girerek daha başladıkları anda sitüasyonist bir tavra sahiptiler. Karşı-yazın ve karşı-düşün elementlerini oluşumlarında net olarak taşıdıklarını ciddi bir biçimde kısa zamanda gösterdiler ve belki “en fazla da bu” onları diğerlerine nazaran silinmez yaptı. Lakin onları popüler
XOXO The Mag
tuhaf zamanlarda ise bu konuda ip iyice kopmuş gözüküyor, ve bu ipi bağlamaya yönelik çabalayan insan sayısının azlığı da ne yazık ki acı veriyor. Diğer taraftan içinde bulunan kültürel açlık, sosyal ve ekonomik sıkıntılar ve dahi benzeşik çok daha yazılabilecek sebep Beat dönemi Amerikası’nın sosyal-ekonomik ve siyasi buhranını da başka şekillerden akla getirmiyor değil. Gönül isterdi ki toplumsal bir cinnetin, buhranın eşiğine gelindiğinin görmezden gelindiği şu zaman dilimlerinde çeviri ve Batı kaynaklı bir edebiyat kuşağı doğal olarak yükselişe geçsin, lakin onların edebiyatı hiçbir zaman bu tip durumlara hizmet etmediğinden dolayı belki de Fransa’ya en geç vardı, daha ağır ve doğru algılandı, ve bu Amerikan Beat yazarları da en sağlıklı ve verimli süreçlerini zaten Fransa’da geçirdi, bundan dolayı da sitüasyonist altyapılanmalar anlamında da bir araya gelip hareket edebilmeyi becerebildi. William Burroughs’un Amerika ‘68 olaylarına Ginsberg ve Genet ile iştirak etmesi ve benzeşik durumlarda boy göstermesi Fransa’nın yadsınamaz etkilerini üzerinde taşımaları ile çokça ilintili elbette.
yapan ögeler tıpkı o zaman bunlar olmadığı gibi, şimdiki zamanda da bu önemli ve pek el sürülmeyen altyapıları değildi. Her şeyden önce “ezberlemediğiniz”, kültürel anlamda doyuma uğramadığınız ve uğratamadığınız bir şeyi tutup da “yeniden” ele almanız ya da onun “yeniden” popülerleştiğini düşünmeniz ya da daha kötüsü, ilk defa popülerleştiğini düşünmeniz büyük bir yanlış olur. Zira “pop” dahi içini bu denli boş bırakarak bir yandan da ısrarla uzama itebileceğiniz bir şey değil. Bunu Amerika’da Bary Miles da yapmıştı 90’larda, Beat’in geri döndüğünden bahsetmişti, evet bahsetmişti çünkü iyi bir geçim kaynağı gibi görünüyordu, bu yazarların üzerinden yazdığı kitaplara Amazon’da baktığımızda. Beat edebiyatı ile Miles’ın verdiği tarihler ilginç bir şekilde Türkiye’de çakışır, ilkin o tarihlerde ülkemiz yayıncılığında çeviri ve yerli edebiyatta benzer duyguları yaşatmaya başlayan, güzel hisler veren yayıncılık ortaya çıkar, ilkin Beat eserleri çevrilmeye başlar, dönemin alt-kültür yerli yazarlarının eserleri basılır ve ufaktan hareketlenen yerli punk oluşumla edebi alt-kültürler hiç anlamadan ve üzerinde düşünce dahi geliştiremeden birbirleriyle ilişkiye girer. Yani Beat için ülkemizde bir hareketlenme noktası gösterilecekse bu, boyalı basının yasaklanmayan, sadece müstehcenlik davası açılan bir William Burroughs kitabını “yasaklandı” yaygarasıyla ana akım tüm medyalara taşımasıyla ve popüler bir rant doğurmasıyla değil, 90’ların başında ilk gerçek alt-kültür hareketlenmesinin yeşillenmesiyle o yıllarda yaşandı. Yazarlarının da hep belirttiği gibi amaçları ne devrim yapmak ya da ne Amerika’yı ne dünyayı değiştirmek olan nevi şahsına münhasır bu insanları devrimci bir bilinçle algılamaya çalışmak hatası edebiyat-kültür hayatı içerisinde hep yapılageldi, gelecektir de, lakin onlar devrimci değildi, yazardı, şarlatan ya da TV starı da değillerdi, evet keşfedilmişlikten dolayı yaşadıkları bir sarhoşluk ilk zamanlarda vardı -ama hepsi bu. Zira ne olmayan devrim geri gelebilir ne de romantizm tadından yenmez bir şeydir. Mevzubahis eksikliklerin sosyal medya tarafından ölümüne desteklendiği şu
“Sömürgeleştirilmiş insanı kendi kültürünün değersizliğine ikna etmek için her yola başvurulur” sözü ile Frantz Fanon bence birçok boşluğu da burada dolduruyor. Edebiyat ve coğrafya ilişkisinden dolayı elbette ki ortaya bir “öteki” çıkıyor, bu “arzu duymak” ya da “onu itmek” olarak varlık bulabilir. Politik ve kültürel açıdan hiçbir zaman Türkiye’yi bir Batı örneği olarak göremedim. Dolayısıyla, en başından beri bahsettiğim eksiklerin giderilebilmesi ve dünyayı doğru okuyabilmemiz için kitaplardan çok daha fazla ara bağlantı elemanlarına ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Kültürler arasında alışveriş eksik yapıldığı sürece dilin de elemanları gelişmeyecek ve bu ikilem pop kültürün ayaklarına dolanarak körlerin sağırları ağırladığı ve sosyal medyanın da severek desteklediği gazetelerin ve diğer medyaların sinekten yağ çıkardığı ve sadece farkında olanlara acı veren bir zemin oluşturmaya devam edecek. 63
THEATRE
SEDUCTIVE, SEXY AND SUBLIME!
Evita
yazı uğur babürhan fotoğraf frank ockenfels
Söz yazarı Tim Rice ve besteci Andrew Llyod Webber’ın ortak imzasıyla yaratılan ve ilk olarak 1978’de izleyiciyle buluşan Evita müzikali yeni bir prodüksiyonla Broadway’e dönüyor ve sahnenin sahipleri bu kez Ricky Martin, Elena Roger ve Michael Cerveris oluyor. Londra’da küçük bir barda başlayan bu rock-müzikal gösterinin yolculuğu inanılması zor bir başarı hikayesi. 1973 yılında söz yazarı Tim Rice’ın pullara olan merakından çıkıyor hikaye. Bir koleksiyoner olarak pullara ilgisi olan Tim Rice, Arjantin pullarının üzerinde Eva Peron resimlerini görünce araştırmalara başlıyor ve ortağı Andrew Llyod Webber’e Eva Peron’un hayatını müzikal yapmak üzere bir teklifte bulunuyor. Webber tango, latin ezgileri bestelemenin onu pek ilgilendirmediğini söyleyip teklifini geri çevirince, proje bir yıl süren bir uykuya dalıyor. Daha sonra, pazarlama stratejilerini belirlerken yaptığı hatalardan dolayı By Jeeves müzikali istenilen başarıyı elde edemeyince Webber’ın, Tim Rice’a geri dönüp Evita projesini uyandırma fikrine evet demesinden bugünlere kadar geliyor konu. Projenin hayata geçirilme kararıyla beraber, İngiliz müzikal tiyatrosunun en önemli isimlerinden biri olan Elaine Paige o dönemin en gözde Evita’sı oluyor. Türk seyircisi ise Evita’yı ilk kez 90’lı yıllarda İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından Gencay Gürün’ün dilimize uyarlamasıyla Zuhal Olcay, Nurseli İdiz, Neco ve Cihan Ünal gibi isimlerle sahneye konduğunda izleme şansı yakalıyor. Bana göre, Türkçeye çevrilmesi de dahil olmak üzere, Şehir Tiyatroları’nın en başarılı prodüksiyonlarından biri. Dünya çapında elde ettiği başarıyla ses getiren müzikal daha sonra 1996’da
beyazperdeye uyarlandığında Madonna’nın gelmiş geçmiş en iyi Evita olduğu konusunda pek çok kişi hemfikir oluyor. Asıl unutulması zor olan kısım ise rolü alma hikayesi. Müzikalin bestecisi Andrew Llyod Webber’e yazdığı, film versiyonu için rolü ne kadar çok istediğini anlatan mektupla hem bestecinin hem de yönetmen Alan Parker’ın ve senarist Oliver Stone’un gönlünü çalmayı başaran Madonna, amacına ulaşsa da, akademiye bir mektup yazmadığından olsa gerek ki o yıl Oscar Ödülü’nü elde edemiyor. Müzikal gelmiş geçmiş en büyük gişe başarısını ise hiç şüphesiz 2012 Broadway versiyonuyla elde edecek gibi duruyor. Bu başarının en önemli figürleri ise ilk defa Che rolünü oynayacak Ricky Martin, Evita’yı oynayacak Arjantin asıllı oyuncu Elena Roger ve Juan Peron rolünde göreceğimiz, en son Fringe dizisinde September rolüyle aklımızda kalan Michael Cerveris. Gerçi tüm şarkıları harika söylemesine, müthiş dans etmesine karşın Ricky Martin’in Che olarak inandırıcılığı biraz zayıf kalmış. Her an ‘Livin’ La vida Loca’ şarkısına girecekmiş gibi bir duygu içinde izlemek belki de bana zor geldi. Mutfağa şöyle bir göz attığımızdaysa, Christopher Oram’ın muhteşem dekorların yanı sıra kostümlere de imza attığını görüyoruz. Hızla akan rejinin sahibi ise Michael Grandage. Dans sahnelerinin büyülü ve gösterişli, aynı zamanda da eğlenceli olmasını sağlayan Rob Ashford için de rejisörün en büyük destekçisi diyebiliriz. İkilinin bir bütün olup çok yetenekli tek bir kişiymiş gibi hareket etmeleri seyirciyi müzikalin içine alan en büyük etken. Daha önce sayısız kez sahnelenen müzikalin 2012 Broadway versiyonu Marquis Theatre’da yapılan gala gecesinde izleyiciyle buluştuğunda, iki Latin asıllı oyuncuyu başrolde izleyenlerin oyundan çıkarken tek bir ortak fikri vardı: “Bugüne kadar izlediğimiz en ateşli ve seksi Evita müzikali!”
XOXO The Mag
Fashion
GÜNEşTEN KAÇANLARIN EVİNDE MODA
Bir Vietnam Masalı yazı müge tüzel fotoğraf jennifer ipekel
Bunca yol katettikten sonra kafanı kaldırıp etrafa bakındığında karşına çıkacak ilk şey bir maske deseler, Saigon'a gitmek için bu kadar heyecanlanır mıydım bilmiyorum. Ama oldu bir kere. Bulduk kendimizi bu 40 derecelik cennette. Geriye kalanlar bizden sizlere hediye. Sahnelerine maruz kaldığım onca savaş filminden midir bilinmez; Vietnam her zaman havasını solumak istediğim gizemli yerlerden biri olmuştur. Bu yüzden uçaktan indiğimde beni karşılayan binlerce motor ve -gerçekten de- maskenin yarattığı his tam anlamıyla anlatılmaz yaşanır türdendi. Suratlardaki maskeler bir salgının terörünü hissettirse de işin aslı görünenden çok uzakta. Amansız bir hastalık şehri kasıp kavuruyormuşçasına insanların maskelerle gezmesi, bir mikroptan ya da virüsten ötürü değil. Burada herkes güneşten kaçak, güneşten uzak. Sarı tenli Vietnamlılar için cildin mümkün olduğunca beyaz kalması sahip olunabilecek en değerli özellik. Sokak modası da güneşin saldığı korku ve bu nihai amaç etrafında şekilleniyor. Suratları kaplayan maskeler, en kapsamlı gölgeyi yaratmayı amaçlayan hasır şapkalar ve vücudu baştan aşağı saran entariler vazgeçilmezler listesinin başını zorluyor. Halk türlü şekillerle örtünerek kendini korumaya çalışırken, örtünme şekillerini kişiselleştirmek de neredeyse mecburi. Takılan maskelerin sadece beyaz olmamasına, kişinin kendi tarzını yansıtan desenlerle süslenmiş olmasına özellikle dikkat ediliyor. Gündüz örtünen halk, akşam olunca adeta soyunuyor; maskelerden ve şapkalardan kurtulup şehir insanının klasik havasına bürünüyor.
Vietnamlıların yüzlerini görmek için Güneş’in kaybolmasını beklemek şart. Güneş batımını takiben ajandaları süsleyen özel bir etkinlik varsa kadınlar hemen Áo dài'larını üstlerine geçirip sokaklarda geleneksel elbiseleriyle boy gösteriyor. Áo dài olarak adlandırılan beyaz Vietnam elbiselerinin yere kadar uzanan, herhangi bir dekolteye ödün vermeyen, oldukça kendine has formları var. Güneşe karşı beslenen ortak korkunun popülerliği bir yana, Saigon'da modayı şekillendiren bir başka dinamik de Budizm ve tapınak hayatı ikilisi. Vücutların turuncu kotona sığındığı bu diyarda çoğunluk Budist. Doğal olarak, tapınak kurallarına uymak için Budist üniformalarına sadık kalan keşişler günlük manzaranın büyük bir parçasını oluşturuyor. Roald Dahl’ın eskimeyen çocuk kitabındaki Dev Şeftali’yi andıran manzara; turuncu kotonun içine hiçbir şey giymeyen Budistlerin, güne en az üç kat giyinip de başlayan bizlerden ne kadar daha ferah bir hayat yaşadığını sorgulatıyor. Şehirde turlamaktan sıkılıp da turistik havzalardan Mekong’daki kayıklara inecek olursanız, sizi Vietnam’ın yerel kayıkçıları ve o ünlü hasır yayvan şapkaları karşılıyor. Burada da asıl amaç, güneşten saklanmak. Ülkenin genelini kaplayan su birikintileri insanın içine sıtma korkusu salsa da aşı olduğumuzu hatırlayıp geçiyoruz. Beyaz tenli turistler olarak şapkalarımızı çıkardığımızda aldığımız tepkiler kendimizi herhangi bir hastalığın pençesinde hayal etmekten daha ürkütücü oluyor. Ortalama sıcaklığın 40 derece civarında seyrettiği Vietnam’da, şapkaları çıkarıp güneşe kafa tutmak çok büyük tepki doğuruyor. Oysa bilmiyorlar ki bizim buralarda bronz olmak makbul, kararmak moda.
XOXO The Mag
Whatever
nowmanıfest.com
Yavan Bir Kek Tarifi Gibi yazı koray caner öztürk illüstrasyon ırmak nur sunal
Sıkıcı un, sevimsiz şeker, kabına sığamayan yumurta; türlü oyunlar sonunda enfes bir keke dönüşüyor. Biraz ondan, biraz bundan. Üzerine de azıcık şundan. Güzelce karıştırıp dinlendirelim. Biraz da süsleyelim. Oda sıcaklığında servis edelim. İki artı ikinin beş ettiği bu dönüşüm pek çoğuna sıradan geliyor olsa da, sıradanın içerisinde sıra dışı şeyler arayanları hayrete düşürmeye devam ediyor. Eğlenceli mutfak maceraları, kar amacı güden yoğun tempolu iş hayatı veya dijital dünyadaki her tık... Hepsi matematiğin sınırlarını zorluyor, hepsi parçalarından daha değerli bir bütün yaratabilmek için çabalıyor. Ortaklıklar büyüyor, kendi adının yanına başkalarınınkini alıp daha büyük işler yaratan projelere her gün bir diğeri ekleniyor, büyüyen pastaya ne kadar çok çatalla saldırabileceğinin hesabını yapanlar çoğalıyor. Sonuçta amaç aynı, ikiyle ikiyi toplayıp dörtten çok daha fazlasını elde etmek. Peki, bu her zaman işe yarıyor mu? Çok bekletmeden cevabı vereyim: Hayır. Bazen un bozuk çıkıyor, bazen şekerin tadı olmuyor, bazen yumurta kırılıyor; toplama işlemi hiçbir şey ifade etmiyor. Bunun en yakın örneklerinden birisi ise dijital dünya yerlilerinin yakından takip ettiği oluşumlardan NowManifest. Temel mantığı alelade bir kek tarifinden çok da farklı olmayan NowManifest, birkaç farklı blog ve web sitesinin bir araya geldiği bir ağ olarak özetlenebilir. Dünyaca ünlü blog yazarları Bryanboy, Style by Kling ve Fashiontoast, moda tanrılarının en popüler kurbanlarından editör ve stil ikonu Anna Dello Russo, partilerin aranan ismi Derek Blasberg ve yeni dergilerden Industrie Magazine'in bir araya gelmesiyle oluşan platformda birbirinden farklı ve özel isimler buluşmuş olsa da gerekenden farklı, bizi biraz daha şaşırtacak bir şey yok. NowManifest, yola çıkış şekli itibariyle bir 'hep birlikte kazanalım' platformu. Çatısı altında topladığı isimlerle pastadan aldığı payı büyütmeyi, hatta kendi pastasını yaratmayı amaçlıyor. 2011 başında ortaya çıktığından beri sektörün ciddi iş adamları da dahil olmak üzere niceleri tarafından takip ediliyor. NowManifest.com adresine girdiğinizde sizi bir 'ortak alan' karşılıyor. Ağa dahil olan bloglardan son yazılar ve bloggerların sosyal ağlarda
yaptıkları son paylaşımlar, tek bir ekranda karşınıza çıkıyor. Bir tarafta çılgın kıyafetleriyle erkeklik algısını altüst eden Filipinli Bryanboy'un maceralarını okuyabiliyor, diğer tarafta abartılı seçimleriyle çok konuşulan Anna Dello Russo'dan haberler alabiliyorsunuz. Bütün bu ünlü isimlerin bir araya gelmesiyle oluşan ortak platformun ölçümlenebilen metriklerinin hali ise NowManifest'in içindeki farklı malzemelerden sıra dışı bir bütün yaratma çabasının ne kadar beyhude kaldığını gösteriyor. Twitter üzerinde Bryanboy 325 bin, Anna Dello Russo 130 bin, Derek Blasberg 100 bin takipçiye sahipken NowManifest ancak 2 bin takipçi sularında seyrediyor. Facebook üzerinde de durum pek farklı değil; Rumi Neely'nin FashionToast sayfası 36 bin, Anna Dello Russo sayfası 25 bin, Elin Kling sayfası 12 bin takipçiye sahipken NowManifest sayfası ancak 10 bin sınırına dayanabiliyor. Sayfa okunurluklarında bir karşılaştırma yapmak, yayıncılar farklı ülkelerde bulunduğu için zor olsa da FashionToast blogunun, NowManifest.com adresinden daha çok tıklandığı görülebiliyor. Kısaca, sistemin bir parçası olan isimler bütünden daha kıymetli görünüyor. Bir de, ortalama internet kullanıcısının halihazırda bu isimleri ayrı ayrı takip edip etkileşime girdiği düşünülürse, hepsini bir araya toplayan bir platformdan yayınlanacak bire bir aynı içerik, herkese boş geliyor. Bryanboy'un böyle bir sisteme dahil olması kendisine ne yarar sağlıyor ya da Industrie Magazine gibi bir dergi burada ne arıyor bilinmez; ancak şimdilik söylenebilecek şey, tünelin ucunda bir çeşit ışık olduğu. Öyle ki, platform geçtiğimiz aylarda Condé Nast grubuna bağlı Fairchild Fashion Media tarafından satın alındı. Bu da demek oluyor ki doğru reklam anlaşmaları ve sıkı bir yönetici takibiyle birlikte önümüzdeki dönemde NowManifest gibi bir oluşumun yönettiği bu isimleri daha büyük işlerde görmeye devam edeceğiz. Günün sonunda, değerli malzemelerden oluşan bu kek biraz yavan. Tabii üzerine eklenecek bu yeni Condé Nast kreması, tarifi de matematiği de altüst etmek üzere. Bakalım 'Blogumu istediğim zaman NowManifest'ten çekebilirim!' diyen Rumi Neely ya da 'İçeriğim sadece bana aittir, kimsenin karışmasına müsaade etmem!' diyen Bryanboy ne kadar süre sonra bu tatlı kremanın getirileriyle baş dönmesi yaşayıp bu söylediklerini unutacaklar.
XOXO The Mag
INTERVIEW
Piero Lissoni
Markaların Sevgilisi Piero Lissoni, tartışmasız, İtalya'dan çıkma en yetenekli ve en üretken tasarımcılardan biri. Kariyerini 1978 yılında yeni mezun bir mimar olarak Milano’da ateşleyen Lissoni, 80’li yıllarda kurduğu Lissoni Associati firmasıyla tekneden otele, mutfaktan banyoya, mobilyadan aydınlatmaya, dolayısıyla akla gelen her ürüne ve alana dokundu. Aynı zamanda, sanat yönetimi, kurumsal kimlik, logo ve ambalaj tasarımı üzerine de hayli tecrübe sahibi olduğunun da altını çizelim. İş konusunda hayli çapkın oluşu dünyaca ünlü pek çok markayla isminin aynı anda anılmasından, anılmaya da devam edişinden... Zengin müşteri portföyünde Alessi, Cappellini, Knoll International, Kartell, Boffi, Fritz Hansen, Poltrona Frau, Benetton, ve Elie Tahari gibi marka ve isimlerin yer aldığı Lissoni bu markalardan bazılarının genel merkez yapılarına da imza attı. Harbiye’deki Bentley Hotel ve Suadiye’deki Benetton’un aralarında bulunduğu İstanbul merkezli projeleriyle de dikkat çeken bu çok yönlü tasarım duayeni ile projeleri, tasarım anlayışı ve İstanbul üzerine hızlıca söyleştik. röportaj aslı gezer fotoğraflar lissoni associati izniyle
XOXO The Mag
yüzüyormuş izlenimi bırakan, dinamik bir görünüme sahip. Kafamdaki imge bir ışık kütlesi üzerine yerleşmiş, sağa sola sürüklenip duran konteynerlerdi. Üç katı kot altında kalan bu sekiz katlı yapıyı ekranlardan oluşan bir enstalasyon olarak tasarladım. Bu ekranlar mekanın kendi hareket halindeki görünümünü dış cepheye yansıtıyor. Yani bir nevi ışıldayan, değişken bir kule; şehrin gözlemlediği ve karşılığında gözlemlendiği düzensiz bir ekran yığını.
Dikkat çekici bir şekilde, neredeyse tüm çalışmalarınız müşteri projeleri üzerine yoğunlaşıyor. Bu bağlamda, tasarımcı-müşteri ilişkisinde en önemli faktörler nelerdir? Ben önce müşteri, sonra proje seçmenin önemli olduğuna inanıyorum ve genel başarının da anahtarının bu yaklaşımda saklı olduğuna kaniyim. Sonuçta müşterilerimle projelerimiz sıkı bir iletişim üzerine kurulu, ayrıca onların ihtiyaçlarını bir objeye ya da alana dönüştürüyorum. Elbette bunu yaparken her şeyi kendi vizyon ve stil süzgecimden geçiriyorum. Bu benim orijinalliğimden ya da onların beklentilerinin niteliğinden kaynaklanmıyor, haliyle bunun sebebi, en iyi sonucu elde etmek için ortak bir araştırma süreci içinde olmamız.
Bu arada, İstanbul ilk tasarım bienalini gerçekleştiriyor. Dışarıdan bakan biri olarak Türkiye’deki tasarım kültürü ve faaliyetlerinde son dönemde gözlenen yükselişi nasıl yorumluyorsunuz? İstanbul canlı bir mimarinin ve iş dünyasında inovasyonun simgesi haline geliyor. Türkiye’nin İstanbul’u merkezine alan tasarımsal atılımını ilginç ve özel kılan unsurlar arasında küresel ekonomik gerilemenin büyük rolü olduğunu düşünüyorum. Zira bu, iyimser bakış açılarının ve geleceğe yatırım yapma arzusunun dışa vurumu niteliğinde.
O zaman, bu açıklamanızdan yola çıkarsak, bugüne kadar imza attığınız işleri göz önünde bulundurarak, sunmakta olduğunuz yaşam tarzını kısaca nasıl tanımlarsınız? Projelerim belirgin ve radikal tercihlerin birer sonucu, hepsinin özünde sadelikteki güç var. Yani, işin aslı, mimari anlamda, tarzım güncel materyallerin tüm gereksiz dekoratif detaylamalardan arındırılması üzerine kurulu.
Bizzat tasarlamış olmayı istediğiniz bir tasarım klasiği var mı? Spesifik bir tasarım işinden bahsedemem, ancak, modern klasikler söz konusu olduğunda favori tasarımcılarım arasında Achille Castiglioni, Charles ve Ray Eames, Le Corbusier, Dieter Rams ve tabii ki Mies van der Rohe’yi sayabilirim.
İstanbul’u sık sık ziyaret ediyorsunuz. Tasarım ve mimari açısından burada sizi en çok ne etkiliyor? Gözlemlerim beni yanıltmaz, ve bana İstanbul’un süreğen bir dönüşüm kenti olduğunu söylüyorlar. Odak noktası her daim gelecek olan bir şehir ve bu odaklanmanın sonuçları da kendilerini bir dizi etkileyici ve inovatif tasarım üzerinden açığa çıkarıyor.
Gelecek projelerinizi nasıl bir yaklaşım şekillendirecek? Bir yerin mevcut mimarisiyle yarış içine girmektense onunla birlikte hareket ederek nitelikli kentsel alanlar yaratmak istiyorum.
İstanbul’daki projelerinizden biri Suadiye’deki Benetton mağazasıydı. Bu proje, markanın yeni global tasarım stratejisi çerçevesinde gerçekleştirilen bir dizi mağaza yenileme çalışmasının ilk halkasıydı. Bize biraz bu değişimden ve taşıdığı mesajdan bahsedebilir misiniz? Kendimi sürekli olarak değişen bir kentin içinde hayal ettim ve neredeyse tamamlanmamış bir bina görüntüsü ortaya koyma yolunda çalıştım. Sekiz katlı yapı, birbiri üzerine düzensiz bir biçimde yerleştirilmiş, tamamen camdan hazırlanmış zemin katın üzerinde
Bitirmeden, farklı ilgi alanlarına sahip tasarımcı adaylarına ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? Malumunuz, bugünlerde herkes ekoloji ve çevre hakkında konuşuyor. Ancak daha önemlisi, daha iyi üretebilmek için daha az üretiyor olmak. Plastik de ahşap kadar ekolojik olabilen bir malzeme. Demek ki, mevzu sadece malzemenin ne olduğu değil, aynı zamanda o malzemenin de nasıl kullanıldığı. Benim tavsiyem, dürüst kalmaları, yenilikçi olmaları ve çevreye her zaman duyarlı olmaları. 71
MUSIC
ANGEL HAZE SEKSİ OLMAMANIN HAFİFLİĞİ
New York üzerine yazılanlar, çizilenler, söylenenler hiç bitmiyor ve muhtemelen de bitmeyecek. Kaldı ki onun hakkında söz sahibi olmak için yerlisi olmaya da gerek yok. Üç aydır yaşadığı şehri hala yakalamaya çalışan Angel Haze’in mücadelesindeki son durumu öğrenmek için telefona sarıldık. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraflar adrienne nicole
XOXO The Mag
büyük bir fark var. Bağımsız olunca plak şirketlerine karşı ister istemez bir savaş veriyorsun ve bu da yorucu olabiliyor. Ben bunun için harcayacağım enerjiyi plak şirketinin verdiği bütçe ve asistanlıkla birleştirip daha da yaratıcı olmaya çalışıyorum.
Yazdığın tüm materyalleri bir araya toplayıp bunları tam zamanlı bir projeye dönüştürmeye ne zaman karar verdin? Sanırım New York’a taşındıktan sonra oldu. Her ne kadar fiziksel bir açıklamasını yapamasam da, kendime güvenim de dramatik bir şekilde değişti burada. Şehir ve kişilik farklılaşmasının bir sonucu Angel Haze.
Müzik blogları ve güvenilir basından oldukça iyi eleştiriler aldın. Peki bu durumun, müziğini ana akıma doğru taşıyacağı konusunda endişelenmiyor musun? Hem de nasıl. Fakat bu durumun kaçınılmaz olduğunu hissediyorum. Başlangıcı, gelişmesi ve sonucu olan bir süreç gibi düşünün. Başlangıç ve gelişme sürecine hakim olmak kolay fakat ortaya çıkan sonuç dışardan gelen etkilerle kontrolden çıkabiliyor. Neler olacağı konusunda ne kadar heyecanlı olduğumu anlatamam bile.
Daha önceki röportajlarında bir süredir yalnızca kendi şarkılarını dinlediğini söylemiştin. Bazı müzisyenler ise farklı sanatçıları dinlemeyi ilham olarak değerlendiriyor. Senin tarafında durum nasıl? Bunun kaçınılmaz nedeni aslında uzun zamandır kendi albümüm üzerinde çalışıyor olmam. Fakat olay bununla sınırlı değil. Bilinçli bir şekilde sound’umun bir başkasınınkinden etkilenmesini istemiyorum. Daha çok, müziğimi kendi içinde katılaştırarak başkalarıyla karşılaştırılmaktan koruma duygusu benimkisi.
Sana ilham veren şeyler neler? İnsanlar, dünya ve tabii ki Jason Mraz.
Son zamanlarda hip hop yalnızca sokak kültürünü temsil etmiyor, aynı zamanda moda sektöründe de kendine güçlü bir yer buldu. Ne düşünüyorsun bunun hakkında? En büyük problemlerimden biri de dış dünyaya karşı pek ilgi göstermemem sanırım. Akımların, türlerin ve genel olarak müziğin sosyal hayatta nasıl konumlandırılması gerektiği konusunda ahkam kesmem kesinlikle. Ben hip hop’un sokak tarafında oldum hep, fakat müziğin gitmek istediği yolu engellemek veya yönlendirmek gibi bir niyetim de olamaz asla.
Azealia Banks’in yer aldığı Dazed and Confused’un kapağı sansüre uğradı biliyorsun. Genel olarak sansür hakkında ne düşünüyorsun? Tek kelime ile sıkıcı. Sana bir moda dergisine kapak olman için teklif yapılsaydı, çekimde üzerinde neler olmasını isterdin? İçinde rahat edebileceğim herhangi bir şey olabilir, biraz da çıplaklık belki. Peki çıplaklık konusunda ne kadar cesursun? Vücuduma aşığım ve herhangi bir ortamda göstermekten de çekinmem. Bu ise seksi olmadığımı düşünmemden kaynaklanıyor. İddialı olmadığım noktada insanlara bir şey kanıtlamak zorunda hissetmiyorum ve bu rahatlık da bana cesaret veriyor.
O zaman underground hip hop’un klasik 80’ler ve 90’lar sound’u senin için büyük bir nostalji kaynağı olmalı? Kesinlikle öyle, daha çok 90’lar diyebilirim ama. Geçtiğimiz günlerde, Istanbul Fashion Week kapsamında bir defilenin müziklerinde ‘New York’ şarkın kullanıldı. Koleksiyondaki siyah parçalarla birlikte başlayan ‘New York’, şovla oldukça uyumluydu. Anladığımız kadarı ile moda ve Angel Haze gayet iyi gidiyor. Peki başka neler sence? Daha önce şarkılarım birçok farklı alanlarda kullanıldı, ki müziğimdeki bu çok yönlülük beni memnun ediyor. Herkesin üzerine oturan tek beden bir kıyafet gibi düşünebiliriz.
Kendini en çok neyi analiz ederken buluyorsun? Gereğinden fazla düşündüğümü söyleyebilirim. Zaten bunların bir kısmını çöp kutusuna atıyor, kalanlardan da şarkı yapıyorum. En çok, yaşam ve şu an bulunduğum yere nasıl geldiğim üzerine kafa patlatıyorum sanırım. Childish Gambino’ya karşı duyduğun hayranlığı biliyoruz. Nedir seni bu kadar etkileyen? Çok basit: Dürüstlüğü, saf ve filtresiz oluşu.
Universal Republic ile anlaştın. Sence bir plak şirketine bağlı olmakla bağımsız çalışmak arasında nasıl bir fark var? Bağımsız olmanın ruhani gösterişinin geçmişte kaldığını düşünüyorum. Düzene karşı olmakla işlerini düzgün bir şekilde yapmayı istemek arasında
Kanye West mi Jay-Z mi? Kanye West. 73
serıes
YenİNİN MODASI GEÇTİ
Country, Polisiye ve Tabii Bir de Ordu yazı erman ata uncu
Sonbahar sezonu geldi çattı. Yani toplu DVD’ler alınmaya ve “Ben daha ikinci sezondayım, sen kaçıncıdasın?” gibi soruların eksende olduğu muhabbetlere konu olmaya aday genç diziler de birer birer görücüye çıkmaya başladı. Aslında genel manzaraya bakılırsa yeni sezon pek de yeni bir şey sunmuyor izleyiciye. Belli ki yola çıktıkları konseptle kağıt üstünde bile heyecanlandıran dizilerin zamanı geçmiş. Ama kağıt üstünde değilse de ekranda heyecanlandırmak için hâlâ şansları var dizilerin. Biz de bu şansı değerlendirmesi en kuvvetle muhtemel adayları derledik…
Animal Practice
Bu Eylül sona eren Weeds’in TV algımıza birden çok katkısı oldu. Birincisi, narkotik meseleleri ‘prime time’da sunmak için polisiye bir örgü ya da kafası iyi karakterlerin komikliklerinden başka bir çerçeve olabileceğini de gösterdi. İkincisi, televizyonu keskin ABD eleştirisi için en uygun mecralar arasına kattı. Üçüncüsü de lafazan ‘hobo’ Andy Botwin’i hayatımıza soktu. TV tarihindeki en eğlenceli sahnelerden bazılarını, Botwin karakteriyle onu canlandıran Justin Kirk’ün tencere kapak uyumuna borçluyuz, orası şüphe götürmez. O yüzden Kirk’ün yeni TV komedisi Animal Practice’e dikkat kesilmemiz için de yeteri kadar sebebimiz var. Hayvanlara delice tutkun ama onların sahiplerine dayanamayan bir veterinerin hikayeleri dizinin odağında… Dizinin nasıl bir tonu olduğuna dair referansımızın kaynağı ise akla ilk gelecek yerlerden biri değil. Ama yorum yeterince açıklayıcı: Dizileri ‘çocuklara uygunluk’ kıstasına göre değerlendiren Common Sense Media, Animal Practice’e beş üzerinden bir yıldız vermiş: “Ebeveynler, Animal Practice’in büyük oranda seksüel esprilere ve tuhaf mizahi durumlara yaslandığını akıllarından çıkarmasın!” Yani Kirk, yine formundaysa tam da Botwin takipçilerini tavlayacak bir ton…
Elementary
Normal koşullarda “BBC zaten Sherlock Holmes’u layığıyla günümüze taşıyarak son dönemin en zihin açıcı polisiyelerinden birini yaratmıştı. Bunu bir de ABD’yi odağa alarak yinelemenin ne alemi vardı?” diye sorabilirdik. Ama ayrıntılar konusunda saplantılı dedektifimizi bu sefer günümüz New York’una getiren Elementary’de normalin ötesinde koşullar söz konusu… Trainspotting’den beri perdede veya ekranda her göründüğünde yüzümüzde güller açmasına vesile olan Jonny Lee Miller -ve kariyer planlaması- değilse de, karizması su götürmez Lucy Liu işin içinde olunca merakımız da kamçılanıyor haliyle. Senaryo ekibinin bir modern çağ Sherlock’u yaratmak için bulduğu yaratıcı çözümler de cabası… (Holmes’u Scotland Yard danışmanlığından atılmış, rehabilitasyon ihtiyacı içinde bir ‘günümüz İngiliz’ine dönüştürmek gibi…) Ancak bu yeni Sherlock edisyonunun en göz alıcı yanı, dedektifin kadim dostu ve yardımcısı Watson’ı bu sefer Lucy Liu görünümünde seyredecek olmamız kuşkusuz.
666 Park Avenue
Şimdiden küresel bir kült konumundaki American Horror Story’nin televizyonlarda bir korku furyası başlatmaması düşünülemezdi, tabii ki. Adından da anlaşılabileceği üzere 666 Park Avenue, ekranda korkutucu doğaüstü güçlerle mücadele serisinin ilk halkalarından. CV’sinde Fringe, Life on Mars gibi referanslar bulunan David Wilcox’un yapımcısı olduğu dizi, Gabriella Pierce’ın romanını kaynak alıyor. 1920’lerden kalma bir Manhattan apartmanına taşınan genç çift, daha pilot bölümden Rosemary’nin Bebeği dünyasına adım attıklarını, binanın sahibi çiftin görünenden daha farklı bir yüzleri olduğunu nereden bilebilirler ki! Biz de henüz 666 Park Avenue’nun vadettiği heyecanı sunup sunamayacağını bilemiyoruz. Ama açıklanamaz bir kötücüllüğün hüküm sürdüğü binanın sahiplerinden birini Vanessa Williams’ın canlandırması, oyuncunun böyle bir karaktere olası uyumu da düşünülünce insanı şimdiden heyecanlandırıyor.
XOXO The Mag
Vegas
Tabii ki kumarhanede cirit atan hilebazları ve onları yakalamakla görevli personelin komik maceralarını konu alan, ‘eski ekol’ dizilerden Las Vegas geliyor akla ilk olarak... Ama başrole Hollywood’un emektar yıldızlarından Dennis Quaid’i getiren Vegas, kumarhanelerin ihtişamını değil bu ‘günahlar şehri’nin tarihini eksen alıyor. 1960’ta Las Vegas’ın, hayvancılıkla geçinen alelade bir Amerikan şehrinden kumarhane cennetine dönüştürüldüğü dönemdeyiz. Hikayenin gerçek hayattan alınan kahramanı ise işinde gücünde bir kovboyken şehrin bu değişimiyle beraber kendini şerif koltuğunda bulan Ralph Lamb. Vegas’ı mesken tutmaya başlayan gangsterlere pabuç bırakmayacak bu geleneksel adamın asabi halleri, nedenini tam olarak kestiremesek de, Dennis Quaid’e pek yakışacakmış gibi geliyor şimdiden.
Nashville
Malum, country, ABD dışındakilerin büyük çoğunluğuna pek de bir şey ifade edecek türden bir müzik değil. Ama yıldız mekanizmasının tüm haşmetiyle işlediği Nashville’de hikayelerin cazibesi, müziğin kendisinin aksine pek sınır tanımıyor. Robert Altman’ın 1975 yapımı Nashville’i, Country Strong, Crazy Heart bir çırpıda sayılabilecek Nashville hikayelerinden. Son sürüm Nashville hikayesi ise bu sezon televizyonda. Nashville’in yaratıcı hanesinde Thelma & Louise’in yazarı Callie Khouri var. Hikaye, yıldızı sönmeye başlayan kadın bir country şarkıcısının yıldızı yeni parlayan bir meslektaşıyla turneye zorlanması… Nashville’de konu edilenler, illaki country’ye özgü durumlar değil, başka bir deyişle. Ama diyelim ki iflah olmaz bir country’cisiniz, dizinin müziklerinde, aynı zamanda Khouri’nin kocası olan country efsanesi T-Bone Burnett’ın imzasını görmek, en baştan heyecanlandırmıyor mu?
Partners
Biri gay, diğeri heteroseksüel iki yakın mimar arkadaş, hiçbir işte tutunamayınca, ortak olmaya karar verirler. Ugly Betty’nin ‘bitchy’ stajyeri Marc St. James olarak hayatımıza giren ve Partners’da da gay ortak Louis rolündeki Michael Urie için bir başka parlama fırsatı daha… Eleştirmenlere bakılırsa, yapımcısı oldukları Will & Grace’ten beri bir türlü aynı ilgiyi göremeyen David Kohan ve Max Mutchnick için de ikinci şans olacak bir potansiyel barındırıyor Partners. Superman Returns gibi bir gişe deviyle kapağını süslemedik dergi bırakmayıp, şimdi Partners’da ikinci derecede bir rol oynayan Brandon Routh’un kariyeri için ise ne söyleyeceğimizi bilemiyoruz.
Go On
Matthew Perry’nin Friends’den sonra bir daha belini doğrultamayacağına kaç kişi bahse girerdi acaba? Oyuncuyla ilgili böyle bir beklentileri olanları bir kenara alalım. Perry, üzerine yapışan Chandler karakterini canlandırdıktan yıllar sonra yine eleştirmenlerin de, izleyenlerin de övgüyle karşıladığı bir sit-com’da… Perry, karısının kaybını hala atlatamamış, radyoda spor haberleri sunan Ryan’ı canlandırıyor. Patronu işe devam edebilmesi için toplu terapiye gitmesi koşulunu getirince komedi de başlıyor. “E burada da aynı Chandler” diyeceklere Chandler’ın hiç de fena bir karakter olmadığını hatırlatmak ise boynumuzun borcu.
Last Resort
ABD’nin, Irak harekatının travmasını atlatma yollarından biri de ekranı Amerikan askerleriyle, ordunun işleyişini sorgulayan hikayelerle donatmak muhtemelen. En yakın tarihli örnek Homeland’di. ABC de bu sezon ona eşlik etmesi için Last Resort’u sundu. Nükleer bomba atma emrine karşı gelen ABD bandıralı bir denizaltı mürettebatının başlarına geleceklerden korunmak için ıssız bir adaya gitmesi gibi gayet vaatkar bir hikayesi, kadrosunda da Scott Speedman gibi uzun zamandır göremediğimiz için meraklandığımız bir yıldızı var.
XOXO The Mag
MASTERS
Mike PEArce
Konforun İnsan Hali Bu bölümde, alışıldığı üzere, konuk markaların üst düzey yöneticilerinden, bu markaların genel varoluş kültürlerinden, güncel ya da geleceğe dair pazarlama stratejilerine birçok konuyu konuşuyoruz. Şimdi ise konuğum Herman Miller EMEA Bölgesi Asbaşkanı Mike Pearce. Herman Miller'da geçirdiği 31 yılın deneyimini alnında yazılı olarak değil de koltuğunun altında mağrur bir şekilde taşıyan üst düzey bir yönetici nasıl oluyorsa, Mike Pearce da öyle. Duru, net, kendinden emin ve tam bir marka elçisi. Bakınız; takip eden 4 sayfa. röportaj cihan şerbetcioğlu fotoğraf yalım kartal
XOXO The Mag
herman miller'ın izniyle
Gayet uzun bir zaman dilimi haliyle, peki, sizce bu süreçte iş dünyasında ne gibi değişiklikler oldu? Hepimiz çok iyi biliyoruz artık bunu; gelişen teknoloji ve farklılaşan kültür iş kavramını tanımlamayı, bir sınır koymayı zorlaştırıyor. İş, artık her zaman, her yerde ve her şekilde gerçekleşebiliyor: çalışanlar, müşteriler, şirketler artık eskisine göre çok daha değişken demografilere sahipler. Zamanımızda, dünyanın dört bir yanına ulaşabilen, konumdan bağımsız ortak bir kültürden söz ediyoruz ve bu bağlamdaki insan ilişkileri yeni kuşak için çok farklı şeyler ifade ediyor. E tabii biz de bu değişken koşullara duyarlı olmamız gerektiğinin farkındayız. Geleceğin iş dünyasını sürekli daha iyi anlayabilmek ve doğru kararlar alabilmek için uğraşıyoruz; teknoloji, ergonomi, iş psikolojisi gibi birçok alanda uzun süredir araştırma geliştirme faaliyetleri sürdürüyoruz. Örneğin, ergonomi alanındaki araştırmalarımız geleceğin iş dünyasının daha da dinamik hale geleceğini gösteriyordu; biz de bu öngörüden yola çıkarak birkaç yıl önce ergonomik ürünler konusunda uzmanlaşmış CBS firmasını satın aldık. Bu sayede, CBS’in ergonomik tasarım ve üretimdeki gücünü bünyemize katarak değişen şartlar arasında rekabet avantajımızı koruyabiliyoruz.
Şu anda içinde bulunduğunuz çevreden bahsedebilir misiniz? Neden burada bulunuyorsunuz? Öncellikle tekrar İstanbul’dayım, 17 yıldır Türkiye’deki çalışma ortağımız olan BMS ile İstanbul Tasarım Bienali kapsamında seminerler ve etkinlikler düzenliyoruz. Bienal, Herman Miller markasını tasarımcılara tanıtmak ve daha iyi bir dünya için tasarımın neler yapabileceğini onlara göstermek adına oldukça iyi bir fırsattı; biz de BMS ile olan ilişkilerimizin de bir sonucu olarak burada yer almayı tercih ettik. Soruyu daha makro düzeyde ele almak gerekirse, aslında oldukça zor şartlar altında bulunduğumuzu söyleyebilirim. Euro bölgesi hala birçok sorunla boğuşuyor, buna rağmen söz konusu Türkiye olunca karşımıza oldukça farklı bir tablo çıkıyor. Türkiye’nin 2002’den beri ortalama %6’yı bulan GSYH oranları Euro bölgesinde hiç duyulmamış bir şey. Geçen seneki %8.5 büyüme oranı ise yalnızca Çin’dekiyle karşılaştırılabilir düzeyde. Hızla yükselen orta sınıf, artan genç nüfus gibi pek çok başka özellik Türkiye’yi yatırımlar için çekici hale getiriyor. Peki, İstanbul hakkında neler söyleyebilirsiniz? Öncelikle, İstanbul’da ve Bienal’de olmaktan oldukça hoşnut olduğumuzu söylemeliyim. Gün geçtikçe tasarım daha uluslararası bir düzeye taşınıyor ve gözlemlerimden yola çıkarak söyleyebilirim ki, Türkiye’de iş yeri tasarımı alanında uluslararası gündeme büyük bir ilgi oluştuğu açık. Bu geleceğe yönelik iyi bir işaret –ayrıca İstanbul’un oldukça kuvvetli bir tasarım topluluğu var. Biz de Herman Miller olarak tasarımcılara büyük önem veriyoruz, çünkü biliyoruz ki satın alan kendileri olmasa da satın alma kararının verilmesinde önemli rol oynuyorlar.
CBS konusunda zaten çok iyi bir hamle yaptınız, bu bağlamda inovasyon politikanız hakkında ne söyleyebilirsiniz? İnovasyon günümüzde oldukça sık kullanılan bir terim ve ne yazık ki her zaman da ilerici bir yenilikçiliğe karşılık gelmiyor. Biz inovasyonu laf olsun diye kullanmamaya çalışıyoruz; tek bir soruna odaklanmak yerine uzun vadeli ihtiyaçları derinlemesine anlamaya çabalıyor ve buna yönelik daha kapsamlı çözümler arıyoruz. Doğal bir sonuç olarak, bu yaklaşımımız da kendi başına bize özgü bir inovasyon kültürü yaratıyor.
Ne kadar süredir Herman Miller için çalışıyorsunuz? O zamandan beri neler değişti? Bu sene ile birlikte 31 yıl oldu. Sizi elbette şaşırtmayacaktır ki, o zamandan bu yana pek çok şeyin değiştiğini söyleyebilirim. 1923’te Kuzey Amerika’da küçük bir mobilya üreticisi olan Herman Miller artık her açıdan uluslararası bir firma haline geldi. En önemlisi, ilk defa Kuzey Amerika dışında Birleşik Krallık’ta üretim yapmaya başladık, o zamanlar Avrupa işlevsel mobilya ve aktif ofis kavramıyla ilk defa tanışıyordu. Şu anda ise dünyanın birçok yerinde üretim yapıyoruz. Bunun yanında, Kuzey Amerika, Birleşik Krallık, Hong Kong ve Hindistan’da araştırma geliştirme ofislerimiz var, uluslararası düzeyde çok sayıda tasarımcı ile çalışıyoruz ve bir o kadar da oluşumun bir parçası olarak yer alıyoruz.
Sizin için ‘daha iyi bir dünya’ ne demek? İnsanlar için nasıl daha iyi bir dünya inşa ediyorsunuz? Bizim için daha iyi bir dünya tasarlamak demek yalnızca ürün tasarımıyla bitmiyor. Daha iyi bir dünya altında dört başlıkta uzun soluklu faaliyetler gösteriyoruz: toplum hizmeti, kapsayıcılık, sağlık ve çevreye karşı sorumluluk. Toplum hizmetiyle ihtiyacı olanlara yardım ediyoruz. Kapsayıcılık ve çeşitliliğe gelince, şirket bünyesinde etnik köken ve cinsiyet konularını gözlemleyen ve çalışanları cesaretlendiren araştırma ekiplerimiz var. Kadınları teşvik edici programımız da en son programlarımızdan biri ve hatta bu sayede yakın zamanda Michigan’da bir ödül aldık. Sağlık ve zindelik de yine bizim için önemli konular; çalışanlarımızın sağlıklı bir şekilde çalışmasını ve başarılı işler 79
herman miller'ın izniyle
arada, altını çizmek isterim, Fortune tarafından belirlenen 9 kategorinin beşinde de birincilik aldık: İnovasyon, insan yönetimi, şirket değerlerinin kullanımı, sosyal sorumluluk ve ürün-hizmet kalitesi.
çıkarmasını sağlamaya çalışıyoruz. Ve tabii çevresel sorumluluk ve yeşil politikalar da önceliklerimiz arasında yer alıyor. Markanızın tasarım geçmişine baktığımızda aralarında Yves Béhar, Studio 59, Bill Stumpf gibi efsanevi isimleri görüyoruz. Tasarımcılarla nasıl bir iş birliği içindesiniz? Özel gibi görünmese de bu söyleyeceğim, öyle. Biz, yaptığımız işi sorgulayıp yeni bir soluk getirebilecek tasarımcıları arıyoruz. Birlikte çalışacağımız kişiler öncelikle sorunlara yaklaşım tarzımızı iyi anlamış olmalı. İleriye dönük düşünce yapısı, uzun vadeli bir görüş ve çözüm odaklı bir tasarım zihniyeti de kesinlikle isteyeceğimiz özelliklerden. Tabii bu her zaman aynı fikirde olmalıyız demek değil, aksine, tasarımcının en önemli rollerinden bir tanesi de doğru soruları sorarak bakış açımızı zenginleştirmek, dağarcığımıza taze düşünceler eklemektir diyebilirim. Saydığınız isimler Herman Miller’ı en iyi anlayan, yepyeni bakış açıları getiren, en başarılı iş birliklerimizden diyebilirim; mesela SAYL Chair Yves Béhar’ın ilk sandalye tasarımıydı, keza en önemli ürünlerimizden olan Aeron Chair de Bill Stumpf için ilk olma özelliği taşıyor. Bilirsiniz, taklit üretim, sahtecilik gibi konular pek çok ikonik tasarım markasının başını ağrıtıyor, yalnızca merdiven altı atölyeler değil, bazen uluslararası firmalar bile fikir hırsızlığı yapabiliyor. Şirket olarak konuya yaklaşımınız nasıl? Sahte üretim bizim için de bir sorun teşkil ediyor. Buna rağmen, müşterilerimizin orijinal ürünün değerini taklitlerden kolayca ayırt edebileceğini düşünüyorum. Bir kopyası, orijinal bir Herman Miller ürününden beklenen malzeme kalitesi, ince işçilik gibi teknik üstünlüklerin hiçbirini karşılayamamakla birlikte, sosyal sorumluluk, çevreye duyarlılık gibi özgün değerleri de sunamayacaktır. Gayet basit. Herman Miller Fortune’un ‘Çalışılabilecek En İyi 100 Şirket’ listesinde yer alıyor. Şirket olarak, sizi bu kadar çekici yapan nedir? Çalışanlarımız genellikle 1923’e kadar uzanan köklü geçmişimizden ve değerlerimizden etkilenen insanlar oluyor. Böyle insanları çeken bir tarafımız var. Gelişmeye açık ve gerçekten de insanların birlikte daha iyi bir şekilde çalışmalarını sağlayacak bir şeyler üretmeyi isteyen bir organizasyon için çalıştıklarının farkındalar. Onları bize çeken şey de bu. İnsanlara davranış biçimimiz ve kültürümüz, bizi biz yapan şeyler bunlar. Daha önce sektörde birçok yerde çalışmış arkadaşlarımız var ve hepsi de Herman Miller’ın özel bir yer olduğu konusunda hemfikir. Bu
Biraz da size döneyim, zamanınızı nasıl yönetirsiniz? Özel hayatınıza vakit ayırabiliyor musunuz? İşim gereği sürekli seyahat etmem gerekiyor, farklı ülkelerdeki tüketicilerle tanışıp onları ne kadar iyi anlayabilirsem benim için o kadar iyi. Bir yandan seyahat etmek benim de hoşuma gidiyor. Eğer sık seyahat ediyorsanız iyi bir takıma sahip olmanın paha biçilemez olduğunu bilirsiniz; takım arkadaşlarım seyahatlerimin çok daha verimli geçmesine yardımcı oluyorlar. Ayrıca teknolojik imkanlar ve aramızdaki pratik iletişim de sürekli hareket halindeyken bile üretken olmamı sağlıyor. Özel hayatıma ise zaman ayırmaya çalışıyorum ama günümüzde bir sınır çizmek artık mümkün değil. Önemli olan aileye ve seçtiklerinize yeterince zaman ayırabiliyor olmak. Günlük tarzınız nasıl? Hangi markaları kullanıyorsunuz? Jaguar, Apple, Panasonic gibi premium markaları beğeniyorum. Sanırım bu markalara karşı olan ilgimin sebebi, hepsinin yeniyi yaratmak ve kalite konusunda öncü olmaları ve tabii anlatabilecekleri güçlü bir hikayelerinin olması. Bana göre iyi bir marka fonksiyonel ve kişisel değerlerin birleşiminden oluşuyor. Son olarak, duymamız gereken bir şeyle bitirmek istiyorum. Malum tüm röportajda direkt olmasa da bundan bahsettik. Mike Pearce’a göre konfor nedir? Konfor kişisel bir şey, ama yine de genel bir tanımlama. Bizim tabirimizle “gözler her zaman kazanır”. Vücudumuzun duruşunu, oturma şeklimizi ve tavrımızı belirleyen gözlerdir, biz de bunu dikkate alarak ergonomik problemlere farklı çözümler geliştirdik ve konforlu bir sandalye üretmekle aslında iş yerindeki tüm ergonomiyi çözmüş olduk. Bana göre konfor ise evimde kullandığım Aeron sandalyem. Onda çalışıyorum, onda dinleniyorum, harika bir sandalye. En konforlu alanım ise evdeki oturma odası, evin tam merkezinde kolektif kullanıma açık bir alan, böyle olması hoşuma gidiyor. Televizyon, iletişim araçları ve mutfak gibi birçok fonksiyonu da ihtiva eden bir alan aynı zamanda. Evdekiler için de burası bir buluşma noktası gibi, herkesin kendine göre daha çok sevdiği veya kendini daha rahat hissettiği bir köşesi var, gerçekten çok iyi bir grup alanı. Evde kendi kendimize vakit geçirebileceğimiz izolasyon alanlarımız da var ama bu çekirdek alan bir harika.
XOXO The Mag
Aeron®
reçete ile satılan tek koltuk
Authorized Herman Miller Dealer
Ayazma yolu sokak No:5 Etiler T: +90 212 263 6406 info@bms-tr.com / www.bms-tr.com
INTERVIEW
Dİdem Şenol
Yerel Olandan Harikalar Yaratmak İstanbul’da gerçekten iyi yemek yenilen lokantaların sayısı bir elin parmaklarını geçmez desek çok da iddialı bir laf etmiş olmayız, özellikle de kullanılan malzemenin tazeliği ve kalite-fiyat oranı söz konusuysa. Lokanta Maya ve Gram’dan tanıdığımız Didem Şenol da yerel ve mevsiminde kullanılan malzemelerle yaratıcılığını birleştirerek kendine özgü lezzetlerle damak zevkimize yeni ufuklar açıyor. Yetenekli şefle, ilham kaynakları, yeni gastronomik trendler, Lokanta Maya ve küçük kardeşi Gram üzerine sohbet ettik. röportaj aslı arduman fotoğraflar yalım kartal
XOXO The Mag
Kantin. Özenle ve emekle çalıştıklarını düşünüyorum. Bir diğeri de Tarabya’daki Kıyı; çok klasik olmakla beraber aslında hep aynı kalitede yemek servis eden bir yer; yaptıklarına saygı duyuyorum. Onun dışında, birini hoş bir yere götürmek istersem Changa’ya götürebilirim. Mikla da yine aynı şekilde, bir kutlama için veya özel bir günde gidebileceğim bir yer. Onların da yerel malzemeye tekrar dönmüş olmaları heyecan verici. Artık hakikaten dünyayı takip eden ve bu konu üzerine düşünen herkes yerel kaynakları kullanmaya çaba gösteriyor. Yurt dışında da en son Kopenhag’da bulundum, orada gerçekten çok güzel lokantalar var; önceden duymuştum ama bu kadar da iyi olacağını beklemiyordum. Öte yandan, genelde tatile çıktığımda özellikle çok yemek odaklı bir yere gitmiyorsam, kendimi bırakmayı tercih ediyorum sanırım.
Önce klasik sorudan başlayalım: Şef olmaya nasıl ve ne zaman karar verdin? Aslında Koç Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunuyum. Yemek yapmayı hep sevdim ama bunu hiç meslek olarak düşünmemiştim. Biraz da tombik bir çocuktum, hep işte kendim yiyeyim diye yemek yapardım. Üniversitedeyken, ikinci senemde, psikolojiye devam etmemeye ve yemekle ilgili bir şey yapmaya karar verdim. Üniversiteyi bitirdikten sonra da zaten yurt dışına gittim yemek eğitimi için. Hayranlık duyduğun bir şef Lokanta Maya’ya geldi; bu kim olsa çok heyecanlanırdın? Alice Waters olsa herhalde çok heyecanlanırdım. Kendisi San Francisco’da Chez Panisse’in şefi. O da, sürekli değişen malzemelerle, her gün menünün değiştiği bir formatta yemek yapıyor. Hatta Lokanta Maya’yı da bu şekilde oluşturmama ilham olan insanlardan biri diyebilirim onun için.
Yerel malzeme demişken, hangi pazarlara gidiyorsun? Cumartesi Feriköy pazarına gidiyorum, Pazar günleri Kastamonu pazarına, bazen Salı günleri Kadıköy pazarına gidiyorum. Bunlar dışında, yeni planım Belgrad Ormanı’na mantar toplamaya gitmek.
Sormadan edemeyeceğim, yeni yeni yemek yapmaya ya da aşçı olmaya merak duyan birine ne tavsiyede bulunursun? Aşçılık dışarıdan baktığında, özellikle de son zamanlarda çok popüler bir mesleğe dönüştüğü için, böyle beyaz üniformalar içinde yemek yapma fikri gençlere çok heyecan verici geliyor. Ancak çok uzun saatler çalışmanızı gerektiren, çok zor bir iş. Onun için, bu işe başlamak isteyen birinin öncelikle profesyonel mutfakta vakit geçirip, nasıl bir şey olduğunu görmesi gerekiyor. Yemek yapmaya meraklı birisine de iyi malzemenin peşinden koşmasını önerebilirim. Artık dünyanın geneli de şaşaaya, tabakların çok gösterişli olmasına eskisi gibi önem vermiyor; esas amaç iyi malzemeyle lezzetli yemek yapmak. Aynı zamanda, teknik de modernleşiyor dünyada. Tabakta eskisi gibi, 80’lerden kalma süslemeler yok, çok daha sade, sakin. Hal böyleyken, evde kendisi için, mutlu olmak için yemek pişirenlerin de malzemeyi doğru seçmeye çalışarak bir şeyler yapması bana kalırsa daha eğlenceli. Bir de tabii yemeği sık sık tatmak gerekiyor, aşçı olduğunuzda da bu böyle. Hiçbir malzemede standart yok, özellikle de Türkiye’de. Bir malzemenin çiğ halini de bilmeniz gerekiyor ki piştiğinde neye benzeyeceğine dair fikriniz olsun. Sonra tabii piştiğinde tekrar tatmak gerekiyor. Kısacası yemeğin her aşamasında yemeği tatmak gerekiyor.
Mantar üzerine de eğitim aldın o zaman... Jilber Barutçiyan Bey vardır, üç sene önce onun atölyesine katılmıştım. Zaten bu dönemde çıkan ve benim mutfakta servis etmek istediğim mantarlar belli; zehirli olma durumları yok, iki-üç çeşitler, tabii biz de özellikle onları toplamaya gidiyoruz. Bu arada, başa döneyim; yemek yapma tarzın nasıl oluştu? 2002’de yemek okulunu bitirdim. Sonra bir süre New York’ta çalıştım ve Türkiye’ye döndüğümde de yapmayı düşündüğüm şey, hep o dönemde yapılan, bizim Fransız ekolünde öğrendiğimiz yemeklerdi. Sonra bir süre Mehmet Gürs’le çalıştım; o dönemde onun yaptığı yemekler de hep dünya mutfağı tadındaydı. Bu durumun değişmesi aslında güneye yaşamaya gitmemle oldu; bir süre Bozburun’la Marmaris arasında bir yerde yaşadım. Babam orada yaşıyor, bir butik otelleri var, ben de beş sene kadar orada onların mutfağını idare ettim. Dağ başında, kanyon tepesinde bir yerdi. Köylülerle sohbet etmeye başlayıp, “Ne var elinizde, ne yapsak, yemeklere ne koysak?” falan derken pazarlardan alışveriş yapmaya başladım. Sonra zaten kitabımı yazarken de sık sık pazarları gezdim; Ula Pazarı, vs. derken şunu öğreniyorsunuz: Pazarcıların normalde tezgahlarında sattıkları her zamanki malzemeler haricinde, bir de eğer çok sık gidiyorsanız ve her hafta onlarla sohbet ediyorsanız, tezgah altından alabileceğiniz, onların evlerinden özellikle getirdikleri malzemeler oluyor. Tabii ben de bu malzemelerin ne kadar
Peki en sevdiğin, gitmekten keyif aldığın, kalite-fiyat oranının iyi olduğunu düşündüğün restoranlar nereleri? Gitmekten keyif aldığım birkaç yer sayabilirim. Bir tanesi Nişantaşı’ndaki 83
kıymetli olduğunu anlayıp, menüye dahil etmeye başladım. Durum böyle olunca da, Türkiye’de aslında zor bulunan ve çok da iyi olmayan balsamik kullanmaktansa, işte, iyi nar ekşisi kullanmanın aslında ne kadar değerli olduğunu, ya da mesela parmesan yerine iyi eski kaşar kullanabileceğinizi görüyorsunuz. Böylece, hem menüyü yerel kaynaklarla zenginleştirmenin iyi bir fikir olduğuna karar verdim hem de malzemeleri mevsiminde kullandığınızda yemeklerin lezzetinin ne kadar fark ettiğini gördüm. Mesela burada neredeyse Eylül ortasından beri domates kullanmıyoruz. Yemek aslında bir denge işi, yemeği yaratırken hem asit olsun istiyorsunuz içinde hem tatlı hem de çok hafif acı ve tuz. O zaman da işte asidi domatesten almıyorsunuz da nardan veya sirkeden alıyorsunuz. Denklemlerle oynamak ve onu da malzemenin çıkışına göre yapmak gerekiyor. Örneğin; son bir buçuk aydır süregelen palamut patlamasından lokantanın en iyi şekilde yararlanmasını sağlamak lazım. Bizde şu anda palamutun çiğ olanı da, ızgarası da var. Malzemelerle böyle oynuyoruz işte. Sonuçta bizim için de böylesi daha eğlenceli; her gün aynı şeyi yapmak çok demotive edici bir şey hepimiz için. Ben de laf buraya gelsin istiyordum. Farklı lezzetler ortaya çıkarmak konusunda çok yaratıcısın. Geri dönüp baktığımda geleneksel mutfaktan ilham aldığımı görüyorum. Mesela çocukluğumda tahin pekmez yerdik; senede iki-üç kere yediğimiz bir şeydi. Örneğin, biz burada kabak tatlısını pekmezle fırınlıyoruz, şerbetle pişirmek yerine ve tahinli dondurmayla servis ediyoruz. İnsanlara tahinle pekmezin birleşimi çok tanıdık gelmesine rağmen bu şekliyle görmeye alışık değiller. Hep böyle geçmişten esinleniyorum sanırım. Hem tanıdık gelen hem de şaşırtan yemekler yapmak hoşuma gidiyor. Mesela, böyle bir lokantada hiç servis edileceği akla gelmez ama mevsiminde ızgara kokoreç servis ediyoruz. Bu bildiğiniz haliyle kokoreç değil; kuzu kokoreçi ilk çıktığında ve küçükken ızgara yapıyoruz. Benim anneanne tarafı hep işkembeli nohutlar falan yapardı, aralarda biz de öyle şeyler yapıyoruz, hep böyle renk olsun, dikkat çeken hoşluklar olsun diye. Onun dışında tabii ki yurt dışına gittiğimde tattığım şeylerden de ilham alıyorum. En son Kuzey İspanya ve Fransa Atlantik kıyısını kapsayan bir seyahatimiz oldu. Orada çok hoş bir lokantada kaz ciğeri yedik. Kaz ciğerinin dışını susamla ve çörek otuyla kaplayıp pişirmişlerdi. Buraya döndüğümüzde de normalde menüde olan Arnavut ciğerini, yaprak ciğerinin daha kalını olacak şekilde kesip, dışını hafif şekerleyip, çörek otu ve susamla kaplayıp sote yapmayı denedik. Hakikaten çok da güzel oldu. Bir de hem ekibim hem de ben çok okuyoruz, tabii onun da faydası oluyor. Hem Lokanta Maya’ya hem de Gram’a yabancıların da çok rağbet ettiğini görüyoruz. Bunun belli bir nedeni var mı? Maya açılalı iki buçuk sene oldu ve de ilk aylar çok sakin geçti, sonra lokal misafirler gelmeye başladı. Daha sonra o dönemde, biz farkında olmadan The New York Times’dan birisi geldi. Biz de hatta çok doluyduk o akşam, hiç boş masa yoktu, bunun üzerine “Barda oturabilir miyim?” diye sordu, biz de, “Barımız yok aslında, orası servis barı.” dedik. O da problem etmeyip oturdu ve yemek sipariş etti. Bir süre sonra bizim hiç tahmin edemeyeceğimiz kadar güzel bir yazı yazdı The New York Times’da. Bütün dergiler ve yurt dışı basını da birbirini takip ettiğinden ve İstanbul da çok popüler bir şehre dönüştüğünden olsa gerek, bunu Sunday Travel izledi, sonra arkasından The Guardian geldi, sonrasında Easy Jet yazdı. Son olarak Singapur’da bir dergi ve geçen sene de Food & Wine yazdı. Bence tüm bu yazılar da yabancıların buraya gelmesinde etkili oldu. Şu anda İstanbul’da yemeği Google’ladıklarında ilk sıralarda çıkan üç-beş restorandan biri Maya. İnsanlar İstanbul’a geldiklerinde çok turistik olmayan, aynı zamanda da lokal yemek yiyebilecekleri bir yer istiyorlar, onun için de burası enteresan geliyor herhalde onlara, yoksa manzara yok, bir şey yok bakacak olursanız. Mesela yazları ciddi bir şekilde artıyor gelen yabancı misafir sayısı. Bunun nedeni de, aslında bizim kışın gelen misafirlerimizin yazın şehir dışına çıkmaları ya da boğazda açık yerleri tercih etmeleri büyük ihtimalle. Kışın zaten Türk misafirler çok daha önceden rezervasyon yapmaya başladıkları için
gelenler biraz daha Türk ağırlıklı oluyor. Sonuçta bence de ne sırf turiste hizmet etmek keyifli, ne de sırf Türk misafire. İkisinin arasında bir denge olmasının bizim yemek yapışımıza da, buranın atmosferine de çok artısı var. Biraz önce de ucundan konuştuk, dünyada son yemek trendleri neler? Bir dönem, Ferran Adrià’nın öncülük ettiği moleküler gastronomi yaygınlaşmıştı. Şimdilerde ise, o kadar avangart olmamakla birlikte, mesela sabit ısıda suyun içinde, vakumlu paketlerde pişirme tekniği yaygınlaşıyor. Onun dışında, çok ciddi hızla çalışan mikserler var. Teknik çok ilerledi ve bence her mutfak, yaptığı yemek tarzından bağımsız olarak bu yeni teknikleri bir şekilde öğrenmeye çalışacak gibi gözüküyor şu anda. Mesela, Modernist Cuisine diye bir kitap yazıldı; dört koca cildi üç buçuk senede bitirdiler. Hatta şimdi de Mondernist Cuisine at Home diye daha kısaltılmış bir versiyonunu çıkardılar; orada her şeyin aslında ne kadar kimya olduğu anlatılıyor. Mesela bizlerin yemek öğrendiği dönemde, çok fazla hiyerarşi vardı mutfakta ve nedenini, niçini soramazdık hiçbir şeyin, sadece “Bu bu şekilde yapılır” şeklinde öğrendik birçok şeyi. Şu anki trend, pek çok şeyin sebebinin kimya olduğunu açıklıyor, bunları takip ediyor olmak mutfağın bir aşama daha kaydetmesini sağlayacak gibi... Mutfak olarak da, bence insanlar özellikle Türk ve Orta Doğu mutfağı konusunda heyecan duyuyorlar. Mesela, İngiltere’de Ottolenghi’nin dükkanları sayesinde, insanlar bu kadar sebze ve baklagil ağırlıklı beslenmenin ne kadar keyifli olduğunu fark etmiş vaziyetteler. Amerika’da da insanlar bir sürü şeyi tüketmiş olduğu için bu mutfaklar onlar için de heyecan verici. Bir de, bunun dışında, İskandinav şeflerden çok iyi kitaplar çıkıyor. Mesela Noma kaç senedir üst üste dünyanın en iyi lokantası seçiliyor ve ondan ilham alan bir sürü Kuzeyli şef var. Yani aslında, İskandinav mutfağı da çok iyi bilmediğimiz, heyecan verici bir mutfak; çok az malzemeyle bir şeyler yapmaya çalışıyorlar, bizdeki gibi türlü türlü sebze yok onlarda, her şey ya mantar ya kök sebze... Onlar da yerel malzeme kullanıyorlar, onun için de çok yaratıcılığa çok ihtiyaçları var. Peki yeni bir yemek kitabı yazmayı düşünüyor musun? Evet düşünüyorum. Hatta bu ay başladım yazmaya. Şöyle bir şey öngörüyoruz: Benim ve ekibimin, aynı zamanda da lokantaların güncesi gibi bir şey olsun istiyoruz. Neler yapıyoruz, menüleri nasıl değiştiriyoruz, hangi malzemeyi nasıl kullanıyoruz, malzemeleri nereden alıyoruz, nelerden ilham alıyoruz gibi... Bir önceki kitaptaki gibi, tarif-fotoğraf gibi değil de biraz bizim hayatımızı ve neyi nasıl yapmaya çalıştığımızı anlatan, birazcık daha lokantaların gözüktüğü, yine tariflerin de olduğu ama bir yandan da hayatımızın hissini veren bir kitap. Yine Orhan Cem Çetin çekiyor fotoğrafları. Geçen kitabı yaparken çok çabuk ilerlemiştik, bu biraz daha uzun zamana yayılmış bir çalışma olacak. Malzemelerin taptaze, yemeklerin günlük olduğu Gram, o civarda yaşayıp çalışan insanların öğle yemeklerine renk kattı. Başka yerlerde de açmak gibi bir düşüncen var mı? Şu anda düşünmüyorum. Bir gün belki olabilir ama şu anda önceliğim yeni kitabı devreye sokmak. Bir yandan da çok hızlı büyümenin iyi bir şey olmadığını düşünüyorum. O zaman hakikaten işin özenme kısmı ister istemez azalıyor veya hiçbir hayatınız kalmıyor. Peki “Asla yemem” dediğin bir yemek var mı? Etik olarak yemediğim birtakım şeyler var. Örneğin artık orkinos yemiyorum. Hiç çinekop, sarıkanat yemem, ya da işte balina yemem, öyle şeyler... Peki, tam tersi, mutfağından eksik olmayan, asla vazgeçemeyeceğin bir malzeme var mı? Geçende ekiple muhabbet ederken “Bu limonlar, portakallar olmasaydı nasıl lezzetlendirirdim yemekleri?” diye dalga geçiyordum. Narenciye kabuğu kullanmayı çok seviyorum.
XOXO The Mag
Ekip arkadaşlarınla hakkında dedikodu yapsak, bize ne söylerlerdi? Benim kendimde eksik gördüğüm ve onların da aynı şekilde algıladığını düşündüğüm şeyler var. Bence işi iyi idare eden bir kişinin yumuşak olmakla beraber biraz da otoriter olması gerekiyor, bende o kısım pek gelişmemiş, çok fazla arkadaş gibiyim. Onun da ucu arada kaçıyor, sizin rahatlığınızla insanlar da rahatlıyor. Dolayısıyla, benim bazen biraz daha sıkı olmamı belki de içten içe tercih ediyorlardır. Gram açıldığından beri eskisi kadar mutfakta değilim, eminim daha çok mutfakta olmamı da istiyorlardır. Eskiden çalıştığım yerlerde de, şef ne kadar çok mutfakta olursa o kadar mutlu olduğumu hatırlıyorum, eminim onlar da aynı şekilde hissediyorlardır.
Genel olarak kadın şeflerden ziyade erkek şefler çoğunlukta. Neden böyle dersin? Çok fiziksel bir iş olmasından kaynaklanıyor olabilir. Fakat yeni dönemde bunu yapmak isteyen eskiye nazaran çok daha fazla kadın var. Ama, işte, çocuk yapmak istediğinizde zor bir hayat, sonuçta çok uzun saatler çalışıyorsunuz ve dediğim gibi çok fiziksel bir iş. Hep aşçı olarak kalmak istiyorsanız, hakikaten zor tarafları var, onun için de bugüne kadar hep erkek egemenliğinde olmuş. Ama şu anda baktığımızda sayılar gittikçe eşitleniyor. Dünya genelinde bu böyle. Hayalindeki yemek davetini kafanda canlandırdığında, nerede nasıl olurdun? Menüde neler olurdu? Şehirde değil de, bağlar arasında bir taş evde olma fikri hoş geliyor. Belki etrafında tarım yapılan bir yer olabilir. Orada çıkan malzemelerin kullanıldığı, taze sebzelerin ağırlıklı olduğu bir yemek ve fenerler, mumlar canlanıyor hayalimde. Zaten uzun vadede şehir hayatı daha ne kadar tatmin eder beni bilemiyorum, belki bir 10 sene daha... Ama sonrasında doğayla iç içe bir şeyler yapmak isterim herhalde.
Müşteri her zaman haklı mıdır? Müşteriyi mutlu etmek tabii ki önemli bir şey. Amacımız müşterinin yediğinden de, servisten de, ortamdan da mutlu ve huzurlu bir şekilde ayrılıyor olması. Bunu çoğunlukla da başardığımızı düşünüyorum ama tabii ki Türkiye’de zor bir müşteri profili de var; hakikaten çok farklı bir muamele görmek isteyen bir kesim var. Onları sürekli mutlu etmek tabii ki çok zor, dolayısıyla aralarda bir şeyler olmuyor değil, nadir olsa da. İki buçuk seneye baktığımda üç-beş tane örnek vardır, ki o da bence her iş dalında oluyordur. Mesela ilk zamanlarda insanlar buranın tam nasıl bir yer olduğunu bilmiyordu, örneğin menüyü çok küçük bulanlar vardı, burayı manzaralı bir yer sanarak gelenler, sonra da mutsuz olanlar oluyordu. Gerçekten savunduğunuz şeyleri de bir yere kadar söylemekte fayda olduğunu düşünüyorum, nezaketi elden bırakmadan...
Bu arada, mutfakta hızlı olanlardan mısın, yoksa bütün günü mutfakta harcayacak kadar detaycı mısın? Öyle çok mükemmeliyetçi ve ince eleyip sık dokuyan birisi değilim. Beraber çalıştığım insanlara da hep bir şeyleri bırakırım. Sonradan, doğru bir şekilde yapılmadığı zaman müdahale ederim. Yemek yaparken de hızlı olmanın önemli olduğunu düşünüyorum, aynı anda bir sürü şeyin çıkması gerekiyor çünkü. Uzun zamana yaymak gibi bir lüks de yok. Zaten bence aşçı olmanın en büyük getirisi hızlı yemek yapabiliyor olmak.
Bitirmeden, o meşhur ahtapot ızgaranın tarifini alabilir miyim? İki adet (1-1,5 kg'lık) ahtapotu, kırmızı şarap sirkesi (2 damla), maydanoz (2 dal) ve erken hasat zeytinyağı ile marine ettikten sonra; suda (2 lt.), kırmızı şarap (50 ml.), maydanoz sapı (3 adet), portakal (1 adet), tane karabiber (5 adet), şarap mantarı ile beraber büyükçe bir tencereye koyup kısık ateşte 2-2,5 saat tıkırdatırım. Yumuşayan ahtapotu kenara alıp kafasını kollarından ayırırım. Kollarının iç tarafını temizler, dıştaki vantuzları üstünde bırakırım. Ahtapot kollarını hafif yağlayıp ızgarada çeviririm. Dışı iz alan ahtapotları kenara alıp, parçalara ayırıp marinenin içinde çevirip ızgara kırmızı soğanlarla ekşi mayalı ekmeğin üstünde servis ederim.
Modayla aran nasıl? Mutfaktayken rahat bir tarzın olmalı, peki mutfak dışında nasıl giyinirsin? Ya da değişir mi tarzın diye sormalıyım belki de? Fikir olarak hep özeniyorum ama hayata ne kadar geçirdiğimi sorarsanız hakikaten bilemiyorum. Ben Galata’da oturuyorum, engebeli, taşlı bir yolda. Gram, Galata ve Maya arasında Vespa’mla inip çıkıyorum, bazen de yürüyorum. Kısacası, hep düz ayakkabı, yazın da terlik falan tadında bir hayatım var anlayacağınız. Topuklulara özeniyorum ama hiçbir zaman da hayatımın bir parçası haline getiremiyorum. Giydiğim kıyafetler de hep rahat. 85
MUSIC
PAUL BANKS İKİNCİ BİR ŞANS VERMEK
Melankoli ve yarı-bunalım halinin yoğunluğundan sıyrılmak için bir takım çözüm önerileri: Geçmişe ikinci bir şans vermek. Aynaya bakmak. Sörf yapmak. Bunları uygulayabilmiş örnek kişi mi kim? Paul Banks’in ta kendisi. yazı beren özel fotoğraflar helena christensen
XOXO The Mag
babasının göçebe ruhunu devralmak yerine kargaşadan uzak, nispeten sakin bir hayat benimsediğini söylüyor Face Culture röportajında. İşleyen demir ışıldar -kişi ne kadar basit bir hayat benimsese de, gözlem yeteneğini haiz olduğu müddetçe olduğu yerde de birikimi, deneyimi, gözlemleri ile yaratıcı olabilir. Paul Banks, İspanya ve Meksika sokak kültürü ve kelime oyunları, farklı cümle yapıları, hip hop kültürünü bilinçaltı oyunları ile birleştirerek kasvetli, melankolik şarkılara dönüştürdü. Bakınız, “Leif Erikson”, bakınız “Specialist”, bakınız “Hands Away”.
İki yazı üst üste bir takım mercilere baştan af için başvuru yapıyor olmam ne anlama geliyor çok irdelemek istemiyorum ama itiraf etmem gerek ki, “sana göre en yakışıklı erkekler kim, sırala” deseler, sayacağım üç isimden birisi Paul Banks olur. Diğerleri Patrick Wilson ve Paul Bettany -nasıl tiplerden hoşlandığım az çok bariz sanırım. Turn on the Bright Lights’ın piyasaya sürüldüğü günden itibaren, ister istemez, doğrudan ve dolaylı olarak, birkaç seneliğine Interpol sözcülüğünü (ve takipçiliğini) üstlenmiş olduğumu (only logical harm), 2002-2004 yılları arasında çok kere canlı performanslarına şahit olmak için seyahat ettiğimi, 2004 yılında keza Max Fish’de keza Ludlow üzerinde Paul Banks’i yakın arkadaşlarımdan birisi ile takip etmiş olduğumu en baştan söylemem gerek. Hal böyleyken, ön yargı da var, geçmişin getirdikleri de var, bir miktar hayal kırıklığı da var.
Kendisini ön planda yer alan bir müzisyen olarak görmeyen Paul Banks, Interpol öncesinden beri mevcut olan porno ismi/alter egosu/sahne ismi Julian Plenti adı altında şarkılar yazıyordu. İlk bakışta “kendini beğenmiş bunalımdaki yakışıklı çocuk” olmaktan öte, kendisi ile dalga geçtiği bir kimlik Julian Plenti: Ortanca ismi ile bilerek yanlış yazılan bir ‘plenty’nin birleşiminden oluşuyor -nevi şahsına münhasır, yaramaz ve biraz bunalımlı bir kişilik. Hatta, Interpol tarafından cezbedilmese, Julian Plenti olarak müzik yapacağını iddia ediyor Paul Banks.
2012 kötü bir seneydi. Bundan on sene öncesi, 2002 yılı, ise pek şahane bir seneydi. Hala beraber yaşıyor olduğum The Mountain Goats’un Tallahassee (ki kendileri bir önceki ayın yazı konusuydu) ve o zamanlar bir dönem beraber yaşadığım Interpol’ün Turn on the Bright Lights albümü 2002’de piyasaya sürüldü. Turn on the Bright Lights, bir kısım insanlar için bir başlangıç idi: Müzik artık bir ilgi alanı oluvermiş, internetten müzik indirme, blog takip etme ve bunu paylaşma alışkanlık haline gelmişti. Bir kısım insanlar için ise, geçmişle gelecek arasında köprünün yeniden kurulduğu, doğru yolda olduğunu gösteren onaylayıcı nitelikte bir “yola devam” işareti idi.
Değerlendirmelerimizi sessiz yapalım. Interpol’ün aktif olduğu seneler boyunca her eline gitar aldığında bir Julian Plenti şarkısı çalan ve bazen de yazan Paul Banks, 2009 yılında Julian Plenti is... Skyscraper adında bir albüm ve bu sene içinde de ‘Julian Plenti Lives’ adında bir EP piyasaya sürdü. Uzun zamandır su yüzüne çıkmayı bekleyen melodiler topluluğu. Belki de, nefes almayı bu kadar bekletirsen, en nihayetinde oksijene kavuşunca, nefes, normalden çabuk tükenebilir.
“Sürpriz, bazen kapını çalacaktır” diye başlayıp “üzgün olduğun bir zaman seni şaşırtacağım” diyerek devam eden ‘Untitled’ ile açılıyor Turn on the Bright Lights. Son derece yerinde bir giriş: Sürpriz kapımızı çaldı bile. Üzgün olup olmadığımı çok kestiremiyorum (üniversiteden yeni mezun olmuş ve annemlerle tekrar yaşamaya başlamıştım, haliyle bir takım sorular ve sorunlarla mücadele ediyordum) ancak ‘Obstacle 1’ı ilk dinlediğim anı ve birkaç kere dinledikten sonra kardeşimin odasına heyecanla gidişimi unutmama imkan yok. Kişi kendine zarar verecekse, bunu mantık çerçevesinde yapmalı -ne kadar yerinde bir tespit.
Julian Plenti’yi bir kenara koyarsak, 22 Ekim’de Matador etiketiyle piyasaya sürülen ikinci uzunçaları Banks ile, Interpol projesi askıya alındı veya yavaşlatıldı ise de, Paul Banks şarkı yazmaya devam ettiğinin altını çiziyor. Açılış şarkısı ‘The Base’, çölde gece vakti, içinde bulunduğu durum hakkında kafa yoran bir askerin bakış açısıyla yazılan melankolik (bu son olabilir mi?) bir şarkı, ‘I’ll Sue You’ ise kolay yoldan kazanmayı seçen tehditkar ve saldırgan bir kişinin bakış açısından bir kesit sunan bir şarkı. Kids filminin müzikleriyle keşfettiği Lou Barlow ve Slint etkisi ile yazdığı şarkılar, Trans Am’den Sebastian Thomson’ın katkısı, ‘Arise and Awake’deki sürpriz, savaş sireni sample’ı ve birkaç iyi şarkı Banks’in temel taşlarını oluşturuyor. Kendine daha çok zaman ayırdığı bir dönemde yazdığı izlenimi yaratan ‘Over My Shoulder’ ile, zamanla çoğalan bilgeliği ve eskiden kırıcı gelen şeylerin artık o kadar da önemli olmadığını anlatıyor Paul Banks. “...kıyı şeridinin denizi tanıyabildiği kadar beni tanıyorsun...” dediği bu şarkıda, belki de (eski) hayranlarına sesleniyor.
Devam edecek olursak, türlü kendi kuyusunu kazan insan tiplemeleri, Stella’nın bunalımı, kızıl saçlı kızın geçici çekiciliği, ilişki yürütemeyen karakterler, tutku ve temas açlığı, koca bir metropolde yapayalnız hissetmek/tatmin olamamak/değişimin kişinin kendi isteği ile gerçekleşeceğini bilmesine rağmen kılını kıpırdatacak gücü bulamayacak duruma düşmenin tasviri, tökezledik biraz haklısın yine de bir gün bir şekilde beraber ve mutlu olacağız biliyorum ama şimdilik korkuyorum ne yapsak bilemiyorum manifestosu ve diğer hüzünler beraberinde yaşadığımızı söyleyebilirim. Zaman doğru zamandı, değişimin başlangıcındayken bu birtakım garip hüzünleri başkasının ifade etmesi üstümüzdeki yükü alıyordu. En azından o zamanlar bize öyle geliyordu. Yakın çevrem ve kendim hakkında öz eleştiride bulunacak olursam, üniversite sonrası bocalamamızın tema müziklerinden biri idi diyebilirim Turn on the Bright Lights (ve o dönem yazdıkları ‘Specialist’, ‘Song Seven’, ‘Five’ ve ‘Precipitate’ gibi gizli kalmış şarkılar) için. Ondan sonra gelen süreci bir hayal kırıklığı olarak nitelendirebilirim pekala. Hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkıverip derhal etkisi altına alan bir şeyin devamının o denli büyüleyici olmadığını görmek, gönülsüz bir burukluk yaratabiliyor. Ama bunu bugün çok telaffuz etmenin anlamı yok. Turn on the Bright Lights’ın üzerinden on sene geçti, bu yazıyı yazarken, çok senedir ilk defa albümü baştan sona dinledim ve bir şey ifade ediyor/ediyorsa ne ediyor muhasebesini yapmaya lüzum duymadan “hala güzel” diyebildim. Ve bu da, bugün, çok demek.
Paul Banks’in ulaşılmaz ve ilgisiz görüntüsünün altında yatan mizah anlayışı ‘Another Chance’de belirginleşiyor. Yakın arkadaşı Sebastian Ischer’in Black Out adlı kısa filminin bir sahnesinin repliği üzerine inşa ettiği bir şarkı ‘Another Chance’. Kız arkadaşını başka bir kızla aldatırken suç üstü yakalanan, krizi fırsata çevirmeye çalışan hem suçlu hem güçlü bir karakter, (filmde iç çamaşırı ile kız arkadaşının peşinden koşarak) özür dilemek yerine, kız arkadaşına anlamsız ve trajikomik itiraflardan oluşan bir konuşma yapıyor: “Bazen insanlar hata yapar ve o zaman onlara, değişmeleri, daha iyi bir birey olmaları için ikinci bir şans vermek gerek”, “Nörolojik bir sorunum var, anlamıyor musun?”, “Alkolün üzerimdeki etkisini kontrol etmem imkansız, kendimi kaybediveriyorum -bunu bana karşı kullanman hiç adil değil”. Anlam ihtiva etmeyen zırvalamalar silsilesi. Akıllı fikirli anne-babaların yetiştirdiği böyle insanlar da var. Hazır Satürn koç burcundan çıkmışken, bu insanlardan uzak kalmak en doğrusu. Nitekim şans, her bilene değil, kendini bilene verilen bir kazanılmış haktır.
Yazının ögesine dönelim -Interpol’ün ana şarkı yazarı Daniel Kessler olsa da, istemeden ön planda olmuş olan bir müzisyen ve şarkı sözü yazarı söz konusu. Clacton-on-Sea doğumlu, babasının göçebeliğe hayranlığı nedeniyle doğumuyla beraber birden çok ülkede yaşamış ve farklı kültürlerin ayırt edici özelliklerini gözlemleme fırsatı bulan Paul Banks,
Beklentilerimi üçüncü albümün birinci şarkısında tamamen rafa kaldırdığım için mi bilmiyorum ama Banks, hiç de fena bir albüm değil: Eski günleri anımsatıyor, Paul Banks’in kendini dinlediği bir süreçten geçtiğini düşündürtüyor ve en güzeli baştan sona birkaç kere dinlenebiliyor. İkinci bir şans da ne demek. Paul Banks ikinci baharında. 87
people
KRALİÇENİN ÇIĞLIĞI
Şimdi Kulaklarınızı Kapatın! yazı sarp dakni illüstrasyon güneş engin
Gizemlerle dolu ve pek tuhaf Bay Hitchcock, o zamanlar kariyerinin en önemli filmlerinden birini çektiğinin farkında mıydı bilmiyoruz. Ama Psycho'nun set sürecinde 17 Aralık 1959 tarihinin unutulmaz bir gün olduğu sinema tarihçilerinin de kabul ettiği bir gerçek. Bugüne kadar hakkında sayısız şehir efsanesi türetilen 'duş sahnesi'nin kahramanı olan Marion Crane'i canlandıran Janet Leigh, tam 7 gün boyunca 77 farklı kamera açısıyla çekilen bu 'son derece ıslak' sahnede kuvvetle muhtemel hayatının duşunu almış olmalı. Patronunun parasını kayıtsızca çalan Marion Crane'in, biraz dinlenmek ve bu kağıt tomarını ne yapacağını düşünmek için uğrayacağı Bates Motel'deki 1 numaralı odanın, onu son derece kanlı bir sona sürükleyeceğini dünyada bilmeyen yoktur muhtemelen. Yeni boşanmış erkek arkadaşına yardım etmek için ödünç aldığı(!) 40.000 Doları bir gazete kağıdına saran Marion, kimilerine göre belki üzerindeki suçluluk duygusunu da yıkayıp üzerinden atmak üzere girdiği küvetten bir daha canlı çıkamayacaktır. Filmin müziklerini üstlenen Bernard Herrman'ın, sadece kendi filmografisinin değil, sinema tarihinin en sinir bozucu bestesine eşlik eden bu sahnedeki en önemli şey ise Janet Leigh'in, izleyen herkesin kanını donduracak kadar gerçek ve güçlü olan çığlığı kuşkusuz. Bahsettiğimiz bu efsanevi çığlık, modern sinema tarihi için de bir kırılma noktası olarak kabul edilebilir. Tesadüf bu ya; Janet'ın Tony Curtis ile evliliğinden dünyaya gelen kızı Jamie Lee Curtis de, John
Carpenter'ın son derece düşük bütçeli ancak aksine bir o kadar dev filmi 'Halloween' ile 70'li yılların ilk büyük çığlık kraliçesi olarak ünlenecek... Vay canına! Gelgelelim bu işi Leigh'den tam 36 yıl önce çok daha iyi yapan başka biri daha var... King Kong'un etli koca parmakları arasında debelenip duran ve ardı arkasına koyuverdiği tiz çığlıkları sayesinde sinema salonunu dolduran hemen herkesin kalbini kazanmayı başaran Fay Wray! Sistekileri saymazsak gelmiş geçmiş en ünlü goril olan King Kong ile birlikte Empire State binasının tepesinde oluşan görüntünün ölümsüzleşmesinin en önemli sebeplerinden biri de yırtınırcasına attığı çığlıklar olsa gerek. Filmin 1976 tarihli yeniden yapımında boy gösteren Jessica Lange'i atlamak haksızlık olur. Açık denizin ortasında terkedilmiş bir botta bulunan ve bindiği gemiye efsanelerde olduğu gibi ölüm dolu felaketler getiren seksi ve aynı ölçüde saf Dwan'ın çığlıkları hala en çok aklımızda kalan şey. Sadece iki yıl önce bağımsız korku sinemasının temel taşlarından biri olan The Texas Chainsaw Massacre'da oynayan ve önündeki senaryoda diyalogdan daha çok, bol bol çığlık bulunan Marilyn Burns'ün 'indie' halleri, ister istemez onu bu listenin son sıralarına sallamış olmalı. Bir korku filmini gerçekten iyi yapan şey, içinde iyi çığlık atabilen bir 'kraliçe'si olmasıdır. Eğer başrolü oynayan kız sağlam bir çığlık
XOXO The Mag
15 EKİM 2012 EKİM –– 15 23ARALIK KASIM 2012
atamıyorsa, film daha oyuncu seçimi aşamasında başarısız olmuş demektir. Atılan çığlık ne kadar korku/kan, şehvet/dehşet doluysa seyirci de filme o denli tutkuyla bağlanır. Bu durumun sadece sinemada geçerli olduğunu düşünmeyin. Mitolojide de durum neredeyse aynı. Çığlık Kraliçe'lerinin büyük-büyük-büyük-büyük ve daha büyük anneleri sayılabilecek 'Damsels in Distress' (Acı İçindeki Kızlar), Antik Yunan Mitolojisi'nden beri karşımıza çıkıyor. Kendi annesi tarafından Poseidon'a sunulan ve zincirlerle bir kayaya bağlanan Andromeda tarihin ilk çığlık kraliçesi sayılabilir. Rapunzel'den Safinaz'a, Lois Lane'den Jane Porter'a kadar görsel sanatları derinden etkilemiş olan diğerlerinden söz etmeye başlarsak değil bir yazı, neredeyse bir ansiklopedi hazırlamamız gerekebilir. Jamie Lee Curtis'in daracık bir sokağın içinde şeytani bir güce sahip üvey kardeşi Michael Myers'dan Marslıların bile beynini patlatacak güçte çığlıklar atarak kaçmaya çalışmasının ardından, işin ciddiyeti ve gerekliliği de bütünüyle ortaya çıktı. Curtis gururla taşıdığı tacını, 80'lerde The Nightmare on Elm Street serisiyle ünlenecek (ve aynı hızla sönecek) Heather Langenkamp'a bıraktı. Onda da fazla uzun kalmayacak olan taç, 90'larda Wes Craven'ın korku türünü, dinamiklerine neredeyse hiç dokunmadan yeniden tanımladığı Scream serisi ile Neve Campbell'a geçti. Heather'dan daha da sönük bir kariyere sahip olacak Campbell'ın elinde bile tutmayı
beceremeyeceği taç, I Know What You Did Last Summer filminin en uzun ve gösterişli ölüm sahnesini kapmayı başaran Sarah Michelle Gellar'a geçiverdi. Televizyon dünyasının Buffy olarak tanıyacağı Sarah, Japon korku klasiği Ju-on'un Amerikan versiyonu olan The Grudge sayesinde tahtını hakeden bir kraliçe olduğunu ispatladı esasında. Şeytani bir zekaya sahip olduğu su götürmez Jim Ackerman'ın yarattığı, 2008 yapımı, Scream Queens adlı reality şov, adı sanı bilinmeyen hevesli çığlıkçıların Saw serisinde bir rol kapabilmek için canla başla mücadele edişine tanıklık etmemizi sağladı. Sadece 2 sezon yayınlanabilen bu programın birincileri onlara söz verilen rolleri kaptılar ama bu durum nedense pek kimsenin umurunda olmadı. Sarah Michelle Gellar'dan sonraki çığlık kraliçesinin kim olacağı hala belli değil. Korku filmi dünyasında bahisler sürüyor. Görünen o ki, bu iş düşünüldüğü kadar kolay olmayacak. B sınıfı filmlerin tanrısı Lloyd Kaufman'a göre çığlık kraliçesi, sadece bağırıp duran ve set ekibinin ketçap yağmuruna tuttuğu zavallı bir kadından ibaret değil. Beyni de en az göğüsleri kadar büyük olmalı. Aynı anda hem ürkmüş hem de romantik görünmeyi başarmak herkesin harcı olmasa gerek. Size tavsiyemiz o zamana kadar kulaklarınızı kapatmanız. Zira çok sevgili duyma organınız ciddi şekilde zarar görebilir!
XOXO The Mag
WHATEVER
Vans Warped TOUR
Home Sweet Home yazı maxim lutkin fotoğraflar p.g. brunelli
Vans Warped Tour modern zamanlarda kazanılmış bir zafer, hiç şüphesiz. Kevin Lyman’ın efsanevi projesi 18 yıldır dünyayı dolaşıyor ve bu yıl, 1998’den bu yana hiç uğramadığı Londra Alexandra Palace’ta konuşlanıyor. Ally Pally’nin mağaravari koridorlarında binlerce bereli genç sabırsızlıkla bekliyor, ve sabırsız olmakta da oldukça haklılar. Kolay değil, dünyanın en iyi turne festivallerinden biri İngiltere’yi onurlandırmayalı tam 14 yıl olmuş, üstelik bu 14 yılda birçok gereksiz popüler müzik festivali gelmiş geçmiş. Deconstruction ve Give It A Name Festival gibi benzer turneler her ne kadar Warped’ın başarı formülünü taklit etmeye çalışsa da Vans Warped Tour, etrafını saran marka imajı, saygınlığı ve esrarlı havasıyla zamanın ötesine geçmeyi çoktan başarmış. Sözünü etmek bile gereksiz ama biletler tabii ki çoktan tükenmiş. Bugünkü 10 bin şanslı seyircinin 1998’de ‘kucakta bebek’ olduklarını söylemeye gerek yok herhalde, ve bu da çağdaş bir fenomen haline gelen Warped’ın popülaritesinin ve sarsılmaz başarısının göstergelerinden sadece biri. Dört sahne, 28 grup, geniş bir alışveriş alanı, imza çadırları ve 4,5 metre yükseklikteki kaykay rampasıyla 2012’nin kırk günlük
Kuzey Amerika turnesindeki her şey, en küçük detaylarına varana kadar Londra’ya dönüş turnesinde de uygulanmış, hiçbir şey unutulmamış. Geleneksel olarak, ‘skate punk’ türünün bir uzantısı olan turne yıllar içinde inanılmaz bir dönüşüm geçirdi ve alternatif müzik dağarcığını ciddi anlamda genişletti; ki bu da elde ettiği kurumsallığın ve uzun ömürlü varoluşunun en önemli anahtarı şüphesiz. Fat Wreck Chords ve Epitaph Records’a bağlı bulunan NOFX, Pennywise ve Bad Religion gibi gruplar 90’ların sonlarında Warped Tour’un baş kahramanlarıyken, yakın geçmişe baktığımızda her geçen yıl line up’ların nasıl da çeşitlendiğini, Paramore, Gallows gibi grupların ve bugünün headliner’ı olan Lostprophets’ın eskinin punk emekçilerinden bayrağı nasıl devraldığını görüyoruz. Bugün sahne alan 28 sanatçı arasında, Architects hiç beklenmedik bir şekilde günün en yoğun kalabalığını toplayan isim oluyor. Grup 45 dakikalık setindeki şarkıların tamamını inanılmaz hatta neredeyse rahatsız edici bir hazla ortaya koyarak seyirciyi kırıp geçiriyor. Sam Carter’ın ağzından çıkan her söz çığlıklar halinde seyirciden geri yansımayı biliyor ve hep birlikte ancak headliner’lara nasip olacak bir seyirci desteğine tanık oluyoruz.
XOXO The Mag
Architects ve New Found Glory’nin arasında tamamen aykırı gibi gözüken Coloradolu ikili 3OH!3 ise Warped Tour’un biçimsel çeşitlilik felsefesinin tipik bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan sahne performansları oldukça eğlenceli. Uluslararası hitleri Don’t Trust Me ve My First Kiss böyle bir tabloda biraz uygunsuz gibi görünebilir ama gerçekte hiç de öyle değil. Grubun neşeli coşkusundan etkilenmemek gerçekten zor ve setin bitimiyle 3OH!3 kendisine şüpheyle yaklaşan herkesi şaşırtmayı başarıyor.
ve gözler önüne serilen yeteneği göz ardı edemez.
New Found Glory’nin Stick and Stones albümünün çıkışının üzerinden on yıl geçmiş, grup da onuncu yıl şerefine setlerinin büyük bölümünü üçüncü stüdyo albümlerine ayırmış. Warped Tour’un hiç de yabancısı olmayan NFG, bugün sahne alan ve setlerinden, sahnelerinden vakit ayırıp Warped Tour’un kurucusu Kevin Lyman’a teşekkür etmeyi borç bilen gruplardan biri. Gitarist Chad Gilbert, hem Lyman’a hem de grubu on beş yıldır ayakta tutan ve yedi stüdyo albümü yapmalarını sağlayan kalabalığa minnetlerini dile getiriyor.
Gücünün zirvesinde olan bir grup ise bugünkü performansıyla adeta ‘2013 bizim yılımız olacak’ diyen Bring Me The Horizon oluyor. Önümüzdeki yıl çıkacak üçüncü uzun metrajlı albümlerinden yeni parçaları görücüye çıkaran BMTH, son yıllardaki en önemli alternatif rock gruplarından biri olmayı nasıl başardıklarının tüyolarını veriyor adeta. Solist Oli Sykes konuştukça ve takipçiler ordusuna emirler yağdırdıkça hayranlarının sevgi gösterileri neredeyse Bieber’esk mertebelere erişiyor. Performansları ise kesinlikle kusursuz ve çok yakın bir gelecekte onları tekrar headliner olarak göreceğimize hiç şüphe yok.
Bugünün son dakika sürprizi, alternatif rock ve post hardcore dünyasının bir zamanlar parlayan yıldızlarından The Used oluyor. Hiçbir sorguya yer bırakmayacak yüksek coşkusuna rağmen grup bir şekilde kalabalıkta kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya. Yine de, nostalji faktörü grubun yüzüne gülüyor ve setin zirvesine 2002’den The Taste of Ink’le çıkılıyor.
Müzikten uzakta, sertifikalı kaykay ustalarından Christian Hosoi ve Steve Caballero 4,5 metrelik, göz korkutucu Vans rampasında gezintiye çıkıyorlar. İster sevsin ister sevmesin, kimse bu akıl almaz cüretkarlığı
Ne yazık ki her güzel gün gibi bugün de bir parça hüzünle son buluyor. Ama, Vans Warped Tour dünyayı fethetmeye devam ediyor. 93
Interview
Gündüz Vassaf
Ecco Homo
Şimdiden uyaralım, Gündüz Vassaf rahatınızı bozacak. Hayatımızın her alanında bizi kuşatan acımasız sistemin dinamiklerine şahit olmaya hazır olun. 2013 yılına girerken yaşamınızı değiştirecek harika tavsiyelerimiz maalesef yok. Bunun yerine Gündüz Vassaf ile konuşmaya karar verdik. Gerisi size kalmış. röportaj ali tünay fotoğraf yalım kartal
XOXO The Mag
İstanbul. Her sahiplenenle adını, anlamını değiştirdiğimiz şehre İstanbul diyerek, onun dondurulmuş simgelerinde katılaşıp değişmezlik görerek kendimizi aldatıyoruz.
Toplumu yönetmenin en iyi yolunun ona aitlikler atfetmek olduğunu söylüyorsunuz. Siz bu aitliklerden kaçıyor musunuz? Herhangi bir kimlik kullanmadan kendinizi nasıl tanımlarsınız? Böl ve yönet. Emperyalizmin tarihi aitlikler atfederek, aitlikleri kışkırtarak bölüp yönetmek. İktidarın tarihi düşman yaratmak. Ötekileştirmek. Benim tarihim beni ben yapanlardan soyunmak. “Ben buyum, ben böyleyim.” dediğimde bildiğimin kalebendiyim. Olmak istemiyorum. Oluyorum. Akışkanım, değişkenim. Yıldız tozundanım.
Nova Roma’dan İslambol’a, Miklagrad’dan Cizant Kağak’a, isim üstüne isim taktılar bana. Bakılırsa dediklerine, şimdi de Doğu-Batı arasındaymışım. Kimlik krizi? Bir bu eksikti. Bunca laf yeter. Atın yaftaları. Yalnızca bana bakın. Bakın. Sade bakın. İstanbul’u seviyorum derken, sevdiklerini söyleyip aldatanların yalanını söylüyoruz. Şehir imparatorluklara başkentliğini yitirdikten sonra önce tozlanmaya, yıkılmaya terk edildi. Şimdi çapulcuların yazboz tahtası oldu ve çoktan iflas eden, 20. yüzyıl modernleşmesini yakalamaya çalışan üçüncü sınıf şehir olma yolunda.
Aitliklerden söze girmişken, yaşadığınız yere aidiyetinizden bahsetmek ister misiniz? Geçenlerde birisi neden İstanbul’da oturduğumu sordu. Aklımdan geçmemişti. “Umarım alışkanlıktan değildir.” dedim. Ve ürktüm. Alışkanlıktandı. Her yıl İstanbul’daki evimi kısa bir süre için kiralayıp, bilmediğim bir ülkede, bilmediğim bir kültürde, kimseyi tanımadığım, kimsenin beni tanımadığı bir yerde yaşamaya karar verdim. Geçen sene birkaç aylığına Mostar Köprüsü’nde Mostar Köprüsü’nü yaşadım. Şimdi kedileri yaşıyorum. Haddimi aşmışım. Olmuyor. Önümdeki durak Sicilya olabilir mi?
Fethedildim. Yağmalandım. Nice donanma demir attı sularımda. Gelen giden, bayraklarını dikti topraklarıma. Bayrağım yok. Dinim yok. Sadakat aramayın bende. Biri gider, öteki gelir. Ben kalırım. Hakkımda çok şey yazıldı. Küllerimde kıvılcım aramasın beni hüzünlü bulanlar, Kapımda kalmasın meçhulden korkanlar, Sahipsiz bir evim her gelene. Kimi korur, kimi kirletir beni. Eski bir parayım, bilenlere değerli. Geçmişimde geleceği görenlere ilham, Engelim gelecekle yetinenlere.
Hasan Bülent Kahraman, Londra ve Paris gibi şehirlerin rutin bir yaşantı sunduğunu ve bunun da hayatın anlamını çoğalttığını düşünüyor. Siz bu düşünceye katılır mısınız? İstanbul insanlara ne sunuyor, ne sunmalı? Bundan 20 yıl sonra bizi nasıl bir İstanbul bekliyor? Siz şimdi sorana kadar böyle bir şey düşünmemiştim. Bu düşünceyi anlayabilmek, bir an için bile olsa yaşayabilmek için katılırım söylenene. Mecnun’la aşık, Raskolnikov’la katil olabiliyorsam; şu anda sorunuzla birlikte kendimi Paris metrosunda bilet alan bir yolcu, British Museum’da emekliliğine gün sayan, işine gitmek için her sabah aynı saatte iki katlı kırmızı otobüse binen bir müze bekçisi olarak gördüm.
Sizin deyişinizle, "ulusal sınırların ufuksuzluğuna hapsolan" sosyal bilimcilerden ve siyasetçilerden pek hoşnut değilsiniz. Düşünce yapısı olarak sizi onlardan ne ayırıyor? Bu insanlarla kesiştiğiniz hiçbir nokta yok mu? Mensup oldukları ulus devletleri eleştirerek ulusallığı aştıklarını sananların bile ulusallıklarının farkında olamadığı bir süreçten geçiyoruz. Önde gelen örnek Noam Chomsky. Vizyonu ABD ile sınırlı. Ha başkanı Obama, “ABD dünyanın en büyük ülkesi, ilelebet de 95
öyle olacak.” desin, ha Chomsky, ülkesinin emperyalist kimliğini tüm boyutlarıyla dile getirsin. Ne yazık ki küresel demokrasinin adımlarını atamıyoruz. Bilincimiz, miadını çoktan doldurmuş, yerel sorunlara yaklaşımında fazla büyük ve duyarsız, dünya sorunlarına yaklaşımında cılız, ulus devletin gündemine kilitlenmiş. Bunu tek aşanlar küresel ısınma felaketinin farkında olanlar. Lakin onların odaklandığı nokta gezegenimizin korunması. Oysa oraya giden yol, tüketim patolojimizi var eden düzenin temel değerlerinin sorgulanması ve yaşam anlayışımızın değiştirilmesinden geçiyor. Ulusal sınırların ufuksuzluğuna hapsolmamızın başka bir örneği, Türkiye’de Ermenilerden özür dileyen imza kampanyası. Sorun Türkler değil, Türkler ve Ermenileri kışkırtan ulus devlet ideolojisi.
Bayrak ve din gibi eski aitliklerimizle, birbirimizi tanımlamayı terk etmemizle. Siyasi partilerde olduğu gibi lider egemenliğinde hiyerarşik yapılanma yerine, yatay ağlarla, somut eylemlerde bir araya gelerek. Örnek, “%99 Biziz” hareketleri. Dünya, başta Amerika olmak üzere hiçbir ülkeye; Amerika da Amerikalılara bırakılmayacak kadar önemli. Kendi çöplüğümüzde incir çekirdeğini doldurmayacak konularda havanda su dövmek yerine, başka ülkelerde olanları da kendi sorunumuz olarak benimseyerek, Che gibi kahramanlar nezdinde romantize edilen devrimci şiddeti tarihin çöplüğüne gömerek... Başka ülkelerdeki hareketlerle bütünleşerek... Aklımda John Donne’ın bir şiiri: “Çanlar kim için çalıyor diye sorma. Hepimiz için çalıyor.”
Bir yazınızda Žižek'in grev yapanlara "Sizin derdiniz burjuvalaşmak" diye kızdığına değinmiştiniz. Sizce Türkiye'de sisteme itiraz edenler arasında çoğunluk benzer motivasyona sahip mi? Kimse daha çok tüketebilmek için grev yapmıyor ki. Uluslararası sermayenin bankaları rekor düzeyde kara giderken ülkeleri iflasa, insanları işsizliğe sürükledi. Türkiye’de kim sisteme itiraz ediyor? Öyle birileri mi var? Komünist Parti bile eski Sovyet sistemi özleminde. AKP’nin sisteme itirazı, iktidara gelmesinin önündeki engelleri kaldırmaktı. Şimdi iktidardan gitmiyor; ideolojisini Müslüman kuşaklarla 2071 ve ötesine taşımak istiyor. Diğer siyasi partiler, sistemi değiştirme değil sistemde iktidar olma peşinde. Kürtler, sistemin, insan haklarının asgari müştereklerinden bile yoksun. Bir kısmı bayrak peşinde, bir kısmı ulus devletleşmenin. Devletin kapıkulu konumunda üniversiteler ve hocaları, bırakın 21. yüzyıl vizyonlarını dile getirmeyi, normal bir üniversitenin olmazsa olmazı akademik özgürlük ve kurumsal özerklik talebinde bile değiller. Ya öğrenciler? En ufak bir itirazlarında, disiplin kurulu, mahkeme derken hapishaneyi boyluyorlar. Medya ise hükümet ve sermayenin çıkarlarının hizmetinde. Timurlenk’e filini şikayet etmeye giden Nasreddin Hoca’nın arkasına baktığında kimseyi görmemesi misali, Türkiye’de sisteme itiraz laf düzeyinde bile değil.
Dini de bir bütünleşme hareketi olarak görenlerin aksine dinlerin birleştirici rolünün olmadığını savunuyorsunuz. Peki gelecekte dinler var olacak mı? Toplumu ve siyasal yapıları nasıl etkileyecekler? Tarihimizin bilinen en uzun süreli dini eski Mısır’da. Üç bin yıllık ömrü var. Bırakın tanrılarının adlarını, Napolyon’un arkeologları kazmaya başlayana kadar, dilleri bile unutulmuştu. Adını bilmediğimiz nice din var oldu, bir süre egemen oldu, sonra unutuldu gitti. Kimin hangi dine mensup olduğu, hangi coğrafyada kime doğduğunun tesadüfünün sonucu bunlar. Eğer inanmak istiyorsa, insana yakışan, kendi özgür seçimiyle istediği dinde, ya da dinsizlikte karar kılabilmesi. Son kölelerimiz diye gördüğüm çocukları, doğar doğmaz kendi tanrılarımız adına takdis etmeye, kulağına bir şeyler fısıldamaya hakkımız yok. Din ve dinle birlikte gelen kültür farklı şeyler. Eski Ahit bir edebi şaheser. Budizm’de, İslam’da, her dinde kucaklanacak kültür hazinesi var. Müziği var. Resmi var. Dansı var. Ulus devlet mitolojileri dinlerin yanında solda sıfır kalır. Bu nedenle de dinler devletlerden daha uzun ömürlü. Tarihi süreçte bakıldığında, dinlerin günlük yaşantımızda yeri tedricen azalıyor. Bir zamanlar her şey Tanrı'nın egemenliğindeyken, önce imparatorlar, padişahlar yarattık Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi diye baktığımız. Yüzyıllarca insanlar, dini buyruklar doğrultusunda yönetildi. Derken önce krallar, tanrısının gücünden hadımlaştırıldı, ardından din ve devlet birbirinden ayrıldı. Günümüz İskandinav ülkelerinde, İzlanda’da dinler neredeyse bitti. Kadınlar, peygamberlerin hepsinin erkek olduğu, erkeği aile reisi ilan eden dinlerden nispeten özgürleşti. Genel gidiş bu. Lakin bu da demek değil ki yeni dinler çıkmayabilir.
Herkesin kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiği bu atmosfer akla demokrasi sorununu getiriyor. Küresel demokrasi mücadelesi ertelendikçe, küresel sermayenin denetlenemeyeceğini söylüyorsunuz. Küresel demokrasi mücadelesi nasıl olur?
XOXO The Mag
Türkçeye yaptığı şiir çevirilerinde zorlandığından, şiirin tam ruhunu yansıtamadığından yakınır. Kısacası İngilizceyi kelime dağarcığı olarak daha zengin bulur. Siz dilin kullanım şekillerine göre totaliter yaklaşımlara hizmet edebildiğini düşünüyorsunuz. Sizce Türkçenin bahsettiğim yapısı totaliter düşünce yapısını körüklüyor mu? Yoksa her dil gibi bir etkisi mi var üzerimizde? Talat Bey’in düşüncesine katılmamak mümkün değil. İngilizce şu anda dünyanın en zengin dillerinden biri. Büyüyor, gelişiyor. Göçmen çok, göçmenlerin Amerika’ya gitmesiyle İngilizce çok değişiyor, çok çeşitleniyor. Türkçe o bakımdan çok fakir bir dil. Hitabet, özellikle İngiltere’de önemli bir şey. Roma geleneğinden geliyor. Sofra konuşmaları, evlilik konuşmaları, cenaze konuşmaları gibi çeşitli fırsatlar kişilerin topluma hitap etmesine olanak sağlıyor. Amerika’da ve İngiltere’de münazara çok önemli. Başkalarının inanmadığınız fikirlerini de savunuyorsunuz. Bunlar Türkçede yok gibi. Hatta Türkçede biraz korku var. “Aleykümselâm” veya “merhaba” derken karşımızdaki ne düşünecek diye çekiniyoruz. Dili korkarak kullanıyoruz. Dilde korku hakimse ve kendine güven hakim değilse, olduğundan daha da fazla totaliterleşme oluyor. Çünkü artık dili, zengin bir dünyanın ifadesi için kullanmıyorsunuz. Kelimeler artık birer araç oluyor başka emeller için; bir totaliter yapı geliyor.
Peki, ulus devlet sistemi yıkılmaya mahkum mu? Yıkılması fikri bizi korkutmalı mı? Yıkılırsa bizi ne bekliyor? Ulus devlet, Avrupa’da yüzyıllarca süren din savaşları bitsin diye icat edildi. Aydınlanmayla birlikte nispi barış dönemi yaşandı. Ama sonunda, yağmurdan kaçan Avrupa, ulus devlet belasıyla doluya tutuldu. Sömürge peşinde iştahı doymayan ulus devletler birbirleriyle kapışınca Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını çıkardılar. Bu arada bulaşıcı hastalık gibi ulus devlet mikrobu, özellikle Balkanlar ve Ortadoğu’ya yayıldı, yaydırıldı. Bu bölgelerde yaşanan acılar da bunun ifadesi. Tarihsel toplumsal bağları hiçe sayan, kimi cetvelle çizilmiş yeni sınırların korunması, ulus devlet şiddetine yeni gerekçeler sağladı. İşte Suriye, işte Irak, işte Türkiye. Bir zamanlar şairinden ressamına, öğrencisinden askerine herkesin bayraktarlığını yaptığı ulus devletin bizatihi varlığı bugün birçok yerde barışın önünde engel. Yıkılması fikri bizi korkutmalı mı? Beni ulus devlet korkutuyor. Demokrasinin beşiği diye bilinen İngiltere’de bile, halkın çoğunluğu istemediği halde, hem iktidar hem de muhalefet partileri Irak’ta savaştan yanaydı. Türkiye’de nüfusun çoğunluğu savaştan yana değil ama hükümetin elinde adresi belirsiz savaş yetkisi var. Ulus devlet yıkılırsa bizi ne mi bekliyor? Dünya kabuk değiştiriyor. Mevcut sistem küresel sorunlarla baş etmiyor, edemiyor. Egemen düzenin çaresizliği ve iflası karşısında, kitleler bildik aitliklerde sığınak arıyor. Kapitalizmle el ele veren milliyetçi ve kökten dinci akımlar bu süreçte güçleniyor. Bu süreçten küresel sermayenin de şikayeti yok. Gelecekte bir dünya imparatorluğunun kurulması kaçınılmaz. Bunun totalitarizm-demokrasi yelpazesinin neresinde yer alacağı ise belirsiz.
Bir de şunu sormak isterim, Batı'da genel gidişin küresel bilince doğru olduğuna inanıyorsunuz. Sizce Türkiye bunun neresinde? Küresel bir bilince yakın mıyız? Çin’e, Hindistan’a benzetiyorum Türkiye’yi. “Benden sonra tufan” anlayışında, tüketim çılgınlığında, toplumsal sorumluluktan yoksun, bencil, şımarık bir orta sınıf. Hele çocuklarına yaptıkları... Neredeyse doğdukları günden itibaren çocukluklarını yaşatmadan; onları kıyafetleriyle, tükettikleriyle, okullarıyla markalaştırmak peşindeler.
Cehenneme Övgü’de, düzenin en büyük korkusunun muhalefet değil, ilgisizlik olduğunu söylüyorsunuz. Türkiye'de ve Dünya'da sürekli değişen gündemi bu çerçeveden mi okuyorsunuz? Amaç kamuoyunun ilgisini sürekli dinç tutmak mı? ’68 kuşağının Amerika’da bir sözü vardı: “What if they gave a war and nobody came.” Başkanlığa tek aday olan diktatörlüklerde bile seçim yapılıyor. Herhangi bir sisteme meşruiyetini veren, kitlelerin egemen düzenin koyduğu kurallara göre oyunu oynaması. Bu bağlamda apolitik olduğu söylenen günümüz gençliği uzun vadede sistemin gayrimeşrulaştığının habercisi.
Yine Cehenneme Övgü’de "Yaşam, gecenin konusudur" şeklinde bir ifadeniz var. Çalışmalarınızı gece mi sürdürüyorsunuz? Hangi saatlerde daha verimli çalışıyorsunuz? Gece arzularımın, gündüz düşüncelerimin dünyası. Son sorum da şu olsun; sizin için özgürlük nedir? Özgürlük Heisenberg'in Belirsizlik İlkesi’nin yaşama uygulanmasıdır.
Talat Halman çeviri yaparken özellikle İngilizceden 97
knit one purl one Dolaptaki kaç kıyafet kazaklar kadar ölümsüz olabilir? Örgü denen şey, örülürken kendi bağımsızlığını ilan ederek, eskimeye karşı bir çeşit şarap çehresini takınıyor olmalı. Ve elbette onların da yeni icat edilmiş oldukları bir dönem var. Coco Chanel, takımlarının içerisinde kullandığı kazaklarla, aslında örgü giysilerin ilk dönüm noktasını belirlemişti. O zamanlarda evlere kazınmasına alışılan kazak silüeti, artık modern kadının yeni edindiği görüntülerde kendine yer bulmuştu. Kısa bir zaman zarfı içerisinde de, Jean Patou'nun kübist esintili renkli kazakları ortaya çıktı. Yaşasın avangart kıyafetler! Yaşasın kazaklar! Lana Turner ve Jane Russell gibi isimler sayesinde de, bedeni saran bu yeni dünya kahramanları 1940'larda iyice benimsendi. Yaklaşık 10 sene sonra, renklerle daha fazla samimiyet kuruldu; Missoni'nin zikzak desenli manifestoları sayesinde. 1960'larda Sonia Rykiel isimli bir başka tasarımcının yükselişi daha görüldü örgü semalarında. Rykiel, hamile olduğu o dönemde onu sıcak tutacak yumuşak kıyafetler bulamamasından yakınıp, hamile elbiseleri tasarladı
1.
2.
ve yanında bir de ''Poor Boy Sweater'' diye adlandırdığı bir kazak yarattı. Ona yakıştırılan ''Queen of Knits'' lakabının çıkış noktası bu küçük kazaktı, deneysel duygularla örülü tasarımları genellikle bej, gri, koyu mavi ve siyah renklerle devam etti. İkinci milenyumdan sonra beklenildiği üzere kapsüllerle beslenmeye başlamadık ve kazakları sevmeyi de hiç bırakmadık. 2007 yılının sonbaharı kocaman kazaklar, kalın hırkalar doluydu. 2008'de örgüler daha da büyüdü. Bu kez çeşitli tüylü detaylarıyla, boğazlı kazaklar, düşük kollu kesimler ve montların kapısını çalan uzun hırkalar vardı. Genç yetenek Limi Feu'nun şapkası, upuzun kazağı ve devamındaki çizmeleriyle çizdiği bembeyaz tablo, hantallığın cazibesini tamamen gözlerden düşürmüştü. Bir sonraki sene örgünün hacmi azaldı ve atkılara indirgendi derken, 2010'da tekrar Isabel Marant ve Stella McCartney öncülüğünde sıcacık bir beyaz kış geri geldi, Balenciaga ve Givenchy'nin kazakları da beraberindeydi. Bu sene ise montları bazen evde bırakıp, kazakların üstünü örtmeyerek onları kendi haline bırakıp, öylece sokaklara dökülebileceğiz. Son olarak, tarihle dolu anlatımlar bile içerisinde bir parça iplik parçasıyla daha sevimli gözükebiliyormuş meğerse; hem ipliğin keşfine kadar da inmedik… İnsek bile bu bir tesadüf olurdu, tesadüfler de herkesi aşka ve örgü kıyafetlere götürürdü!
3.
1.knit monster', Sibling, 2011. 2.the pandas rock, sibling, 2011. 3.sandra backlund, s/s 2011 collection.
The mind plays tricks on you. You play tricks back! It's like you're unraveling a big cable-knit sweater that someone keeps knitting and knitting and knitting… (Pee-wee's Big Adventure,1985, Tim Burton)
MARKUS LUPFER Uzaya yolculuk mevzuu popülerliğini hala korurken, gücünü, genç veya yetişkin herkesi neredeyse her yerde gülümsetip iyi hissettirebilme becerisinden alan tasarımcının ‘kendisi için küçük, dünya için büyük bir adım’ olan bu eğlenceli kazağı albenisini konuşturan türden. %100 merinos yününden örülmüş muzip siyah kazak pullar ve payetlerle ortaya çıkarılan astronot deseniyle hem sizi hem de karşınıza çıkanları mutlu etmeye hazır.
PREEN Bu yıl 15. yaşını kutlayan ikonik İngiliz markası Preen, kurulduğu günden bu yana Cate Blanchett’ten Kate Moss’a, Rihanna’dan Blake Lively’ye, Scarlett Johansson’dan Gwyneth Paltrow’a birçok ünlü ismi müşteri listesine kazandırmayı başardı. Peki bunu nasıl yaptı dersiniz? Elbette çabasız, çağdaş çizgisiyle ve maskülen-feminen, yumuşak-sert miksleriyle. Preen’in 2012 Sonbahar-Kış koleksiyonundan seçtiğimiz yeni yıl temalı bu kazak, markanın eğlenceli ve rahat tasarımlarından biri.
CHLOE Kışın üniforması haline getirebileceğiniz türden kazaklar Chloé’den geliyor. Zira bu kazakları, eteklerle, skinny jean’lerle, geniş paça veya desenli pantolonlarla giymek mümkün. Düz renk yün kazaklar ancak bu kadar şık olabilirdi; üzerlerindeki detaylar da Chloé’nin müthiş işçiliğinin kanıtı. İtalya’nın en iyi merinos yününden örülmüş bu kazaklarla Chloé, hem kemik rengini hem de kan kırmızısını incelikle yorumluyor.
J.W. Anderson 2012 Sonbahar - Kış podyumlarının kendinden en çok konuşturan genç tasarımcılarındandı Anderson. Yaptığı iş birlikleriyle gönlümüzde taht kurmuşken, kazak alışverişimizde de yine hedefi onikiden vurdu. Bir ters bir düz atılan ilmekleri bir kenara bırakıp Anderson’ın sezonun bütün örgü tekniklerini açık ara geride bırakacak kazağına kaptırıyoruz kendimizi. Turuncunun enerjisiyle kara bulutların sebep olabileceği tüm melankolinin üstesinden gelme garantisiyle hazırız çetin kış aylarına. 99
Kenzo Yazın bitmesine yakın büyükannelerimizin evinde biz oyunlarımızı oynarken, onlar boyunlarına doladıkları yün, ellerinde şişleriyle peşimizden dolanırlardı. Her geçen gün değişen omuz, bel ölçümüzü aldıktan sonra birkaç güne üzerimize teslimat kazaklarını örmek için şakırdatılırdı şişler. Kenzo Takada’yı elinde şişleriyle düşünmeniz için hayal gücünüzün sınırlarını ne kadar zorlamamız gerekirdi bilmiyoruz ama bu sezon için elinden çıkanları görünce işimizin biraz kolaylaşacağını düşünmekteyiz. Zorla giyindiği örgülerden sonra hala bu fikre sıcak bakmayanlarınız için ise kaşmir color block’ları bizden esirgememiş Takada. Ama biz yine de söylemeden geçmeyelim: Dr. Cosby sizi bu örgülerle görse bayılırdı.
Jil Sander Amerikan üniversite gençliğinin vazgeçilmezlerinden monogramlı kazakların kaderi; mezun olunduğu gibi ya dolapların en dip köşesini boylamak ya da pijama mertebesine terfi etmek. Ama en azından bir sezonluğuna Jil Sander yukarıdaki önermeyi çürütmeyi başardı. Sezon boyunca okul takımları misali baş harflerini kazaklarının göğsüne işleyenler arasından açık ara sıyrıldı. Maçı önde bitirmesi kuvvetle muhtemel tasarımın sade çizgisinin üzerine büyük harflerle kondurulan baş harflerini göğsünüzü gere gere taşırken okul yıllarına dönmek serbest.
Bottega Veneta Herkes cesur renklerle, bol kesimlerle sezon trendlerinin peşine düşmüşken, Tomas Maier kendi bildiği yolun izini tutmuş. Opak kumaşları koyu renklerle buluşturan tasarımlarda örgüler figürü vurgulamak için kullanılmış. Farklılıkları seven içgüdümüze engel olmayıp Maier’in tasarımına kapılıyoruz. Siyah kaşmir karışımı kazağı, haftanın her günü giyebileceğimiz için, yapacağımız en akıllı alışveriş atfediyoruz.
MARNI Parça parça renklerden oluşan kazaklar, bu sezon Marni koleksiyonunun en güzel tasarımlarından. Alpaka yününün de kullanıldığı bu yumuşacık kazaklar özellikle jean’lerle çok güzel tamamlanıyor. Daha bir heyecan ve hareket sevenler içinse, resmen bir optik illüzyonu andıran, siyah-beyaz geometrik şekilli deseniyle ‘geometric wool-blend’ kazağı öneririz.
ERDEM Eleganlığı ve leydilerden çalınmış silüetleri kumaşın ve ipliğin gücüyle kutsayan Erdem tasarımlarının baş tacı değil kazaklar, kabul. Biz onu elbiseleriyle podyuma sürdüğü mankenlerin ardından görmeye alışığız. Ama geçtiğimiz yaz sezonunda sınırları hayli flulaşan couture ve RTW arasında bir tasarım var karşımızda. En rahat kazakların bile leydivari bir yanı olabileceğini kanıtladıktan sonra bu sezon elimiz over-size’lara nasıl gidecek diye kara kara düşünürken Erdem’i alışveriş listemizin başköşesine alıyoruz.
ACNE Zerre efor sarf etmeden cool olmanın markası Acne Studios namıdiğer Ambition to Create Novel Expressions-, 1996 senesinden bu yana, İsveç’ten moda adına çıkmış en yaratıcı isimlerden biri olsa gerek. Yüzde yüz kaşmirden Filippa Cash kazaklar, bu kış hem yumuşacık dokularıyla hem de sıcak renkleriyle içimizi ısıtacak. XOXO The Mag
Chalayan
ALTUZARRA Faslı ve Hintli tasarımlardan esinlenerek yaratılmış bu yün kazak kırmızı ponponlu ve minik aynalı işlemeleriyle favorilerimizden; yalınlığı bir kenara bırakıp, etnik bir havaya bürünmek için de müthiş bir bahane aynı zamanda. Giyerken, Altuzarra’nın defilesindeki haline bir göz atmanız ve A-line bir etek ve uzun deri botlarla giymeniz özellikle tavsiye edilir.
Clements Ribeiro
Narciso rodrigueZ ‘Basit bir çizgiyi Narciso Rodriguez’den daha etkileyici gösterebilen kimse yoktur’ söylemi kulağınıza tanıdık geliyordur. Keza tasarımcının minimal ve fütüristik çizgisinin ardında yatan sofistike titreşimleri Anna Wintour çok önceden hissetmiş. Şehri İstanbul’u da bizzat ilhamları arasına katıp karmaşadan yarattığı sadeliği bu sezon da esirgemiyor bizden Rodriguez. Renk blokları hayatın sadece siyah ve beyazdan ibaret olmadığının, biraz griliğin günlük kargaşamıza aslında ne kadar yakıştığının kanıtı. Merinos yünü ve örme kumaşının bir ters bir düz birbirine geçtiği tasarım, sezonun color block çılgınlığına verilebilecek en güzel cevap.
İskoçya’nın tarihi tekstil fabrikası Caerlee’de üretilen rengarenk Clements Ribeiro kaşmir kazaklar, üzerlerindeki geometrik şekillerle, aynı zamanda hem folklorik hem de çağdaş bir görünüme sahip. Tabii bu kazakları nasıl giydiğiniz de önemli; Clements Ribeiro’nun defilesinden ilham alıp, bol ipek pantolonlarla ve topuklularla giyebilirsiniz mesela.
Şubat ayına hızlı bir dönüş yapıyoruz, Hussein Chalayan defilesindeyiz. Etrafımız renk kesitleriyle çevrili. Söz konusu Chalayan’ın kaleminden çıkmış tasarımlar olunca, sezonun en suyu çıkmış akımı bile modern ve üzerine zeka pırıltıları serpilmiş gibi duruyor. Renk kombinasyonları asit turuncu, domates kırmızısı ve limon sarıları arasında seyretmekte... Kısa soluklu zaman yolculuğumuzu sona erdirip günümüze geri dönebiliriz. Bel hattına vurgu yapan kesimiyle daha koyu renklerin hüküm sürdüğü tasarım, kazak anlayışımızı birkaç seviye yukarıya çekiyor ve Chalayan’ın detaylara olan düşkünlüğünü bir kez daha gözler önüne seriyor.
Jonathan Saunders Desen mucidi Jonathan Saunders uzmanlık alanına asit renkleri de ekledi ve hipnotik etkisiyle şuurumuzu kafesleyen tasarımlar yaratması denklemin kaçınılmaz sonucu oldu. Yaz sezonunun kahramanlarından, hayatta kalmayı başarıp kışa terfi eden renklerden biri olan asidik sarı ile hapsettiği siyah, içinde bulunduğumuz sezonun cool imzasını hakkıyla taşıyanlarından. Yün ve tiftiğin bir diğerine dokunmasının ifadesini, gri bulutlara, yağdı yağacak havaya ve içimizdeki tüm karanlığa rağmen saçılan ışığa selam ederek alışveriş listemize ekliyoruz. 101
işliyorsun? Desenleri bilgisayar oyunlarından ve dijital öğelerden esinlenerek yapıyorum, silüetlerde de klasik kazak formundan ziyade delikler ve farklı detaylar kullanıyorum. Örgüyü de tamamen manuel olan el örgü makinasında yapıyorum. Desenleri ise eski bilgisayarlardaki gibi delikli kartlarda çıkartıyorum. Peki, örmekten en çok hoşlandığın parçalar neler? Örgüden pratik aksesuarlar yapmayı seviyorum. Boyunluklar, bereler... Nazlı Çetiner
Oyuncak yapmak da eğlenceli oluyor.
Tasarımcı Örgü için ne tür malzemeler
Dikiş kurslarına kimler geliyor?
çizimlerimden baskı tişörtler, hem
Gelenler genelde her türlü iş
bluz hem etek olarak kullanılabilecek
alanından genç profesyoneller oluyor.
giysiler, taytlar, şapkalar yapıyorum.
Mandalinarossa markasını yaratma
kullanıyorsun?
fikri ilk olarak nasıl ortaya çıktı?
Doğal malzemeler kullanmayı tercih
Yetişkinlere yönelik yaptığın
Tasarımlarına ve giyim stiline
O sıralarda neredeydin ve neler
ediyorum. Ama her insan tipi farklı
tasarımların yanı sıra, çocuklar
baktığımızda çok renkli tercihler
yapıyordun?
olduğu için (kiminin %100 yüne,
için de çalışmaların var. Çocuklar
yaptığını görüyoruz. Zaman
New York'ta üniversite ikinci
kiminin sentetik materyale alerjisi var)
için bir şeyler tasarlama fikri nasıl
sınıftayken kendi işimi yapmaya
her türlü malzemeyi deniyorum.
gelişti?
karar vermiştim. Bağımsız
Çocukların hayal dünyası ve keşfetme
çalışmak hoşuma gidiyordu.
gücü her zaman hoşuma gitmiştir.
Yavaş yavaş logomu çizip,
Çocuk kıyafetlerinde renk sınırlaması
yaptıklarımı butiklerde ve sokakta
da yok, o yüzden daha özgürce
satmaya başladım. Sürekli
çalışabileceğim bir alan.
üreterek ve kendimi geliştirerek Mandalinarossa oluştu ve devam
Takip ettiğin, işlerini beğendiğin
ediyor.
örgü tasarımcıları var mı? Tasarımcı takip etmiyorum, daha
Örgüyle ne zaman haşır neşir
çok ham maddeden esinlenmeyi
olmaya başladın? Bu ilginin
seviyorum.
oluşmasında katkısı olan insanlar
En sevdiğin örgü tekniği hangisi?
var mı?
Selanik!
Küçüklüğümden beri örgüye ilgim var.
İnternette örgüyle ilgili fazlaca blog
zaman bu renklilikten sıkıldığın
var. Hangileri ilgini çekiyor?
ve siyahlara-grilere ‘saklanmak’
Anneannem tığ konusunda, annem
Güncel projelerinden bahseder
Blog da takip etmiyorum. Kendi
istediğin oluyor mu?
de örgü konusunda çok iyiydi. Ben
misin? Şu anda üzerinde çalıştığın
işlerim zaten tüm vaktimi alıyor.
Bazen çok fazla desen giyiyorum,
de minikken tığ ve örgüyü onlardan
bir şeyler var mı?
Sürekli Tumblr, Facebook, Etsy ve
o biraz sıkabiliyor. Hem pantolon
öğrendim. Sonra da örgü elimden
İnsanları seri üretimden kurtarmak ve
kendi web sayfamı güncellemem,
hem tişört desenli olunca çok fazla
düşmedi.
bilinçlendirmek amacıyla dikiş dersleri
onun yanında üretim yapmam,
gelmeye başlıyor. Ama renkten hiçbir
veriyorum. Artık giysi tüketmek çok
malzeme almam gerekiyor, o yüzden
zaman sıkılmadım. Koyu renkler
Örgü bilindiği üzere geleneksel bir
kolay oldu, kötü şartlarda üretilmiş
vakit kalmıyor.
giyince kendimi köşeye sıkışmış gibi
teknik, hepimiz elinde şişleriyle
ama ucuz giysiler her yerde... Eski
büyükannelerimizi hatırlarız
zamanlardaki gibi insanların biraz
Peki, Tumblr ve Etsy haricinde
İnsanların koyu renkler giymesi de
örgüden bahsedildiğinde. Sen
yavaşlaması ve el emeğinin değerini
tasarımlarının satıldığı butikler
bence ‘saklanmak’ ve toplum içinde
tasarımlarında bu geleneksel
anlaması gerekiyor.
var mı?
öne çıkmak istememekten, kamufle
Tasarımlarımın çoğu Zelazo'da
olma isteğinden kaynaklanıyor.
satılıyor. Orası zaten benim de
İnsanların rengi keşfetmesi ve
vaktimin çoğunu geçirdiğim,
renkten korkmaması gerekiyor.
tekniği ne gibi modern öğelerle
ya da bir başkası gibi hissediyorum.
üretimlerimin bir kısmını yaptığım ve dikiş kurslarını verdiğim yer. Onun dışında Kabine Nadire, Cassette ve İyi Cüceler'de satılıyor. İnternet daha çok yurt dışına satış yapmak için ideal. Biraz da örgü dışında yaptığın diğer tasarımlardan bahsetmek ister misin? Örgü dışında dikilebilecek hemen hemen her şeyi yapıyorum. Bisiklete çok bindiğim için bel ve sırt çantaları, onun yanında sweatshirtler, kendi
103
fashıon
Footıng the bıll
Gerçeküstü Babaanneler
gulliver, slate street trading fund, andy glass.
yazı müjde metin
Nur topu gibi bir modasal takıntımız daha doğdu bu sene. Annesi zaman makinesinden, babası ise kameranın objektifini kendisine doğru çevirme özelliğiyle donanmış mıknatıs parçalarından oluşmakta. Doğduğu yer ise tozlarla kaplı bir pazarlama dünyası. Kendisi; orta boyda ve kalın kare topuklara sahip. Artık bir bilim kurgu hikayesine doğru yol alabiliriz ama burada işin ucu biraz da Margaret Thatcher'ın ayaklarına doğru uzanacak olduğundan dolayı, gezegenler arası otostop çekmek daha fazla ciddiyet gerektirebilir. Her sezon rakipleri arasında en çok parlayan sahne ışığı altındaki o altın parça, bu yıl kısa ve kalın topuklu ayakkabıların ta kendisi. Geçtiğimiz yıllarda epey destek alarak büyümeye devam eden 'tarihte tekerrür kardeşliği'nin yeni üyesi. 2010'da geri dönen kitten topuklar, geçtiğimiz yazın yarım dolgu topukları ve bu yılın stocky topukları aslında birbirleriyle evde gizlice plan yapıp moda dünyasına teker teker sızmış sinsi birer guilty pleasure. Birine önyargıyla yaklaşmanın yanlış olduğunu biliriz, ama rahatsız gözüken her şeye 'rahatsız' sıfatını yakıştırmaktan da çekinmemeliyiz. Bu bir insanlık görevi, hatta topuklama görevi bile olabilir. 2008'den beri yüksek topukların iyiden iyiye etkisi altına girmiş kadınların, podyumlarda bıkmadan, usanmadan yere düşmeye devam eden mağdur modellere ödedikleri vicdani hesaplaşmalardan mıdır bilinmez, o yaramaz topukların boyu kısaltıldı ve emniyet şeridi daha da kalınlaştırıldı. Eh, elbette, herkesin bireysel bir sosyal sorumluluk projesi olduğuna inanmak moda dünyasının pembeliğine inanmak kadar kolay. Victoria Beckham yeni doğmuş kızını Christian Louboutin sözcüsü sayılabilecek topukları üzerinde taşırken, bir gün onların yerini stocky topuklarla değiştirmek zorunda kalacağını hayal edebilir miydi acaba? Peki, Alexander McQueen'in pek de armadillo dostu sayılmayan yüksek topuklu ayakkabılarıyla hava alanında görülen Lady Gaga'nın bu konudaki açıklaması ne yönde olurdu? Herhalde kalın ve kısa topuğun ancak eldiven olarak güzel görüneceğini ilan edip onları öyle giyerdi, peşinden milyonları da sürüklerdi. Çünkü kendini kandıran çoğu kişi aslında özünde hayalperest biri olduğuna
inanabilir, böyle bir içsel yanılsama moda da dahil her alanda yaşanabilir. Aslında Stocky topukların orijinal hikayesi, babetlerin burjuva kesim için seçenek olabilecek kadar çekici gözükemediği bir dönemde başlıyor. Roger Vivier'ın Belle ayakkabılarıyla birlikte Catherine Deneuve, Belle de Jour filminde efsane şapkası ve mantosuyla gözüktüğünde modanın gözünde bir anda yeni bir terfi oldu topuklu ayakkabılar adına. Hızla geçen 45 senenin ardından tekrar popüler oldular. Keşke erkeklerin ayaklarında yükselselerdi bu defa, en azından gerçekten farklı ve sürreal gözükebilirlerdi. Şimdi ise pek çok ünlü tasarımcı, malesef Valentino, Rochas, Chloé ve benzerleri de dahil, sadece babaannelerimizin ne kadar gerçekçi olduklarını hatırlatmış oldular. Eski medya modeliyle dijital kültür arasındaki savaşta, köklü sayılan eski taraf, farklı bir güç kullanımının işe yaradığını çoktan keşfetmişti; eskileri geri getirmek. Böylece, büyük patronların sezonsal trendleri, internet çağının ufuk açıcı, öznel yaratıcı kısmını ekarte ederek, dijitali de bu sezon yine bir noktada ele geçirmiş oldu. Hala her günü farklı yaşamaya başlayamadık… Hala sezonları takip ediyoruz. Hala adaptasyon sürecine girdiğimize inanmak zor çünkü birer dinazor gibi davranmaya devam ediyoruz. Yine de inkar etmeyelim bazılarını sevme potansiyelini istekle besleyerek büyütebiliriz, Yves Saint Laurent ve Marni gibilerini. Ama 'istisnalar kaideyi bozmaz'lar çağındayız! Herkes istediği kadar ayakkabıların amacının ayakları korumak ve rahatlık sağlamak olduğu inancını bu stocky topuklara benimsetsin, yine de bir yerlerde bunun sadece bir trend olduğunu bilenlerle aynı gökyüzüne bakıyor olacağız. Hatta şimdiden soralım: Ne zaman bitecek eski rock starları yeniden parlatma sevdası? Morticia Addams, bu ayakkabıların kötülük silahı olduğu iddiasına inansaydı bile bu ayakkabıları giymezdi. Bu bilimsiz kurgunun tek bir kötü adamı var, onun da repliği: ''Şimdi biraz da 60'lara dönelim. Alıcısı kesinlikle 70'lerden daha çok çıkacaktır.''
XOXO The Mag
105
GAMES
The GAME Oyun her zaman evde oynanmıyor. Online oynasanız da, 2-3 arkadaşı eve toplasanız da insan bazen daha çok sosyalleşmek istiyor; bakınız sosyal hayvan. Neyse, işte sırf bu sebepten bu ay oyun incelemesi yapmak yerine -ki bugüne kadar bu sayfalarda 108 oyun inceleyip size sunduk- kimsesiz oyuncuların kanayan yarasına parmak basalım dedik ve Point Hotel Barbaros’un alt katında bulunan The Game’i ziyaret ettik. Etkileyici altyapısı ve geniş imkanları ile The Game’in tesisi bir ‘gamer’ın ıslak rüyası adeta. Eh, haliyle de otelin genel müdürü Cihan Yılmaz bizi kırmadı ve oyunlardan çıkıp gelen sorularımızı yanıtladı. röportaj emre doğan fotoğraflar yalım kartal
XOXO The Mag
dart alanı, klasik kutu oyunları da bulunuyor. Konsollar, FPS alanı, Racing alanı, Wii Fit kuleleri, boks ringi, müzik oyunları için odalar, spor oyunları için Arena, PS Move platformları ve XBox-Kinect destekli bir dans sahnesi bölümlerine dağılmış biçimde. Ayrıca otel misafirlerinin odalarına konsol servisimiz de bulunuyor. Öte yandan 24 kişiden oluşan ekibimizin tamamı sıkı ‘gamer’. Oyunları özümsemiş, oyun felsefesine hakim olan bu arkadaşlar, deneyimli olmayan misafirlerle lafladıktan sonra onları doğru oyunlara yönlendirme becerisine de sahipler.
Sizinle direkt olacağım; oyunseverler için bir mekan oluşturma fikri nereden çıktı? Otelin proje oluşumu sürecinde, Türkiye’de bir ilki gerçekleştirerek Art-Tech dediğimiz, sanat ve teknolojiyi tek bir çatı altında birleştirme hedefiyle yola çıktık. Teknoloji ayağında Microsoft, sanat ayağında ise Beral Madra danışmanlık desteği verdiler. Otel daha inşaat aşamasındayken sanat eserlerinin yerleri ve teknik altyapılar tasarlanmaya başlanmıştı. Normalde 1500 metrekarelik bir alan farklı şekilde değerlendirilebilir; ancak sanat noktasındaki duruşumuz ve yaptığımız beyin fırtınalarının da ışığında “oyunun içinde de sanat vardır” düşüncesi üzerine yoğunlaştık. Projeyi Sony’ye açtık ve çok olumlu tepki aldık. Sadece Türkiye’de değil, dünyada böyle bir konsepte ihtiyaç duyulduğunu belirttiler. Bu noktadan sonra Nintendo, Sony, Acer, Creative desteğini arkamıza aldık. Projenin ilk etabından itibaren Oyungezer dergisi profesyonel işletme ortağımız oldu ve seti düzenlememize yardımcı oldu. Otelcilik anlayışı ve servis sanatı, burada oyun kavramıyla birleşti.
Bu gerçekten önemli bir avantaj sizin için. Ayrıca, dışarıdan öyle gözükmese de, oyun oynamak iştah açıcı bir iş. Belli ki siz bunu fark etmişsiniz... Bu biraz da otelcilik deneyimimizle alakalı. Kurduğumuz herhangi bir mekanda yiyecek-içecek servisinin olmamasını düşünemiyoruz. Bu noktada beş yıldızlı otel bünyesinde bulunmanın nimetlerinden sonuna kadar yararlanıyoruz. Otel mutfağı doğası itibariyle zaten çok kuvvetli, ayrıca The Game içinde snack ağırlıklı, farklı bir menü oluşturduğumuz bir mutfağımız daha var.
Tamam. Buralarda pek örneği yok, biliyoruz da, yurt dışında benzer konseptli mekanlar vardır. Yanlış mıyım? Benzer konseptli mekan aramadık değil. Belki biraz ilham alabiliriz, belki de ucundan kopya çekebiliriz diye. Bir tane dahi bulamadık… Haydi şöyle söyleyeyim “Mana Bar” adında bir mekan vardı; belki bize yakın diyebileceğimiz. Fakat orası da biramızı yudumlayalım, yerlere oturalım, PES atalım tadında rahat bir yerdi. The Game ile pek alakası yoktu kısacası. Dünyada bir ilk diyoruz ama dediğimiz lafın arkasında durmak için hem şirketlere, hem gruplara, hem de ‘hardcore’ oyunculara sürekli tercih sebebi üretmemiz gerekiyor. O nedenle diyebilirim ki The Game’in içerisinde; oyun dünyasının ulaştığı en son teknolojileri ile Point Hotellerinin mutfak zenginliği ve servis kalitesini bulabilirsiniz.
Bilmediğimiz sebeplerden maalesef hala alkollü araç kullanımına devam ediliyor. Peki ya The Game’de bunu yapabiliyor muyuz? Alkollü araç kullanıp ve hatta yarış yapmak serbest mi? İsterseniz ultra lüks arabanızı alın, 7 kişi aynı pistte son sürat ve alkollü yarışın, herhangi bir ceza almıyorsunuz. Yeter ki kanuni yaş sınırını aşmış olun. Zaten normal koşullarda 18 yaş altındaki kişileri mekana almıyoruz. 18 yaş sınırından bahsettiniz... Daha geniş bir bakış açısıyla yaklaşırsak, burayı oluştururken kimlere ulaşmayı hedefliyordunuz? Konu oyun olunca hedef kitle de ister istemez daha geniş oluyor. Bir üniversite öğrencisi de bizim hedef kitlemizde, milyon dolarlık şirketin CEO’su da. Kısacası doğuştan eğlenme duygusundan yoksun değilseniz bizim hedefimizde yer alıyorsunuz demektir. İş adamlarını ve iş kadınlarını, şirketlerin toplantıları, etkinlikleri ve lansmanları ile burada yakaladığımızı düşünüyoruz. Üyelerimize baktığımızda sanat ve futbol gibi birçok camiadan insanlar da var.
Sormadan geçemeyeceğim, malumunuz büyümek doğamızda var; başka şubeler açmayı düşünüyor musunuz? Bu konuda çok sayıda teklif almamıza rağmen ‘franchise’ noktasında şimdilik temkinli ilerlemeyi tercih ediyoruz. Altyapımız hazır, iş ve yönetim modelimizi kağıda döktük, fakat bu konuda seçici davranmak zorundayız.
Hala, kadınların video oyunlarına daha mesafeli durduklarına dair bir inanış var. Dolayısıyla oyun oynanan yerlerin “erkek ağırlıklı” olduğu düşünülür. Mekanın testosteron dengesini nasıl sağlıyorsunuz? Bu aslında “oyunlar çocuklara aittir” düşüncesi kadar yanlış bir düşünce. The Game for big kids’in bugüne kadar başardığı en önemli şey belki de tabuları yıkmak oldu. “Oyunlar asosyalleştiriyor” dediler, yüzlerce kişinin beraber oyun oynarken sosyalleşebileceğini gösterdik. “Oyun
Tesis oldukça büyük görünüyor, atmosfer de oldukça çekici. Hiç bilmeyen bir insana tarif ediyorsunuz diyelim. İçeride bizi neler bekliyor, anlatabilir misiniz? 1500 metrekarelik alana kurulu 150 adet konsolumuz var. Yaklaşık 300 kişiyi destekleyebilecek bir oyun altyapısı mevcut. Mekan büyük olunca misafirlerimize sunduğumuz seçenekler de artıyor haliyle. “Mekan oynatıyor” diyebiliriz rahatlıkla. Bunların yanında standartlara uygun 107
erkeklere göredir.” dediler, kadınların da en az erkekler kadar oyun oynamaktan keyif aldığını gösterdik. Bizler de burayı kurduktan sonra gözlemledik, kadınlar da oyun oynuyor. Misafirlerimize baktığınızda kadınlar ve erkekler arasında bir denge var. Ancak oyun tercihleri konusunda farklılıklar yaşanıyor, elbette ki futbol/savaş oyunlarını pek tercih etmiyorlar. Buna karşın dans pistini, rock band odalarını ve boks ringini bırakmayan da yine kadınlar. Yarış oyunlarında da kadın pilotlara rastlamanız mümkün. Peki, genel olarak The Game’e ilgi ne durumda? Halı saha ya da Paintball müsabakalarından şaşmayan kurumsal kitleyi kendi saflarınıza çekebiliyor musunuz? Mekana ilgi oldukça iyi. 200’e yakın üyemiz var ama asıl kurumsal etkinlikler alanında çok ciddi işler çıkartıyoruz. Firmalar artık etkinlik planları yaparken The Game’i hemen listenin yukarısına alıyorlar. Bahsedilen diğer etkinliklere göre avantajımız, iş ile eğlenceyi aynı potada eritebiliyor oluşumuz. The Game içerisinde hem sunumunuzu gerçekleştirebilir hem de çalışanlarınızın gönüllerince eğlenmesini sağlayabilirsiniz. The Game akıllarda yer etmiş pek çok alışkanlığa karşı çıktı ve bu bakış açısı bizler kadar misafirlerimizi de heyecanlandırıyor. Google, Nike, Shell, IBM gibi yurt dışından ve yurt içinden birçok kurumsal şirket ya tamamen The Game’de toplanıyor ya da Point Hotel Barbaros’un salonlarında yaptıkları toplantıların bir ayağını mutlaka The Game bünyesinde gerçekleştiriyorlar. Bu soruyu içten soruyorum. Guitar Hero ya da Rock Band oynayanların en önemli ihtiyacı, coşkulu bir seyirci topluluğu. Bu ortam için gerekli koşullar bulunuyor mu? Kesinlikle. Müzik odalarımızda oyuncuların yanı sıra 10-15 kişilik izleyici topluluğunu arkanıza alabilirsiniz. Rock Band Beatles, Guitar Hero ve DJ Hero odalarımız tasarlanırken ses geçirmeyen camlar kullanıldı. Bu oyunların doğası gereği ihtiyaç duyulan yüksek ses dışarıdan katiyen duyulmuyor. Ne güzel! Biz evde oynarken bir noktada komşular gelip “hadi yeter artık” diyorlar. Elbette ki bu sistemler evlerde de kurulabilir ama biz oyun oynamayı seven insanların yalnızlık çekmelerini istemiyoruz. Burada, gecenin ilerleyen saatlerinde şunu da görüyorsunuz ki insanların birbirlerini tanımamaları bir önem teşkil etmiyor. Amaç oyunda başarı elde etmek olduktan sonra, burada insanların sosyalleşmemesi mümkün değil. Anladığım kadarıyla misafirleriniz için oyun oynamak haricinde etkinlikler, özellikle de tematik partiler düzenliyorsunuz? Yine otel bakış açısından bakalım. Point Hotel çok sayıda toplantı ve
kongreye, ayrıca düğün ve balolara ev sahipliği yapıyor. Aynı esnada bir zombi partisi ya da Yüzüklerin Efendisi partisi de gerçekleşebiliyor. Otele bir anda ilginç makyajlı insanlar ve baltalı tipler gelmeye başlıyor. Bu, otelde bulunan herkes için oldukça ilginç ve renkli. Düğünden sonra bizim partimize katılanlar da oluyor. Aynı zamanda, hazırlanmaya vakti olmayan ya da bu şekilde gelmeye çekinen misafirlerimiz için makyaj, kostüm ve maske konusunda destek vermek üzere profesyonel bir ekibimiz bulunuyor. Gerçi bizim için de şaşırtıcı oldu, 500-600 kişilik bir partiye ortalama 350-400 kişi kendisi hazırlanmış olarak katılıyor. Şu ana kadar tüm tematik partilerimiz oldukça fazla rağbet gördü; Zombie, Halloween, Medieval partileri ve bir pijama partisi düzenlendi. Ödüllü yarışmaların da düzenlendiği bu partiler sabaha karşı 2 sularında bitiyor. Bu arada, malum, yurt dışında çıkan her oyun Türkiye’ye hemen gelemiyor. Güncel oyunları takip etmek için stratejiniz nedir? Neyse ki bu sorunlar artık giderilmiş durumda. Bir oyun Avrupa’da satışa çıktığı gün neredeyse Türkiye’de de satışa çıkmış oluyor. The Game olarak biz de, Türkiye’nin en büyük oyun dağıtımcıları ile ortak hareket ederek oyun takibini gerçekleştirebiliyoruz. Aynı zamanda yurt dışından da bazı kontaklarımız olduğu gibi şöyle de bir gerçek var: Şu an Türkiye’de yapılan oyun lansmanlarının neredeyse tamamı bizde gerçekleşiyor. Tiglon’la Hitman, maNga’nın da katıldığı Joygame’in yeni oyunu ZombieRock, Sony’yle Killzone ve Infamous gibi daha birçok oyunun ve online oyunların lansmanlarına ev sahipliği yaptık. Diyelim, parti değil de, arkadaşlarla -aramızda- bir turnuva yapmak istiyoruz. Yalnız kalabileceğimiz bir yer var mı? Yaklaşık 10’ar kişi kapasiteli 2 adet VIP odamız var. Bu odaları The Game’in küçültülmüş hali gibi düşünebilirsiniz. Kulağa fiyakalı geliyor. Başka ne var bu odalarda? Oyun oynamanın yanı sıra toplantı yapmak isteyen, sakin sakin televizyon izlemek isteyen, bir PC başında takılmak isteyenler için de uygun ortam bulunuyor. Kendi sinema perdesi, oyun konsolları, minibarı, uydu yayını, bilgisayarı, kablosuz ses sistemi vb. pek çok özelliği bulunan bu odalarımız için önceden rezervasyon yaptırılması gerekiyor. Son olarak; ağzımızın suyu bu kadar aktıktan sonra, haliyle ilk refleksimiz The Game’e girmek için ne yapmamız gerektiğini sormak. İşin doğrusu, üyelik dışında bireysel girişler söz konusu değil. Otel misafirlerimize ve toplantı katılımcılarımıza elbette ki izin var. Bunun dışında kalan istisnalar, özel partiler; doğum günü ya da bekarlığa veda partileri ve elbette kurumsal etkinlikler.
XOXO The Mag
INTERVIEW
MatThew Akers
The Filmmaker Is Present Siz onun adını ‘The Artist Is Present’ filmiyle duymuş olabilirsiniz, ancak Matthew Akers 15 yıldır kamera arkasında. Kolay projelerden itinayla kaçınan Akers, belgesel aşkına bir sirkle seyahat edip, uçak gemisinde aylarca karaya ayak basmadan yaşamaktan çekinmiyor. Son projesinde kendisi gibi sanat için yaşayan bir sanatçı, Marina Abramovic ile çalışan Akers’ın altı farklı ülkeden cevapladığı sorularımızda sizi fedakarlık, sanat, acı, teslimiyet ve ön yargı kavramlarını tekrar değerlendirmeye davet ediyoruz. röportaj selen kırtıl fotoğraf justin wilkes
En son konuştuğumuzda İzlanda’daydın. Şu an neredesin? Bir başka festival fırtınasının ardından New York’a döndüm. Son üç haftadır film gösterimleri için Hırvatistan, Avusturya, İtalya, Bulgaristan ve Danimarka’yı dolaştım. Resim ve heykelle uğraştıktan sonra seni film sektörüne çeken neydi? Sanat okulundan mezun olduğumda dünyaya küçük bir pencereden baktığımı hissettim ve başka dünyalar keşfedip, farklı bakış açıları kazanmak istedim. O aşamada, bunu, kendi sanatımla yapacak konumda değildim ve ben de rotamı belgesel filmlerine ve televizyon yoluyla kurgusal olmayan hikayeler anlatmaya çevirdim. Yavaş başlayan bu yolculuk, belli ön yargılarıma meydan okumamı ve normalde rastlamayacağım
olaylara tanık olmamı sağladı. Hedefim, yeni beceriler kazanırken bir yandan da sanat yapmaya devam etmekti ancak geçtiğimiz 15 yılda film daha ağır bastı. İlk belgesel yönetmenliği tecrübemin, günümüzün en zorlu sanatçılarından biriyle olması ve bir sanat olayını filme almam da hikayemi tamamlayan yapboz parçaları gibi. Marina ile tanışmadan önce onun işlerine aşina mıydın? Marina’nın işlerinden yüzeysel olarak da olsa haberdardım ancak performanslarını bizzat izleme şansım olmamıştı. Bu yüzden de eserlerinin gücüne inanıp inanmadığımdan pek emin değildim. İşlerini biraz daha yakından incelediğimde ise her şey daha da bulanıklaştı. Marina performanslarını büyük bir gayret içinde belgeliyordu ve bunlar çoğu zaman sarsıcı,
XOXO The Mag
Lisa Andersen
TEAM-DESIGNED, CUSTOM-BUILT, GOLD STANDARD.
the SPUR
nixon.com
• 3 hand day and date Japanese quartz movement • Diamond set at 6 hour • 100M water resistance
kışkırtıcı görüntülerdi, ama ben işinin ardındaki esas motivasyonu bir türlü kavrayamıyordum. Bu nedenle, bana retrospektif ve yeni performansla ilgili filmi çekme teklifiyle geldiklerinde şüphelerim vardı. Filme çekmem gereken şey ‘ephemeral’ türünde olduğundan, belgesel bunun için en ideal tarz değildi. Bu yüzden filmin belgesel türünde başarılı olabilmesi için dokümantasyonun ötesine geçmesi şarttı. En başta Marina Abramovic: The Artist is Present filmini çekmekle pek ilgilenmediğini söylemiştin. Fikrini değiştiren neydi? Marina ile bir anlaşma yaptık. Bana sınırsız ve mutlak bir erişim sağlaması karşılığında ben de ona karşı elimden geldiğince dürüst olacağıma ve filmi bitireceğime söz verdim. Filmin yapım aşamasında, neredeyse birinci yılın sonuna kadar finansörümüz, dolayısıyla bir güvencemiz yoktu. HBO gelip post-prodüksiyona devam etmemizi sağlayana kadar durum çok riskliydi. Marina’nın performansı acı, teşhir ve teslimiyeti nasıl anlatıyordu? Olayı basite indirgemek ya da kulağa klişe gelmek istemiyorum ama Marina’nın tüm çabası, izleyicileri kendileri hakkında düşündürmek. Kendisini adeta halka sunuyor. Özellikle ‘The Artist Is Present’ta insanların duygularına ayna tutuyor. Işıklar ve müzedeki diğer insanlar onun karşısına oturan kişinin tanıkları. Bakışları ve kamera ise kişinin o an, o sandalyede anı yaşamasını sağlıyor ve aklının başka yerlere kaymasını engelliyor, böylece kişi sadece kendi hissettiklerine odaklanabiliyor. Bu sırada karşısına birçok ünlü oturdu, onların arasından neden James Franco’yu filme dahil etmeyi seçtin? Birçok ünlüyü filme aldım ama bu görüntülerin çoğu montaj katından çıkamadılar. James’in olduğu sahnenin ün kokmaktan çok, bir amaca hizmet ettiğini düşünüyorum. Bunu da şöyle açıklayabilirim: Filmin birkaç anahtar sahnesinde farklı Marina’lar görüyorsunuz. Dünyaca ünlü, efsanevi bir sanatçı, şakacı ve mütevazı bir insan ve şöhretle kabul görmeyi uman paramparça bir kadın. Ben hep gerçek Marina’nın hangisi olduğunu merak ediyordum ve sonunda anladım ki, o, aslında bunların hepsi. Filmde Marina, “The Artist Is Present”taki şöhret ekolünden ve sanatçı olarak putlaştırılmasının kaçınılmazlığından bahsediyor. Asıl amacının bu olmadığını ve bunun yalnızca bir yan ürün olduğunu söylüyor; ancak bu yan ürünü sevdiğini de itiraf ediyor. Bu, kendi içinde çelişen, karışık ama bir yandan da sadece durumu tiye alan bir açıklama. James’in filmde olmasının sebeplerinden biri de, kendisini sandalyeden kalkar kalkmaz Marina’nın rol yapıp yapmadığı tartışmasının ortasında bulduğunda, bunu anında reddetmesi. Hiç tereddüte düşmeden cevabından böyle emin olması hoşuma gidiyor. Bana göre tiyatroda olduğu gibi, performans sanatında da seyirci ve gösteri birbirinden ayrılamaz. Neticede performans, seyirci için yapılan bir eylem. Performansının sonuna doğru sen de o sandalyeye oturdun. Senin de söylediğin gibi, o masada aslında insanların duygularına ayna tutuyor. Peki sen o anda neler hissettin? Sanırım hissettiklerimin çoğunu filme yansıttım. Performanstan önceki 8 ay ve performans boyunca neredeyse her gün Marina ile birlikteydim. Karşısına oturduğumda, onu filme çekerkenkinden farklı şeyler hissedeceğimi düşünmemiştim. Dolayısıyla, o sandalyeye oturduğumda aramızda öylesine derin ve sevgi dolu bir bağ hissetmek benim için büyük sürpriz oldu. Sanırım sonunda ikimiz de gardımızı indirmeyi başarıp kendimiz olabildik. Filmi çekerken ona hep vizörden bakmıştım, bu yüzden nihayetinde karşısında olup, gözlerinin içine bakabilmek ve o bağı hissetmek müthişti.
Yaklaşık 1400 saatlik çekimi montajlayıp 105 dakikalık bir filme dönüştürdün. Bu süreç senin için zor muydu? “Keşke çıkarmasaydım” dediğin kısımlar var mı? Filmin seyirciler için yeterince anlaşılır olduğunu düşünüyor musun? Bu konuda objektif olamayacağımdan, filme seyirci gözüyle bakmam imkansız. Yine de, bana göre filmde çoğu insanın empati kurabileceği duygu ve fikirler mevcut. Montaja gelince, hem keyifli hem de üzücüydü. Elimde 716 saatlik performans çekimi dışında bir de 700 saatlik kayıt vardı. Ancak şunu söyleyebilirim ki, montaj için dikkatle izlemem gereken bu aşırı uzun kaydın ham hali bile çok iyiydi. Benim için, işin en zor kısmı haliyle hangi bölümleri keseceğime karar vermek oldu. Bu süreçte projeyi sahiplenen iyi bir ekiple çalıştığım için çok şanslıydım. En sonunda tek bir hikayeye odaklanmam gerekiyordu ve bu da Marina’nın yeni performansı oldu. Filmde yeni performansı yoğun olarak son kısımda görmenize rağmen, o noktaya kadar izlediğiniz her şeyin, performansın temsil ettiği şeyi desteklemek için kurgulandığını görüyorsunuz. Tabii, “Keşke filme soksaydım.” dediğim kısımlar da var, ama neyse ki bunlardan bazılarını filmin DVD’sine koyabildik. Çok ipucu vermek istemiyorum ama bu bir saatten fazla süren ekstra görüntülerin içinde, Marina’nın performansından sonra yaptığımız Belgrad ve Karadağ yolculuklarında ailesiyle yaşadığı duygusal anları ve filme giremeyen ilginç şeyleri bulabilirsiniz. PBS’te yayınlanan mini belgesel dizisi Circus’ın görüntü yönetmeni, bir başka belgesel dizisi olan Carrier’ın da yapımcısı ve kamera operatörüydün. Çekimler esnasında 6 ay uçak gemisinin mürettebatı ile denizde yaşadın. Bu herkesin cesaret edebileceği türden bir şey değil. Gemide karşılaştığın en büyük zorluk neydi? Pozitif ya da negatif ön yargılara sahip olduğum konuları ele alıp, filmin yapım aşamasında bunların üstesinden gelmeye çalışmak hoşuma gidiyor. Hangi birinden başlasam bilemiyorum ama sanırım en kötüsü, mürettebata çekimlere katılmamalarının ya da sürekli tetikte olmalarının söylenmiş olmasıydı. Aksi takdirde ceza almakla veya görevden alınmakla tehdit edilmişler. Bu yüzden, ilk günden itibaren dışlandım ve sürekli insanları çekime katılmaya ikna etmekle uğraştım. Bu da yetmezmiş gibi 3 hafta boyunca uçuş güvertesi altında, güneşi hiç görmeden yaşadım. Bu sırada avcı uçaklarının sesinden işitme duyumun hasar görmemesi için gece gündüz özel koruyucu takıyordum. Ayrıca taze yiyecek bulmak çok zordu ve kendime ait bir alanımın olmayışı kötüydü. Böylesine zor bir projeden sonra Marina’yla çalışıp çalışmama konusunda tereddüte düştün mü? Aslında Carrier’dan sonra Circus’ mini belgeseli için bir sene Big Apple Sirki ile yaşadım ve bu da uçak gemisinde yaşamak kadar zordu. Marina’nın projesini kabul etmeden önceki en büyük tereddütüm çok yorgun olmamdı. Ne zaman ki o bana tam erişim sağladı, hatta evinin anahtarını bile verdi; ben de o zaman projeyi kabul ettim ve kendimi tamamen filme adayacağıma söz verdim. Peki, gelecek projelerin neler? Aklımda belgesel film projeleri ve bazı web dizisi fikirleri var ama şu an beni en çok heyecanlandıran proje, yazmakta olduğum yarı kurgusal film. Ne yazık ki gelecek işlerle ilgili bu aşamada daha fazla ayrıntı veremiyorum. Son olarak, geçtiğimiz Nisan ayında film festivali için İstanbul’daydın. Şehri nasıl buldun? İstanbul gerçekten inanılmazdı. Muhteşem insanlarla tanıştım ve film gösterimlerimiz çok başarılı geçti. Şehriniz insanı sersemletecek kadar güzel. Tekrar gelmek için sabırsızlanıyorum!
XOXO The Mag
ceket blumarine/beymen elbise dilek hanif
photographer emre ünal styling mahizer aytaş hair serkan aktürk make-up gülüm erzincan photography assistants erdi doğan, abdullah inal post production sezer arıcı studio look 34 models enly, ksenia/joy models
XOXO The Mag
elbiseler her ikisi de elif cığızoğlu
115
büstiyer dilek hanif couture tişört american apparel jean stella mccartney/beymen duvak sphere by peter langner/beymen kemer zeynep tosun
XOXO The Mag
elbise valentino beymen
117
elbise dilek hanif XOXO The Mag
ceket blumarine/beymen elbise dilek hanif
119
elbiseler dilek hanif
XOXO The Mag
gĂśmlek opening ceremony/v2k bĂźstiyer ve etek dilek hanif
121
kürk atıl kutoğlu elbise zeynep tosun XOXO The Mag
gelinlik valentino/beymen
123
XOXO The Mag
mayo dilek hanif couture sweatshirt acne/v2k
125
2012
Bottled and Packed
Ne o gösterişli şişelerin, ne de ikinci, üçüncü ve dördüncü kişiler üzerindeki etkilerinin kalıba sokabildiği bir zevk parfüm. Çünkü her zaman asıl görevi sahibini baştan çıkarmak, ve bu çoğu zaman onu en iyi yansıtan unsur olup çıkıyor. Parfüm dünyasında halihazırda sayısız güzellik olduğunu biliyoruz, ancak kişisel deneyim için çeşitliliğe katkı sağlayan ve fark yaratan parfümleri aramaya kalktığımızda, bu sayı hızla azalıyor. Rekabet endişesine düşmeyen, ve çoğu zaman kadın ve erkeğe dair şablonlara aldırmayan cool parfüm evleri, parfümü bol yaratıcılık ile yoğurup en sıra dışı, en yenilikçi ve en kişiye özel haline kavuşturuyor. Biz de 2012’yi geride bırakırken, bu seneyi o farklı boyutta, parfüm hafızasıyla gözden geçirmeyi yerinde bulduk. hazırlayan ceren palaz
CLEAN CLEAN RAIN
MILLER HARRIS La FumEe Arabie
BYREDO BLACK SAFFRON
Tazelik veren parfümleri ve Hollywood’un kendisine olan düşkünlüğüyle nam salan Clean, yine ferah bir deneyimi parfüm diline tercüme ediyor ve akuatik kokuları okyanusun tekelinden alıp, yüzünü gökyüzüne çeviriyor. Kavun, fulya, su nanesi, papatya, menekşe yaprağı ve su zambağı gibi notalar, yağmurdan sonra doğada ortaya çıkan huzur verici kokuyu, insana en çok yakışacak halinde sunuyor. Parfümün arkasındaki burun Harry Frémont’un parfümdeki şeffaflığı bozmamak adına yapmadığı kalmamış ve bu yüzden de baz arayışı bir hayli uzun sürmüş. Misk ve beyaz odunsular Clean Rain’e gereken son dokunuşu yapmış.
Miller Harris’in geçtiğimiz sene yarattığı buğulu mu buğulu La Fumée’nin başarısı hala konuşuladursun, yeni bir flanker çoktan iş başında. La Fumée Arabie, Orta Doğu’nun egzotizmine öykünen bir İngiliz. Baharat, tütsü ve odunsu üçgenine kurulan parfümün ham maddeleri, Fas, Yemen ve Mısır’dan geliyor ve adeta koklayıcısını da alıp götürebilene dek sabırla şişesinde bekliyor. Hafif limonlu bir açılış ile gül ve vanilyadan oluşan dip notalar La Fumée Arabie’ye boyut katarken, asıl karakterini kimyon, laden reçinesi ve ud ağacı belirliyor. Böylelikle baş döndürücü baharat pazarlarına açılan bir kapımız daha oluyor.
Stockholm bazlı Byredo’nun kurucusu Ben Gorham, Hindistan’a ait kökenlerini daha yakından tanıma deneyimini yeni bir parfümle taçlandırdı. Hint yemeklerine tadını ve Budist keşişlerin cüppesine rengini veren safranı parfümde ana nota olarak görmeye çok da alışkın değiliz aslında. Öyle ki L’Artisan’ın 2002 yılında çıkardığı Safran Troublant, bu en değerli baharatın hayranları için hala neredeyse emsalsiz bir parfüm. Black Saffron ise frambuaz ve greyfurt gibi parlak notaları kara menekşeler ve odunsularla birleştirerek safranı bambaşka bir bölgeye taşıyor. Yine uzak ülkelerdeki rengarenk baharat çarşılarını çağrıştırıyor, bu defa çağdaş bir üslupla.
XOXO The Mag
SERGE LUTENS SANTAL MAJUSCULE
CB I HATE PERFUME M5 Where We Are There Is No Here
DIPTYQUE VOLUTES
Sevdiği kelimelerin baş harfini büyük yazan küçük Lutens, okuldaki pek katı öğretmeninden sık sık azar işitir. Gün gelir, devran döner ve bu küçük sürtüşmenin hatırası, 2012’nin en önemli parfümlerinden birine isim verir. Santal Majuscule, Serge Lutens’in sandalağacı serisinin üçüncü üyesi. Sadece ismiyle değil, sandalağacına eşlik eden bir çift notasıyla da çocukluğa bir zaman yolculuğu yapmak üzere tasarlanmış: Kakao ve Şam gülü. Sonuç, kulağa geldiğinden çok daha uysal, dumansı ve arkada hissedilen baharatlarla insan teninin kokusuna çok da yakın, hayranlık uyandırıcı bir oryantal.
Parfümün antitezi nedir? Christopher Brosius bu sorunun cevabını aradığı sırada ortaya çıkan ilginç bir sıvı M5. Bu görev için parfüm dünyasının belki de en temel ikilisi olan yasemin ve sandalağacını seçmesi, ve onları tüm dünyevi romantizmlerinden arındırıp, bir hayalin hoşluğu ve bir hayaletin ürperticiliğiyle sergilemesi, basit bir deyişle dahiyane bir fikir. Deri ve sentetik misk notalarının da işin içine girmesiyle peşine düşülen tuhaflık tamamlanıyor. Ayırt edilemez, ama belli ki orada! M5, ilhamını olay örgüsü olmayan bir Cocteau filminden alıyor ve belki de sürreel parfüm diye yeni bir kategoriye öncülük ediyor.
Parfümü bir arzu nesnesi haline getirmekte Diptyque’in üstüne bir isim yoktur herhalde. Bu defa Diptyque’in dumanlı sarmalları sarmalıyor zihnimizi. Bir zamanlar Marseille’den Saigon’a doğru yol alan bir teknede havada birbirine karışan kokuların bir hatırası Volutes. Ahşap, üst güvertedeki kadınların sigarasından tüten duman, mum, bal, süsenler. Tütün notasının çevresinde gelişse de oldukça kolay giyilebilen, daha çok tütsüleri andıran puslulukta bir parfüm Volutes. Ne bal yüzünden çok tatlı, ne de odunsular yüzünden çok ağır. Diptyque’in inceliğiyle işlenmiş gizemli bir başyapıt.
TOM FORD Jonquille de Nuit
JO MALONE BLACKBERRY & BAY
COMME DES GARÇONS RED PLAY
Parfümün dört vazgeçilmez çiçeği nergis, gül, sümbül ve zambak, Tom Ford’un Jardin Noir dörtlemesinde en karanlık yönlerini sergilemek üzere bir araya geldi. Tehlikeli derecede kendine düşkünlüğüyle ünlü nergis, belli ki doğasını bu konseptte sergilemekte pek de zorlanmamış. Jonquille de Nuit şişeden çıktığı anda sert, çarpıcı ve hafif tatlı bir içki etkisi yaratıyor. Dağ siklameni, mimoza ve çiçek yaprağı notaları keskin nergis esansını giderek uysallaştırsa da, inanılmaz sillage’ı ile Jonquille de Nuit son ana kadar masumiyetten fersah fersah uzakta bir çiçek parfümü olmayı başarıyor.
Jo Malone’un lafı dolandırmaması hep hoşumuza gitmiştir. Blackberry & Bay karadut ve defne üzerine kurulan ve tam da parfüm evinin temellerini, turta pişirdiği mutfağında atan Jo Malone’dan beklenen sevimlilikte bir parfüm. Ağaçtan karadut toplayıp ağzı boyanana kadar karnını doyuran çocuklardan yola çıkmakla birlikte, bunu en ağırbaşlı kadına ve erkeğe yakışacak bir nostalji duygusuyla vermeyi başarıyor. Jo Malone farklı parfümlerinin bir arada kullanılması ile tanınıyor. Blackberry & Bay’in ise öyle uyumlu bir doğası var ki, Jo Malone ile sınırlı kalmaksızın pek çok parfüme boyut katabilir.
İlk kez 2002’de ortaya çıkan Play, parfümden giyime Comme des Garçons’un rahat tarzını yansıtıyordu. Bu konforlu ruh, Play’in 2012 yılında geri dönen parfüm serisine de taşındı. Kırmızı mandalina, kırmızı vişne, kırmızı yemiş, tarçın… Bir araya geldiklerinde küçük bir çocuğun alıştırma kitabını anımsatan bu isimler, Comme des Garçons’un elinde çok daha farklı uyumlara sahip olduklarını keşfediyorlar. Böylesine görsel bir temanın böylesine etkileyici bir parfüme dönüşmesi hep şaşırtıcıdır. Red Play gurme parfümlere göre olgunluğuyla dikkat çekici ve gurme parfümlerden umulduğu gibi keyif verici bir yenilik.
127
ANNICK GOUTAL Nuit étoiléE İsmi ile Van Gogh’un büyülü tablosuna gönderme yapan Nuit étoilée, yıldızlı bir gece yarısında doğanın seslerini ve ormanın kokularını özümseyerek çimenlere uzanma hayali üzerine tasarlanmış. Limon ve çam ağaçlarının mentolü ile açılan bu parfüme biraz zaman tanımak gerekiyor ki balzamik odunsular, melek otu ve tonka fasulyesi varlıklarını güçlendirsin, vadedilen tek boynuzlu at ile diğer masal öğeleri görünür olsun. Diğer yandan, cam şişesi ve hikayesi maviye bürünmüş olsa da aslında yeşil tonların her an hissedildiği bir parfüm bu. Nuit étoilée’de Monet’nin aydınlık bahçelerini bulana da şaşırmamak lazım.
BOND NO.9 I LOVE NEW YORK for marriage equality
KEIKO MECHERI JOHANA
Sırf isimleri için bile sevilesi parfümlerin yaratıcısı Bond No. 9, 24 Temmuz 2011’de New York’ta resmen yürürlüğe giren evlilik eşitliği yasasını kutluyor. Aslen sandalağacı, amber ve çeşitli baharatların lezzetli bir karışımı olan Marriage Equality, iştah kabartıcı turunçgillerle açılıp evlilik buketlerinde kullanılan gül, yasemin ve zambak gibi çiçeklerle tamamlanıyor. Anlamlı bir şekilde, parfümün özünde ne maskülen varsayılan odunsular öne çıkıyor, ne de feminen varsayılan çiçekler. I Love New York serisinin yedinci üyesi, kolayca sevilecek bir parfüm ve sevgide engel tanımıyor.
İsmi hükümdarın çiçeği anlamına gelen Johana, Japon hükümdarının resmi mührü olan krizantemi merkezine alan bir şipre. Krizantemin karakterindeki zıtlıklar farklı notalar yardımıyla vurgulanmış: Açılıştaki gül, süsen ve mor salkım, çiçeğin canlılığını, kakao notası ise acı-tatlı yanını pekiştiriyor. Bazda ise yine Uzak Doğu’nun öğelerinden fazla uzaklaşmaksızın paçuli, tütsü, sandalağacı ve vanilya var. Çiçeksi ve son derece zarif bir parfüm olmakla birlikte, krizantemin eylül ayına ait olmasından mıdır, Johana bahardan çok, sarı ve kızılların hüküm sürdüğü güz mevsimine yakışıyor.
THIERRY MUGLER Miroir des Majestés
MAISON FRANCIS KURKDIJAN OUD
BALMAIN IVOIRE DE BALMAIN
Mugler’ın 2008 yılında yarattığı Miroir Miroir koleksiyonu, bu yıl altın suyuna batırılmış hissi uyandıran Miroir des Majestés’yi ağırladı. Miroir des Majestés tüm ilhamını doğunun zengin ruhundan almakla kalmamış, özellikle Orta Doğu pazarına ithafen yaratılmış, karikatüristik tek hücre bile barındırmayan bir parfüm. Kakule ve kişniş gibi genzi ele geçiren baharatlar, portakal çiçeği ve yasemin esanslarıyla karışıp, amber ve ud ağacının sıcaklığında eriyor. Ve bir Mugler geleneği olarak, özenle seçilen ham maddeler birbirinin önüne geçmeye veya sıralarını savıp solmaya kalkışmadan yine o Art Deco esintili şişede korunuyor.
Oryantal aromasıyla tanınan ud ağacı, son yıllarda parfüme sıkı bir dönüş yaptı ve işte Francis Kurkdjian da By Kilian gibi tamamen bu notaya özel bir parfüm yarattı. En saf ve en değerli ud ağaçlarının bulunduğu Laos, Oud’un ana malzemesine ev sahipliği yapıyor. Ud ağacını vurgulamak üzere sedir, paçuli ve safran notaları bir araya geliyor. Romantik çiçeklerin dikkat dağıtıcılığına ise hiç gerek duymuyor bu parfüm. Aksine, deriyi andıran animalik bir fon ile koklayanı antik zamanlara, çöllerdeki altın ve mermerden inşa edilmiş saraylara ışınlamayı amaçladığını en açık şekilde belirtiyor.
Sevilen bir parfümün üretimi durduğunda insan nasıl garipsediği bir isyan içinde buluyorsa kendini, kaybolup giden bir parfümün geri dönüşü de öylesine beklenmedik bir sevinç yaratabiliyor. Ya da bu örnekte olduğu gibi, geçmiş zamandan bir parfümün yeniden yorumlanması. Ivoire, bir yandan 1979’da çıkan ilk versiyonunun vintage ruhunu koruyup, bir yandan da modern şiprenin şifrelerini bir bir uygulamış. Turunçgilli, enerjik bir açılış, yasemin, gül ve ylang ylang’dan oluşan duyarlı kalp notaları ve baz olarak da güvenilir sedir ağacı ile paçuli. Bu tecrübeli yeşil floral, Balmain’in son kreasyonlarını anımsatan ağırbaşlı bir şişede sunulmuş.
XOXO The Mag
ACQUA DI PARMA IRIS NOBILE SUBLIME
BY KILIAN GOOD GIRL GONE BAD
CHANEL COCO NOIR
Acqua di Parma, İtalyan kültürünün ikonlarından biri olan süseni en rafine haline getirmeye baş koymuş olmalı. Iris Nobile Sublime burna ilk çarptığı anda kendini her yönüyle belli eden sakin ve durağan bir parfüm. Yaz akşamlarında çiçeklerin kokularını en yoğun olarak salgıladıkları o saati hatırlatıyor insana. Süsenle birlikte biraz portakal çiçeği, biraz yasemin, biraz da gül içeriyor belki, ama öyle bir inceliği var ki, sanki tüm parfümün kaynağı tek bir çiçek. Gözümüzü kapatıp, içimizden bir çiçek tutarsak, notaların arasında olmasa bile aradan sivriliverecek gibi. Ya da varsın sivrilmesin, gözümüzü açmadığımız sürece Akdeniz’deyiz.
In The Garden of Good and Evil koleksiyonundan Good Girl Gone Bad, içinde hem iyiyi hem kötüyü barındırma iddiasını taşıyor. Yasemin ve mayıs gülü gibi notalarla yapılan saf açılışı, kremsi bir Hint sümbülü, iştah açan bir erik ve baştan çıkarıcı duyarlılığıyla Mısır nergisi izliyor. Parfümün genizde bıraktığı tuzlu tat da söz konusu şehveti destekliyor belki, ama By Kilian’ın haz dolu pek çok parfümünün arasında neredeyse uslu bir seçenek Good Girl Gone Bad. Notaların arasında ismi geçmeyen bir de hindistan cevizi geliyor burna. Bu neşeli parfümün illa bir yaramazlığı varsa, daha çok güneşli kumsallardaki pervasızlığa benziyor.
Chanel’in, bu satırların yazarı ile yaşıt ve onun aksine ölümsüz parfümü Coco, ilhamını Venedik’ten almıştı. Şimdi yine aynı şehir, Coco Noir’a hayat verdi. Mor meyvelerin ve paçulinin etkisindeki Coco Noir, yasemin özü ve greyfurtun pırıltılı katkısıyla isminden ve şişesinden beklenen karanlığı dağıtıveriyor aslında. Bir Chanel parfümünden umulduğu kadar aldehitli yapısı bile, ona daha çok lüks ve sabunsu bir yumuşaklık kazandırıyor. Ne geceye, ne siyahlara, ne de özel davetlere ihtiyaç duyuyor Coco Noir. Sanki Chanel’in harmanlarındaki ustalığı hatırlatma göreviyle aramıza gönderilmiş gibi duruyor.
ROBERT PIGUET BOIS NOIR
Hermès L’Ambre des Merveilles
Rodın Olio Lusso Perfume
Dip notalarda karşımıza çıkmasına alıştığımız odunsuları parfümün açılışına taşıyan Eau des Merveilles seneler önce burnumuzun kodlarını değiştirmişti. Bois Noir ise yalnızca açılışla kalmayıp, her üç safhasında birden çeşitli odunsuları işleyen zengin bir aromatik. Hafif ve canlandırıcı gayak ağacı, yumuşak ve balzamik bir sedir ağacı ve parfümün karanlık yönünden sorumlu olan sandal ağacı birleştiğinde ortaya sıcacık ve sofistike bir alaşım çıkmış. Bois Noir’ın yarattığı puslu ve huzurlu atmosfer neredeyse elle tutulacak kadar gerçek, kat kat kazaklarla şömine önünde oturmaktan pek de farkı yok.
Klasikleşmiş parfümlere gelen flanker’ları şüpheyle karşılamak adettendir, ama söz konusu olan Hermès ve usta burun Jean-Claude Ellena olunca tüm kurallar ters döner. L’Ambre des Merveilles, 2012’de hiç zorlanmadan en çok ses getiren parfüm oldu. Muhteşem Eau des Merveilles’in damakta bıraktığı o tuzlu tat, L’Ambre des Merveilles‘de kremsi mi kremsi bir amber ve vanilya ile öyle bir dengelendi ki, orijinal parfümün tutkunları kış mevsimi için yeni bağımlılıklarını ilk koklamada bulmuş oldu. En iyisi Hermès, Eau des Merveilles’i bize yeni açılardan sunmaya devam etsin, çünkü yakın zamanda bıkacağa benzemiyoruz.
Rodin, tepeden tırnağa yaseminin ağır bastığı bir de parfüm ekliyor Olio Lusso serisine. Hem yalın hem de güçlü bir hissiyatı olan Olio Lusso, Linda Rodin’in ruhunu ve Brooklynli parfümör ikili D.S. & Durga’nın ustalığını yansıtıyor. Güçlü yasemin, kendisine geriden geriye eşlik eden narenciye notalarıyla az biraz aydınlanıyor, zambağın etkisiyle de hareketlenir gibi oluyor. Gelgelelim, yasemin tüm çıplaklığı ve cazibesiyle diğer notalara geçit vermeye pek de niyetli değil; onların yarattığı hafif etkiyi ancak çok dikkatli burunlar algılayabiliyor. Olio Lusso Perfume, şık ve zarif şişesinde, feyzaldığı Rodin yağlarını bütünlüyor ve serinin eksik parçası da böylece tamamlanıyor.
129
COVER
Deus Ex Machina
OKAN BAYÜLGEN Bir soru sorma üstadına sorular sormak, bir fotoğrafçıyı fotoğraflamak ve hatta bir tereciye tere satmak artık hep alışılageldiği gibi sonuçlar doğurmayabiliyor, hayatta her şey mümkün, artık her şey Gangnam Style. Neyse, bu ay İstanbul'dayız, daha spesifik olmak gerekirse Galata'da… 90'ları, sonra 2000'leri ve en nihayetinde 2010'ları beraber yaşadığımız Okan Bayülgen'le, yeniyi değerlendirmek üzere, evinde buluşuyoruz. Bir yanımızda Emre, diğer yanımızda Bahar, arkamızda Şirin, aklımızda da yeniye dair sorular var. Elimiz dolu. Tevekkeli değil çekimi bitirip hemen lafa dalıyoruz; yeni yarışma programı Metropolis'ten girip, ondan bundan bahsedip, Lacan'dan çıkıyoruz. Hiç garip değildir ki gülümsüyoruz, hem de sadece siyah beyaz halde. Tüm bunları kenara koyarsak, sonuç ne mi oluyor? Tabii ki, cevap sizin elinizde, o zaman hemen "Go and f**k".
photographer emre doğru interview olga şerbetcioğlu light assistant mustafa çetin digital assistant fırat meriç special thanks to şirin bayülgen and bahar kongel fransez XOXO The Mag
131
XOXO The Mag
133
Sorunun cevap olduğu bazı durumlar var ya, bu da o türden. Chuck Palahniuk, Rant'ta, “Peki ya gerçek, bir hastalıktan başka bir şey değilse?” diye sorar. Aslında burada, “Gerçeklik yeteri dozda hayal gücüyle yenilebilir.” diyen Mark Twain'i de reddedişte… Gerçeğini tanımlar mısın? Gerçeklikle ilgili ilk aklıma gelen şey, geçen sezon bütün bir ekip olarak gerçekliği kaybettiğimiz zamandı. Çünkü ne yapacağımızı, ne konuşacağımızı şaşırmış vaziyetteydik; her güne bir konu bulmak gerekiyordu ve seyircinin de ilgisini çektiği için paralel evrenler, Kuantum Teorisi gibi konuları şizofreni gibi rahatsızlıklarla beraber konuşmaya başlayınca, bir süre sonra herkes birbirine, “Sen aslında burada yoksun ki, sen benim tasarımımsın.” demeye başladı. Tabii, bu arada, kanalın içinde böyle dolaşan yirmi otuz kişi bir süre sonra çok tuhaf görünmeye başladı. Malum, bu mevzulara hazırlanmak, bunlarla ilgili küçük belgeseller yapmak, üstüne bir de uykusuzluk eklenince hepimizde bir gerçeklik kaybına yol açtı. Neyse, gerçekliği tanımlamaya gelince, galiba ben de şu lafı çok seviyorum: “Gerçeklik kaybolduğunda her şey mübahtır.” Zaten günlük ilişkilerde bu gerçekliği hemen yitirebiliyoruz; duygusallıklar, söylediğimiz güzel yalanlar sonunda her şeyi mübah hale getiriyor. Bunu toplumu derinden yaralayacak bir kanunsuzluk veya bir ahlak dejenerasyonu olarak da yorumlayabilirsiniz, ama bana göre hayatı daha gerçekçi algılamak ve sükunetli davranmak her zaman olması gereken, iyi bir şey. Sanatsal üretim aşamasında gerçeklik meselesinden de ayrıca konuşuruz tabii. Haliyle çok da yoğun bir dönemdesin. Metropolis yeni yeni duyulan bir proje. Biraz detay alabilir miyim? Kendi kendine dolandığın oluyor mu hiç? Aslında bu proje hiç ayağımıza dolanmadı. Sadece geciktik, gecikmeyi tercih ettik. Bir kere aramızda bol bol deneyelim, oynayalım istedik. Detaylara gelince, Metropolis basit olarak şöyle: Altı yarışmacı var; Ankara, İstanbul ya da İzmir’i merkez olarak alıyoruz, çünkü Yandex’in panoramik görselleri şimdilik sadece bu üç ilde var, Google’da yok mesela bu görseller, her programda bu üç ilden bir tanesi merkez oluyor, o günkü oyunda daireler çiziyoruz şehrin etrafına ve o dairelerin içindeki şehirlerden yarışmacılar bu şehirlerle ilgili sorular alarak merkeze kadar geliyorlar. Merkeze geldiğinde sanal olarak stüdyoda Ankara, İzmir ya da İstanbul’dan Yandex’in panoramik görüntülerinin içine atıyoruz yarışmacıyı, ve orada girdiği bir sokak arasından, bir meydandan karşısına çıkan sorulara yanıtlar vererek çıkmaya çalışıyor. Sonra da asıl merkez noktada benimle ödülünü tartışmaya geliyor. Dolayısıyla yarışmacılar birbirleriyle yarışıyorlar, strateji yapıyorlar. Yarışmada, normalde çok basit gibi görünen ama çoğumuzun bilmediği ağaçların, kuşların, taşların, rüzgarların, yıldızların, baharatların, sokakların, çiçeklerin isimleri gibi aslında bizi şehirde de çevreleyen şeyleri soruyoruz. Mesela ağaçların isimlerini, İstanbul’da hangi ağaçlar olduğunu, pencereden baktığımızda çevremizde gördüğümüz şeyleri ya da kumaşları, baharatları biliyor muyuz? Saatli Maarif Takvimi’nde ya da Ece ajandasında “Kocakarı soğukları başlıyor.” dediğinde ya da zemheri soğukları dediği zaman aslında ne diyor? Poyraz nasıl bir rüzgardır ve niye bazen başımız ağrır lodos olduğunda? Yani, kısaca, bizi şehirde binalar, arabalar ve insanlarla beraber çevreleyen bir doğa olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Ama bu doğaya da, ah biz bu doğayı bozuyoruz öldürüyoruz gibi yeşilci bir açıdan
bakmıyoruz. Bu hep vardı, var olmaya da devam edecek; binalar bize gelen rüzgarı kesiyor olabilir ama bu, rüzgarın var olmadığı anlamına gelmiyor ya da aslında şehrin ışıklarına rağmen gökyüzü görülebiliyor, bunun için illa bir teknenin güvertesine uzanman gerekmiyor. Peki, bizi çevreleyen bu şeylerle yaşamaktan niye zevk almıyoruz? Çünkü onlarla ilgili yeterince şey bilmiyoruz. Yemekleri de pek bilmiyoruz mesela. Bu yüzden yarışmada da bu illerle ilgili en çok yemek soruları soracağız. Yarışmayı izleyen insan da, “Ben Türkiye’nin şuracığında, şu mahallede oturuyorum ama bak, benim soframdaki bana özgü bir yemeği sorabiliyor bunlar.” diyecek ve bu güzel bir şey olacak. Buna ‘şehirde hayatta kalma rehberi’ diyoruz. Metropolis tabii ki ‘ada tipi’ bir yarışma değil, bir koşturma yok. Bunları şehirde hayatta kalabilmek ve “yaşadım” diyebilmek için söylüyoruz. Aslında bu projenin emareleri geçen sene de çok vardı. Biraz geçen seneden taşınmış bir şey mi? Şehircilik üzerine, kaybolmuşluğu yeniden kazanmak üzerine yaptığın birçok program vardı... Vardı evet, bunu yaparak özellikle gençlerin çevrelerini sorgularken aynı zamanda eğlenebilecekleri bir iş olarak yapıyoruz. Ama çevrelerini sorgularken de bir bilinçle sorgulamaları lazım. Mesela çok fazla amatör fotoğrafçı görüyorum oturduğum evin etrafında, binadan çıkarken bir kadın fotoğrafımı çekmek istiyor, neden çekmek istediğini soruyorum, aslında beni değil binayı çekmek istediğini beni de aksesuar olarak kullanmak istediğini öğreniyorum. Ne iş yaptığını soruyorum ve fotoğraf kursuna giden biri olduğunu söylüyor, boynunda da profesyonel bir makine asılı. Tabii Galata civarındaki mimari eski Galata bankerlerinden kalan, İstanbul’un az sayıdaki medeni mimarilerinden olduğu için insanlar da bir ‘eli böğründe’ çekmek, bir duvar dokusu veya güzel bir balkon çekmek için buraya geliyorlar. Hatta buraya gelmeden önce araştırıyor, soruşturuyorlar; bazen bakıyorum yanlarında bir rehberle geliyorlar, rehber onlara binaları anlatıyor falan, bu çok hoşuma gidiyor. Buradan hareketle ben de yarışmada böyle bir bina detayı sorabilirim; hatta bunu sorduğum zaman da derim ki “Ne mimarisidir bu?” Bence bu tip bilgiler önemli. Çünkü zengin insanların evlerine gittiğimde bakıyorum, genelde sonradan görme bir popçu dekorasyonu var, birbiriyle uyuşmayacak/anlaşmayacak şeyler bir arada. Anlayabileceğimiz gibi eklektik bir şey veya kendi hoşlanarak yaptığı bir şey de değil; dükkanlara girmiş, pahalı şeyleri almış bir araya getirmiş. Bu görgüsüzlük büyük burjuvalardan küçük burjuvalara doğru akmaya devam ediyor. Bu yüzden para olmadan kültür olur, hatta daha da iyi olur. İnsanlar genç yaşta parayı bulup da görgüsüzleşip kırılmazlar böylelikle. Araştırırlar, öğrenirler falan. Bütün bunlar bir yana, bu yarışmayı yaparken esas hedeflediğim şey eğlenceli bir televizyon şovu yapmak; öyle ulvi amaçlarım yok, ama bir taraftan böyle işlere yaraması da yaptığım işten utanmamamı sağlar diye düşünüyorum. İşin doğrusu, bizler televizyonu genel itibarıyla tukaka olarak nitelendiriyoruz. Ama konu senin prodüksiyonların olunca bu tip tabular cebe kaldırılıyor, kısa dönemlik. Bir sebep görüyor musun? Belki de şudur: Televizyon benim gözümde ahlaksız bir şeydir. Ahlaksız derken, kanun dışı veya kötü diye ilk anlamlarıyla tarif etmek istemem ama eğlence dediğimiz şeyde bir ahlaksızlık tonu vardır bence, belli bir
XOXO The Mag
135
XOXO The Mag
137
doz olmalıdır, çünkü kimse bir yere bir cuma ya da cumartesi gecesi öğüt dinlemeye, eğitim görmeye gitmez. Özellikle bizim mantalitemizde eğitim kötü bir şeydir, sıkıcı bir şeydir, sıkıcı yapıldığı için de öyle olmuştur aslında, öğretmenler de buna sıkıcı bir şey diye bakmışlardır çünkü. Bu yüzden de televizyonda öğretmenlik yapmak kadar kötü, tehlikeli ve mesleğe ihanet olarak niteleyebileceğim bir şey yok, hakikaten çok kötü bir şeydir; peki ne yapılabilir? "Ben bu işi böyle yaparım!" dersiniz ama bunu da göstermeden yaparsınız. Bakın mesela şimdi bizim çocuğun Türk masal kitapları var, orada işte tavşanın maceraları ya da Cemile’nin maceraları falan var, sonunda da “Bu masaldan neler öğrendik?” diye sormuş, yahu bunu üç yaşındaki çocuğa okuyoruz. Her seferinde küfrediyorum, ne kadar meraklıymışız meğer üç yaşındaki çocuğa bile bir şey öğretmeye. Bir de her olay örgüsünün altında çocuğa bir mesaj veriliyor. Tavşan abur cubur yiyor ve öyle bir hastalanıyor ki, bir abur cuburdan bu kadar hasta olunmaz; doktor geliyor, tavşan hastaneye kaldırılıyor, neredeyse Dr. House gelecek. Şimdi size anlatırken daha da çok nefret ettim... Kısaca, böyle bir şeyi televizyonda yapamazsınız. Ama hakikaten eğlenceli, doğru bir dünya kurarsanız, onun içerisinde her şey vardır, mesaj da vardır eğitim de eğlence de... Açıkçası, programlarımızı izlerken National Geographic seyrediyormuş hissi olsun istemedim. Okuldayken tarih kitabının içine porno dergi saklamak gibi bir mantıkla televizyonculuk yapmak istemem; ama pornonun içine tarih kitabı saklayabilirim. İsmet Berkan’ın x,y,z’sini izliyor musun? Bu anlattığınla çok örtüşen bir şey... Evet, izlemedim ama duydum, çok iyi bir şey galiba. Neyse... Genel itibarıyla TV-insan ilişkisini pasif-agresif olarak nitelendirirsek, hangi tarafın kazandığını düşünüyorsun? Benim televizyonla ilgili hep dile getirdiğim bir yorumum var; bence televizyon, hastalar, çocuklar, yalnızlar ve yaşlılar içindir. Televizyon bu insanlara hakikaten ilaç oluyor. Ama bir yandan da büyük bir tehlikesi var. Yaşlılarımızı daha emekli bile olmadan televizyona terk etmiş oluyoruz. Bu, sokağa terk etmek kadar kötü bir şey. Adama resmen diyorsun ki “Sen sürekli bu televizyonu izle, buradan bir avuntu elde et.” Tabii, insanlar sokağa çıkmadıkça televizyon daha eğlenceli hale geliyor... Herkes gelişmiş ülke göstergelerinden bahseder ya, benim gelişmiş ülke göstergelerimden biri de ülkedeki televizyonun sıkıcı olmasıdır. Bu açıdan Hollanda’ya bakarsak; gelişmişliği, kişi başına düşen gelir düzeyi, kalkınmışlığı, kırsalından şehir hayatına kadar kurduğu düzen ve hizmetlerin iyiliğiyle beraber oradaki televizyonun bu kadar sıkıcı olması bana çok hoş geliyor. Gerçi, diğer taraftan İtalyan televizyonunun eğlenceli olması İtalyanların birçok şeyinin eğlenceli olmasındandır. Aynı şekilde Fransız televizyonunun edebiyat programlarıyla dolu olması, onların genel okuma alışkanlıklarıyla ilgilidir; ama Amerikan televizyonlarının geri zekalı programlarla dolu olması yüksek nüfus ve eğitim düzeyinin düşüklüğüyle alakalıdır sanki. Burada da Türkiye’ye uygun bir televizyonculuk yapmak eğer günü kurtarmak ve bugünün reklam pastasından gelen parayı en hızlı şekilde, en kurnazca kazanmaksa, buna mesleki açıdan baktığım zaman değerli bir şey görmüyorum. Para kazanan herkesi kutsadığımız gibi bunu da kutsayacaksak kutsayalım. Gerçekten bu önemli bir konu, belki bir doktorun bir mühendisin yaptığı
işi yapmıyoruz ama her eve teklifsiz giren bu kadar çok kanal varken, çocuklar her kanala bu kadar kolay erişebilirken, bunun biraz dikkatlice yapılması lazım, bu böyle RTÜK’le, yukarıdan sopa göstererek falan yapılabilecek bir şey değil. Bu kültür insanların içinde olmalı, yoksa ne yapayım yani, ben de derim ki; “Ben bu işi böyle yaptım, mesleğime saygı gösterdim. Bu mesleği benim gibi dikkatlice yapmayan insanlara da saygı göstermiyorum.” TV'den dijitale sıçramak istiyorum, on8.tv ne durumda? Ve kendi içinde müdahaleci bir mekanizması olacak mı? on8’in test yayını devam ediyor çünkü bir stüdyo yapıyoruz, stüdyonun etrafında da küçük çalışma alanlarımız var, içinde makam odaları falan olmayan yeni bir alan kuruyoruz. Bunu özellikle söylüyorum çünkü televizyonlara baktığımız zaman genellikle alt katlarda bodrum katında başıbozuk, kafasızca yapılmış bir stüdyo vardır, üst katlarda da makam odaları doludur. Halbuki yayıncılık böyle bir şeye izin vermiyor. Radyo gibi bir şey televizyon. Radyoda makam odası olur mu, eskiden olurdu ama şimdi bunlar birer odaya dönüştüler, zaten bir radyo için küçük bir prodüksiyon odası, bir de yayın odası yeterlidir. Ondan gerisi ithalat ihracat şirketine lazımdır; yayıncıya değil. Yeni stüdyoyla, makam odaları falan olmayan ama içinde insanların toplantılar yaptıkları, hızlı ve çok ürettikleri bir kanal yapmaya çalışıyoruz. Çok ve hızlı ürettikleri diyorum çünkü televizyon, bir sinema filmi yaparken olduğu gibi uzun uzun düşünüp taşınma zamanı vermez size. Dolayısıyla hızlı üreteceğiz, bunu da akıllıca yapacağız ve çok üreteceğiz. Baktığımızda, çok üreten bir televizyon kanalı yok, hatta üreten bir kanal bile yok, üreticiler hep televizyonun dışına çıkmışlar. Az sayıda televizyonun iç yapımları var, ama iç yapımlar da biraz patron kandırmak için, biraz dostlar alışverişte görsün, bakın içeride de yapıyoruz her şeyi de dışarıdan almıyoruz diye patrona göstermek için yapılıyor. Ama bu arada dışarıdakiler dizi yapmasını öğrendiler, içeridekiler de o dizileri aldılar, böyle olunca herkes televizyonculuk yapmayı unuttu; uzun bir zamandır televizyonculuk yapılmıyor. Bu sefer de diziler rating üzerinden iyi para kazanamadıkları için “Biz biraz stüdyo programı mı yapsak, yarışma mı yapsak, ‘sohpet’ mi (‘sohpet’ çünkü onların yaptığı, sohbet değil) yapsak” diye bir şeyler aramaya başladılar. Böyle olunca tabii, bir türlü gelişemiyor televizyonculuk. TRT televizyonculuğundan çok gerideyiz. Televizyon patronları farkında değiller ama kendi ayaklarına sıkıyorlar şu anda. Müdahale konusuna gelince, televizyon her şeyden önce para kazanmak için kurulmuş bir şirket; hiç kimse “hadi çocuklara, gençlere, büyüklere eğitici, efendi programlar yapalım” diye bu işe girmez. Ortada bir reklam parası var, 2,5 milyar dolarlık bir şey var, “hadi biz de buradan biraz 100 milyonlar kapalım” diye bu işe giriyorlar. Aslında petrolcülük de böyle bir şey, şu kadar varil petrol satılacak, bir farkı yok. Dolayısıyla bu işte bir sorumluluğunuz var, yoksa bugüne kadar yapıldığı gibi bu ülkenin kültürel değerlerine, sosyal değerlerine benzin döküp yakarsınız; bu açıdan da en fazla bir petrolcü kadar dikkatli olsanız iyi olur. Ama bu programda müdahale benim müdahalem olacak, bana karışan görüşen yok. Siyasi bir tavrım da olmayacak kanalda (siyasi olacağım da şu siyasete ya da bu siyasete karşı bir tavrım olmayacak), zaten haber bültenim de yok. Onun yerine her an Twitter’da, Facebook’ta, medya sitelerinde gördüğümüz ya da abone olduğumuz haber kanallarından cep telefonumuza gelen spotlar gibi aynı hızla spotlar vereceğim -yorumsuz ve tarafsız olarak.
XOXO The Mag
139
Ah bir de, basılı yayınlarla ilgili ne düşünüyorsun? Baskın, basanındır diye düşünüyorum ‘basılı’ yayınlarla ilgili. Çünkü üzerlerine bastıklarını düşünüyorum. Gazetecilik öylesine zekasından yitirdi ki; gözümün göreceğinden büyük fotoğraflara ve büyük puntolu yazılara bakmak için gazete almak istemiyorum. Çünkü zaten internette o fotoğraflar değişiyor, tıklıyorum büyüyor, elimle ‘sürttürüyorum’ başka fotoğraf geliyor falan, gazetede o da olmuyor. Bir de beni geri zekalı yerine koyuyorlar, benim gözüm bozuk, kitap okuyamıyorum gözlüksüz, hatta bir sürü şeyi göremiyorum gözlüksüz, ama bütün gazeteleri gözlüksüz okuyabiliyorum. Demek ki ya yaşlılar için yapıyorlar ya okuma bilmeyenler için yapıyorlar. Frankfurter Allgemeine’da böyle değildir; başlığını bile okuyamazsın. Bu da aslında ne kadar çok alana ne kadar az sayıda harf serpiştirildiğini gösteriyor. Ha tabii, aynı gazetelerin internet siteleri ise tamamen ‘şapşırmış’ durumda, berbatlar; ‘en güzel memeler’ fotoğraflarıyla dolu hepsi. Bir karar ver, ya öyle internet sitesi yapma ya da o memeleri gazeteye de koy. Nasıl bir marka oluyorsun ki o zaman? Buradaki içeriğin güvenilirliğinin azalması ya da bu içeriğin bu kadar elektronik eğlence yüklü olup özünden yitirmesi konusu önümüzdeki yılların tartışması olacak. Ama şahsen Türkiye’deki gazeteleri hiç özlemeyeceğim. Konuyu değiştirelim, fotoğrafla ilişkin nasıl devam ediyor? Beni geçelim, buna başka yerinden cevap vereyim: Bu röportajımız için beni fotoğraflayan Emre harikulade bir fotoğrafçı ama genç olduğu halde erken yaşta dijital devrime yakalandı. Aslında bu da, Türkiye’deki fotoğrafçılar için, tsunamiye yakalanmak gibi bir şey oldu. Parasız oldukları için dijitalde “biz bu işi az paraya kıvırırız” gibi bir ümit gördüler, halbuki bunlara fena patladı bu iş. Çünkü sürekli makinalarını, bilgisayar sistemlerini yenilemek zorunda kalıyorlar; arşiv konusunda sıkıntı çekiyorlar ve bu iş dijitalleştikçe fotoğrafçı özelliklerini kaybettiklerini görüyoruz. Çünkü herkes birbirine benziyor. Eskiden ben Emre’nin fotoğrafına bakıp “Bu, Emre’nin fotoğrafı.” derdim, şimdi diyemiyorum. Ya Emre başkaları gibi oldu, ya da herkes Emre gibi oldu, ya da başka bir şey oldu. Milyon piksel milyon piksel konuşuluyor fotoğraflarda... Mesela kötü tıraşlı bir adam fotoğrafı görüyorum, adamın yüzündeki bütün sakal kıllarını sayabiliyorum, buna çözünürlük diyorlar. Keskinliği fotoğrafta adamın sakallarını saymak için istemiyorduk ki biz. Yani fotoğraf artık çok tatsız. Çözünürlüğü hallederse her şeyi halledeceğini sanıyor fotoğrafçı, ama temelde işi bitiren şey şudur; bütün sanatlar bir zemin üzerinde yapılır, o zemin sanatçıyı değiştirir, sanatçı mühendisliğiyle zemini yener, zeminle olan mücadelesi sırasında sanatın mühendisi olarak ve sanatçı olarak gelişir. Mühendisi olarak geliştikçe de kendisini daha iyi ifade edebilir. Bu, gitarda iki akor bilen adamın yaptığı besteyle, bütün akorları bilen adamın yaptığı beste arasındaki farka benzer. Dolayısıyla ‘hiçbir yere’ işlenmiş bir iş, bir sanat dalı zaten sizi geliştirmez; aksine yavaş yavaş yok eder. Dijital fotoğraf budur ve benim şu anki duruma bakış açım budur. Herhangi bir sergi, kitap, ortak proje ya da belki de yine sosyal sorumluluk projesi var mı yakında? Sanatsal bir sergim olmayacak. Sanatsal sergi yapamam ben. Gerçi onaylaştığımız proje olarak, kitap olacağını söyleyebilirim, ama detay vermem.
Stil konusunu giyime indirgersek, stilini devam ettirmek için efor sarf ediyor musun? Ne bileyim, favori markaların ve ikonların var mı? Giyinmeye mecburuz diye düşünüyorum. Ama kumaşları seviyorum, bunun kumaşı güzelmiş, kunduranın derisi güzelmiş, bu da iyiymiş, tatlıymış gibi şeyler düşünüyorum. Tabii, “çok şekil oldum ya ben bununla” gibi bir duruşum yok. Genelde, yaşlı adamlara kıyafet satan yerlerden alışveriş ederim. Ben hala “bu ayakkabı da sağlammış, bu birkaç sene gider” kafasındayım, eski bir adamım ben. Parfümle aran nasıl? Parfüme bayılıyorum, bir sürü parfümüm var, hatta parfüm değiştirmekten de hoşlanıyorum. “Sadece bu parfümü kullanırım” diye bir şey yok. O gün kendimi nasıl hissediyorsam ona göre bir parfüm kullanmayı tercih ediyorum. Peki ya şarap? Bütün içkileri seviyorum ama çok içmiyorum. Bazen hiç içmem, bazen şarapçı olurum. Bugünlerde yemekle beraber mutlaka şarap içiyorum, yemekten sonra da içiyorum. Ama şaraptan konuşmayı sevmiyorum, bu işin Türkiye’de müdürleri var. El alemin yaptığı şaraptan sabahtan akşama kadar konuşmanın ne anlamı var, onu da anlamıyorum. Onun yerine çocukken hangi matchbox’ların vardı onu anlat bize. Anadolu şarabın kökeni aslında ama Türkiye’de şarap kültürü yok ki. Şarabı ya çocukluğundan beri masanda bulursun, o senin hayatında vardır; ya da bulmazsın. Bilmediğin konuda da elli yaşından sonra ukalalık yapmamak lazım, çünkü kültüründe yok. Ben ilk gençliğimde yeteri kadar mastürbasyon yaptım o yüzden yaşlılıkta bu tip işlere dönmek istemiyorum. Hayattan normal, doğal aktivitelerle tatmin olmak en iyisidir. Kapanışı Lacan'la yapacak olursak, birbiriyle bağlantılı, ve hatta günümüzde de halen çok sıkıntılı geçen süreçlerle alakalı iki alıntıyla: “Cinsel ilişki yoktur” ve “Her zaman doğruyu söylerim”. Bu ikisini kendin üzerinden değerlendirebilir misin? Cinsel ilişki vardır ve cinsellikle ilgili insanın kendisinde fazla bir şey yoktur. Genç yaşta yoga yapanlar kendilerine döndüklerini, derinleştiklerini söylüyorlar. Merak ediyorum yirmi yaşında bir adam kendisinin neresine, içinin neresine gidiyor, içindeki hangi derinliğe erişiyor? Eğer oradan DNA’sına ulaşıp atalarının dünyasına ışınlanıyorsa mükemmel bir deneyim olabilir tabii; ama rüzgar sesi rüzgar sesidir, biteviye akan akarsuya bakarak doğanın diyalektiğini kavramak da bir felsefe meselesidir. Böyle gözlerini kendi içine çevirerek bunların hiçbirine uyanamazsın. Gevşemekle ilgili şeylere zaten hep karşıyım. Bir kere elimi ameliyat ederlerken kolumu tümden uyuşturduklarında, ölümü gördüm kolumda ve o zaman dedim ki “Dünyanın hiçbir yogisi buna ulaşamaz.” Kısaca, erken yaşta yumuşamak istemiyorum -günün belli saatlerinde bile olsa. Hep sinirli, sert ve dinamik kalmak istiyorum. Genç yaşta kendi içine yolculuk diye bir şey olamaz. Yaşlandığımızda, eğer o zamana kadar tatminkar bir hayat yaşamışsak kendi sinemamızı seyredebiliriz ama onun dışında “Bir vücudun üzerinden aslında kendimle sevişiyorum.” gibi şeylere kafa yormak yerine “Oh be memelere bak!” demeyi her zaman tercih ettim, ölünceye kadar da tercih edeceğimi düşünüyorum. Ve evet her zaman doğruyu söylüyorum.
XOXO The Mag
141
1. douwe blumberg, warhorse. 2. gloucester cathedral, uk. 3. the lady of shallot, anonymous. 4. anonymous. 5. anonymous 6.the crown of margaret of york, circa 1300. 7. druids cutting the mistletoe on the sixth day of the moon, henri paul motte, 8. sanctuary lost,anonymous.
PRE-LES TEMPS du MOYEN-AGE hazırlayan aslin kumdagezer
6.
1.
2.
3.
kumaşların ardında saklıyordu tekrar ortaya çıkaracağı vakte kadar. Var olan gerçekliğe yeni bir bakış, yeni bir anlam, yeni bir değer yükleyen ve işbu yaratımlarından zevk almak için yanılsamalarına teslim olan, yansımalarıyla teslim alan kadın sessizliğe bürünmüştü. Geleceğin Orta Çağ'ı kapısına dayandığında hazır bekliyordu ve yıllar süren kazı çalışmasının ardından gün ışığına çıkardığı fosillerin bütününü dışarıda yeniden birleştirmek için yola koyuldu. Aynada yansımasına bakıp beyaz tenini örtecek siyah Chanel’lere uzandı eli. Paravanın arkasında kuşandığı silahlarıyla modernlik sonrası dönemde artık yeninin eskiyi yok etmeye gücünün yetmediğini bilerek geleceğin orta çağının kurallarını gözden geçirdi. Bu yeni ormanın kuralları da eskisinden farksızdı.
Ay’ın mağaraları kadar soğuk ve karanlık yıllarda kadının iki yüzü vardı. Yükselen duvarların dışında dökülen taşlara takılıp düşmeden, başı önde, gözleri yerde hayatta kalma mücadelesinin ardında uzun kirpiklerinin arkasından baktığı yaşamında ağır koşullar hüküm sürüyordu. Kendini mutlu edebilme stratejileri, bu ormanın kurallarını ve oyuncularını tanımasıyla doğru orantılıydı. Kimi zaman birbiriyle uyumlu kimi zaman da çelişki içinde olan gerçekliklerin ortasında kendi gerçekliğini aramaya çalışmaktaydı. Görünmez atfedilen, boyunduruğu altında ezildiği görevlerini hiçe sayan toplum yapısına kendini kanıtlamayı bekleyen ikinci yüzü sırlarla doluydu, arsızdı, cüretkardı. Asiliğinin baş gösterdiği anlarda adının hiç duyulmayacağını bilerek de olsa keskin kalemine ya da fırçasına sarılırdı. İnsanın peşinde olduğu şey, yaşamın motoru olarak adlandırılan temel ilkelerden biri, hazza yönelip acıdan kaçmak Orta Çağ kadınının günlük meşgalelerinin başında seyrediyordu.
Hayatında hala süregelen bulanık gerçekliklerle ne derece hesaplaşırsa onların yarattığı yanılsamayı ne derece kırabilirse özgürleşmeye o kadar yaklaşırken, yükseldiği topuklarının tıkırtılarıyla geri dönüşünün seslerini yaydı. Çağlar öncesine göre başı dik yürüyen, uzun kirpiklerinin ardından karşısındakinin göz bebeklerine bakmaktan çekinmeyen yeni Orta Çağ kadını ne kadar özgürleşse de şeffaflaşmadı ve baki kalan ikinci yüzü sakladıklarıyla egosunu harmanlayıp hala ayın karanlık mağaraları kadar soğuk ve karanlık zamanlara yol aldı. Daha güçlü duruşunun ardında biriktirdiklerinin yanında ayak izlerini takip ettiği Coco Chanel’in mirası ve aymaz ciddiyeti vardı.
Romantik jestlerin peşinde sürüklenen yeni Orta Çağı'n kadınlarının aksine, abartılı gösterilerin adabımuaşeret kurallarının vazgeçilmezleri arasında yer aldığı yıllarda bu kadının ikinci yüzü, yapılan düelloların iki aptalın dünyayı etkilemek uğruna attığı çığlıklar olduğunu biliyordu. Hükmedilen görüntüsünün ardındaki kadının ikinci yüzü mıknatısın zıt kutbu gibi kendine çekiyor, yörüngesinde dans ettiriyordu güneşi için dönen pervaneleri. Dantelin dokunuşuyla canlanan tenini organzaların, krepe
4.
5.
7. 145
8.
XOXO The Mag
Les Temps du Moyen-Age photographer irina ionesco realisation catherine baba clothes and accessories chanel
147
REN Doğal, sağlıklı ve uzun soluklu bir yaşam... Yaşam değil aslında, uzun soluklu bir gençlik! Bahsi geçen ütopyaya taşınmak istiyorsanız, bu keyifli deneyimin odak noktasına doğru, kısacası REN’e doğru ilerleyin. REN, yeryüzünün olmazsa olmazlar listesinin en tepesine yerleşen güzellik kavramını koruma görevini 50’den fazla ülkede senelerdir üstleniyor. Ürünlerini kullanırken, yüksek teknolojiye belki de hayatınızda ilk defa içten içe teşekkür etme gereği duyabilirsiniz. Cildinize kendinizden bile daha iyi davranacak bu dost adayıyla yakın ilişkiler kurmaya hazırlanırken, cilt politikanızı gözden geçirin, sentetik maddeleri aradan çıkarın ve mottonuzu uzun süreli bir gençlik inancının yanında temiz içeriklerle beslemeyi unutmayın! Kendinizi bu tip şartlar altında şımartmak her zaman geçerlidir, her zaman makbuldür. fotoğraflar çağdaş başer illüstrasyonlar zeynep erdem bu bir ilandır
Sensitive Range Hassas günlerinizi bir kenara bırakalım burada, onlara yeteri kadar değinenler var. Gündemimizde hassaslığın en önemli noktası olan cildiniz yer alıyor. Biraz daha iddialı bir idealist olun ve cildinizi hak ettiği düzeyin aşağısına çekmeyin, mesela Hydra Calm Global Protection Day Cream’le nemin, rahatlığın, yumuşaklığın ve korunmanın zevkinden feragat etmeyin. Stresli günlerinizin lafı geçmez burada, sonuçta cildinizin de yatışmaya ihtiyacı var! soldan sağa hassas cildi güzel ve sağlıklı gösteren nemlendirici hydra calm global protection day cream, cildi tahriş etmeden ölü hücreleri temizleyen ve hücre yenilenmesini destekleyen yüz peeling'i jojoba microbead purifying facial polish, hassas cildin daha uzun süre genç görünmesine yardımcı olan toksin arındırma sürecinin destekçisi su bazlı serum hydra-calm youth defence serum, cildi yenilerken çılgın, pürüzsüz, ışıltılı ve sıkı görünmesini sağlayan jel maske smooth and renew mask, tahriş ve rahatsızlık olmadan hassas cildi tamamen arındıran yüz temizleme jeli hydra-calm cleansing gel, hassas cildi tazeleyen ve yenileyen ince dokulu yüz temizleme sütü hydra-calm cleansing milk.
155
Essentials Gereklilikler genelde sıkıcıdır. Herhangi bir varlığın evinizde veya hayatınızda ‘oraya lazım’ olduğunu düşünmek daha da sıkıcıdır. Ama bir gerçekle daha yüzleşme vakti: Her şeyin bir ilki vardır! Yorgunluktan bitap düşmüş gözlerinizin de, sevmesi gereken Active 7 Radiant Eye Gel adında bir alışkanlığı olmalı. Karmaya inanmıyorsanız bile, gözlerinizden saçtığınız ilk intibayı hissettiren o enerji dalgaları sayesinde pek çok tanışmaya mahal verebileceğinizin altını çizelim... Sonuçta nasıl bakmak isterseniz öyle görürsünüz; klişe ama bu da bir başka gerçek. soldan sağa gözenekleri küçülten ve yağlanmayı azaltan detoks özellikli maske invisible pores detox mask, ince çizgilerin görünümünü azaltmak ve cilt rengini aydınlatmak üzere tasarlanmış güçlü biyoaktifler içeren maske glycolactic radiance renewal mask, çevresel faktörlerin verdiği zararları engelleyen SPF’li gündüz nemlendiricisi photoactive sun veil spf, cilde kaybettiği gücü ve nemi geri kazandıran frankincense revitalising night cream, hücre yenilenmesini tetikleyen, cildin renk tonunun eşitlenmiş görünmesini sağlayan onarıcı gece serumu omega 3 night repair serum, göz bölgesindeki şişlik ve koyu renkli halkalarla savaşan, serinletici göz jeli active 7 radiant eye gel, cildi su geçirmeyen rimel de dahil tüm makyaj ve kirlerden tamamen arındıran gül özlü balsam no.1 purity cleansing balm.
XOXO The Mag
Radiance 10 günde bir erkeğin nasıl kaybedileceğini Hollywood filmlerinden öğrendikten sonra, şimdi sıra bir haftada cilt lekelerinden kurtulmanın sırlarını öğrenmeye geldi. Radiance serisi ile 7 günde lekelerden arınmış, çizgi oluşumu azalmış, tazelenmiş, aydınlık ve ışıltılı bir cilde kavuşun. Böylece, güneşin cilde verebileceği hasardan arınabilme süresini minimuma indirgemiş olursunuz. Guinness’de rekor kıramazsınız belki bu dereceyle, ama en hızlı iyileşme süreçlerinden birinin içerisine REN sayesinde düşmüş olabilirsiniz. soldan sağa cildi nazik bir şekilde temizlerken ölü hücreleri giderip ışıldamasını sağlayan temizleme jeli micro polish cleanser, cilt yüzeyini yenileyen güçlü bir meyve asidi konsantresi resurfacing aha concentrate, hücre enerji döngüsünü yeniden devreye sokan multi-aktif serum radiance perfection serum, cildi yenileyen ince çizgilerin görünümünü azaltan görünmez soyucu maske glycolactic radiance renewal mask.
157
Winter Serums Ağaç yaprakları sonbaharda kuruyup dökülmeye başlarken söz konusu cildiniz olduğunda bir mevsimlik daha süreniz var. Ama kış kapıya gelip çattığında cildinizin yardım çığlıklarını artık göz ardı edemezsiniz. Cildinizin nem ihtiyacının katbekat arttığı soğuk havalarda kumaşlara sarınıp sarmalanarak korunma fikrini geride bırakma konusunda hemfikirsek eğer ‘back to basics’ diyerek bakımın en iyi yolu sudur diyoruz. Cilde yoğun nem takviyesinde bulunan ve pürüzsüz ve sağlıklı bir görünüm sağlayan su bazlı nem serumu Max Moisture Concentrate rehberliğinde çetin kış aylarıyla yüzleşmeye her zamankinden daha fazla hazır olacaksınız. soldan sağa kuru ve nemsiz ciltlerde nemi hapseden, ışıltılı bir yumuşaklık veren yağ bazlı gece serumu rose o12 moisture defence serum, hücre enerji döngüsünü yeniden devreye sokan, cilt renk tonunu eşitleyen radiance perfection serum, hassas cildin daha uzun süre genç görünmesine yardımcı olan ve toksinlerden arındıran su bazlı hydra-calm youth and defence serum, ilk yaşlanma belirtileriyle savaşan, cildin daha sıkı görünmesine yardımcı olan su bazlı keep young and beautiful anti-ageing concentrate serum, cilde yoğun nem takviyesinde bulunan pürüzsüz ve rahatlamış bir görünüme kavuşturan su bazlı max moisture concentrate serum.
XOXO The Mag
Anti-Ageing Evet, 30 yaşın yeni 20 olduğu konusunda biz de size katılıyoruz, hatta cildimizin de bizimle aynı fikirde olması için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Bilinçli tüketici kimliğimizi yanımıza katarak kimyasalları minimuma indiren, teknoloji kullanımını ise maksimuma çıkaran, kaynağını doğadan alan ürünlere giderken elimiz, aradığımızı bulmanın sevinciyle bir kereliğine mahsus gülme çizgilerimizi görmezden geliyoruz. İlk yaşlanma belirtileri ile savaşan cildin daha sıkı ve pürüzsüz görünmesine yardımcı olan adı üzerinde serum Keep Young and Beautiful AntiAgeing Serum ile kırışıklarımızla veda ediyoruz. soldan sağa cildin daha sıkı daha genç ve pürüzsüz görünmesine yardımcı olan keep young and beautiful anti-ageing sh2c serum, kırışıklık tedavisinde %100 doğal retinol performansı göstererek cildin renk tonunu eşitleyen bio-retinoid anti-ageing concentrate yağ bazlı gece serumu, menopoz öncesi ve sonrasında cilde yoğun nemlendirme sağlayan ve tazeleyen nemlendirici sirtuin phytohormone replenishing cream, göz çevresindeki kırışıklıkları doğal peptit içeriğiyle azaltan keep young and beautiful anti-ageing eye cream.
159
Moroccan Rose Medeniyetin başlangıcından beri gül banyosu yapan sultanları kraliçeleri okuduk durduk. Bu işte bir keramet olduğuna inanarak Doğu güzellik kriterlerinin baş tacı güle farklı bir yorum getirilmesini beklerken, Fas gülünün cildimize değmesine dünden hazırdık. İpeksi yumuşaklık ve ideal nemlendirme ölçütlerini kıstas alan Moroccan Rose serisi, şeker kamışı özleriyle pürüzsüz bir tazeliği garantileyen ve selülit görünümünü azaltarak sonrasında uygulanacak vücut kreminin en iyi şekilde cilde nüfuz etmesini sağlayan Otto Sugar Body Polish ile tarihte okuduğumuz tüm kadınları kıskandıracak cinsten. soldan sağa cildi nemlendiren aynı zamanda bronzluğu korumaya yardımcı olan gül özleri içeren moroccan rose otto ultra-moisture body oil, fas gülü yağı ile formüle edilmiş moroccan rose otto body wash, cilde ipeksi bir yumuşaklık veren kolay emilimli, gül esansı içeren moroccan rose otto body cream, şeker kamışı özleriyle zenginleştirilmiş, kan dolaşımını hızlandırıcı etkisiyle selülit görünümünü azaltan moroccan rose otto sugar body polish.
XOXO The Mag
Body Set Cilt bakımı denince sadece yüze odaklanan doktrinleri bir kenara bırakın ve cildinizin geri kalanının da sesine kulak verin. Keza bir hayli yüksek çıkıyor olmalı. Bu arada sadece nemlendirmenin bakımdan sayılmadığı dipnotunu da geçelim. Vücudumuzun en azılı düşmanı selülitlerden de dem vurmak gerekirse eğer, her problemin bir çözümü olduğu sonucundan yola çıkarak sizi Body Contouring Anti-Cellulite Gel ile tanıştıralım. Cildinizdeki elastin üretiminin uyarılmasına, ve yağ lobüllerinizle vedalaşmaya hazır olun. Sağdan sola anti bakteriyel özellikli, organik sicilya limonu yağı ile formüle edilmiş citrus limonum hand wash, elleri bakterilere karşı koruyan sicilya limonu yağlı citrus limonum prebiotic hand cream, tunus portakal çiçeği ve greyfurt yağı içeren canlandırıcı neroli & grapefruit body cream, ölü hücreleri gideren ve cildin tazelenmiş görünmesini sağlayan hassas granüllü guerande salt exfoliating balm vücut peelingi, kan dolaşımını hızlandırıp toksinlerin atılımını artırarak doku altındaki yağ hücrelerini azaltmaya yardımıcı body contouring anti-cellulite gel.
161
MUSIC BEST OF 2012
ASLI ARDUMAN Beach House – Bloom // Her yeni albümü bir öncekinden daha iyi olan sayılı gruplardan Beach House. İster istemez, “Bloom’dan daha da güzelini yapabilirler mi?” diye sormadan edemiyorum... Sharon Van Etten – Tramp // Mükemmel bir ses, harika melodiler, insanın içine işleyen sözler... Sharon Van Etten, iyi ki varsın! Wild Nothing – Nocturne // İlk dinlediğim günden beri Nocturne’ün bağımlısıyım. Adı üstünde ‘dream-pop’, ister istemez insanı hayal alemine sürüklüyor, pek de iyi ediyor. Perfume Genius – Put Your Back N 2 It // Melankolinin en güzel hali. Soğuk kış günlerinde yüreğimi ısıtan albüm. Maksimum etki için mum ışığında dinlemeniz tavsiye edilir. Twin Shadow – Confess // 80’lerin sound’unu seviyorsanız ve kaliteli pop müzik dinlemek istiyorsanız Confess’e buyrunuz. Çok sevdiğim Forget’i aratmıyor Confess. Grizzly Bear – Shields // Hayal kırıklığına uğratmayan gruplardan Grizzly Bear. Shields’ı özenle ve dikkatle dinleyin, vakit ayırın; zira her dinleyişte yeni bir şeyler keşfedebilirsiniz. Miguel – Kaleidoscope Dream // The Weeknd’in House of Balloons’unu aratmayacak güzellikte bir R&B albümü daha… Sırada Miguel’i canlı dinlemek var. Chromatics – Kill for Love // Her dinleyişte hayalimde Ryan Gosling’i direksiyon başında canlandıran albüm. Kanımca senenin belki de en nefis synth-pop albümlerinden. Grimes – Visions // Bir diğer şahane synth-pop albümü. Grimes’ın yaratıcılığının devamı gelir mi bilmem ama Visions’ı daha uzunca bir süre bıkmadan dinleyeceğim. Bat for Lashes – Haunted Man // Dinledikçe kendini sevdiren albümlerden. ‘Daniel’ı arayanlar için bu kez de ‘Laura’ ve ‘Marilyn’ süzülüyor tüm gizemleriyle.
BEREN ÖZEL The Mountain Goats – Transcendental Youth // Bu zamana kadar beni hayal kırıklığına uğratmayan tek erkek John Darnielle olduğu için. İddialı bir demeç, farkındayım, arkasında duruyorum. Swans – The Seer // Bitmemiş olduğu iddia edilen bir sanat eseri bile on üçüncü meleği diriltmeye yettiği için. Death Grips – The Money Store/No Love Deep Web // Ahtapot davulcu Zach Hill’in yeni tablosu, adeta bir Jackson Pollock, olduğu için. Aesop Rock – Skelethon // Kelimelerin, kullanabileceğimiz tek silah olduğunu tekrar hatırlattığı için. Mt. Eerie – Clear Moon/Ocean Roar // Cam fanus içinde geçireceğimiz günlere, korunaklı rüya alemlerine taşıdığı için. Julia Holter – Ekstasis // Artık hatırlayamadığım, görsem de bir şey ifade etmediği için. METZ – Metz // Gürültü melodikleşmese de, bir kısım eksiklikleri giderdiği için. Dan Deacon – America // A.B.D., ne bir canavar, ne koca bir çöl, ne bir tren yolculuğu, ne de bir manifestodan ibaret olduğu için. Bob Mould – Silver Age // Geçmişten kesitleri, renkli kalemlerle boyayıp tekrar tekrar sunmaya devam ettiği için. Sunset Rubdown – Untitled (The Dust You Kick Up is Too Fine II) // Spencer Krug yeni albüm çıkaracaktı ama yetişmedi. Seneye artık.
MERVE EVİRGEN Tame Impala – Lonerism // Çünkü Woodstock onlar sayesinde yeniden hortladı. The Maccabees – Given to the Wild // Çünkü en duygusal ve en yoğun gitar riff'leri bu albümde. Alt-J – An Awesome Wave // Çünkü bu sene beni en çok heyecanlandıran yeni çıkış, yeni ve orijinal sound. Frank Ocean – Channel Orange // Çünkü bana R&B’yi yine yeni yeniden sevdirdi. Twin Shadow – Confess // Çünkü bana 80’lerde geçen bir aşk ve macera filmindeymişim gibi hissettiriyor. Beach House – Bloom // Çünkü dinlendiriyor, düşündürüyor, gülümsetiyor, büyülüyor. Grizzly Bear – Shields // Çünkü bu grup bir reklam şarkısından ibaret değil, gitgide ustalaşıyorlar. Flying Lotus – Until The Quiet Comes // Çünkü FlyLo ve bu albüm kulaklıklarımdan uzaya açılan bir kapı gibi. Grimes – Visions // Çünkü synth-pop’un yıllardır başına gelmiş en güzel şey. Chromatics – Kill for Love // Çünkü duygu fışkırıyor bu albümden, üstelik Drive sosuyla birlikte. XOXO The Mag
elİF CEMAL Patti Smith – Banga // Çağdaş müziğin başına gelen en güzel şey; o olmasaydı aşağıda saydığım çoğu albüm olmazdı. O bir olgun ruh ve “Banga” albümü bunun en büyük kanıtı. Jack White – Bunderbluss // 21. yüzyılda rock’n roll’un varlığına inandıran albüm ve tabii müzisyen! Alabama Shakes - Boys & Girls // Brittany Howard’la her gün, her saat ve her zaman sahnede düet yapabilirim… Bu da 2013 dileğim olsun. Muse – The 2nd Law // Muse yine her zamanki gibi kendini aşmış… Epik, sonsuz, muhteşem. Bobby Womack – The Bravest Man in The Universe // “Evrenin en cesur insanı affedebilendir” iddiali sözünü bu kısacık albümün her saniyesinde kanıtlıyor Womack… Neredeyse 40 sene öncesinin soul müziği sanki bugün yazılmış kadar billur bir albüm bu… Sharon Van Etten – Tramp // Şarkılarını süper şahsi bulan eski eşine buradan bir söz: Folk ve ozanlar geleneğine taptaze ve içten bir ses ekledi bu albüm. Hepimizin içine su serpti su gibi sesi. Daha nicelerine… Neil Young with Crazy Horse – Psychedelic Pill // Sesi de şarkıları da kahramanım olan bu söz ve müzik dehası, neredeyse 10 sene sonra yeniden Crazy Horse’la… Beklemeye değdi. Mehmet Erdem – Herkes Aynı Hayatta // Neredeymiş bunca zamandır? Hem sesi hem yorumları hem de kendi söz ve besteleriyle benim genç Leonard Cohen’im oldu. Yeni albüm merakla beklenir, bu albüm hep dinlenir. Michael Kiwanuka – Home Again // Uzun zamandır popüler müzikte duyduğum en rahatlatıcı, en huzur verici ses, hele o sözler… Her gün, bir kez mutlaka! Grizzly Bear – Shields // Neredeyse dört sene beklemeye değdi dedirtecek albüm. Popüler muziği, oda muziği mertebesine eriştirecek (lütfen klasik müzikçiler yanlış anlamasın) rafinelikteki bu dörtlünün kanımca en leziz albümü.
CAN DUNA Godspeed You Black Emperor – Allelujah Don’t Bend Ascend // 20 dakikalık post rock şarkıları özleyenlere işin ustalarından mükemmel bir albüm. Grizzly Bear – Shields // Prodüksiyonda melankoli sesleri, dahice besteler, su gibi akıp giden şarkılarıyla muhteşem bir albüm daha. Tame Impala – Lonerism // Az bir Beatles, az bir Battles, biraz da Ariel Pink - yeni bir iki akor, tertemiz mastering, Avustralya’dan sevgilerle… Swans – Sheer // Michael Gira, seni seviyorum. No wave dahisi, her albüm ile bizi başka bir gezegene yollamayı başarıyor -sonuncusu evrenin dışına postaladı beni. Dirty Projectors – Swing Lo Magellan // Yale Universitesi’nden sadece inek çıkmıyor: Müzik dünyasının pırlantalarından sayılabilecek Dave Longstreth gibi adamlar da çıkabiliyor; yeni sesler, yeni sözler, daha neler neler… Japandroids – Celebration Rock // Bir davul, bir gitar, iki tane azgın; konserlerinde kadınlar dirsek yer, kaşlar patlar, ama hiç kimse umursamaz, çünkü o enerjiyle tekrar doğarsınız. Bkz. hayatınızda ilk defa bir Nirvana şarkısı dinlediğiniz gün. Death Grips – The Money Store // Experimental hip hop öncüsünden underground beat’ler, ağır sözler ve hayatınızda duymadığınız tarzda bir hip hop. Az biraz ilgileniyorsanız şaşırıp kalacaksınız. Burial – Kindred // Karanlık bir sokakta yağmur yağarken ipod’unuzda dinlemek istediğiniz bir albüm varsa budur. Dubstep, güzel vokaller ve olağanüstü bir prodüksiyon. Ariel Pink’s Haunted Graffiti - Mature Themes // Jim Morrisson hayatta olsaydı, “Vay anasını, bu da neymiş böyle?! Bizim beceremediğimizi bu adamlar havada karada becermiş” derdi. Cloud Nothings – Attack on Memory // Allahın unuttuğu Amerikan orta-batısından çıkan bir güzellik daha. Yeni albümünde bize eski lo-fi popun ritminin temizliğini tekrar hatırlatıyor.
HAKAN DEDEOĞLU & AylİN GÜNGÖR Patti Smith – Banga // Bunun sebebini anlatmaya gerek yok sanırız. Josephine Foster – Blood Rushing // Yılın en güzel folk albümü, yılın en güzel sesi. Animal Collective – Centipade HZ // Her albümde en az beş harika parça çıkarabiliyorsan zaten... Eyvind Kang – Narrow Garden // Bütün yıl ruhumuzu usul usul okşadığı için. Portecho – Motherboy // Gerçekten yılın en güzel pop albümlerinden ve tabii ki gönül bağımızdan… Julia Holter – Ekstasis // Müzikte sapılacak güzel bir ara sokak. Filastine – Loot // Elektronik müzik ve dünya müziğinden enfes dokunuşlar bir arada olunca... James Blackshaw – Love is The Plan, The Plan is Death // Bir albüm gerçekten bu kadar içli olunca, bizim de yürekler pek dayanmıyor. Mac Demarco – II / Rock’n Roll Night Club // Yılın en güzel sürprizlerinden, keşiflerinden. Bu isme dikkat. Black Dice – Mr. Impossible // Zihin açmak, kulakları zorlamak ihtiyacı duyduğumuzda yıl boyu yanımızdaydı. 163
MUSIC BEST OF 2012
BENGİ ÜNSAL Grizzly Bear – Shields // Üst üste geçmiş dahiyane melodiler, ritimler… Nakış gibi işlenmiş muhteşem bir albüm. Efterklang – Piramida // Benim için yılın Grizzly Bear ile en iyi albümü. Sıkılmadan bütün 2013 dinleyeceğimi düşünüyorum. Patrick Watson – Adventures In Your Own Backyard // Wooden Arms herhalde hayatta en çok dinlediğim albümlerden biridir. Yerine şimdi yenisini koyuyorum. Patrick Watson’ın sesi, piyano melodileri, grubun müthiş uyumu… Arka arkaya defalarca içine girdiğim Patrick Watson gezegeni. Bobby Womack – The Bravest man in the Universe // Dile kolay, Bobby Womack’in 27. stüdyo albümü! Damon Albarn iyi ki el atmış, iyi ki Bobby Womack bir cesaret, post-dubstep bir albüm yapmış. Leziz. Patti Smith – Banga // 40 senedir üretiyor ve hep çok iyi. Yine şahane bir albüm olmuş. Patti Smith iyi ki var. Godspeed You! Black Emperor – Allelujah! Don’t Bend! Ascend! // Ara verilen 10 yıla yazık olmuş dedirten başyapıt. Muse – The 2nd Law // Tüm albüm türler arası geçiş gibi. Epik. Rock müziğin yanı sıra, Andrew Lloyd Webber, George Michael ve Baz Luhrmann seven benim için biçilmiş kaftan. Tame Impala – Lonerism // Bu albümü dinlerken uzayda koşuya çıkmış gibi hissediyorum. Psychedelic deneysel rock müziği öteye taşıyan, yılın en iyi albümlerinden. Glen Hansard – Rhythm and Repose // Sakin ve dingin. Beni bir nevi topraklıyor. Chilly Gonzales – Solo Piano 2 // Chilly Gonzales’e hayranım. İlk solo piano albümünü halen dinlerim. Pazar kahvaltılarımın vazgeçilmezi.
HARUN İZER Chromatics – Kill For Love // Kısaca yılın en iyi albümü olduğu için bu listede. Best Coast – The Only Place // Mutlu bir sörf-rock albümü işte, çıktığından beri ara ara dinliyorum, hiç sıkılmadım, mutluyum. Norah Jones – Little Broken Hearts // Norah Jones’un şu ana kadarki en başarılı albümü bence, artık cidden olgun bir müzik yapıyor. Bonus: Danger Mouse! d’Eon – Music For Keyboards Vol. I-II-III // Aslında üç albüm de sanatçının piyasaya çıkan esas albümünün yan ürünleri, kaygısızca yapılmış ambient/elektronik müzik eskizleri... Lindstrøm – Smalhans // Lindstrøm insanın kanını kaynatan disco ritimlerini toparlamasını çok iyi biliyor, bu sefer muhteşem analog synthesizer’lar da toparlamış! Muse – 2nd Law // Yok Queen’e benziyor, yok U2’ya benziyor, şuna buna benziyor... Ben aldırmıyorum, adamlar almışlarsa da en güzel yönlerini almışlar hepsinin! Mystery Jets – Radlands // Mystery Jets de artık iyice olgunlaşmış durumda, dördüncü albümleri şimdiye kadarki en güzeli. Spacerocks – Higamos Hogamos Presents . . . SPACEROCKS // Yılın ortasında keşfettiğim bir analog synthesizer’larla kraut-space-rock projesi, özellikle bu tür sesleri sevenler için muhteşem. Taken By Trees – Other Worlds // Victoria Bergsman’ın Hawaii ve reggae esintili albümü, tam bir yaz albümü! Trust – Trst // Austra üyelerinden Maya’nın başını çektiği çok başarılı bir gotik synth-pop grubu, yılın başından beri mp3 player’ımdan eksik olmadı. Cloud Nothings – Attack On Memory // Sahnede muhteşem bir enerjisi var bu grubun, albümleri de aşağı kalmıyor ama.
ZÜLAL KALKANDELEN The Twilight Sad – No One Can Ever Know // 2012’de içindeki isyanı ve özlemi post-punk ve shoegaze’in karanlık sokaklarından geçerek bundan daha tutkulu, daha içten haykıran bir ses duymadım. Dead Can Dance – Anastasis // Brendan Perry ve Lisa Gerrard, farklı kültürleri buluşturma ustalıklarını bir kez daha sergileyip, iç seslerini dinleyerek, kendilerine ait özel sound'u yine çok etkileyici bir şekilde anlatmışlar. Swans – The Seer // 21. yüzyılda modern toplumun delirme anını çok iyi yorumlayan, heavy metalden country’ye, drone’dan post-rock’a, black metal’den ambient’a farklı etkileri kaynaştıran sarsıcı bir ses deneyimi. Godspeed You! Black Emperor – Allelujah! Don’t Bend! Ascend! // “Boyun eğme, ayağa kalk” mesajını tek kelime etmeden, sadece enstrümanları konuşturarak ama ödünsüz ve çok güzel aktaran bir albüm. Brian Eno – Lux // Minimalizmin yarattığı boşlukları benim doldurmamı sağlayarak hayal gücümü en çok harekete geçiren, dinginliğin tanımını yapan albüm, yine ambient’ın en güzel örneklerinden birini veren avangart dahi Eno’dan geldi. Tindersticks – The Something Rain // Tindersticks’in, derin müziğini deneysel bir bakış açısıyla ve zengin bir enstrümantasyonla kaydederek, son 10 yılda aştığı en yüksek eşik; müzikle öykü anlatma sanatının en güzel örneklerinden. Liars – WIXIW // Yaratıcılıklarını kendi elleriyle sınırlamayan, farklı rotalara girip alnının akıyla çıkan Liars’dan yine akıl karıştıran, yoğun ve soğuk sound'u cezbedici bir şekilde sunan çok başarılı bir albüm. Bobby Womack – The Bravest Man in the Universe // Damon Albarn ve Richard Russell, Bobby Womack’in, kaynağını gospel ve soul müziğinden alan dokunaklı şarkı söyleme tarzını, elektronik seslerle bir araya getirip, dinleyiciyi anında yakalayan melodilerle çok uyumlu bir şekilde bütünleştirmiş. Chromatics – Kill For Love // Grubun kaotik post-punk sound'undan romantik Italo disco’ya şaşırtıcı şekilde başarıyla geçtiği, aşk, ölüm, hayal kırıklığı, yalnızlık ve umut gibi hayata dair başlıca temaların cesaretle yorumlandığı, ince işlenmiş bir çalışma. XOXO The Mag
ONUR YAZICI Tame Impala – Lonerism // Harika bir ilk albümün ardından çok daha iyi bir albüm çıkararak psych-rock türünde rakipsiz konuma geldi. The Hives – Lex Hives // Gitar dans, punk ve garage etkileşimli The Hives beş yıl boyunca sürekli kendini özletti durdu. Baştan sona inanılmaz bir enerjisi olan, bildiğimiz The Hives sound’unda, beklediğimize değdi diyebileceğimiz bir albüm. The Maccabees – Given To The Wild // Her albümüyle müziğine yeni bir şeyler katan ve olgunlaşan Maccabees’in bu albümle artık gelişimini tamamladığına şahit oluyoruz. Baştan aşağı harika parçalarla bezenmiş albüm, aday olduğu Mercury’lerin de en büyük adayıydı. Mystery Jets – Radlands // Bildiğimiz, sevdiğimiz sound’larına aynı kalitede devam edebilme konusunda büyük bir merak ve heyecanla beklediğim albümlerden birisiydi. Mystery Jets, biraz da yeni albümlerini kaydettiği kıtanın etkisinde kalarak yine enfes bir albüm çıkarttı. Bloc Party – Four // Bloc Party’nin Pitchfork'tan inanılmaz düşük bir not alması kimseyi kandırmasın, yenilik dolu bir albüm olmamasına rağmen hiçbir şey Four’un kütür kütür bir albüm olduğu gerçeğini değiştiremez. Howler – America Give Up // Amerikalı genç topluluk ilk albümleriyle iyi bir çıkış yakaladı. Hatta, bu yılın NME turunda bile kendine yer edinmeyi başardı. Biraz The Drums, biraz da Julian Casablancas’ın vokallerinin kirli halini düşünün, alın size Howler. The Vaccines – Come of Age // The Vaccines, henüz bir yıl önce çıkarttıkları ilk albümleriyle The Strokes’a Ada’dan cevap olarak lanse edilmeyi başarmıştı. Böylesine ilgi gören bir ilk albüm ve sonrasında yine bir o kadar iyi bir albüm çıkarmaları övgüyü hak ediyor. Django Django – Django Django // İlk albümüyle boyundan büyük işlere imza atan bir başka isim de Django Django. Özellikle Ada'da çok büyük bir isim haline gelen grup, Mercury’lerde de The Maccabees ile en büyük iki adaydan biriydi. The Cribs - In the Belly of the Brazen Bull // The Cribs’in Johnny Marr öncesi haline dönmesi ve bunu yaparken de Marr’dan kalan kırıntıların bu albümde de az da olsa yer alması, bu listeye girmesinde önemli bir etkendi. Totally Enormous Extinct Dinosaurs – Trouble // ‘Ben modaya uymam, moda bana uysun’ mottosunu benimsemiş genç bir müzik öğretmeni, elektronik müzik listelerini nasıl sallar? Bu başarının sırrının okullarda ders niteliğinde anlatılması yakındır.
ARDA TÜMER Amon Tobin – ISAM Live // Yazın Barselona’da Sonar Festivali’nde izlediğim bu performans, kendi adıma 2012’nin en iyi müzik olayıydı. Flying Lotus – Until The Quiet Comes // Salonumun tavanından yıldızlarla dolu gökyüzüne bir kapı açtığı için Flylo’ya borcum büyük. Crystal Castles – III // Ethan Kath ve Alice Glass altı senede üç harika albüm yaptılar. 3’te 3, RESPECT. Four Tet – Pink // Daha sert, daha egzotik, daha derin... In Kieran Hebden We Trust! Tame Impala – Lonerism // Psychedelic rock dozlarımızı bu sene de müdavimi olduğumuz müesseseden karşıladık. Purity Ring – Shrines // Bu yıl Kanada’dan Grimes ile birlikte çıkan en güzel şey. Bana göre “best newcomer.” Kendrick Lamar – good kid, m.A.A.d city // Yılın en iyi hip hop albümü. Frank Ocean – Channel Orange // Yılın en iyi pop albümü. The XX – Coexist // Sonbahar yaprakları jiletimiz, façamız oldu, keder bastı dört bir yanımızı. Orhan Gencebay mübarek! Metz – Metz // Yeni, trash, punk bir şeye hepimizin (ve tabii ki Guy Ritchie’nin bir sonraki filmi için) ihtiyacı vardı.
GÜLŞAH GÜRAY DIIV – Oshin // Bu sene ağzımızın payını bunlar verdi. Buyursunlar listenin açılışını yapsınlar, bence çok şık olur. Bobby Womack – The Bravest Man in the Universe // Womack tüm dünyanın oldu mu bilmem ama bu albümüyle birçok kişinin en cesur adamı oldu, o kesin. Jack White – Blunderbuss // Jack White’ı ayak tırnaklarını keserken bile görsem “Bak ne düzgün kesti” derim. O yüzden isterseniz bana bu konuda güvenmeyin. Grizzly Bear – Shields // Arada sakin sakin oturmak hoşuma gidiyor. Grizzly Bear de işte pek güzel eşlik ediyor bu yaşlı saatlerime. Ty Segall – Twins // Garage Rock sound’un nesi kötü olabilir ki? Çiğ gitarlar, aksak ritimleriyle yine gayet iyi Ty Segall. Bob Dylan – Tempest // Listeye bir Bob Dylan albümü koymayacağımı mı sanmıştınız? Best Coast – The Only Place // Haydi gidelim Kaliforniya’ya. Sörf, güneş, dağınık otel odaları, üstü açık Chevy ve kasetçalarda Best Coast. Tame Impala – Lonerism // Sanki babalarının 70’lerden kalma komedi film setine müzik yapıyorlar. Sanki albümün içine dalarsak bir daha asla çıkamayacağız. Sanki çocukluk arkadaşlarımı dinliyorum, samimiyetlerine güveniyorum. Mumford & Sons – Babel // Folk rock mevzuu bizim kültürün neresine dokunuyor da bu kadar seviyoruz, çözemedik. Banjo çalan bir kişi bile tanımazken aletin sesini duyduğumuzda zıplamak neden? Babel ikinci albüm, gruba karşı hala aynı duyguları hissediyoruz. Seviyoruz, sevdirmeye çalışıyoruz. Two Gallants – The Bloom and the Blight // Eğer gittiğim konser sıkıcıysa konuşurum. Buna da kimse engel olamaz. Adam gibi çalsınlar. Kaldı ki, Two Gallants’ı sahnede görsem ağzımı açacağımı sanmıyorum ve 'My Love Won’t Wait' ile sizleri kendi listemden uğurluyorum. 165
MUSIC BEST OF 2012
YİĞİT ATILGAN Godspeed You! Black Emperor – Allelujah! Don’t Bend! Ascend! // Politik söylemini senelerdir lafla değil, sesle sivrilten Montrealli kolektif on yıl aradan sonra gelen yeni uzunçalarlarının post-rock ve drone girdaplarıyla dünyanın neresinde direniş varsa oraya ruh üfledi. Mount Eerie – Clear Moon / Ocean Roar // Phil Elverum bu sene yayınladığı iki albümle yine bulutları, denizleri ve “ev”i anlattı, narin synth melodilerinden kötücül gitar çığlıklarına uzanan bir ses yelpazesinde münzeviliğin felsefesini fısıldadı. Perfume Genius – Put Your Back N 2 It // Kişisel travmalar ve sevmenin cehennemi yalın piyano baladlarıyla beynimize kazındı. Swans – The Seer // Michael Gira ve bandosunun otuzuncu yıllarında imza attığı mahşeri bir magnum opus. Ortaya çıkan şey müzikten ziyade göklerden gelen ulvi bir çağrı. Lower Dens – Nootropics // Jana Hunter’ın cinsiyetsiz sesinden gelen şarkılar belli etmeden üstümüzü çiğ gibi kapladı. Beyinsel işlevleri güçlendiren ilaçlara atıfta bulunan ‘Nootropics’ adının hakkını veriyor. Grizzly Bear – Shields // Senenin en merakla beklenen indie rock albümünün ağırlığının altında ezilmemek başlı başına bir başarı ama aynı zamanda şarkı dinamiklerinde cesur davranıp drama dozajını artırmayı ancak bu Brooklyn’li dörtlü becerebilirdi. Crystal Castles – III // Bir zamanlar tek seferlik bir numara gibi gelen Crystal Castles, ağır işlenmiş vokallerinden gelen sözlerde zulüm kavramını işleyip özgün bir imgelem dünyası kurarak fark yarattı. Mirel Wagner – Mirel Wagner // Günahlar, öz yıkım ve ölüm. Gitarıyla baş başa kalan Etiyopya doğumlu Fin folk müzisyeni tehlikeli ve tedirgin yaratılarında dinleyicilerine acımadı, onları yer yer gerçeküstü trajedilerin tanığı yaparak ruh dünyalarını altüst etti. Julia Holter – Ekstasis // Holter’ın becerisi, üst üste katmanlaştırdığı sesini zehirleyici synth melodileri ile sarmallayıp uçucu ve hülyalı olmalarına rağmen özgül ağırlıkları yüksek eserler yaratmak. Bir yatak odası kaydı için fazlasıyla incelikli ve ufuk açıcı. Angel Olsen – Half Way Home // İçsel diyaloglarını zengin bir vokal tekniği ile paylaşan müzisyen, hepimizin içinde var olan bir evin hayalini dillendiriyor.
EMRE DOĞAN Godspeed You! Black Emperor – Allelujah! Don’t Bend! Ascend! // Işıkları kapatın, kafanızı boşaltın ve tüm konsantrasyonunuzu bu albüme verin. 10 yıllık bekleme sona erdi. Tame Impala – Lonerism // Lonerism basit bir 70’ler revival’ının çok çok ötesinde. Ekim’den bu yana ardı arkası kesilmeyen övgüler de bunun bir kanıtı. Efterklang – Piramida // Pop kalıplarına yakın, bol vokalli ve kolay dinlenebilir bir albüm, ancak asla ucuz ya da sığ değil. Four Tet – Pink // Hassas, titiz, zarif, olgun, zeki, doyurucu. Albümde boş, ıskalanmış parça yok. John Talabot – ƒIN // Talabot’un çalışmaları hem egzotik hem de evrensel. Zaman ve mekan gözetmeden dinlenebilecek enfes bir albüm. Ricardo Villalobos – Dependent and Happy // 2000’lerin ilk yarısını Villalobos hayranı ve Perlon fanboy’u olarak geçiren birinin bu albümü en iyiler arasına koymaması beklenemezdi. Justin Martin – Ghettos & Gardens // Yılın en iyi deep house parçalarından 'Don’t Go', San Francisco gettolarının ve bahçelerinin yalnızca bir yüzü. Acid Pauli – mst // Gretschmann’ın belki de en içsel albümü. Nicolas Jaar benzetmelerine aldanmayın, mst’de tecrübe konuşuyor. Sébastien Tellier – My God Is Blue // Kendiyle dalga geçmeye bayılan bir garip oğlan Sébastien. My God Is Blue da doyurucu bir retro Fransız elektrosu. Max Richter – Recomposed: Vivaldi Four Seasons // Max Richter, Vivaldi’nin Dört Mevsimi’ni yeniden yorumladı. Başka açıklamaya gerek yok.
SEDA NİĞBOLU Soulsavers – The Light The Dead See // Dave Gahan’ın erkek ve insan olma halleri üzerine ilahi yakarışlarını DM döneminden çok iyi bilsek de en bilge haline Soulsavers ile ulaştığı için... Tindersticks – The Something Rain // Belli bir formül ya da stili tutumuş grupların, geç dönemlerinde daha ağırlaşmak yerine, hafiflik ve mizaha meyledecek cesarete ulaştıklarını izlemek çok zevkli olduğu için... Mouse on Mars – Parastrophics // 1990 ortalarından bu yana, çocuksu bir oyunculukla teknik hakimiyeti bir araya getiren daha iyi bir ekip olmadığı için... Dead Can Dance – Anastasis // Dünya müziği mirasını, oryantalist bir bakış açısından bağımsız şekilde büyük bir zenginlik ve merakla müziklerine taşıyabildikleri için... Beak> – >> // Hatalara ve doğaçlamaya açıklıkları ve en çiğ ses materyallerini böylesine muhteşem parçalara dönüştürebilecek yetenekte müzisyenler oldukları için… John Foxx and The Maths – The Shape of Things // Gençlerin retro takıntısı peşinde ümitsizce debelendiği bir dönemde teknoloji ve geleceğe dair en zihin açıcı soruları soran kişi, 64 yaşındaki bu synth efsanesi olduğu için… VCMG – Ssss // Vince Clarke ve Martin L. Gore gibi iki isimden, 2012 yılında, bu kadar hedefe direkt, maksimal ve dans odaklı bir techno albümü gelmesinin yarattığı kalp çarpıntısı için.... Death Grips – The Money Store // Hip hop’un son dönemlerdeki en agresif ve öfkeli ekibinin, bu kadar büyük bir plak şirketiyle çalışmasının yarattığı komplikasyonları izlemek çok zevkli olduğu için... Carter Tutti Void – Transverse // Throbbing Gristle’ın final albümünün çıkmasına aylar kala, minimal ama etkili ses oyunlarıyla heyecanı iyiden iyiye alevlendirdiği için... The Gaslight Anthem – Handwritten // 2012 yılından beklenmeyecek kadar içten, düz ve Amerikan olduğu için. XOXO The Mag
Beğendiğini çalan radyo radioeksen.com | twitter.com/radioeksen | facebook.com/radyoeksen
ceket lanvin/beymen kazak dolce&gabbana/beymen gömlek yves saint laurent/beymen pantolon dior homme/beymen
change is happening photographer emre ünal styling mahizer aytaş hair serkan aktürk make-up gülüm erzincan photography assistant abdullah inal post production sezer arıcı studio hometown studio model erdi doğan
XOXO The Mag
ceket dior homme/beymen gรถmlek yves saint laurent/beymen pantolon dior homme/beymen
169
kaban jil sander/beymen gรถmlek balenciaga/beymen yaka zeynep tosun
XOXO The Mag
ceket jil sander/beymen gรถmlek balenciaga/beymen pantolon dior homme/beymen yaka zeynep tosun 171
ceket ve gรถmlek balenciaga/beymen pantolon ve kemer dior homme/beymen yaka zeynep tosun
XOXO The Mag
sweatshirt styliste ait yaka zeynep tosun pantolon dior homme/beymen 173
sweatshirt styliste ait gรถmlek yves saint laurent/beymen yaka zeynep tosun XOXO The Mag
kaban jil sander/beymen gรถmlek balenciaga/beymen pantolon ve kemer dior homme/beymen yaka zeynep tosun
175
THE VERY BEST OF 2012 Son dakikacılığınızın ceremesini çektiğiniz dönemlerden biri daha geldi çattı. Yeni yıla çeyrek kala aklınıza gelen hediye sorunsalı, geçip gitmekte olan yılın son günlerinin gündemini hayli meşgul etmekte. Yumurta kapıya dayanınca, anlık çözümlerin kazandığı önem artar önermesinden hareketle, son dakika aklınızda fikir kıvılcımları çaktırabilmek ümidiyle hazırladığımız yılın öne çıkanlar listesine buyurun.
Rolex Sky-Dweller
East Camp Home
Çok seyahat eden biri olarak yaşadığınız jet-lag’i saatinize yansıtmamanız Rolex’in çift saat göstergeli Sky-Dweller modeli ile mümkün oluyor. Üç farklı tasarımdan bileğinize en yakışanı bulmaya çalışırken kolaylıklar dileriz.
Sanat eserinin sadece müzede etrafı kırmızı iplerle çevrili nevi şahsına münhasır parçalar olmadığı konusunda anlaşalı uzun zaman oldu. Valerie Shaff da fotoğraflarını, çerçeveletmek yerine East Camp Home ile yaptığı iş birliği sonucunda yastıkların üzerinde sergiliyor ve evimizde sanatsal alanlar yaratmamıza olanak sağlıyor.
Lego Darth Vader Alarm Clock
Bang & Olufsen BeoVision
Sabah defalarca ertelediğiniz alarmınızı bir kenara koyabilirsiniz. Artık ertelemek gibi bir lüksünüz yok çünkü emir büyük yerden geliyor. Darth Vader kalkmanız gereken saati her sabah size dikte etmek için Lego iş birliğiyle başucunuzdaki yerini almak için bekliyor.
Bang & Olufsen’in son harikası ve ilk smart TV özelliğine sahip teknolojisi, aynı zamanda geçen yıl hayata gözlerini yuman David Lewis’in de son tasarımı. Marifetleri saymakla bitmeyecek ‘sanat eserivari’ televizyon için evinizde gerekli yeri açtığınızı düşünüyoruz.
Rega RP6
Kindle Paperwhite
RP6, mükemmel imalat kalitesi ve kullanım kolaylığıyla dinleyeceğiniz müziklerden uzun yıllar keyif almanızı sağlayacak bir pikap. Ayrıca, performansa katkısı olmayan her tür fonksiyondan arındırılarak, üretim maliyetinin tümü ses kalitesinde artış sağlayacak noktalara yönlendirilmiş.
Eğer hala gerçek kitapları e-reader’lara tercih edenlerdenseniz, Amazon’un yeni ürünü Kindle Paperwhite ile her an fikriniz değişebilir. Amazon’un önceki e-reader’larının ekranı daha bir grimtrak iken, Paperwhite’ın ekranı, adı üstünde, bembeyaz ve kontrast da bir hayli yükseltilmiş.
Hasselblad Lunar
Toy Sculptures by Freya Jobbins
Ron Mueck, Giuseppe Arcimboldo ve Gunther von Hagen gibi sanatçılardan ilham alan Avustralyalı sanatçı Freya Jobbins, oyuncak parçalarından yarattığı heykellerde günümüzde plastik oyuncakların aşırı tüketimine dikkat çekiyor.
XOXO The Mag
Lunar, ilk bakışta şık ve ergonomik tasarımıyla dikkati çeken bir fotoğraf makinası hiç kuşkusuz. Aynasız ve değiştirilebilir lensli makinanın tasarımında, tahta ve derinin yanı sıra, en kaliteli malzemelerin kullanılmış olması da, Lunar’ı bu alanda, lüksün ulaştığı son nokta haline getiriyor.
Underwater DogsSeth Casteel
Diptyque
Mehry Mu Silver Melo Bag
iShower – Wireless Shower Speaker
Mehry Mu’nun popüler modeli Melo bag’in FNO’ya özel olarak reflektör gümüş deri ve siyah mat aksesuarlarla yeniden tasarlanmış versiyonu Silver Melo Bag. Bu parıl parıl Melo Bag, tam bir parti çantası, clutch’lara da cool bir alternatif aynı zamanda.
Duşta bile müziksiz yapamayanlar için iPod ve hoparlörlerini banyoya taşıma devri bitiyor. 60 metre mesafeye kadar, bluetooth’u olan her cihazınızla eşleştirebileceğiniz su geçirmeyen hoparlör sayesinde, müzik keyfinizi iShower’ın ses kalitesiyle yaşayabilirsiniz.
Nike Flyknit Racer
Issey Miyake - Pleats Please
Her tatil sezonunda çıkardığı mumlarıyla kalbimizi çalan Diptyque bu kez bizi Doğu’nun mistisizmini koklamaya çağırıyor. Binbir Gece Masalları’nın ilhamıyla şekil bulan mumlar üç ayrı seçenekle olfaktif yolculukları tetikliyorlar.
Biricik dostlarımız köpekleri hep sevimli fotoğraflardaki boynu bükük halleriyle görmekten sıkıldıysanız, ödüllü fotoğrafçı Seth Casteel’in sualtında eğlenceli dakikalar geçiren köpekleri birbirinden ilginç surat ifadeleriyle fotoğrafladığı kitabı yüzünüzü güldürecek.
Time’ın 2012’nin en iyi icatları listesine bile giren bu ayakkabılar, Nike’a özel, yeni bir teknoloji kullanılarak tasarlandı; tüy gibi hafif oluşu, ayağı sarması ve örgü yapısıyla spor dünyasında devrim yarattı. Bu ayakkabıların bir diğer güzel tarafı da, üretildiği fabrikada az atık madde bırakarak çevre dostu bir ürün olması.
Siz de Issey Miyake’nin ‘Pleats Please’ koleksiyonunu sevenlerdenseniz bu kitabı raflarınıza eklemek isteyeceksiniz. Taschen tarafından yayınlanan kitapla, koleksiyonun tasarımından satışa çıkışına kadar olan sürecini keşfedebilirsiniz.
Häagen-Dazs Ice Moon by Doshi Levien
‘Fuck Pattern’ Wallet
Jun Takahashi’nin Undercover markası için ürettiği bu cüzdanların deseni bize diğer lüks markaların desenlerini andırmadı değil fakat tutum olarak çok daha sert ve esprili olduğu da gözümüzden kaçmadı.
Maalesef “Ayın tadı nasıldır?” sorusunun cevabını verebilecek bilgiye sahip değiliz ama bir alternatifimiz var. ‘Le Voyage dans la Lune’ ilhamıyla hayata geçirilen Doshi Levien tasarımı Häagen Dazs dondurma kaplı kek hayal gücünüzü zorlayıp tat alma duyularınızı sarsacak.
Zeal Ion HD Camera Goggle
David Lynch x Dom Perignon
Amatörlük mertebesinden terfi eden kayakçılar, maharetlerinizi ölümsüzleştirmek isteğinize verilecek bir cevabımız var. Alnınızın ortasına yerleştirilmiş sekiz megapiksellik ve 170 derecelik açısıyla HD bir kamera ve tabii ki kamerayı taşıyacak şık bir kayak gözlüğü.
David Lynch, Dom Perignon 2003 ve Rose 2000 şişelerini tasarlamak için iki gününü karanlık odada ışık oyunları eşliğinde fotoğraf çekerek geçirdi. Ortaya çıkan, Lynch filmleri gibi karanlık ve büyülü ürünün köpüklerinin tadını çıkarın.
177
Alfred Hitchcock – The Masterpiece Collection
Pedale Playing Cards
Flora di Fornasetti
BMW Airflow Helmet
Hitchcock’un yanılsama, gizem ve bilmeceler yumağında kendinizi tekrar tekrar kaybetmek istiyorsanız, yönetmenin filmlerinden 15 seçkinin bulunduğu, sınırlı sayıda üretilen koleksiyonu kaçırmayın.
İtalyan tasarım evi Fornasetti’nin yeni ürünü, çiçek kokulu bir mum. Flora’nın yaratılışındaki ilham kaynağı da Milano’daki Fornasetti evinin bahçesindeki rengarenk çiçekler. Fornasetti’nin her daim ilham perisi Lina Cavalieri ise bu kez de doğurganlık tanrıçası olarak çıkıyor karşımıza.
Yüzlerini görmeye pek aşina olduğumuz 52 kart bu kez Pedale Design’ın illüstrasyonlarıyla masamıza teşrif ediyorlar. Kickstarter’ın katkılarıyla satışa sunulan kartlar alıştığımızdan farklı bir yorumla tasarımın inceliklerine dalıp oyunu takip etmemizi epey zorlayacak cinsten.
Motosiklet özgür ruhun simgesi olarak kabul edilir ama kendinizi rüzgarın dayanılmaz hafifliğine bırakırken güvenliği de elden bırakmamak lazım. Ödüllü ve zarif tasarımının yanında oldukça hafif olan BMW AirFlow 2 kaskı takıp “Safe is the new cool.” sloganıyla kendinizi rüzgara bırakın.
Jellycat Pug iPad Kılıfları
Frank Lamp
Evdeki köpeklerin hareketlerinden ilham almış Taylandlı Pana Objects’in alametifarikası Frank Lamp. Duruşunu istediğiniz gibi manipüle edebileceğiniz tasarımıyla ve istediğiniz lokasyonda kullanılabilme özelliğiyle içinizde kafasını okşama isteği uyandırıyor.
Jellycat, pugseverler için tasarladığı bu iPad kılıfıyla hayvan sevgisini esprili bir boyuta taşıyor ve klasik iPad kılıflarına farklı bir alternatif getiriyor. PVC kılıfın tüm yüzeyi, yüksek çözünürlükte ve neredeyse gerçekmiş hissi uyandıran bir pug fotoğrafıyla kaplanmış.
Nespresso U
Ailesinin en yenisi U, modüler tasarımıyla, daracık alanlara bile sığabilen bir makine. Ayrıca, dokunmatik bir ara yüze sahip; makineyi açmak için yalnızca bir parmak hareketi yeterli. Dokunmatik tuşlarla fincan boyutunu seçebiliyorsunuz. Kapsülü seçip, kapsül kapağını da kapattınız mı kahveniz hazır.
Jil Sander Memphis 999 Derby Shoes
Düz bir siyah ayakkabıya yeterli miktarda posh ve punk baharatlar katan Sander, atacağınız her adımın iddialı olması için gerekli beyanatı sunuyor. Ciddi bir sabahtan lakayt bir geceye hızlıca adım atabilirsiniz.
XOXO The Mag
The League of Marvels Hasbro Marvel ile yaptığı son iş birliğinde hayranı olduğumuz süper kahramanları 1890 yılına geri gönderdi. Serinin ilk altı figürü içinde Spider-Man, Cyclops, Captain America, Daredevil, Nick Fury ve Arnim Zola var. Kalp atışlarınızın hızlandığını buradan duyabiliyoruz.
Home Cinema Sound CSS5123 Soundbar
Philips’in ürettiği CSS5123 modeli sayesinde artık yalnızca televizyonunuz değil, Android tabletleriniz ve akıllı telefonlarınız da muhteşem bir ses kalitesine kavuşuyor.
James Bond Miniature Vehicles Set
Moleskine Photo Books
UO Skull Cookie Jar
Arkcanary II
Kurabiyeleri saklamanın alternatif yollarından birini ararken kurabiyelerin beyne de iyi geldiğinin altını çizen bir tasarım takıldı radarımıza. Biraz manidar olduğunu biz de kabul ediyoruz.
iPhone’larınızla kullanabileceğiniz klakson şeklindeki Arkcanary hoparlör sayesinde telefonunuzdaki şarkıları herkese duyurabilirsiniz. Arkcanary, ilginç görüntüsüyle de kullandığınız ortama renk katacak.
Assassin’s Creed III
77|011
Moleskine size alıştığınız kalitesine kendi yaratıcılığınızı katma fırsatı sunuyor. Eklemek istediğiniz fotoğraf ve metinlerin tasarımını siz yapıyorsunuz ve Moleskine de albümünüzü sizin için üretip, kapınıza kadar getiriyor.
Şu ana kadar izlediğimiz 23 Bond filminde, 007’nin ‘ayağını yerden kesen’ araçlar hep gününün en lüks modelleri oldu. Garajınıza koyamasanız da, masanızda süs olarak kullanabileceğiniz minyatür modellerin üreticisi Corgi.
En iyi video oyununu seçmek oldukça zor bir iş. İnsanın aklı hep diğer iyi oyunlarda kalıyor. Assassin’s Creed’in son serüveni, bu yarışı az farkla önde bitirdi. Oturmuş oyun dinamikleri, zengin tarihsel içeriği ve kahramanımızın karşıki dağları titreten karizması oyunu akranlarından üstün kılan özellikler.
Rizoma, Belçikalı moda tasarımcısı Dirk Bikkembergs ile güçleri birleştirdi ve ortaya the metropolitan 77|011 bisiklet çıktı. Şık ve modern tasarımı ve yalnızca 8 kg oluşuyla dikkatleri üzerine çeken bisikletin gövdesi monoblok karbondan, selesi ve gidonu da alüminyum.
Poiret, Dior, Schiaparelli: Fashion, Femininity And Modernity
Flos Piani Table Lamp
Bouroullec kardeşler tarafından Flos için İtalya’da üretilen bu masa lambası sade tasarımı ve dört renk seçeneğiyle dekorasyonunuza renk katıyor. Ürün, göze hitap etmenin yanında, geniş alt kısmı sayesinde de masanızdaki dağınıklığınızı toparlıyor.
Ilya Parkins’in kaleme aldığı; Poiret, Dior ve Schiaparelli’nin anıları, röportajları ve kendi anılarının bulunduğu kitap, 20. yy’dan itibaren moda ve dişiliğin değişen kavramlarını inceliyor.
Marc by Marc Jacobs iPhone Kılıfları
iPhone’larınızı komik ve sevimli yaratıklara dönüştürmeye ne dersiniz? Marc Jacobs, muhtemelen gelmiş geçmiş en tatlı iPhone kılıflarını sunuyor huzurlarımıza. Baykuş, köpek ve zebra şeklindeki bu kılıflar yüzde yüz silikondan.
Derin Sarıyer
Derin Sarıyer’in kanyon görünümlü tasarımı ‘Nas Small Table’ı bütün olarak kullanabildiğiniz gibi parçalarına ayırarak da kullanabiliyorsunuz.
179
Mortality
M.A.C Clear Brow Set
Unfortunately013 Takvimler
Apple iPad Mini
Phillips Sonicare DiamondClean
Marni Sandalyeler
Jeremy Scott Monster Scarf
Renew SleepClock
Eva Solar Tea-Brewer
Playstation Vita
Christopher Hitchens’ın ölümüne 18 ay kala yazmaya başladığı Mortality, yazarın ölüm döşeğinde bile inanılmaz bir yazma kapasitesine sahip olduğunun göstergesi. Cesur üslubundan ödün vermezken, bir yandan da kanserle mücadelesini ve hastalığın dünyayla ilişkisini nasıl değiştirdiğini anlatıyor Hitchens.
Fortuna Todisco’nun tasarladığı takvimlerin her bir sayfası günümüzün batıl inançlarını resmediyor. Yine her bir sayfanın üst kısmında da, resmedilen batıl inançla ilgili şifreli bir alıntı yer alıyor. Bu eğlenceli ve biraz da karanlık takvimler, sıradan takvimlerden sıkılanlar için.
Sade tasarımı, basit kullanımı ve yüksek performansının yanında, aldığı ödüllerle de diğer elektrikli diş fırçalarından ayrılan bu model, dişlerinize sağlık ve elmas parlaklığı vadediyor. USB’li seyahat kitiyle bilgisayarınızda şarj edebileceğiniz diş fırçanız her an kullanıma hazır.
“Eli kulağında kış soğuklarıyla en iyi kim başa çıkar?” diye düşündük ve Jeremy Scott’ın elinden çıkma bu sahte kürkten canavarın en iyi çözüm olacağı konusunda karar kıldık. Pembe rengine ihtiyatlı yaklaşanlar için turuncusu da mevcut.
Mevsimle birlikte günlük ritüellerimiz de değişiyor. Soğuk havalarda sıcacık çay partileriyle kendinizi şımartmak için, ‘red dot’ ödüllü Eva Solo Tea Brewer ile çayınızı hazırlayabilirsiniz. Ayrıca suni kauçuk kılıfı sayesinde çayınız daha uzun süre ısısını koruyor.
XOXO The Mag
Topaklaşmadan ve kalıp görünümü vermeden kaşlarınızı şekle sokmak için M.A.C’in kaş fırçası birebir. Şeffaf jel formuyla doğal görünüm sağlayan ürün, kaşlarınızı hizaya sokacak.
Apple’ın parlak tablet deneyimini daha küçük boyda yaşamak isteyenler için ideal bir ürün. Üstelik de küçük boyuna karşın, büyük iPad’lerin yapabildiği her şeyin üstesinden geliyor.
Marni, ünlü renk bloklarını sandalyelere uyarlamış. Ama işin daha da enteresan tarafı, Marni’nin Kolombiyalı hayır kurumlarıyla birlikte çalışması ve bu sandalyeleri de Kolombiyalı mahkumların tasarlamış olması. Sandalyelerden elde edilen gelir de yine bir hayır kurumuna bağışlanacak.
SleepClock temassız sensörleri sayesinde uykunuzda nefes alış verişinizi ve hareketlerinizi ölçüyor ve sizi uykunuzun en hafif kısmında uyandırıyor. Kendi seçtiğiniz müziğe de uyanma imkanı sunan SleepClock ile güne daha zinde uyanıyorsunuz.
Playstation Vita, kaliteli grafikleri, güçlü donanımı ve ideal boyutları ile kullanışlı bir oyun platformu. Hissiyatı iyi bir dokunmatik ekrana ve popüler sosyal medya uygulamalarına sahip. Bir iPad değil muhakkak, ama görece düşük fiyatı ile iPad müşterisinden kendine pay çıkardığı da ortada.
XOXO ID Mine Özgül Designer - Maison De Piem Tasarıma nasıl başladın? Hep biliyor muydun tasarımcı
edebildiğim bir zaman dilimini ya
kafamdaki fikir doğrultusunda,
olacağını?
da geçmişten ilham alabildiğim
kumaşlarımı bulup ona göre
Anneannem çok iyi bir terziydi.
bir dönemi yansıtıyorlar. En
koleksiyonu hazırlarım. O
Onu seyrederek ve daha sonra
modern parçada bile geçmişten
yüzden genellikle en çok vakit
Cumartesi günleri babamın
ufak bir detay oluyor. Sanırım bu
harcadığım kısım işin kumaş
ofisindeki kumaşlarla oynayarak
nedenle modern ve bir o kadar da
kısmı oluyor. Kumaşlarımın bir
başladı tasarım hayatım;
zarif ve alımlı bir görüntü ortaya
kısmını kendim Hindistan’da
Brown’da Ekonomi okuduğum
çıkıyor.
geliştiriyorum; bunlar genellikle işlemeli kumaşlar.
dönemde biraz sekteye uğramış olsa da, sonra tekrardan yola
Peki, kendi tarzını nasıl
Bu yüzden de sadece bana
girdi. Zaten ne istediğimi hep
tanımlarsın?
özel olduklarını biliyorum. Geri
biliyordum sadece uygulamak
Mine-like.
kalanını da genellikle İtalya’da Como bölgesinde dolaşarak
her zaman kolay olmayabiliyor. Kimi giydirmeyi çok isterdin?
toparlıyorum.
Maison de Piem ismi nereden
Eskilerden, Babe Paley, Marissa
geliyor?
Berenson. Yenilerden, Monica
Çalışırken müzik dinler misin?
Piem aslında, Amerika’da
Bellucci. Kurgu kararterlerden de
Şu ara neler var playlist’inde?
kullanılan AM/PM-12 saatlik
Marge Simpson.
Evet tabii, dinliyorum. Playlistim bazen fazla değişkenlik gösterse
zaman gösterimindeki PM ancak yazılışı değişik. Yani Piem, gece
Favori tasarımcıların kimler?
de (İkizler burcu değişkenliği),
kıyafeti ve abiye tasarımlara,
Vionnet, Schiaparelli, Madame
genellikle hep olanlar: Florence
gece kavramına gönderme
Grès, Balenciaga, Lacroix, Alber
and the Machine, Roisin Murphy,
yapıyor. Maison De Piem’in tam
Elbaz, Azzedine Alaia.
Breakbot, Lovers Electric, The Smiths, Metronomy ve aralara
kelime anlamı olarak açılımı “gece evi”.
Sana neler ilham verir?
giren 80’ler ve hip hop klasikleri.
Aslında her şey. Ama en çok eski Koleksiyonunu nasıl
dergi ve kitaplarım; koleksiyon
2013’te Maison De Piem’de bizi
tanımlarsın? Tüm
çıkmadan önce genellikle onlarla
neler bekliyor?
tasarımlarının taşıdığı ortak
uzun bir kampa giriyorum. Bazen
2013 aslında Maison De Piem
özellik nedir?
de eski kumaş parçaları.
için önemli bir sene. 2012’de bazı değişiklikler yaptık ve
Maison de Piem tasarımları özellikle geçmişe yönelik bir
Küçük yaşlardan beri
koleksiyon artık daha çok
vizyondan yola çıkarak, benim
kumaşlara özel bir ilgin
uzun elbiselerden oluşuyor.
yaşamadığım ancak film, müzik,
var diye biliyorum. Biraz
Bu değişiklik, dünyada farklı
kitaplar vb. sayesinde ziyaret
kumaşlarla olan ilişkinden
ülkelerde çalıştığım buyer’lardan
bahseder misin? Bir de,
çok iyi tepkiler aldı. Maison
nerelerden topluyorsun
De Piem karakteristiklerini
kumaşlarını?
kaybetmeden, özellikle kumaşlar
Kumaşlar benim için bir hastalık.
üzerinde yoğunlaşarak, The
Zaten küçüklüğümden beri bir
Goddess koleksiyonunu
elbisede en çok hoşuma giden
çıkardık. Koleksiyon Ocak
şey her zaman kumaş oldu.
2013 sonu mağazalara girecek;
Kumaşın güzelliği ve uyumu
heyecanlıyım.
bütün görüntüyü değiştirir. Bir kumaş dükkanına girince
Peki hangi mağazalarda
kendimden geçiyorum. Sanırım
bulabiliriz tasarımlarını?
bu annemden geçen bir merak,
Midnight Express, Harvey
ki halen onun genç kızlığından
Nichols ve Brandroom'da
kalma kumaşlar vardır evde.
bulabilirsiniz.
Ben de genellikle koleksiyonu hazırlayıp kumaş seçmem;
XOXO The Mag
Beyaz Gömlek Tam otuz altı yıl önce ‘Hep gömlek, sadece gömlek’ diyerek yola çıkan Christian Restoin nevi şahsına münhasır tasarımcı gözü ve beğenisiyle erkek gömleklerini kadınların gardırobuna Equipment ile sokmayı başarmıştı ve erkek gardırobunun klasik parçası olan gömlek glam bir görüntüyle kadınlar için bir arzu nesnesi haline gelmişti. İlhamını 1950’lerin Amerikan filmlerinden ve Katherine Hepburn, Lauren Bacall gibi hem oyunculuğunu hem tarzını konuşturan isimlerden alarak yolculuğuna başlayan marka bugün Serge Azria’nın direktörlüğünde, köklerine sadık kalarak kaliteyi ve sadeliği modern bir yorumla geçmişten geleceğe taşıyor. Biz de beyaz gömleklerini bu sezon da gardıroplarımıza taşıyoruz.
Meadham Kirchhoff Şubat ayına geri dönüyoruz, 2012 Sonbahar-Kış koleksiyonları bir bir beğeniye sunuluyor. Sahne alma sırası Coach Gökkuşağına Dokundu Koca logolu Coach çantaları yüz kaslarımızı çok da iyi etkilemiyor kabul ama Legacy Duffle Bag koleksiyonunu görünce kasılan tüm kaslarımız koca bir gülümsemeyle canlandı. Eskiyi yad eden koleksiyonun bel kemiği sadelik ve tabaklanmış derinin
Meadhamm
binbir renge girdiği halleri. Coach silüetlerinden en akılda kalanlarından biri olan Duffle’ın günümüz güncellemesinde renk seçme aşamasında çanta denemekten kol kası yapacağınızı ve harcadığınız süre ne olursa olsun aklınızda ya da kolunuzda tek bir seçenekten fazlasıyla eve döneceğinizi de dost acı söyler diyerek belirtelim.
Kirchhoff’a geldiğinde standartlar yükseliyor. 70’lerin abartısı ve renkleri podyumu ve gözlerimizi esir alıyor. Tam disko yıllarından nasibimizi aldığımızı düşünürken Calandra sahte kürk çıkıyor sahne arkasından. Eğlenceyi kovalarken rastladığımız en agresif dışavurum şekli tüylü bir palto tasviri olarak çıkıyor karşımıza. Bu arada uyaralım, işbu tasarım renkleri ve desenleriyle kısa süreli hipnoza neden olabilir.
A Dream To Wear In Your Hair Büyük markalardaki kariyer yolculuğu Alexander Mcqueen’in satış departmanında başlayıp, Maison Moschino’nun kreatif ekibinde yer alarak dükkan vitrinlerini tasarlamakla sonlanınca, esas tutkusu olan şapka tasarımcılığına kendini adamaya karar veren genç tasarımcı Francesco Ballestrazzi, yaratıcılığının kanatları altında şapka yapma tutkusunu daha fazla zincirleyemedi ve 2010 yılında kendi markasını kurdu. İki senedir edebiyattan sinemaya kadar uzanan ilhamlarını somut birer esere dönüştürdüğü şapkalarında saçlarımıza takacağımız masallar yazıyor Ballestrazzi. El yapımı her şapka heykelsi yapısıyla ayrı bir hikaye anlatıyor. Milanoluların yorumuna nail olmadan önce sadece statü belirtisi olan şapkaları, aldığı mirasa ihanet etmeden sanat eseri tadında yorumlamaya devam ediyor ve alter egomuzu bastıramadığımız anlarda içimizden kim olmak geçiyorsa başımızın üzerinden dışa vurabileceğimizi hatırlatıyor.
183
XOXO ID Serdar Bozok Moda Tasarımcısı Biraz kendinden bahseder misin? 25 yaşındayım. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Tekstil ve Moda Tasarımı Bölümü mezunuyum. İçinde estetik ve tasarımı barındıran her şey bana ilham veriyor, yaratıcılığımı kullanabileceğim hiçbir alandan vazgeçmek istemiyorum. Mimar Sinan'dan dereceyle mezun olduktan sonra, İTKİB'in tasarım yarışmasında da birincilik aldın. Seni farklı kılan ne?
Çocukluğumda yüksek gerilim
tarzın var? Nasıl giyiniyorsun?
Beni farklı kılan bir şey var mı
hattı direklerini kadın silüetlerine
Vazgeçemediğin parçalar var mı?
bilemiyorum ama yaptığım
benzetmemden yola çıkarak
Trendler doğrultusunda minimal
her şeyi severek yapmaya ve
yaptığım bir çalışma. Keskin
tasarımları ve özel ayrıntıları
elimden gelen en iyi haliyle
ve geometrik şekilli bu formları
olan kıyafetleri tercih ediyorum.
sonuçlandırmaya çalışıyorum.
kadın bedeni gibi narin ve organik
Siyah skinny jeans sanırım
Kendimi bildim bileli yapmak
bir yapıya taşıyarak, minimal ve
vazgeçemediğim tek parça.
istediğim meslek buydu. Sanırım
feminen bir görüntü yakalamaya
bu meslek için doğru insanlardan
çalıştım. Koleksiyonun genel siyah
Bundan sonrası için aklında neler
biriyim.
görünümünü özel detaylar ve
var?
aksesuarlarla destekledim.
Yurt dışında yüksek lisans eğitimimi tamamladıktan sonra, gereken
Ümit Ünal, Hakan Yıldırım gibi önemli isimlerle/markalarla
Tasarımcılığının yanı sıra
desteği bulabilirsem markalaşmak
çalıştın. Bu deneyimlerin sana
modelliğinle de adından söz
istiyorum.
ne gibi katkıları olduğunu
ettiriyorsun. Modellik macerası
düşünüyorsun?
nasıl başladı? Şimdiye kadar
Öğrenciliğim sırasında benim
hangi projelerde yer aldın?
için Türkiye'nin en önemli
Modelliğe 4-5 yıl önce, görev
tasarımcılarından ikisiyle çalışma
aldığım defile backstage’lerinde
şansım oldu, Türkiye'de yaşayan
fark edilip, fotoğraflarımı
bir moda tasarımı öğrencisi için
gören fotoğrafçıların beni
gerçekten büyük şans… Aldığım
çekmek istemesiyle başladım.
akademik eğitimle beraber,
Ümit Ünal.man, Twn Campus,
terbiye edilmiş gözlere ve ellere
Bil's, Loft, Colin's, Boyner gibi
sahip olduğumu düşünüyorum.
markalar için ve birçok derginin
Moda tasarımcılığı günümüzde her
editorial çekimlerinde modellik
Modern Vintage: Ca&Lou
ne kadar popüler, zevkli ve kolay
yaptım. XOXO The Mag de
Dünyaca ünlü pek çok marka için çalıştıktan sonra 2010’da
bir meslek gibi gözükse de, aslında
bunlardan biriydi.
Ca&Lou adını verdikleri kendi takı markalarını yaratan ve ikisi
fazlasıyla zor, stresli ve hayatınızı
de hala zaman zaman büyük marka ve dergilere freelance
adamanızı gerektiren bir iş. Yeni
'Serdar Bozok' dünyaca ünlü bir
danışmanlık yapmaya devam eden Carolina Neri ve
kurulan bir marka için yine Ümit
marka olsa, en sıkı takipçileri
Bérengère Lux’ün koleksiyonlarındaki parçalar kusursuz el
Ünal ile beraber çalışıyoruz, onunla
kimler olurdu?
işçilikleri ve birbirinden zarif tasarımlarıyla göz kamaştırıyor.
çalışmak gerçekten çok keyifli.
Farkındalığı ve aurası yüksek,
Coco Chanel, Loulou de la Falaise, Diana Vreeland, Bette
yaşsız, iyi eğitimli, başarılı kadınlar
Davis gibi isimlere olan hayranlıklarıyla yola çıkan ikilinin
ve belki zamanla erkekler olurdu.
koleksiyonlarının vazgeçilmez materyalleri 24 ayar sarı
Şimdiye kadar verdiğin en doğru karar neydi?
altın veya pembe altınla kaplanmış, Swarovski kristalleriyle
Okuduğum okul ve bölümü
En beğendiğin tasarımcılar
ve yarı değerli taşlarla süslenmiş gümüş ve bronz. 80’lerin
kazanabilmek için biraz ısrarcı
hangileri?
ihtişamından Art Deco’ya uzanan geçmişin izleriyle vintage
davranmış olmam olabilir.
Anthony Vaccarello, Alexander
hissi uyandıran koleksiyon tamamen modern bir tavrın eseri.
Wang, Christopher Kane, David Biraz da yeni koleksiyonunu
Koma, Haider Ackermann, Pedro
anlat bize. 'Power Pylon' nasıl
Lourenço beğendiğim ve tarzlarını
ortaya çıktı?
kendi tasarım anlayışıma yakın
‘Power Pylon’ 2013 İlkbahar-Yaz
hissettiğim tasarımcılar.
koleksiyonu, diploma projem için hazırladığım bir koleksiyondu.
Günlük hayatında nasıl bir
XOXO The Mag
Is Your Dog/Cat Gay? Kafanızdaki soru işaretlerini şöyle bir tarasanız, karanlık, toz tutmuş bilinçaltınızı şöyle bir elden geçirseniz, klasörleyip yedeklediğiniz dosyalarınızda karşılaşacağınız hangi soru sizi en çok şaşırtanı
Eclats du Soir de Chanel
Guilty Pleasure
olurdu? Ya da hangisi için
Yaratıcılığın karmaşık bir zeka gerektirdiği
Geçen sezon
‘buna da mı kafa yormuşum’
su götürmez, ama bazen pratik bir
mürebbiyelerden
derdiniz? Hepsini bir bir not
zekanın da kadir olabildikleri şaşkınlığın
hallice gezdiğimiz,
edin, sonra beğendiklerinizi
uç noktalarına sürükleyebilir insanı. 1994
kanımızda gezinen
seçip kitap yapmanızı
yılının Chanel defilelerinden birinin kulisine
vintage hücrelerine
salık vereceğiz. Evet, kitap
alalım hızlıca sizi. Sahne arkasındaki
engel olamayıp ilkokul
raflarında başparmakları
makyaj artisti basın fotoğraflarının
yakalarımızı sandıklarda
sizi işaret eden soru cümlesi
çekilmesinden önce modellerini kontrol
yana yakıla aradığımız
içeren binlerce kitap var ama
ediyor. O da nesi? Modellerden birinin
yaka sezonu geride kaldı,
bizim bulduklarımız sizin
ojeleri yok! Eline geçirdiği bir marker
yerini soğuk havalarda
az önce yaptığınız bilinçaltı
ile modelin tırnaklarını siyaha boyarken
boynumuza saracağımız
araştırmasında çıkan
aslında ‘Rouge Noir’ koleksiyonuna
atkılar aldı demeyi çok
sonuçlarla yarışabilecek
ilham verdiğinden bihaber. Şimdi 18 yıl
isterdik. Fakat Au Jour
kadar eğlenceli olanlar.
sonra Chanel makyaj departmanının
Le Jour’un yakalarını
New Yorker’ın karikatüristi
kreatif direktörü Peter Philips efsanevi
görünce belki bir istisna
Victoria Roberts’ın ellerinden
koleksiyonu günün kodlarıyla yeniden
yapabiliriz diye düşündük.
çıkan, Charles Kreloff ve
harmanlıyor: Bir tutam altın bir tutam
Flamingoları mı yoksa
Patty Brown’ın kafasını
bakır alaşımına gecenin ışıklarını, kristal
penguenleri mi daha çok
kurcalayan sorumuz -itiraf
tanelerini ve kadife hissini katıyor.
sevdiğinize karar verip,
edin klasörlerinizden birinde
Gözlerinizde
belki de parlak taşlardan
sizin de karşınıza çıktı: ‘Is
kaçamak
yana kullanırsınız
Your Dog Gay?’ Ben kedi
bakışların gizemi,
seçiminizi. Karar
insanıyım diyorsanız kitabın
dudaklarınızda
vermenin hayli karmaşık
‘Is Your Cat Gay?’ versiyonu
tadını aldığınız
bir süreç olduğunu
da mevcut.
koyu bir likörün
kabul ediyoruz ve her
kadife hissi
halükarda sezonun ‘guilty
belki yeni yıla
pleasure’ı atfettiğimiz
ya da sıradan
yakalardan bir tane edinip
bir gecede özel
suç ortağımız olacağınızı
hissetmeye
düşünüyoruz.
hazırlıyor sizi.
185
Marmen
sapkın ve canlı renklerini somut
Sizi lüks moda tasarımcılarının en
denecek bir açıklıkla hissedebilmemiz.
yenilerinden biriyle tanıştıralım:
Koleksiyon hakkında söylemeden
Marmen markası gümüş ve deriden
geçemeyeceğimiz bir diğer şey ise
mücevher tasarımlarıyla takıldı
tasarımların hayli alışılmadık isimleri.
radarımıza. Tasarımların yaratıcısı
Kanlı Kafes yüzük, Bayan İntihar
Marco Mencagli hayatının büyük
kolye, Cehennem’in Mutfağı bilezik...
bir bölümünü New York ve Floransa
Derin bir nefes alın ve bu tasarımlara
arasında mekik dokuyarak geçirmiş.
daha yakından bakın, isimleri kadar
Belki de bu yüzden tasarımlarında
tüyler ürpertici olmadıklarını görünce
Floransa’nın rahatlatıcı, sıcak ve
bir şans vermek isteyeceğinize
samimi havasını, New York’un asi,
eminiz.
Henrik Vibskov 2000’li yılların başından beri kulağınıza çalınan bir isim onunkisi. Erkek koleksiyonlarıyla başladığı tasarım hayatına kadın koleksiyonlarını da katarak, dünyanın dört bir yanındaki moda haftaları ve bienallerine katılarak Irony on jewellery
devam ediyor. Tasarımlarını
Biraz da eğlenelim diyerek,
M.I.A’den Kanye’ye, Björk’ten Sigur
2009’da takı dünyasına
Ros’a, Lou Reed’den The Arctic
reverans yapan İtalyan
Monkeys’e birçok ünlünün üzerinde
markası Schield Collection
de yüksek ihtimal görmüşsünüzdür.
muzip tasarımlarıyla
‘Eh, ne var bunda?’ diye dudak
mücevhere yeni bir
büktüğünüzü görür gibiyiz. Diğer
yorum getiriyor. Tasarım
tasarımcıların aksine Vibskov ticari
ekibinde genç, eğlenceli
amaçlarla tasarımlarını paylaşmıyor.
tasarımcılara yer veren
Anlayacağınız tasarımlarını
marka eğlencenin hakkını
taşıyanlar gerçekten beğendikleri
verirken aynı zamanda
için satın alanlar. Biz konumuza
uzun yıllardır edindiği
dönersek geçtiğimiz sezonlardan
tecrübeyle de kaliteden
beri bilgisayar kılıflarıyla gözümüze
ödün vermiyor. Birbirinden
çarpan tasarımcı bu sezon
değerli materyallerin
da umulanın altına düşmedi
alışılmadık, keyif verici
ve tekrar kılıf tasarımlarıyla
tasarımlarla göz alıcı
kalbimizi çalmayı başardı.
aksesuarlara dönüştüğü
Tasarımları arasında gezinirken
koleksiyonun Atomic Fruit
sadece biriyle yetinmenin irade
Necklace gibi bazı parçaları
sınırlarını zorladığını itiraf edip
ise iştah açıcı özelliğiyle
Juli Ballerina’lara da gönlümüzü
de dikkat çekiyor. Arı
kaptırdığımızı söylemeden
küpeler, tavşan ve baykuş
geçmeyelim. Kırmızı ve sarı ‘color
yüzükler, balık kılçığından
block’ sivri burunlu platformlar da
kolyeler ise okuduğunuzda
alışveriş listemizin başköşesinde
yüzünüzde beliren
yerini alanlardan.
gülümsemelere sebebiyet veriyor.
Les Exclusifs de Chanel –
şiirsel ifadesinde, sevdiği
A Détacher – Harry Pillow
Fresh Body Cream
kumaşlarda ve hep peşinde
Kariyerinin ilk yıllarını
Chanel’in ruhunun
olduğu sembollerde ilhamını
birçok marka için tasarımlar
yansımaları, sade lüksün
bulan şişeler en yalın haliyle
yaparak geçiren Mona
katıksız 13 formu Les
Chanel parfümlerinin
Kowaiska, yıl 1998
Exclusives de Chanel
sanatının en mükemmel
olduğunda kendi markasını
serisi... Her birinin tek bir
temsilcileri. Ama konumuz
başlatır. Çok da şaşırtıcı
ortak paydada buluştuğu
bu efsanevi parfümler değil
olmayan bir şekilde kısa
‘basit’ bir kural var: Her
çünkü şimdiki hikayemizde
sürede Avrupa’nın sofistike
kreasyon istisnai ve
şişeler yardımcı oyuncu
markalarından biri olur. Onu
zamansız olmalı ve kesin bir
konumundalar. Başrolde
kendi gözünden anlatmaya
olfaktif stile hitap etmeli.
ise ilhamını bu seriden alan
kalksak, tasarımcıdan
Gabrielle Chanel’in 13
bir vücut kremi var. Henüz
çok küratör sıfatını
temas etmeden ipeksi
kullanmamızı tercih ederdi
yapısını hissettiğiniz Fresh
muhtemelen ama sıfatlara
Body Cream, bir Chanel
fazla takılmadan konumuza
giymenin en şehvetli yolu.
dönelim. Koleksiyonlarıyla
Nemlendirici etkisini geri
endüstriye tazelik getirdiğinin
planda tutup parfümüyle
farkındalığıyla imzasını attığı
baştan çıkaran masumiyeti,
tasarımlarından Harry Pillow’un
çiçeksi ve misk kokusuyla
koltuğumuzun başköşesini
Les Exclusifs de Chanel
hak ettiğine inanıyoruz. El
mirasını detaylarında
yapımı kare şeklindeki tasarım,
unutulmaz bir albeniye
püskülleriyle bireysel enerjinizi
sürüklüyor.
yükseltip evinizin ‘hareketli’ objeleri arasında yerini alabilir.
XOXO The Mag
kabartmaya benzer hallerini anlık heykel fikrinden yola çıkarak fotoğraflamak istedim. Doğruların ne olduğunu bulana kadar farklı teknikler ve materyaller denedim. Peki, bu çekim için ne gibi materyaller kullandın? Lateks membranlar kullandım. Sanatsal işlerini nasıl tarif edersin? İnsan bedeni heykelleri, ticari amaçlı kullanılan teşhir mankenleri bana ilham veriyor. Ürün fotoğraflarıyla çok fazla haşır neşir olduğum için
Çalışırken müzik dinlemekten
bedenin maddeleştirilmesi de ilgimi
hoşlanır mısın? Bu aralar favori
Anniel
çekiyor sanırım. Bence heykel
playlistinde kim var?
35 senedir
fotoğrafın süreklilik kazanmış hali, üç
Lescop.
ayakkabı dünyasında sessiz
boyutlu, dondurulmuş bir an. 'Bullet time' tekniği gibi ama gerçek! Sanırım
Bir süper gücün olsaydı, ne olsun
adımlarla ilerleyen
sanatsal işlerim bütün bunların bir
isterdin?
Anniel artık daha
birleşimi.
Evrende ve evrenin ötesine ışık
büyük ve gürültülü
hızında bir yolculuk yapabilmek
hamleler yapıyor.
isterdim.
2000 yılında
XOXO ID Julien Manigand
Çalışmalarını hiç sergiledin mi?
Fotoğrafçı
Skindeep serisi Paris’te LeDouze
markanın Japonya
Agency’de sergilendi. Ondan önce de
Üç kelimeyle sen...
partnerlerinden
Ne zamandan beri fotoğrafçılık
Paris’te birkaç sergim oldu, bir tane de
Red Green Blue (RGB: bilgisayar
bir tanesinin jazz
yapıyorsun?
New York’ta.
ortamındaki renk kodlaması)
ayakkabılarına
Profesyonel bir fotoğrafçı olarak
hayran olmasıyla
çalışmaya 2005 yılında başladım.
Armani, Diane Von Furstenberg,
koca bir adımda
Hayatım boyunca hep fotoğraf çektim
Dior, Baccarat gibi pek çok büyük
Venedik’ten Uzak
ama bunu bir iş olarak yapmaya o
markayla çalıştın. Bu markalara
Doğu’ya uzanıyor.
tarihte karar verdim. Bundan önce
kendini nasıl tanıttın?
Bu bağcıklı, at
farklı alanlarda çalışan bir sanat
Aslında ben hiçbir şey yapmadım, çok
kılından yumuşak
direktörüydüm.
şanslıydım ya kendileri ya da ajansları
ayakkabıları
bana geldiler. Hepsi de çalışmaktan
sayfalarımıza
çok mutlu olduğum markalar.
taşıyan ise büyük
Peki, kendi işini nasıl ve ne zaman kurdun?
başarıları ve su
Okulu bitirir bitirmez. Büyük bir şirkette
Favori fotoğrafçıların kimler?
götürmez ince
çalışmak istemiyordum, kendi işimin
Guy Bourdin, Erwin Olaf ve Eugenio
işçiliğinin yanında
sahibi olmak istiyordum. O zamanlar
Recuenco’nun işlerinden her zaman
Sonbahar-Kış
kaldığım dairede web siteleri gibi çok
keyif almışımdır.
koleksiyonu için
küçük işler yaparak başladım. Bir süre
tasarladıkları
sonra kayak maskeleri üreten bir firma
Ne tür makineler kullanıyorsun?
leopar modeli.
için fotoğraf çekme fırsatım oldu ve
Favori makinen hangisi?
Babet giyinmekten
fotoğrafçı olarak çalışmaya başlamam
5D Mark II ve PhaseOne kullanıyorum.
yeterince sıkılıp
da böyle oldu. 2011’de Thierry Peureux
PhaseOne’ı daha yeni aldım ve harika
yeni bir soluk
'retoucher' olarak bana katıldı.
bir makine!
aramaya karar
Bize biraz Palast Photographie’den
Analog fotoğrafçılığa ilgin var mı?
kimsenin görmediği
bahseder misin? Genelde nasıl işler
Hiç analog fotoğraf makinen var
anlarda içindeki
yapıyorsun ve kimlerle çalışıyorsun?
mı?
dansçıya engel
Genel olarak ürün fotoğrafları
Fotoğraf çekmeye analoglarla
olamayanlar
çekiyoruz, ‘still life’ ve ‘beauty’ çekimleri
başladım. Eskiden çokça dia
alışveriş listelerine
yapıyoruz. Kristal üreticisi Baccarat,
çekerdim. Eğlenceliydi ama şu anki
gözü kapalı
lüks aksesuar markası Roger Viver,
işlerimde kullanamam çünkü dijital
ekleyebilirler.
Hennessy Cognac ve daha pek çok
makinenin hassasiyetini ve hızını
markayla çalışıyoruz.
seviyorum.
Aynı zamanda sanatsal çekimler de
Video işleri de yapıyor musun? Film
yapıyorsun. Skindeep adlı projende
çekme gibi bir hayalin var mı?
insan silüetini alışılmamış bir şekilde
Aslına bakarsanız, geçmişte videoyu
keşfe çıkıyorsun. Proje fikri nasıl
denedim biraz, bazen hızlandırılmış
gelişti?
çekimler yapıyorum ama ciddi bir şey
İnsanların oyulmuş bir yarım
değil.
verenler ve
187
XOXO ID
çeken tasarımları arasında yer alıyor.
alışveriş yapmak. Sahilde yürüyüşe ve
Rabih Kayrouz
Doğu’nun mistisizmini omuzlarına
koşuya çıkan, sohbet eden ya da nargile
Tasarımcı
alıp Batı’nın yolcusu olan tasarımcıya
içen Beyrutluları izlemek ve yürüyüşü
Beyrut ve İstanbul’u sorduk:
Sporting Club’da bitirmek benim için
Ürdün Kraliçesi Rania gibi çok sayıda
çok rutin ama ilham verici bir aktivite.
ünlüyü giydiren Lübnan asıllı Fransız
Beyrut’ta sevdiğiniz beş yer ve size
Ayrıca Dragon Fly ya da Kayandaki
moda tasarımcısı Rabih Kayrouz,
ilham verenler neler?
Gemayzee’de bir şeyler içmeyi de çok
16 yaşındayken ülkesinden ayrılıp
Yeni bir yer olan ve enerji dolu The
seviyorum. Deniz kenarından Batroum’a
Paris'e moda okumaya gider. Eğitimini
Harbour Arena’yı çok seviyorum.
araba sürmek, Byblos’da mola verip
tamamladıktan sonra Chanel ve
Burada hem benim hem de obje
Citadelle’i ve dünyanın en eski limanını
Christian Dior gibi birçok ünlü
tasarımcısı Karen Chekerdjian’ın
ziyaret etmek de bana ilham veriyor.
modaevinde çalışma fırsatı bulan
mağazalarını bulabilirsiniz. Ayrıca
Ayrıca söylemeden geçmeyeyim,
Kayrouz, 1995'te Beyrut’ta kendi
burası çok markalı birçok mağazanın da
Batroum oturduğum yer ve kendimi
modaevini açar. Rüzgarın uçurtmayı
bulunduğu ve uluslararası tasarımcıların
bulabildiğim, arkadaşlarımla vakit
kovalayıp yükseklere taşıdığı gibi
koleksiyonlarına ulaşmanızın mümkün
geçirebildiğim bir sığınak. Bu arada
hayallerini kovalayan ve onlara tutunup
olduğu bir yer. Buraya geldiğinizde
bitirmeden ekleyeyim, tamamıyla vadi
yükselen Kayrouz, hikayesine dünyanın
Lux Cafe’de bir şeyler atıştırmayı ve
olan Quadisha’yı görmeden Lübnan’ı
en seçkin mağazalarında devam ediyor.
içmeyi unutmamanızı tavsiye ederim.
görmüş sayılmazsınız.
Rabih Kayrouz'un, Bergdorf Goodman,
Awan’s'ta da bir çay içmeden gitmeyin.
Neiman Marcus ve L'Eclaireur gibi
Bunun yanında Mar Michael’da
İstanbul hakkındaki düşünceleriniz
mağazalarda satışa sunulan tasarımları,
dolanmak, Tawlet’de Lübnan’ın en
neler?
Türkiye'de de Midnight Express
iyi yemeğini yemek, Paper Cup’tan
İstanbul’u çok seviyorum, her anlamıyla
mağazalarında satışa sunuluyor. İnce
kitap almak, Lina Audi’nin (masa
kontrastların şehri ve benim için çok
bir zevkin eseri olan uzun elbiseler,
örtüsü ve bakır tepsileri olan) en son
ilham verici. Beyrut ve Paris’ten sonra
şifon, ipek bluzlar ve etekler ise
kreasyonlarına bakmak için LIWAN’da
yaşamak isteyeceğim tek şehir. Bana
‘Bosco’ adlı koleksiyonun en dikkat
bir mola vermek ve Diane Ferjane’den
bir rüya şehir izlenimi veriyor.
If You Want To Get Ahead, Get A Hat!
yardımcı oyuncusu olan şapkadan,
Mum Gibi
1800’lerin ortasında İtalya’da daha
Clint Eastwood’un içimize işleyen
Derin bir nefes alıp etrafınızdaki havayı
sonra Master Joe lakabını alacak olan
bakışlarını perdeleyenine kadar film ve
içinize çekin. Koku alma hücrelerinizin
Guiseppe Borsalino, Paris’te bir şapka
karakterlerle ikonikleşenleri bir yana,
beyin sinirlerinize ilettiği verilerden
fabrikasında çalışırken keşfettiği şapka
bugün dünyanın her yerinde satılan
memnun olup olmadığınızın kararı sizi
tutkusunu yedi yıl sonra ana vatanına
bu kült şapkaları aklınıza gelebilecek
meşgul ederken biz memnuniyetinizi
taşıdı ve her İtalyanın yapacağı gibi
hemen hemen her ünlünün de başının
garanti edebilecek bir mumdan
bir aile işletmesi kurdu. Bir cümleye
üzerinden eksik etmediği notunu
bahsedelim. Birçok farklı ürün dalında
sığdırmaya çalıştığımız Borsalino’nun
düşelim. Şüphesiz kendilerine has
karşımıza çıkan Fransız A.P.C. bir süre
köklü tarihinden günümüze hızlı bir
olan üretim teknikleri -tam olarak on
önce kokulu mumlarıyla da karşımıza
atlayış yapalım. Chaplin filmlerinin
üç aşamalı bir süreçten söz ediyoruz
çıkmıştı. Olabilecek en sade tasarıma
ve el işinin yadsınamaz varlığı,
sahip olması mı bizi daha çok kendine
yapımı yedi haftada tamamlanan
çekti yoksa kokusunun peşinden mi
bu İtalyana çekiyor bizi. Seçim
gittik hatırlamıyoruz. Fakat ateşle
konusunda zorlanacağınızı öngörerek
tetiklenen duyularımızın 50 saate
ilk modellerinden olan ‘The Felt Hat’i
kadar sürecek bir mutluluğa sahip
her halükarda aklınızın bir köşesine
olabileceği yağ bazlı bu
yazmanızı önerelim.
mumların sizi de tatmin edebileceğini tahmin ediyoruz.
XOXO ID Erkin Gören Ressam - Müzisyen
Mademoiselle Privé
tanesini sayabilir misin?
Zaman acımasızca ilerlerken kadranda, geriye
Biraz kendinden bahseder misin?
Kadim dostum Sevil Tunaboylu
dönmek hevesi kaplarken
Resim ve müzik yapan, kendi halinde bir
şu anda Sanatorium’da açılacak
içinizi, pişmanlıkların
insanım. 1982, İstanbul doğumluyum.
olan kişisel sergisini hazırlıyor.
kapıyı tırmalamalarını yok
Bugüne dek Sevil Tunaboylu ile ortak
Sergideki işlerini önceden görme
sayıyorsunuz. Teknolojinin kadir
projemiz olan Mtaär Open Art Space,
şansım oldu, yakın zamanda beni
olduğu bir zaman diliminde
müşterek bir ses denemesi ReftLight,
en çok heyecanlandıran buydu
geriye gidebilmenin umuduyla,
Horaley dergisi ve aynı zamanda müzik
sanırım. Ayrıca yetişebilirsem Erinç
şimdilik kıramadığınız inadında
grubu Kupka gibi farklı projelerde yer
Seymen’in yeni sergisini yakından
ilerliyorsunuz zamanın.
aldım.
görmeyi çok istiyorum. Müzik cephesinde ise şu sıra Orkun Tüzel
Ayakta tutansa yorgun zihninizi bir göz hareketiyle
Şu anda nerede yaşıyorsun ve
ve Gevende’nin son albümlerini
aslında geriye dönebileceğiniz
nelerle meşgulsün?
dinliyorum. Ayrıca Sarp Keskiner’li,
yanılsaması. Her teklif
Bir süredir Berlin’de yaşıyorum. Burada
Orçun Baştürk’lü Saska yeniden
edildiğinde koşulsuzca kabul
hem yüksek lisansımı yapıyorum, hem
bir araya geliyor diye duydum, çok
edildiğiniz davette bu seferki
de resim ve müzik çalışmalarıma devam
heyecan verici bir haber bu da.
yolculuğunuz 1930’lara Paris
dönme vakti geldiğinde istemsiz
Rue Cambon’a. Girdiğiniz
bırakıyorsunuz kendinizi, sizi
binanın loş ışığında yolunuzu
çağıran zamana. Koltuğunuzda
Şimdiye kadar kişisel sergilerinin
kullanabileceğin bir proje
bulmaya çalışırken gözünüze
açtığınızda gözlerinizi ilk olarak
yanı sıra Türkiye'de ve yurt dışında
yapmayı hiç düşündün mü?
bir kapı ilişiyor, üzerinde
saatinize ilişiyor bakışlarınız.
pek çok grup sergisinde de işlerinle
Görsel-işitsel birliktelik anlamında,
‘Mademoiselle Privé’ yazan.
Siyah kadranın ardından parlayan
yer aldın. 2012 bu anlamda nasıl
şu sıra ortaklaşa bir video-albüm
Hafif aralık kapısından sarı bir
beyaz kamelya göz kırpıyor
geçti?
projesi üzerine çalışıyoruz. İşler
ışık sızıyor. Sigara dumanının
varlığınıza. Yaprak şeklindeki
Bu sene bereketli geçti sayılır.
yolunda giderse, önümüzdeki yıl
bulanıklaştırdığı görüntünüz bu
akrep yelkovan yedi pırlantanın
Şimdiye dek üçü Berlin’de, biri de
bir sergiyle beraber yayımlamayı
kadının en mahrem anlarından
üzerinde kovalarken birbirini,
Kassel’de olmak üzere dört karma
planlıyoruz.
biri... Gözünüze büyük beyaz
vakti öğrenmeyi reddediyor
sergi düzenledim. Geçtiğimiz ay ise
bir kamelya ilişiyor önce. Fark
bilinciniz. İlk defa memnunsunuz
‘Diyemedim’ başlıklı kişisel sergim açıldı.
edilmek çekincesiyle sessizce
olduğunuz yerden, zamanda ne
geziyor bakışlarınız yüzünü
ileriye ne geriye gitme kaygınız
İşlerini yakından takip ettiğin yeni
hangileri?
göremediğiniz bu kadını
var. Siyah saten kayışını biraz
nesil sanatçılar var mı? Birkaç
5harfliler.com var ilk aklıma gelen.
anlatan sembollerin üzerinde;
daha sıktığınız saatiniz şimdiki
kırlangıç ve tavus kuşu
zamanla barış anlaşmasını çoktan
silüetlerini okşuyor gözleriniz
imzaladı bile.
gizli kapaklı. Gerçekliğe
ediyorum. Resim ve müziği bir arada
Hiç kaçırmadan takip ettiğin blog, gazete ve dergiler
MUSIC
LPs
Mac DeMarco 2 Captured Tracks 2, Rock’n Roll Night Club EP’sinden sonra Kanadalı müzisyen Mac DeMarco’nun bu sene yayınlanan ikinci çalışması. Baştan sona iddiasız bir şekilde akıp giden albüm, kimi zaman günlük hayatın monotonluğunu ve hüznünü resmediyor, (“Mommy’s in the kitchen, cooking up something good/And daddy’s on the sofa, pride of the neighborhood”), kimi zaman da artık anılaşmış bir aşkı anlatıyor. Melankoli ve nostalji yüklü şarkı sözlerine tezat, melodiler son derece tasasız bir endamla süzülüyor; DeMarco’nun hayatı çok da ciddiye almadığına işaret ediyorlar belki de… Tıpkı müzisyenin, albüm kapağındaki karizmadan ve fiyakadan son derece yoksun fotoğrafı gibi, albümün kendisi de bir şeyler kanıtlama endişesi taşımıyor. Sakin sularda seyreden albüm ‘Robson Girl’deki gitar solosuyla dalgalanır gibi de olsa, bu durum çok uzun sürmüyor; her şey kaldığı yerden devam ediyor. ‘My Kind of Woman’ albümün en güzel şarkılarından kanımca; “You’re my kind of woman/and I’m down on my hands and knees/begging you please baby to show me your world” sözleriyle ortam daha bir romantikleşiyor. Albümün son parçası ‘Still Together’ ise bu sefer akustik bir aşk şarkısı; en yalın ve duygusal haliyle aşkına sesleniyor Mac DeMarco, ve “Kapanış dediğin böyle olur” dedirtiyor insana. 2, bir başyapıt olmaktan epeyce uzak da olsa, DeMarco’nun esprili sözleriyle, yaratıcı gitar aranjmanlarıyla ve kaygısız melodileriyle aradan sıyrılmayı başarıyor. aslı arduman
Crystal Castles III Fiction Alice Glass ve Ethan Kath, Toronto usulü ev yapımı lo-fi melankolisi ve karanlığıyla bir süredir hayatımızda. 2008’de Justice ve Digitalism ortalığı kasıp kavururken, biz sıçramaktan tendonlarımızdaki yıpranmanın hesabını yaparken, Crystal Castles deneysel, karanlık ve gürültülü ilk albümü ile akıllarımızı ruhumuza itelemişti adeta. İkinci albüm, yine bolca gürültü, öfke, dream pop ve synth-punk tınıları ile dolanıyordu kulaklarımızda. Etiketleri olan bu dark electro’nun tüm müzik dünyasında yarattığı ilham, 2012’de Crystal Castles’ı kulağa sıradan gelme tehlikesi ile karşı karşıya bırakır mı sorusunun, ‘Plague’, ‘Wrath of God’ ve ‘Affection’ single’larının da o an için beni tam anlamıyla tatmin etmemesi ile belirginleşmesinin arifesinde dinledim albümü. Ve yine yanıldım, büyük bir kıvançla. ‘Kerosene’ ve ‘Pale Flesh’ muazzam parçalar, hem tempolarıyla oldukça 2012, hem de %100 Crystal Castles. Albümdeki ‘catchy’ şarkılar olarak tanımlanabilmelerine rağmen karanlıklarından asla ödün vermiyorlar. ‘Sad Eyes’da rave bir hava var, bana biraz da Rus kızları Tatu’yu anımsattı. Aynı hava ‘Mercenary’de de denenmiş ama nispeten daha tadında olmuş. ‘Insulin’, Ethan Kath’ın noise konusunda fahri doktorası olduğunun bir kanıtı. ‘Transgender’ ve ‘Violent Youth’ ise ilk albümlerindeki hoş çiğliği barındırıyor. Albüm bir Crystal Castles geleneği olarak rüya alemlerinde dolanan bir ezgi ile son buluyor. arda tümer
Julie Doiron So many days Aporia Julie Doiron, kıt kanaat geçinen ama buna rağmen mutlu olmayı becerebilen, eline gitarı aldığı gibi küçük bir hikaye anlatmaya başlayarak etrafındaki üç beş insanı gülümsetebilen bir müzisyen izlenimi uyandırıyor bende. Bu sene canlı performansını izledikten sonra da, bu kanımın son derece doğru olduğunu düşünüyorum. Mutlu, huzurlu insanlar yurdu Kanadalı Julie Doiron’un şarkıları melankolik ve hisli. Hayır, bir önceki cümle kendi içinde tezat oluşturmuyor: Hasta hasta evde otururken üstüne battaniyeyi çekip “sevgilim neden yok” demek ve sonbahardan kışa geçildiğinin idrak edildiği an ne kadar melankolikse o kadar melankoli ve his dolu şarkılardan bahsediyoruz. “Artık dayanamıyorum/yapamayacağım” dese de, kısa bir an için böyle hissettiğini düşündüğünü ve ardından “pek tabii ki bu kadar kötü hissetmiyorum ama dur, bundan iyi şarkı olur” deyip gitarı eline aldığı anı görebiliyoruz. Onuncu albümü, ‘Cars and Trucks’, ‘Beneath the Leaves’, ‘By the Lake’, ‘The Only’ ve ‘Last Night I Lay in Bed’ eşliğinde uzun zamandır ertelenen telefon konuşması, birçok battaniye, bir bakış, hiçbir zaman açılmayacak olan özenle seçilmiş mendil kutusu, bahçeli küçük sarı ev, papatya/yasemin çayı/yeşil çay, bir tebessüm, lavanta dolu eski bir vazo, bir kuğu gölü ile karşımıza çıkıyor. Ama işte senenin sonu geldi, tatlı melankolinin de zamanı geçti. Kaçılacak yeni yerlerin hayali değil, yeni senenin getirecekleri önem kazandı. beren özel
XOXO The Mag
Madness Ouı ouı, sı sı, ja ja, da da Cooking Vinyl Geçtiğimiz günlerde İngilizlerin ska efsanesi Madness hakkında NME’de gördüğüm bir haber beni şaşkına çevirdi. Meğer topluluk, sessiz sedasız bir şekilde onuncu albümleri Oui Oui, Si Si, Ja Ja, Da Da’yı piyasaya sürmüş ve NME’den de çok düşük bir puanla birlikte “artık Madness için tişörtü asma vakti geldi” gibi bir yorum almış. Bunun üzerine, kırk yıla yakın bir süredir var olan ve özellikle ana kahramanı Suggs’ın etkilediği grup ve müzisyen sayısının tahmin edilmesinin bile çok zor olduğu Madness’ın yeni albümüne hemen kulak kesildim. Madness pek fazla göz önünde olmayı sevmez ama düşününce farkına vardım ki; son albümleri The Liberty Of Norton Folgate’in üzerinden tam üç yıl geçmiş bile… Doğruyu söylemek gerekirse; The Liberty Of Norton Folgate’in üzerine bir albüm daha çıkaracaklarını ben de hiç düşünmemiştim. Madness’ın hiçbir grubun taklit edemeyeceği bir enerjisi var. Geleneksel Madness tarzı olan ska-pop şarkılarından oluşan albüm ‘La Luna’ adlı parçanın dışında grubun alışılmış çizgisinin dışına çıkmıyor. Çünkü ‘La Luna’ tam anlamıyla Latin bir parça. Albümün bence hit’i olan açılış parçası ‘My Girl 2’, grubun 1979’da çıkarttığı One Step Beyond adlı albümünden bugüne gecikmiş bir devam parçası gibi. Tam bir Madness klasiği olan bu albümü iyice dinlerseniz, belki siz de ‘skank’ yapabilirsiniz. Hem de mutfak zemininde! onur yazıcı
Andy Stott Luxury Problems Modern Love Derin subbas’lar, yavaşlık, karanlık ve mistik temalar etrafında dönen müziklere son iki üç senedir gösterilen ilgi, koyu tonlardan başka bir şeye sahip olmayan onlarca grubun türeyebileceği bir yaşam alanı yaratabilecek boyutlara ulaştı. Ve tüm bu isimlerin içerisinde Modern Love tayfası ve Andy Stott kadar şahsi bir sound’a sahip olanına rastlamak hala çok zor. 2011 yılında üst üste çıkan Passed Me By ve We Stay Together’ın derin etkisini üzerimizden atmak henüz mümkün değilken, 2012’de yeniden karşımıza çıktı Stott. Önceki işlerinin bütünlüğünden biraz daha uzakta farklı denemelere girişen ve sadece karanlık tarafta var olmadığının altını çizen bir albüm Luxury Problems. Aralarında muhteşem ‘Lost and Found’un da bulunduğu beş parçada, Stott’un 1996’dan beri görmediği piyano hocası Alison Skidmore’un vokallerini duymak albümün eskiye göre en büyük farkı. Kimi zaman ilahi, kimi zaman gizemli bir hal alan bu vokaller bedeni sarsan baslarla bir araya geldiğinde Stott’un müziğindeki sis perdesi biraz aralanıyor ama ağır çekimdeki rüya hali halen devam ediyor. Andy Stott dub techno’nun sınırlarını genişletirken isim parçasında beklenmedik şekilde girip huzur kaçıran disco sample’larına yer veriyor. Ama bu yeniliklerin halihazırdaki altyapıyı derinleştirip derinleştirmedikleri tartışılır. Albümün iyi yanları yenilik barındırdığı anlar değil, önceki kayıtlarda yer alan o derin ve boğucu ruh halini yakalamış olduğu anlar. seda niğbolu
Lindstrøm Smalhans Smalltown Supersound Lindstrøm adı ile dört senedir hayatımızda olan Norveçli Hans-Peter Lindstrøm’u, Prins Thomas’sız gördüğümüz nadir anlardan biri ile daha karşı karşıyayız. Hatta bu sene ikinci solo endam gösterisini yapıyor Smalhans’la Lindstrøm. 2012 kışında yayımladığı Six Cups of Rebel’ın ardından, üzerinden bir yıl dahi geçmeden tamamladığı Smalhans, Lindstrøm’un ilerlediği deneysel yoldan yarı keskin bir geri dönüş yaparak, köklerine, space-disco günlerine doğru yol aldığını gösteriyor. Smalhans’a başlamadan önce her zamanki gibi astral seyahat biletlerini cebimize atıp, başlangıcını ve sonunu kaçırdığınız uzun ritim öbeklerine kendimizi teslim ediyoruz. Albüm kapak görselinden (tipik Norveçli kadın) şarkı isimlerine (ilk şarkının ismi, Norveç’te en sık rastlayacağınız yemeklerden yumurta ve şeker karışımı) kadar tüm Kuzeyli geleneklerine gönderme yapan Lindstrøm, albümün mix’ini de soğuk topraklardan dışarı çıkarmamış ve Todd Terje’e emanet etmiş. Geçtiğimiz yılın en iyi dans parçalarından biri olan ‘Inspector Norse’un sahibi Todd Terje ile albümdeki her bir parçanın edit’lerinden oluşan bir ek plak yayınlamak da planlar arasında. Instagram, Twitter, Facebook ve türevlerinden 45 dakika bile olsa ayrı kalabiliyorsanız, beyninizi tertemiz verdiğiniz dijital dünyadan kirlenmiş olarak geri almak yerine boşaltılmış ve yenilenmiş olarak yerine geri koyabilirsiniz. gazali görüryılmaz
191
MUSIC
LPs
Brian Eno LUX Warp 2005 tarihli Another Day On Earth’ü saymazsak kariyerinin neredeyse son yirmi yılını tamamıyla ambient kompozisyonlara ayıran Brian Eno, yeni albümle geleneği bozmuyor. Kronolojik olarak numaralandırılan aynı ada sahip dört kaydın yer aldığı Lux’de, Eno’nun geleneği yücelten özgünlükte bir tavır sergilediğini söylemek ise bir hayli güç. Ambient, müzisyenin de dediği üzere background music olması açısından dinleyici tarafından rahatlıkla duymazdan gelinebilme riskine sahip bir tür. Fakat söz konusu Music For Airports ve Apollo gibi kullanılan enstrümanlar bazında elektronik kökenli olan, minimalist kompozisyonlarıyla yüksek etki gücüne sahip albümler olduğunda, bu durum etkileyici bir müzikal şölene dönüşerek değişebiliyor. Referans noktası yine Eno’nun ta kendisi olmasına rağmen Lux için iyimser yorumlarda bulunabilmek biraz zor. Eno gibi yaratıcılığın sınırlarını zorlayan bir ismin, dinleyicinin ruhani algılarını harekete geçirebilmesi için sert nota vuruşlarını takip eden uzun soluklu ara sükunetlerden fazlasına ihtiyacı olmalı. vehbi görgülü
The Weeknd Trilogy Universal Republic Hani bazılarımızın çok güzel yemek yapan anneleri, ya da sevgilileri vardır. O kadar güzel pişiriyorlardır ki fiziksel olarak doysak bile duygusal olarak asla doyamayız; hep daha fazlasını isteriz. O hep pişirsin, biz hep yiyelim isteriz. Hatta bu süre içerisinde sağlığımıza zarar veriyor olsak da umurumuzda bile olmaz. İşte The Weeknd de bu kategoriye giriyor. Tabii ki tek bir farkla, onun pişirdikleri yemek değil, olağanüstü müzikler; karıştırdıkları da sebzeler değil, eski yeni şarkılardan sample’lar. Hatırlarsanız, The Weeknd’in önümüze ilk koyduğu tepside üç mixtape vardı: House of Balloons, Thursday ve Echoes of Silence. Biz bu üç mixtape’i bir sene boyunca tekrar tekrar ısıtarak yedik, bir yandan da Trilogy’nin yolda olduğunu biliyor ve böyle avunuyorduk. 2011’in en heyecan verici işi artık bir plak şirketine bağlı olarak ve yeniden mutfağa girerek soframıza gelecekti. Üstelik bir değil, iki değil tam üç CD ile birlikte! Yayınlanmasının üzerinden daha bir ay geçmemesine rağmen en snob eleştirmenlerden bile tam not alan yirmi yaşındaki Abel, bakalım daha ne kadar ileri gidecek. merve evirgen
Diamond Rings Free Dımensional Astralwerks Special Affections’ın ardından bir süredir ortalarda görünmeyen John O’Regan, yeni albümü Free Dimensional ile 80’lerin synth-pop sularında yüzüyor. Müzisyenin The D’urbervilles günlerinin izini süren ilk albümünün takipçisi Free Dimensional’da bizi karşılayan adeta bir Y jenerasyon Philip Oakey diyebiliriz. Karanlık atmosferi ve O’Regan’ın Ian Curtis’i andıran vokalleriyle ‘Everything Speaks’ sakin bir şekilde albümün açılışını yaparken, partiyi başlatanlar Diamond Rings’in egosunu okşadığı ‘I’m Just Me’, ‘I Know What I’m Made Of’ ve ‘Stand My Ground’ gibi narsist kayıtlar. Az önce saydıklarımızın yanı sıra yeni single ‘Runaway Love’ ve ‘Hand Over My Heart’ gibi 80’lerin synth-pop’una fazlasıyla öykünen parçalar da yine albümün temposunu yüksek tutan çalışmalardan. Dolayısıyla ne O’Regan’dan, ne de prodüktör koltuğunda oturan Damian Taylor’dan duymaya alışık olmadığımız kadar mutlu ve kendiyle barışık bir albüm Free Dimensional. Post-punk kökenlerini bıraktığı yerde unutmaması durumunda müzisyenin ‘multidimensional’ bir üçüncü albüm kotarma potansiyeli de epey yüksek. vehbi görgülü
El Perro Del Mar Pale Fire Memphis Industries El Perro Del Mar, dördüncü stüdyo albümü Pale Fire’da önceki albümlerindeki İskandinav folk sound’undan iyice uzaklaşmış görünüyor. Hatta tahtını devraldığı kraliçe Robyn’le benzerlikleri de iyice artmışa benziyor. Folk sound’undan uzaklaşınca yapmayı tercih ettiği ise, küllerinden yeniden doğmak için başvurduğu synth-pop öğelerini kullanmak. Bunun meyvelerini en güzel şekilde toplayanlar arasında Ariel Pink, Twin Shadow ve Destroyer da var; El Perro Del Mar da tıpkı onlar gibi yapıyor ve retro modern adını verebileceğimiz bir albüme imza atıyor. Bundan şikayetçi olanlar muhtemelen sadece iki üst jenerasyonumuzu temsil eden somurtkan yaşlılar olacaktır. Tıpkı vintage’ın, retronun son birkaç yıldır edindiği popülariteden hoşlanmadıkları ve kıskandıkları gibi, anneannemizle dedemizin ilk dansını ettiği diskolarda çalan şarkıların çok daha profesyonel bir mix ve mastering ile şimdi torunlarının önüne altın tepsiyle sunuluyor oluşunu da kıskanıyor olabilirler. Denizin köpeği umuyoruz ki havlamaktan hiç vazgeçmesin. Albümün yıldızı mı? Kesinlikle ‘Hold Off The Dawn!’. merve evirgen
XOXO The Mag
EPs
Zodiac zodıac Vase 2011’in en çok konuşulan müzik olaylarından biri Abel Tesfaye’nin The Weeknd adıyla ortaya çıkışıydı. Yayımladığı üç mixtape ile çok konuşulan The Weeknd’in bu yılki Coachella Lineup’ına kadar uzanan başarısını tam olarak gölgelemese de, ardında bıraktığı bazı gizemli hadiselerin bir başkahramanı var; Jeremy Rose. The Weeknd’in Youtube’a yüklenen ilk üç parçasının prodüktörü olan Rose, ayrıca grubun isminin fikir babası. E’yi düşürmek ise Abel’in fikriymiş. Abel’in, Rose’un grubun bir parçası değil, onun için çalışan bir prodüktör olmasını istemesi üzerine yollar ayrılmış, Zodiac alter egosuyla müzik hayatına devam eden Jeremy’nin ilk EP’si olan Zodiac’ı dinlediğinizde de zaten The Weeknd ile yaşanmışlığı hemen kavrıyorsunuz. Beş parçanın dördü sample, diğeri ise Jesse Boykins III’nin vokalleri ile bezenmiş ‘Come’. Sample’lardan dikkati çeken parça ise ‘138’. Ortada büyük bir emek hırsızlığı olmasa da, kavramsal R&B piyasasında da her şeyin sütliman olmadığını öğreniyoruz. Jeremy’nin mega indie prodüktörü Paul Epworth’un kanatları altında ne kadar gelişim göstereceğini ise zaman gösterecek. arda tümer
Matthias Zimmermann Botanica Dub Sound Pellegrino Botanica Dub, Alman prodüktör Matthias Zimmermann’ın, Parisli Sound Pellegrino’dan çıkardığı ikinci EP. Isla Dub, Oasis Dub, Mountain Dub ve son EP’sinin isimlerindeki ‘dub’ ortaklığı yanıltmasın, Zimmermann müziğini house üzerine inşa ediyor. EP isimlerindeki bir diğer ortaklık olan ‘organiklik’se bu dijital müziğe sadece ruhani bir sıcaklık olarak değil, albüme ismini veren Paris’teki bahçe ve bu bahçede yapılan kuş sesi kayıtları aracılığıyla da giriyor. Zimmermann’ın ufuk açıcı olmasa bile her halükarda eli yüzü düzgün ve tertemiz müziğini ortalamadan ayıran ise, funk ve disco enerjisine olan meyil. Açılıştaki ‘Paul’ parlak synth’ler ve tetikleyici baslarla dans pistlerine oynayıp yarısından sonra devreye giren drum edit’leriyle farklı bir yön kazanıyor. Bedenden çok akla hitap eden ‘Quincy’nin kırık dökük beat’leri EP’nin en iyilerinden. ‘Vincente’ de disco ve funk etkili gitarlarla akılda kalırken, orta tempolarda gezinen Botanica Dub’ın en ilginç anı olarak prodüktörün geleceğine dair merak uyandırıyor. seda niğbolu
Placebo B3 Universal Music Placebo denince aklıma ilk olarak; vakti zamanında sayısız hit parçaya imza atmış bir grup geliyor. Placebo bayağıdır ortalarda görünmüyordu. Bırakın bu yeni çıkan B3 adlı EP’lerini, bir albüm çalışmasında olduklarını bile tahmin etmiyordum. Beş yıldır sessizler diye tahmin ederken, son albümleri Battle for the Sun’ın üç yıl önce çıktığını farkettim. Beş parçadan oluşan ‘B3’ adlı EP’deki dört parça Placebo’ya ait. Bir tanesi ise, Minxus’un ‘I Know You Want to Stop’ adlı parçasının bir hayli kötü cover versiyonu. Ancak albüm ne kadar iyi veya kötü olursa olsun işin içinde Placebo olduğu için bir ön yargı ile yaklaşıyor insan, bu bir gerçek. B3 ile, Placebo’ya has karanlık, duygusal ve melankolik havanın geri geldiğini görüyoruz. Bu kaydı dinlerken, Placebo dinlediğini biliyor insan. Özellikle EP’nin çıkış parçası ‘B3’, yerinde bir Placebo parçası. Gruptaki eleman değişiklikleri, Battle for the Sun yenilgisi derken, bu EP ile klasik Placebo sound’una dönüş iyiye işaret kanımca. Durumu gelecek yıl çıkacak yedinci albümleriyle daha iyi göreceğiz. onur yazıcı
Lapalux When You’re Gone Brainfeeder Flying Lotus, dünyaya çok erken gelmiş bir yetenek sanki; vakitlice geldiyse de eğer, çağımızın müzikal tanrılarından biri olduğu kesin. Hem göze hem kulağa hitap eden işlere imza attığı yetmezmiş gibi bir de, yetenek avcılığıyla haşır neşir. Kendi bir şey sunmuyorsa bile, yeni bir müzisyen sunuyor. Bu arada merak etmeyin, doğru yerdesiniz. Bu bir Flying Lotus yazısı değil, Lapalux yazısı. Ancak gidişattan anladığınız üzere Lapalux, Flying Lotus’un dünyaya bahşettiği bir nimet. Lapalux, Brainfeeder imparatorluğunda Baths’ten boşalan deneysel pop tahtını dolduruyor. Lapalux sahne ismini kullanmayı tercih eden Stuart Howard, beat’lerle oynamayı, ritimleri bozmayı, sondan alıp başa eklemeyi çok seven, yapı bozucu bir müzisyen. Çıkış EP’si When You’re Gone sekiz parçalık bir çabadan oluşuyor. Biraz daha geç kalsaymış çıkış LP’si yayınlayacakmış dediğimiz Lapalux, iyi ki geç kalmış diyoruz. Mükemmel olmaya bir kala biten albüm, doymak bilmeyen yeni müziklere duyduğunuz açlığınızı bir nebze olsun bastıracağa benzer. Dikkatten kaçmaması gereken şarkı ise; ‘Gutter Glitter’. merve evirgen
193
BEST OF Selected by LasTİK PABUÇ (lastikpabuc.com)
Etnies KAB Woozy Eco W's
Kaykay camiasının en yardımsever delikanlılarından biri olan Etnies’in Keep A Breast Foundation (KAB) ile iş birliği yüz güldürmeye devam ediyor. Etnies KAB Woozy Eco sayesinde; genç yaşta göğüs kanseriyle savaşanlara destek olan KAB’in programındaki bir sürü genç insana yardım edecek hem de uzun bileklikleri ve kareli kumaş dokusuyla 10 numara 5 yıldız bir ayakkabıya sahip olacaksınız. Daha ne olsun.
Lomography Diana F+
1960'ların efsane fotoğraf makinesi Diana'nın yeniden uyarlaması olarak çıkarılan şeker gibi bir orta format kendisi. Öyle fazla uğraştırmıyor, siz denklanşöre basıyorsunuz, gerisini o hallediyor. Bir de flaşı var ki insanın tekrar tekrar patlatası geliyor.
Vans LPE
Yılların eskitemediği klasik Vans LPE modeli, muhteşem renk uyumuyla hala ilk günkü gibi beğeni toplamaya devam ediyor. Dikişlerinin fotoğraflarını çekip 7/24 Instagram'da paylaşmaktan kendinizi alamayacaksınız. Vans LPE hem görüntüsü hem de rahatlığı ile en favori ayakkabılarınızdan biri olacak.
Sixpack Machine 17 Johnny Rio
Kafası bir bilgisayar gibi çalışan Johnny Rio'nun anısına yapılan bu tişört, Johnny Rio'nun 'sentetik serbest dolaşımda tüm canlı varlıklar kırmızı ve tonlarında hayat bulur’ teoreminden yola çıkarak üretildi.
Happy Socks
Mutlu etmeyi kendine gaye edinmiş Happy Socks, kışın kara yüzünü gösterdiği bu günlerde ayaklarınıza bir dost, bir sevgili, bir anne sıcaklığı sunuyor. Renkli modelleri ve sempatik desenleriyle, mutlu çoraplar ayaklarınıza küçük bir şenlik getiriyor.
Çuval - Toyman
Doğayı korumanın çöpleri yere atmamaktan daha şık çözümleri de var. Hem şık olup bir yandan da doğayla dost bir biçimde giyinebilmeniz için Çuval Toyman çanta, %30 organik %70 geri dönüştürülmüş kumaştan hazırlandı. Sırt çantasından vazgeçemeyen doğa dostları için Toyman her derde deva.
XOXO The Mag
Casio G-Shock Lovers Collection ‘Blackberry’ Yeni yıldı, önümüzdeki sevgililer günüydü derken içinizi bir ‘sevgilime ne alsam’ telaşı mı kapladı? Casio tam olarak burada Lovers koleksiyonuyla imdadınıza yetişiyor. Simsiyah ‘Blackberry’ modeliyle siz sevgilinizi sevindirirken bırakın o da yeni G-Shock’uyla mahalleye havasını atsın...
Vans Mid Skool'77
Vans’in en klasik ayakkabılarından olan Mid Skool’77 ucuz ve doyurucu waffle tabanı, lacivertsarı renkleri, dilindeki Vans logosu ve beyaz bağcıkları ile gelen klasik görünüşüyle ‘param olsa da alsam’ dedirtiyor.
Lastik Pabuç Feza Programı
‘Kimse yapmazsa biz yaparız’ temasıyla yoluna baş koyduğumuz tişört tasarımlarından biri olan Lastik Pabuç Feza Programı, sadece bir tişört tasarımı olmakla kalmıyor; Mars’a pabuç yollamayı gaye edinmiş ilk ve tek topluluk olarak tarihe adını yazmaya da kararlı. Henüz piyasaya çıkmamış tişörtleri ve astronotuyla ‘Lastik Pabuç Feza Programı’ size yıldızları gösterecek.
Nike Air Safari Premium 'Great Britain'
Sneaker takipçilerinin bu senenin favori modellerinden biri olarak bahsettiği Nike Air Safari Premium'un son sürümü İngiliz aksanı ve iki renk seçeneği ile piyasaya çıktı. Hayvan desenli ve deri materyalli pabuç, iç tabanındaki sürpriz İngiltere bayrağı kabartmasıyla da bir görenin bir daha unutamayacağı bir cazibeye sahip.
Jansport Westridge
Spora, okula, dağa, tepeye çıkarken rahatça kullanabileceğiniz Jansport Westridge çanta, dayanıklı kumaşı sayesinde yanma, yapışma, terleme yapmıyor. Üstelik, ihtiyacınız olduğunda 2 oda 1 salon prefabrik bir eve dönüşebiliyor. ‘Yolculuk öncesi bunca eşyayı nereye sığdıracağım’ derdine Jansport bir son veriyor.
Shwood - Oswald Walnut
1930'ların entel ve şık görünüşüne sahip olmak için yanıp tutuşuyor musunuz? Shwood bunun için size ceviz ağacından yapılmış olan Oswald Walnut modeliyle karşılık veriyor. Gri renkteki Zeiss lensleri sizi, güneşte gözlerinizi kırpıştırmaktan korurken, anahtar deliği çerçeve tasarımıyla bize göre bu senenin en iyi gözlük modellerinden biri.
195
BEST OF Selected by LasTİK PABUÇ (lastikpabuc.com)
adidas Azurine Mid
Modası hiç geçmeyen zebra deseni bu sefer adidas'ın Azurine Mid modelini süslüyor. Ayağı saran tasarımı ve ince tabanıyla hem rahat hem şık olmanın kolay yollarından biri olan modelin, dil kısmında adidas'ın klasikleşmiş trefoil logosu da var.
New Era x Wilson Limited Edition 9Fifty Snapback
Cap dediğin zaman akla gelen ilk markalardan biri olan New Era, Amerika doğumlu spor ekipman mağazası Wilson ile iş birliği yaptı ve güzelliğiyle kalpleri kıran bu cap’i ortaya çıkardı. NFL (National Football League) serisine ithafen tasarlanan bu cap sınırlı sayıda üretildi. Hatta öyle sınırlı ki sadece altı tane.
SUPERGA House of Holland
Bu sezon Tasarımcı Henry Holland'ın büyük evi House of Holland ve 100 yıllık italyan markası Superga bir iş birliği yaptı. Sonucunda ortaya çıkan koleksiyonda kanvas kumaş ve kauçuk tabanla beraber bolca puantiye ve platform topuk da var.
Spitfire Headphone R2
‘Müzik olmazsa olmaz’ deyip, sol tarafı çalışmayan kulaklığınızın sağ tarafıyla mı idare etmeye çalışıyorsunuz? Otobüste yanınızda oturan teyze bütün playlist’inizi sizin kadar rahat dinleyebiliyor mu? O zaman artık eski kulaklıklarınızdan vazgeçmenin vakti geldi de geçiyor bile. Spitfire R2 modeli hem tasarımı hem de ses kalitesiyle size asla eskiyi aratmayacak.
Onitsuka Tiger - California 78 Og Vin
Önümüz noel, onun bir tık ötesinde de yılbaşı var. Türk-Amerikan bir Noel kutlamasına ne dersiniz? Bence "Allah!" diyebilirsiniz. Düşünün; içi doldurulmuş hindi… döner, hediyeleri koyduğunuz yer… sobanın altı, ailenin bütün fertleri toplanıp… Acun izliyor, kırmızı şarabın su gibi aktığı gecede… şalgam da su gibi akıyor. İşbu güzide kutlamalarda ayağınızda sadece geyikleri eksik olan bu Noel canısısı varsa hangover sizi teğet geçebilir. Haberiniz ola.
Shave Your Head
İllüstratör Rona Binay'ın yeni takı markası Shave Your Head, altın rengi zincirli, kalp pileksilerin üzerine çeşitli notlar olan bir koleksiyon ile başladı. Ama bu notlar yarısı en yakın arkadaşınızda olması gereken Best Friend Forever notlarından değil, üflediğinde dönerek I Love You yazan notlardan hiç değil...
XOXO The Mag
DC Radar Slim
Kaykayda kazandığı altın, gümüş, bronz madalyalarla dünya üzerindeki bütün kaykay sahalarına adını altın harflerle yazdıran profesyonel kaykaycı Chris Cole’un tasarımı. ‘Ben öyle renkli biri değilim; varsa yoksa siyah, kahverengi ve gridir pabuç benim için’ diyenlerin dostu. Üstelik kocaman dili ve kalın tabanıyla ayaklarınız kışın geldiğini bile anlamaz.
Spitfire Lenon Flip Up
The Beatles grubunun efsane üyelerinden John Lennon'la bütünleşmiş olan yuvarlak çerçeveli güneş gözlüğü, Amerikalı marka Spitfire ile yeniden piyasada. Renkli camlarını aşağıda kullandığınızda güneş gözlüğü olan, camları kaldırdığınızda numaralı gözlüğe dönüşen 70'lerden kopmuş da gelmiş bir model.
adidas originals Phantom
Koşu ve yürüyüş hayatının bir parçası olanlar için üretilen Phantom, 1985’te ilk üretilmeye başlandığında manşetlerden inmiyordu. Bizim gönlümüzdeki manşetlerden ise hiç ama hiç inmedi… Şimdi yenilenen dış görünüşüyle Phantom sevenler için tekrardan piyasada
Obey Arched Posse
Sokak modasının kült markalarından biri olan OBEY'in bu sonbahar/kış koleksiyonunda kolej modasına düşenleri de unutmadı. Arched Posse sweatshirt ile hem sokakların hem de kolejlerin aranan ismi olacaksınız.
Nike Astoria
Nike yazın son günlerinde Astoria'yı insan içine çıkardığında kimse kıymetini bilmiyor, hava çok sıcak diyor, kimse yüzüne bakmıyordu. Şimdi farklı bağcık tasarımı, süet kumaşı ve içindeki kürküyle kışın ayaklarını sıcak tutmak isteyen bayanlara göz kırpıyor.
MNK Clothing - Dissection Tee
Dolapların olmazsa olmazı beyaz tişörtlere; tasarımcı Derin Çiler'in biraz mekanik yorum kattığı giyim markası MKNK Clothing, sokaktan ilham alınarak hazırlandı. %100 pamuklu kumaşlarla hazırladığı koleksiyonda şimdilik sadece tişörtler yer alıyor. Ama bu demek mi ki sadece tişört olacak? Hayır, Derin yeni gelecek olan sweatshirt'lerin, cap'lerin ve oyuncakların haberini verdi bile.
197
SET UP
Emre Kuzlu
‘i-am’ Architect İngilizce derslerimizde öğrendiğimiz ilk cümle kalıbı ‘i-am’ kulağınıza hiç bu kadar yaratıcı gelmiş miydi bilmiyoruz ama mimari konusunda bir hayli dirsek çürüttükten sonra serüvenine Galata’da devam eden Emre Kuzlu’yu ve ‘i-am’ istanbul’u gördükten sonra öyle geleceği konusunda kuşkumuz yok. ‘i-am’ metodolojisi diye atfettiği deneyim tasarımını esas alarak yaptığı projeleri gerçekleştirdiği masasına buyurun yakından bakın. hazırlayan aslin kumdagezer fotoğraflar yalım kartal
XOXO The Mag
1. El yapımı kalemlik 2. Kartvizit / ‘i-am’ not tutucu 3. Eskiz defteri -elle çizmek halen keyifli 4. İlham kaynağı Vitra Miniatures Collection: Rietveld Chair 5. Pergel 6. Post-it 7. Elinden, kulağından düşürmediği iPhone 8. Eskiz ve boya kalemleri 9. Kumpas-milimetrik hassasiyet 10. Not defteri 11. Apple klavye 12.Çelik kanca (yelken hayatından) 13. Harrods Kupa 14. Pasaport -her an bir toplantı çıkabilir 15. Kurşun kalem 16. Babadan yadigar çelik metre 17.Magic Mouse 18. Yelken eldiveni-her an denize çıkılabilir 19. Strese birebir oyuncak top 20. Mıknatıslı kurşun kalem 21. Kulaklık 22. Guggenheim Müzesi'nin maket anahtarlığı 23. Yelken halat kanca 24. Boya kalemleri 25. ‘i-am’ pin 26. Diğer not defterleri 27. Kütle–Galata rüzgarlı 28. Versatil kalem ucu 29. Silgi 30. Versatil kalem 31. Dolma kalem 32. Flash bellek 33. Darth Vader maskot 34. Güneş gözlüğü 35. Eskiz kağıdı rulosu.
199
NEW PLACES ADDED...
360 49 21 8 Istanbul ADA MÜZİK All Sports Ara Cafe ARTLIMITS ARZU KAPROL AŞŞk Cafe BABYLON BABYLON NUBLU Backhaus BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON Bebek Kahvesİ BEBEK KORU KAHVESİ BEYMEN BLOOM BuIldIng BUKA BRUNOS CAFFÈ NERO GALERİ ZİLBERMAN CasIta Cezayİr CORVUS Cuba Cuppa ÇOKÇOK DAI PERA Da MarIo DelIcatessen DELIRIUM Derİn DIZZIA Dükkan Burger ECE AKSOY ELİPSİS ESMOD FLAVIO GALATTA BRASSERIA Galerİst GARAJİSTANBUL GATE TATOO Ghetto GÜNSELİ TÜRKAY Gezİ Pastanesİ Gölge Cafe GRAM Groove HabItat HAPPILY EVER AFTER Harvard Cafe HATİCE GÖKÇE HelvetIa HIllsIde CIty Club Etİler HIllsIde CIty Club İstİnye HOME ROOM THE House Apart THE House Cafe THE House Hotel Istanbul CullInary INSTITUTE İSTANBUL MODA AKADEMİSİ JUKEBOX JOURNEY KAF:F KAKTÜS Kantİn Kİkİ Kırıntı KÖŞE BRASSERIE Kulp Lastİk Pabuç LaUndromat Lazy BoutIque LE PAIN QUOTIDIEN Leb-İ Derya LEBLON LİLİ PUD Lokal Lucca LULU’S Lush Hotel Mahalle MangerIe MANO BURGER MASA Mavra MESTA Meyra MEZZALUNA MIDNIGHT EXPRESS MIdpoInt MİNYON MIss PIzza Momo MONO CAFE BRASSERIE Münferİt NAR PERA NON GALERİ OFF PERA Otto Sofyalı Otto TÜnel OUTLET Pandora Kİtapevİ ParIsTexas Patİka Kİtabevİ PI ARTWORKS PIcante PİLOT PIola PLIEÉ PoInt Hotel Porte QUE TAL Rafİnerİ REASURANS GALERİ ROBINSON CRUSOE ROOK Salomanje SALT BISTRO SİMAY BÜLBÜL Simurg Kİtapevİ Smyrna Soda Sosa Sugar Susam SushIco SUSHI EXPRESS Şİmdİ/Now Tabe Kıyamet Tamİrane TAPS Touchdown TRIBECA Ugly ULUS29 Urban WhIte MIll WITT SUITES ISTANBUL YILDIRIM ÖZDEMİR Zanzİbar Zazie Zencefİl GATE ANJEL LOMOGRAPHY GALLERY STORE ISTANBUL TAKKUNYA
On top ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag